Thread Rating:
  • 224 Vote(s) - 2.9 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Mustafa Kemal Atatürk 'Biyografi'
#1
Mustafa-Kemal-Atatürk-3 


Mustafa Kemal Atatürk 'Biyografi'

Mustafa Kemal Atatürk ( 1881 - 1938 )

"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek de ildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir."

"ıki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... ıkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben de il, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için u raşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!"

1881
Gümrük kolcusu Ali Rıza Bey ile Zübeyde Hanım'ın o lu olarak Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde do du.

1893
Mustafa Selanik'teki Askeri Hazırlık Okuluna başlar ve burada ö retmeni tarafından kendisine ikinci ismi "Kemal" verilir.

1895
Mustafa Kemal Manastırdaki Askeri Liseye (Askeri Rüştiye) başlar.

1899
Mustafa Kemal ıstanbul'da Harbiye'nin hazırlık sınıfına başlar.

1902
Mustafa Kemal Harbiye'den mezun olur ve buradan sonra Harp Akademisine (Erkan-ı Harbiye) devam eder.

11 Ocak 1905
Mustafa Kemal Harp Akademisinden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun olur ve şam'da bulunan Beşinci Orduda görev almak üzere şam'a gönderilir.

Ekim 1906
Mustafa Kemal ve arkadaşları şam'da "Vatan ve Hürriyet" adıyla gizli bir dernek kurarlar.

1907
Askeri rütbesi kola ası olur ve yine aynı yıl içinde görevi Makedonya'daki 3. Orduya tayin edilir ve Selanik'e gönderilir, Cemiyetinin Merkezi Selanik'te ıttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşir

23 Temmuz 1908
Yukarıdaki gizli ve siyasi faaliyetlerinin sonucu 2. Meşrutiyetin, padişah Abdulhamit'e kabul ve ilan ettirilmesi

13 Nisan 1909
ıstibdat taraftarları yeni rejime karşı ayaklanır, Rumeli'den bunları bastırmak için yola çıkan Hareket Ordusunun Kurmay Yüzbaşkanlı ına deruhte etmesi ve bu ayaklanmada önemli bastırıcı rol oynar

1911
Trablusgarb savaşına iştirak eder ve oradaki kuvvetlerimizin Kurmaylı ını üzerine alır. Bu arada rütbesi binbaşılı a yükseltilir.

13 Eylül 1911
Mustafa Kemal ıstanbul'daki Genel Kurmaya tayin edilir.

9 Ocak 1912
Mustafa Kemal Libya'daki Tobruk taarruzunu başarılı bir şekilde yönetir.

24 Ekim 1912
Balkan Savaşının başlaması üzerine ıstanbul'a döner ve Bolayır'da toplanmış olan kuvvetlerimizin hareket şubesi müdürlü üne tayin edilir

25 Kasım 1912
Mustafa Kemal Hareket Başkanı olarak Akdeniz Bo azları özel Kuvvetlerine atanır.

27 Ekim 1913
Mustafa Kemal Sofya'ya Askeri Ataşe olarak atanır.

2 şubat 1915
Tekirda 'da kurulması kararlaştırılan yeni bir tümenin komutanlı ına tayin edilir. Onun teşkil etti i ve 19. Tümen adını alan bu tümen Çanakkale savaşlarında parlak başarılar göstermiştir

25 Nisan 1915
ıttifak Devletleri Arıburnuna çıkarma yaparlar ve Mustafa Kemal Tümeni ile ilerlemelerini durdurur.

1 Haziran 1915
Çanakkale savaşlarında gösterdi i büyük başarılardan dolayı rütbesi albaylı a yükseltilir

9 A ustos 1915
Mustafa Kemal Anafartalar Grup Kumandanlı ına getirilir.

1 Nisan 1916
Çanakkale savaşları zaferlerimizle bitti inden Diyarbakır'daki kolordunun komutanlı ına tayin edilmiştir. Oraya giderken Tu generalli e terfi eder.

6-7 A ustos 1916
Mustafa Kemal Bitlis ve Muş'u düşmandan geri alır. Bu başarısı üzerine 2. Ordu komutanlı ına atandı.

31 Ekim 1918
Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olur.

30 Nisan 1919
Mustafa Kemal Erzurum'da bulunan Dokuzuncu Orduya geniş yetkilerle Müfettiş olarak atanır.

16 Mayıs 1919
Mustafa Kemal ıstanbul'u terkeder. ıstanbul'dan 3. Ordu Müfettişli i göreviyle Bandırma vapuruyla gider.

19 Mayıs 1919
Mustafa Kemal Samsun'a ayak basar.

21 Mayıs 1919
Erzurum'daki 15.Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile temas eder

23 Mayıs 1919
Ankara'daki 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ile temas eder

28 Mayıs 1919
Türk Milletini işgallere protesto için mitingler yapmaya davet eder

3 Haziran 1919
Do u vilayetlerinde bir Ermeni Hükümetinin kurulması ve ıngiliz himayesi fikirlerine karşı oldu unu beyan eder

21 Haziran 1919
Yurdun ba ımsızlı ını kurmak için Türk Milletini kendisiyle birlikte çalışmaya davet eden tarihi beyannameyi yayınlar

8 Temmuz 1919
Mustafa Kemal gerek Üçüncü Ordu Müfettişli i görevinden gerekse ordudan istifa eder.

23 Temmuz 1919
Mustafa Kemal Erzurum Kongresi Başkanlı ına getirilir. Erzurum Kongresinde millet iradesine dayanan bir millet meclisiyle kuvvetini, gene millet iradesiyle oluşan bir hükümetin kurulması lüzumunu ilk hedef olarak ilan eder.

4 Eylül 1919
Mustafa Kemal Sivas Kongresi Başkanlı ına getirilir. Sivas Kongresinde yurdun muhtelif bölgelerinde kurulmuş olan müdafaa cemiyetlerini Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirip bütün millet kuvvetlerini bir elde idare etmek imkanını sa lar.

11 Eylül 1919
Çalışmalarını bitiren Sivas Kongresi delegeleri tarafından seçilen Temsil Heyeti Başkanlı ına getirilir

15 Eylül 1919
Temsil Heyeti, Türk Milletinin yetkili makamı olarak ilan edilir

7 Aralık 1920
Temsil Heyeti ile birlikte Ankara'ya yerleşir ve bu şehri milli harekatın merkezi yapar

27 Aralık 1919
Mustafa Kemal ıcra Heyeti ile Ankara'ya gelir.

23 Nisan 1920
Mustafa Kemal Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisini açar ve bu meclise başkan seçilir.

11 Mayıs 1920
Mustafa Kemal ıstanbul hükümeti tarafından ölüme mahkum edilir.

5 A ustos 1921
Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi tarafından Başkumandan olarak atanır.

23 A ustos 1921
Türk birliklerinin Mustafa Kemal tarafından yönetildi i Sakarya savaşı başlar.

19 Eylül 1921
Sakarya Zaferinden altı gün sonra Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ile Gazi ünvanını verir.

26 A ustos 1922
Gazi Mustafa Kemal Büyük Taarruzu Kocatepe'den yönetmeye başlar.

30 A ustos 1922
Gazi Mustafa Kemal Paşa Dumlupınar savaşını kazanır.

1 Eylül 1922
Türk Ordularına "ılk hedefiniz Akdeniz'dir, ıleri!" emrini verir

10 Eylül 1922
Gazi Mustafa Kemal ızmir'e girer.

1 Kasım 1922
Büyük Millet Meclisi, Gazi Mustafa Kemal'in Hilafetin kaldırılması Yönündeki önerisini kabul eder.

14 Ocak 1923
Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım ızmir'de vefat eder.

29 Ekim 1923
Türkiye Cumhuriyetinin ilan edilmesi ve Gazi Mustafa Kemal'in ilk Cumhurbaşkanı seçilmesi.

24 A ustos 1924
Gazi Mustafa Kemal ıstanbul Sarayburnu'nda ilk kez şapka giyer.

9 A ustos 1928
Gazi Mustafa Kemal Sarayburnu'nda yeni Türk Alfabesi ile ilgili konuşma yapar.

3 Mart 1924
Cumhuriyet rejiminin Türkiye'de kökleşip yerleşmesi için şart olan hilafetin kaldırılmasını sa lamıştır. Aynı yıl içerisinde medreseleri kapattırarak milli e itim alanındaki birli i sa lama yolunu açmıştır. Gene bu suretle laik ve modern esaslara göre e itim ve ö retim yapan müesseselerin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

1 Mayıs 1924
Orta Ça ın dini hukuk geleneklerine göre çalışan şer'iye mahkemelerini kaldırdı

26 A ustos 1924
Milli sermayeyi ço altmak özel teşebbüsleri teşvik ederek kurmak ve Türk bankacılı ını geliştirmek amacıyla ış Bankasını kurdu.

5 Mayıs 1925
Memlekette modern çiftçili i geliştirmek maksadıyla yapılacak teşebbüslere bir örnek olmak üzere kendi parasıyla bir Orman Çiftli ini kurdurdu

1925
Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ile ilgili kanun kabul edilerek batıl inanç ve taassup yatakları ortadan kaldırıldı

25 Aralık 1925
Medeni kıyafeti getirdi

26 Aralık 1925
Miladi takvim ve modern saat ölçüsünü de iştiren kanun kabul edildi

17 şubat 1926
Türk Medeni Kanununun kabul edilmesiyle Türk milleti ümmet devrinden ça daş medeniyete geçirildi

1 Kasım 1928
Çıkarılan bir kanunla Türk Milletinin kolayca okuyup yazmasını temin edecek olan yeni Türk alfabesi kabul edildi.

12 Nisan 1931
Gazi Mustafa Kemal Türk Tarih Kurumunu kurar.

12 Temmuz 1932
Gazi Mustafa Kemal Türk Dil Kurumunu kurar.

29 Ekim 1933
Cumhuriyet'in 10.yıl nutkunu yazar ve okur

16 Haziran 1934
Büyük Millet Meclisi bir yasa geçirerek Gazi Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadını verme kararı alır.

1934
Kasım ayında Türk kadınına siyasi hakları tanıyan yasa çıkarıldı. Avrupa'da baş gösteren siyasi buhran karşısında Balkan Antantının kurulmasında en önemli rolü oynadı.

1936
Montrö Antlaşması ile bo azların tahkiminin sa lanmasını temin etti. Sadabat Paktıyla memleketimiz için gerekli güvenlik tedbirlerinin alınmasında nazım rol oynadı.

4 Temmuz 1938
Türkiye'nin ayrılmaz bir parçası olan Hatay'ın ba ımsız bir Türk devleti olmasını sa lamıştı ki bu vatan parçası ölümlerinden sonra Anavatan'a katılmak imkanını bu sayede buldu.

10 Kasım 1938
Atatürk perşembe sabahı saat 9.05'te hayata gözlerini yumdu. Türkiye yasa bo uldu...

19 Kasım 1938
Cenazesi ulusal egemenli in simgesi olarak kurdu u başkent Ankara�ya getirildi.

21 Kasım 1938
Türkiye�nin her yerinden Ankara�ya koşan halk ulu önderin cenazesini büyük bir törenle Etno rafya Müzesi�nde hazırlanan geçici kabrine u urladı.

10 Kasım 1953
Ölümünün on beşinci yılında da, büyük bir törenle Anıtkabir'e aktarıldı.





MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN AıLESı


Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım, Hacı Sofu ailesinden Feyzullah A a'nın kızıdır. Zeki, sa duyulu, dine ve geleneklere ba lı bir kadındı. O lunun mahalle mektebine gelenekten olan ilâhilerle başlamasını istemişti. Ancak aşa ıda görece imiz gibi o lunun zamanın gerektirdi i biçimde yetişmesini engellememiş, hele kocası öldükten sonra onun iyi ö retim görmesine elinden geldi i kadar çalışmıştır.

Onun sa duyusu ve taşıdı ı yüksek onur duygularının bir örne i aşa ıdaki olayda görülür. O, daha Selanik'te bulundukları sırada o lunun, kendi evinde, II inci Abdülhamit yönetimine karşı çalışan bir takım arkadaşlariyle yaptı ı toplantıda nelerle u raşıldı ını ö renince, padişaha karşı çalışmanın sonuçlarından ürkmüş, ancak Mustafa Kemal'in işi kendisine anlatması üzerine sorunu kavrayıp "gizli şeyleriniz varsa ben saklayayım, muvaffak olmak zordur, mahvolmak daha tabiidir" dedikten sonra şöyle konuşmuştur: "... evlâdım bir gün bu işler olduktan sonra seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla görmezsem işte o zaman meyus olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, seni gördü ün, anladı ın şeyleri yapmaktan menetmiye kalkışmam, yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır, muvaffak olmaya çalış".

Selanik Yunanlıların eline düştükten sonra kızı Bayan Makbule (Ata'dan) ile ıstanbul'a gelen Zübeyde Hanım millî mücadele sırasında binbir merak ve heyecan, ancak büyük kıvanç duyguları içinde ıstanbul'da kalmış ve Ankara'ya gitmiştir. Kalbinden hasta bulundu u için Ankara'da kalması uygun görülmemiş ve zaferden sonra ızmir'e gönderilmiştir. Orada 1923 yılında vefat etmiştir.

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi, Selânik yerlilerindendi. Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. Ali Rıza Efendi, önce Selanik'te evkaf kâtipli i yapmıştır. Atatürk, onu az hatırladı ını söylemekle birlikte zekâ ve azmini anar, modern düşünceli bir kimse oldu unu söylerdi.
1876 da Sırbistan'la savaş başladıktan sonra Selanik'te gönüllülerden bir "Asakiri Milliye" taburu kurulmuş ve Ali Efendi orada mülâzımı evvel (Üste men) olmuştur.
II. Abdülhamid'in vehmi üzerine bu ve buna benzer birlikler da ıtıldıktan az sonra Ali Efendi'nin evkaftan çekilip rüsumat memuru oldu u anlaşılıyor. Daha sonra özel hayata atılıp kereste tüccarlı ı yapmıştır.

Atatürk'ün Selanik'te do du u evden ailenin orta halli, hatta bundan az üstün durumda oldu u anlaşılmaktadır.
XIX. uncu yüzyılda hele taşralarda kayıtlar pek eksik oldu undan onun do um günü bilinmemektedir. O, Rumi 1286 yılında do muş olarak kayıtlı oldu una göre 1880 veya 1881 de do muş demektir. Adı Mustafa idi.
19 Mayıs 1932 de Bay Reşit Saffet Atabinen'in kendisine "Do um gününüzü kutlarım" yollu bir telgraf çekmesi, Atatürk'ün hoşuna gitmişti. Bundan az sonra Temmuz 1932 de Türk Tarih Kurumu'nun ilk kongresi sırasında Aydın Halkevi'nin tarih, dil, edebiyat komitesinin bir "Gazi Günü" kabul etmek istedi ini söyleyip ona do um gününü soran ö retmene Atatürk: "Bana onu sormayınız, ben do du um günü bilmiyorum" der ve "Gazi Günü" olarak da : "Samsun'a çıktı ım günü" yapınız sözünü eklemiştir.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK YILLARI


Mustafa okula başlama ça ına gelince, geleneklere ba lı annesiyle modern düşünceli babası arasında bir çatışma olur. Zübeyde Hanım, küçük Mustafa'nın, ilâhiyle Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebine, Ali Rıza Efendi ise modern ö retimde bulunan şemsi Efendi'nin özel okuluna gitmesini ister. Sonunda Ali Rıza Efendi, bir çıkar yol bulur: Küçük Mustafa, ilk ö renimine bir süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti; fakat çok geçmeden babasının iste i ile Selânik'te ça daş e itim yapan şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. şemsi Efendi, yeni ö rencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir etti inden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece memnundu.

Küçük Mustafa, bu okulda okurken babasını kaybetmiştir. Bu sıralarda isimleri Makbule ve Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu. Babaları öldü ü zaman küçük Mustafa yedi, Makbule bir yaşını henüz doldurmuştu; Naciye ise kırk günlüktü. Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selânik'te vefat etmiştir.

1888 yılında Ali Rıza Efendi'nin ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında yetim kalan küçük Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü. Bunun üzerine, Zübeyde Hanım, üç çocu u ile bir süre Selânik yakınlarındaki Rapla çiftli inde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nedeniyle küçük Mustafa'nın ö renimi ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat çok geçmeden Selânik'e dönerek halasının yanında, bıraktı ı yerden ö renimine devam etti.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ÖÐRENıM HAYATI


Küçük Mustafa, şemsi Efendi ılkokulu'ndan sonra bir süre Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça ö retmeninin kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve Askerî rüştiyeye giden bir komşu çocu unun giyimini ve genel olarak subayların kılı ını pek be enen küçük Mustafa, askerî rüştiiyeye girmek ister; askerlikten ürken annesi ise bunu istemez, ancak Mustafa bir akrabasının delaletiyle okulun kabul zamanında askerî rüştiyeye gidip imtihan verir ve okula alınır (1893). Böylelikle annesine karşı bir olup-bitti yapmış ve kendisine en uygun gelecek yola girmiş bulunur. Yazları, dayısı Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte kalırdı. Mustafa bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve ö retmenlerinin sevgisini kazandı; ö retmenleri neredeyse kendisine bir arkadaş muamelesi yapma gere ini hissetmişlerdi.

Bu okulda matematik ö retmenli i yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç ö rencisinin yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki di er Mustafa'larla aralarındaki farkı belirtmek üzere ö rencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etti. Artık genç ö renci Mustafa Kemal olmuştu.
Mustafa Kemal, Selânik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır Askerî ıdadisi'ne girdi. Burada Ömer Naci ile arkadaşlık yaptı. ılerde ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlarından biri olacak olan Ali Feşi (Okyar) de bu okulda ö renci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî ö reniminin yanısıra yabancı dil ö renimini de ihmal etmiyor; yazları izinli olarak Selânik'e döndü ü zaman Fransızca dersleri alıyordu.

Genç Mustafa Kemal, Manastır Askerî ıdadisi'ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde ıstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir Harbiye ö reniminden sonra 10 şubat 1902'de bu okulu Te men rütbesiyle bitirdi ve ö renimine Harp Akademisi'nde devam etti. 1903 yılında Üste men olmuştu. 11 Ocak 1905 tarihinde de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu. Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişili i ile kendisini arkadaşlarına ve ö retmenlerine tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matemati e, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve e ilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimi oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay ıstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, şam'a atandı.


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ASKERÎ HAYATI


şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldı ı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun e itim ve ö retimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendi i bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar şam'a döndü. şam'dan ayrılması hükûmetçe duyuldu ise de âmirleri kendisini korudu undan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kola ası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlı' ında bir göreve getirildi.

Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan ittihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da temel düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişli i de 3. Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi. Bu esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "ıttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasasını yeniden yürürlü e koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya ça ırmaya zorlamaktadır. "Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin ilânına uzandı.

23 Temmuz 1908 tarihinde ıkinci Meşrutiyet ilân edildi i zaman Mustafa Kemal, Kola ası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "ıttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak ıstanbul'daki siyasi gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü de işikliklerin gerçekleştirilmesi gere ine inanıyordu. Fakat kendisinin görüşleri "ıttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna ra men fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu.

II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki ıstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli de oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlı ı'na getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde ıstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse ıstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun ıstânbul'a girdi i gün halka hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu'nun duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra ıstanbul'da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlü üne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî e itim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu.

O, II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "ıttihat ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "ıttihat ve Terakki Bûyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat Cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyetten uzak tutarak do rudan do ruya askeri vazifesine verdi. "ıttihat ve Terakki Cemiyeti" ile anlaşmazlı ı ve aralarının açılması böyle başladı.

Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı ile yürütürken 1910 yılı Eylül ayında askeri manevraları izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut şevket Paşa'nın yanında görev aldı.

Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlı a sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden oldu u gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişli inin hoşuna gitmedi. O'nu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde ıstanbul'da Genelkurmay Başkanlı ında bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal bu atama üzerine ıstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlı ı'nda çalıştı.
5 Ekim 1911'de ıtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de ıstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu.
12 Mart 1912 de Derne Komutanlı ına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasim 1911 tarihinde binbaşılı a terfi etti.

1912 yılı Ekim ayında Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek ıstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Bo azı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlı ı Harekât şubesi Müdürlü ü'ne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlı ı'na getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetleri gördü.

Mustafa Kemal, Balkan Harbi'nden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterli ine atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrad ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterli ine atandı ı günlerde yakın arkadaşı Ali Feşi (Okyar) de Sofya Elçili ine atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterli i esnasında
1 Mart 1914 tarihinde yarbaylı a terfi etti. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı.

Bu sıralarda 1 A ustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal gelişen siyasi ve askeri olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez ıttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu iste i yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915 tarihinde, Tekirda 'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlı ına tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya'dan ayrılarak ıstanbul a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek Tümenini kurdu. Bu Tümen kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 şubat 1915'te Tekirda 'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal burada, 19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2 Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı.

Gelibolu Yanmadasında önemli olaylar oluyordu. ıngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Bo azı'nı geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak a ır zayiat verdi. Donanması ile Bo azı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlı ı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlı ına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı.

Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulundu u kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal bu plan gere ince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya geçti.

Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladı ını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevketmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen ıngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta etti i 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi.
Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdi i emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!"

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#2
25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine ra men düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. ılerlemek isteyen ıngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylı a terfi etti.

Düşman, Çanakkale'de başarı sa layamamasına, ilerleme gösterememesine ra men, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. ıngilizler bu amaçla 6 ve 7 A ustos l915 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in aldı ı önlemler sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı.

Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken ıngilizler 6 A ustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti. Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta de işikli i yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlı ı'na 8 A ustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal qetirildi. 9 A ustos 1915 günü komutayı ele alan Mustata Kemal, beklemeksizin aynı gün yaptı ı taarruz ile ilerleyen ıngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 A ustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutundu u mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu.

Mustata Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda oldu u gibi 9 ve 10 A ustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kayna ı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndü ünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdi i kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sa ladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen ıngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Bo azı'nı geçememesi, ıstanbul'un işgalini önlemiş; ıngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile ba lantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü de iştiriyordu. Bu savaşlarda ıngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlı ı ve bu kahramanlı ı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.

Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebeleri'nin eski şiddetini kaybetti i 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutundu u kıyılardan da sökerek onu tam ma lûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapaca ı topçu ateşinin a ır zayiat verdirebilece i endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal, 10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlı ı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale'den ayrıldı; ıstanbul a döndü.

Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlı ı'na atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak
11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı. 1 Nisan 1916'da Generalli e yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 A ustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 A ustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 A ustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlı ı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.

Mustafa Kemal Paşa, Aralık 1916'da Ahmet ızzet Paşa'nın izinli olarak bir süre ıstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Kumandanlı ına tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay ısmet (ınönü) Bey'di. Büyük Kumandanın, ınönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı.

Mustafa Kemal Paşa,14 şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlı ı'na atanması üzerine şam'a giderek Sina Cephesini teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa, 16 Mart 1917'de asaleten
2. Ordu Komutanlı ına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlı ı'na ba lı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, 15 A ustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında askeri görüşler ve uygulanacak harekat bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa, 1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek ıstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.
15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman ımparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi'nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden ıstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlı ı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 A ustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlı ı'na getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya A ustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 A ustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede ıngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli ıngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu da ılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti.
Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu.
29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. ıstanbul'da Talat Paşa Kabinesi istifa etmiş, yeni Kabineyi Ahmet ızzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşı'ndan çekildi.

Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildi i günün ertesi,
31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlı ı'na getirildi ise de artık yapacak birşey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Kumandanlı ı'nın da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü ıstanbul'a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir Ordu Kumandanı idi.

Memleket ve milletin içinde bulundu u şartlar a ır idi. Büyük bir savaş sonunda, ma lup bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi" adı verilen şartları a ır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz da ıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandı ı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime u ruyordu. ıtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. ıskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta ıngilizler idareyi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması ıstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve ıstanbul Bo azları tutulmuştu. ıstanbul ve ıstanbul Hükûmeti ıtilâf Devletlerinin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, ıtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da ızmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldu; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, ıtilâf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler.

Olayların bu şekilde gelişece ini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi gere ince ordulara terhis emirleri gelme e başladı. Atatürk, aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet ızzet Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddî olarak arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! şayet orduları terhis edecek ve ıngilizlerin her dedi ine boyun e ecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçme e imkân kalmayacaktır". Bu, Atatürk'te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmedi ini, pek çoklarının düştü ü yeis ve ümitsizli e asla kendisini kaptırmadı ını gösterir.

Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine sür'atle devam edilir. Çünkü genel kanaat, ıtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyece imiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanaca ı idi. O halde ıtilâf Devletlerini gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. ıstanbul Hükümetinin görüşü ve davranışı bu idi.

Padişah ve hükümetini saran bu umutsuzlu a ra men, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Di er taraftan mütecaviz dügmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer milli teşkilâtlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.

Mütareke Türkiye'si, aklın alamayaca ı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i ılhak gibi cemiyetlerin yanı sıra özellikle ıstanbul'da güya kurtuluş çareleri arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. ıngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri de işikti. Bir kısmı ıngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi gere ince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulundu u karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birli i parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.

Bu durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi. Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenli e dayanan, kayıtsız şartsız ba ımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e göre önemli olan "Türk milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendili ini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunlu u, acizlik ve miskinli i itiraftan başka birşey de ildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi". Öyleyse Milli Mücadele'nin parolası "Ya istiklâl ya ölüm!" olacaktı.
Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayra ını açmak gerekiyordu. ışte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı ıstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Müfettişli i teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti.

16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile ıstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizli i yerinde görüp incelemek ve tedbir almak"tan ibaretti. Hükûmete verilen ınqiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar de il, Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurdu u çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere ra men Mustafa Kemal Paşa'ya verilen talimat gere ince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişli i sıfatı ve geniş salâhiyetler istedi. ıstanbul Hükûmeti bu istekleri de kabul etti.

Saray ve ıstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi yapaca ını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu ya geçmek için de erlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak vicdanî bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa ıstanbul'dan ayrılmadan önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile ve en sonunda Padişahla görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulundu u badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışı ı görmemiş, görememişti. ıstanbul Hükümetinin ve Padişahın davranışlarında ıtilâf Devletlerini gücendirmemek görüşünün a ır ezikli ini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak de il, karşı koymak lâzımdı. ışte Anadolu'ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın ıstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söyledi i şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez planını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir'e çekti. Telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu: "Umumî durumumuzun aldı ı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu oldu um en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olaca ı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim".

Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlı ı'na Samsun ve çevresindeki asayişsizli in sebeplerini açıklayan ne ıstanbul Hükûmetinin ne de ıtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadı ı şu telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti teşkili gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasi bir şekle dönüşmüştür". 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdi i raporu da şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır". Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Milli Mücadele azmini sezmemek mümkün de ildir. ışte bu raporlar ıstanbul'a geldikten sonradır ki ıtilâf Devletleri temsilcileri ıstanbul Hükümetinden sordu: "Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine ıstanbul Hükûmeti, Anadolu'ya gönderdi i müfettişi geri ça ırma girişimlerine başladı.

Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele, liderini bulmuş, da ınık ve bölgesel mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örne ini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan bir tamimde görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlü ü, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadele'nin örgütlü olarak fiilen başladı ının onun imzası ile bütün cihana ilânı idi. Bu genelge di er bir maddesiyle beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: "Her vilâyetten seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre toplanacaktır".

Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. şehirde kaldı ı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti. Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış oldu u bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılaca ını düşünmekte idi". O, Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir şekilde karşılandı ı zaman Çukurova da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlüt A a ile aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerekti i fikrini Atatürk'te daha da perçinledi. ıhtiyar, fakat dinç Mevlüt A a'ya Mustafa Kemal Paşa sordu:" - Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi?" Mevlût A a derhal cevap verdi: "- Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki ıstanbul'daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar? Bu sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşarmıştı. Etrafındakilere döndü ve : "-Bu milletle neler yapılmaz".

Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra, 8-9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit" olarak çalışmak üzere çok sevdi i askerlik mesle inden ve görevinden istifa etti. Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi vazifesine devam ediyordu.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SıVıL HAYATI


Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların iste i üzerine Vilâyat-ı şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlı ına getirildi. Cemiyet, o günlerde daha evvelce alınan bir karar gere ince do u illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Heyet-i Faale reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki de erli evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursuno lu Erzurum üyeli inden istifa etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin iştirakiyle toplanmıştı. Kongre bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 A ustos 1919 da çalışmalarına son verdi. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi.
Millî Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri de ildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde meydana çıktı ı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke hükümlerine göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve mukavemet şuurunu daha da bileyledi. Keza Kongre'ye Do u Karadeniz il ve kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Do u Karadenız şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Do u Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.

Erzurum Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin vilâyetlerce gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin büyük kısmı, ıstanbul Hükûmeti'nin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilâyetler kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elâzı , Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilâyetlerin herbirine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerekti i şekilde tebligatta bulunuldu.
Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu.

ışte bu şartların oluşturdu u hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladı ı bir Kongre idi. O günkü mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadı ı Do u Karadeniz il ve ilçelerinden 17, Erzurum un kapsadı ı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadı ı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat gözönüne alındı ı takdirde 30'a yakın Do u Anadolu ve Do u Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.

Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla ıstanbul da Saray ve Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini bo mak için yo un bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asi oldu u, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandı ı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. ıstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi'nin da ılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak ıstanbul Divan-ı Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.

ışte bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu.

Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:

1- Do u illeri ile Trabzon ve Canik sanca ı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı toplulu undan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür.
Bu demekti ki ne do u illeri Ermenistan sevdasıyla, ne Karadeniz illeri Pontus hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı.
2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddetti i, birlik halinde direnece i bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik halinde püskürtmeye kararlıydı.
3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine ıstanbul Hükûmeti muktedir olamadı ı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da geçici bir hükûmet kurulacaktır.
ıstanbul Hükûmetinin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu amaca yönelik ilk adımdı.
4- Kuva- i Milliyeyi amil ve irade-i mılliyeyi hâkim kılmak esastır.
Kuva-yi Milliyeden kasdedilen millî kuvvetler, milletin ba rından çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi u runda Milletin arzu ve e ilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Milli iradeyi hakim kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını sezmemek mümkün de ildi.
5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez.
Memleketteki azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlü ünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı.
6- Manda ve himaye kabul olunamaz.
Türk milleti her şeyi göze alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden lûtuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya istiklâl ya ölüm" idi.
7- Millı Meclis'in derhal toplanmasına ve hükûmet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır.
MilletılMe evletlerinin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan clısı derhal toplanmalı, hıikûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili verece i her türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet kararları ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı.
8- Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordır ki Türk milleti insanî ve uygar amaçların de erini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini de iştiren büyük inkılâplara başladı ı zaman "yaptı ımız ve yapmakta oldu umuz inkılâpların gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir. ınkılâplarmızın temel kuralı budur", diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz fennî. sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde de harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma hamlelerine işaret edilmekte idi.

Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının ba ımsızlı ı savunan ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk inkılâplarının ilk kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#3
Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı.

Erzurum Kongresi, 7 A ustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal Paşa, do u illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne ba layarak Millî Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı.
Sivas Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulundu u a ır mütareke şartları bütün acılı ı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, ızmir'e çıkmış olan Yunanlıların ıtilâf devletlerinden aldı ı cüretle Anadolu'nun içine do ru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. ışte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkıın bir sevinçle karşıladı.

Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultanî" olarak kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. ılk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa. başkan seçildi.

Erzurum Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir Kongre'nin özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gere ince ıtilâf devletlerini temsilen bazı subaylar bulunmasına ra men- işgal altında de ildi. Ulaşım bakırrıından Anadolu yollarının birleşti i bir kavşak durumunda idi: o günkü imkânların elverdi i ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde ba lanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, ıngilizler Samsun'dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olaca ını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas şubesi ,şehirde oldukça iyi teşkilâtlanmıştı.

ışte bu şartların oluşturdu u hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi do rudan do ruya Mustafa Kemal'in ça rısı üzerine toplanmış , bir millî kongredir. Kongre nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 7'sini ise Do u Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Do u illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı
Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında da Erzurum Kongresi'nde oldu u gibi ıstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve di er bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edemedi.

Sivas Kongresi'nin toplanmaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre gerçekleşti i takdirde Sivas'ın işgal edilece ini ve Kongre'nin da ıtılaca ını bildirdi. ıngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular. Fakat Mustafa Kemal'in her güçlü ü aşan azmi önünde, bütün bu tehditler sonuçsuz kaldı.
ıstanbul Hükûmeti Erzurum Kongresi'nde yaptı ı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün gücüyle Mustafa Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine telgraflar çekilerek Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak ıstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî irade ve millî hava içinde ıstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine getirmek cesaretini gösteremedi.

Sivas Kongresi'nin di er bir özelli i de delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin mutlulu undan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin amaçlanna hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de yemin etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına yapılmadı ı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket oldu u açıkça belirtilmiş oluyordu.

Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.
Evvelce toplanan Erzurum Kongresi, Do u Anadolu ve Do u Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayaca ını ilân etmişti. Sivas Kongresi sahip oldu u tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik kazandırdı.
2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
Erzurum Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike Do u Karadeniz Bölgesinde kurulması düşünülen Pontus Rum devleti ile Do u Anadolu illerini içine kalacak bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini de göz- önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin karşılıksız kalmayaca ını mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu.
3- ıstanbul Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın ba ımsızlı ını ve bütünlü ünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
Bu madde ile ıstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı herhangi üir karar veya davranışına milletin kayıtsız kalmayaca ı, gerekti inde millî iradeye dayanan bir hükûmetin derhal kurulaca ı açıkça belirtiliyordu.
4- Kuva-yı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Erzurum Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde perçinleştiriliyordu, Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve e ilimleri yönünde savaşacâk, ba ımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık egemenli ini kendi eline almıştı; kendi hâkimiyetindenbaşka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas gelecekteki Cumhuriyet rejiminin esasırtı oluşturuyordu.
5- Manda ve himaye kabul olunamaz.
Erzurum Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi'nce de onaylanarak Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sı ınmaksızın" Ya istiklal ya ölüm!" dü.
6- Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir.
Erzurum Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı.
7- Aynı gaye ile millî vicdandan do an cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
Erzurum Kongresi, Do u Anadolu ve Do u Karadeniz Bölgelerindeki millî cemiyetleri "şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı. 8- Mukaddes maksadı ve umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.

Erzurum Kongresi, Do u illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye" genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.
Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından ınkılâp Tarihimizde büyük öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen, bütün milletin tek vücut halinde birlik oldu unu dünyaya ilân eden millî bir Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.

Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuraca ı hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye i1e temas temini ve anlaşma zemini arayan ıstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme ınkılâp Tarihimizde "Amasya Mülâkatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclisin Anadolu'da toplanmasını istemesine ra men, Meclis 12 Ocak 1920'de ıstanbul'da toplandı. Fakat ıngilizlerin ve gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.

Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan yönetiliyor, ıstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Ba ımsızlık Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16 Mart 1920 tarihinde ıstanbul, ıtilâf devletleri tarafından fülen işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar altında Meclis de faaliyet gösteremeyece ini anlayarak da ıldı; zaten bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da ıngilizler tarafından tutuklanmış bulunuyordu.

Mustafa Kemal, ıstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenli ini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek artık Türk ba ımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulundu u şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok a ırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının,. istiklâl mücadelesinin liderli ini yapıyordu.

Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması, milli bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve ıstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, âsi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Di er taraftan ızmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine do ru taarruza hazırlânıyordu. Mütareke ile örgütlü ordu resmen da ıtılmış, silâhları alınmış oldu undan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık etti i iç isyanlar devam ediyordu.
Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara ra men Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Do u cephesinde XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu ma lup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış iste i üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.

Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerirıde Fransız birlikleriyle mahallî kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep ve di er bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.

Yunanlılar 1920 Haziran'ında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulundu u güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesinde umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı milliye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 A ustos 1920 günü de Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve ıstanbul Hükûmeti de 10 A ustos 1920'de ıtilâf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.
Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizli i sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gere ini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, millî mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otnrite altında toplanmalarına ba lı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde da ınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin ve e itime tabi tutulacaktı.

Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay ısmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.
şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Eşem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine ba lı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdi i şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, de iştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Eşem ve kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan halini almıştı.
Durum gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve komuta birli ini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Eşem müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayaca ı gibi, aksine bu âsi kuvvetler her başarıda orduya ayakba ı olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Eşem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.

29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı ısmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı Albay Refet Bey, Çerkez Eşem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Eşem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler, âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Eşem müfrezesi Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
ışte şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi kuvvetleri Çerkez Eşem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Eşem'i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldı ını, askerlerin mevzilerden uzaklaştı ını haber alan Yunanlılar, içinde bulundu umuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde âniden bastırıp ma lup etmek, bu suretle Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan gerçekleştirildi i takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti do du u yerde bo mak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.

Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçti i Eskişehir de, Afyon da askerî yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Eşem'e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. ışte ma lubiyetimiz halinde ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.

Düşman taarruzu ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Eşem'in takibine ara vermeyi ve Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin ınönü ve Dumlupınar mevzilerine sevketmeyi kararlaştırdılar. Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile ınönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. E er Yunanlılar, bizden daha önce ınönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar yol almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sür'atle ınönü mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Eşem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler ınönü mevzilerine hareket ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı ınönü mevzilerini da- ha da takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de Cepheye ça rıldı. Eşem'in takibine ara vererek Kütahya'dan hareket eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, ınönü mevzilerine varmıştı.

Öte yandan Yunanlılar sürâtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine ra men sonucun zaferle bitece i hususunda başta Atatüxk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişli i ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir ama izleyenlerde olacaktır."

I. ınönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü ö leden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan ınönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonrâ bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "ınönü" soyadı verilecekti.
Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan düşman, umdu unu bulamamıştı. ınönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onlar gerçekten şaşırtmıştı.

Muharebe, 10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay ısmet Bey de Gediz'den muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Bir ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesinin karargâhı bulunan ınönü istasyonunun kuzevine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet karşısında cep- he karargâhı istasyondan alınarak sür'atle ınönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi.
Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin gö üslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı. şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında a ır zayiat veriyor; ama canından aziz bildi i kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En nihayet tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam eden taarruzlarından bir başarı elde edemedi ini, edemeyece ini anladı. Artık bu safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.

Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı Albay ısmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim".Gerçekten I. ınönü zaferi, Atatürk'ün ifadesiyle kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II. ınönü, Sakarya, 26 A ustos ve 30 A ustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.

Artık sıra, Çerkez Eşem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine gelmişti. Sür'atle ileri harekata geçilerek bu âsi kuvvetlerde tamamen ortadan kaldırıldı. Çerkez Eşem ve kardeşleri son çare olarak Yunanlılara sı ındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda emir ve komuta birli i de tam olarak sa lanmış oldu.

I. ınönü zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler bo ulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven sa lanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.

I. ınönü zaferinin dışardaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükûmetin hatırı sayılıx bir varlık oldu unu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki ıtilâf devletleri, 21 şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na ıstanbul Hükûmeti i1e beraber Ankara Hükûmeti'ni de ça ırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. ışte bu gelişmeler sonucu ıtilâf devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine I. ınönü zaferinin millî hükûmete kazandırdı ı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve ıtalya ile barış yolunda bazı müzakereler oldu.
Ancak Yunanlılar, bu ma lubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların ınönü mevzilerine taarruzu ile başlayan,II. ınönü muharebesinde de düşman taarruzları birincisinde oldu u gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar silâhlanmıza terk zorunda kaldılar. Bu suretle Batı cephesinde düşmana karşı II. ınöntı Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı ısmet Paşa'ya gönderdi i kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı de il, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu.

şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükûmetinin reddetti i Sevr Antlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmaktadırlar. Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönün ; den Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti.

Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhına geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tesbitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı ısmet Paşa'ya şu direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın do usuna kadar çekilmek yerindedir!" Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin do usuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba u rayan, azalan kuvvetlerimizin, tutundu u mevzilerde tazelenen taarruz gücünp karşı çekilmeksizin uzun sure direıımesı daha büyük kayıpların sebebi olacaktı.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#4
ınkılâp Tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın do usuna çekilmemizle sonuçlanan bu çaıpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça a ır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü.

Ordumuzun bu, Sakarya'nın do usuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere Hükûmet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclis'ten onay almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri, Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi.

Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe ra men sonunda düşmana kati darbe indirilece ine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu u urda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu etti i yerde de il, bizim arzu etti imiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kati darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerekti inde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerli in gere ini kararsızlı a düşmeden uygulamak gerekiyordu.
Ne çare ki liderlerin bu inancına ra men Sakarya'nın do usuna çekilmenin yarattı ı maneviyat bozuklu u Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken meydana geleıi bu a ır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı oTarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 A ustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fülen ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldı ı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlı ı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük ço unlu u, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu oldu u, başka çıkar yol bulunmadı ı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesinde ispat ettin. şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.

Muhaliflere gelince, onlar da Başkomutanlı ı Mustafa Kemal Paşa'ya vermekle zaten kurtuluş ümidi kalmadı ını kabul ettikleri bir ortamda, gelişecek tüm sorumlulu u onun ,omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.
Meclis'te 4 A ustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz oldu u şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Baş kanlı ına şu önergeyi sundu: "Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlı ı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan do acak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz oldu u yetkileri fülen kullanmak şartiyle üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı oldu umu milletin nazarında bir defa daha do rulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum".

Bu önerge Meclis'in yetkilerini kullanma iste i sebebiyle bazı itirazlara sebep oldu. Ancak durum, ola anüstü bir durumdu ve ölüm kalım mücadelesi gibi ola anüstü şartlar konuşuyordu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev gerçekten çok büyük ve önemli, di er bir ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en seri, en do ru kararları verebilmek, ancak Meclis'in yetkilerini anında kullanmakla mümkündü. Esasen Atatürk de bu ola anüstü şartlara ra men, söz konusu yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis, bu iste inde kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 A ustos 1921 günü, "Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerli e ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oybirli i ile kabul edildi. Kanunda şu sözlere yer veriliyordu: "Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan yegane yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık füli vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddî ve manevî kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna ait salâhiyetini Meclis namına fülen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve salâhiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum gördü ü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salâhiyeti kaldırabilir."

Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Memleketin düşman istilâsından kurtarılaca ına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allahın yardımıyla behemehal ma lûp edece imize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim." Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu bildiride de şu cümleler yer alıyordu: ".... Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle de iştirilmesine imkân omayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes oca ında bo arak kurtuluşa ve ba ımsızlı a kavuşmaktır. "

Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 A ustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye" yani "Millî Vergi" emri yayımladı. Bu emirler gere i her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu" kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardarı yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâşanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için ola anüstü bir seferberli e davet e dilmişti. Artık millet ve ordu el eleidi ve topyekûn bix harp başlatılmıştı.

Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 A ustos 1921 günü Ankara'dan hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhına geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fülen Türk ordusunun başında idi.
şimdi 1921 yılı A ustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 A ustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine do ru yeniden ileri harekâta başladı. 15 A ustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar.

23 A ustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana a ır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Poiatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyuldu u zamanlar oldu. Türk mevzileri bir çok noktada yarılmasına ra men, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, saş-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış topra ı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulundu u mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildi i noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birli in çekilmek zorunda kaldı ını gören birlikler, oria tâbi olamaz. Bulundu u mevzide sonuna kadar dayanma a ve mukavemete mecburdur".
Başkomutanın ortaya koydu u, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştı ı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indirece i yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çök uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü. Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana a ır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya do ru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri meyzilerde görürimüş, hatta ateş hattına girmişti. Başkomutanın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.

"Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin do usunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra ma lup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardi. Düşmanın bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.

Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına gerek gösteriyordu. Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Di er taraftan gerek Yunanlılar gerekse ıngilizler, mevsimin ilerlemiş oldu u, Türk hükûmetinin içinde bulundu u güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun a ırlı ı sebebiyle Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış iste inde bulunaca ını hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldi ine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.
Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e ça rılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 A ustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri verildi.

Büyük taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane oldu u kadar da cüretli ve tehlikeli idi. Zira ku.vvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin a ırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halin- de, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun akıbeti kritikleşebilirdi.

Bu plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun ma lup olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.
26 A ustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunııyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu, kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin a ırlık merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönetti i bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlı ını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlı ını ısmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya Yakup şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu.

Süratli taarruz sonucu, 26/27 A ustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzü düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı. 27 A ustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 A ustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 A ustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu.

Ancak, ma lup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve ızmir do rultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! ılk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi.

Son süratle ızmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı ızmir'e ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayra ı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçe i bir kere daha gözler önüne serilmişti.
Mondros Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla gerçekleştirildi i zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandı ı bu büyük zaferler Atatürk'ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız ba ımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye de ildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayannıayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her biiyült meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem do malıdır, do ar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur".

Büyük Türk zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem do muş; ça daş, demokratik ve lâik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilâsından temizleyen büyük askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini toplamak üzere siyasî faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de ıtilâf devletleriy:e imzalanan Mudanya Mütarekesi ile silâhlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışma(lara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak üzere Do u Trakya'nın Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; ıstanbul ve bo azlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı.
1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kcararı ile saltanatla hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını do rudan do ruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şâhısta de il, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli'de temsil etti. ışte o Meclis, Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir". Meclis'in bu tarihî kararı üzerine Vahdettin bir ıngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı.
Artık sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini -Mudanya görüşmelerinde oldu u gibi- ısmet (ınönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin ba ımsızlı ı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, Ekonomik alanda Osmanlılar devrinden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandı ı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi".

13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, -yapıları bir Anayasa de işikli i ile - Cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlı ı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirli i ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhuriyetin ilânı i1e gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de ça daş devlet anlayışına uygun olarak lâikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924'te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş halini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.

Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin ça daş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâplari yapıldı. Halkı uyuşuklu a sevkederek her türlü hayat enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldirıldı. Lâik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber birçok yeni kânunlar kabul edildi. ılim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak ça daş kültürü benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. E itim ve ö retimde, lâik ve millî bir yol takip edildi. Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona ça daş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapıÎarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere önem.verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir ıktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Ziraî faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sa lık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu inkılâplara "Atatürk ınkılâpları" adı verildi. ınkılâpların memlekette daha süratle ve daha sa lam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi tegkil edildi. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi.

Milleti ça daş uygarlı a götüren bu zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti teşkil eden, fakat bir kolu da tutuculu a ve gericili e dayanan bir grup tedirgin oldu. Politik sahada da kendilerine temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten Atatürk'ü sorumlu tuttukları için ona birkaç suikast girişiminde bulundularsa da muvaffak olamadılar ve millet tarafından tel'in edildiler.

Mustafa Kemal, inkılâpların büyük kısmını başardıktan sonra Türk ba ımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan büyük Nutkunu yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresinde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. De erli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin oldu u kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.

Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılâpların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#5
ULU ÖNDER ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ

Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulundu u sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptı ı yorucu yolculuk, hastalı ının artmasına sebep oldu.

Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına ra men, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindi imillî dava u runa kendi sa lı ını hiçe saydı. Güney seyahati hastalı ının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için ıstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalı ı teşhisi kondu. Deniz havası iyi geldi i için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. ıstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlü e girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti.

Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalı ı a ırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalı ı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalı ını duyan Türk halkı, sa lı ıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalı ının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına ba ışladı.

Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladı ı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladı ı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade oldu una benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.

Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladı ı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sa lık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka e itim ve kültür konularına da temas edip gençli in millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için ıstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldı ını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duydu u memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençli inin kültürde oldu u gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duydu u memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.

Atatürk'ün hastalı ı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sa lı ıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dile iyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için de işmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı.
Bu kara haberle, yalnız Türk milleti de il, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler.

16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duydu u saygı, minnet ve ba lılı ını ifade etti.
Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, ıstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik etti i Yavuz zırhlısı cenazeyiızmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen ısmet ınönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkam, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulundu u ve on binlerce insanın katıldı ı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu.

Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.

ULU ÖNDER ATATÜRK'ÜN ALDIÐI KIDEM NışAN VE ÜNVANLAR




"Benim gözümde hiçbir şey yoktur, ben yalnız liyâkat âşı ıyım."


Mustafa Kemal Atatürk

- 6 Kasım 1913'de iki yıllık kıdem zammı aldı.

- 29 Ekim 1914'de iki yıllık kıdem zammı aldı.

- 25 Mart 1916'da iki yıllık kıdem zammı aldı.

- 1 Nisan 1916'da iki yıllık kıdem zammı aldı.

- 23 Aralık 1917'de iki yıllık kıdem zammı aldı.

- 25 Ocak 1908'de 5. dereceden "MECıDı NÎşAN" (Abdulmecit zamanında çıkartılmış nişan) ile onurlandırıldı.

- 12 Mart 1913'de Fransız Hükümeti tarafından 'şövalye' derecesi olan "LEJYON DONÖR NlşANI" ile onurlandırıldı.

- 6 Aralık 1913'de 4. dereceden "OSMANÎ NÎşANI" ile onurlandırıldı.

- 17 Ocak 1915'de "ALTIN LıYAKAT MADALYASI" aldı.

- 1 şubat 1915'de 4. dereceden "OSMANÎ NÎşANI" ile onurlandırıldı.

- 15 Temmuz 1915'de "HARB MADALYASI" ile onurlandırıldı.

- 1 Eylül 1915'de "GÜMÜş LıYAKAT-GÜMÜş ÎMTÎYAZ MADALYALARI'yla onurlandırıldı.

- 9 Mayıs 1916'da Avsuturya ve Macaristan Hükümeti tarafından "HARB NışANI" ile birlikte "KRUVA ve MERıT NışANI"nm 3. derecesiyle onurlandırıldı.

- 12 Aralık 1916'da 2. dereceden "MECıDÎ NışANI" ile onurlandırıldı.

- 17 şubat 1917'de Alman imparatoru tarafından 1. dereceden "KILIÇLI PRUSYA KORDONU NışANI" ile onurlandırıldı.

- 1 Nisan 1917'de 2. dereceden "OSMANÎ NışANI" ile onurlandırıldı.

- 9 Eylül 919'da Avusturya ve Macaristan Hükümeti tarafından 2. dereceden "HARB ALÂMETı MERıT ASKERı NışANI" ile onurlandırıldı.

- 23 Eylül 1919'da 1. dereceden "KILIÇLI MEClDÎ NışANI" ile onurlandınldı.

- 29 Aralık 1917'de yine 1. dereceden "KILIÇLI MECÎDÎ NışANI" ile onurlandırıldı.

- 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından "GAZı ve MAREşALLıK" ünvanlanyla onurlandırıldı.

- 27 Mart 1923'de Afganistan Kralı tarafından "LıMER-Î ÂLÂ NışANI" ile onurlandırıldı.

- 24 Kasım 1923'de kırmızı ve yeşil kurdelah "ıSTıKLÂL MADALYASI'yla onurlandırıldı.

- 24 Kasım 1934'de Türkiye Büyük Millet MECLıSı tarafından TÜRKLÜÐÜN EN BÜYÜK SiMGESi Olan "ATATÜRK" soyadıyla onurlandırıldı.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#6
Atatürk'ün kendi ağzından hayat hikayesi

Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin'e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını şöyle anlatmıştı:

Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilâhîlerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okulu’na devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı.

Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım.

Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okulu’na yazıldım.

Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum.

Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selânik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selânik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.

Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı.

Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum.

O sırada annem Selânik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu.

Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldu bitti olmuş oldu.

Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum.

Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.

Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun!

O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:
“Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım” dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak;
“Ben bundan iyi yaparım dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi.

Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızca’da geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulu’nun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.

O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu, Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı.

“Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu.

Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okulu’na geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.

İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk.

Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Beyin kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu, Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu.

Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.

Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk.

Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulu’nda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.

O zaman okullar müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış;
“Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş

Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşaya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu.

Çıkarken; “Yalnız izinsizlikle yetinebilir” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi.

Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu.

Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik.

İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saray’a mensub bir de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşanın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saray’a götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, Başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar.

Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selânik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kur’a çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kur’aya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilâtlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzülerle bazı meseleler vardı. Dürzüler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım.

“Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı.

Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilât daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim.

Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı.

Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selânik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşanın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selânik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşayı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini kurdum.

Selânik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum.

Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım.

Selânik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakkî ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selânik’e gelmiş. “Terakkî ve İttihat Derneği’nin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilân edildi.

Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsî gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.

Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı.

Mesele şundan ibaretti: İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysa ki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi.

Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım.

31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selânik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım.

Meşrutiyetin ilânından sonra teşkilât kurmak için Trablusgarb’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakkî Kongresi’ne delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkî’nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.

Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selânik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38.Piyade Alayı’na komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selânik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selânik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmay’da bir göreve atadılar.

Selânik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken, Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü.

İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında bulundum.

Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm.

Bu yılın sonunda Genel Savaş ilân olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19.Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16. Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslar’dan geri alınmasıdır.

Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm.

O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman genel karargâhına gittik ve Alman batı cephesinin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım.

O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi.

Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’da kaldım.

Diğer yandan Sina cephesinde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu!

Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Ordu’ya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığı’na yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim.

Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükümet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu, ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim.

İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi, Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi

Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis’in dağıtılmasına şahit olduk.

İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü.

İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki; hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım.

Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu.

İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim.

Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık.


Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclis’in İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclis’in işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlât-ı Esâsiye (Anayasa) Kanununda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi, ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir.

Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı.

Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclis’in çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır.

Misak-ı Millî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.

Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır.

Bu gerçeklikleri millî iman tanı(Zeker) koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.

Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse; Teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.

Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hale getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.

Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.

Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabiî. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi’nin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun, türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir.

Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsî programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum.

Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filânın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir.

Misak-ı Millî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#7
1881 yılında Selanik'te doğdu. İlk öğrenimini ve askeri öğrenci olarak orta öğreniminin bir kısmını Selanik'te yaptı. Manastır Askeri Lisesi'ni bitirdi. 1902 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1905 yılında Harp Akademisi'nden mezun oldu. Orduda çeşitli vazifeler aldı. 1913 yılında Sofya'da Ataşe Militer olarak bulundu.

Birinci Dünya Harbi sırasında, Çanakkale Muharebelerinde Tümen Komutanı olarak görev yapıı. 1916 yılından itibaren, Doğu ve Güney cephelerinde Kolordu ve Ordu Komutanlığı yaptı. Bitlis ve Muş'u düşman işgalinden kurtaran kuvvetlerin başındaydı. Filistin ve Suriye cephelerinde görev aldı.

Mondros Mütarekesi'nden sonra Sevr Anlaşması hükümlerine dayanılarak ülkenin yabancılar tarafından işgali üzerine, son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin tarafından Anadolu'ya gönderildi. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak Türk milli mücadelesini başlattı. Amasya Genelgesi, Sivas ve Erzurum Kongrelerini topladı. Askerî görevlerinden istifa ederek, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni topladı. Meclis Başkanı seçildi. 5 Ağustos 1921'de Başkomutanlık görevini üstlenerek, Anadolu'nun Yunan işgalinden kurtarılması için mücadele etti. Sakarya Meydan Savaşı'nı kazandı. 19 Eylül 1921'de Meclis tarafından kendisine Mareşal ve Gazi ünvanı verildi.

26 Ağustos 1922'de işgalci Yunan kuvvetlerine karşı Büyük Taarruz'u başlattı. Beş gün sonra 30 Ağustos 1922'de Başkomutanlık Meydan Savaşı kazanıldı. Lozan Barış Konferansı'ndan sonra, 11 Ağustos 1923'de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yeniden Başkan olarak seçildi. 9 Eylül 1923'de kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanlığı'na seçildi.

29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in ilan edildiği gün, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. Dört dönem üst üste seçildi. 10 Kasım 1938 tarihinde öldü.


ATATURK English Biography

ATATURK

Mustafa Kemal Atatürk was born in Salonika in 1881. His father is Ali Rıza Effendi, his mother is Zübeyde Hanim. Ali Rıza Effendi was from the local people of Salonika. His early grandfathers had settled down in Serez leaving Vidin, and went to Salonika from there. Ali Rıza Effendi, worked as a customs officer in the beginning of his life, and then left working as an officer and was engaged in timber trade.

Ataturk’s mother, Zubeyde Hanim was from an old Turkish family settled down in a town named Langaza near Salonika. This family was one of the yoruks passed from Anatolia to Rumeli and were known as 'Varyemezoğulları'. This family had big farms in Langaza and they were engaged in both farming and animal husbandry. Upon Ali Rıza Effendi’s death in his fifty in 1888, who married Zubeyde Hanim in 1871, the duty of growing and bringing up little Mustafa was left to Zubeyde Hanim. Little Mustafa, obeying his mother, went to the quarter school of Hafiz Mehmet Effendi for his primary education. But, in a short period of time, he passed to Şemsi Effendi School in Salonika upon his father’s will, and completed the school there. His father died while he was studying in this school. At this time, he had two sisters younger than him whose names were Makbule and Naciye.

When their father died, little Mustafa was seven years old, and Makbule had just completed her first age; Naciye was 40 days old. This youngest sister died in Salonika in her youth. Upon Ali Rıza Effendi’s death, Zubeyde Hanim settled down in Huseyin Effendi’s house, who worked as a steward in Rapla farm near Salonika. The education of little Mustafa was willy-nilly hampered because of farm life. However, after a short period of time, he turned back to Salonika and went on his education from where he left in his aunt’s house.

Little Mustafa went for a period of time to Salonika Civil Service Secondary School after Şemsi Effendi Primary School, but he left this school and applied to Military Secondary school in 1893 with his own decision and carried on his education there.

He went to his uncle Huseyin Effendi’s farm in summers and stayed there until it is the school time. Mustafa really loved this school. He showed himself among his friends in a short time with his intelligence and superior skills and made his teachers like him.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 2 Guest(s)