Thread Rating:
  • 7 Vote(s) - 2.86 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
İBRETLİ KISSALAR Bölüm 2
#1
Bencil Adamın Kırbası
Hasan-ı Basri Hazretleri müridleriyle beraber hacca gidiyordu. Yolda bir çöle düşüp günlerce yol aldılar. Gittikleri yerde zerre kadar bir su eseri yoktu. Herkes o yana bu yana su aramaya çıkmışlardı. Nihayet birisi bir su kuyusu bulduğunu müjdeledi.

Bütün müslümanlar kuyunun başına toplandılar. Kuyunun dibi derindi ve kuyudan su çekmek için ne ipleri ne de kovaları vardı. Yine ümitsizliğe düşmüşler mahzun ü mükedder olmuşlardı.

Bu arada Hasan-ı Basrî Hazretleri:

Az sabredin ben; murakabeye başladığım zaman siz kuyudan su ihtiyacını giderir abdestinizi alırsınız, dedi. Hasan-ı Basrî Hazretleri ibadete başlayınca kuyunun suyu da ağzına kadar dolmaya başladı. Orada bulunanlar kana kana içtiler ve abdestlerini de tazelediler. Fakat kimsenin aklından yanlarına yedek su almak gelmiyordu, su da olduğu gibi duruyordu. Biraz sonra kuyunun suyu aniden gerisin geriye çekilip;gitti

Durumu Hasan-ı Basrî Hazretlerine haber verdiler. Araştırıp soruşturduğunda bir kişinin bütün su ihtiyacını giderdikten sonra kırbasını da doldurduğu anlaşıldi; Hasan-ı Basrî Hazretleri bunun üzerine şöyle söyledi:

Ey hasis kişi! Senin yüzünden kuyunun suyu çekildi. Sen kendinden sonrakileri düşünmeden bir de kırbanı doldurdun. İşte bu yüzden de kuyunun suyunun çekilmesine sebep oldun buyurdu.



Boşa Çıkan Hile
Mısır´da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat´da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun´un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.

Ahmed´in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun´un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed´in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun´a gidip şöyle söyledi:

- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.

Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed´i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:

´Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.´

Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun´a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.

Cariye, Tolun´a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed´i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed´in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun´a gönderdi.

Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed´i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun´a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi.

Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı.



Tevazu Sahibi Halife
Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.

Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz´e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:

- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.

Fakat görevli itiraz edecek oldu:

- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.

Halife cevap verdi:

- Evet ama, Rasulullah s.a.v.´e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.

Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:

- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.

Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:

- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.

- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.

- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.

- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.

Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:

- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer´dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer´im.

İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.




Hayvanların Üstün Yanları
Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi (rh.a), zamanın en büyük âlimlerindendi. Herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Sık sık tertip ettiği sohbet toplantıları çok samimi bir hava içinde geçerdi. Her sohbeti ayrı bir güzellikte olur, dinleyenleri coştururdu.

Bir yaz günüydü. Hava oldukça sıcaktı. Zenbilli Ali Efendi´nin evinin arka kısmındaki bahçede, ateş gülleri arasında sohbete oturulmuştu. Bir ara söz canlı cinslerine gelip dayandı. Hocanın, yakın arkadaşlarından biri ile aralarında şöyle bir diyalog geçti:

- Hocam, en çok hangi kuşları seversiniz

- Ben sadece kuşları değil, bütün hayvanları fazlasıyla severim.

- Peki hocam, insanlarla alâkalı ne düşünüyorsunuz

- İnsanları da severim; ama hepsini değil. Hayvanların hepsi sevilmeye lâyık oldukları halde, insanların hepsi sevilmeye lâyık değildir. Bazı insanlar davranışlarıyla hayvanlardan daha aşağı düşerler.

- Sizce insan mı hayvandan üstün, yoksa hayvan mı insandan

- İnsanlar hayvandan üstün yaratık olmalarına rağmen, hayvanların da insandan üstün tarafları vardır. Meselâ onların içinde hiçbir müşrik ve münkir, hiçbir yalancı-dolandırıcı ve sahtekâr yoktur!



İsmi İyilerin Arasına Yazıldı
Hasan-ı Basrî (k.s.) hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî (k.s.) hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi. Bir gün evinde, tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve ´Allah rızâsı için bir sadaka´ dedi. Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü! Bu hâdise karşısında dehşete düştü! Kendisini bir korku sardı! Yerinde duramaz hâle geldi!..

Bir cuma günü, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî´yi görünce, aralarında;

"Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor! Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü. Huzurunda tevbekâr oldu. O da Habîb´i talebeliğe kabul etti.

Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder korkusu ile kaçışmak istediler. Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,

´ Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi. Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.

Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,

´ Kaçın, kaçın! Tevbekâr Habîb geliyor. Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh´a âsî olmuş oluruz... diyerek kaçıştılar. Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak, ´Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin´ diyerek Allâh´a iltica etti.



Dul Kadın ve Evliyanın Kerameti
Bağdat. Dul bir kadın...

Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.

Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.

- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:

- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun

- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.

- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.

- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.

Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.

Hazreti Şeyh kadına dönerek.

- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.

- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.

- İpilik satıldı mı

Abdülkadir Geylani Hazretleri:

- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.

Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:

- Yarın gel, paranı al.

Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler:

- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.

Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:

- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:

- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.

Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:

- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.

- Para geldi mi efendim

Şeyh bin altını kadına verirken:

- Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu

Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri´ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.



Bostan Bekçisi Hükümdar
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:

Babam Horasan ´ Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:

- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın!

Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah´tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.

Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.

Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus´ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:

- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.

Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:

- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun

- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da ekşisinden ayıramam!

Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:

- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.

Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim...



Garip Bir Merasim Sonrası
Aradan yıllar uzun yıllar geçer. Hasan-ı Basri babasının memleketine yerleşir. Burada Abdullah bin Abbas, Enes bin Malik, Abdurrahman bin Semûre (Radıyallahu anhüm) gibi sahabilerin eteğine yapışır ve onlardan hisse kapar. Bir ara Sicistan seferine katılır, bir ara Horasan´a uzanır. Ondan sonra Basra´ya dönüp inci ticaretine başlar. Küçük kârlara razı olmasına rağmen büyük paralar kazanır ve hatırı sayılır bir servet sahibi olur. Ticaret bahanesiyle çok yer gezer.

Bir seferinde yolu Kayseri´ye düşer. Burada acayip bir merasime şahit olur. Meydana altın direkli bir çadır kurar, kıymetli halılar, atlas yastıklar ve gümüş şamdanlar arasına bir tabut oturturlar. Askerler, çiftçiler, tüccarlar, hekimler, müneccimler çadırın etrafında dolanır, saçlarını başlarını yolarlar. Birara vezir, Hasan-ı Basri´nin kulağına eğilir ve olup biteni izah eder.

´Kayser´imizin genç bir oğlu vardı´ der, ´Hem boylu poslu, hem de çok yakışıklıydı. Bir sürü lisan bilirdi ve bir çok fenlerde mahirdi. Hepimizden iyi ata binerdi. Attığını vurur, vurduğunu devirirdi. Ancak bir gün hastalanıverdi. Nice bilge hekimlerin yaptığı ilaçlar fayda vermedi. Görüyorsun işte, ölüme çare mi var ´

Bu hadise Hasan-ı Basri´ye çok tesir eder. Ani bir kararla Basra´ya döner ve elindekini avucundakini fukaraya dağıtır. Zahiri ilimlerde zaten hatırı sayılır bir alimdir. Ancak dahasını yapmalı, yaratıkları bırakıp yaratana koşmalı, bir gönül ehlinin önünde diz çöküp sırlara kapı aralamalıdır.



Ahitname
Bir gün Basra´da...

Basra´lı Şem´ûn kendi halinde bir mecusidir. Müslümanlarla içli dışlıdır ve bir sürü güzel haslet edinir. Kimseyle uğraşmaz, yalan söylemez, sözünde durur ve cömerttir. Sonra o gülyüzlü komşusunu (Hasan-ı Basri Hazretlerini) çok beğenir, uzaktan bile görse ayağa kalkar, hürmetle yol verir.

Hasan-ı Basri, Şem´ûn´un Müslüman olmasını çok ister. Hatta bazı geceler sabahlara kadar yalvarır onun ve onun gibiler için hidayet diler. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz bu duaları kâbul eder ve mübareğin tebliğ için beklediği fırsatı önüne çıkarır. Nasıl mı Anlatalım.

Şem´ûn amansız bir hastalığa yakalanır. Birkaç gün içinde mum gibi erir ki artık öleceğinin farkındadır. Hasan-ı Basri biraz süt, biraz hurma alır, komşusunun kapısını tıklatır. Şem´ûn onu görünce çok duygulanır. Ağlamakla gülmek arasında gidip gelen bir sesle ´Ey asil komşum´ der ´niye zahmet ettin ki ´

- Ne zahmeti, vazifemiz değil mi

- Biliyor musun ben gidiciyim.

- Hepimiz gidiciyiz.

- Korkarım ahirette de görüşemeyeceğiz. Zira inandıklarım doğruysa aynı yerde olmayacağız.

Mübarek acı acı gülümser. ´Peki´ der, ´ya benim inandıklarım doğruysa ´

- Yine aynı yerde olmayacağız, zira beni taptığımla yakacaklar.

- Bak Şem´ûn ateş yaratıcı değil mahlûktur. Alemlerin Rabbi (Celle Celalüh) dilemezse kimseye bir şey yapamaz.

- Müslümanlar buna benzer şeyleri çok söylerler ama ateşin yakmadığı nerede görülmüş

- Ateşin yakmadığını görsen bana inanır mısın

- İnanırım.

Biliyor musunuz veliler hallerini bir sır gibi saklar, tanınmaktan, bilinmekten sıkılırlar. Ancak böylesi hayati kavşaklarda keramet göstermek zorunda kalırlar. Nitekim Hasan-ı Basri Hazretleri de mangaldaki ateşi avuçlar, kızgın korla kollarını sıvazlar. Şem´ûn hayretler içindedir. Büyük veli, bunlar sıradan şeylermiş gibi gülümser, ´İstersen yanan fırına girelim´ der, ´var mısın ´

- Yoo, hayır. Bu kadarı yeter.

- Görüyorsun işte. Senin, benim, dağların, göklerin, denizlerin yaratıcısı onu zararsız kıldı.

- Sanırım, Allah´ın büyüklüğünü kabullenmek zorundayım.

- Al, istersen dokunabilirsin. Eğer ateş bir şeye kaadirse yaksın da görelim.

- Diyecek bir şey bulamıyorum.

- Ama benim diyecek çok şeyim var. Yapma Şem´ûn, kendine kıyma. Gel iman et ve kurtul. Altından nehirler akan köşkler, nefis şerbetler, bahçeler, huriler seni bekliyor. Bir kere kelimeyi şahadet söyle, ebedi saadete kavuş.

- Bu kadar kolay mı yani

- Evet bu kadar kolay.

- Ama benim ömrüm günah içinde geçti.

- Benim ki de öyle ama Allah-ü teâlâ affedicidir.

- Ne desem bilmem ki, bunca yıldır mecusi olarak yaşadıktan sonra...

- Sakın ´millet ne der ´ diye düşünme, sadece kalbinin sesini dinle.

- Kalbim seninle beraber, yalnız endişelerim var.

- Nasıl yani

- Sahi, Rabbim beni kâbul eder mi

- Eder.

- Bana kulum der mi

- Der.

- Emin misin

- Adım gibi.

- Peki kefil olur musun

- Olurum.

- Ahitname de yazar mısın

- Yazarım.

- Mührünü de basar mısın

- Basarım.

- İyi öyleyse, sen şimdi bana yapmam gerekenleri söyle.

Şem´ûn oğullarını, yakınlarını çağırır. Kalabalığın huzurunda iman eder. Olacak bu ya hemen o gün ecel şerbetini içer. Onu söz konusu kâğıtla birlikte toprağa verirler.

Hasan-ı Basri Hazretleri hem şaşkın, hem sevinçlidir. Omuzlarından irice bir yük gitmiştir. Definden sonra evine gelir. Bir başına kalınca hadisenin muhasebesini yapar ve birden dehşete düşer. Büyük bir pişmanlıkla ´yaptığını beğendin mi´ der, ´sen kim oluyorsun da ahidname veriyorsun. Kendini kurtaracağın şüpheli, kalkıp başkalarına kefil oluyorsun. Eyvah ki ne eyvah! Aman Allah´ım ben ne yaptım!´

O gece binlerce, onbinlerce kez tövbe eder, ´Yarabbi, ben acizin, zavallının biriyim´ der, ´n´olur bu cüretimi affeyle!´ Hasan-ı Basri o kadar ağlar ve o kadar yalvarır ki bitap düşer. Birara içi geçer, rüyasında Şem´ûn belirir, çok neşelidir. Öylesine nurludur ki dolunayı imrendirir. Başında cennet cevahirleriyle süslenmiş bir taç vardır. Hasan-ı Basri Hazretlerine döner ´Meğer Allah-ü teâlâ ne büyükmüş´ der, ´merhametinin zerresi benim gibi nice asiye yetti.´

- Peki ya ahitname

- Ona bakmadı bile, istersen geri verebilirim.

- Yalvarırım ver, n´olur ver.

- Al!

Hasan Basri Hazretleri heyecanla uyanır. Ne görse beğenirsiniz.

Kâğıt elindedir.

Basra´nın güllerinden biri... Hasan-ı Basri

3Firûz, Meysan muharebesinde İslâm ordularına direnme hatasına düşen bir Basralıdır ve esir alınır. Diğerleriyle birlikte Medine´ye getirilir ve köle olarak Zeyd bin Sabit´e verilir. Ancak ne zincir ne kırbaç bilir, ne de incitilir. Evin bir ferdi gibi yaşar, işine bakar. Hatta Peygamber Efendimizin hanımlarından Ümmü Seleme´nin (Radıyallahu anha) cariyesi Hayre ile evlenmeye kalkar. Kimse ona ´Hadi ordan sen kölenin birisin´ demez. Ev kurmasına yardım ederler. Ümmü Seleme Hayre ile evladı gibi ilgilenir, ceyizini yapar, evini döşer. Hatta ´bizim evin işinden ne olsun´ der, ´siz kendinize bakın.´ Hayre buna rağmen kutlu kapıdan ayrılmaz. Evin kızı gibi gelir gider, sıkıldıkça içini döker. Çok geçmeden nurtopu gibi bir oğulları olur. İki köle (belki de sevinçlerini paylaşmak için) üç kıtaya yayılan devletin halifesine (Hazret-i Ömer´e) çıkarlar. Mübarek onları kapıda karşılar. Yer gösterir, süt, hurma ikram eder. Şirin bebeği kucağına alır ve sever. İri gözlerine ve minik burnuna bakıp ´Yarabbim ne güzel şeyler yaratıyorsun´ der. Firûz bir isim istediğinde düşünmeden ´Hasan olsun´ buyurur, ´hasana (güzele) Hasan yakışır!´

Sütüm olsa da...

O yıllarda hayat herkes için zordur. Ama sıfırdan başlayanlar için (Firûz ve Hayre için) daha zordur. Üç beş dirhem yevmiye için karı koca bahçelere koşar, akşamlara kadar hurma toplarlar. Hasad zamanları oğullarını Ümmü Seleme´ye (radıyallahü anh) bırakırlar. Ümmü Seleme Validemiz, Hasan´ı bağrına basar. Her istediğini verir, her dediğini yapar. Bu sevimli yavrunun ağlamasına dayanamaz. Hatta ´N´olurdu´ der, ´onu bir emzirebilseydim´ Öyle hulusi kalp ile dua ederki yaşlı olmasına rağmen göğüsleri süt dolar. Güzel çocuğu doyurur, ayağında sallayıp uyutur. Kalbinin yumuşadığı anlarda elini açar ve ´Ya Rabbi´ der, ´Sen bu çocuğu âleme imam kıl. Ona uyanlar selâmet bulsun, azabdan kurtulsun.´

O yıl da ramazan bereketi ile gelir. Zeyd bin Sabit, Firûz´u, Ümmü Seleme´de Hayre´yi azad eder. Bu şefkat iklimi garip kölelerin kalbini yumuşatır ve kendi istekleriyle Müslüman olurlar.

Ümmü Seleme´nin terbiyesinden geçen Hasan farklı bir çocuk olur. Edipleri imrendirecek fasihlikte bir arapça konuşur ve akranlarının çelik çomak oynadıkları günlerde Kur´an-ı kerimi ezberler. En hoşlandığı şey cuma günleri Mescid-i Nebi´ye gidip Hazret-i Osman´ı dinlemektir. Zira bu gülyüzlü Halifeyi çok sever, hep onunla birlikte olmak ister. Nitekim şehit edildiğinde de yanıbaşındadır. Hasan yüzlerce sahabe ile görüşür ve onlardan ilim devşirir ki onbeş, onaltı yaşına geldiğinde benzeri az bulunan bir âlimdir.




Kötü Sözü İçinde Tut
Adamın biri Hasan-ı Basri hazretlerine gelir. ´Biliyor musunuz der, filanca sizin hakkınızda olmayacak şeyler söylüyor

- Nerden biliyorsun

- Kulaklarımla duydum.

- Nerede

- Fitnecinin evinde

- Orada ne arıyordun

- Ziyafete gitmiştim.

- Peki neler ikram etti

- Çorba, börek, pilav, tatlı, dolmalar, köfteler, meyveler, şerbetler... Bir sürü şeyler işte.

Bütün bunları içinde tutuyorsun da o üç beş kelimeyi niye tutamıyorsun



Sepet Çalan Cinler
Ashab-ı Kiram´dan Abdullah İbnü´z-Zübeyr r.a. Hazretleri anlatıyor:

Bir gece Mescid-i Haram´a gitmiştim. Baktım ki bir grup kadın Kâbe´yi tavaf ediyor. Tavaflarını bitirince kapının birinden çıkıp gittiler. Hallerinde bir gariplik sezdiğim için, şunları bir takip edip yerlerini öğreneyim, dedim. Akabe´ye kadar yürüyüp oraya çıktılar. Ben de çıktım. Sonra aşağı doğru indiler. Onların peşi sıra ben de indim. Vadide bir harabeye girdiler. Onların ardından ben de girdim. Bir de baktım, bir toplantı. Bana sordular:

- İbnü´z-Zübeyr, neden geldin

Ben de onlara sordum:

- Söyleyin hele, siz kimsiniz

- Bizler cin cemaatiyiz.

- Ben Kâbe´yi tavaf eden bir kadın topluluğu gördüm de onlara hayret ettim. Peşlerine takılıp buraya girdim.

- Ha, onlar bizim kadınlarımız. Sen dilediğin şeyi bizden iste!

- Ben taze hurma isterim, dedim.

O günlerde Mekke´de taze hurma yoktu. Bana bir miktar o hurmadan verdiler, ben de yedim. Sonra dediler ki:

- Artanı da yanında götür!

Kalan hurmaları alıp döndüm. İstiyordum ki bunları Mekke halkına göstereyim.

Evime geldim ve hurmaları kapaklı bir sepete koydum. Sepeti de bir sandığa kapattım. Sonra başımı yaslayıp kestirmeye başlamıştım ki, vallahi uyku ve uyanıklık arasında iken evde bir gürültü duydum. Birbiriyle şöyle konuşuyorlardı:

- Onu nereye koydu nereye .. Sandığa koydu sandığa!..

- Açın sandığı açın! (Sandık açıldı) Hani o nerede

- Sepetin içinde. Sepeti de açın!

- Onu açamayız ki. Onun üstüne Allah´ın ismi (besmele) okunmuş.

- Öyleyse onu olduğu gibi alıp götürün!

Böylece hurma sepetini alıp götürdüler. Cinler evden hurma sepetini aşırırken, onlara saldırmadığıma çok pişmanım.



Anasının Kölesi
Karen´de parlayan pırlanta ....

Efendimiz´in (Sallallahü aleyhi ve sellem) bilinen iki hırkası vardır. Bunlardan biri Kaside-i Bürde´nin yazarı büyük şair Kaab bin Züheyr´e verilir ki, Topkapı Sarayı´nı ziynetlendirir. Diğeri de Kareli Üveys´e gönderilir. Hasılı bu iki kutlu miras da İstanbulumuz´a nasip olur. Belki de ona bu yüzden İslambol derler... Kimbilir Peki siz Karen adında bir yer duydunuz mu Yalanı yok ya, ben duymamıştım. Ta ki Veysel Karani hakkında bir şeyler okuyana kadar.

Karen, Yemen taraflarında adı bilinmedik bir beldedir. Etrafı kum dağları ile çevrilidir, kuraktır, çoraktır. Ortalıkta birkaç kuyu vardır, üç beş ağaç. Sonra hepsi birbirine benzeyen toprak damlı evler... Sadece develerin ve bedevilerin yaşayabildiği bu kavurucu coğrafyanın sakinleri kervan ağırlamakla geçinirler. Bir şey ekip biçmezler, hayvanlarını ise Üveys isimli bir çobana emanet ederler.

Üveys garip biridir. Dünyadadır, ama ne dünyalığı vardır, ne de dünyalık gibi bir kaygısı. Güttüğü develer için ücret istemez. Verenden alır, vermeyene sormaz bile. Adı üzerine çobandır işte, fakirdir. Ama iş cömertliğe geldi mi onunla yarışmak kimsenin harcı değildir. Paylaşacak çok şeyi yoktur, ama hayırda daima başı çeker.

Üveys, bizim bildiğimiz ismi ile Veysel Karani Hazretleri mütevazı yaşar. Ama halinden memnundur. Sessiz, dostları arasında yalansız, dolansız bir hayat sürer. Issız vadilerde, kaya kovuklarında ibadet eder. İnsanlar ona hep divane gözüyle bakarlar, ama aldıran kim

Mübareğin çok yaşlı bir annesi vardır. Hem kör, hem de kötürümdür. Veysel Karani onun eli ayağı, gözü kulağıdır. Yedirir, içirir, yıkar, paklar. Kadıncağıza bebek gibi bakar. Ne derse, ama ne derse yapar. En olmayacak arzularını bile ikiletmez. Bir yüz ifadesinden bin mânâ çıkarır ve hepsini de getirir yerine. Tabiri caizse, anasına kölelik eder.

Veysel Karani Hazretleri haram bilmez, yalan söylemez. Hoş, sahrada bir başına dolanan böylesi bir insanın günaha girme şansı da azdır ya. O, gün boyu zikreder, af diler. Ümmet-i Muhammede dua eder. Ama en bilinen özelliği Allah ve Resulüne duyduğu tarifsiz aşktır. Veysel Karani´nin tek arzusu vardır. Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server´i görebilmek. Efendimizi düşündükçe burnunun direği sızlar, yüreği bir hoş olur. Yumruk iriliğinde bir şeyler gelir, oturur boğazına. Hani o, anlaşılamayan ve anlatılamayan şeyler.

Ve gün gelir muhabbet ve Muhammed kelimeleri yüreğinde buluşur, dışarı taşar. Efendimizin hasreti kor olur, ciğerini yakar. Onu bir kez, ama bir kez görebilse, bir solukluk olsun sohbetinde bulunabilse ve adına sahabe denilen kutlu kadroya katılabilse...

Annesi itiraz etmese de, bu yolculuğa razı değildir. Omuzlarını kaldırıp boynunu büker. Mahzun bir üslupla ´İstiyorsan git!´ der, ´Git bakalım, beni kime emanet edeceksen ´ Doğrusu onu bırakabileceği kimse yoktur. Bu yaşlı kadına incitmeden kim bakabilir ki Onun nazını kim çeker sonra

Hasretini Yüreğine Gömer

Üveys hasretini yüreğine gömer. Bir daha bu konuda tek kelime etmez. Ama o günden sonra daha fazla ağlar, daha fazla yalvarır. Aşkını kayalara, kumlara, anlatır. Kuşlarla, develerle dilleşir, serin seher yeliyle selâmlar yollar Haremeyn´e. Ve ufuklar perde perde açılır, dağlar çekilir aradan. Artık o günboyu ibadet eder, sürüyü melekler bekler. Hayvanlar mı İnanın muma döner.

Evet Üveys, Allah Resulünün muhteşem sohbetine (madde planında) erişemez, ama mânâ aleminde çok şeye kavuşur. Efendimizle aralarında imrenilecek bir dostluk başlar. Hoş onlar için mesafelerin ne önemi vardır. Öyle ya alan uygun, veren olgun olduktan sonra ´feyz´ nehir olur akar.

Serveri Kainat zaman zaman mübarek yüzlerini Karen taraflarına döndürür ve ´Yemen cihetinden rahmet rüzgarları esiyor´ buyururlar, ´İhsan ve iyilikte Tabiinin en iyisi Üveys-i Karni´dir!´





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)