Gılgamış Destanı
Tarihçe
Destana konu olan Kral Gılgamış, gerçekten yaşamış ve M.Ö. 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gılgamış Destanı, Gılgamış'ın ölümünden bin yıl kadar sonra yazılmıştır ve günümüze kadar gelebilmiştir.
Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer mitolojilerinde geçer ve Akat dilinde yazılmış tabletlerden oluşur. Bunlardan günümüzde 11 tablet bulunabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. Aslında 12. bir tablet de bulunmuştur ancak olayların sırasına uymamaktadır ve bu yüzden ayrı bir versiyon olduğu düşünülmektedir.
1855’te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in M.Ö. 7. yüzyılda derlettirdiği tabletler bulunmuş, daha sonra Türkiye-İran sınırında ve Irak’taki Nippur antik kenti kazılarında bulunan tabletler de eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanın izi bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.
Destanın Özeti
Tabletlerdeki metne göre destan, Gılgamış’ın özelliklerini övgüyle anlatarak başlar. Yarı insan, yarı tanrı olan Gılgamış; karada ve denizde olan biten her şeyi bilen başarılı bir yapı ustası ve yenilmez bir savaşçıdır. Destanının, öbür bölümlerinde Gılgamış’ın başından geçen serüvenler anlatılır. Derinlemesine hikaye türünün en olağan üstü biçimde anlatıldığı Gılgamış akılların tamamen özgür ve doğaçlama melekesini gözler önüne sermektedir.
İlk serüven, Gılgamış ile Gök tanrısı Anu arasında geçer. Halkına acımasız davrandığı için Gılgamış’a öfkelenen Anu, onu öldürmek için vahşi bir hayvan olan Enkidu’yu üzerine salar. Enkidu ile Gılgamış arasındaki savaşta Gılgamış üstün gelir. Daha sonra Enkidu, Gılgamış’ın en yakın dostu ve yardımcısı olur.
Bunun ardından gelen serüven Gılgamış ile aşk tanrıçası İştar arasında yaşanır. İştar, Gılgamış’a evlenme önerisinde bulunur. Gılgamış, bunu reddeder. Onuru kırılan İştar, Gılgamış’ı öldürmek için yeryüzüne bir boğa gönderir. Gılgamış, Enkidu’nun da yardımıyla boğayı öldürür. Enkidu rüyasında, boğayı öldürdüğü için tanrılar tarafından ölüme mahkum edildiğini görür.
Destanın bundan sonraki bölümüyle ilgili tabletler bulunamamıştır. Fakat destanın devamının yer aldığı Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıtı, düzenlediği görkemli cenaze törenini, sonunda Enkidu’nun ölüler dünyasına göçtüğünü anlatan tabletler bulunabilmiştir.
Enkidu’nun ölümünü Tufan öyküsü izler. Tufan, yeryüzünün sularla dolup taşmasının öyküsüdür. Gılgamış destanında Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Gılgamış, Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği Utnapiştim’i bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir.
Utnapiştim’i bulan Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Ama, destanının insanlar için en üzücü bölümü burada başlar. Çünkü Gılgamış ölümsüzlük otunu yemeye fırsat bulamadan onu bir yılana kaptırır ve Uruk’a eli boş döner. Bazı kaynaklar, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu halkıyla birlikte yemek istediğini belirtir. Destan, Gılgamış’ın ölüm karşısında yenilgisiyle biter.
Gılgamış Destanı'nın Önemi
Destzn, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin yaşayışları hakkında bilgi verir ve kendisi de ilk yazılı destan olma özelliğini taşır.
Gılgamış Destanı'nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı "Tufan" öyküsü, üç büyük dinin Kutsal Kitapları'da yer almasıdır. "Ölümsüzlük Otu" öyküsü, Türk-İslam dünyasının "Lokman Hekim" söylemine benzer.
Gılgamış Destanı
1. Tablet (Türkçe)
Yerin dibindeki suyun kaynağını görenin öyküsünü dinle, yurdum! Dünyada her şeyi bilen adamın adını ünlendireyim: Onun görmediği hiçbir şey yoktur. Dünyanın bütün bilgeliklerini bilip torunlarına bırakan bir adamdır. Gizleri görüp bunların perdesini yırtan bir adamdır. Tufandan önce olanın haberini getirdi. Uzun yoldan gelip yorgun düştü; ama gücünü yitirmedi. Bütün çektiklerini bir anıt taşına kazıdı. Uruk'un dört bir yanına duvar çektirdi.
Kutsal E-anna'nın ve temiz hazinenin duvarına bak! O duvar, didilmiş yünden örülen bir urgan gibidir. Onun köşe burçlarını da gözden geçir! Onun eşini hiç kimse yapamaz. Ta öteden beri orada duran taş merdivenden yol alıp İştar'ın oturduğu E-anna tapınağına yaklaş! Sonradan gelen hiçbir kral onun eşini yapmadı. Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı incele. Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir? Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? [1]
Ulu Tanrı, Gılgamış'ı en yetkin biçime soktu. Bütün tanrılar, ona en iyi erdemleri vermek için birbirleriyle yarış ettiler. Güneş Tanrısı, ona, erdemin en yükseğini, yeraltındaki tatlı su okyanusunun tanrısı Ea, bilgeliği bağışladı . Büyük tanrılar, Gılgamış'ı şu ölçüde yarattılar: Boyunun uzunluğu on bir endaze, göğsünün genişliği dokuz karış.[2] Adımlarının genişliği. Idi. Sakalı yanaklarından aşağı uzamıştı. Güzel bıyıkları vardı. Başındaki saçlar gürdü. Bedeni her bakımdan ölçülüydü. Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardı. Gövdesi pek iriydi. (Altı satır eksik.)
Bütün ülkeleri dolaştıktan sonra Uruk kentine vardı. Uruk caddelerinde kurumundan kafasını dik tutuyordu. Caddelerde yabanıl bir boğa gibi böğürürdü. Eşsizdi. Silâhları kalkıktı. İnsanlara dirlik vermemek için eli durmazdı. Dirliksizliği yüzünden Uruk halkı gittikçe eksildi. Gılgamış, oğlu babaya bırakmaz, gece gündüz kudurup sağa sola çatardı. Gılgamış ağılı bol Uruk'un ne biçim çobanıdır? Öylesine güçlü, üstün, bilgiç, bilge olan bir kral, oğlu babaya, sevileni sevene, kocayı karıya hiç bırakır mı?
Gılgamış'ın savaşçılarının kızları, erlerin karıları, bundan ötürü tanrıların huzurunda ağlayıp sızlandılar. Bunların ağlayıp sızlanmalarını tanrılar dinlediler. Gökyüzünün tanrıları da, Uruk kentinin baştanrısı Anu'ya başvurarak şöyle dediler:
"Sen, ipe gelmez, yabanıl, vahşi boğayı, Uruk halkını tedirgin etmek için mi yarattın? Eşsizdir. Silâhları kalkıktır. İnsanlara dirlik vermemek için eli durmaz. Gılgamış, oğulu babaya bırakmaz Gece-gündüz kudurup sağa sola çatar. Gılgamış ağılı bol Uruk'un ne biçim çobanıdır?"
Öylesine güçlü, üstün, bilgiç, bilge olan bir kral oğulu babaya, sevileni sevene, kocayı karıya hiç bırakır mı?
Gılgamış'ın savaşçılarının kızları, erlerinin karıları bundan ötürü ağlayıp sızlandılar. Bunların ağlayıp, sızlanmalarını büyük Gök Tanrısı dinledi. [10] Büyük tanrıça Aruru çağırıldı:
"Ey Aruru, sen büyük Anu'yu yarattın. Şimdi onun rakibini yarat! O istediği denli Gılgamış'a karşı dursun. Bu iki yiğidin birbirlerine karşı güçlerini ölçmelerinden Uruk şehri soluk alsın!"
Tanrıça Aruru, bunu duyar duymaz Gök Tanrısının rakibini kalbinde yarattı. Aruru, ellerini yıkadı; bir parça çamur koparıp yazıya attı ve yazıda yiğit Enkidu'yu yarattı. Çamurdan yaratılan Enkidu, demir gibi sertti. Bütün gövdesi kıllarla kapkara olmuştu. Kadın gibi uzun saçları vardı. Saçının lüleleri tıpkı buğday başağı gibi filizlenmişti. O, insan ve kent yüzü görmemişti. Üzerinde, yazının hayvanları gibi bir giysi vardı. Bu durumda ceylanlarla ot yiyor, yabanıl hayvanlarla itişe kakışa suvata iniyor; suyun kalabalığıyla gönlü açılıyordu.
Günün birinde suvatın karşı yakasında bir avcıya, bir tuzak kurana rasgeldi. Birinci, gün, ikinci gün ve üçüncü gün suvatın karşısında ona rastladı. Onu gören avcının yüzü dondu; hayvanlarıyla olduğu yerde saklandı; korkudan titremeye tutuldu; sesi soluğu kesildi, içini sıkıntı bastı; çehresini bulut kapladı; gönlünü gam, üzünç sardı; yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne döndü. Avcı, konuşmak için ağzını açıp babasına dedi:
"Baba, dağdan bir adam geldi. Bu yörenin en güçlüsüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer. Gücü büyüktür, hep dağda dolaşıyor. Her zaman yabanıl hayvanlarla ot yiyor. Ayağı suvatın karşı yakasından hiç eksilmiyor. Korkudan ona yaklaşamıyorum. Açtığım çukurları doldurdu. Gerdiğim ağları yerden koparıp çıkardı. Kırın kalabalığını, avı elimden kaçırıyor, kırdaki işime engel oluyor."
Babası konuşmak için ağzını açıp avcıya dedi:
"Biliyor musun oğlum, Gılgamış Uruk'ta oturuyor. Onu yenecek kimse yoktur. Gökten inen yoğun cevhere benzer. Gücü büyüktür. Ona, krala yüzünü dön! Güçlü adam hakkında ona bilgi ver. O sana bir hayat kadını versin. Onu kıra götür. O kadın, bu adamı orada, güçlü bir adam gibi yensin. Yabanıl hayvanlar suvata yaklaştıklarında, o kadın giysisini atsın ve o da zevke dalsın. Kadını görür görmez, ona yaklaşacaktır: Fakat kırlarda onunla birlikte yürüyen hayvanlar, onu yadsıyacaklardır."
Babasının öğüdü üzerine kalkıp, avcı yaya olarak Gılgamış'a gitti. Yolunu tuttu, Uruk'un ortasında durdu:
"Gılgamış, beni dinle ve bana öğüt ver! Dağdan bir adam geldi. Bu, ülkenin en güçlü adamıdır. Gökten inen yoğun cevhere benzer; gücü büyüktür. Her zaman dağda dolaşıyor, hep yabanıl hayvanlarla ot yiyor, ayağı suvatın karşı yakasından hiç eksilmiyor. Korkudan ona yaklaşamıyorum. Açtığım çukurları doldurdu. Gerdiğim ağları yerden çıkarıp kopardı. Kırın kalabalığını, avı elimden kaçırıyordu. Kırdaki işime engel oluyordu!"
Gılgamış, ona, avcıya dedi:
"Ey avcı, git; yanında bir hayat kadını, bir hayat kadını görür! Yabanıl hayvanlar suvata yaklaştıklarında, kadın, giysisini atıp şehvetini kabartsın; kırlarda onunla büyüyen hayvanlar, onu yadsıyacaklardır."
Avcı gidip yanına bir hayat kadını aldı. Bunlar, doğru gidecekleri yerin yolunu tuttular. 3. günde belli yere vardılar. Avcı ve hayat kadını, yerlerine oturdular. Birgün, iki gün suvatın karşısında beklediler. Hayvanlar gelip suvatta su içtiler. Su kalabalığı geldi ve yüreği rahatladı. Ne de olsa Enkidu, dağda yaşadığı için, ceylânlarla ot yiyor, su kalabalığıyla yüreği rahatlıyordu. Hayat kadını bunu, bu yabanıl adamı, kırda dolaşan bu cellat, herifi görür.
"Hayat kadını! İşte budur. Göğsünü gevşet, kucağını zevkine aç, dalsın! Korkma!. Onun saldırısını karşıla. Bir kez seni görür görmez sana yaklaşacaktır. Üstünde yatması için giysini aç. O yabanıla kadınlık becerini göster: Kırlarda onunla büyüyen hayvanlar onu yadsıyacaklardır. Onun tutkusu senin üstünde zevke doyamayacaktır."
Hayat kadını, göğsünü gevşetti. Kucağını açtı ve o, kadının zevkine daldı. Kadın korkmadı. Onun saldırısını karşıladı. Üstünde yatması için giysisini açtı. Yabanıl adama kadınlık becerisini gösterdi. Onun tutkusu kadının üstünde zevke doymadı. Enkidu, altı gün, yedi gece uyanık kalarak hayat kadınıyla Allah'ın emri oldu.
............................. Enkidu'yu gören ceylânlar mertleyip kaçtılar. Artık kırın hayvanları onun yanından uzaklaştılar. Hayvanların ondan uzaklaştığı sırada, Enkidu, bedeni bağlanmış gibi ürperdi. Dizleri tutmadı. Enkidu zayıf düştü. Yürüyüşü eskisi gibi değildi. Sonra aklı başına geldi; işi anladı. Geri dönüp hayat kadınının dizlerine oturdu, onun yüzüne bakarak sözlerine kulak verdi. Hayat kadını ona, Enkidu'ya dedi:
"Enkidu sen bilgesin, sen bir tanrı gibisin! Neden bu kalabalıkla kırda dolaşıyorsun? Gel, seni Uruk'a, Anu'nun, İştar'ın evi olan görkemli tapınağa götüreyim. Gılgamış'ın olduğu yere, gücü tam olan adamın, yabanıl boğa gibi insanlara zorbalık eden yiğidin yanına."
Hayat kadınının bu sözleri, Enkidu'nun hoşuna gitti; bilge gönlü, bir arkadaşa gereksinim duydu. Enkidu, ona, hayat kadınına dedi:
"Gel hayat kadını, beni birlikte götür! Anu'nun, İştar'ın evi olan görkemli tapınağa; Gılgamış'ın olduğu yere, gücü tam olan adamın, yabanıl boğa gibi insanlara zorbalık eden yiğidin yanına. Ben ona meydan okumak istiyorum. Yiğit gibi konuşmak istiyorum. Uruk'a gidince Uruk'un yazgısını değiştiririm. Kırda doğanın gücü yamandır!"
"Gel, bırak gidelim. O, senin yüzünü görsün. Sana Gılgamış'ı göstereyim. Onun nerede olduğunu çok iyi biliyorum. Enkidu, Uruk'a gel. Süslü kemerler kullanan insanların yanına! Her gün orada bir bayram kutlanır. Neşe yaratan genç oğlanların, görülmeye değer genç kızların oldukları yere: Zevk onlardadır; tam neşe içindedirler."
(Bir satır eksik.) "Enkidu, sana yaşamı seven, acıdan zevk alan Gılgamış'ı göstermek isterim. Onu gör, onun yüzüne bak: O, erkek güzelidir. Tam güçlüdür; senden güçlüdür. Gece gündüz dinlenmesi yoktur. Enkidu, kıskançlığını bırak! "
Ona, Gılgamış'a, sevgiyi Şamaş gösterdi. Onun aklını düşüncesini Anu, Enlil ve Ea genişlettiler; sen o dağdan gelmezden önce, Gılgamış seni düşünde gördü; düşünü yorarak kalktı, anasına anlattı:
"Aman ana, ben bu gece bir düş gördüm. Bütün gücümle adamların arasından geçip ileri gittim. Orada gökyüzünün yıldızları birdenbire yere döküldüler. Göktaşı gibi yukardan aşağı üstüme düştü. Onu kaldırmak istedim. Bana ağır geldi, kımıldatmak istedim, kımıldatamadım. Uruk halkı oraya toplandı. Erkekler onun ayaklarını öptüler ve ben, o bir karıymış gibi, üzerinde ondan zevk aldım. Orada kendi kendime zorladım. Onlar bana yardım ettiler. Onu kaldırdım ve sana getirdim."
Her şeyi öğrenen Gılgamış'ın anası, Gılgamış'a anlattı:
"Gılgamış, bu açık bir şeydir. Kırda sana benzer biri doğmuştur. Onu dağlar yetiştirmiştir. Senin onu görür görmez, bir karıymış gibi üzerinde ondan zevk aldığın adam, senden asla ayrılmayacaktır. Adamlar onun ayaklarını öpecektir. Sen onu kucaklayacaksın. Onu bana getireceksin! O, güçlü Enkidu'dur. Dar zamanda arkadaşa yardım eden bir yoldaştır. Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer. Gücü büyüktür. Senin, karı gibi, üstünde zevk aldığın o adam, senden hiç ayrılmayacaktır."
Gılgamış uyumak için yattı ve başka bir düş gördü. Anasına anlattı:
"Aman ana, başka bir düş gördüm. Karışık şeyler gördüm. Uruk'ta yolun ortasında bir balta yatıyordu. Bunun çevresine toplanmışlar; halk da oraya zorluyordu. Bu baltanın görünüşü şaşırtıcıydı. Ona baktığımda sevindim. Onu severek, bir karıymış gibi, onun üzerinde ondan zevk aldım ve yanıma koydum."
Bilge, bütün bilimleri bilen Ninsun, oğluna dedi:
"Gılgamış, senin o adamı görmenin, o bir karıymış gibi onun üzerinde ondan zevk almanın anlamı, onu sana denk tutacağımı gösterir. Bu, yine güçlü Enkidu'dur, dar zamanda arkadaşa yardım eden bir yoldaştır. Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer, gücü büyüktür!"
Gılgamış bir daha anasına dedi:
"Bu, bana büyük bir pay olarak düşsün! Bir arkadaş kazanmak isterim, bir yoldaş!"
(Bir satır eksik.) Ve Gılgamış düşleri yordu.
"Gel bakalım, yaş yerden kalk!"
Hayat kadını böylece Enkidu'ya anlattı. Hayvanların su içtikleri yerde ikisi yalnız kalmışlardı.
Gılgamış Destanı
2. Tablet (Türkçe)
Enkidu, hayat kadınının karşısına oturdu. O, onun sözcüklerini dinledi ve anlattıklarına kulak verdi. Kadının öğüdü, yüreğine işledi. Kadın, bir giysi çıkardı: Birini ona giydirdi, öbürünü kendisine alıkoydu. Kadın, onu bir ana gibi elinden tutup çobanların sofrasına, hayvanların ağılına götürdü. Onun, yurdu dağlar olan Enkidu'nun, önceleri ceylânlarla ot yiyen adamın, kalabalığın sütünü emenin, şimdi önüne yemek koydular. O, utanarak gözünü dikiyor, bakıyordu. Enkidu, ekmek yemesini bilmiyor, içki içmesini anlamıyor! Hayat kadını, ağzını açıp Enkidu'ya dedi:
"Enkidu, ekmek ye! Bu, yaşamın koşuludur! İçki iç! Bu, ülkenin göreneğidir!"
Enkidu, doyuncaya dek ekmek yedi. Yedi küp içki içti. İçi açıldı, neşe buldu. Yüreğine açıklık geldi, yüzü parladı. Kıllı, pis gövdesini sıvadı, kendi kendini yağladı, insana döndü. Sonra bir giysi giydi, artık adam oldu. Aslanların üstüne yürümek için silâhını aldı. Çobanlar geceleri uykuya daldı. Kurtları yakaladı, arslanları kovaladı. Eski bekçiler rahat ettiler. O, güçten üstün insan, o erkeklerin bir tanesi Enkidu, bunlara bekçi oldu. [14 satırlık boşluk. Enkidu, hayat kadınıyla birlikte] Enkidu, hayat kadını ile eğlenirken gözlerini kaldırdı ve bir adam gördü. Hayat kadınına seslendi:
"Yosma! Adam buraya gelsin! O ne diye geldi? Söyleyeceğini dinlemek isterim!" Hayat kadını adamı çağırıp ona yaklaştı, ona dedi: "Adam, nereye acele ediyorsun? Yorulman neye yarar?" Adam, ağzını açıp Enkidu'ya dedi: "Benimle birlikte kız evine gel! Nişanlı seçmek için herkesin evi Uruk kralına daima açıktır. Nişanlı seçmek için herkesin evi, Uruk kralı olan Gılgamış'a daima açıktır. O, evlenecek olanlarla önce kendisi yatar, sonra da koca. Tanrısal yasaya göre bu, tanrının bir buyruğudur. Bu buyruk kendisine göbeğinin bağı kesilir kesilmez verilmiştir." . Adamın sözü üzerine benzi sarardı. [Dokuz satırlık boşluk.]
Enkidu önden gidiyor, hayat kadını onun arkasından. O, Uruk'a girince halk çevresine toplandı. Uruk'ta caddenin ortasında durunca, insanlar başına biriktiler ve ondan şöyle söz ettiler: "O, aşağı yukarı Gılgamış'a benzer. Bedence daha ufaktır; ama, kemikleri onunkinden daha güçlüdür. [Bir satır eksik.] Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. O, kalabalığın sütünü emmiştir." [Bir satır eksik.]
Zayıf yavrucuklar gibi ondan korkmalarına karşın, adamlar rahatladılar, "O yiğite karşı, gösterişi yaman bir yiğit alandadır. Gılgamış'a karşı tanrıya benzer, onun bir eşi alandadır! İşhara'ya özgü bir yatak hazırlanmıştır. Gılgamış'ın onun yanında kalması için. Bu gece onunla 'Allahın emri' olacaktır." Gılgamış yaklaştığında, Enkidu caddenin ortasına dikildi. Gılgamış'a yolu kapamak isteyip, onu yatak odasına bırakmadı. [Yedi satır eksik.]
Gılgamış, kırda büyüyen, gür saçlı, ele avuca sığmaz Enkidu'ya baktı: Kendi kendisine yol açtı ve üstüne yürüdü. Kentin alanında birbirleriyle karşılaştılar. Enkidu, kapıyı ayağıyla kapayıp Gılgamış'ı içeri bırakmadı. Bunun üzerine boğalar gibi böğürerek kapıştılar: Kapının direklerini paramparça ettiler. Duvar, yerinden sarsıldı! Gılgamış ve Enkidu, evet, boğalar gibi böğürerek birbiriyle kapıştılar. Kapının direklerini paramparça ettiler. Duvar yerinden sarsıldı! Gılgamış diz üstü yere düşünce, öfkesi indi ve göğsünü geri çekti. Gılgamış göğsünü çeker çekmez, Enkidu ona, Gılgamış'a dedi:
"Anan olan, ağılın yabanıl ineği, Tanrıça Ninsun, seni bir tane doğurdu. Başın adamların tepesini aşmıştır! Enlil senin alnına insanların krallığını yazmıştır! Gücün evrenin beylerinden üstündür."
[On satırlık boşluk.] Birbirini öptüler ve arkadaş oldular. [Görünüşe bakılırsa bundan sonraki 14 satırlık boşluğun sonuna doğru, Gılgamış'ın Enkidu'yu, bir oğul olarak kendi anasına götürmüş olmasından söz ediliyor. Gılgamış, Enkidu'dan şu biçimde söz ediyor.]
"Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer, gücü büyüktür! Kimse karşısında duramaz. Ona lûtfunu göster."
Gılgamış'ın anası oğluna dedi, Ninsun, yabanıl inek, Gılgamış'a dedi: "Oğlum. [Üç satır eksik.] [Enkidu'nun hep korumakta olduğu biçiminden ötürü, Ninsun'un şaşkınlığını belli ettiği anlaşılıyor. Bundan sonraki beş satırsa, Gılgamış'ın yanıtlarını oluşturabilir.] "Onunla yukarı, aile ocağının kapısına gitti. O, bana karşı pek çok kışkırtıldı. Enkidu'nun babası ve anası yoktur. Onun dağınık saçları hiç kesilmemiştir. O, kırda doğduğundan kimse onu eğitmemiştir."
Enkidu, orada durdu ve onun söylediklerini dinledi. Gözleri yaşla doldu. Söylenenler kendisine pek dokunduğundan acı acı içini çekti. Gılgamış, yüzünü ona çevirip, oturdukları yerde birbirleriyle kucaklaştılar; âşıklar gibi eller birbirinin üstüne kondu ve Gılgamış, Enkidu'ya dedi:
"Dostum, neden gözlerin yaşla dolu? Söylenenler sana dokunduğu için mi acı acı içini çektin?"
Enkidu ağzını açıp Gılgamış'a anlattı:
"Dostum, bir acı boğazımı sıkıyor. Kollarım uyuştu, gücüm azaldı."
Gılgamış, ağzını açıp Enkidu'ya dedi: [Altı satır eksik.] "Ejder yapılı Humbaba ormanda oturuyor. Sen ve ben onu öldürüp şu belâyı ülkeden kaldıralım. Kendimize katran ağaçları devirelim." [Dört satır eksik.]
Enkidu, ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Dostum, ben dağlarda deneyimliyim; yabanıl hayvanlarla oralarda dolaştım. Ormanın uzaklığı iki kez on bin saat çeker. Yukarıya, onun içine dalacak kimdir? Humbaba. Onun böğürtüsü tufandır, evet, onun soluğu ateş, saldırısı ölüm. Neden ötürü böyle şeyleri yapmaya yeliyorsun? Humbaba'nın oturduğu yer için savaşan hiçbir kimse ona karşı dayanamaz."
Gılgamış, ağzını açıp Enkidu'ya dedi:
"Katransa, ben bunun dağına çıkmak istiyorum. Bu dağ geniş ormanın ortasında bulunuyor. [Üç satır eksik.] Humbaba'nın bulunduğu ormana gitmek istiyorum. Savaşta bir balta bana yeter. Sen burada yalnız kal, ben oraya gideceğim."
Enkidu, ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Oraya nasıl gidebiliriz. Katran ormanına? Gılgamış, onun bekçisi bir savaşçıdır. Hiçbir zaman ımızganmaz. [İki satır eksik.] Enlil onu, katranları korusun diye insanların başına belâ kılmıştır. Her kim yukarı, ormana çıkarsa, kötürüm olur."
Gılgamış, ağzını açıp Enkidu'ya dedi:
"............................................................" "Güneş gökyüzünde durdukça tanrılar sonsuza dek yaşarlar. Ancak, insanın günleri sayılıdır. Onların ettikleri hephavadır. Sen daha buradayken ölümden korkuyorsun. Yiğit ruhundaki gücün sana yararı ne? Öyleyse, seni ben götüreyim de, ağzın bana: "İleri git! Korkma" diye çağırsın. Kendim ölürsem adımı yükseltirim, 'Ejder yapılı Humbaba'nın düşmanı Gılgamış ölmüştür,' derler." [Sekiz satır eksik.] "Katran devirmek için elimi bulaştırmak istiyorum. Kendim için bir ad bırakmak istiyorum. Şimdi dostum, silâhçı ustasına gitmek istiyorum. Silâhlar gözümüzün önünde dövülsün."
El ele verip silâhçı ustasına gittiler. Ustalar, oturup birbirleriyle danıştılar. Büyük baltalar dövdüler. Üç okkalık nacaklar dövdüler. Yalımı iki okkalık büyük kılıçlar dövdüler. Kabzaların başı on beş okkalık, kılıçların kını on beşer okkalık; altından. Gılgamış ve Enkidu, her biri 300 okkalık silâhlar taşıdılar. Adamlar, Uruk kentinin yedi sürgülü kapısına vardılar; halk bir araya birikti; Uruk sokaklarına neşe saçıldı. Gılgamış, Uruk sokaklarında halkın neşesine tanık oldu. O, karşısında oturan halka seslendi:
"Ben, ejder yapılı Humbaba'ya gitmek istiyorum. O söylenen şeyi, ben Gılgamış, görmek istiyorum. Onun adı ülkelere yayılmıştır. Katran ormanına koşmak istiyorum. Uruk çocuğunun nasıl güçlü olduğunu bütün ülkeye anlatayım. Katranları devirmek için elimi bulaştırayım. Kendim için sonsuzlaşacak bir ad yapayım!"
Uruk mahallesinin yaşlıları dönüp Gılgamış'a dediler:
"Gılgamış, sen genç olduğundan, gönlün seni böylesine ileri götürdü. Sen burada ne yaptığını bilmiyorsun. Bizim işittiklerimiz, Humbaba'nın çok acayip olduğudur. Onun silâhının karşısına çıkacak olan kimdir? Orman iki kez on bin saat uzaklık çekiyor. Yukarı çıkıp onun içine girecek olan kimdir? Humbaba, onun böğürtüsü tufandır, evet, onun soluğu ateş, onun saldırısı ölüm. Neden dolayı böyle şeyleri yapmaya heves ediyorsun? Humbaba'nın oturduğu yer için savaşan hiçbir kimse ona dayanamaz."
Gılgamış, öğütçülerinin sözünü dinledikten sonra, gülümseyerek gözlerini arkadaşına dikti. [Dokuz satır eksik].
"Korucuyu meleğin seni sıkıntılardan kurtarsın; barış içinde Uruk kıyısına dönmen için sana kılavuz olsun!"
Gılgamış, diz çöküp elini kaldırdı:
"Söyledikleriniz yerini bulsun. Şimdi gidiyorum. Şamaş! Ellerimi sana kaldırıyorum: oraya varınca canım sağ esen kalsın! Beni Uruk kıyısına geri döndür! Gölgeni üstümden eksik etme!"
Bundan sonra Gılgamış, arkadaşını çağırdı, falına onunla birlikte baktı . [Yedi satır eksik]. Gılgamış'ın gözlerinden yaşlar boşandı:
"Hiç gitmediğim bir yol. Sonu belli olmayan bir yolculuk. Burada sağ esen kalırsam seni gönlüme göre sevmiş olurum. Kendimi senin zevkine kaptırmak isterim, seni tahtlara geçirmek isterim."
Artık köleler silâhlarını getirdiler. Büyük kılıçları, yayı, sadağı eline teslim ettiler. Baltaları aldı, sadağı ve Anşan yayını bir yanına astı, kılıcı kemere taktı. Yolda yürümeye başladılar. İnsanlar Gılgamış'a sordular:
"Sen ne zaman kente geri döneceksin?"
Gılgamış Destanı
3. Tablet (Türkçe)
Yaşlılar, Gılgamış'a çok saygı gösterdiler. Yol hakkında ona öğüt verdiler:
"Gılgamış, gücüne güvenmemelisin. Onu bırak yoluna gitsin, sen kendi kendini koru. O orada keçi yolunu bilir; arkadaşı kollar; Enkidu orada senden önde gitsin. O, yolu gördü, yoldan geçti. Ormana giden yoldan, dağların geçidinden. O, Humbaba'nın bütün gizli yollarından geçti. Böylece önde giden arkadaşını korur. Onu bırak yoluna gitsin, sen kendi kendini koru. Şamaş seni dileğine kavuştursun. İşittiklerini sana gözlerinle göstersin! O, sana kapalı olan yolu açsın! Yolu senin adımına açsın! Dağı senin ayağına açsın! Seni hoşnut eden şeyi, gecen sana getirsin. Lugalbanda başarıda sana yardım etsin. Bir çocuk gibi başarına kavuş! Humbaba'nın, kıyısında uğraşacağın ırmağında ayaklarını yıka! Akşam molanda bir kuyu kaz. Kırbanda her zaman temiz su bulunsun. Samaş'a soğuk su sun. Her zaman Lugalbanda'yı anımsa! Enkidu arkadaşı, yoldaşı korusun. (anlaşılmaz bir sözcük) ... kadar kendisi getirsin. Hepimiz birden kralı sana teslim ediyoruz; sen de yurda dönerken kralı bize teslim et!"
Enkidu ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Sen karar verdin, artık yürü. Yüreğin korkusuz olsun. Yalnızca bana bak! Hasmın oturduğu yeri, Humbaba'nın üzerinde dolaştığı yolları, iyi biliyorum. Yola çıkmamızı buyur, onlardan, buradan ayrıl!"
Gılgamış, ağzını açıp Uruk'un yaşlılarına dedi: (Dört satır eksik).
"Size söylediklerimi, benimle gidecek olan Enkidu'yla birlikte yapacağım. Öğütlerinizi sevinerek gönülden dinledim."
Yaşlılar onun bu sözlerini dinledikten sonra, yiğitlere yol açtılar;
"Yürü Gılgamış, işin uğurlu olsun! Koruyucu tanrın yanında gitsin, o seni başarıya erdirsin."
Gılgamış, ağzını açıp Enkidu'ya dedi:
"Gel arkadaşım, büyük saraya gidelim. Büyük kraliçe Ninsun'un huzuruna. Ninsun'un vereceği akıllıca öğüt, ayaklarımıza doğru yolu gösterir."
Gılgamış'la Enkidu, el ele verip büyük saraya, büyük kraliçe Ninsun'un huzuruna çıktılar. Gılgamış çıktı ve Ninsun'un yanına girdi:
"Ninsun ben güçlendim; yeni bir şey başarmak istiyorum: Humbaba'nın yanına, uzak bir yola yürüyeceğim. Bilmediğim bir savaşa atılıyorum, bilmediğim bir yola çıkıyorum. Benim gidip geri dönmem, katran ormanına varmam, ejder Humbaba'yı öldürmem, Şamaş'ın nefret ettiği o belâyı ülkeden temizlemem için gereken zamanı, benim hesabıma Şamaş'tan dile. Onu öldürüp katran ağacını ben devirince, ülkenin yukarısında, aşağısında barış olsun. Utku belgisini senin önünde dikeyim."
Kraliçe Ninsun, oğlu Gılgamış'ın sözlerini acıyla dinledi: (On dört satırlık boşluk).
Ninsun odasına girdi. (Bir satır eksik). O, bedenine yaraşan bir giysi giydi, göğsüne de yaraşan bir mücevher taktı. O, kemer ve krallık tacını koydu. Merdivene basıp damın üstüne çıktı. Kurban yerine çıkarak tütsü yapıp Şamaş'ın önüne koydu. Tütsüsünü yakıp Şamaş'ın huzurunda kollarını kaldırdı:
"Neden oğlum Gılgamış'a coşkun bir yürek verdin, neden savaşa şimdi de o gitsin diye onu ileri ittin? Humbaba'nın yanına, uzak bir yol yürüyecek. O, bilmediği bir savaşa atılıyor, bilmediği yollarda yolculuk ediyor! Onun gidip geri dönmek, katran ormanına varmak, ejder Humbaba'yı yok etmek, senden nefret eden o kötüyü ülkeden temizlemek zamanını Gılgamış'ın yoluna baktığın günde, seni seven o nişanlı, Aya, sana anımsatsın! Onu gecelerin bekçilerine, yıldızlara, akşamları baban Aya da ısmarla."
(On iki satırlık bir boşluktan sonra, aşağıdaki anlaşılması güç sözcükler geliyor): O, tütsüyü söndürüp kötü ruhları dağıtma duasını okudu. Haber vermek için Enkidu diye çağırdı.
"Benim kucağımda yetişmeyen güçlü Enkidu! Şimdi seni oğulluğa kabul ettim. Gılgamış'ın armağanları olan, büyük rahipler, tapınak kızları ve tapınım töreni hizmetçileriyle birlikte kabul ettim."
Ninsun, Enkidu'nun boynuna bir muska astı. (84 satırlık bir boşluk). Yaşlıların Enkidu'ya ikinci seslenişleri:
"Enkidu, arkadaşını kolla, yoldaşını koru, ...... Onu kendin getir! Hepimiz birden kralı sana teslim ediyoruz, sen de yurda dönerek kralı bize teslim et."
(Tabletin gerisi kırıktır).
Gılgamış Destanı
4. Tablet (Türkçe)
(Bu tabletin ilk dört buçuk sütunu -bütün tablet altı sütundan oluşmaktadır- herhalde kralın ve arkadaşının katran ormanına gidişlerinden söz ediyordu. Ama, bu sütunlardan ancak kırık bir parça kalmıştır. Bu parça, ikisinin başından her gün geçenleri sık sık betimlemektedir.)
İki kez yirmi saatten sonra hafif bir yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendi kendilerini akşam dinlenmesine çektiler. İki kez elli saati bütün bir günde yürüdüler. Bir ay üç günlük yolu üç günde kestirdiler. Akşam dinlenmesine bir kuyu kazdılar.
(Burada 200'den çok satır yitmiştir. Geri kalan parçada yineleme vardır. Bu yinelemeden anlaşıldığına göre, Gılgamış'la Enkidu ormanın kapısına gelmişlerdir. Bir bekçi, Humbaba'nın diktiği kocaman kapıyı beklemektedir. Gılgamış'la Enkidu, onunla başa çıkıp çıkmayacakları konusunda duraksamış olmalılar ki, Enkidu ona şunları söylüyor:)
"Uruk'ta ne dediğini anımsa! Uruk'un çocuğu Gılgamış, sen öldürmek için yekin, onun üstüne var!"
Ağzından çıkan sözleri duyar duymaz tam güveni arttı. (Bundan sonraki belki Gılgamış'ın Enkidu'ya söylediği sözlerdir.) Onun savaşması ve bir de ormana dalıp bizden kaçmaması için hemen üstüne vardı. Hiçbir silâh işlemesin diye, giyinmek için yedi savaş giysisi hazırladı. O anda yalnızca birini giydi, geri kalan altı kat giysiyi soyundu. Bunlar yerde ayaklarının altında kaldı.
Ormanın kapısında duran bekçiyi yakalamak için, huysuz, yabanıl bir boğa gibi ileri atıldı. O, birden bire bağırıp korkuya düştü. Ormanların bekçisi bağırıp çağırdı! Çocuğun babasını çağırması gibi, Humbaba'yı çağırdı. (Buradaki 22 satırlık boşlukta, belki her iki yiğidin bekçiyi zararsız duruma getirmiş olmaları ve Enkidu'nun kapıyı nasıl açtığı anlatılmıştır. Bundan sonrası şöyledir:) Enkidu, konuşmak için ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Biz, ormana inmeyelim. Kapıyı açarken elim tutmaz oldu."
Gılgamış konuşmak için ağzını açıp Enkidu'ya dedi:
"Biz, şimdiye dek böyle üzüldük mü? Biz bütün dağları aşarak geldik. Bununla birlikte hedef karşımızda duruyor. Benim savaştan anlayan, savaş deneyimi olan arkadaşım, giysime dokunursan artık ölümden korkmazsın! (İki satır çevrilememiştir.) Elinin tutmazlığı gitsin! Vücudunun ağırlığı yok olsun! Arkadaşım, koluma asıl, birlikte inelim. Gönlün savaşa doysun! Ölümü unut, korkma! Kendisini koruyan adam, arkadaşını da sağ tutsun! İnsanlar ölünce kendilerine ad yaparlar!"
İkisi birden yeşil ormana vardılar. Konuşmaları kesildi, sessiz durdular.
Gılgamış Destanı
5. Tablet (Türkçe)
Ormana gözlerini dikip baktılar. Katranların yüksekliğine şaştılar. Ormana girilen yola şaştılar. Humbaba'nın geçtiği yerde bir ayak izi vardı. Yollar iyi bir durumdaydı. Büyük yol güzel yapılmıştı. Onlar katran ağacı dağını görüyor, tanrıların oturduğu yeri, İrnina'nın yüksek tapınağını. Bu dağın önünde bir katran ağacı vardı. Bu, pek gürdü; gölgesi çok hoştu, sevinçle doluydu. Çalılar birbirine girmişti. Büyük ormanın ağaçları da birbirine girmişti. (56 satırlık boşluk.) İki yiğit Humbaba'yı beklediler, ama o gelmedi. (6 satırlık boşluk.) Enkidu, ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Humbaba'nın izini böyle bulabilir miyiz? Bırak bir biri arkasına düşler görelim. (Üç satır eksik.) Düşler üç kez görülmeli."
(26 satırlık boşluk. Bu boşlukta, Gılgamış'ın gördüğü birinci düş anlatılmıştır.) Enkidu, ağzını açıp Gılgamış'a dedi: (İki satır eksik.)
"Düşün beni çok sevindirdi!"
Akşam dinlenmesine gitmek için birbirleriyle sözleştiler. Gece yarısı onun uykusu kaçtı, düşünü Enkidu'ya anlattı:
"Arkadaş, nasıl? Sen beni uykumdan ne diye tedirgin ettin? Ben niçin uyanığım? Enkidu, arkadaş, ben bir düş gördüm. Sen beni uykumdan tedirgin ettin? Ben niçin uyanığım? Birinci düşümün üstüne, ikinci düşüm göründü; derin dağ diplerinde duruyorduk, hemen dağ devrildi. Beni yere yıktı. Dağ ayaklarımı yakaladı ve onları bırakmadı. Biz onun karşısında küçük saz sinekleri gibi kaldık. Öyle aydınlıktı ki. Bana bir adam göründü. Ülkede en güzel oydu. Pek güzeldi. O beni dağın altından çekti, bana su içirdi. Yüreğim ferahladı. Ayaklarımı yere değdirdi."
Kırda doğan Enkidu, arkadaşına dedi, Enkidu düşü yordu.
"Arkadaş, düşün güzeldir, pek iyi bir düştür. Arkadaş, gördüğün dağ Humbaba'dır. Humbaba'yı yakalayacağız; onu öldüreceğiz ve ölüsünü dışarı tarlaya atacağız. Yarın her şey sona erecek."
İki kez yirmi saatten sonra hafif bir yemek yediler. İki kez otuz saatten sonra kendilerini dinlenmeye çektiler. Şamaş'ın önünde bir kuyu kazdılar. Ancak Gılgamış, dağa tırmandı ve ince ununu dağa serpti.
"Dağ! Enkidu için bana bir düş getir! Ona, Enkidu'ya da bir işarette bulun!"
Dağ, Enkidu için ona bir düş getirdi. Ona, Enkidu'ya da bir işarette bulundu. Pek soğuk bir yel esti, bir fırtına gelip geçti. Fırtına, Gılgamış'ı uyuttu. Gılgamış uyurken dağların yamaçlarında biten buğdaylar gibi bir yana devrildi ve Gılgamış'ın çenesi baldırına dayandı. İnsanlara gevşeklik veren uyku onun üstüne düştü. Uyandığı uykuyu bırakıp yukarı yürüdü, arkadaşına dedi:
"Arkadaş, beni çağırmadın mı? Niçin uyandım? Sen beni sarsmadın mı? Niçin korktum? Buradan bir tanrı geçmedi mi? Organlarım niçin titredi? Arkadaş, üçüncü bir düş gördüm ve gördüğüm düş çok ürkütücüydü; gök haykırdı, yeryüzü gürledi! Hava dinginleşti, karanlık çöktü. Bir yıldırım düştü. Bir yangın yükseldi. Duman koyulaştı. Ölüm yağdı. Yağan köz oldu; ateş söndü ve yukarıdan aşağı dökülen (köz olan ateş), küle döndü. Aşağı gel, tarlada konuşabiliriz."
Orada Enkidu, onun kendisine anlattığı düşü duyunca Gılgamış'a dedi:
(Buradaki boşlukta, belki, Enkidu'nun Gılgamış'ın gördüğü düşü övmesi ve sonra iki arkadaşın katranları devirmek için en son kararı vermeleri anlatılmaktadır). O, eliyle baltayı yakaladı. bir tane de nacakları vardı: Enkidu onu eline aldı ve katranları devirdi; ama Humbaba gürültüyü duyunca öfkelendi:
"Kimdir o, dağlarımın çocukları olan ağaçların ırzına geçen? Kimdir o, katranı deviren?"
Bunun üzerine göksel Şamaş, gökten onlara seslendi:
"İleri gidin, korkmayın!"
(Yaklaşık 80 satırlık boşluk. Görünüşe göre, Gılgamış ve Enkidu, Humbaba'yla yapacakları savaşım için Şamaş'tan öğüt istediler. Şamaş'ın verdiği olumsuz yanıt, burada anlatılmış olmalıdır. Çünkü metin şöyle sürüyor:) ...ve ondan sel gibi gözyaşları boşandı. Gılgamış, göksel Şamaş'a dedi: (İki satır eksik.)
"Ancak ben, göksel Şamaş'a baş eğiyorum. Benim için gösterilen yoldan yürüdüm."
Göksel Şamaş, Gılgamış'ın yalvarmasını dinledi ve Humbaba'nın önüne büyük fırtınalar çıkardı: Büyük fırtına, poyraz, kasırga, kum fırtınası, bora fırtınası, kırağı fırtınası, rüzgâr, çam fırtınası! Ona karşı sekiz fırtına kalktı ve bunlar Humbaba'nın gözlerine savruldu. İleri gidemedi, geri dönmedi. Humbaba savaştan vazgeçti. Bunun üzerine Humbaba, Gılgamış'a seslendi:
"Gılgamış, beni bırakmalısın! Sen benim efendim olmalısın, ben senin kölen olmalıyım. Ben sana dağlarımın çocukları olan ağaçları devireyim ve onlardan senin için evler yapayım."
Enkidu, Gılgamış'a dedi:
"Humbaba'nın dediklerini dinleme! Humbaba'yı öldürmelisin!"
(Bunu izleyen boşlukta, Humbaba'nın öldürülmesi ve iki yiğidin geri dönmesi anlatılmaktadır; tabletin son satırı belki şöyle tamamlanmaktadır:) Gılgamış, Humbaba'nın kesilen başını sırığa dikti.
Gılgamış Destanı
6. Tablet (Türkçe)
Kirini yıkadı, silâhlarını parlattı, başını sallayarak saçının tutamlarını arkaya attı. Kirli giysisini fırlatıp temizini giydi, savaş giysisini giyip beline işlemeli kemerini kuşandı. Gılgamış, krallık tacını giyince; Gılgamış'ın güzelliği, İştar'ın güzel gözlerini kamaştırdı:
"Gel Gılgamış! Benim güveyim ol! Bana meyveni armağan et, armağan etsene! Sen benim kocam ol, ben senin karın olayım! Sana altından ve lacivert taşından yapılmış koşu arabaları koşturayım! Tekerlekleri altın, boynuzları ayna gibi parlayan madenden olsun! Buna ruhlar, dev gibi katırlar koşulsun! Sen evimize girince seni katran kokuları karşılasın. Büyük rahipler ve soylular ayaklarını öpsünler! Krallar, büyükler ve beyler ayaklarının altına diz çöksünler! Dağların ve ülkelerin ürünlerini sana vergi olarak getirsinler! Sana keçiler üçüz, koyunlar ikiz yavrulasın! Senin sıpan bir ester yüküyle koşsun! Arabanın önündeki atın, yarışta birinci olsun! Boyunduruktaki öküzlerinin eşi olmasın!"
Gılgamış, konuşmak için ağzını açıp görkemli İştar'a dedi:
"Seni ha!........ Seninle evlenirsem ne kazanacağım? Nasıl olsa kendimi yağlayacak yağım ve üstüme giyecek giysim var. Yiyecek ekmeğim ve azığım vardır, dahası, tanrılara yaraşır yemeğim, krallara özgü içkilerim bulunur!"
(Bir satır eksik. Bundan sonraki parçada, Gılgamış, Tanrıça'yı şu biçimde aşağılıyor:)
".................................................. .................................................. .................................................. .................................................. Sen, soğukta ısıtmayan bir örtüsün! Sen rüzgâra ve fırtınaya engel olmayan uydurma bir kapısın! Sen, üstüne örtüleni altında ezen bir fil derisisin! Sen, içinde toplantı yapan yiğitlerin üstüne çöken bir saraysın, sen taşıyıcısının üstünde eriyen bir ziftsin! Sen, taşıyıcısının üstünde boşalan bir kırbasın! Sen taş duvarı çatlatan bir kireçsin! Sen, düşman ülkesini çeken bir yemişsin. Giyeni sıkan bir ayakkabısın! Dostlarından hangisini sonsuz olarak sevdin? Çobanlarından hangisini sürekli olarak beğendin? Haydi sevgililerinin adlarını sayayım!" (Bir satır eksik.)
"Senin gençliğinin sevgilisi olan Tammuz'a, yıldan yıla ağıtı yazgı kıldın. Sen, renkli çoban kuşunun aşkına düştün; ama ona da vurup kanadını kırdın; şimdi o, ormanlarda "kappi" diye bağırıp duruyor! Sen, gücü üstün olan aslanın aşkına düştün; ama sonra ona yedi ve yedi tuzak çukurları kazdın. Sen, savaşa alışkın olan atın aşkına düştün; ama sonra ona kırbaç, bizlengiç ve kamçıyı yazgı kıldın; iki kez yedi saat koşmayı yazgı kıldın; ona suyu bulandırıp içirmeyi yazgı kıldın; anası Silili'ye sürekli yası yazgı kıldın! Sen, koyun çobanının aşkına düştün; o, sana durmadan köz yığıp, günü gününe oğlaklar getirdi; ama sonra ona vurup kurda döndürdün, şimdi de kendi küçük çobanları onu kovalıyorlar; dahası, kendi köpekleri bacaklarını ısırıyorlar. Sonra sen, babanın hurma bahçıvanı olan İşullanu'nun aşkına düştün; o, sana durmadan bir sepet hurma getirip günü gününe sofranı donatırdı; ama sonra ona göz atarak yaklaştın: İşullanu'cığım. Yiyelim dedin." (Bir satır çevrilememiştir.)
İşullanu şu yanıtı verdi:
"Sen benden ne istiyorsun? Sanki anam benim için pişirmedi mi? Ne diye kokmuş, çürümüş yemekleri yiyecekmişim?.. öyle ekmek ki, kabuğu sazdan ve dikendendir. (Bir satır eksik) Sen onun söylediği bu sözleri duyduktan sonra, ona vurup onu. Döndürdün ve bahçenin içine bıraktın. (Bir satır çevrilememiştir.) Şimdi beni seversen, beni de onlar gibi yaparsın."
O, İştar, bunu duyar duymaz öfkelendi; yukarıya gökyüzüne çıktı. İştar, babası Anu'nun huzuruna gitti. O, anası Antum'un huzuruna gitti ve dedi:
"Babam! Gılgamış bana sövüyordu! Gılgamış bana kokmuş, çürümüş şeyleri saydı. Kokmuş, çürümüş şeyleri!"
Anu konuşmak için ağzını açıp görkemli İştar'a dedi:
"Önce sen kavgaya başlamadın mı ki? O, sana kokmuş şeyleri saydı. Kokmuş, çürümüş şeyleri!"
İştar, konuşmak için ağzını açıp babası Anu'ya dedi:
"Babam, Gılgamış'ı öldürmesi için bana gökyüzünün boğasını ver! (Bir satır eksik) Fakat sen gökyüzünün boğasını bana vermezsen, o zaman ben, cehennemin kapılarını kırar, direklerini fırlatır, kapıları ardına dek açarım. Yaşayanları yemeleri için ölüleri kaldırırım. Dirileri yesinler diye. O zaman dünyada ölüler dirilerden çok olur!"
Anu, konuşmak için ağzını açıp görkemli İştar'a dedi:
"Kızım, benden istediğini yaparsam, yedi kavuz yılları olur. İnsanlar için buğday biriktirdin mi? Hayvanlar için ot bitirdin mi?"
İştar, konuşmak için ağzını açıp babası Anu'ya dedi:
"Baba, insanlar için buğday yığdım, hayvanlar için de ot sağladım! Onların yedi kavuz yıllarında doymaları için insanlara buğday topladım; hayvanlara ot yetiştirdim."
(Üç satır eksik.) Anu, onun bu sözünü doyunca, gökyüzünün boğasının zincirini İştar'ın eline teslim etti. O, boğayı yere indirmek için alıp aşağı götürdü ve onu Uruk ağılına sürdü. (Bir satır eksik) Gökyüzünün boğası korku salarak aşağı indi. O, birinci solumasında yüz kişi devirdi; iki yüz devirdi; üç yüz kişi. İkinci solumasında yüz daha devirdi. İki yüz daha, üç yüz kişi daha. O, üçüncü solumasıyla Enkidu'ya saldırdı. O, Enkidu'yu süseceği anda, Enkidu gözetleyip, birdenbire boynuzlarını yakaladı. Hırsından gökyüzünün boğasının ağzından köpükler savruldu. Kuyruğunun kalın tarafıyla Enkidu'ya çarpıp onu yere attı. Enkidu, konuşmak için ağzını açıp Gılgamış'a dedi:
"Eskiden biz kendi kendimize övündük. Şimdi bunu gösterelim!" (Dört satır eksik.) Bunu nasıl yapacağımızı sana öğreteyim: Sen ve ben ayrılmalıyız, ben boğayı kuyruğundan yakalayayım. (Üç satır eksik.) Kılıcın, onun boğazıyla boynuzlarının arasına insin."
Enkidu, Gökyüzünün boğasını tutmak için, kovalayıp sımsıkı kuyruğundan yakaladı. Enkidu, onu iki eliyle tuttu ve Gılgamış, usta bir kasap gibi, kılıcını güçlü ve güvenli bir vuruşla onun boğazıyla boynuzlarının ortasına indirdi. Onlar orada gökyüzünün boğasını öldürdükten sonra, yüreğini çıkarıp Şamaş'ın önüne koydular. Onlar Şamaş'ın huzurunda saygıyla eğilip geri çekildiler; sonra her iki kardeş oturdular. İştar, Uruk duvarının üstüne çıkıp bir çığlık kopardı:
"Yuh olsun Gılgamış'a! Beni rezil etti; Gökyüzünün boğasını öldürdü!"
Enkidu, İştar'ın bu sözünü duyunca, gökyüzünün boğasının budunu koparıp ona fırlattı:
"Seni elime geçirseydim, seni de böyle yapardım! Onun sakatatını koluna asardım!"
İştar, kadın sevgililerini, tapınağın hizmetçilerini ve hayat kadınlarını başına toplayıp gökyüzünün boğasının budu için ağlayıp yakındı. Gılgamış, bütün silâhçı ustalarını çağırdı. Ustalar boynuzların kalınlığına şaştılar. Her boynuzun dökümü altmış okkalık lacivert taşındandı. Bu boynuzların kabuğu iki parmak kalınlığındaydı. Her ikisinin içi yedi kova yağ alıyordu. Gılgamış, bunları yağ koyması için, tanrısı Lugalbanda'ya armağan etti. Bunları içeri götürdü. Tanrı sarayının içindeki kutsal yere astı. Fırat'ta ellerini yıkadıktan sonra el ele verip Uruk kentinin sokaklarından geçtiler. Uruk halkı onları görmek için toplandı. Gılgamış, kendi saray cariyelerine şu sözleri söyledi:
"Erkekler arasında en görkemli olan kimdir? Yiğitler arasında en güçlü olan kimdir?"
"Erkekler arasında en görkemli olan Gılgamış'tır. Gılgamış, yiğitler arasında en güçlü olandır."
(Üç satır eksik) Gılgamış, sarayında bir utku şenliği yaptı. Yiğitler, gece karanlığında rahatça uykuya daldılar. Enkidu da uykuya daldı ve bir düş gördü. Sonra düşünü yorarak yukarı yürüdü ve arkadaşına dedi:
Gılgamış Destanı
7. Tablet (Türkçe)
“Arkadaş, neden ötürü yalnızca büyük tanrılar birbirlerine danıştılar? Bu gece gördüğüm bir düşü dinle: Anu, Enlil, Ea ve göksel Şamaş toplandılar. Anu, Enlil'e dedi:
"Gökyüzünün boğasını öldürdüklerinden, Humbaba'yı vurduklarından ve dağın katranını devirdiklerinden içlerinden birisi ölsün!"
Fakat Enlil dedi:
"Enkidu ölsün, ama Gılgamış ölmesin."
Bundan sonra göksel Şamaş kahraman Enlil'e dedi:
"Onlar gökyüzünün boğasını ve Humbaba'yı senin sözün üzerine öldürmediler mi? Şimdi Enkidu suçsuz yere mi ölecek?"
Enlil göksel Şamaş'a kızdı:
"Çünkü sen, onların dengiymişsin gibi, her gün aşağıya, yanlarına gidiyorsun!"
Hasta olan Enkidu, orada Gılgamış'ın ayaklarının dibine düşüp kaldı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Gözlerinden yaşlar boşanan Enkidu'ya Gılgamış dedi:
"Kardeş, sevgili kardeş! Neden kardeşimin yerine beni suçsuz saydılar?"
Öyleyse: "Şimdi ben bir ruh yanında mı oturuyorum? Ruhların yeryüzüne çıktığı kapının dibinde mi oturuyorum? Benim sevgili kardeşimi bundan böyle gözlerimle göremeyecek miyim?" (Görünüşe göre bunu izleyen 13 satırlık boşlukta, belki Enkidu'nun sıtma sabuklaması sırasında kendi hastalığını Humbaba'nın orman önünde duran kapıya yormuş olması anlatılmıştır:) Enkidu, gözlerini açıp, kapılarla bir insanla konuşur gibi konuştu; ama ormanın kapılarında akıl ve kavrayış yoktu.
"İki kez yirmi saatlik yerden senin kerestenin iyiliğini seçtim. Ben, yüksek katranı görünceye kadar, senin kerestenin eşine rastgelmedim. Senin yüksekliğin altı kez on iki endazeye varıyor. Senin enliliğin iki kez on iki endazeye varıyor. (Bir satır eksik) Ben seni yapıp Nipur'a getirdim ve orada taktım. Senden böyle bir iyilik göreceğimi bilseydim, elime bir balta alır, seni paramparça eder ve Fırat üzerinde gitmek için bir sal yapardım."
(Elli satırlık boşluk. Enkidu, Şamaş'tan lânetini avcının üzerine indirmesini diler: )
"... Onun kazancını yok et. Onun kollarını güçten düşür. Onun gidişini beğenme. Peşine düştüğü hayvan ondan kaçsın; avcı gönlündekine ermesin!"
Hayat kadınıye, hayat kadınıya ilenmek için yüreği tutuşuyor:
"Senin yazgını hayat kadını, sana ben yazayım. Bir yazgı ki, sonu gelmesin; sonsuza dek sürsün! Sana ilençlerin en kötüsünü savurayım. Karanlık yerin ilenci sabahın erkeninde karşına çıksın! Gece yarısına kadar zevkinin evi sana belâ olsun! (Sekiz satırlık boşluk. Anlaşılabildiğine göre Enkidu'nun ilençleri hayat kadınıyi tutuyor:) Şehir lâğımlarındaki pislikler senin yiyeceğin olsun! Şehirdeki bulaşık suları senin içkin olsun! Yattığın yer sokak olsun, durduğun yer duvar gölgesi olsun! (Bir satır eksik.) Sarhoş ve susuz, yanağına vursun!"
(On satır boşluk) Şamaş, onun ağzından çıkan sözleri işitince, ona gökten seslendi:
"Enkidu, niçin hayat kadınıye, hayat kadınıya ileniyorsun? O hayat kadını ki, sana yaşamda gereken ekmeği yedirdi. O, sana ülkede içilen içkiyi içirdi. Görkemli giysi giydirip, o şanlı Gılgamış'ı sana yoldaş etti. Şimdi senin kardeşin gibi olan arkadaşın Gılgamış seni, rahat yatağına yatıracaktır. O seni görkemli bir yatakta rahat ettirecektir. Esenlik olan bir yerde, solunda bulunan bir yerde seni oturtacaktır. Yeryüzünün bütün hükümdarları ayaklarını öpecektir. O, senin için Uruk halkına ah ettirip onları ağlatacak, mutlu kimselere çevresinde yas tutturacak ve o, senden sonra bedenini pis ve iğrenç bir duruma getirip, senin için kendinden geçerek sırtına bir aslan postu atıp çöllere düşecek."
Bu anda Enkidu, Şamaş'tan yiğidin sözünü işitince, kükreyen yüreği hemen dinginleşti. (İki satırlık boşluk. Sonra Enkidu yeniden hayat kadınıden söz ediyor; ama görünüşe göre, bu kez Enkidu, hayat kadınıye alaylı bir dilekte bulunuyor: )
"Seni krallar ve beyler sevsin. Kibar delikanlılar senin için çektikleri karasevdadan dizlerini dövsünler ve senin yoluna saçlarını yolsunlar! Asker ve subaylar senin için kemerlerini söksünler! Senin başına lacivert taşı ve altın dökülsün. Hazine bekçisi önceden üzerine işlemişken, şimdi onun hazinesi senin için açılsın ve serveti yoluna saçılsın! Seni tanrıların avlusuna ben götüreyim. Yedi çocuklu bir karı sana feda edilsin!"
Enkidu'nun hasta karnı sancı içindedir. Enkidu, odasında yalnız başına yatmaktadır. Gece gördüğü düşü arkadaşına anlatıyor:
"Arkadaş, bu gece bir düş gördüm. Gök bağırdı, yeryüzü yanıt verdi. Ben, yalnız başıma kırda kaldım. Orada asık yüzlü bir adam göründü. Yüzü büyük bir kuşa benziyordu. Kartal pençesi gibi, tırnaklı pençeleri vardı." (satırlık boşluktan sonra, kalan küçük bir parçadan elde edilecek sonuca göre, belki Enkidu, bu adamın kendisine bir ölümün garip biçimini nasıl gösterdiğini anlatmıştır: )
"Sonra o adam, beni tümüyle değiştirdi. Kollarım sanki kuşlar gibi tüylendi. Beni elimden tutarak; karanlığın evine, Irkalla'nın oturduğu yere, içine ayak basanı bırakmayan eve, dönüşü olmayan yola, içinde oturanın ışıktan yoksun kaldığı eve, tozun besin olduğu, çamurun yemek olduğu yere, insanın kuşlar gibi tüylü giysiler taşıdığı ve karanlık yerde ışığın görünmediği eve götürdü. Girdiğim tozun evinde, tahtlar devrilmiş, kral taçları yere atılmıştı. Anu ve Enlil'e vekil olan, en eski zamandan beri ülkeye egemen olan krallık tacı taşıyan beyler, tepelerinde kızarmış et taşıyorlar, çörek taşıyorlar, içmek için kırbalarında soğuk sular taşıyorlardı. Girdiğim tozun evinde, yüksek rahipler ve bakanlar, kutsallık taşıyan kimseler oturuyor. Tanrıların yakınları oturuyor, büyük tanrıların yağladığı rahipler oturuyor, Etana oturuyor, Şumukan oturuyor, Yer Tanrıçası Ereşkigal oturuyor ve bunun önünde yerin yazmanı Belitseri diz çöküyor. Belitseri, elinde bir yazı levhası tutarak Ereşkigal'a okuyor. O, yönünü çevirip bana baktı."
(Bundan sonra, yaklaşık elli satırlık boşluk geliyor. Anlaşıldığına göre Gılgamış anasına sesleniyor: )
"Onunla birlikte her güçlüğe katlandım. Onunla birlikte nerelere gittiğimi düşün! Benim arkadaşım iyi şeyler haber vermeyen bir düş gördü."
Onun düşü gördüğü gün, sona ermişti. Bundan sonra Enkidu bir gün, iki gün yattı. Ölüm Enkidu'nun yatak odasında oturuyor. Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu gün. Enkidu'nun hastalığı ağırlaştıkça ağırlaştı. On birinci ve on ikinci gün Enkidu ölüm döşeğine yattı. Bunun üzerine Gılgamış'a bağırıp ona dedi:
"Arkadaş, ben bir ilence uğradım! Savaşta ölen bir adam gibi ölmüyorum. Savaştan korktuğum için şimdi onursuz ölüyorum. Arkadaş her kim savaşta ölürse talihlidir; ama ben düşkün bir durumda ölüyorum."
Gılgamış Destanı
8. Tablet (Türkçe)
Gün ağarmaya başlar başlamaz, Gılgamış ağzını açıp arkadaşına dedi:
(Yaklaşık 20 satırlık boşlukta, Gılgamış, Enkidu'ya gençliğini, birlikte yaptıkları işleri, özellikle Humbaba'nın ölümünü anımsatıyor. Tablet çok kırık olduğu için çevirmeye olanak yoktur. 22-50 satır tümüyle kırıktır. Bu satırlarda Gılgamış'ın, Uruk'un ileri gelenlerini Enkidu'nun ölüm döşeğine çağırttığı anlatılmış olabilir.).
Bundan sonra Gılgamış şöyle haykırdı:
“Beni dinleyin! Siz, yaşlılar, beni dinleyin! Ben Enkidu için ağlıyorum. Arkadaşım için. Ağıtçı kadınlar gibi acı sızı döküyorum. Sen belimin satırı, elimin yayı! Kemerimin kılıcı! Önüme siper olan kalkan! Benim bayramlık giysim! Benim biricik sevincim! Kötü bir düşman kalkıp beni soydu! Benim dostum, dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum! Enkidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım. Biz istediğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gök yüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok etmiştik! Şimdi seni yakalayan bu uyku nedir? Sen karanlığa gömüldün. Beni dinlemiyorsun!”
Gözünü yokladı; ama Enkidu artık gözünü açmadı. Yüreğini yokladı; yüreği atmadı. Duyduğu acıdan aslan gibi bir böğürtü kopardı. Tıpkı yavruları aşırılan dişi bir aslan gibi. O, Enkidu'nun yüzüne kapanıp saçlarını yoldu ve ortalığı dağıttı. Güzel giysilerini paralayıp yerlere fırlattı. (Yaklaşık 80 satır boşlukta, Gılgamış'ın Enkidu'yu yedi gün, yedi gece beklettiği anlatılıyor olmalı. O, acı dolu çığlıklarıyla arkadaşını yaşama geri döndüreceğini umuyordu.)
“...Seni rahat yatakta yatıracağım. Evet, seni görkemli bir yatakta rahat ettireceğim. Evet, bir onur konumunda seni dinlendireceğim. Esenlik olan bir yerde. Solumda bulunan bir yerde seni oturtacağım. Yeryüzünün bütün hükümdarları senin ayaklarını öpsünler. Senin için Uruk halkına yas tutturacağım; mutlu kimselere çevrende acı dolu çığlıklar attıracağım ve ben, senden sonra bedenimi pis bir duruma getirip senin için kendimden geçeceğim. Sırtıma bir aslan postu alıp çöllere düşeceğim.”
(Bundan sonra 137 satırlık bir boşluk geliyor ki, bu boşlukta Enkidu'nun gömülmesi anlatılmış olmalıdır. Aşağıdaki dört satırın ne anlattığını bilmiyoruz). Gün ağarır ağarmaz, dışarı, Elemmaku'dan yapılmış büyük bir sofra çıkardı. Akikten bir fincanı balla doldurdu. Lacivert taşından bir fincanı tereyağla doldurdu. (Tabletin geri kalan 25 satırı kırılmıştır).
Gılgamış Destanı
9. Tablet (Türkçe)
Gılgamış, arkadaşı Enkidu için acı gözyaşları döküp kırlara koşarak dedi:
“Ben ölmeyecek miyim? Ben de Enkidu gibi ölmeyecek miyim? Gönlümü üzüntü kapladı. Bana ölüm korkusu geldi. Şimdi kırlara koşuyorum. Ubar- Tutuş’un oğlu Utnapiştim’e gitmek için yol aldım. İvedilikle oraya gidiyorum. Dağın geçitlerine gece vardım. Aslanları görüp korkuttum. Başımı yukarı kaldırıp Ay Tanrısı’na yalvardım. Bu yalvarışım, bütün tanrılara yöneldi: Korkulu yerde beni sağ bırakın!”
Gılgamış sonunda uykuya daldı ve gördüğü bir düşü onu irkiltip uyandırdı. Gılgamış şöyle bir düş gördü:O ayın parlak ışığında yürüyerek bir sürü aslana rastladı. Bunları görünce yaşamından zevk aldı; satırını kaldırıp koluna astı ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp aslanların arasına daldı. Bunlardan ikisini öldürüp gerisini dağıttı.
Öldürülen bu 2 aslanın yeşim taşından yontularını yaptı. Yontuları boyadı ve üzerlerine aslanların adlarını kazıdı. Birisine …, ötekine de … dedi ve her iki yontuyu, gece kendisini aslanların tehlikesinden koruması için, Ay Tanrısı’na armağan etti. (satırlık boşluk. Gılgamış bir dağa geldi.)
Dağın adı Maşu’dur.
Gılgamış bu Maşu dağına gelince, günü gününe güneşin çıkmasını ve girmesini bekleyen, başları gökyüzüne kadar yükselen ve göğüslerine kadar cehenneme batmış bulunan 2 akrep insanın, bu dağın kapısını beklediklerini gördü. Bunlar öylesine korku vericiydi ki, korkudan yüzlerine bakılmazdı. Bunların görünüşü ölümdür. Bunların korkunç görünümü tüyleri ürpertiyor ve dağları deviriyor. Bunlar, güneşin dağdan çıkmasını da ve dağa girmesini de bekliyorlar. Gılgamış, bunları görünce korkudan ve dehşetten gözü karardı ve o, aklını başına toplayıp bunların yanına yaklaştı. Akrep adam, karısına seslendi:
" Buraya, bize gelenin vücudu tanrı etinden midir?"
Akrep adamın karısı, ona yanıt verdi:
" Onda üçte 2 tanrılık, üçte bir insanlık vardır!"
Akrep adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip şu sözleri söyledi:
" Neden ötürü bu denli uzun yol yürüyüp buraya benim yanıma kadar geldin? Geçit vermez ırmakları geçtin?Başına gelenleri bilmeyi pek isterdim." (satırlık boşluk. Gılgamış yanıt verdi.)
" Utnapiştim için, atam olan Utnapiştim’in yolunda! O, tanrıların arasına girdi ve tanrıların toplantısında yaşama kavuştu. Ondan ölüm ve yaşamı soracağım!"
Akrep adam, ağzını açıp Gılgamış’a dedi:
" Gılgamış, bunu bilecek insan yoktur! Dağların kapuzuna kimseler girmedi. Dağların içinde 2 kez12 saat uzaklığında bir boğaz vardır; içi koyu karanlıktır. Işık yoktur. Güneş doğduğu zaman dağın kapısı açılır, battığı zaman kapı kapanır." (satırlık boşluk. Görünüşe göre Gılgamış Akrep adama yalvarıp yakararak dağdan geçmek için izin almak gereğini duymuştur.)
Akrep adam konuşmak için ağzını açıp Gılgamış’a şu sözleri söyledi:
" Yürü Gılgamış, korkma! Sana Maşu dağlarının yolunu açıyorum. Dağları ve tepeleri güvenerek aş! Ayakların seni sağlıkla yurda götürsün! Dağın kapısı önünde açılsın!"
Gılgamış bunu duyar duymaz, Akrep adamın sözüne uyup, Şamaş’ın yolunda dağın kapısından içeri ayak bastı.
O, 1 kez 2 saat ileri gidince koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 2 saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığı arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 3 saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 4 saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 5 saat ileri gidince: boyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 6 saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 7 saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir ışık sızıntısı karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.
O, 2 kez 8 saat ileri gidince yorgunluktan soluyordu; fakat karanlık koyuydu, ışık yoktu.
O, 2 kez 9 saat ileri gidince:onun alnına kuzey yeli vurdu.
O, 2 kez 10 saat ileri gidince: kapıya yaklaştı…
(Bir satır eksik)
O, 2 kez 11 saat ileri gidince: güneş girmeden, o dışarı çıktı.
O, 2 kez 12 saat ileri gidince: aydınlık parlıyordu. O, cins taşlarla dolu bir bahçeye girdi. Bunların görkemini görünce rahatladı. Akikten meyveler taşıyan üzüm salkımları dallarda asılıdır. Görünüş çok hoştu. Lacivert taşı goncalar taşıyor, meyveler taşıyor; görünüşü bir zevktir. (6. sütunun küçük kalıntıları cins taşlar bahçesini sonuna kadar betimliyor.)
Gılgamış Destanı
10. Tablet (Türkçe)
Sâkiye Siduri [1], denizin ıssız bir köşesine yerleşmiştir. O tahtında oturuyor. Sâkiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır. Bu ayaklar üzerine altından yapılmış şıra fıçıları konmuştur. Tanrıça sık bir duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir. Gılgamış koşup onun yanına geldi. Kirle örtülüdür. Bir posta bürünmüştür. Bedeninde tanrı eti vardır. Gönlü üzgündü. Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu. Sâkiye, onu uzaktan görünce içinden düşünerek kendi kendisine şöyle söylendi:
“Her halde bu adam bir yabanıl hayvan öldürücüsüdür;
Ama yolu neden buraya düştü?”
Sâkiye onu görünce, kapıyı dışardan ve içerden sürgüledi. Ancak Gılgamış onun ne yaptığına iyice dikkat etti. O, çenesini kaldırıp bağırmaya başladı. Gılgamış ona, Sâkiye’ye seslendi:
“Sâkiye, ne gördün de kapını sürgüledin? Kapını sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun. Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü kırarım!”
(Bundan sonraki boşlukta, olasıdır ki, Şamaş’ın günlük dönüşü sırasında Sâkiye Siduri’ye uğradığı zaman Siduri’nin Gılgamış hakkında Şamaş’a verdiği bilgi anlatılmıştır).
“O, yabanıl hayvanları avlayıp postlarını giyiyor ve etlerini yiyor. Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır? Ne zaman uygun yeli izleyecektir?”
Şamaş düş kırıklığına uğrayarak ona dönüp, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın!”
Gılgamış ona, yiğit Şamaş’a dedi:
“Kırlarda şuraya buraya koştuktan ve dolaştıktan sonra, Yerin altında başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını görebilmiştir?”
(Bundan sonraki boşlukta, Şamaş’ın Gılgamış’a avutucu bir yanıt verip vermediği pek belli değildir. Bu arada Şamaş gittikten sonra Gılgamış, Sâkiye Siduri’yle yine başbaşa kalmıştır).
Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Ben gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok ettim. Ben katran ormanının bekçisini vurdum. Katran ormanında oturan Humbaba’yı öldürdüm. Dağların geçidindeki aslanları öldürdüm.”
Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Eğer sen bekçiyi vuran, Katran ormanında oturan Humbaba’yı öldüren, Dağların geçidindeki aslanları öldüren, Gökyüzünden aşağı inen boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış’san, Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlünde üzünç var? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlarda dolaşıyorsun?”
Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım, Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu, İnsanlığın yazgısına kavuştu (öldü). Onun için gece ve gündüz ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım. Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye. Yedi gün yedi gece böyle yaptım. Burnundan kurtlar düşünceye kadar. O, oraya gitti gideli yaşamı bulamadım. Bir haydut gibi kırların ortasında dolaşıyorum. Sâkiye, şimdi senin yüzüne bakıyorum. Sonsuz derdim olan ölümü görmeyim diye!”
Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın. Tanrılar insanları yarattığı zaman, Onlar insanlara ölümü verip yaşamı kendi ellerinde tuttular. Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir! Her gün bir şenlik yap! Gece gündüz hora tepip oyna! Üstün temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol! Elindeki küçüğe bak. Karın kucağında gününü görsün!”
(Küçük boşluk)
Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Şimdi, Sâkiye, Utnapiştim’e giden yol hangisidir? Haydi bana onun simini [2] ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!”
Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, şimdiye dek böyle bir geçit yoktu. Eskiden beri denizi hiç kimse aşmamıştır. Denizi aşan yalnızca yiğit Şamaş’tır. Şamaş’tan başka, öte geçeye kim gider? Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir. Bundan başka orada ölüm suyu da vardır. Bu, denizin önünü kapar! Gılgamış, şimdi denizi aşsan bile, Ölüm suyuna varsan bile, yine ne yapacaksın? Gılgamış orada bir Urşanabi var. O, Utnapiştim’in gemicisidir. Onunla birlikte Taştankiler [3] var. Urşanabi, orman içinde kertenkeleyi toplar. Onu sen kendin bulmalısın. Olursa onunla birlikte aş; olmazsa geri dön!”
Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını kaldırıp koluna astı Ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine dalarak, Taştankilerin yanına indi ve bir ok gibi onların arasına düştü.
(Belki küçük bir boşluk)
O hırsla onları darmadağın etti. Bu sırada Urşanabi geri dönüp Gılgamış’ın tepesine dikildi ve onun gözlerine baktı. Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Söyle bakalım senin adın nedir? Ben uzaktaki Utnapiştim’in kölesiyim!”
Gılgamış ona, Urşanabi’ye dedi:
“Benim adım Gılgamış’tır. Ben, Anu’nun evi olan Uruk’tan gelenim. Ben, dağlarda iz güdenim. Uzun bir yoldan, güneşin çıktığı yoldan gelenim. Urşanabi, şimdi seninle yüz yüzeyim. Bana uzaktaki Utnapiştim’i göster!”
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlara düşüyorsun?”
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, yanaklarım erimesin mi, yüzüm çarpılmasın mı? Gönlüm üzgün olmasın mı? Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi? Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi? Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik. Dağların yolaklarında aslanlar vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım; Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu’yu, İnsanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum. Engidu’yu düşünmek beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Kırlarda şuraya buraya koştuktan sonra, Yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Ama ölü, ne zaman güneşin ışığını görmüştür?”
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Şimdi, Urşanabi, Utnapiştim’e giden yol hangisidir? Haydi bana onun simini ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!”
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular! Sen Taştankileri darmadağın ettin… sen kürekçileri yok ettin. Taştankiler darmadağın oldukları için geçit yoktur! Gılgamış, baltayı eline al! Hemen aşağı ormana geri git, karşına çıkacak olan Beş kez on iki endaze uzunluğundaki yüz yirmi küreği kes, Ve sonra onlara meme biçiminde ayna [4] yapıp bana getir!”
Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı eline aldı ve belinden kılıcı sıyırıp aşağı, ormana geri gitti. Beş kez on iki endaze uzunluğunda gördüğü yüz yirmi küreği kesti ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Urşanabi’ye getirdi. Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaların üzerine oturtup denize açıldılar. Bir ay on beş günlük yol üç günde kestirildi. Urşanabi, böylece ölüm suyuna dek vardı. Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:
“Sakın Gılgamış! Bir kürek al! Ölüm suyu eline değmesin. Gılgamış ikinci küreği, üçüncü ve dördüncü küreği al! Gılgamış, beşinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al! Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu küreği al! Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!”
Gılgamış, böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı. O, bu sırada kemerini çözdü… Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp, Geminin anbarını (sintine) pençesiyle boşaltarak gemiyi yukarı kaldırdı. Utnapiştim, onu uzaktan görünce, içinden kendi kendine şöylece söylendi:
“Geminin Taştankileri niçin kırılmış? Geminin sahibi olmayan biri niçin gemiye bindi? Buraya gelen benim adamlarımdan biri değildir.”
(Üç satır eksik)
“…gönlün benden ne diliyor?”
(20 satırlık boşluk…)
Gılgamış Utnapiştim’e vardı. Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne diye yüzün, uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı bırakıp kırlara düşüyorsun?”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Utnapiştim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm arıklamasın mı? Gönlüm üzgün olmasın mı? Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi? Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi? Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik! Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu’yu, İnsanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu’yu düşünmek, beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu! Ben de onun gibi yatmayacak mıyım Ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım?”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Hadi gidelim. Herkesin ağzında dolaşan, uzaktaki Utnapiştim’i görmek istiyorum. [5] Bütün ülkeleri yürüyerek geçtim. Sarp dağlar aştım. Bütün denizleri geçe geçe geldim. Gözlerim tatlı uykuya doymadı. Her zaman gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı. Daha Sâkiye’nin evine varmadan üstüm başım paralandı. Ayı, sırtlan, aslan, pars, kaplan, yağmurça ve dağ keçisi öldürdüm. Bunların etlerini yiyip derilerini giyiyordum. Çektiğim bu yıkım, artık önüme kapısını kapasın. Zift ve katran bu kapıyı tıkalı tutsun. Artık bana çocuk sevinci verilsin.”
(Bir satır anlaşılmamıştır)
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, Sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin yoksulluğa düştün? Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı geliyorsun? Baban ve anan sana hep iyi şeyler gösterdi. Ey Gılgamış, niçin aptala döndün?”
(30 satırdan çok süren bir boşluktan sonra, Utnapiştim’in sözü kesilmiyor gibi görünüyor:)
“Kızgın ölüm, insanı sinsi sinsi hep arkadan izler. Herhangi bir zamanda bir ev yaparız, Herhangi bir zamanda bir belge damgalarız. Herhangi bir zamanda kardeşler arasında miras pay ederler. Herhangi bir günde bu kardeşler arasında kavga çıkar.[6] Herhangi bir günde ırmak taşar ve ülkeyi su basar. Balıkçıl kuşları ırmak boyunca uçarlar. Irmağın yüzü güneşin yüzüne bakar; Ama, eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez. [7] Çalınan da, ölen de birdir. Ölümün biçimi çizilmez! Be hey insan oğlu! Be hey adam! Beni kutsadıktan sonra, [8] büyük tanrılar olan Anunnaki [9] toplandı. Yazgıyı oluşturan And [10] tanrıçası, Onlarla birlikte alınyazısını belirledi. Ölümü ve yaşamı onlarla birlikte saptadı; ama onlar ölümü bildirmediler.”
Gılgamış Destanı
11. Tablet (Türkçe)
Büyük Tufan
Gılgamış ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Utnapiştim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin.
Evet, benden ayrı değilsin, benim gibisin!
Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır!
Nasıl oluyor da böyle sırt üstü yatıyorsun? Anlat!
Tanrıların toplantısında yaşamı aramaya nasıl karar verdin?”
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Tanrıların gizini söyleyeyim:
Şurippak, [1] senin bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır.
Bu kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar.
Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi.
Bunların babaları soylu Anu, hükümdarları yiğit Enlil,
Büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi
Ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı.
Ea, tanrıların verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı:
“Kamış çit, kamış çit! Duvar, duvar!
Kamış çit dinle, duvar anımsa! [2]
Şurippaklı Ubar-Tutu’nun [3] oğlu,
Evi sök! Bir gemi yap!
Serveti bırak! Yaşamı ara!
Mülkten nefret et! Canını kurtar!
Canlı yaratıkların her türünden geminin içine yükle!
Yapacağın geminin her yanı uyumlu bir ölçüde olsun!
Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun!
Yağmura karşı onun her yanına bir çatı kur.”
Ben, bunu anlar anlamaz Ea’ya, efendime dedim:
“İyi, anlaşıldı efendim.
Şimdi bana ne dedinse, iyi dikkat ettim.
Ben yapacağım. Fakat, kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne diyeyim?”
Ea, konuşmak için ağzını açıp bana, kölesine dedi:
“Be adam, insanlara şöyle dersin:
Sanırım Enlil benden nefret etmeye başladı.
Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım.
Enlil’in toprağına artık ayak basmayacağım.
Apsu’ya [4] inmek istiyorum.
Orada beyim, Ea’nın yanında kalacağım.
Ea, üzerinize bir bereket yağmuru yağdıracaktır.
Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını ve balıkların sığınaklarını
Size getirecek ve bol ürün alacaksınız.
Bulutları güden bey, üstünüze gerçek bir buğday yağmuru yağdıracaktır.”
Halk çevresine toplandı. (Bundan sonraki 4 satırda yaşlıların ve gençlerin gemiye gerekli gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.)
Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlardı.
Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı.
Beşinci günde geminin kaburgasını oluşturdum.
Geminin temeli (omurgası) bir iku [5] genişliğindeydi.
Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış [6] yüksekliğindeydi.
Üst güvertesi de alt güverteye tümüyle eşitti.
Bunun da her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı.
Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını) hazırladım ve onları boyadım.
Gemiyi altı katlı yaptım.
Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım,
ambarını da dokuza böldüm.
Ortasına da su kazıkları çaktım. [7] Güzel kürek seçtim.
Ve geminin yedeklerini ambara koydum.
Eritmek için kazana 21.600 …… zift döktüm.[8]
Bunun yarısını saf zift olarak gemiye sakladım.
Tekneciler, gemiye 10.800 şırlık [9] getirdiler.
Bunun üçte biri peksimet kızartmak için harcandı;
Üçte ikisini de gemici sakladı.
İşçilere çok sığır kestim ve her gün koyun boğazladım.
Ustalara, ırmak suyu gibi bira, rakı, şırlık ve şarap akıtıldı.
Bunlar, Nevruz bayramına benzer bir bayram kutladılar.
Ustayı yağlamak için kendi elimi de bulaştırdım.
Gemi yedinci günde tamam oldu.
Gemiyi kızaktan indirmek güç oldu.
Çünkü, geminin üçte ikisi suya girinceye dek,
Onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluluğu vardı.
Elime geçen her şeyi içine yükledim.
Elime geçen her gümüşü içine yükledim.
Elime geçen her altını içine yükledim.
Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim.
Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım.
Şamaş, bana bir süre verdi:
Bulutları güden, akşamleyin bir buğday yağmuru yağdıracak diye.
O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı) kapa diye.
Bu süre yaklaştı.
Bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu yağdırıyordu.
Ben havanın yüzüne baktım. Hava, bakılmayacak kadar korkunçtu.
Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım.
Gemici Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı,
Sarayı her şeyiyle teslim ettim.
Artık gökten kara bulutlar yükseldi.
Bulutların içinde Adad [10] gürledi.
Şullat ve Haniş, [11] tanrıların kafilesini çekiyorlardı.
Saray uluları, bunların peşi sıra dağları ve ovaları aşıyorlardı.
Büyük İra, [12] bütün bentlerin kazıklarını çekti.
Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı.
Anunnaki tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı.
Tanrıların saçtıkları ışın, ülkeyi kızıla boğuyordu.
Fırtına tanrısının saçtığı yalım, gökyüzünü yalıyordu.
Bütün güneşin ışıklarını kararttılar.
Büyük fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı.
Birgün karayel esip hepsini sildi süpürdü.
Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne getirdi.
Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar.
Kimse kimseyi göremiyordu ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu.
Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler.
Ve göğün en yüksek katına kadar çıktılar.
Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı.
Göğün en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı.
İştar çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu.
Tanrıların ecesi, güzel sesiyle âh ediyordu:
Yazık o güne! O gün çirkef olsun!
Benim, tanrılar meclisinde kötülük buyurduğum o gün!
Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük buyurdum?
Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu savaşımı buyurdum?
Benim sevgili insanlarım,
Denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi doğuyordu?
Anunnaki tanrıları onunla birlikte âh ediyorlardı.
Onlar, yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı.
Dudakları çatlamıştı ve ağızlarından buhar çıkıyordu.
Fırtına ve tufan, altı gün, yedi geceyi geçti.
Fırtına yurdu silip süpürüyordu.
Artık yedinci gün gelince tufan fırtınası savaşımı durdurdu.
Önceden dalgaları bir ordu gibi birbiriyle savaşan deniz, şimdi dinginleşti.
Kötü rüzgâr dindi ve tufan sona erdi.
Havaya baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı.
Ve bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun bastığı yüzey, dümdüzdü.
Bunun üzerine hava deliğini açtığım zaman,
Güneşin sıcağı burnumun kanatlarına vurdu.
Diz çöküp oturdum ve ağladım.
Gözyaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu.
Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını aradım.
Her yana on iki kez on iki defa bakınca denizden bir ada yükseldi.
Sonunda gemi, Nissir [13] dağına oturdu.
Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya bırakmadı.
Birinci gün, ikinci gün Nissir dağı gemiyi tuttu,
Ve onu sallanmaya bırakmadı.
3. gün, dördüncü gün, Nissir dağı gemiyi tuttu
Ve onu sallanmaya bırakmadı.
Beşinci ve altıncı gün Nissir Dağı gemiyi tuttu
Ve onu sallanmaya bırakmadı.
Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum.
Güvercin gitti, geldi.
Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü.
Dışarı bir kırlangıç çıkarıp uçurdum.
Kırlangıç gitti, geldi.
Onca konacak bir yer belli olmayınca geri döndü.
Dışarı bir karga çıkarıp uçurdum.
Karga gidip bir keliyi [14] gagaladı.
Bundan sonra dört rüzgâr yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim.
Dağın tepesinde bir tütsü sungu hazırladım.
Artık yedi ve nice yedi sungu küpleri yerleştirdim.
Bu küplerin taslarına
Güzel kokulu kamış, katran sakızı ve mersin kokusu (myrte) döktüm.
Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar.
Tanrılar, kurban verenin tepesinin üstünde sinekler gibi toplandılar.
Büyük tanrıça oraya gelir gelmez,
Kendi zevki için yaptığı büyük gerdanlığı yukarı kaldırdı:
“Siz oradaki tanrılar!
Ben boynumda taşıdığım bu gerdanlığın taşlarını nasıl unutmuyorsam,
Bu günleri de sonsuza dek anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim!.
Bütün tanrılar bu güzel koku sungusuna gelsinler.
Ama, Enlil bu sunguya gelmesin!
Çünkü körü körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma uğrattı!”
Enlil oraya gelir gelmez, gemiyi görünce öfkelendi.
İgigi tanrılarına son derecede kızdı:
“Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse kurtulmamalıydı!”
Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi:
“Böyle bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi?
Her beceriyi, her hileyi yalnızca Ea bilir.”
Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğide dedi:
“Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil!
Ah, nasıl olur da sen körükörüne tufan yaptın?
Onun suçunu suçluya yüklet! Kelepçesini gevşet ki etini kesmesin.
Yine kelepçesini çek ki daha gevşek olmasın! [15]
Senin yaptığın bu tufan yerine,
Bir aslan kalkıp insanları azaltsa daha iyiydi!
Senin yaptığın bu tufan yerine,
Bir kurt kalkıp insanları azaltsaydı, daha iyiydi!
Senin yaptığın bu tufan yerine,
Veba tanrısı kalkıp insanlara bulaşsaydı, daha iyiydi!.
Ben, büyük tanrıların gizini açığa vurmadım!
Aklı pek çok olana bir düş gösterdim.
O, böylece tanrıların gizini öğrendi.
Şimdi onun için bir karar vermek sana düşer!”
Enlil, geminin içine binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı.
Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü.
Alınlarımızı elledi ve aramızda durarak bizi kutladı.
“Utnapiştim, bundan önce bir insandı.
Fakat şimdi, Utnapiştim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar!
Utnapiştim otursun! Uzakta, ırmakların denize döküldüğü yerde!”
Enlil’in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların ağzına oturttular.
“Şimdi sana tanrıları kim toplayacak?
Aradığın yaşamı nasıl bulacaksın?
Haydi altı gün ve yedi gece uykusuz kal!”
O, dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku ona, sis gibi yavaş yavaş soluğunu verdi.[16]
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku ona sis gibi, yavaş yavaş soluk verdi!”
Karısı ona, Utnapiştim’e dedi:
“Sen onu elle de, adam uyansın!
O, geldiği yoldan esenliğe geri dönsün.
O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!”
Utnapiştim ona, karısına dedi:
“İnsanoğlu kötüdür ve o, sana kötülük eder.
Haydi onun günlük ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy!
Uyuduğu günleri de duvara çiz!”
O, onun günlük ekmeklerini pişirdi ve her gün onun başı ucuna koydu.
Uyuduğu günleri de ona imledi.
Birinci ekmeği kupkuruydu. İkincisi büzülmüştü. Üçüncüsü yaştı.
4. ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Beşinci ekmek küflenmişti.
Altıncı ekmek pişmişti.
Yedinci bu anda adamı elledi ve o, uykusundan irkilip uyandı.
Gılgamış ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen beni uyandırdın.”
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Haydi Gılgamış, günlük ekmeklerini say!
Ve işte şu duvar, sana uyuduğun günlerin sayısını göstersin!
Birinci ekmeğin kupkurudur. İkincisi büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır.
4. ekmeğin kabuğu ağarmıştır. Beşinci ekmek küflenmiştir.
Altıncısı pişmiştir. Yedinci, bu anda sen uykudan irkilip uyandın!”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Bana yardımcı kal! Nereye gideyim?
Bütün organlarımı kötü ruhlar kapladı!
Yatak odasında ölüm bekliyor; neye baksam, o, ölümdür.” [17]
Utnapiştim ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın.
İki kıyı arasında gidip gelen gemi senden nefret etsin!
Her zaman, erişmek istediğin denizin kıyısından her seferinde yoksun kal!
Buraya getirdiğin adamın gövdesi kirden kabuk bağlamıştır.
Giydiği post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir.
Urşanabi, onu alıp yıkanacak yere götür.
Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıka!
O, sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün.
Onun güzel bedeni parlasın!
Yepyeni olsun başındaki külâh!
Bir kaftan giymiş olsun! Görkemli bir giysi!
O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek,
Kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın!”
Urşanabi onu alıp yıkanma yerine götürdü.
Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıkadı.
O, sırtındaki postu attı ve deniz onu götürdü.
Onun güzel bedeni parladı.
Yepyeni oldu başındaki külâh,
Bir kaftan giymiş oldu. Görkemli bir giysi.
O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek
Kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kaldı.
Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler.
Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp gittiler.
Karısı ona, uzaktaki Utnapiştim’e dedi:
“Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük çekti.
Ona ne verdin ki o yurda dönüyor?”
Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya yanaştırdı.
Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük çektin.
Sana ne verdim ki yurduna dönüyorsun?
Gılgamış, sana gizli bir şey açayım.
Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim.
Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer,
Ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar.
Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!”
Gılgamış bunu duyar duymaz derin bir kuyu kazdı.
Ve ayaklarına ağır taşlar bağlayıp kuyuya indi.
Ayağına bağladığı taşlar,
Onu yerin altındaki tatlı su denizinin dibine kadar batırdı.
Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı.
Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı.
Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı.
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, bu ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır.
Bu ota, “yaşlı genç olur” denir.
Bunu Uruk’a yanımda götürmek istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm.
Ve onu parça parça doğrayayım. Sonra da kendim yiyip tam çocukluğuma döneyim.”
İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler.
İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar.
Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu gördü. Suda yıkanmak için aşağı indi.
Bir yılan otun kokusunu aldı.
Ve taşların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü.[18]
Gılgamış geri döndüğü sırada yılan gömleğini atmıştı!
Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu.
O, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, kollarım kimin için yoruldu?
Kimin için yüreğimden kanlar boşandı?
Kendime iyi bir şey kazandım.
Yer aslanı [19] için iyilik yapmış oldum.
Şimdi denizin kabarması, beni iki kez yirmi saat, o yere geri götürse bile,
Gereçler kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü.
Burada işime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim?
Olmaz! Yurduma geri dönmeliyim.”
Gerçekten Gılgamış gemiyi kıyıda bıraktı.
İki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler.
İki kez otuz saatten sonra kendilerini akşam dinlenmesine bıraktılar.
Onlar Uruk pazarına geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:
“Urşanabi, Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü!
Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı gözden geçir!
Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir?
Temeli yedi bilge kurmamış mıdır?
3600 dönüm kent, 3600 dönüm hurma bahçesi, 3600 dönüm kerpiç kuyu.
Üstelik İştar tapınağının çukuru.
Bunların topu üç kez 3600 dönüm ve işte bunların hepsi Uruk’tur.”
Gılgamış Destanı
12. Tablet (Türkçe)
Gılgamış Destanı, aslında 11. tablette sona ermiştir. 12. tablet ancak bir ektir ve destanla hiçbir ilgisi yoktur. 1. tabletten 11. tablete kadar olan bölümü eski kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, bunlardan bağımsız olarak değiştirilip yeni bir kalıba sokulmuştur. 12. tablet ise, yaklaşık M.Ö. 2000 yılında yazılmış olan Sümerce bir metnin, aslına bağlı çevirisidir ve bu tabletin Akatlı olan çevirmeni, metinde en küçük bir değişiklik yapmamıştır.
Bu Sümerce metnin birinci kısmının yarısı, bundan birkaç yıl önce elimize geçmiştir. Bunun nasıl bittiğini bilmiyoruz. Büyük olasılıkla birkaç yüz satırdan oluşan bu Sümerce metnin içinde, Akatlı çevirmen, ancak 154 satırı çevirmiştir. Bundan dolayı bu tablette anlatılan olaylar, bütünlüklerini yitirmiştir.
Bu çeviri, yeraltı dünyasının heyecanlı betimlemesi ve bu dünyanın yaşamının anlatımından oluşmaktadır. Şöyle ki: Gılgamış, gök tanrıçası İştar'la barışmak için, ona olağanüstü iyi ve değerli ağaçtan yapılmış bir taht sunmak ister. Bu amaçla çok yaşlı ve kalın bedenli bir Huluppu [1] ağacını devirmeye gider. Bu ağacın tepesindeki yaprakların arasında, ünlü fırtına kuşunun yuvası bulunmaktadır.[2] Ağacın kökleri arasında, hiçbir büyünün etkileyemediği bir yılan yuvası bulunmaktadır. Ağacın gövdesindeyse Bakireler Tanrıçası Lilith'in evi vardır. Gök Tanrıçası, (sonraki Babil dininde en korkunç bir gûlyabâni olan) Lilith'e, ilgi gösterip iyi davranır ve Lilith, Gılgamış'ın bu ağacı devirmesiyle hemen o anda özgürlüğüne kavuşur.
Gılgamış, serüvenini başarıyla bitirdikten sonra, bir ganimet olarak bu yüce ağacın hem gövdesini, hem de dallarını Uruk'a getirir. Fakat yeraltı dünyasının tanrıçası Ereşkigal, İştar'a sunulacak bu armağanı kıskanır ve yeraltından yeryüzüne dek bir çukur açar. Gerek ağacın gövdesi, gerekse dalları, bu çukurdan cehenneme düşer. İşte bu noktadan sonra 12. tabletin devamı gelmektedir.
Sümer yazmasına göre Enkidu, Gılgamış'ın arkadaşı değil, kölesidir. Efendisinin çukurdan aşağı, cehenneme düşen değerli ağaçlarını geri çıkarması için, bu işe hazır bekliyor. Enkidu, efendisine, göreceği hizmetle ilgili olarak, şu sözleri söyler: [3]
I
"Ağacın bedeni, hemen bugün Nacar'ın evine bırakılmış olacaktır.
Ağacın dalları, Nacar'ın keseri için hazır olacaktır.
Efendim, niçin ağlıyorsun?
Hemen bugün, senin ağacın bedenini yerin altından çıkaracağım.
Dalları cehennemden yukarı getireceğim.
Eğer bugün yeraltı dünyasına gidersen,
Kutsal şeyler önünde başını eğmemelisin.
Temiz bir gömlek giymemelisin.
Yoksa hemen senin bir yabancı olduğunu anlarlar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu sürünmemelisin.
Yoksa onlar, güzel kokuyu alınca hemen çevrene toplanırlar.
Gürzünü [4] yeraltı dünyasına düşürmemelisin.
Yoksa gürzle öldürülmüş olanlar, hemen çevrene toplanırlar.
Eline sopa almamalısın. Yoksa ruhlar, senden titrerler.
Ayağına ayakkabı giymemelisin. Yerde gürültü etmemelisin.
Sevdiğin karını öpmemelisin.
Kendisine kin beslediğin karını dövmemelisin.
Sevdiğin çocuğunu öpmemelisin.
Kendisine kin beslediğin çocuğunu dövmemelisin.
Yoksa cehennem senin için sokurtu, homurtu yapar!"
Enkidu, yeraltına iner inmez, adı geçen Tanrıça Nin-Asu'nun kutsallığına ayak basar. Enkidu, çıplak tanrıçanın güzelliğinden ve vücudunun parlaklığından dolayı kendinden öyle geçer ki, Gılgamış'ın kendisine verdiği bütün öğütleri unutur. Böylece o, yeraltı dünyasında yakalanr ve Gılgamış, değerli ağacından başka, kendisine bağlı olan kölesi Enkidu'yu da yitirir.
II
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
Yatan Nin-Asu Ana'ya yaklaşıyor.
Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi
Kırışıksız ve dümdüzdü.
III
Enkidu, yeraltı dünyasına gidip tanrıçayı görünce,
Bu tanrısallık önünde başını eğdi.
Temiz bir gömlek giydi.
Hemen onun bir yabancı olduğunu anladılar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu süründü.
Onlar güzel kokuyu alınca hemen çevresine toplandılar.
Gürzünü yeraltı dünyasına düşürdü.
Gürzle öldürülmüş olanlar, çevresine toplandılar.
Eline sopa aldı. Ruhlar, ondan titrediler.
Ayağına ayakkabı giydi. Yerde gürültü etti.
Sevdiği karısını öptü; kendisine kin beslediği karısını dövdü.
Sevdiği çocuğunu öptü; kendisine kin beslediği çocuğunu dövdü.
Cehennem, onun için sokurtu ve homurtu yaptı.
IV
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
Yatan Nin-Asu Ana'ya yaklaştı.
Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi
Kırışıksız ve dümdüzdü.[5]
V
O zaman Enkidu yeryüzüne çıkmak isteyince,
Onu ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu cehennem kralının amansız bir şeytanı yakaladı.
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü.
VI
O zaman Ninsun'un oğlu, kölesi Enkidu için ağladı.
Ve tek başına kalkıp Enlil'in Ekur evine [6] gitti.
"Enlil baba, bugün ağacımın bedeni, yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Enkidu'yu,
Onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı;
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü."
Bunun üzerine Enlil Baba, Gılgamış'a hiçbir yanıt vermedi.
Gılgamış, Sin Baba'ya başvurdu:
"Sin Baba bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Enkidu'yu,
Onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü."
Bunun üzerine Sin Baba, Gılgamış'a hiçbir yanıt vermedi.
VII
Gılgamış tek başına kalkıp Ea'nın E-Apsu evine [7] gitti:
"Ea Baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen Enkidu'yu,
Onu, ne belâ getiren ruh yakaladı ve ne de hastalık ifriti yakaladı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı.
Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı;
Onu, yeraltının kendisi yakaladı;
O, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
Onu, yeraltının kendisi öldürdü."
Ama, Ea Baba, ona şu yanıtı verdi:
"Cehennem kralı yiğit Nergal'a başvur!
Ereşkigal'ın [8] ağabeyi Kral Nergal'a başvur!
Eğer cehennemin kralı yiğit Nergal, yeraltının hava deliğini açacak olsaydı;
O zaman Enkidu'nun rûhu, hafif bir yel gibi yerin altından çıkardı."
VIII
(Şiirin gelişinden, şimdi Enkidu'nun rûhunun gerçekten yeraltından yeryüzüne çıktığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.)
Bunlar, birbirleriyle kucaklaştılar.
Bir türlü birbirlerinden ayrılmak istemediler.
Birbirlerine anlatmaktan usanmadılar.
"Arkadaşım, [9] söyle bana!
Söyle bana, yeraltında gördüklerini anlat bana!"
"Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem!
Sana yeraltı dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam,
Sen, oturup ağlamalısın.
Ve ben de oturup ağlayayım.
Dokunmakla zevk duyduğun benim güzel bedenimi,
Şimdi böcekler, eski bir giysiyi yer gibi yiyor.
Dokunmakla zevk duyduğun benim güzel başım,
bir çamur teknesi gibi toprak doludur."
IX
Enkidu, şöyle diyerek büzülüp toprağa çömeldi.
"Arkadaşım, yeraltı dünyasında şunları gördüm: ......."
(Tablette, Enkidu'nun yeraltı dünyasıyla ilgili sözlerinin bulunduğu yer kırıktır. Söylenen bu sözler, yaklaşık 30 satırdır.)
X
(Bu sahne, Gılgamış'ın, yer dünyasının ayrıntılarıyla ilgili olarak sorduğu soruları ve Enkidu'nun buna verdiği yanıtları içermektedir ki bu bölümün, yaklaşık ilk 15 satırı kırıktır.)
"Sehpaya asılmış olanı gördün mü?"
— "Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olsaydı,
Çivinin kopmasıyla kurtulurdu."
— "Eceliyle öleni gördün mü?"
— "Evet gördüm. Gece yatağında uyuyup, su, soğuk su içiyor."
— "Savaş alanında öleni gördün mü?"
— "Evet gördüm. Ana ve babası onun için uğraşıyorlar.
Karısı da onun için çalışıyor."
— "Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmemiş) olanı gördün mü?"
— "Evet, gördüm. Onun ruhu yeraltı dünyasında uyumuyor."
— "Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini [10] gördün mü?"
— "Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı,
Ve sokağa atılan yemek artıkları onun besinidir."
(Destan burada sona eriyor. Destanın son tableti, nasıl tutarsız başladıysa yine tutarsız olarak bitiyor.)
GILGAMIŞ DESTANI BURADA SONA ERDİ.