Hakkalyakin Board

Full Version: HZ. DAVUD VE HZ. SÜLEYMAN ÖRNEKLİĞİNDE ŞÜKRÜN ÖNEMİ
You're currently viewing a stripped down version of our content. View the full version with proper formatting.
HZ. DAVUD VE HZ. SÜLEYMAN ÖRNEKLİĞİNDE ŞÜKRÜN ÖNEMİ

Peygamberler Allah’ın varlığını, birliğini yegâne ilah olduğunu tebliğ eden, insanları yalnızca Allah’a kulluğa ve ibadete davet eden, batıldan uzak durup haktan taraf olmayı öğütleyen, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini hayatlarına uygulayarak ümmetlerine örnek olan şahsiyetlerdir. İşte bu nebilerden İsrailoğullarına gönderilen Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman, Allah’ın pek çok ihsanına mazhar olmaları, Kudüs’ü esenlik yurdu kılmaları vesilesiyle Kur’an-ı Kerim’de ibretle okunması/fehmedilmesi gereken kıssalarıyla öne çıkmaktadır.
Kendisine Zebur verilen Hz. Davud (Nisâ, 4/163), Allah’a çok yönelen (Sâd, 38/17) bir peygamberdir. Resûlullah (s.a.s.) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah’ın en sevdiği namaz Davud’un namazı, en sevdiği oruç yine Davud’un orucudur” (Buhari, Teheccüd, 7). Kur’an’da, dağların ve kuşların Hz. Davud’la birlikte Allah’ı zikrettiğinden, kendisine zırh yapma sanatının öğretildiğinden, (Enbiyâ, 21/79-80), kendisine hikmet ve hakla batılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verildiğinden (Sâd, 38/20) bahsedilir.
Hz. Davud’un oğlu ve hükümranlıkta varisi olan Hz. Süleyman (a.s.), keskin zekâsı, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözüme kavuşturma melekesiyle ön plana çıkmaktadır. Hz. Süleyman hakkında Kur’an’da, rüzgârın onun emrine verildiği, bakırın onun için su gibi akıtıldığı, cinlerin onun emrinde çalıştığı (Sebe’, 34/12) kendisine kuş dilinin öğretildiği (Neml, 27/16) bilgileri yer almaktadır.
Hz. Davud ve Hz. Süleyman peygamberlere ilgili verilen ayetlerde zikri geçen nimetler ve üstünlükler, onların hem hükümdar hem peygamber olma vasıfları bağlamında değerlendirilmelidir. Zira Cenab-ı Hak onları peygamberlik, hükümdarlık, hikmet ve ilimle donatmıştır.
Her ikisi de Allah’ın kendilerine bahşettiği bunca variyeti, imkânı yeryüzünde böbürlenme vesilesi olarak görmeyip nankörlükten uzak durmaları, şükreden kul ve peygamber olmaları yönüyle sadece ümmetlerine değil her dönemin insanına güzel örnek olmuşlardır.
İnsanoğlu için sahibi olduğunu düşündüğü şeyler yüzünden kibir zilletine dalarak ruhunu, imanını yüceltecek tevazu ile arasına duvarlar örmesi, nihayetinde zalime dönüşmesi kaçınılmaz sondur. Bu konuda şeytan, Firavun ve Karun örnekleri her çağda artan emsalleriyle yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, insanlığı tehdit etmeye devam etmektedir.
Başkalarını küçük görüp kendini üstün sayma diye tarif edebileceğimiz kibir ve gurur, dinimizin uzak durulması noktasında üzerinde önemle durduğu manevi hastalıklardır. Tevazu ve alçak gönüllük ise bu hastalıkların çaresi olarak gösterilmiştir. Allah (c.c.) şu ayetiyle kullarını kibir konusunda uyarmaktadır: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin” (İsrâ, 17/37). “İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (Beled, 90/5) ayeti de insanın acziyetini, had bilmenin ve kulluğa yaraşır hareket etmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Malın, mülkün, gücün esiri olmadan nimetleri vereni unutmadan şükür ile Rabb’ine iltica eden Hz. Süleyman’ın varlıkla imtihanı, her birimize kulluğumuzun sınandığı imtihanlarda nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini göstermektedir. Çünkü hiçbir nimet insana ait değildir. Şükür, nimeti artırıp bereketlendirir; aksi ise nimete ve nimetin sahibine nankörlüktür. Rabb’imiz de Kur’an-ı Kerim’de, “Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör.” (İnsân, 76/3) buyurmakla, insana biri şükür diğeri nankörlük olmak üzere iki yol gösterildiğini ifade etmektedir.
Şükür, Allah’ın sayısız nimetlerine karşı kalp, dil ve beden ile övgüde bulunmak, nimetleri saygı ile itiraf etmektir. Kalbin şükrü, nimetleri verenin Allah olduğuna inanmak; dilin şükrü, Allah’ın verdiği nimetlere hamdetmek; bedenin şükrü, Allah’ın rızasına uygun yaşamak, ibadet etmek, emirlerine uyup yasaklarından sakınmaktır. Malın şükrü de sadaka, zekât vermek, ihtiyaç sahiplerini gözetmektir.
Başta Allah Resulü (s.a.s.) olmak üzere örneklikleriyle insanlığa yol gösteren peygamberlerin temel özelliği olan şükür, esasında bir kulluk bilinci, bir yaşam biçimidir. Kendilerine verilen ilimden dolayı Hz. Davud ve Hz. Süleyman peygamberler de “Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun.” (Neml, 27/15) diyerek ilim nimetinin sahibine şükürlerini ifade etmişlerdir. Zira şükrün başı Allah’ı bilmektir. Kulun aczini itiraf etmesi, ibadetle, salih amelle Yaradan’a sığınması da şükür sayesindedir. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) sabahlara kadar ayakları şişmesi pahasına ibadet etmesi, Allah’ın habibi olmasına rağmen şükreden bir kul olma gayretinin (Buhari, Teheccüd, 6) bir göstergesi değil midir? Dünyada hep rahatı arayan, kul olmayı birkaç dinî hususu yerine getirmek olarak gören, Allah’ın verdiği nimetlerle şımaran, vermediklerine de isyan eden kişi nasıl samimi Müslüman olabilir veya nasıl din kardeşlerinin yarasını sarabilir? Oysa zalim, zorba ya da vicdansız olmaktan koruyan, kendini yeterli görerek nankörlüğe meyletmeye karşı bir kalkandır şükür.
Allah’ın kitabında buyrulduğu gibi çoğu insanın şükretmediği (Mü’min, 40/61), bir kısmının da çok az şükrettiği (A’râf, 7/10) gerçeğin ta kendisidir. Hâlbuki “...Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilmelidir ki Rabb’imin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O çok kerem sahibidir.” (Neml, 27/40) ayeti Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kullarının her yerde, her zaman ve her meselede O’na muhtaç olduğunu dile getirmektedir .
Cenab-ı Hakk’ın “...Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (nimetimi, mükâfatımı) artırırım ve andolsun eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrâhîm, 14/7) buyurması, O’nun merhametini de içeren bir uyarısı niteliğindedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hangi malın hayırlı olduğunu öğrenip hayırlı mal edinmek isteyen Hz. Ömer’e mal yerine, şükreden bir kalp, zikreden bir dil ve ahiret hususunda yardımcı olacak imanlı bir eş edinmesini tavsiye etmesi (İbn Mace, Nikâh, 5), dünyanın/dünyalığın tercih edilmesini istemediğini vurgulamaktadır. Çünkü dünya gelip geçici, ahiret ise ebedî yurdumuzdur. Dünya ve ahiret arasında mutedil/dengeli bir yol edinmek ise dünya ve ahiret saadetini temin edecektir.
İnsanoğlu Rabb’ine şükrederken iyilik gördüğü kimselere de teşekkürü, vefayı çok görmemelidir. Allah Resulü’nün “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” (Tirmiz, Birr, 35) sözü, iyiliğe iyilikle karşılık vermenin, hatır kıymet bilmenin sade ve öz ifadesi teşekkürün önemini perçinlemektedir. Mümine yaraşan da Yaradan’ına saygılı, yaratılmışlara nezaketle yaklaşmasıdır. Kalpsiz, saygısız, kaba ve hadsiz olmak ise Müslüman bünyesinde yer edinmemesi gereken acizliklerdir. Nefsine yenik düşerek bu olumsuzlukları hayatına alanlar da her iki dünyada mutsuz ve bedbaht kimselerdir. (Hadislerle İslam, C.2, s.73-78)
Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu gibi etrafı bereketli kılınan, miracın basamağı, ilk kıblemiz Mescid-i Aksa ve baba oğul peygamberler Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın adil yönetimleriyle özdeşleşen mübarek şehir Kudüs, haçlı seferlerinin ardından son yüzyılda işgal, zulüm ve soykırımla pek çok kez gündemde olmuştur. Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyübi’nin tesis ettiği din ve ibadet hürriyeti, can ve mal güvenliği, ecdadımız vesilesiyle uzun yıllar korunmuştur. Ancak bir kez daha savaşın, şiddetin merkezi hâline gelen bu topraklarda, insanlığın yok olduğuna şahit olmaktayız. Peygamberimiz (s.a.s.), “İnsanlar zalimin zulmünü görür de ona engel olmazsa, Allah’ın onları genel bir azaba uğratması kaçınılmazdır.” (Tirmizi, Tefsiru’l Kur’an, 5) hadis-i şerifi, inanan inanmayan herkesin sorumluluğunu hatırlatan, bizi kendimize getirmesi gereken büyük bir uyarıdır.

Kaynak
Türk Diyanet Dergisi


Melek KARAKAŞ
Tekirdağ İl Müftü Yrd.