Hakkalyakin Board

Full Version: SAF FİİLİN KAYNAĞI İLAHİ EMİR VE YASA
You're currently viewing a stripped down version of our content. View the full version with proper formatting.
SAF FİİLİN KAYNAĞI İLAHİ EMİR VE YASA

Etrafınızda hiç yalan söylemeyen, dedikodu etmeyen, haram yemeyen, zina etmeyen; vicdanlı, merhametli, adaletli biri olduğunda ona güvenirsiniz ve dünyanın hâlâ yaşanabilir bir yer olduğuna dair umudunuzu korursunuz. Çünkü böyle birinin varlığı onu tanıyan, bilen herkesi titretir ve kendi üzerine düşünmesini, yapıp ettiklerini sorgulamasını sağlar. Böyle biri herkes için herkesi kuşatan sağlam bir kale gibi “dışsallık” oluşturur. Tıpkı bir müminle karşılaştığınızda Allah’ı (c.c.) hatırlamanız gibi böyle biriyle karşılaştığınızda insani, ahlaki değerleri hatırlayarak kendinize dönersiniz; neler yaptığınızı, nasıl yaptığınızı, nereye gittiğinizi sorgularsınız. “Bu gidiş nereye?” sorusuyla yüzleşirşiniz, sonucu öngörmeniz hiç de zor olmaz ve istikametinizi değiştirme arzusu duyarsınız.
Yalan söylemeyen biri kendini aldatmadığı gibi etrafındaki hiç kimseyi de aldatmayacaktır. Kişi kendisine yalan söylemediğinde hiç kimseye yalan söyleyemez. Zaten buna gerek de kalmaz. Biri tarafından aldatılmayan, başka birini aldatmaya gerek duymayacaktır. Aldatılan biri “kayba” uğradığı için bu kaybı telafi etmek isteyecektir (mahkemeye başvurma seçeneği dışında) ve iki yoldan birini tercih edecektir: Ya o da gidip başka birini aldatacak ya da aldatılmanın kendi kusuru olduğunu düşünerek daha dikkatli olmaya çalışacaktır. Kişi “doğru” düşünmenin imkânına ancak yalan söylemeyerek ulaşır.
Yalan söylememek, dedikodu etmekten de korur kişiyi. Çünkü sadece şahit olduğu bir durumu (sorulduğunda) gördüğü şekliyle anlatacaktır. Bu durum duygularını, düşüncelerini, yorumlarını katmadan söyleme melekesini geliştirecektir. Böylelikle zorunlu olarak adaletli ve hakkaniyetli davranacaktır. Kendisine ait olmayan bir şeye elini uzatmayacak, hak etmediği bir şeyi almayacaktır. Yine zorunlu olarak haram yemeyen birine dönüşecektir. Dolayısıyla vicdanı ve merhameti ona yol gösteren pusula olacaktır. Demek ki kişi ne söylediğine ve nasıl söylediğine dikkat ettiğinde bir dizi zincirleme akışın oluşmasını sağlamaktadır.
Bu durum, toplumsallıkta ya da kişinin bir organizasyon içerisinde yer alması hâlinde tuhaf, şaşırtıcı sapmalara neden olabiliyor. “İnanmak için biliyorum.” diyen Thomas Aquinas (namı diğer Aquinolu Thomas) ile ilgili şöyle bir hikâye anlatılır: Thomas henüz genç bir rahip adayıyken, onun saf ve kandırılabilir olduğunu düşünen arkadaşları (diğer rahip adayları), yemek yerlerken pencereye sırtı dönük olarak oturan Thomas’a küçük bir oyun oynamak isterler. İçlerinden biri, Thomas az önce pencerenin önünden uçan bir inek geçti, der. Thomas oturduğu yerden kalkar ve gidip pencereden dışarı bakar, sonra gelir ve “Galiba hızlıca gitmiş olmalı çünkü göremedim.” der. Herkes kahkahalarla güler. Aynı kişi, “Thomas gerçekten, pencerenin önünden uçan bir inek geçtiğine inanıyor musun?” diye sorar. Thomas şu cevabı verir “Genç bir rahip adayının yalan söylediğini düşünmektense bir ineğin uçtuğuna inanmayı yeğlerim.”
Thomas’ın tutarlılığı kendisinin doğruyu söyleme hassasiyetini en uç noktaya taşırken muhataplarına da doğru söylemeyi icbar etmektedir, yani onları da doğru söylemek zorunda bırakmaktadır. Öğrendiği her şeyi inancını güçlendiren bilgiye dönüştüren Thomas’ın düşüncesi Tanrı, doğa ve insan ilişkilerine odaklandığından doğruyu söylemek onun için hayati değerdir. Çünkü yalanla meydana gelecek bir sapma hem insan ilişkilerini hem doğa üzerine düşüncelerini hem de Tanrı’yla olan irtibatını sakatlayacaktır. Bir an için Thomas’ın rahip adayı arkadaşlarının da aynı hassasiyeti taşıdığını varsayarsak, Thomas’ın doğruyu söylemek için gösterdiği hassasiyet yarı yarıya geçerliliğini yitirecektir. Bir de tüm insanların doğruyu söyleme hassasiyeti taşıdığını varsayarsak geri kalan yarım da anlamını yitirecektir, böylelikle yalan söylemek mümkün olmadığına göre doğru söylemek de mümkün olmayacaktır. Bu akıl yürütmeyi yani herkesin doğru söylemesi durumunda yalanın ortadan kalkacağına, dolayısıyla doğrunun da ortadan kalkacağına dair akıl yürütmeyi; “Genç bir rahip adayının yalan söylediğini düşünmektense, bir ineğin uçtuğuna inanmayı yeğlerim.” çıkarımı nedeniyle devam ettirirsek, doğru gibi gözüken (ve diğerlerini de doğru söylemek zorunda bırakan) mantıksal çıkarım kendi kendini imha eden bir çıkarıma dönüşür. Zaten (antik Yunan düşüncesiyle Hristiyanlık düşüncesini uzlaştırmaya çalışan) Skolastik düşünce, Hristiyan dünyasını Orta Çağ karanlığına mahkûm etmiştir. Çünkü bu çıkarım düşünceyi ortadan kaldırıp (ineğin uçması üzerinden hayal gücünü, şakayı, nüktedanlığı, espriyi, vb.) inancı, bir helezon gibi içine döndürerek boğmuş ve yok olmanın eşiğine getirmiştir.
Bunu şu soru üzerinden daha kolay anlayabiliriz: Fiziken herkesin birbirine benzediğini varsayarsak, kişi (fiziksel görüntüsü bakımından) kendisi olduğunu nasıl bilebilir yani kendisini nasıl tarif edebilir? Anlamı oluşturan/doğuran şey “fark”tır. Eğer farklılık yoksa anlamdan söz edemeyiz. Şu hâlde herkesin fiziksel olarak birbirine benzediği dünya otomatik olarak kendini yok eder. Matrix filmindeki herkesin Ajan Smith’e dönüşmesi gibi yapı her şeyiyle aynılaştığında zorunlu olarak yok olur. Neo’nun Ajan Smith’i yenmesi işte bu mantık üzerine kuruludur: İkili bir sistemde (iyi ve kötü) taraflardan birinin yokluğu diğerini de yok eder.
Bu çıkarımın sebep olduğu başka bir olumsuz durum da “tarafgirlik”tir. Kişi bir “şeye” taraf olarak kendinde olmayan bir değeri (ya da değerleri) kendine atfetmiş olur. Tuttuğu taraf (yani aidiyeti) onda olmayan bir değeri (bu değerin organizasyonda olması nedeniyle) kendisinde varmış gibi gösterir. İşin tuhafı kişi de kendisinde olmayan bu değeri, kendisinde varmış gibi duyumsar, hisseder, kabul eder. Bu, bir yönüyle olumlu bir sonuç doğururken bir yönüyle de sapmaya neden olacaktır. Çünkü organizasyondaki değer “gerçek bir değerse” olumlu sonuçlar doğuracaktır. Gerçek bir “değer” değilse hem organizasyonun sapmış olması hem de kişinin bu sapma üzerinden bir kez daha sapacak olması gibi bir sonuç doğuracaktır.
Sapmaları ortadan kaldırmaya cehdetmek gerekir ancak bundan daha önemli olan şey farklılıkların varlığını kabullenmek ve farklı olanın “daha farklı” olan üzerinde ya da “vasat” üzerinde tahakküm kurmasına engel olacak ve zulüm doğurmayacak şekilde hukuku işletmektir. Çünkü suçu ortadan kaldırmak önemlidir ama suçu ortadan kaldırmak cezanın da ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Zira hukuki düzenlemeler suçun ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Suçu ortadan kaldırsak bile ceza her zaman orada durmak zorundadır.
Fıkhın (hukukun) kaynağı dindir. Din dünyayla olan ilişkimizi belirlerken ölüm sonrası olan ahiretteki konumumuzu da belirler. Bunu emir ve yasaklarla yapar. Yaratılmış olmakla (dünyaya gelmekle) varlığımızın kapladığı alanı hem var olmak bakımından hem de olmak (olgunlaşmak, dünyaya gelirken içimize konulan potansiyeli açığa çıkarmak) bakımından nasıl kullanacağımızı, o alanı nasıl genişletip daraltacağımızı yasalarla yani konulmuş ilkelerle yapar.
Emir ve yasaklar bir toplum tarafından benimsenip uygulandığında, uygulama biçimleri adaleti tesis etme bakımından yetkinleştiğinde, yani en iyi sonuçlara ulaşıldığında evrenselleşir ve diğer toplumlar söz konusu uygulama biçimini kendi toplumları için de (geçerli ve bağlayıcı olacak şekilde) yasalaştırırlar. İşte bu uygulama biçimi ceza kanununa dönüşür. Ceza kanunu yasakları tek tek sayar ve bu yasakların karşılığı olan cezaları da tek tek ve tam olarak söyler.
Kişi söz konusu ceza hukukuna riayet ederek bile hem bu dünyadaki varlığını hem de ahiretteki konumunu büyük oranda sağlamlaştırabilir. Hz Musa’ya (a.s.) inen on emirden ilki “öldürmeyeceksin” emridir. Bu emir gelmeden önce elbette toplumlar yaşamayı, yaşatmayı kendi gelenek ve örfleriyle önemsiyorlardı; eğer biri öldürülürse neden öldürüldüğüne, nasıl ve kim tarafından öldürüldüğüne bakıyorlardı. Katile ceza vermek gerektiğine karar verirlerse ceza da veriyorlardı. “Öldürmeyeceksin” emri geldikten sonra her ne sebeple olursa olsun birinin öldürülmesi bu emrin ihlali anlamına gelir, dolayısıyla da artık verilecek ceza o topluluğun harekete geçme ve karar verme mekanizmasını aşar. Yani biri öldürüldüğünde ihlal edilenin ilahi yasa olması her topluluğu ve herkesi (öldürülen kişinin yaşam hakkından bile önce) harekete geçmeye mecbur bırakır.
Yaşamın kıymeti ilahi emirle güvence altına alınmış olur. Ama şunu tekrar vurgulamak önemli, burada öncelik birinin öldürülmesine değil ilahi emrin ihlaline verilmiştir. Yaşamın kıymeti ilahi emirden sonra kıymet kazanmış olur.
Bu vurguyu yapmamızın sebebi ceza kanununun işlerliğiyle yaşamın kıymetinin devlet tarafından güvence altına alınmasıdır. Burada da öncelik birinin öldürülmesine değil ceza yasasının ihlaline verilir. Çünkü birinin öldürülmesinden devlet haberdar olmadığında ceza hukuku işletilemez ve yine aynı şekilde katilin kim olduğu bulunamadığında ceza hukuku yine işletilemez. Harekete geçmenin ilk şartı yasanın ihlalidir. Çünkü bu karmaşık dünyada hiç tanımadığımız bilmediğimiz birinin öldürülmesi durumunda bizlerin fertler olarak yapabileceği bir şey yoktur, olay ile aradaki mesafe, öldürülenin bilinmemesi/tanımaması ve güç yetirememe gibi nedenlerle harekete geçemeyiz. Fakat yasanın ihlali yasayı savunan ve ayakta tutan devlet için kabul edilemez olduğundan, devlet tüm imkânlarıyla harekete geçer.
Şu hâlde “öldürmeyeceksin” emri tüm disiplinleri harekete geçiren bir etkiye sahiptir. Devlet ve kurumları bu emir üzerinden bu emrin etrafında şekillenmiş ve onlara düzenleyici işlevi yüklenmiştir. Bu işlevi halkın iradesinin yansıdığı meclislerle düzenlerken ahlakın yani iyinin, mantığın yani doğrunun, estetiğin yani güzelin birikimini dikkate alarak yasa yapmaktadır.

Kaynak
Türk Diyanet Dergisi


Ali Necip ERDOĞAN