03-13-2024, 09:56 PM
ŞAİRİN HAYAT DEDİĞİ ŞİİR
Sözün dile düştüğü andan itibaren şiirin ve şairin varlığından söz edilir. Belki gönül dilinden dökülenlerin şiir olduğunu bilmeden terennüm edilen sözler daha sonra şiir olarak adlandırılmıştır çünkü insanın doğasında var olan bir hücresel yapı gibidir şiir.
Aprın Çor Tigin söylediği özlü sözlerin şiir olduğunun farkında mıydı bilmiyoruz ama bilinen şu ki sevgisini anlattığı, Allah’a olan muhabbetini dile getirdiği sözleri biz bugün şiir olarak adlandırıyoruz. Hem de bilinen ilk şiirler olarak…
Yaşamak bir serüvenin ardına düşmektir. İnsan var olduğu zaman ve mekân dilinde kendisine yer bulur ve yaşamak denen kaygıyı omuzlar. Aslında yaşamak farkına varmaktır. İnsanın kendi dışında olan bitene de duyduğu ilgi ona “duyarlı” kişi sıfatını kazandırır. Vurdumduymaz olmaktan kurtulup hayatın sesine kulak veren kişi, yaşıyor olma hissesini de dopdolu yerine getiriyor demektir.
Hayatın akışı ne kadar karmaşık olursa olsun bir çiçeğin yolunu kesmesini gören gözdür şair. Baharın sesine, rengine, ruhuna şairler selam durur. Kendini engin yeşilliklere kaptırmasına da gerek yoktur şairin. Hayatın her anında bir çiçeğin gökyüzünü selamlamasını duymak şair yapar kişiyi.
Gelinciklerin yayladaki nazlı nazlı salınışı gelir ve şairin penceresinde endamlı bir seremoniye başlar.
Erguvanların bahardaki resmigeçitlerini de şairlerin efkârı yönetir.
Şiirin ve şairin belirli bir tanımını yapmak mümkün değil. Yapılan tüm tanımlar dar bir kalıptan başka bir anlam ifade etmez. Oysaki şiirin mesafesini tayin etmek birkaç cümleye sığamaz. Şiirin mesafesi dünyanın bütün sınırlarını zorlar. Şairin yeri dünyanın merkezidir. Yanı başında baharda patlayan çiçeği de duyar şair, kendinden milyonlarca ötede patlayan bir bombayı da.
Bir gezintiye çıkmaktır şiir. Yürüyüşüyle dizeler kuran, duruşuyla imgeler toplayan bir yürüyüş bu. Şair, hayata bakmasını bilendir. Bu yüzdendir ki her şair kendi dünyasından bakar hayatın akışına. Ahmet Haşim için şiir bir sesten ibarettir. Şiirin olmazsa olmazı musikidir ve şair akşamın alacakaranlığında, çıktığı yürüyüşte göl kıyısından şiirler toplamıştır bir vaktin sesini muştulayan.
“Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam”
Mehmet Akif için şiir bir davanın sesidir, tebliğ metodudur, yürek çarpıntısıdır, hayata mümince bir bakıştır. Yazdığı gibi yaşamak, yaşadığı gibi yazmaktır.
“Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”
Gönül gözüyle görmenin adıdır şiir. Yaratılan her zerreyi Hakk’ın bir tecellisi olarak görmek için gözün değil gönlün görmesi yeterlidir. Veysel’de olduğu gibi;
“Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yârim kara topraktır”
Yunus Emre’dir şiir. Yollara düşüren, bir çiçeğe selam veren, dünyanın her köşesine Yaradan’ın selamını ileten bir yol dervişinin en içli nağmesidir şiir.
“Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlam seni”
Sözünden samimiyetini hissettirendir şair. Bu ağır bir yük olsa da şair sıfatı kişinin üzerindeki en asil giysilerden biridir. Yazdıkları ile yaşantısını dengede tutarak kalıcı olur şair. Şiirin sahihliği ve hakikati işaret etmesi de şairin doğrulayıcı yönünü güçlendirir. Bu, ölüm bile olsa hakikat budur. Şair, şiirinde ölümünün de habercisi olacak kadar kendini sanatına verendir. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümün habercisi bir şair olması şiirlerinde aşikârken ne kadar kaçarsa kaçsın ölüme erken yakalanan şairler safındaki yerini almıştır. Hem de ölümden kaçışın en güzel şiirlerini yazan bir şair olarak:
“Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.”
Şiir hayatın sesidir. Hayatla şiirin arasındaki mesafe azaldıkça dizelerin sıcaklığı daha çok hissedilir. Orhan Veli’yi düşünelim. Kendinden önceki devasa bir edebiyat anlayışının tam tersi bir düşünceyle şiirler yazmış, Garip Akımı’nın edebiyatımızda yer tutmasını sağlamış önemli bir isim. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet onun kadar sadık kalamamıştır Garip Akımı’na.
Günlük hayat akıp gidiyor. Bu akıştan şair yeni bir hayat kurmak için kurmaca bir terimsel anlam yüklüyor kendine. Kurmaca olmasa her şey sadece olduğu gibi karşılık bulur bizde. Ağaç var olduğu şekliyle, çiçek, ırmak, ev, çocuk… var oldukları şekillerde şiirde olur o zaman. Bunlara şiir elbisesini giydirirken şair kurmacayı kullanır. Zamanla, değişen dünya düzeni ile giydirilen elbisenin şekli, ruhu, rengi değişse de elbise varlığıyla aramızda olmaya devam eder. İşte, hayata elbiseyi uydurmanın ustalığıdır şiir.
Orhan Veli’nin edebiyatımızda yapmak istediği aslında şiirin var oluşundan bu yana yapılmak istenenle aynı noktaya çıkıyor. Hayattan şiirler kurmak. Peki bu her zaman mümkün olmuş mu? Elbette değil. Hayata kapalı, şairin içine açılan vakitlerden geçen edebiyat dönemlerimiz de oldu bizim. Halk edebiyatı halkın içinden bir ses olarak varlığını sürdürse de divan edebiyatı etkisinden ve var olduğu çevrenin gücünden dolayı sesini daha gür çıkarmıştır. Orhan Veli, kendi dışında da bir hayat olduğunun farkına varılmasını isteyen bir anlayışla şiirler yazan bir şair. “Yoldan geçen adam” Orhan Veli sayesinde şiire giriyor ve şair bir akımın da temelini oluşturuyor.
Kendi dışındaki dünyayı anlatırken sanatın değişmez erklerini terk etmez Orhan Veli. “Sanat” esastır onun şiirinde. Sıradan yaşamı şiire dönüştürmenin ustası olarak yer eder edebiyat hafızamızda.
“Cep delik, cepken delik,
Kol delik, mintan delik,
Yen delik, kaftan delik,
Kevgir misin be kardeşlik!”
Şairlerin yolunu çiçekler kesmeli. Bir gül çıkmalı önüne açılmalı yaprakları tek tek huzur veren kokusuyla. Bir papatya çok anlamlı olmalı, bir lale çok narin, bir zambak tarih sayfaları kadar görkemli…
Çiçekler toplamalı, dağ çiçekleri. Çocukların üzerlerine serpmek için renk renk çiçekler toplamalı. Filistinli ve tüm mazlum çocuklara ulaşmalı çiçekler. Uçaklar geçerken üstümüzden, çiçek atsınlar bize, çocuklar çocukluğunu bilsin, diyen çocuklara çiçek toplamalı dağlardan. Çiçekler, en çok çocuklara yakışıyor. Yanaklarına ve gülen gözlerine yakışıyor çiçekler.
Çiçekler, umuttur aslında. Izdırap dolu yüreklerin genişlemesi için bir umut ışığıdır. Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil’e ithaf ettiği “Birazdan Gün Doğacak” şiirine umut dolu bir başlangıç yapar; “beton duvarlar arasında bir çiçek açtı.”
Hızla şehirleşen, kentli bir yaşam sürmekteyiz. Betonlar arasında beliren bir çiçek, umuttur yüreklere. Yozlaşmaya başlayan dünyamızda, gönlümüzü renklendiren yürek devletinin çiçeklerini de ayaküstü karşılamalı ve Erdem Bayazıt gibi tekrarlamalıyız inancımızı; “siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde/ karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz.”
Biz toplum olarak severiz çiçekleri. Osmanlı’nın bir dönemine lale ismini verdiğimizden, Kainatın Efendisi’ni gül ile adlandırmamızdan da anlayabiliriz bunu. En güzel duruşu zambağa benzetiriz, erguvan deriz baharın kokusuna.
Ümmî Sinan, ne güzel anlatır bir şehri, şehirler şehrini; “gül alırlar gül satarlar/ gülden terazi kurarlar/gülü gül ile tartarlar/ çarşı pazar güldür gül./
Ve şair olmaktır her yazarın kaderi. Şair ruhlu bir toplum olmamızdan olsa gerek eli kalem tutmaya başlayanların diline ilk cümle olarak genelde şiirler düşmüştür. Bunu yüreklilikle söyleyenler olduğu gibi şiirler yazdığını herkesten gizleyen ve ancak öldükten sonra şiirleriyle tanış olduğumuz isimler de edebiyat dünyamızda gizli şair olarak kayıtlara geçmiştir.
Türk hikâyeciliğinin en önemli ismi Ömer Seyfettin, ilk olarak şiirler yazmış, dergilerde şiirleriyle yer almış, daha sonra hikâyeye yönelmiştir. Gelelim günümüze; Mustafa Kutlu da şiirler yazmış, daha sonra günümüz hikâyeciliğinin önemli isimleri arasındaki yerini almıştır.
Hikâyeci-şair olduğu gibi şair-hikâyeci vasfıyla eserler verenler de elbette var. Bunun en iyi örneklerinden biri de Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Şairdir Tarancı. Ölümün ayak seslerini şiirinde en iyi duyuran şairin şiirlerinden başka bir de hikâyeleri vardır ki bunlar onun şiirinin arka planıdır diyebiliriz.
Kitabının ismi “Gün Eksilmesin Penceremden”dir Tarancı’nın. Her ne kadar kitapta bu isimde bir hikâye yer almasa da Cahit Sıtkı’nın en gözde şiirlerinden biridir bu. Cahit Sıtkı, kitabına bu ismi vererek yakasına yapışan ölüm korkusunu hikâyelerine de taşıdığını göstermek istemiştir. Bunun ilk ipucunu da kitabın ilk hikâyesi “Pencerelerden Korkan Adam”da görmekteyiz. Ölüm korkusunu her satıra yansıtmaktaki hünerini burada da gösteren Cahit Sıtkı, hikâyesini kendisine yakışan bir şekilde; “Demek insan bazen nasıl öleceğini kestirebiliyor.” şeklinde bitirir. Yazılanlar hikâye de olsa, karşımızda bildiğimiz Cahit Sıtkı vardır; baştan sona şair.
Şair, okyanuslara doğru yol alan bir yelkenli gibidir. Önünde uçsuz bucaksız bir imgeler dünyası ve ona güç olacak bir rüzgâr… Yaşadıkça ve yol aldıkça şiirler devşirecek hayattan. Ömrünü şiire adadıkça; “Şair şair dedikleri, birkaç dize birkaç şiir.” diyerek ardında bıraktıklarıyla iz bırakacak dünyaya.
Mustafa UÇURUM
Diyanet Aile Dergisi
Sözün dile düştüğü andan itibaren şiirin ve şairin varlığından söz edilir. Belki gönül dilinden dökülenlerin şiir olduğunu bilmeden terennüm edilen sözler daha sonra şiir olarak adlandırılmıştır çünkü insanın doğasında var olan bir hücresel yapı gibidir şiir.
Aprın Çor Tigin söylediği özlü sözlerin şiir olduğunun farkında mıydı bilmiyoruz ama bilinen şu ki sevgisini anlattığı, Allah’a olan muhabbetini dile getirdiği sözleri biz bugün şiir olarak adlandırıyoruz. Hem de bilinen ilk şiirler olarak…
Yaşamak bir serüvenin ardına düşmektir. İnsan var olduğu zaman ve mekân dilinde kendisine yer bulur ve yaşamak denen kaygıyı omuzlar. Aslında yaşamak farkına varmaktır. İnsanın kendi dışında olan bitene de duyduğu ilgi ona “duyarlı” kişi sıfatını kazandırır. Vurdumduymaz olmaktan kurtulup hayatın sesine kulak veren kişi, yaşıyor olma hissesini de dopdolu yerine getiriyor demektir.
Hayatın akışı ne kadar karmaşık olursa olsun bir çiçeğin yolunu kesmesini gören gözdür şair. Baharın sesine, rengine, ruhuna şairler selam durur. Kendini engin yeşilliklere kaptırmasına da gerek yoktur şairin. Hayatın her anında bir çiçeğin gökyüzünü selamlamasını duymak şair yapar kişiyi.
Gelinciklerin yayladaki nazlı nazlı salınışı gelir ve şairin penceresinde endamlı bir seremoniye başlar.
Erguvanların bahardaki resmigeçitlerini de şairlerin efkârı yönetir.
Şiirin ve şairin belirli bir tanımını yapmak mümkün değil. Yapılan tüm tanımlar dar bir kalıptan başka bir anlam ifade etmez. Oysaki şiirin mesafesini tayin etmek birkaç cümleye sığamaz. Şiirin mesafesi dünyanın bütün sınırlarını zorlar. Şairin yeri dünyanın merkezidir. Yanı başında baharda patlayan çiçeği de duyar şair, kendinden milyonlarca ötede patlayan bir bombayı da.
Bir gezintiye çıkmaktır şiir. Yürüyüşüyle dizeler kuran, duruşuyla imgeler toplayan bir yürüyüş bu. Şair, hayata bakmasını bilendir. Bu yüzdendir ki her şair kendi dünyasından bakar hayatın akışına. Ahmet Haşim için şiir bir sesten ibarettir. Şiirin olmazsa olmazı musikidir ve şair akşamın alacakaranlığında, çıktığı yürüyüşte göl kıyısından şiirler toplamıştır bir vaktin sesini muştulayan.
“Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam”
Mehmet Akif için şiir bir davanın sesidir, tebliğ metodudur, yürek çarpıntısıdır, hayata mümince bir bakıştır. Yazdığı gibi yaşamak, yaşadığı gibi yazmaktır.
“Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”
Gönül gözüyle görmenin adıdır şiir. Yaratılan her zerreyi Hakk’ın bir tecellisi olarak görmek için gözün değil gönlün görmesi yeterlidir. Veysel’de olduğu gibi;
“Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yârim kara topraktır”
Yunus Emre’dir şiir. Yollara düşüren, bir çiçeğe selam veren, dünyanın her köşesine Yaradan’ın selamını ileten bir yol dervişinin en içli nağmesidir şiir.
“Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlam seni”
Sözünden samimiyetini hissettirendir şair. Bu ağır bir yük olsa da şair sıfatı kişinin üzerindeki en asil giysilerden biridir. Yazdıkları ile yaşantısını dengede tutarak kalıcı olur şair. Şiirin sahihliği ve hakikati işaret etmesi de şairin doğrulayıcı yönünü güçlendirir. Bu, ölüm bile olsa hakikat budur. Şair, şiirinde ölümünün de habercisi olacak kadar kendini sanatına verendir. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümün habercisi bir şair olması şiirlerinde aşikârken ne kadar kaçarsa kaçsın ölüme erken yakalanan şairler safındaki yerini almıştır. Hem de ölümden kaçışın en güzel şiirlerini yazan bir şair olarak:
“Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.”
Şiir hayatın sesidir. Hayatla şiirin arasındaki mesafe azaldıkça dizelerin sıcaklığı daha çok hissedilir. Orhan Veli’yi düşünelim. Kendinden önceki devasa bir edebiyat anlayışının tam tersi bir düşünceyle şiirler yazmış, Garip Akımı’nın edebiyatımızda yer tutmasını sağlamış önemli bir isim. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet onun kadar sadık kalamamıştır Garip Akımı’na.
Günlük hayat akıp gidiyor. Bu akıştan şair yeni bir hayat kurmak için kurmaca bir terimsel anlam yüklüyor kendine. Kurmaca olmasa her şey sadece olduğu gibi karşılık bulur bizde. Ağaç var olduğu şekliyle, çiçek, ırmak, ev, çocuk… var oldukları şekillerde şiirde olur o zaman. Bunlara şiir elbisesini giydirirken şair kurmacayı kullanır. Zamanla, değişen dünya düzeni ile giydirilen elbisenin şekli, ruhu, rengi değişse de elbise varlığıyla aramızda olmaya devam eder. İşte, hayata elbiseyi uydurmanın ustalığıdır şiir.
Orhan Veli’nin edebiyatımızda yapmak istediği aslında şiirin var oluşundan bu yana yapılmak istenenle aynı noktaya çıkıyor. Hayattan şiirler kurmak. Peki bu her zaman mümkün olmuş mu? Elbette değil. Hayata kapalı, şairin içine açılan vakitlerden geçen edebiyat dönemlerimiz de oldu bizim. Halk edebiyatı halkın içinden bir ses olarak varlığını sürdürse de divan edebiyatı etkisinden ve var olduğu çevrenin gücünden dolayı sesini daha gür çıkarmıştır. Orhan Veli, kendi dışında da bir hayat olduğunun farkına varılmasını isteyen bir anlayışla şiirler yazan bir şair. “Yoldan geçen adam” Orhan Veli sayesinde şiire giriyor ve şair bir akımın da temelini oluşturuyor.
Kendi dışındaki dünyayı anlatırken sanatın değişmez erklerini terk etmez Orhan Veli. “Sanat” esastır onun şiirinde. Sıradan yaşamı şiire dönüştürmenin ustası olarak yer eder edebiyat hafızamızda.
“Cep delik, cepken delik,
Kol delik, mintan delik,
Yen delik, kaftan delik,
Kevgir misin be kardeşlik!”
Şairlerin yolunu çiçekler kesmeli. Bir gül çıkmalı önüne açılmalı yaprakları tek tek huzur veren kokusuyla. Bir papatya çok anlamlı olmalı, bir lale çok narin, bir zambak tarih sayfaları kadar görkemli…
Çiçekler toplamalı, dağ çiçekleri. Çocukların üzerlerine serpmek için renk renk çiçekler toplamalı. Filistinli ve tüm mazlum çocuklara ulaşmalı çiçekler. Uçaklar geçerken üstümüzden, çiçek atsınlar bize, çocuklar çocukluğunu bilsin, diyen çocuklara çiçek toplamalı dağlardan. Çiçekler, en çok çocuklara yakışıyor. Yanaklarına ve gülen gözlerine yakışıyor çiçekler.
Çiçekler, umuttur aslında. Izdırap dolu yüreklerin genişlemesi için bir umut ışığıdır. Erdem Bayazıt, Nuri Pakdil’e ithaf ettiği “Birazdan Gün Doğacak” şiirine umut dolu bir başlangıç yapar; “beton duvarlar arasında bir çiçek açtı.”
Hızla şehirleşen, kentli bir yaşam sürmekteyiz. Betonlar arasında beliren bir çiçek, umuttur yüreklere. Yozlaşmaya başlayan dünyamızda, gönlümüzü renklendiren yürek devletinin çiçeklerini de ayaküstü karşılamalı ve Erdem Bayazıt gibi tekrarlamalıyız inancımızı; “siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde/ karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz.”
Biz toplum olarak severiz çiçekleri. Osmanlı’nın bir dönemine lale ismini verdiğimizden, Kainatın Efendisi’ni gül ile adlandırmamızdan da anlayabiliriz bunu. En güzel duruşu zambağa benzetiriz, erguvan deriz baharın kokusuna.
Ümmî Sinan, ne güzel anlatır bir şehri, şehirler şehrini; “gül alırlar gül satarlar/ gülden terazi kurarlar/gülü gül ile tartarlar/ çarşı pazar güldür gül./
Ve şair olmaktır her yazarın kaderi. Şair ruhlu bir toplum olmamızdan olsa gerek eli kalem tutmaya başlayanların diline ilk cümle olarak genelde şiirler düşmüştür. Bunu yüreklilikle söyleyenler olduğu gibi şiirler yazdığını herkesten gizleyen ve ancak öldükten sonra şiirleriyle tanış olduğumuz isimler de edebiyat dünyamızda gizli şair olarak kayıtlara geçmiştir.
Türk hikâyeciliğinin en önemli ismi Ömer Seyfettin, ilk olarak şiirler yazmış, dergilerde şiirleriyle yer almış, daha sonra hikâyeye yönelmiştir. Gelelim günümüze; Mustafa Kutlu da şiirler yazmış, daha sonra günümüz hikâyeciliğinin önemli isimleri arasındaki yerini almıştır.
Hikâyeci-şair olduğu gibi şair-hikâyeci vasfıyla eserler verenler de elbette var. Bunun en iyi örneklerinden biri de Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Şairdir Tarancı. Ölümün ayak seslerini şiirinde en iyi duyuran şairin şiirlerinden başka bir de hikâyeleri vardır ki bunlar onun şiirinin arka planıdır diyebiliriz.
Kitabının ismi “Gün Eksilmesin Penceremden”dir Tarancı’nın. Her ne kadar kitapta bu isimde bir hikâye yer almasa da Cahit Sıtkı’nın en gözde şiirlerinden biridir bu. Cahit Sıtkı, kitabına bu ismi vererek yakasına yapışan ölüm korkusunu hikâyelerine de taşıdığını göstermek istemiştir. Bunun ilk ipucunu da kitabın ilk hikâyesi “Pencerelerden Korkan Adam”da görmekteyiz. Ölüm korkusunu her satıra yansıtmaktaki hünerini burada da gösteren Cahit Sıtkı, hikâyesini kendisine yakışan bir şekilde; “Demek insan bazen nasıl öleceğini kestirebiliyor.” şeklinde bitirir. Yazılanlar hikâye de olsa, karşımızda bildiğimiz Cahit Sıtkı vardır; baştan sona şair.
Şair, okyanuslara doğru yol alan bir yelkenli gibidir. Önünde uçsuz bucaksız bir imgeler dünyası ve ona güç olacak bir rüzgâr… Yaşadıkça ve yol aldıkça şiirler devşirecek hayattan. Ömrünü şiire adadıkça; “Şair şair dedikleri, birkaç dize birkaç şiir.” diyerek ardında bıraktıklarıyla iz bırakacak dünyaya.
Mustafa UÇURUM
Diyanet Aile Dergisi