Hakkalyakin Forum

Full Version: Osmanli da devlet yönetimi
You're currently viewing a stripped down version of our content. View the full version with proper formatting.

Osmanli da devlet yönetimi

DEFTERDÂR


Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan "defterdâr" "defter tutan" demektir. Dogudaki Müslüman devletlerin "müstevfi" dedikleri görevliye Osmanlilar, defterdâr diyorlardi. Bir bakima günümüzdeki Maliye bakanligi mânâsini ifade eder. Osmanlilar, XIV. asrin son yarisinda ve Sultan I. Murad zamaninda maliye teskilâtinin temelini atip onu tedricen gelistirmislerdir. Buna bakarak Osmanlilarin daha kurulus yillarindan itibaren maliye isleri üzerinde önemle durduklari söylenebilir. Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü esnasinda oglu Orhan'a yaptigi vasiyetinden bahs ederken onun "beytü'l-mal-i müslimîn"i korumasi gerektigini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve gereksiz yere para harcamamasi gerektigine isaretle bunun önemini belirttigine temas eder.

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tedvin ettirilmis olan kanunnâme-i Âl-i Osman ile diger kanunnâmelere göre defterdâr, padisah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dis hazine ile maliye kayitlarini ihtiva eden devlet hazinesinin açilip kapanmasi defterdârin huzurunda olurdu. Baska bir ifade ile hazinenin açilmasinda hazir bulunmak, defterdârin vazifeleri arasinda bulunuyordu. Divân'in aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece sali günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber, padisahin huzurunda okuyacagi telhîs hakkinda daha önce vezir-i a'zamla görüsür ve onun muvafakatini alirdi. Bayram tebriklerinde padisah vezirlere oldugu gibi defterdarlara da ayaga kalkardi.

Genel olarak devlet gelirlerini çogaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olani da muhafaza altinda bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kurulus yillarinda bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçlarin çogalmasi yüzünden sayilan artirildi. Bunlar, II. Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdâri veya bas defterdâr ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdâri olmak üzere iki kisi idi. Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesine göre daha sonraki dönemlerde bas defterdârdan baska Anadolu defterdâri ile "sIkk-i sânî" denilen defterdârlar vardir. Bunlar da bas defterdâr ile divana devam ederler. Sefer esnasinda bas defterdâr ordu ile gittigi zaman, Anadolu defterdâri onun yerine vekâleten bakardi.

Defterdârlar, kendilerini ilgilendiren malî islerdeki sIkâyetleri, Defterdâr Kapisi'nda akd edilen divanda dinler ve gerek görülürse "tugrali ahkâm" verirlerdi. Zaten kanunnâmeye göre kendilerine bu selahiyet verilmistir. Her defterdâr, kendi dairesinden çikan evrakin arkasini imzalardi. On yedinci asrin ortalarindan itibaren bütün maliye hükümlerinin (tugrali ahkâm) arkalarina kuyruklu imza koyma hakki, bas defterdâra verildi. Bundan baska bas defterdâr, divan karari ile malî tayinlere ait kuyruklu imzasi ile "buyruldu" yazmakla birlikte bunun üst kenari sadr-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr, sadr-i a'zama re'sen yazdigi veya havale edilmis bir muameleli kagit üzerine cevap verdiği zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardi.

Kanunnâmede bas defterdâr ve vazifeleri hakkinda su bilgiler verilmektedir:

"Bas defterdâr pâye ve itibarda "nisanci" gibidir. Bas defterdâr olan mal vekilidir. Ve kendi evinde divân eder. Ve maliyeye müteallik davalari dinler. Maliye tarafindan ahkâm verir. Ve ahkâmin zahrina (tugrali ahkâmin arkasina) kuyruklu imza çeker. Ve tahsil-i mal-i mirî için mültezimleri haps eder. Ve mahallinde mukataati tevcih edüp buyurur. Ama "pençe" çekmez. Ve bi'l-cümle mal-i beytü'l-mali tahsil ve hazineyi tekmil ile memur olup beytü'l-mala müteallik olan umur-i cumhuru onlar görür. Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasini himaye babinda sa'y-i kesir etmek ve söz tutmayip fukaraya zulm eden mültezimleri vekil-i devlete arz ve ta'zir ettirmek, defterdârlarin lazime-i zimmetleri ve zahri ahiretleridir (ahiret aziklari). Hususan emval-i yetamadan (yetim mallarindan) hazine-i âmireyi siyânet (korumak) ve beytü'l-mal-i müslîmîni mal-i haramdan himayet etmek. Kanunnâme metninden anlasilacagi üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdârlarin vazifeleri, sadece devlet hazinesini zenginlestirmek degildir. Onlar, devlet hazinesine haram malin girmesine engel olmak zorunda olduklari gibi yetim mali dahi sokmayacaklardir.

Onsekizinci asir baslarindan itibaren Rumeli defterdârlarina veya bas defterdâra "sIkk-i evvel", Anadolu defterdârina "sIkk-i sânî", üçüncü defterdâra da "sIkk-i sâlis" adi verildi.

Icraat ve tahsilatta defterdârin icra memuru olarak maiyetinde farkli vazifeleri bulunan bes görevli bulunurdu. Bunlardan ilki, bas bakikulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdârlikta bunun bir dairesi olup emri altinda bakikulu ismiyle altmis kadar mübasir vardir.

Bunlar, hazineye borcu olup vermiyenleri hapis ve sIkIstirma ile tahsilat yaparlardi. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar bas bakikulu hapishanesinde tutuklanirlardi.

îkinci icra memuru, cizye bas bakikuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanlari takip eder. Iltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememis veya yatirmamis olanlari takib ederdi.

Adi geçen dairenin üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezâret eden veznedar basidir. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardi. Bas defterdârin icra memurlarindan dördüncüsü sergi nâziri, besincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatinin defterini tutuyorlardi.

Defterdâr tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayinda sadir olan Hatt-i hümâyun mucibince terk edilerek yerine "Maliye Nezâreti" tabiri kullanilmistir.

NISANCI

Osmanli devlet teskilâtinda Divan-i Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanilan bir tabirdir. Nisan kelimesinden türetilmis olan "Nisanci", ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm ve biti gibi devlet resmî evrakinin bas tarafina padisahin imzasi demek olan nisani koyardi. Bu görevliye nisanci, muvakkî, tevkiî ve tugraî gibi isimler de verilirdi.

Osmanli devlet teskilâtinda XVIII. asir baslarina kadar önemli bir makam olan nisancilik, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Nisancilik müessesesinin basinda bulunan görevliye Osmanlilar'da nisanci denirken, Abbasîler'de buna "Reisu Divani'l-Insa" deniyordu. Bu teskilat, sadece Müslüman Dogu'da degil, Bati Müslüman devletlerinde de vardi. Nitekim batida devlet kurmus ve zaman zaman Endülüs'e de geçmis bulunan Merinîler (592-956 = 1196-1458)'de "Divanu'l-insa" adi ile ayni görevi yerine getiren bir müessese vardi. Büyük Selçuklular'da da ayni vazifeyi gören bir divan vardi ki, bu divanin basindaki görevliye "Sahib-i Divan-i Tugra ve Insa" adi veriliyordu. Bazan da sadece "Tugraî" deniyordu. Bu zat, hükümdarin mensûr, ferman vs. gibi isimler altinda çikardigi emirnâmelere, onun isaret ve tugrasini koymakla görevliydi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkez teskilati içinde de ayni görevleri yerine getiren ve adina "Tugraî" denilen bir görevlinin bulundugunu belirtmek gerekir. Kalkasandî, Misir'daki bu hizmeti bes merhalede ele alir ve Memlûklerde bu görevi üstlenen kisiye "Kâtibu's-Sir" veya "Sahibu Divani'l-însa" adinin verildigini bildirir. Görüldügü gibi müesseselesmis hali ile Abbasîlerde görülen nisancilik, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da olacakti. Bunun için Osmanli Devleti'nin merkez teskilâti içinde önemli bir yeri bulunan divanin azalarindan biri de "Nisanci" adini tasiyan görevli idi. Önemli hizmeti bulunmasina ragmen, nisanciligin Osmanlilar'da hangi tarihlerde kuruldugu kesin olarak tesbit edilebilmis degildir. Bununla beraber, bazi arastiricilar bu kurulusu Osmanli Devleti'nin ikinci hükümdari olan Orhan Gazi dönemine kadar çikarirlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tugra bulunmaktadir. Bu da nisanciligin basit sekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde var oldugunun bir isareti olarak kabul edilebilir. Keza, bu tabirin devletin ilk zamanlarinda kullanildigini gösteren kayitlar da vardir. Nitekim, Sultan Ikinci Murad'in emri ile Türkçe'ye tercüme edilen Ibn Kesir tarihinin Arapça metnindeki "Muvakkî" tabirinin "Nisanci" olarak tercüme edilmesi de bunu göstermektedir. Ibn Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adli tarihinin mütercimi olan zat, nisanci kelimesini kullandigina göre, bu tabir, o dönem Osmanli toplumu arasinda biliniyordu demektir.

Fâtih Sultan Mehmed'in tedvin ettirdigi kanunnâmede bu memuriyetin isim ve selâhiyetleri ile zikr edilmis olmasi, bunun Fâtih'ten önce mevcud oldugunu, fakat onun zamaninda tam anlamiyla gelistigini göstermektedir.

Divan-i Hümâyunda vezir-i a'zamin saginda ve vezirlerin alt tarafinda oturan nisanci, önemli bir hizmeti yerine getiriyordu. Nisancilar, görevleri icabi bazi özellikleri tasiyan kimseler arasindan seçiliyorlardi. Nisanci olacak kimselerin insa konusunda maharetli bulunmalari gerekirdi. Nitekim kiraat ilminin büyük isimlerinden Seyh Muhammed Cezerî'nin küçük oglu Ebu'l-Hayr Muhammed (Muhammed-i Asgar), Misir'dan, Osmanli hizmetine geldigi zaman insadaki kudretinden dolayi kendisine nisancilik verilmisti.

Görevleri icabi olarak insa konusunda maharetli olmalari, devlet kanunlarini iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasinda bag kurup anlari telif etme kabiliyetine sahip bulunmalari gereken nisancilarin, ilmiye sinifi arasindan dahil ve sahn-i semân müderrislerinden seçilmesi kanundu.

Nisancilar, XVI. asrin baslarindan itibaren Divan-i Hümâyunun kalem heyeti arasinda, bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye baslanmistir. Eger reisü'l-küttâb bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahib degilse yine müderrisler arasindan uygun görülen bir kisi bu vazifeye tayin edilirdi.

Fâtih döneminde müesseseleserek kuruldugunu gördügümüz nisancilik, Osmanli Divan-i Hümâyunun dört temel rüknünden birini teskil ediyordu. Fâtih kanunnâmesinde de belirtildigi gibi bu dönemde vezirlik, kadiaskerlik ve defterdarliktan sonra en önemli vazife nisancilikti. Fâtih zamaninda bu görevi büyük bir basari ile yürüten Karamanî Mehmed Pasa ile nisanciligin itibari daha da artmisti. Fâtih'ten sonra gelen II. Bâyezid ve onun oglu Yavuz Sultan Selim dönemlerinde nisancilik yapan Tacizâde Cafer Çelebi de büyük bir itibar kazanarak tesrifatta defterdârin üstüne yükseltilmis ve vezirler gibi otag kurmasina müsaade edilmistir. Niçancilik mansibinin üstünlügü, Kanunî Sultan Süleyman döneminde de devam etmis, "Koca Nisanci" lakabi ile taninan Celalzâde, meslegindeki kidemi ve vukufiyeti sebebiyle defterdârin önüne geçirilmisti.

Nisancilarin nüfuzlari ve gördükleri önemli hizmetler, bundan sonra da devam etti. Bunlardan büyük bir kismi beylerbeyi ve vezir rütbesini ihraz etti. Bununla beraber, XVI. asrin sonuna kadar nisancilar vezir olmayip sadece beylerbeyi rütbesinde idiler. Bu rütbe ile nisanci olan Boyali Mehmed Pasa (öl. 1001) vezirlige nakl edilince nisanciligi birakmis fakat sonradan tekrar nisanci olunca tayini beylerbeyi rütbesi ile yapilmisti. Daha sonra bazan kubbe vezirligi ile nisanciligin birlestirilerek bir kisiye verildigi (tevcih) de oldu.

Nisanci, Divan-i Hümâyun azasi olmasina ragmen, vezir rütbesini haiz degilse kanun geregi arz günlerinde padisahin huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nisanciliga tayin edildigi zaman bir defa padisahin huzuruna girip tayinlerinden dolayi Teşekkür ederdi.

XVI ve XVII. asrin baslarinda serdar veya padisah seferde bulundugu zaman, Istanbul muhafazasinda birakilan vezire nisanci tarafindan tugralari çekilmis bos ahkâm kagitlari gönderilir ve bunlar, icab ettikçe kaim-i makam tarafindan doldurularak kullanilirdi.

XVII. asrin sonlarinda (1087) tedvin edilmis önemli bir Osmanli kanunnâmesi olan Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesinde "Kanun-i Nisanci" basligi altinda ayri ve özel bir fasil bulunmaktadir. Bu fasilda, o dönem nisancilarinin nizamlari tafsilatli bir sekilde verilmekte, onlarin resmî ve hukukî durumlari belirtilmektedir. Buna göre nisanci, "tugra-i serif hizmeti ile me'murdur. Kendi dairesinde kanuna müteallik ahkâm yazilir. Mümeyyizi tashih ettikten sonra tugralarini çeker ve defteri tashih etmek lazim gelse, kendisine hitaben vârid olan ferman mucibince defterhaneden getirtip kendi kalemi ile tashih eder. Bu ferman gelince defter emini ile defter kesedarini, düzeltilmesi lazim gelen defter hakkinda vazifeli kilar. Sonra tashihi yapar, fermani da kendisi saklar, Kadiaskerlerden mühürlü kese ile gelen ehl-i cihat beratlarinin tugralarini çektikten sonra ehl-i cihatin isimlerini defterlerine "sahh" çekip ve yine kesesine koyup mühürleyerek kendi kesedari ile kagit eminine gönderir. Divan tarafindan verilen sIkâyet ahkâmini reis efendi (reisu'l-küttâb) resid ettikten sonra kesedari toplayip kendisine getirir, tugralarini çekerdi." Kanunnâmede aynen su ifadeler yer almaktadir: "Ve kavanin-i Osmaniye ve merasim-i sultaniye, nisancilardan sual olunagelmistir. Sâbikta (eskiden) bunlara müftî-i kanun itlak olunmustur.”

Kanunnâme, nisancilar hakkinda daha tafsilatli bilgiler vermektedir. Buna göre, nisancinin vezirligi varsa vüzeray-i izam silkine dahil hükmünü verir. Eger Rumeli beylerbeyilik pâyesi var ise beylerbeyi merasimini icra edip kendisinden kidemli Rumeli pâyesinde olan beylerbeylerden baska bütün beylerbeylere ve kadiaskerlere tasaddur eder. Bu pâye ile Divan-i Hümâyuna girip çiktikça vezirler ile birlikte girip çikar. Fakat arza girmezdi. Kanunnâme, arz esnasinda nisancinin disarida nerede ve nasil selama çikacagini da belirtmistir. Nisancinin beylerbeyilik pâyesi yok ise sadece ümerâ pâyesindedir. Kendisine nisanci bey denilmektedir. Bu takdirde Divan-i Hümâyuna ümerâ. tariki üzere gider. Ancak taht kadilarina tasaddur eder. Diger divan hacegâni gibi mücevveze, sof üst, lokmali kutnî ve iç kaftani giyer. Ata orta abayi ve orta raht vururdu. Haslari da dört yükten (400.000 akça) fazla olurdu. Nisancilarin vezir-i a'zama gitmeleri için belli ve muayyen bir zaman yoktu. Sadece isti'zan (izin isteme) âdet idi.

Nisancilik, XVI. asrin sonlarindan itibaren yavas yavas önemini kayb etmeye basladi. Bunun içindir ki, önceleri âmiri durumunda bulundugu reisü'l-küttâbla esit duruma getirilmisti. XVII... asnn ortalarinda nisancilik adeta kuru bir ünvan haline geldi. XIX. yüzyilin baslarina kadar ismen de olsa varliklarini devam ettiren nisancilar, eski önemlerini tamamen kayb ettiler. Bu sebeple nisancilik 1836 yilinda tamamen lagv edilerek vazifeleri "Defter eminine" verilmistir. Mühim islere dair fermanlarin üzerlerine Bâbiâlî, digerlerine de defter eminleri tarafindan tayin edilen ve tugranüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilirdi. 1838'de tugra-nüvislik görevi de kaldirilip Bâbiâlî ile defter eminligi tugraciligi birlestirildi. Böylece bu hizmetin Bâbiâlî'de görülmesi kararlastirildi.

SARAY TESKILÂTI

Bursa feth edilip merkez haline getirilmeden önce, Osmanogullari'na ait özel bir saray yoktu. Osmanli Beyi, diger emirler gibi kendi ailesi halki ile birlikte bir evde oturur, beyligin ileri gelenlerini ve tebeasini burada kabul ederdi. Isler, bu mütevazi evde görüsülürdü. Bu sekildeki bir ikametgâhin, muhafiz vs. gibi fazla sayida yardimci kimselere de ihtiyaci yoktu. Nitekim bir katip, birkaç çavus, haberci ve az sayida bir muhafiz grubu, bütün isleri görmeye yetiyordu. Yaz aylarinda, genellikle bey evinin karsisindaki ulu çinarlarin serin gölgelikleri, toplanti yeri olurdu. Yaz mevsimindeki bu toplantilar, Osmanlilarin Sögüt bölgesine yerlesmeden önceki göçebelik dönemini hatirlatiyordu. Zira bu dönemlerde, asiretin ileri gelenleri açik havada, beyin çadirinin önünde toplanip isleri görüsüyor ve bir karara variyorlardi. Bununla beraber zaman zaman sefer veya herhangi bir sebeple hareket halinde bulunan beyler, eski Türk âdetlerine göre at sirtinda da toplantilar yaparlardi. Böyle toplantilarda sadece sifahî kararlar verilirdi. Bey, Cuma günleri Cuma namazinda hazir bulunurdu. Bu, beyin tebeasiyla görüsmeye, onlarin dert ve sIkâyetlerini dinlemeye vesile olurdu. Bu dönemdeki bütün âdet ve merasimler, Oguz töresince icra olunurdu.

Orhan Bey, Bursa'yi feth edip is basina geçtikten sonra beyligi her sahada teskilâtlandirmaya gayret etmisti. Bunun içindir ki bazi arastiricilar, Osmanli Devleti için onun döneminden itibaren bugünkü mânâda "devlet" denebilecegini kayd ederler.

Gerçekten, Osmanli Devleti, gelisip büyüdükçe, hükümdarlarinin oturduklari saraylar da bu gelismeye paralel olarak büyümüs ve ihtisamlari artmisti. Ilk Osmanli sarayi, mütevazi bir sekilde Bursa'da yapilmisti. Bundan sonra Edirne'de saraylar insa edilmisti. Istanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan bugünkü Bâyezid'de Istanbul Üniversitesi'nin bulundugu sahada bir saray yaptirilmisti. Fakat daha sonra begenilmeyen bu sarayin (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasinda bulunan çikintili tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray insa edilmisti. Yeni saray adi verilen bu saray (Topkapi Sarayi), padisahin ailesine mahsus daireler (harem), Enderûn ve dis hizmetlerle alâkali Birûn adi verilen üç kisimdan tesekkül etmekteydi. Fâtih'ten sonra gelen Osmanli padisahlari, 1400 metre uzunlugunda "Sûr-i Sultânî" denilen yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu sarayda ikamet ettiler.

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan insasina baslanilan ve XIX. yüzyil ortalarinda Dolmabahçe Sarayi'na tasinincaya kadar yaklasIk dört asra yakin Osmanli padisahlarina hizmet eden Topkapi Sarayi'na, hemen her Osmanli padisahi bir ilavede bulunmustu. Bu saray, 3 Nisan 1924 tarihinde çikanlari Bakanlar Kurulu karan ile müze haline getirilmistir.

Orhan Bey'in, Bursa'nin iç kalesinde bir sarayi vardi. Fatih devrine kadar gelen Osmanli hükümdarlari tarafindan kullanilan Bursa sarayindan Evliya Çelebi de bahs etmekte, ancak sarayin bu hükümdardan sonra ragbet görmedigini, sadece muhafiz bostancilarinin burada bulundugunu kayd etmektedir. Mamafih, Bursa büyük bir yangin ve depreme maruz kaldigi için Evliya Çelebi'nin bahs ettigi sarayin, Orhan Bey devrinden kalan bina olmadigi söylenebilir. Ayrica 1402'deki Ankara Muharebesi'nden sonra Bursa'nin maruz kaldigi Mogol istilasi esnasindaki yangin ve yagmalamalar da düsünülecek olursa Orhan döneminden XVII. asra pek fazla bir seyin kalmayacagi kanaatine varilabilir.

Bursa sarayi hakkinda bilinenler pek fazla degildir. Teskilat ve iç taksimati ise hemen hemen hiç bilinmemektedir. Sadece, muhafazasi için kapicilarinin, muhtelif hizmetler için iç halkinin ve harem kisminin bulundugu söylenebilir. Edirne'nin fethinden sonra da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam etmisti.

Bilindigi gibi Rumeli fetihlerinin basladigi siralarda Osmanli Devleti'nin merkezi Bursa idi. Edirne'nin fethinden sonra da burasi hemen terk edilmedi. Bununla beraber Edirne'de ilk sarayin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) tarafindan h. 767 (m. 1365) yilinda yaptirildigi ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii'nin bulundugu yüksek yerde veya yakininda oldugu ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi, kendi zamaninda bu sarayin bulundugunu ve Musa Çelebi tarafindan etrafinin bir duvarla çevrilmis oldugunu bildirir. Yine onun yazdigina göre, Kanunî Sultan Süleyman da bu sarayi tamir ettirmis ve acemi oglanlarina tahsis etmistir. Bu eski saraydan günümüze kadar bir iz kalmamakla beraber, Selimiye Camii'nin üst tarafindaki Saray Hamami denilen Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamin kalintisi oldugu kabul edilmektedir.

Edirne saraylarinin en meshuru, Hünkârbahçesi Sarayi denilen Yeni Saray olup burada harem daireleri ile diger teskilâtlar vardi. Yine Evliya Çelebi'nin kaydina göre önceleri koru halinde bulunan bu yer, Sultan Birinci Murad tarafindan imar edilmis, fakat Sultan II. Murad, Tunca nehrinin kenarinda bulunan bu mevkii kösklerle süslemisti. Kendisinden sonra gelenler de buraya ilaveler yaparak Kanunî zamaninda mükellef bir hale getirmislerdi.

Istanbul'un fethinden üç yil sonra, yani 1457 senesinde Edirne sehri büyük bir yangin sonunda tamamen yok olmus gibiydi. Bu arada saray da yangindan zarar görmüstü. Bunun için sehrin yeniden imari sirasinda Fâtih'in emri ile yeniden Hünkârbahçesi Sarayi diye anilan yerde insa edilen sarayda alti bin iç oglani ile besyüz civarinda bostanci vazife görüyordu. Iç oglanlari, Topkapi Sarayi'nda oldugu gibi muhtelif koguslar halindeydiler. Bostancilar hem Edirne sarayi bahçelerine hem de Edirne'de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesihpasa bahçelerine bakiyorlardi. Aynca Edirne Bostancibasisinin idaresinde sehrin inzibat isleri ile de mesgul oluyorlardi. Hükümdarlar, Istanbul'da ikamete baslamadan önce Edirne sarayinda, muhafiz kapicilar ve kapicibasilar vardi. Bunlar sonradan kaldirilmislardi. Onlarin yerine bostancilar bakmaya baslamislardi. Edirne sarayindaki iç oglanlarin kidemlileri, üç senede bir Istanbul'daki yeni sarayin Enderûn kismina veya kapi kulu süvari ocaklarina verilirlerdi. Keza Bostancilar da zamani gelince kidemlerine göre Yeniçeri, Sipahi veya Müteferrika olurlardi.

Edirne sarayi da Istanbul'daki yeni sarayda oldugu gibi Enderûn, Birûn ve Harem kisimlarindan meydana geliyordu.

ENDERÛN

Osmanli Devletinde XV. asir ortalarindan itibaren medrese disinda en köklü ve saglam ikinci egitim kurumu, Enderûndu. Sarayin, Enderûn halkini, devsirme denilen bazi hiristiyan tebea çocuklari veya harplerde esir alinip yetistirilen gençler meydana getiriyordu. Bunlar, devsirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaslari arasinda toplanip önce Enderûn disindaki Edirne Sarayi, Galatasarayi ve Ibrahim Pasa Sarayi gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-Islâm âdet ve geleneklerini ögrendikten sonra Enderûn'daki ihtiyaç ve kidemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânini ögrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarindan birisine çikarilirlardi. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi. Kiler ve Hazine odasindaki eskiler, yani kidemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (bosaldiginda) buraya verilirlerdi. Veya zamanlari gelince kapikulu süvarisi olarak disari çikarilirlardi. Bu odalarin en ilerisi ve mümtazi olan Has oda idi ki, asil Enderûn agalan bunlardi. Gerek devsirme sistemi, gerekse Iç oglanlari hakkinda asagidaki bilgiler konuya daha bir açiklik getirecektir.

Devsirme olarak alinip sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin muhtelif makamlarina namzet olarak yetistirilen çocuklara, Iç oglani denirdi. Rivayete göre Osmanli sarayinda Iç oglani istihdami Yildirim Bâyezid zamanindan itibaren baslamistir. Iç oglanlarinin bedenî egitimlerine de önem verilirdi. Ok atmak, mizrak kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem için baslica bedenî hareketler olarak kabul ediliyordu. Bundan dolayi bunlar kuvvetli, çevik ve dayanikli olurlardi. Bazan odalar arasinda müsabakalar yapilirdi. Bunlar, mensup olduklari odalara göre hizmet ve sanat ögrenirlerdi. Öyle anlasiliyor ki, Iç oglanlari II. Murad zamanina kadar silah egitiminden baska egitim görmüyorlardi. Bu dönemde saray, Osmanli Devleti'nin kültürel, siyasî ve askerî gelisiminin ana yönlerini belirleyen önemli bir faktör olmustur. Bu bakimdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline gelmistir.

HAREM


Topkapi Sarayi'nda ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi. Buralarin üzerleri kubbeler ve tonozlarla örtülüydü. Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi. Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanli padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. Islâm dünyasinda eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak kullanilmistir. Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan, padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne Harem-i Hümâyun denilmistir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu. Böylece vâlide sultan, hasekiler (kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer aliyorlardi.

Harem halkini, padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür.

AK VE KARA HADIM AGALARI

"Aga-i Bâbu's-Saâde" denilen kapi agasi, hadim ak agalarindan olup yeni sarayin bas nâziri, ve "Bâbu's-Saâde"nin âmiri idi. Baska bir ifade ile bunlar, Osmanli sarayinin "Bâbu's-Saâde" denilen kapisini muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrin sonlarina kadar sarayin en nüfuzlu agasi Bâbu's-Saâde veya Kapi agasi idi. Atâ tarihinde belirtildigine göre Kapi agaligi ile Hazinedar basilik, Saray agaligi ve kilerci basilik, Sultan Ikinci Murad zamaninda ihdas edilmislerdi. Kapi agasi, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi. Kapi agasinin emrindeki Ak hadimlar, sarayin kapisini muhafaza etmekte olup sayilari otuz civarinda idi.

Kara hadim agalari ise kadinlarin bulundugu harem kisminda vazife görüyorlardi. Kara hadimlarin en büyük âmirine "Dâru's-Saâde Agasi" veya "Kizlar Agasi" denirdi. Bunlar harem kisminda bulunduklari için kendilerine "Harem Agasi" da deniyordu.

BIRÛN ERKÂNI

Osmanli sarayinin dis hizmetlerine bakan ve sarayda yatip kalkma mecburiyetinde olmayip disarida evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padisah hocasi, hekimbasi, cerrahbasi, göz hekimi, hünkâr imami gibi ulemâ sinifindan olanlarla sehremini, matbah-i âmire emini, darphâne emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri idi. Bunlardan baska sarayin Enderûn disindaki hizmet erbabindan olup emir-i alem, kapicilar kethüdasi, çavusbasi, mirahur, bostanci ve bunlarin maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkâni içinde yer aliyorlardi.

Bîrûn'da hizmet eden ilmiye sinifi ile "Agayan-i Bîrûn" yani dis agalari denilen agalar, sarayin Harem ile Enderûn kisminin haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini görürlerdi. Aksam olunca da evlerine giderlerdi. Bunlar, Enderûn agalari gibi sIkI bir disipline tabi olmadiklari gibi sarayda yatip kalkma mecburiyetleri de yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da birakabilirlerdi. Bîrûn teskilâtinin bütün tayinleri, sadr-i azam tarafindan yaptirdi