02-22-2024, 06:50 AM
Kur'an en büyük mucize
Nasılki Kur’ânı dinleyen, onu dinlemekten aldığı feyizle Allah kelâmı olduğunu hissedebîliyor ve ifade tarzına ve edebîyatına dikkat eden, ulaştığı insan üstü edebî zevk ve belağat seviyesiyle mûcize olduğunu anlayabiliyor ise onun gibi mânâlarını ve içindeki ilimleri anlayarak mütalaa eden bir kimse de o ilimlerin ve o mânâların asla âciz bir beşerin basit düşüncesinin mahsulü olamayacağını katiyen anlayabilir.
Kur’ân-ı Kerîm, bütün peygamberlerin efendisi ve peygamberlik silsilesinin son halkası olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed (asm)’ın en büyük ve ebedî mûcizesidir. O Kitâb-ı Mübîn, İsm-i Azam’dan ve bütün isimlerin azamî mertebelerinden geldiği için bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır.
Yani Rabbimizin bütün kâinattaki bütün hikmet ve gayelerini ve tecellîlerini anlatan en yüce sözüdür. Elbette nihayetsiz bir ilm-i ezeliye dayanan böyle bir kelâmın hadsiz seçkin meziyetleri ve pek çok mûcizelik cihetleri olacaktır.
Nasılki insanlar konuşma ve yazı san’atında çeşit çeşit edebî eserler, şiirler, hitâbeler ve edebîyat şaheserleri ortaya koymuşlar ve bunlardan bir kısmı ifadelerindeki mükemmellik ve verdiği edebî zevk yönünden hayranlıkla karşılanmış ve unutulmaz klasikler arasına girerek asırlara mal olmuşlardır.
Öyle de yüce kitabımız Kur’ân, bütün edebîyat şaheserlerini fersah fersah geride bırakmış ve bütün edibleri ve belağat ustalarını kendisine secde ettirmiş ve asırları getirdiği nur ile aydınlatarak bütün insanlar toplansa asla yetişemeyecekleri çok yüce bir Allah sözü olduğunu isbat etmiştir.
Araştırmacı büyük İslâm âlimleri Kur’ân’ın değil yalnız her bir sûresinin ve âyetinin belki her bir kelimesinin hatta her bir harfinin pek çok mânâları ve mûcizelik cihetleri bulunduğunu beyan etmişlerdir. Bu konuda Üstad Bediüzzaman (rh) şunları söyler: “Ehl-i hakîkatın çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında pek çok münasebatı ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhları (mânâ yönlerini), alâkaları göstermişler. Hususan ülema-i ilm-i huruf (harflerin sırlarını anlatan ilmin âlimleri) daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ânda, bir sahife kadar esrarı (sırları), ehline beyan ederek isbat etmişler.
Hem madem Hâlık-ı Külli Şey’in (her şeyin yaratıcısının) kelâmıdır (sözüdür); herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil (sırlardan oluşan) bir cesed-i manevîye (manevî bir bedene) kalb ve bir şecere-i maneviyeye (manevî bir ağaca) çekirdek hükmüne geçebilir. İşte insanın sözlerinde, Kur’ânın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da, çok münâsebat (bağlantılar) gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit (her şeyi kuşatan bir ilim) lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.” (1)
EN BÜYÜK İ’CÂZ DERECESİ
Kur’ân’ın, yüksek edebîyat ve belağat seviyesi, gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, geçmiş ümmetlerin hallerini görürcesine haber vermesi, hadsiz ilimlerle dolu olması, küçücük çocukların kolaylıkla ezberleyip hafız olması gibi çok çeşitli mûcizelik yönleri vardır. İki yüze kadar ulaşan bu mûcizelik cihetlerinden kırk tanesini Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Mucizât-ı Kur’âniye nâmındaki risalesinde (25. Söz, Zülfikar) âyetlerden numûneler göstererek izah ve isbat etmiştir. O kırk vecihden birisi Kur’ân-ı Hakîm’in, insanların kendi fikirleriyle asla çözemeyecekleri üç büyük meseleyi büyük bir maharetle ve tam bir açıklıkta ve mükemmel bir uyum içerisinde halletmesidir. “Kur’ânın en büyük derece-i icazı” yani en büyük mûcizelik yönü dediği o üç meseleyi çözmesini, mealen, şöyle anlatmaktadır.(2)
1-Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, yaradılmışların hakâikatine dair -ki o hakîkat, dünyanın başlangıcından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve arştan yere, zerreden güneşe kadar yayılmış olan yaradılış ağacının hakîkatine dair Kur’ân’ın beyanları o kadar dengeli ve münasebetli ve o kâinat ağacının herbir azâ ve meyvesini o kadar lâyık bir surette tarif etmiştir ki, bütün Kur’ân muhakkikleri incelemelerinin neticesinde Kur’ân’ın kâinatı bu şekilde tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Kâinatın gizli sırlarını ve yaradılışın kapalı manalarını keşf eden ve açan yalnız sensin ey Kur’ân-ı Kerim!” demişler.
2-Temsilde kusur yok. Allah’ın isim ve sıfatları, fiilleri ve işlerini nûrânî bir Tûbâ Ağacı hükmünde temsil edersek; o nurlu ağacın nihayetsiz büyük dairesi ezelden ebede uzanıp gidiyor. Büyüklüğünün sınırları, uçsuz bucaksız bir fezada yayılıp ihata ediyor, kuşatıyor. İcraatlarının sınırları “Allah kişi ile kalbi arasına girer” (3) “Dâneleri ve çekirdekleri çatlatıp yarandır” (4) hududundan tut, tâ “(Kıyâmet günü) Gökler de onun sağ eliyle (kudretiyle) dürülmüşlerdir.” (5) “Gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (6) hududuna kadar yayılmış o nûrânî hakîkati bütün dal ve budaklarıyla, gayeleri ve meyveleriyle o kadar uyumla birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden yabani düşmeyecek bir surette o isimlerin ve sıfatların işlerin ve fiillerin hakîkatlerini beyan eder ki; bütün kalp gözü açık ve manevî âlemlerde dolaşan irfan ve hikmet sahibi büyük zatlar, Kur’ân’ın o beyanlarına karşı “Sübhânallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutâbık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.
3-Meselâ: Bütün yaratılmışlar dairesi ve yaratıcının isimleri ve sıfatları dairesine bakan, hem o iki büyük manevî ağacın bir tek dalı hükmünde olan imanın altı şartı ve o şartların dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir uyumluluk gözetilerek tasvir eder ve o derece bir dengelilik sûretinde tarif eder ve o mertebe bir münâsebet tarzında gösterir ki, insan aklı hakkıyla anlamaktan âciz kalır ve güzelliğine karşı hayran olur. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin beş şartı aralarında ve o şartların tâ en ince ayrıntıları, en küçük âdâbı ve en uzak gayeleri ve en derin hikmetleri ve en küçük meyvelerine varıncaya kadar aralarında güzel bir uyum ve mükemmel bir münâsebet ve tam bir dengeyi muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’ân’ın açık ve kapalı hükümlerinden ve işaret ve remizlerinden çıkan büyük İslâm şeriatının kusursuz düzeni ve dengesi ve uyum ve sağlamlığındaki güzellik; çürütülemez, adaletli bir şahid, şübhe getirmez bir kesin delildir. Demek oluyor ki, Kur’ân’ın beyan ve açıklamaları, bir insanın sınırlı ilmine hususan bir ümmînin yani hiç kimseden ders almamış birinin ilmine dayanamaz. Belki her şeyi kuşatan bir ilme dayanıyor ve bütün varlıklar birden görebilir, ezelden ebede kadar bütün hakikatları bir anda gören zâtın sözüdür. Yani Allah’ın kelâmıdır.
KUR’ÂN ALLAH’IN KELÂMIDIR
Özetleyecek olursak;
1-Kur’ân şu kâinattan ve içindekilerden öyle bahseder ki bütün âlemeleri yaratmayan her an her şeyi göremeyen o şekilde bahsedemez.
2-Cenab-ı Hak, kendi kitabında kendi zatını, sıfatlarını ve isimlerini ve icraatlarını öyle bir tarzda anlatıyor ki, ancak, Allah kendini öyle anlatıp ders verebilir. Âciz ve küçücük bir insanın gayb perdesi arkasındaki âlemlerin Rabbini sönük akıl feneriyle bu şekilde tanıyıp keşfetmesi mümkün değildir.
3-Kur’ân imanın altı esasını ve bunlardan çıkan pek çok imani meseleleri öyle anlatmıştır ki, tarih boyunca pek çok felsefe cereyanları bazen o meselelerin en küçükleri içinde boğulup çıkamamışlardır. Ve İslâmiyetin beş şartı ve ondan çıkan İslâm şeriatı hakim olduğu kıtalarda ve yaşandığı 14 asır boyunca insanları saadet, adalet ve fazilet üzere yönetmiştir. Bu da gösteriyor ki, bütün insanlara dünyada ve âhirette huzur ve saadeti verecek hayat nizamı, ancak Allah’ın kelâmıyla ortaya çıkabilir. Başka türlü olamayacağının en büyük delili, ona muhalif fikirlerin ve cereyanların hâkim olduğu bugünün dünyasında ortalığı saran zulümler, perişaniyetler ve huzursuzluklardır.
Nasılki Kur’ânı dinleyen, onu dinlemekten aldığı feyizle Allah kelâmı olduğunu hissedebîliyor ve ifade tarzına ve edebîyatına dikkat eden, ulaştığı insan üstü edebî zevk ve belağat seviyesiyle mûcize olduğunu anlayabiliyor ise onun gibi mânâlarını ve içindeki ilimleri anlayarak mütalaa eden bir kimse de o ilimlerin ve o mânâların asla âciz bir beşerin basit düşüncesinin mahsulü olamayacağını katiyen anlayabilir.
O kırk vecihten birisi Kur’ân-ı Hakîm’in, insanların kendi fikirleriyle asla çözemeyecekleri üç büyük meseleyi büyük bir maharetle ve tam bir açıklıkta ve mükemmel bir uyum içerisinde halletmesidir.
Kaynaklar:
Osmanlıca Zülfikar, Mucizat-ı Ahmediye,
18.İşaretin İkinci Nüktesi, s.231
Osmanlıca Zülfikar, Mucizat-ı Kur’âniye,
3.Şulenin 1. Ziyası, s.62
Enfal, 24
En’am, 95
Zümer, 67
A’râf, 54
Kaynak: irfanmektebi
Nasılki Kur’ânı dinleyen, onu dinlemekten aldığı feyizle Allah kelâmı olduğunu hissedebîliyor ve ifade tarzına ve edebîyatına dikkat eden, ulaştığı insan üstü edebî zevk ve belağat seviyesiyle mûcize olduğunu anlayabiliyor ise onun gibi mânâlarını ve içindeki ilimleri anlayarak mütalaa eden bir kimse de o ilimlerin ve o mânâların asla âciz bir beşerin basit düşüncesinin mahsulü olamayacağını katiyen anlayabilir.
Kur’ân-ı Kerîm, bütün peygamberlerin efendisi ve peygamberlik silsilesinin son halkası olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed (asm)’ın en büyük ve ebedî mûcizesidir. O Kitâb-ı Mübîn, İsm-i Azam’dan ve bütün isimlerin azamî mertebelerinden geldiği için bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır.
Yani Rabbimizin bütün kâinattaki bütün hikmet ve gayelerini ve tecellîlerini anlatan en yüce sözüdür. Elbette nihayetsiz bir ilm-i ezeliye dayanan böyle bir kelâmın hadsiz seçkin meziyetleri ve pek çok mûcizelik cihetleri olacaktır.
Nasılki insanlar konuşma ve yazı san’atında çeşit çeşit edebî eserler, şiirler, hitâbeler ve edebîyat şaheserleri ortaya koymuşlar ve bunlardan bir kısmı ifadelerindeki mükemmellik ve verdiği edebî zevk yönünden hayranlıkla karşılanmış ve unutulmaz klasikler arasına girerek asırlara mal olmuşlardır.
Öyle de yüce kitabımız Kur’ân, bütün edebîyat şaheserlerini fersah fersah geride bırakmış ve bütün edibleri ve belağat ustalarını kendisine secde ettirmiş ve asırları getirdiği nur ile aydınlatarak bütün insanlar toplansa asla yetişemeyecekleri çok yüce bir Allah sözü olduğunu isbat etmiştir.
Araştırmacı büyük İslâm âlimleri Kur’ân’ın değil yalnız her bir sûresinin ve âyetinin belki her bir kelimesinin hatta her bir harfinin pek çok mânâları ve mûcizelik cihetleri bulunduğunu beyan etmişlerdir. Bu konuda Üstad Bediüzzaman (rh) şunları söyler: “Ehl-i hakîkatın çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında pek çok münasebatı ve sair âyetlerdeki cümlelere bakan vücuhları (mânâ yönlerini), alâkaları göstermişler. Hususan ülema-i ilm-i huruf (harflerin sırlarını anlatan ilmin âlimleri) daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ânda, bir sahife kadar esrarı (sırları), ehline beyan ederek isbat etmişler.
Hem madem Hâlık-ı Külli Şey’in (her şeyin yaratıcısının) kelâmıdır (sözüdür); herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil (sırlardan oluşan) bir cesed-i manevîye (manevî bir bedene) kalb ve bir şecere-i maneviyeye (manevî bir ağaca) çekirdek hükmüne geçebilir. İşte insanın sözlerinde, Kur’ânın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da, çok münâsebat (bağlantılar) gözetilerek bir tarz ile yerleştirildiği yerde; bir ilm-i muhit (her şeyi kuşatan bir ilim) lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.” (1)
EN BÜYÜK İ’CÂZ DERECESİ
Kur’ân’ın, yüksek edebîyat ve belağat seviyesi, gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, geçmiş ümmetlerin hallerini görürcesine haber vermesi, hadsiz ilimlerle dolu olması, küçücük çocukların kolaylıkla ezberleyip hafız olması gibi çok çeşitli mûcizelik yönleri vardır. İki yüze kadar ulaşan bu mûcizelik cihetlerinden kırk tanesini Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Mucizât-ı Kur’âniye nâmındaki risalesinde (25. Söz, Zülfikar) âyetlerden numûneler göstererek izah ve isbat etmiştir. O kırk vecihden birisi Kur’ân-ı Hakîm’in, insanların kendi fikirleriyle asla çözemeyecekleri üç büyük meseleyi büyük bir maharetle ve tam bir açıklıkta ve mükemmel bir uyum içerisinde halletmesidir. “Kur’ânın en büyük derece-i icazı” yani en büyük mûcizelik yönü dediği o üç meseleyi çözmesini, mealen, şöyle anlatmaktadır.(2)
1-Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, yaradılmışların hakâikatine dair -ki o hakîkat, dünyanın başlangıcından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve arştan yere, zerreden güneşe kadar yayılmış olan yaradılış ağacının hakîkatine dair Kur’ân’ın beyanları o kadar dengeli ve münasebetli ve o kâinat ağacının herbir azâ ve meyvesini o kadar lâyık bir surette tarif etmiştir ki, bütün Kur’ân muhakkikleri incelemelerinin neticesinde Kur’ân’ın kâinatı bu şekilde tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Kâinatın gizli sırlarını ve yaradılışın kapalı manalarını keşf eden ve açan yalnız sensin ey Kur’ân-ı Kerim!” demişler.
2-Temsilde kusur yok. Allah’ın isim ve sıfatları, fiilleri ve işlerini nûrânî bir Tûbâ Ağacı hükmünde temsil edersek; o nurlu ağacın nihayetsiz büyük dairesi ezelden ebede uzanıp gidiyor. Büyüklüğünün sınırları, uçsuz bucaksız bir fezada yayılıp ihata ediyor, kuşatıyor. İcraatlarının sınırları “Allah kişi ile kalbi arasına girer” (3) “Dâneleri ve çekirdekleri çatlatıp yarandır” (4) hududundan tut, tâ “(Kıyâmet günü) Gökler de onun sağ eliyle (kudretiyle) dürülmüşlerdir.” (5) “Gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (6) hududuna kadar yayılmış o nûrânî hakîkati bütün dal ve budaklarıyla, gayeleri ve meyveleriyle o kadar uyumla birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden yabani düşmeyecek bir surette o isimlerin ve sıfatların işlerin ve fiillerin hakîkatlerini beyan eder ki; bütün kalp gözü açık ve manevî âlemlerde dolaşan irfan ve hikmet sahibi büyük zatlar, Kur’ân’ın o beyanlarına karşı “Sübhânallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutâbık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.
3-Meselâ: Bütün yaratılmışlar dairesi ve yaratıcının isimleri ve sıfatları dairesine bakan, hem o iki büyük manevî ağacın bir tek dalı hükmünde olan imanın altı şartı ve o şartların dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir uyumluluk gözetilerek tasvir eder ve o derece bir dengelilik sûretinde tarif eder ve o mertebe bir münâsebet tarzında gösterir ki, insan aklı hakkıyla anlamaktan âciz kalır ve güzelliğine karşı hayran olur. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin beş şartı aralarında ve o şartların tâ en ince ayrıntıları, en küçük âdâbı ve en uzak gayeleri ve en derin hikmetleri ve en küçük meyvelerine varıncaya kadar aralarında güzel bir uyum ve mükemmel bir münâsebet ve tam bir dengeyi muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’ân’ın açık ve kapalı hükümlerinden ve işaret ve remizlerinden çıkan büyük İslâm şeriatının kusursuz düzeni ve dengesi ve uyum ve sağlamlığındaki güzellik; çürütülemez, adaletli bir şahid, şübhe getirmez bir kesin delildir. Demek oluyor ki, Kur’ân’ın beyan ve açıklamaları, bir insanın sınırlı ilmine hususan bir ümmînin yani hiç kimseden ders almamış birinin ilmine dayanamaz. Belki her şeyi kuşatan bir ilme dayanıyor ve bütün varlıklar birden görebilir, ezelden ebede kadar bütün hakikatları bir anda gören zâtın sözüdür. Yani Allah’ın kelâmıdır.
KUR’ÂN ALLAH’IN KELÂMIDIR
Özetleyecek olursak;
1-Kur’ân şu kâinattan ve içindekilerden öyle bahseder ki bütün âlemeleri yaratmayan her an her şeyi göremeyen o şekilde bahsedemez.
2-Cenab-ı Hak, kendi kitabında kendi zatını, sıfatlarını ve isimlerini ve icraatlarını öyle bir tarzda anlatıyor ki, ancak, Allah kendini öyle anlatıp ders verebilir. Âciz ve küçücük bir insanın gayb perdesi arkasındaki âlemlerin Rabbini sönük akıl feneriyle bu şekilde tanıyıp keşfetmesi mümkün değildir.
3-Kur’ân imanın altı esasını ve bunlardan çıkan pek çok imani meseleleri öyle anlatmıştır ki, tarih boyunca pek çok felsefe cereyanları bazen o meselelerin en küçükleri içinde boğulup çıkamamışlardır. Ve İslâmiyetin beş şartı ve ondan çıkan İslâm şeriatı hakim olduğu kıtalarda ve yaşandığı 14 asır boyunca insanları saadet, adalet ve fazilet üzere yönetmiştir. Bu da gösteriyor ki, bütün insanlara dünyada ve âhirette huzur ve saadeti verecek hayat nizamı, ancak Allah’ın kelâmıyla ortaya çıkabilir. Başka türlü olamayacağının en büyük delili, ona muhalif fikirlerin ve cereyanların hâkim olduğu bugünün dünyasında ortalığı saran zulümler, perişaniyetler ve huzursuzluklardır.
Nasılki Kur’ânı dinleyen, onu dinlemekten aldığı feyizle Allah kelâmı olduğunu hissedebîliyor ve ifade tarzına ve edebîyatına dikkat eden, ulaştığı insan üstü edebî zevk ve belağat seviyesiyle mûcize olduğunu anlayabiliyor ise onun gibi mânâlarını ve içindeki ilimleri anlayarak mütalaa eden bir kimse de o ilimlerin ve o mânâların asla âciz bir beşerin basit düşüncesinin mahsulü olamayacağını katiyen anlayabilir.
O kırk vecihten birisi Kur’ân-ı Hakîm’in, insanların kendi fikirleriyle asla çözemeyecekleri üç büyük meseleyi büyük bir maharetle ve tam bir açıklıkta ve mükemmel bir uyum içerisinde halletmesidir.
Kaynaklar:
Osmanlıca Zülfikar, Mucizat-ı Ahmediye,
18.İşaretin İkinci Nüktesi, s.231
Osmanlıca Zülfikar, Mucizat-ı Kur’âniye,
3.Şulenin 1. Ziyası, s.62
Enfal, 24
En’am, 95
Zümer, 67
A’râf, 54
Kaynak: irfanmektebi