Thread Rating:
  • 19 Vote(s) - 3.11 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi D Harfi İle Başlayanlar
#1
Oku-1 
Fıkıh Ansiklopedisi D Harfi İle Başlayanlar

DÂBBETÜ`L-ARZ

Yer hayvanı, kıyametin büyük alametlerinden biri.

Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. Içkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.

"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadırdir." (en-Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir.

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah`a aittir." (Hûd, 11/6) âyetinden de anlaşılan budur.

"Dâbbetü`l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur`ân-ı Kerîm`de:

"Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." (en-Neml, 27/82) buyrulmaktadır.

Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur (M.H. Yazır, "Hak Dini Kur`ân Dili", V, 3701 vd.).

Râğıbü`l-Isfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:

"Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir (Râğıb, "Müfredât", debb maddesi.)

Güneşin batıdan doğması ile Dabbenin hangisinin daha önce olacağı açıklanmıştır. Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü`l-Arz" (bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli. 194) hakkında Peygamber (s.a.s.)`den şöyle rivayet edilir.

"Ilk çıkacak kıyamet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe"nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekişi onu kısa zamanda takibedecektir" (Müslim, Fiten, 118; Ibn Hanbel, "Müsned", II, 201)

Dabbe ile ilgili bir makale:

Kıyamet alametlerinden biri "dâbbetü'l - arz"ın çıkışıdır. Peygamber efendimiz şöyle bildirir:

"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II, 491)

Dâbbe kelimesi “canlı, hareket eden varlık” anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de “dâbbe” denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse “işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.

Burada “Dâbbetü'l - arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?” sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.

Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şöyle dediği nakledilir: “Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir.” Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.

Dâbbeye “AİDS mikrobu” diyenler vardır. “Televizyon” şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta “robotlar olabilir” görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, “efendilerinin” sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.

Kur’anda Dâbbe

"Dâbbe" kelimesi Kur’anda on dört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “devâbb” ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 6)

“Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın elindedir.” (Hud, 56)

"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 45)

Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l- arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:

"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."

Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde “Dâbbenin başı bulutlara değecek” denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.

Dinin helal – haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.

Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma “lisan-ı hal” yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.

Dâbbe neler söylüyor?

Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab-ı Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.

Kur’ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. “Rüzgârın dişleri” denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.

Keza, Ka’beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur’anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen “ebabil” kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir “semavi bombalama” olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları “kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına” çevirmişlerdir.

Kur’an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve mütemerrit bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.

Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle “Allah zar atmaz.” Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, “bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur.”
Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terketmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez. "Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 59) "Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 11) Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rast gele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazen meltem olur yüzümüzü okşar, bazen fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.

Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü’minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.

AİDS Dâbbe mi?

Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.

Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur’anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:

Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir

"Eceli gelip de Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 14).

Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.

(Not: Burada nazara verilen Hz. Musanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)

İşte bu dâbbe Hz. Süleyman’ın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.

Ama “dâbbe AİDS midir?” denilirse “evet” demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü AİDS dâbbe hakikatinin bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.

Meseleye şu açılardan bakmakta yarar görüyoruz:

Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan “the” takısı gibi Arapçada “el” takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)

-Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.

-Din bir imtihandır. İmtihanda ise “akla kapı açılır, irade elinden alınmaz.” Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında “bu kâfir” yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını intizar etmek gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. (Rivayete göre ahirzamanda insanlığa çok büyük zararlar verecek biri çıkar. Deccal denilen bu şahsın alnında “bu kâfirdir” yazısı bulunur. Peygamberimizin neslinden gelen Mehdi buna karşı mücadele eder. Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.)

-Ayetlerin bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşabihtir. Yani bazı ayetlerin manası açık iken bazılarında bazı kapalı yönler vardır. Benzeri bir durum hadisler için de geçerlidir. Bu tür kapalı manaları “ilimde kökleşmiş zatlar” anlayabilirler ve bunların tevillerini yaparlar.
-Te'vil, "bir delile dayanarak, lafzın muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Te'vilde bir katiyet olmayıp, "mümkün bir ihtimal" söz konusudur. Bu cihetten, müteşabih ayetlerle ilgili te'viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihai hüküm ve söz, Cenab-ı Hakk'ındır.

-Müteşabih manalarda nihai söz Cenab-ı Hakk'ındır.

"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (En'âm, 59).

"O gün sırlar ortaya çıkacak" (Tarık, 9) ayetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü bildirilecek, "Allah kıyamet günü, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklayacak" ayetinin manası görülecektir. (Hacc, 69)

SONUÇ

Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve değerlendirmelerde herkesin tam kanaat getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu bir derece muallâkta/ askıda bıraktığımız görülür.

İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela “zaman nedir, ruh nedir” gibi sorulara çok net cevap veremeyiz. Hatta bazı kevni gerçeklerde de bir derece bilinmezlik söz konusudur. Sözgelimi atomun ne olduğunu tam bilmiyoruz, hayatın muammasını tam çözmüş değiliz. Demek ki bazı meseleler gül goncası gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı bekleyen başka yapraklar karşımıza çıkar. Bize düşen, bilinmezleri bilme yolunda uğraşı vermek, gayret göstermektir. İnsanın bu tür sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan böyle bir seyahatte önündeki kayaları ve ilerdeki kıyıları çok net göremez. Ama bu gizemlilik, bu seyahate ayrı bir güzellik katar.
Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele alınması daha isabetlidir. “Bundan murat şudur” diyenler yarın öyle olmadığını gördüklerinde mahcup olabilirler. Kesin hüküm vermek yerine “Bundan murat şu olabilir.” demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Çünkü,
“De ki: Gerçek ilim Allahın katındadır.” (Mülk, 26)

“Göklerde ve yerde Allahtan başkası gaybı bilemez.” (Neml, 65)

Doç. Dr. Şadi Eren


DAR-I HARPTE CUMA NAMAZI

Son yıllarda, kötü niyetlerinden ötürü böyle davrandıklarına inanmak istemediğimiz bazı kimseler, "dâr-i harp" olduğu gerekçesiyle, Türkiye`de Cuma Namazı kılınamayacağı fikrini yaymakta ve bu fikre taraftar toplamakla Islâm adına, bir başarı elde edeceklerini iddia etmekte ya da sanmaktadırlar.

Türkiye`nin "dâr-ı harp" mi, "dâr-ı Islam"mı olduğu konusunu ilgili madde de açıkladık. Türkiye İslam devletidir ve Cuma namazı kılmak şartlarını taşıyna her müslümana farzdır. Ancak Türkiye'nin İslam Devleti olmadığını söyleyenlerin iddiasını doğru sayarsak durum ne olur?

Bu kanaate göre; ülkemiz Islam ahkâmıyla idare edilmediği için, "dâr-ı harpt" tir, Allah`ın ahkâmını reddedenler mü`min değildir. Mü`min olmayanların, mü`minler üzerinde velâyet hakkı yoktur, yani; "Ulü`1-emr" ancak mü`minlerden olur. Cuma namazını ancak "Ulü`1-emr" ya da vekili kıldırabilir. Bunun delili Ibn Mâce`de geçen ve "...âdil ya da zalim, imamı olduğu halde cumayı terkeden..." in cezaya ugrayacağını haber veren hadistir.

Sözü edilen hadisin meâli şöyledir: "Câbir b. Abdillah r.a rivayet ediyor ki: Resûlullah (s.a.) hutbe okurken bize şöyle dedi: "Ey insanlar, bilmiş olun ki, şu yerimde, şu günümde, şu ayımda ve bu yıldan itibaren, kıyâmete dek Allah (c.c.) cumayı sizin üzerinize farz kılmıştır. Artık kim onu gerek benim hayatımda, gerek benden sonra -âdil ya da zalim bir imam varken- hafife alarak ya da inkar ederek terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin, işinde bereket kılmasın. Dikkat edin! Onun ne namazı vardır, ne zekâtı vardır, ne haccı vardır, ne orucu vardır, ne de bir iyiliği vardır, Tevbe etmedikçe bunların hiç biri ondan kabul edilmez..." (Ibn Mâce, el-Ikâme 78,I/343).

Buna göre şartlarını taşıyan her müslüman cuma namazını kılmakla sorumludur. Bazı bahanelerle böyle bir farzı terk etmek hiç bir müslümana yakışmaz.


DAR-I HARP`TE FAİZ

Dâru`l-harp`te faiz olmaz, diyorlar. Türk bankalarından faiz alıp yiyebilir miyiz?

Türkiye Dar-ı İslamdır ve bir müslüman için faiz almak ya da faiz vermek asla caiz değildir. Hangi bankadan olursa olsun faiz almak haramdır.

İslam devleti olmayan yerlerden faiz almaya veya vermeye gelince:

İmâm-ı Âzam ile İmâm-ı Muhammed'e göre müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir müslümanın, müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi caiz olmadığı gibi gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya gasb etmesi caiz değildir. Çünkü İslâm dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için hiyâneti, aldatmayı, gayr-i ahlâkî ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır. Ancak küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hiyânet sayılmaz, normaldir. (1)

Diğer mezhebler ile Ebû Yûsuf a göre faiz her yerde yasaktır. Ne İslâm diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alışverişte, ölçüde, tartıda müslümanlara gösterilen muameleyi gayr-i müslimlere de göstermek îcâb eder. (2)

Hatta bir kimse meselâ Avrupa'ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa onu sahibine vermeye mecburdur. (4)

Küfür diyarında gayr-i müslimlerden faiz almak caizdir diyen İmam-ı Âzam ile Muhammed'in sözü daha râcihdir. Çünkü bir müslüman parasını, meselâ bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiç bir şey girmeyecek, üstelik de gayr-i müslimlerin istihzalarına maruz kalacaktır. (Halil GÜNENÇ, GÜNÜMÜZ MESELELERİNE FETVALAR I.243-344)

Not : İmam Azam ve İmam Muhammed ‘e göre küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında bir sakınca olmadığı hususu: “Daru’l-harpte müslüman ile gayri Müslim arasında faiz olmaz hadisi şerifine dayanmaktadır. (Zeylai, Nasbu’r-raye, IV. 44; İbn Hümam, VII. 39)

1- el-Fıkhu ale'l-Mezahebil arba'a, l. 340. Fethu'l-vehhab c. 2 s. 355
2- el-Fetâva'1-Kübrâ c. 2, s. 238, Bedâyi es-Senâyi' c. 9, s. 4378
3- Hidâye c. 2, s. 66







DARÜ`L-HARB

İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiyenin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:

Önce Darü'l-Harb ve Da-rü'1-İslâm mefhumlarının tariflerini ver*mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil*men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Da*rü'l-Harb'i şöyle tarif eder : «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti al*tında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâki*miyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'-tir» (1).

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü*talâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'1-harb diyenle*rin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan gö*rüşler mücerret iddia olmaktan ileri gi*dememiştir. Bir delile dayanmayan, ha*kikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gi*bi şer'î ilimlerde de mes'elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehas*sıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mü*tehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olur*sa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal et*tirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı ki*ramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne ka*dar müçtehidin-i izam hazretlerini hiç*bir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, on*lara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi müte*cavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darü'1-Harb» ve «Darü'l-İslâm» hakkındaki hükümle rini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar ya*hut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memle*ket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslüman*larla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'1-Harb» değildir (2).

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'1-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'1-Harb» olması için, Müslümanla*rın idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İs*lamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) ait*tir.

İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'1-Harb» değildir.

l- İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edil*mediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'1-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olma*sına itibar eder'» (4). Yani, bu şartın ta*hakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şe*kilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimi*yetinde bir noksanlık olursa orası «darü'1-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bay*ram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar*da islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İs*lâm »dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Pey*gamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).

2- O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hu*dutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Da-rü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağ*lûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et*tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanma*sında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini mü*dafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaris*tan'daki Müslüman köyler gibi.) Nite*kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifa*deleri kullanılmıştır. Yoksa kendini mü*dafaaya muktedir ve müstakil bir îslânı devleti, her taraftan gayr-i muslini dev*letlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.

3- içinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal gü*venlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlık*ların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıy-la ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm bel*desinin kâfirlerin istilâsına uğraması ha*linde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâ*kimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız ola-ııa değil de, asıl olana itibar ederler. Bu*rada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin ora*da kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (7).

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdü*ğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafın*dan işgal edilmiştir. Müslümanların hiç*bir cihetle mal ve can güvenliği kalma*mış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil*miştir. Bu ülkenin hiçbir îslâın ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ile*ri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte ta*hakkuk ettiği için orası «Darü'1-Harb»dir.

İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Da-rü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üze*rinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müs-limlerce tamamen istilâ edilmesine bağ*lıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâ*kimiyeti altında bulunduğu ve içerisin*de küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil*diği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) ora*sı yine îmameyn'e göre, «Darü'1-Harb» olmaktan çıkar.

Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdü*ğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :

Memleketimiz - lillâhilhamd -, asır*lardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu key*fiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edil*mektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanu*nî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kaza*larda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak var*lığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müs*lümanlar hac ve umre ibadetini yapa*bilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İs-lâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapıl*maktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslü manlar evlâtlarına istediği ismi koyabil*mekte, hatim duası, mevlit, sünnet dü*ğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulma*sı mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetiş*mektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyon*larında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır

Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zik*rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmı*nın yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli de*ğildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikle*ri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milleti*miz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gi*bi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin ida recileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikin*ci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sı*nırlarının büyük bir kısmı İslâm devlet*leriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şart*la ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşı*lacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, fa*raza, gayr-i müslim devletlerle de kuşa-tılsa Türkiye yine «Darü'1-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, ken*dini müdafaa edecek güçtedir ve istik-lâliyetini devam ettirmektedir.

Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, el*li milyon Müslümamn emin olarak ya*şadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Elhasıl: Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle*rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Tür*kiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslü*manların hükmettiği bir belde, (Rusya'*nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Sernerkant, Endülüs, Bulgaris*tan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.

Dara'1-Harb mes'elesini ileri süren*lerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.

Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î de*lili, dinî mesnedi yoktur.

Müslüman, ister dar-ı İslâm'da ol*sun, ister dar-ı harbte, her hal ü kârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasakların*dan da kaçmakla mükelleftir. İbadet, in*sanın yaratılış gayesi, varoluş hikmeti*dir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifa*dan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünya*da çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bili*nen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetle*rinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayret*leri boş bir çaba olmaktan öteye gide*mezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleket*lerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olu*namaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse (*),

Şu halde, dar-ı İslâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koy*mak, onları gayr-i müslim muamelesine maruz kal*ma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkki-sidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İs*lâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve me*suliyeti sabittir. Ancak günahların dün*yevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, ha*ramların serbestiyetine delil olamaz. Zi*ra bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasın*da cereyan eder ve Müslümanların fay*dasına olduğu takdirde caiz olur. Bu ba*kımdan, bir Müslüman bir gayr-i müs-limden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8).

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz :

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, on*lara iman hakikatlanm öğretmek, gönül*lerine Allah'ın marifet, muhabbet ve me-hafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağ*larına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve be*raberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve mer*hameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmet*leri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darü'1-Harb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzur*suz ve kalbleri müşevveş etmekten baş*ka bir şey değildir.

Kaynaklar:
(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.
(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.
(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.
(6) Bezzaziye, c. VI, s. 312.
(7) Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte kü*für; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahal*de, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz kü*für ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman oldu*ğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muame*lesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm me*zarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. bas*kı, Cihan Yayınları, ist.



DARÜ`L-HARB VEYA DARÜ`L-KÜFÜR OLAN BİR ÜLKEDE BİR MÜSLÜMAN GAYR-I MÜSLİMDEN VEYA BANKALARINDAN FAİZ ALMASI CAİZ MİDİR?

İmam-ı A`zam ile İmam Muhammed`e göre müslüman olmayan bir memlekette bulunan bir müslümanın müslümanları aldatıp mallarını çalması veya gasb etmesi caiz olmadığı gibi gayr-i müslimlerin mallarını da çalması veya zayi etmesi caiz değildir. Çünkü İslam dini müsamaha ve fazilet dini olduğu için hiyaneti, aldatmayı, gayr-i ahlaki ve çirkin şeyleri her yerde yasaklamaktadır. Ancak küfür diyarında yaşayan bir müslümanın gayr-i müslimden faiz almasında beis yoktur. Çünkü onlara göre faiz almak hiyanet sayılmaz, normaldır (el-Fıkhu ala`l-mezahibel arba`a).

Şafii ile Ebu Yusuf`a göre faiz her yerde yasaktır. Ne İslam diyarında ne de küfür diyarında onu almak caiz değildir. Alış verişte, ölçüde, tarıda müslümanlara gösterilen mu`ameleyi gayr-i müslimlere de göstermek icab eder (al-Fetva`l-Kübra).

Hatta bir kimse mesela Avrupa`ya giderse, orada devlete veya şahsa ait bir şey bulursa onu sahibine vermeye mecburdur (Hidaye).

Küfür diyarında gayr-i müslimlerden faiz almak caizdir diyen İmam-ı A`zam ile Muhammed`in sözü daha racıhdir. Çünkü bir müslüman parasını mesela bir Alman bankasına yatırsa (ki yatırması doğru değildir) onlar, parasını çalıştırıp bol bol kazanacaklar, para sahibi faizini almadığı takdirde cebine hiç bir şey girmeyecek, üstelik de gayr-i müslimlerin istihzalarına ma`ruz kalacaktır.


DARÜ`L-İSLAM

İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiyenin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:

Önce Darü'l-Harb ve Da-rü'1-İslâm mefhumlarının tariflerini ver*mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil*men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Da*rü'l-Harb'i şöyle tarif eder : «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti al*tında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâki*miyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'-tir» (1).

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü*talâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'1-harb diyenle*rin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan gö*rüşler mücerret iddia olmaktan ileri gi*dememiştir. Bir delile dayanmayan, ha*kikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gi*bi şer'î ilimlerde de mes'elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehas*sıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mü*tehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olur*sa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal et*tirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı ki*ramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne ka*dar müçtehidin-i izam hazretlerini hiç*bir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, on*lara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi müte*cavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darü'1-Harb» ve «Darü'l-İslâm» hakkındaki hükümle rini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar ya*hut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memle*ket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslüman*larla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'1-Harb» değildir (2).

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'1-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'1-Harb» olması için, Müslümanla*rın idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İs*lamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) ait*tir.

İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'1-Harb» değildir.

l- İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edil*mediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'1-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olma*sına itibar eder'» (4). Yani, bu şartın ta*hakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şe*kilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimi*yetinde bir noksanlık olursa orası «darü'1-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bay*ram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar*da islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İs*lâm »dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Pey*gamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).

2- O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hu*dutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Da-rü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağ*lûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et*tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanma*sında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini mü*dafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaris*tan'daki Müslüman köyler gibi.) Nite*kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifa*deleri kullanılmıştır. Yoksa kendini mü*dafaaya muktedir ve müstakil bir îslânı devleti, her taraftan gayr-i muslini dev*letlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.

3- içinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal gü*venlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlık*ların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıy-la ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm bel*desinin kâfirlerin istilâsına uğraması ha*linde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâ*kimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız ola-ııa değil de, asıl olana itibar ederler. Bu*rada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin ora*da kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (7).

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdü*ğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafın*dan işgal edilmiştir. Müslümanların hiç*bir cihetle mal ve can güvenliği kalma*mış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil*miştir. Bu ülkenin hiçbir îslâın ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ile*ri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte ta*hakkuk ettiği için orası «Darü'1-Harb»dir.

İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Da-rü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üze*rinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müs-limlerce tamamen istilâ edilmesine bağ*lıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâ*kimiyeti altında bulunduğu ve içerisin*de küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil*diği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) ora*sı yine îmameyn'e göre, «Darü'1-Harb» olmaktan çıkar.

Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdü*ğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :

Memleketimiz - lillâhilhamd -, asır*lardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu key*fiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edil*mektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanu*nî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kaza*larda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak var*lığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müs*lümanlar hac ve umre ibadetini yapa*bilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İs-lâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapıl*maktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslü manlar evlâtlarına istediği ismi koyabil*mekte, hatim duası, mevlit, sünnet dü*ğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulma*sı mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetiş*mektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyon*larında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır

Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zik*rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmı*nın yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli de*ğildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikle*ri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milleti*miz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gi*bi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin ida recileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikin*ci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sı*nırlarının büyük bir kısmı İslâm devlet*leriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şart*la ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşı*lacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, fa*raza, gayr-i müslim devletlerle de kuşa-tılsa Türkiye yine «Darü'1-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, ken*dini müdafaa edecek güçtedir ve istik-lâliyetini devam ettirmektedir.

Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, el*li milyon Müslümamn emin olarak ya*şadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Elhasıl: Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle*rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Tür*kiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslü*manların hükmettiği bir belde, (Rusya'*nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Sernerkant, Endülüs, Bulgaris*tan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.

Dara'1-Harb mes'elesini ileri süren*lerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.

Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î de*lili, dinî mesnedi yoktur.

Müslüman, ister dar-ı İslâm'da ol*sun, ister dar-ı harbte, her hal ü kârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasakların*dan da kaçmakla mükelleftir. İbadet, in*sanın yaratılış gayesi, varoluş hikmeti*dir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifa*dan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünya*da çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bili*nen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetle*rinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayret*leri boş bir çaba olmaktan öteye gide*mezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleket*lerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olu*namaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse (*),

Şu halde, dar-ı İslâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koy*mak, onları gayr-i müslim muamelesine maruz kal*ma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkki-sidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İs*lâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve me*suliyeti sabittir. Ancak günahların dün*yevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, ha*ramların serbestiyetine delil olamaz. Zi*ra bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasın*da cereyan eder ve Müslümanların fay*dasına olduğu takdirde caiz olur. Bu ba*kımdan, bir Müslüman bir gayr-i müs-limden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8).

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz :

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, on*lara iman hakikatlanm öğretmek, gönül*lerine Allah'ın marifet, muhabbet ve me-hafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağ*larına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve be*raberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve mer*hameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmet*leri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darü'1-Harb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzur*suz ve kalbleri müşevveş etmekten baş*ka bir şey değildir.

Kaynaklar:
(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.
(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.
(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.
(6) Bezzaziye, c. VI, s. 312.
(7) Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte kü*für; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahal*de, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz kü*für ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman oldu*ğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muame*lesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm me*zarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. bas*kı, Cihan Yayınları, ist.



DAR`ÜL-EMÂN

Islâm ordusu tarafından fetholunup, içinde ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde. Dârü`l-Emân Islâm hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından dârü`l-Islâm*`a mülhaktır. (Ö. N. Bilmen, Hukük-ı Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III, 334).

Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve vatan gibi anlamlara gelmektedir. "eman"* sözcüğü de, "emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma manalarını taşır. Karşıtı "havf" yani korkudur. Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir. Bununla birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir. "Emanet" emân ile aynı köktendir. Peygamberlerin sıfatlarından biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir. Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye de isim olmuştur. Dârü`l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği mesken ve sığınılacak yerdir. Dârü`l-Islâm`a müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara "müste`men" veya "müste`min" denir. Izin istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen "isti`mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir.

Islâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere karşı nasıl davranmaları gerektiğini belirlemiştir. Işte dârü`l-emân, müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen kavramın adıdır.

Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine mezarlara ve mihraplara sığınırlardı. Buna işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların sığınağıdır ve cinayet erbabından daha bedbaht kimse yoktur" demektedir. Papazlar da bundan istifade etmişlerdir. Bir düşmanın intikamından kurtulmak isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine sığınırlardı. Bûralara sığınanları kimse almazdı. Çünkü aforoz cezasına uğrardı. Kur`ân-ı Kerim, Kâbe`yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır. Ibrahim`in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik) içinde olur..." (Âli Imrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn bir belde, her türlü kanın dökülmeşinin haram olduğu bir sığınak olarak ilân etmiştir. Bu yüzdendir ki, Kâbe harîmine sığınan suçlular yakalanıp yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine bırakılırlardı. Müslümanlar da, kendi devletlerini kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve Medine, kendileri için birer emân yeri idi.

Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl edilirdi. Bu emânla Islâm diyarında güvenliği sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz edilemez, düşmanca davranılmazdı. Cenâb-ı Allah; "Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse, Allah`ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur.

Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret ve ifadelerle emân verilebilir. Meselâ bir kimseye "sana emân verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi`l-mukâtebe" denir. Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman, emin ve bunun için gerekli tüm şartları taşıdığının bilinmesi gerekir. Bu da, ancak beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz. Müslüman, erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir. Çocuk ve deliler dışında herkes emân verebilir. Hz. Ali (r.a.) Rasûlullah`ın şöyle dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna yetkilidir. Onlar, kendilerinden başkasına karşı elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20; Ebû Dâvûd, Menâsik, 95).

Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû Tâlib kızı Ümm-ü Hânî`den onun şöyle dediğini haber verirler:

"Ey Allah`ın Rasülü, annemin oğlu Ali, emân verdiğim bir adamı Ibn Hübeyre`yi öldüreceğini söylüyor." dedim. Peygamber (s.a.s.) "Senin emân verdiğine biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık, Fıkhu`s-Sünne, II, 694-695).

Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı, kendilerine Islâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü`l-Islâm`a girebilirler. Bunların ülkesine Islâm hukûkunda dârü`l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir. Bu hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir. Böyle bir yer için, orada meskûn gayr-ı müslimlerin Islâm devletinin himâyesinde bulundukları manasına Dârü`l-Emân tabiri kullanılabilirse de, es-Serahsî ve Imam Şâfiî`nin ifadelerinden, kendileriyle sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü`l-emân denildiği anlaşılmaktadır. (Ahmed Özel, Islâm Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141). (Ayrıca bk. Dârü`l-Islâm, Dârü`l-Harp, Dârü`l Ahd, Emân).


DAYI, TEYZE, AMCAOĞLU GİBİ AKRABAMIZLA AİLECEK OTURABİLİR MİYİZ?

Kadınların süslerini, dolayısıyla süs yerlerini, yani; el, kol, yüz, kulak, saç, boyun ve bacaklarını kime gösterip kime gösteremeyecekleri Kur`ân`ı Kerim Nûr Suresi 31. ayetinde açıklanmıştır. Buna göre kadın, sayılan yerleri açıkken dahi ayette adı geçen erkeklerin yanında oturabilir, konuşabilir. Mezkûr ayette amca ve dayının sayılmaması dikkat çekicidir. Halbuki onların da mahrem oluşu Nisa Suresi 23. ayette zikredilmektedir.

Diğer yönden kadının zinet yerlerini sayılan kimselere, mahrem (nikahı kendisine ebediyyen haram) oldukları için gösterebildiği de bir gerçektir. Öyleyse amca ve dayı da mahremdir ve öyleyse onlara da gösterebildiği de bir gerçektir. Cumhurun görüşü budur.(Kurtubî, XN/233) Ama yine de bu ayette sayılmamaları anlamlı olmalıdır. Müfessirler bunu irdelemiş ve çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bu konuda en makul olan izah şudur: Ayette sayılan erkeklere kadının zinet yerleririni göstermesi caiz olmakla beraber, bu konuda hepsi eşit değildir. Bu yüzden en önce kocası zikredilmiştir ki, ona her yerini gösterebilir. Ondan sonra kadınlarının kendi babaları, sonra da kocalarının babaları sayılır ki, bunların ikisi arasında da fark vardır. Çünkü insanın fıtratı akraba ve hısım olarak kendine en yakın olana en az cinsel ilgi duyacak şekilde ayarlanmıştır.

Bu izaha göre amca ve dayı "mahrem" olmakla beraber, sanki mahremlik hududunun sonunda yer almakta ve kadının onların yanında bir derece daha dikkatli olması istenmektedir. Buna: "Amca, baba makamında sayıldığından"(Aclûni, Kesfu`1-Hafâda "Amca, babadır (vâlid)" hadisini Sahid b. Mansûr`un mürsel olarak zikrettiğini söyler. meşhur olan "Amca pederdir (eb)" hadisidir., der. N/90 (1770); Yakın anlamda hadisler için bk. Müslim, Zekat N; Tirmizî, Menâkib 28; 28; Kurtubî, agy.), dayı da amca gibi olduğundan zikredilmelerine gerek kalmamıştır. Binanaleyh, zinetini gösterme konusunda babadan farkları yoktur, diye de cevap verilebilir. Ama Tabiîn Müfessirlerinden Sa`bî ve Ikrime`nin amca ve dayıyı mahrem saymamaları da birinci görüşü destekler. Onlara göre amca ve dayı ayette zikredilmemiştir, çünkü onlar kendi oğulları mesabesindedirler.(Kurtubî, agy.)

Bunu böylece tesbit ettikten sonra bilinmelidir ki, müslümanlardan istenen şey kadınlarının zinetlerini bu ayette sayılanların dışındakilere göstermemeleridir.

Şimdi sorunuza dönersek; amcaoğlu kadın için mahrem sayılmadığından yani nikahları haram olmadığından zinetlerini onun yanında açamayacağı anlaşılır. Ama zinetlerini, dolayısı ile zinet yerlerini, ayet ve hadislerin istediği ölçüler içerisinde ve özellikle de el-Ahzâb 59. (cilbâb ayeti) gereği kapadıktan sonra, kadınların, erkeklerin yanında, halvet de değillerse, oturamayacaklarını söyleyen bir nas yoktur. Ama bu yine de kötü duygulara sebep olmuyorsa kaydına bağlanmış, heryönüyle cazip ve latîf bir varlık olan kadında, koku, teberrüc (süs) vb. bulunmaması şartıyla caiz görülmüştür. Bunların yanında ayetle tesbit edilen çok önemli bir nokta da, kadının sesiyle dahi dikkat çekecek tavır almasının, nazu-nesve ile, kadınsı kadınsı, kırıla-döküle konuşmasının dahi mahremi olmayanlar yanında haram olmasıdır. Çünkü böyle bir ses hasta kalpleri tahrik edebilir. (el-Ahzâb 32).

Bütün bunlara riayet edildikten sonra kadının, yanında yakınları varken, yabancılarla aynı sofrada yemek dahi yiyebileceğine fetva verilmiştir. Ancak buna gerek olup olmadığı ayrı bir konu olduğu gibi, takvaya uygun olan da elbette, tabiîliği aşmayan "haremlik-selamlık" uygulamasıdır, denebilir.


DEDİ-KODU

Gıybet diye bilinen kötü huyun Türkçe`deki karşılığıdır. Bir insanın bazı kusurlarını ele alarak kötülemektir. Bir adamın arkasından işittiği zaman hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir. Bu haram bir davranış olup ahlâk dışı bir harekettir.

Dedi-kodu, başkalarında kusur arama alışkanlığının sonucudur. Bazıları kendi kusurlarını görüp düzeltecekleri yerde, başkalarının eksiklerini araştırıp etrafa yaymaya çalışırlar. Bu davranışın kötülüğünden söz edilince, yalan söylemediklerini ifade ederek kendilerini savunurlar. Aslında gıybet eden, yalancı değildir. Zaten yalan söyleseydi, yaptığı iş, sadece dedi-kodu değil, hem gıybet hem de iftira olurdu. (el-Münzirî, et-Tergîb ve`t-Terhib, Mısır 1962, V, 157).


DEF ÇALMAK

Def; kadınların düğün ve bayram gibi sevinç günlerinde, toplu bulundukları sırada çaldıkları, yuvarlak kasnağa gerilmiş deriden ibaret bir eğlence âletidir.

İslâm`ın evrensel mesajı, insan hayatının bütün devrelerini kapsar. Doğum öncesi, çocukluk, gençlik, evlenme, aile yuvası içinde sevinçli veya üzüntülü bütün yaşama devreleri hakkında İslâm`ın öğretimi vardır. Üzüntülü ve kara günlerde kadere teslimiyetle teselli olan müslüman, sevinç günlerinde de bunun tezâhürü olan nezih eğlentiye meyillidir. İnsan hayatında sevincin sembolü olan iki vakit önemlidir: Evlenme merasimi ve bayramlar. Sahabe devrinde de. bu iki sevinç zamanında önceki alışkanlıkların görüntüsü olarak def çalınması üzerine, konuyla ilgili hadîsler vârid olmuştur:

"Nikâhı ilân edin. Onu mescidlerde kıyın ve onun üzerine defler çalınız." (Tirmizî, Nikah, 6).

Hz. Âişe, Es`ad b. Zürâre (ö. 1/622)`nin yetim kalmış kızı Fâriga`yı himayesine alıp büyütmüştü. Büyüdüğünde onu Ensar`dan Nebît b. Câbir ile evlendirdi. Gelini, koca evine götürenler arasında bulunan Hz. Âişe şöyle der: "Döndüğümüzde Rasûlullah (s.a.s.) bize şöyle dedi: Ya Âişe damad* evine gidince neler konuştunuz? Âişe dedi: Selam verdik ve evliliğin hayırlı olmasını diledik. Allah Rasûlü buyurdu: Ya Âişe, sizin çalgınız yok mu? Ensar, çalgıdan cidden hoşlanır." Başka bir rivâyette:

"Def çalacak, şarkı söyleyecek bir câriye gönderdiniz mi?" buyurdu. Hz. Âişe, "Ey Allah`ın Rasûlü o ne söyleyecek?" dedi. Hz. Peygamber: "Size geldik, size geldik. Bize selâm verin, biz de size selam verelim " desin. " buyurdu. (et-Tâc, II, 275)

Rubeyye binti Muavviz`den şöyle dediği nakledilmiştir: Düğünümüz olduğu sabah, Hz. Peygamber (s.a.s.) evimize teşrif etmişti. O sırada küçük kız çocukları deflerini çalıyorlar ve Bedir harbinde şehit düşen atalarımızı dile getiriyorlardı. Onlardan biri,

"Aramızda yarını bilen Peygamber vardır, susalım" deyince, Allah Rasûlü, ona şöyle buyurdu: "Bu gibi sözler söyleme. Daha önce söylediklerine devam et." (Tirmizi, Şerhi Tuhfetü`l-Ahvezî, Kahire 1967, IV, 211-212)

Başka bir hadiste, "Helâl ile haramın arasını def ve ses ayırır." (Tirmizî, Nikâh, 6; Nesâi, Nikâh, 72; İbn Mâce, Nikâh, 20: Ahmed b. Hanbel, III, 418) buyurulur.

Diğer yandan bayram günü şarkı söyleyen câriyelere Hz. Peygamber (s.a.s.)`le birlikte bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.)`in: Mescid-i Nebevî`de mızrak oyunu oynayan Habeşlilere de Hz. Ömer`in engel olmaya kalkışması üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s.) buna gerek olmadığını bildirmiş ve kendisi de mesciddeki Habeşlileri seyretmiştir. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, III, 203, 204). Kız çocuklarının defle şarkı söylemesi Kurban Bayramı günlerinde olmuş ve Allah Rasûlü, Ebu Bekir`e: "Ey Ebû Bekir, her kavmin bayramı vardır. Bu da bizim bayramımızdır. Onları bırak" demiştir. (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, III, 151-157).

Yukarıda zikredilen hadisler ve benzerleri, müslümanların sevinç günlerini, bazı meşrû müzik aletleri ve müstehcen olmayan türkü ve şarkılarla kutlayabileceklerini gösterir. Ancak bu, nefsi tahrik eden ve beraberinde içki gibi meşru olmayan şeyleri getiren bir tarzda olmamalıdır.


DEYYUS NEYE DENİR ?

Deyyûs Arapça bir kelime olup, karısının ve yakınlarının namuslarına halel getirecek davranışlarına karşı gayret (kıskanma) duymayan, onların ırzlarını sakınmayan kimse demektir. Bu kelimenin Süryânice`den Arapçaya geçtiği de söylenmiştir..(Ibnü`I-Esîr, en Nihâye N/47)

Türk Dil Kurumunun sözlügünde; "Karısının veya kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine gözyuman kimse" anlamında sövgü sözü, diye tanımlanır. Devellioğlu; karısının namussuzluğuna gözyuman ve katlanan kimse, diye anlatır. Kâmus`a göre: "Bî-gayret`u namus, kaltaban ve kurumsağa denûr".

Lisânül`arap`ta; kelimenin aslının yumuşatma, zelil kılma anlamına geldiği söylendikten sonra "deyyûs"un terim olarak, kendi ehli (karısı ve yakınları) için "kavvâd"lık yapan, yani başkalarının onlarla buluşmasına aracılik eden ve ehlini kıskanmayan kimse olduğu anlatılır: "Deyyûs" ve "deybûs" gözü önünde başka erkeklerin mahremlerinin yanına girdiği kimsedir. Bu tavırla o, sanki nefsine bunu yumuşatmış, ikna etmiş ve onu zelil kılmış demektir. Yani kelimenin aslıyla irtibatı budur.(Ibn Manzûr, Lisânü`1-Arap, "De-ye-se" md.)

Ne bu kelime, ne de bundan türetilmiş başka bir kelime Kur`ân-ı Kerimde geçmez. Hadîslerde ise pek az rastlanır. Nesâî ve Ahmed`de geçen bir hadîste şöyle buyrulur: "Üç kimse vardır ki, Kıyâmet günü Allah onların tarafına bakmaz; Anne-Babasına âsî olan çocuk, erkeğe benzemeye çalışan kadın ve deyyûs"(Nesâi, zekât 69; Ahmed N/134)

Ibnü`1-Esîr de yukarıda verdiğimiz kaynakta: "Cennet deyyûsa haram kılınmıştır." anlamında bir hadîs nakleder: Aynı hadîs Lisânü`1 Arab`in yine işaret edilen maddesinde de vardır.

Bu tariflerden sonra "deyyûs" kelimesinin "kavvâd" ile eş anlamlı olarak, çok ağır bir manaya gelen büyük bir hakaret sözü olduğu, ehlini bizzat namussuzluga iten veya gitmelerine göz yuman anlamı taşıdığı anlaşılmış oldu. Binaenaleyh, karısını, kızını kapatmayan, eğer bunu bizzat isteyerek yapıyorsa, günah işliyor olmakla beraber, deyyûs değildir. Bu ayrı bir günahtır, deyyûsluk ise ayrı bir şeydir. Karısını, kızını açmakla beraber, deyyûsluk yapmayan birisine deyûs ya da kavvâd diyen, Islâm ceza hukukuna göre ta`zir cezasıyla, belki de "hadd-i kazıf" ile cezalandırılır. Müslümanların konuşmalarına dikkat etmeleri ve her duydukları sözü olur olmaz her yerde söylememeleri gerekir. Farkına varmadan günaha girerler.


DİLENCİYE PARA VERME

Öncelikle dilenme ‚Islâm nazarında çok kötü bir kazanç yoludur. Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Kişi ister, ister.. nihayet kıyamet gününe yüzünde bir parçacık et yokken gelir", "Ihtiyacı yokken dilenen, ateş topluyor demektir"(E1-Hindî, VI/495; Ibn Hacer, Bulug`1-Meram, (Serhi) N/144) buyururlar. Kur`ân-ı Kerim; iffetlerinden ötürü ihtiyaçsız sanılan, insanlardan israrla istemeyen fukarayı över ve verilecek olanların onlar olduğunu bildirir. (K. Bakara (2) 273) Dilenmenin kötülügü konusunda ayrıca çok ve açık hadisler mevcuttur. (bk. el-Hindî, agk.)

Ancak bazı Kur`ân ayetlerine, Rasûlüllah (sav)`in fiiline ve sözlerine baktığımızda dilenene verilmemesini ve onun reddedilmesini değil, aksinin olması gerektiğini görürüz: Kur`ân`da iyıliğe (birre) ulaşma yolları sayılırken, akraba, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlarla beraber dilenenlere de malı gönül hoşnutlugu ile vermekten söz edilir. (K. Bakara (2) 177) Aynı ayette arkasından zekât da zikredildiğine göre, onlara verilen zekâtın dışında bir verme olacaktır. Ayrıca iki ayette daha takva ehli ve cennet ikramına lâyık insanların özellikleri sayılırken "onlar ki, mallarında dilencinin ve mahrumun bir hakkıvardır" ifadesi kullanılır. (bk. K. Zâriyât, (51) 19; Me`câric, (70) 25) Demek ki, hakikaten mahrum olana da, mahrum olup olmadığı bilinmeyen dilenciye de vermek gerekir.

Ayrıca Kur`ân`da: "Isteyeni (dilenciyi) de azarlama" diye bir ayet daha vardır. (K. Duhâ 10) Gerçi bunu "dilenen" değil de "soran", yani dini öğrenmek için soru soran şeklinde anlayanlar da olmuştur. (bk. Kurtubî XX/101)

Ama ilk akla gelen mânâ dilenendir ve bunda diğer mânâ bulunsa dahi dilenci mânâsını da içermediğine dair hiçbir işaret yoktur.

Rasûlüllah Efendimiz fiili hayatı boyunca kendisinden kibarca isteyenlere verdiği gibi, kabaca isteyenleri de boş çevirmemiş ve "bunlar ya çirkin sözlerle benden mal istemek ya da beni cimri göstermek arasında beni muhayyer bıraktılar. Ben cimri değilim" buyurarak onlara da vermiştir.(bk. Müslim, Zekât,127 (Davudoğlu V/479 vd.)),

Efendimizin sözlerinden anlaşılan da budur: "Sizden biriniz (kendisinden) dileneni boş çevirmesin ve istediğinde vermemezlik etmesin, hatta kolunda iki altın bilezik görse dahi"(Kurtubî, XX/101), "Eğer miskin (dilenciler) yalan söylemiyor olsalardı, onları boş çeviren iflah olmazdı".(E1-Hindî, VI/362) "Dilenciyi az (da olsa) bir şeyle ya da güzellikle geri çevirin. Çünkü insan ve cin olmayan (melek) size uğrayıp Allah (cc)`in bahşettiği nimetler konusunda nasıl davrandığınıza bakıyor olabilirler".(Kurtubi, agek.; Benzer hadis için bk. el-Hindî, VI/390. (5) E1-Hindî, VI/363) "Kimden Allah (cc) için diye istenir de verirse ona yetmiş hasene yazılır".(5) "Allah (cc) için, deyip dilenen mel`undur, Allah (cc) için diyerek dileneni boş çeviren de melundur, yeterki bir kötülük istemiş olmasın", "Allah (cc) için diye, sadece cennet istenir".(E1-Hindî, VI/502-503) Bu hadislerin sihhat derecelerini tek tek araştırmış değiliz. Ancak çok ve aynı anlamda oluşları aksi yönde de bir hadisin bulunmayışı dilencilere de vermenin uygun olduğunu gösterir.

Ibrahim b. Edhem: "Dilenciler ne iyi adamlardır; ahirete bizim için azık taşıyorlar" demiş. Ibrahim en-Nehâi de: "Dilenci ahiretin postacısıdır. Kapınıza kadar gelir ve yakınlarınıza bir şey göndermek istiyor musunuz? diye sorar" dermiş. (Kurtubî, XX/101)

Ancak kişi yollarda oturup herkese el uzatanlara birşey vermek zorunda değildir. Bizzat kendisinden dilenen olur ve "Allah (cc) için, Allah (cc) rızası için" diye dilenirse ona az da olsa bir şey vermeli ve öyle diyerek dilenmesinin çok kötü olduğunu ona uygun bir dille anlatmalıdır. Cami içlerinde dilenenlere ise bir şey vermemesi -Allah`u a`lem- daha uygun olur. Çünkü böylece bir bidatin önüne geçmiş olur. Ihtiyacı olmadığı halde dilenmeyi bir meslek haline getirdiğini bildiği kişilere de -bizzat kendisinden istemedikçe- vermemesi daha uygundur. Ama her halûkârda dilenciyi azarlamamak bir Allah emridir. Dilenciye hem verip, hem de onu inciten bir davranışta bulunmaktansa güzel bir sözle onu savmak da Allah (cc) emridir.(bk. K. Bakara (2) 263)


DİLSİZ VE SAĞIR OLAN MÜSLÜMANA NAMAZ VE ORUÇ FARZ MIDIR?

Dilsiz ve sağır olan müslüman, akıllı ve bülüğ çağına girmiş ise, mükellef olmanın şartlarını taşıdığı için, diğer ibadetler gibi, namaz ve oruçla da mükelleftir.

Ancak dilsizler, namaza kalben niyyet ederek başlarlar. Namazın içindeki farzlardan olan kıraat yani Kur`an okumak ise bu halleri özür olduğu için onlara farz değildir.


DİNDE ZORLAMA VAR MIDIR?

İman fiili değil, kalbi bir iştir. Yani kalb ile Allah`a ve ondan gelene inanıp tasdik etmektedir. Binaenaleyh bir kimse kalbiyle tasdik etmeden hayatı boyunca inananlar gibi kelime-i şehadeti getirip Allah`a kulluk ederse mü`min sayılmaz.

Bu itibarla müslüman olmayanları zorla İslama getirmek için çalışmak fayda vermeyeceği gibi nifakın ve iki yüzlülüğün çoğalmasına sebeb olacağından fayda yerine zarar verecektir.

Ensar`dan, Huseyn`in hıristiyan iki oğlu vardı. Bir türlü müslüman olmadılar, bunun üzerine Huseyn nasıl benim bir parçam Cehennemde yansın deyip onları zorla müslümanlaştırmak istedi, bu vesile ile "dinde zorlama yoktur" mealindeki ayet-i celile nazil oldu.

Tarih boyunca müslümanlar, zimmilerin (İslam hakimiyeti altında yaşayan gayr-i müslimler) namus, can ve mallarını muhafaza etmişler ve onlara dokunmamışlardır. Onları inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmışlardır. Tabii ki kanun dışı ferdi olaylar müstesnadır.


DIŞ DOLDURMA

Diş doldurma câiz midir? Bunun gusül ve abdeste zarari olmaz mi?

Dişleri güzelleştirmek gibi gereksiz bir maksatla degil de, zaruretten ötürü olursa, çogunlugun görüşüne göre câizdir. Dolgunun üzerine suyun degmesi gusül ve abdest için yeterlidir.

Fetâvây-i Hindiyye`deki şu ifade de bu sonucu destekler mahiyettedir: "Dişinde kavuk bulunup içerisinde, ya da dişlerinin arasinda yemek kalirsa veya burnunda ıslak kir bulunursa, esah görüşe göre gusül olur." I/13)


DİŞ DOLGUSU YAPTIRMAK, DİŞ PROTEZİ KULLANMAK, ALTIN DİŞ YAPTIRMAK CAİZ MİDİR? BUNUN İÇİN HANEFİ OLANLARIN ŞAFİ MEZHEBİNE GEÇMESI GEREKİR Mİ?

Günümüzde ifrata düşülen ve İslam'ın yaşanılmaz gösterilebildiği konulardan biri de bu sözünü ettiğiniz mes'eledir.

Konu birden çok yönü olan bir mes'ele olduğu için bazı Islâmî esasları hatırlatmamız gerekir:

1. Cünüp olan insanın (Hanefi Mezhebine göre ağzının içi dahil) bütün bedenini, iğne ucu kadar kuru kalmayacak şekilde yıkaması farzdır.

2. Müslüman erkeklerin iktisadî bir mübadele aracı olması dışında altın kullanmaları ittifakla haramdır.

Mes'eleye günümüzde öyle ya da böyle fetva verenler bu esasları düşünerek fetva vermektedirler. Ancak müctehid imamlarımız dönemlerinde mes'ele, günümüzde olduğundan biraz farklı bir görünümde idi. Meselâ önceleri altın diş ve diş dolgusu yaptırmadan söz edildiğini pek görmüyoruz. Çıkan dişi yerine iade etme, bir başka diş kullanma, bunu sabitleştirmek için altın tel kullanma, dişleri altınla birbirine bağlama gibi mes'elelerden söz ettiklerini görüyoruz. Özet olarak önceleri mes'eleye sadece bu iş için altın kullanmanın cevazı noktasından bakılmış ve bunun gusul için bir problem çıkaracağından hiç sözedilmemiş olduğunu görüyoruz. Işte bu noktada bir esası daha hatırlatmalıyız.

3. Zaruretler haram olan şeyleri mübah kılar.

Ilk fıkıh alimlerimiz bu mes'elede bu esası işletmiş ve Imam Muhammed, bir rivayette de Ebu Yusuf dişlerin altınla bağlanabileceğine cevaz vermişlerdir. Diğer üç Imam da onlarla beraberdir. Yani bu, cumhurun görüşüdür.(Merginânî, hidâye, IV683; Kâsânî, bedâyi', V/(132; Mecmâ'ul'-Enhur, N6536; Dürrü'1-Müntekâ (dâmat kenarında), N/536; Vehbe ez-Zuhaylî, NI/544) Ortada henüz protez olarak altın diş kullanma olmadığından, ondan söz etmemişlerdir. Delilleri, Sünen kitaplarımızda mevcut meşhur Arfece hadisidir. Bu zatın cahiliyye döneminde Külâb isimli vadide geçen savaşta burnu kesilmiş, bunun üzerine gümüşten bir burun edinmiş, bu, koku yapınca da Rasulüllah Efendimiz (sav) kendisine altından bir burun edinmesini emretmişlerdir.(Ebu Dâvûd; Hâtem 7; Tirmizi, Libas 31; Nesâî, Zinet 41; Müsned, IV/242, V/23)

Imam Azam Efendimize göre bu sadece Arfece'ye ait bir durumdur. Imam Muhammed'e göre ona ait olduğunu gösteren bir delil yoktur, öyleyse gümüş, ya da bir başka maden kullanıldığında, koku yapması veya sihhata zarar vermesi söz konusu ise dişlerini altınla tutturmak herkes için caizdir. Bu sadece Hanefi Mezhebinde bulunan bir görüş değildir, diğer mezheplerden bir çok zevata, bu arada Ahmed b. Hanbel'e göre de böyledir. Selefimizden bir çok kişi de dişlerini altınla bağlamışlardır.(Örnek olarak bk. Bezlü'1-Mechûd'e Kandehlevi'nin ta'liki, XVN/123)

Alimlerimiz genellikle sözkonusu olaya dayanarak bunun caiz olduğu kararına varmışlardır.(Bk. Aliyyu'1-Kârî, Mirkât, IV6448; Tuhfetü'I-ahvezî, V/465; Avnü'1-Ma'bûd, XI/293;Hâsiyetü's-Sindî ale'n-Nesâî, VNI/164)

Sonraları protez olarak altın diş yapma tekniği gelişince de Arfece'nin yapma burnuna kıyas ederek bunun da caiz olduğu söylenmiştir.(Benzü'1-Mechûd, XVN/123) Hattâbî, zaruret bulunduğunda erkeklerin az mikdarda (zaruret miktarınca) altın kullanabilmelerinin mübah olduğu bu olaydan anlaşılır. Dişleri altınla bağlama ve altının yerini alacak şeylerin bulunmadığı yerde altın kullanma bunun örneğidir, der.(Avnü'1-Ma'bûd, XI/293) Zaten Imam Kerhî dişin altınla bağlanması caizdir, demiş (Kâsânî, age. VI6132) ve ihtilaftan söz etmemiştir. Imam Muhammed ise bu konuda sadece Imam Azam'ın ayrı görüşte olmasına adeta izah getirir ve der ki: "Dişin gümüşle bağlanması (herkese göre) caizdir. Erkeğin altın ve gümüş kullanmasının haramlığı, yüzük dışında, eşittir. Öyleyse diş altınla da bağlanabilir".(ay.) Bu takdirde Imam Azam'ın haram demesi, mutlak (istisnaları olabilecek genel) anlamda anlaşılmalıdır ve zaruret hali ondan istisna edilir. Işin altınla ilgili yönü budur.

Diğer yönden, başta da değindiğimiz gibi, önceleri mes'eleye gusülle hiç alaka kurulmamış ve bu açıdan bakılmamıştır. Hatta çıkan dişin yerine bağlanmasında ihtilaf edilmiş olsa bile, şer'i usüllerle boğazlanmış bir koyun dişi veya gümüş bir diş edinmekte, ihtilaf yoktur.(Fetavâyi kâdihân (Hindiyye ile) NI/413; Hamid Mirzâ, ElFethur-Rahmanâ, lI/227-228) Halbuki, ister koyun dişi olsun ister gümüş diş olsun, çıkan diş yerine koyulduğunda orayı kapatacak ve dibine suyun ulaşmasına engel olacaktır. Bu hoş görülmüştür, çünkü Islâm'da sıhhat başta gelen nimetlerdendir. Tedavî emredilmiştir ve bugün artık ağzın, hastalıklar açısından iç bünye için adeta bir gümrük kapısı görevi yaptığı, dişlerin de bu kapıyı çevreleyen demir teller durumunda bulunduğu, bir çok tehlikeli hastalığa çürük dişlerin sebep olduğu kesin bilinen bir gerçektir. Dolgular da zaten altınla yapılmamaktadır. Buna göre dişi çürüyen adama dişini hemen çektirmesini, dolgu yaptırmasının caiz olmadığını söylemek cahillik değilse de bir ifrat ve bir cinayettir. Bütün fıkıh kitaplarımızın "yara sargısına mesh" bölümlerinde, nasıl yara olursa olsun, açık kalma ya da su değmesinden zarar görecekse sargısının üzerine meshedileceği, yaranın ömür boyu sürmesi halinde meshin de ömür boyu süreceği yazılıdır. Hatta ufacık bir yara için, başka imkân yoksa, meselâ bütün bileği saran bir sargı kullanabilir ve sadece yaranın üzerinde değil, sargının diğer taraflarına da mesh edilir. Bunun için sargıyı abdestsizken, hatta cünüpken sarmak bile hiç birşeyi değiştirmez. Başka hiçbir delil ve içtihat olmasa dahi, sırf bu sargı mes'elesinden diş dolgusuna, ya da kaplamasına intikal edip onun da caiz olduğunu anlamak, müçtehidane yapılmış bir kıyas değil; herkesin anlayabileceği "ifadenin delaletiyle delaleti" kabilindendir.

Ama bunun bir ihtiyaçtan kaynaklanması, süs için yapılmış olmaması şarttır. Çünkü Rasulüllah Efendimiz, "güzellik için dişlerini seyreltenlere (dişte estetik operasyon yaptıranlara) lanet" etmiştir. Dolgunun, yani asıl dişin yerini alabilecek bir uygulama bulunamayacağı için dolgu (Allah'u a'lem) her zaman caiz olacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda, bir sual vesilesiyle bu durumu şöyle izah eder:
“[Kaplamanın altının> gusülde yıkanmaması guslü iptal etmez. Çünkü, üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların [yaraların> üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gusli [yıkanması> yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binâen sabitkaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. Ve’l-ilmü indallah, madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor, elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifâde edemez. Çünkü, hattâ zarûret derecesine geldikten sonra böyle umûmü’l-belvâda eğer bilerek sû-i ihtiyariyle olsa o zaruret ibâheye [mübah olmasına> sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise zarûret için elbette cevaz vermez.” (Barla Lâhikası, s.157.)

Ancak çıkarılıp takılabilecek diş ve protezlerin gusül sırasında, ağzı yıkarken çıkarmak gerekir.

Görüldüğü gibi Hanefi Mezhebinin usulü ne altın dişe ne de dolguya cevaz vermez durumdadır. Bir Hanefi de zaruret varsa bunları yapabilir. Öyleyse, cumhura göre gusülde ağzı yıkamak farz değildir, bu yüzden dolgu yaptıracak olan abdestte mezhebini değiştirmelidir, demeye de hiç gerek yoktur. Ama sadece altın konusunda diğer imamlarla beraber Ebu Hanife'ye de uymak isteyenler altını kullanmayabilirlerse herhalde daha iyi ederler. Dolgu ise zaten hepsine göre caizdir.


DİŞ TEDÂVİSİ

Diş ve ağız sağlığının önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Ağız sağlığı vücut sağlığı demektir. Vücut sağlığına dikkat etmek gerektiği gibi, diş sağlığına da önem vermek gerekir. Nitekim Peygamberimiz, dişleri misvaklamak (fırçalamak) hususunda "Ümmetime (veya insanlara) zor gelmeyeceğini bilseydim her namaz için misvak kullanmayı emrederdim " buyurmaktadır. (Buhârî, Cum`a, 8)

Diş takma, doldurma, kaplama ve protez gibi olaylar, ağız sağlığını temin hususunda başvurulan çarelerdir. Diş doldurma ve kaplamanın abdest ve gusüle zarar verip vermediği, bu kaplama ve doldurmalarda altın ve gümüş madenlerinin kullanılmasının dinen sakıncalı olup olmadığı konuları, inananların zihinlerini meşgul etmektedir. Islâm`ın bu konulardaki hükümlerini araştırıp öğrenmek, müslümanları şüphe ve tereddütlerden uzaklaştırıp kalp huzuruna kavuşturacaktır.

Kur`ân-ı Kerim`de dişleri kaplama ve dolgu yaptırma ile ilgili açık bir hüküm yoktur. Hadis`te ise Ebû Davud, Tirmizî ve Nesâî`nin zikrettikleri Hz. Peygamber`in, Arfece b. As`ad`e altından burun yaptırmasını emir buyurmaları geçmektedir.

Sahabîlerden Arfece b. As`ad (r.a.)`ın Külâb savaşında burnu kesilmişti. Arfece, gümüşten bir burun yaptırdı. Aradan biraz zaman geçince burnunda kötü bir koku meydana geldi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), ona altından bir burun edinmeyi emir buyurdular. (Ebû Davud, Hâtem, 7; Tirmizî Libâs, 31; Nesâî, Zîne, 41)

Sallanan bir dişi gümüş bir telle bağlamak Imam Âzam`a, Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`e göre ittifakla caiz olup mekruh değildir. Altınla bağlamak ise Imam Âzam Ebu Hanife`ye göre mekruh diğerlerine göre mekruh değildir. Gümüş koku yaptığı için altından burun taktırmak ise icma ile caizdir.

Imam Âzam, çıkmış olan bir dişi tekrar yerine iade etmeyi mekruh görür. Çünkü bu diş ona göre ölünün dişi hükmündedir. Bunun yerine gümüş bir diş takılabileceği gibi, besmele ile kesilen bir koyunun dişi de konabilir ve gümüş bir tel ile bağlanabilir. Ebû Yusuf, "Ben bunu Imam Âzam`a başka bir yerde sordum. Çıkmış bir dişin iade edilmesinde bir sakınca görmedi", diyerek aynı konuda Ebû Hanife`nin ikinci bir görüşünü aktarmaktadır (Ibn Âbidin, V, 231).

Imam Muhammed, Arfece hadisini delil getirerek, dişi altın telle bağlamanın, kaplamanın ve altın diş takmanın caiz olduğunu söylemektedir. Imam Ebû Yusuf da çıkan bir dişi yerine iade ederek gümüş veya altın bir tel ile bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş takılmasında bir sakınca görmez.

Buna göre, imamların, gerek abdest ve gusül açısından, gerekse altın ve gümüşün kullanılması bakımından dış doldurma ve kaplamada bir mahzur görmediklerini söyleyebiliriz. Araştırmalardan Imam Azam, Imam Ebu Yusuf ve Imam Muhammed`in diş kaplama ve doldurmanın abdest ve gusüle engel olmadığı konusunda fikir birliğine vardıklarını görüyoruz. Çünkü bunların üçünün de dişi gümüş tel ile bağlamanın ve gümüş bir diş takmanın caiz olduğu konusunda birleştikleri bilinmektedir. Kâsânî`de tadbîb: kaplama kelimesi açıkça zikredilmektedir. (Kâsânî, el-Bedâyiu`s-Sanayı ; V,132) Gümüş tel ile bağlandığı zaman bu, telin geçtiği yerlere su varıp varmadığı meselesi olduğu gibi, koyun dişi veya gümüş bir diş takıldığı zaman bunların altına su ulaşıp ulaşmaması yine söz konusudur. Dişi tel ile bağlama, kaplama veya başka bir dişi takma sebebiyle suyun ağızda ulaşmadığı yerler yüzünden abdest veya gusüle bir halel gelseydi bunu müctehidler mutlaka açıklarlardı. Halbuki kaynaklarda böyle bir şey hiç zikredilmemektedir. Bir de bu diş kaplama ve doldurma işi, aynı zamanda bir yara üzerine konan beze çebire`ye benzetilmektedir. Abdest ve gusülde sargı üzerine mesih caiz olduğu gibi, ağzında kaplamalı veya dolgulu dişi bulunan kimsenin suyu çalkalaması yeterlidir. Yoksa kaplama ve dolgu altına su işlemesini temin etmek zor olduğu gibi, çoğu zaman ağız sağlığına zarar da getirebilir. Zaten bu konuda imamlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Onlar dişi kaplatmaktan bahsetmekte, fakat hiçbirisi, bunun abdest veya gusüle engel olduğundan söz etmemektedir. Dişi kaplama gusüle engel olmazsa, doldurmanın da öncelikle engel olamıyacağı açıktır.

Imamlar arasında ihtilaf sadece çıkmış olan dişin tekrar yerine iade edilmesi ile, altının kullanılmasındadır. Dişi gümüş ile kaplama veya doldurmada herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda altın kullanılmasını Imam Azam caiz görmez, diğerleri ise bir sakınca yoktur derler.

Netice olarak altın veya gümüş ile diş kaplama, doldurma ve protez yaptırmanın ve bunları kullanmanın Islâm açısından hiçbir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz. Ancak Hanefi imamları adet (ay hali) görmekte olan bir kadının bu müddet içinde kapladığı dişin temiz olmadığını ve dolayısıyla kadının abdestsiz kaldığını ileri sürdüklerini görüyoruz. Fakat Imam Şafiî`ye göre ay hali gören bir, kadının dişini yıkayarak kaplatması caizdir.


DİŞİ ALTIN VE GÜMÜŞ İLE KAPLAMAK CAİZ MİDİR?

Diş, hayatı önem taşıyan bir organdır. İslam dini onu korumak için tedbir almamızı emretmiştir. Her yemekten sonra ağız ve dişlerimizi yıkamamızı emrettiği gibi misvak kullanmamızı da emretmişitr. Peygamber (sav): "Yemeğin bereketi, ondan evvel ve sonra abdest almaktır” buyurur. Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor:

"Ümmetim için endişe etmeseydim, her namaz için misvak kullanmayi emir ederdim.”Ağız ve dişleri temiz tutup misvaklamanın insan sağlığı için büyük faydaları vardır.

Fırça da misvak sayılır. Diş buzulursa onu doldurmak veya kaplamak elbetteki vücut ve sağlığın bir gereğidir. Gusle de mani değildir. Mani olsaydı ne altın, ne gümüş ile bağlamağa ve kaplatmağa müsaade edilmemesi gerekirdi. Halbuki gümüş ile bağlatmak veya kaplatmak hususunda muhalefet eden de olmamıştır. Bilittifak caizdir. Ancak Hanefi mezhebinde altın ile kaplatmak hususunda ihtilaf vardır. İmam Muhammed`e göre hem altın, hem gümüş ile bağlatmak ve kaplatmakta beis yoktur. İmam-ı A`zam`a göre gümüş ile bağlatmak veya kaplatmak caizdir. Fakat altın ile caiz değidir. Ebu Yusuf ise bir kavle göre İmam Muhammed ile, diğer bir kavle göre İmam-ı A`zam ile beraberdir. Münteka`da kayd edildiğine göre, İmam-ı A`zam da dişin altın ile bağlatılmasında (veya kapplatılmasında) bir sakınca olmadığı görüşündedir.

En kuvvetli görüş İmam Muhammed`in görüşüdür. Çünkü gümüş ile kaplatılırsa dişin etini bozar ve koku yapar. Böyle bir fetva bulunduğuna ve her yerde bununla amel edildiğine göre aksini söyleyip halkı şaşırtmanın manası yoktur. Ba husus Şafi`i mezhebinde özellikle zaruret olduktan sonra hiç beis yoktur. Amma diş bozulmamış ise yani zaruret olmazsa erkek için altın kullanmak haram olduğundan dişi onunla kaplatmak asla caiz değildir. Kulab vakasında Sa`id bin Arfece`nin burnu kesildi. Önce gümüşten bir burun edindi. Bozulunca Peygamber (sav) altından burun edinmesini emretti.


DOĞUM KONTROLÜ

Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram. Aile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa`da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, "gebeliği önleme metodları" üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.

Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde "azl" metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. (Encyclopedia Britannica, "Birth control", III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, "Birth control", mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu`l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, "İslâm`da Aile Planlaması", A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178).

İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinayet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır. Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:

1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.

2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.

3. İstenmeyen gebelikler.

4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.

5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.

6. Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS, Verem vs.

7. Cariyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)

8. Fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri.

9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.

Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:

1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi.

2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir.

3. Ağızdan alınan ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.

4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS`e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.

5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller.

6. Kürtaj.

7. Kısırlaştırma.

8. Lavaj.

9. Laparoskopi.

Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.

Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk. sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.

İslâm dininde "azl" vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, caiz, mübah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinayet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk kırk günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de caiz görmüşlerdir. (Bkz: İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67)

Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur`ân-ı Kerim`de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.)`den bize gelen rivayetlerde de azl konusunda O`nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. (bk. Azl mad.) Bu sebeple azli, cumhur, mübah olarak görmüştür. Azli mübah görenler onu, zarûrî hallerde caiz bulmuşlardır. Azle karşı olan alimler ise, ashabın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber`in azle karşı olduğunu, Peygamber`in azl konusunda soru soranlara "isterseniz yapmayın" demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Kıyas yoluyla bazı ulema da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, "Azl, nikâhı terketmek gibidir" der. (Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd.) Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür. Dürzîler, ailelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü`l-harb`te caiz olacağını belirtir. İmam Nevevî de, azli ved`e benzeterek, mekruh olduğunu söyler. İbn Hazm da aynı görüştedir. Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm`la bağdaşmadığını savunur. O, doğum kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz. Peygamber (s.a.s.)`in bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûret(erde tedbir alınabileceğini söylemektedir. (Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967) O, fakirlikten dolayı ailelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder. Delîl olarak İsrâ Sûresinin "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz besliyoruz. Onları öldürmeniz büyük günahtır. "(el-İsrâ, 17/31) âyetini getirir ve En`âm Sûresinin 140. âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler Mevdûdî, doğum kontrolün,ün İslam`ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir. T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960`da başkan Ömer Nasuhi Bilmen`in uygun bulmasıyla "ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemanın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemaca caiz görüldüğünü" savunmuştur. Çeşitli fetvalarda, ulema, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da caiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman "devamlı doğum kontrolü"nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber`in "Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah`ın dilediği her canlının kıyamete kadar dünyaya geleceğini" söylemesini (Buhârî, Nikâh, 42; Müslîm, Nikâh, 1438; Neseî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti`l-Azli, 1138) kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm uleması, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, ailenin esas amacıdır. Allah, "Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın." buyurur. (el-Bakara, 2/223; Ebû`l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû`l-Kur`ân, İstanbul 1986, I, 151) Rızık korkusu, basit bir iddiadır. Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk`tır. İnsan, Allah`ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Allah`ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz (en-Nisâ, 4/119). Ancak Allah dilediğini kısır kılar. (Şûrâ, 42/49-50) Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allahü Teâlâ`nın Nisâ sûresinde "Aralarında adalet yapamamaktan korkarsanız. bir kadınla yetininiz" şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, aile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır.

İslâm Peygamberi (s.a.s.), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir. (İbn Mâce, I, 592).

Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere herşey bir ölçüye göredir, ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir. (Lokman, 31/14)

Hz. Peygamber sevdiklerine "mal ve evlad bolluğu" için dua ederdi Amellerde esas Allah rızasıdır. Birşey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, "....O`nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur. " (Fussilet, 41/47) şeklindeki ilâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah`ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, "Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. " (bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında yazmışlardır.) Evlenme, bir ibadet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü, veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.

Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir." (el-Bakara, 2/233) şeklindeki Kur`ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek ailenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu ailelerde, kadının, "çocuk üretim fabrikası" gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler. Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adalet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.

Sonuç olarak, "Allah`ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?" diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, "tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terketti, zürriyetini kuruttu" tarzında hüküm verilsin; veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir. Ama, İslâm`da doğum kontrolü konusu için ictihad gereklidir. İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında caizdir veya değildir gibi ictihad edebilir. Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihada dayalı bir husustur. Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, aile fertleridir.


DOĞUM KONTROLÜ CAİZ MİDİR?

1. Günümüzde insanlar, fakirlik gibi ekonomik gerekçelerle çocuk sahibi olmaktan alıkonulmak isteniyor. Dinimiz açısından biz bu konûya nasıl yaklaşabiliriz?

Hz. Ali Efendimizin "batıl için söylenmiş hak bir söz" diye bir ifadesi vardır. Yani doğru olan bir hüküm, bâtılı ve yanlışı desteklemek için de söylenmiş olabilir. Batı, kendi doğal kaynaklarını bitirmek üzere. Yüzyıllardır .sömürmekte olduğu doğuya uzanan hortumları, çogalan nüfus sebebiyle kesilme tehlikesiyle karşı karşıya gelince, doğudaki nüfus artışını önlemek istiyor. Özellikle Türkiye için bir başka sebep de, yarın Avrupa Topluluğunda temsilcilerin nüfusa göre tesbit edileceği gerçeği. Onlar kendi içlerinde nüfusu çoğaltıcı tedbirler alıyor, bir yönden de on milyonlarca insanı bir anda öldürebilecek nükler silâhlar geliştiriyorlar, sonra da "biz gelecekte insanları açlıktan öleceğinden korkuyoruz" diyerek, bizdeki ağızlarıyla nüfus planlaması edebiyatı yaptırıyor ve aç insanımıza prezervatif dağıtıyorlar. Bize de "Islâm şöyle demiş, böyle demiş" dedirtilerek buna çanak tutuluyor. Tıpkı, plajların haram yönleri söz konusu edilmeden, "denize girmek orucu bozar mı" diye sorulduğu gibi. Halbuki, doğum kontrolü câiz olsa dahî, böyle bir durumda: "Islâmda, aslında caîz olan bir şeyi Islâm düşmanları istismar etmeye kalkarlarsa ne yapmak gerekir?" diye sormalıdır. Şimdi bu noktayı hep göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki: Islâm fıtrat dinidir. Fıtrat, kadını erkeğe, erkeği kadına çeker. Birleşmelerinin zorunlu sonucu ise, neslin türemesidir. Dolayısıyla tabii ve fitrî bir olguyu genel anlamda engellemek insâni ve Islâmî değildir. Rızkın kısalacağı korkusunun şeytandan kaynaklandığını, Allah`ın her canlının rızkını vereceğini Kur`ân-ı Kerîm haber verir. Bu konuda çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler vardır. Işin fert düzeyinde olması ise ayrı bir konudur.

2. Doğum kontrol metodlarını ve bunların fıkhî hükûmlerini tek tek ele almadan, genel olarak "çocuk sahibi olmamaya çalışmanın"hükmünü sorabilir miyiz?

Dediğimiz gibi Islâm fıtrat dinidir. Bu noktayı her halükârda göz önünde bulundurmak gerekir. Fıtrîliğin tabiî sonucu çocukların doğmasıdır ve fıtrata (doğal oluşa) müdahale ise hoş karşılanmamış, ancak "kimse çocuk yapmâyı engelleyici davranışlarda bulunmayacak" diye de tenbih edilmemiş, hatta. "azıl"e, hoş görünmese dahi, müsaade edilmiştir. Azılde aslolan korunmadır. Dolayısıyla bunun su ya da bu yöntemle olması, tıbbî sakınca ve başka haramlar içermedikçe, birşey değiştirmez. Yani onlar da azıl gibidirler. Ancak bu fertler için söylenebilecek bir olaydır. Bir "azîmet" (yani zor olmakla birlikte işin en iyisi, en uygunu) değil, bir "ruhsat" (yani bir tolerans, zayıflara bir izin)tır. Korunmanın hiçbir şekli zararsız değildir. Bu bile tek başına onun hoş bir şey olmâdığını gösterir. Hattâ materyalist bir tıp doktorunun şu ifadeleri ilginçtir. "Çocuk olmaması yolunda alınan tedbirlerin hemen hiçbiri tehlikesiz değil gibidir." Bu yüzden fıkıhçıların bazıları; meşru bir mazeret olmaksızın korunmanın, yani doğum kontrolününün câiz görülemeyeceği kanaatindedirler. Mazeretler arasında da "salt aç kalma endişesi" bulunmamaktadır. Ancak dediğimiz gibi, mazeret olmaksızın korunmanın, hoş olmamakla birlikte, câiz olduğunu söyleyenler de vardır.

3. Kullanılan metodlardan ikisi de spiral gibi rahim içi âletler ve haplar. Bunların zararlı yönlerinin bulunduğunu da düşünürsek, fıkhî hükümleri ne olabilir?

Bunların birer korunma yöntemi olmaları açısından bir önceki soruda söylediklerimizi tekrarlamış olalım. Tıbben zararlı oluşları, Islâmi açıdan en azından teşvik edilen ve "lekesiz helâl ve hoş" bir şey olmadıklarını gösterir. Çünkü hakkında nas olmayan konularda islâm "âdil tıb"bı hakem sayar. Ancak hoş olmasalar dahî, açıkça haram ilan kılınmamışlardır. Hatta Ibn Âbidîn: "Kocanın izni ile kadının, rahminin ağzını kapatma hakkı vardır" diye bir ifade nâkleder ki bu, spiralden başka bir şey değildir. Ancak bir mazeret olmadan spiral taktırmak için kadın, avretini bir başka kadına dahî gösteremez.

4. Azlin hükmü nedir?

Genellikle câiz görülmüştür: Mazeret olmadan câiz olmaz diyenler de vardır. Ancak câiz diyenler de bir ruhsat olduğunu, iyi olanın azıl dahi yapmamak olduğunu ve kadının izni olmazsa câiz olmayacağını da kabul ederler.

5. Sözünü ettiğiniz mazeretler, ya da doğum kontrolünü câiz kılan haller nelerdir?

Özet olarak söylersek: Kadın emzikli olup yeniden hamile kalmasıyla bebeğine zarar gelecekse, ortam kesinlikle edepli bir çocuğun yetiştirilemeyeceği kadar bozuksa, hamile kalması tıbben sakıncalı görülürse, hattâ Gazâli`ye göre erkek; eşinin formasyonunun ve güzelliğinin bozulmasından endişe ederse, helâl olan korunma yolları uygulayabilir. Ama bu sonuncusunu herhalde sadece kadına düşkün ve bu yüzden fitneye düsebilecek erkekler için söylemek gerekir.


DOĞUM KONTROLÜ YAPMAK CAİZ MİDİR?

Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram. Aile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa'da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, "gebeliği önleme metodları" üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.

Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde "azl" metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. (Encyclopedia Britannica, "Birth control", III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, "Birth control", mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu'l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, "İslâm'da Aile Planlaması", A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178).

İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinayet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır. Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:

1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.

2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.

3. İstenmeyen gebelikler.

4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.

5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.

6. Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS, Verem vs.

7. Cariyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)

8. Fazla çocuğun, ibadete ve ilme engel olacağı fikri.

9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.

Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:

1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi.

2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir.

3. Ağızdan alınan ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.

4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS'e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.

5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller.

6. Kürtaj.

7. Kısırlaştırma.

8. Lavaj.

9. Laparoskopi.

Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.

Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk. sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.

İslâm dininde "azl" vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, caiz, mübah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinayet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüzyirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de caiz görmüşlerdir. (İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67)

Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur'ân-ı Kerim'de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bize gelen rivayetlerde de azl konusunda O'nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. (bk. Azl mad.) Bu sebeple azli, cumhur, mübah olarak görmüştür. Azli bir kısım ashab ve ulemanın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemaca caiz görüldüğü" bilinmektedir.

Çeşitli fetvalarda, ulema, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da caiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman "devamlı doğum kontrolü"nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber'in "Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah'ın dilediği her canlının kıyamete kadar dünyaya geleceğini" söylemesini (Buhârî, Nikâh, 42; Müslîm, Nikâh, 1438; Neseî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti'l-Azli, 1138) kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren bazı İslâm uleması doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar:

İslâm Peygamberi (s.a.s.), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir. (İbn Mâce, I, 592).

Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere herşey bir ölçüye göredir, ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir. (Lokman, 31/14)

Hz. Peygamber sevdiklerine "mal ve evlad bolluğu" için dua ederdi Amellerde esas Allah rızasıdır. Birşey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, "....O'nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur. " (Fussilet, 41/47) şeklindeki ilâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah'ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, "Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. " (bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında yazmışlardır.) Evlenme, bir ibadet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü, veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.

Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir." (el-Bakara, 2/233) şeklindeki Kur'ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek ailenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu ailelerde, kadının, "çocuk üretim fabrikası" gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler.

Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adalet, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.


DOĞUMUNUN TEHLİKELİ OLMASI GİBİ BİR DURUMDA ANNE KÜRTAJ YAPTIRABİLİR Mİ?

Cenine ruh üflendikten sonra (hadislerde 40 gün olarak geçmektedir) kürtaj ya da düşük yapma annenin hayat tehlikesi dışında hiçbir sebeple câiz değildir. Hayat tehlikesini de ancak dindar ve uzman bir doktor tesbit edebilir. Ruh üfleninceye kadar ise kürtaj ve düşürmenin sebepsiz yere yapılması en azından mekruhtur.

Sebep varken yapılmasında ise bazı âlimler sakınca görmemişlerdir. Ortamın bozuk olup çocuğun Islâm terbiyesiyle yetiştirilememe ciddi endişesi ve gebeliğin, emzirmekte olan kadının sütüne zarar vermesi bu tür sebeplerden sayılmıştır. Doğumun zor olması, hayatî tehlikeye dönüşmedikçe, kürtaj ve düşürme için bir sebep sayılamaz. Becerikli ebeler ya da değişik yöntemler doğumu belli ölçüde kolaylaştırabilirler.


DOLAR FARKI VE FAİZ

Dört yıl öncesine kadar Libya`da Çalışan kardeşim, çalıştığı firmadan alacağı olan 5.500 doları, uzun mahkemeler sonucu, doların o zamanki fiyatı üzerinden (600TL.) Türk Lirası olarak, ,şu anda %30 faiziyle birlikte alıyor. Faiziyle beraber Dolar 900 TL.na gelmiş oluyor. Halbuki şu anda Dolar yaklaşık 1.600 TL. Aldığı bu fark faiz olur mu?

Anlaşılan kardeşiniz Dolar karşılığı çalışmış, firma da kendisine dolar borçlamıştır. Öyleyse alacağı da dolardır. Firma eğer mevcut sistemlerin açığından yararlanıp bunu borçlandığı zaman itibariyle Türk Lirasi olarak ödemeye kalkışıyorsa haksızlık ediyor ve borcunun bir kısmını vermiyor demektir. O zamanki hesapla mahkemece terettüp ettirilen faiz aslında pozitif (gerçek) bir fazlalık olmadığından faiz sayılmaz, alabilirsiniz. Hatta herhangi bir yolla kalan farkı da alabilirsiniz. Böyle konularda Hanefi Mezhebindeki fetva Ebu Yusuf`un görüşüne göredir. Ona göre borçlu borcunu öderken, borçlandığı (yani borcun zimmetine yüklendigi) gündeki değeri öder. (Ibn Abidin, Tenbîhu`r-Rukûd, N/60, 61).


DOMUZ ETİNİ SATMAK VEYA TAŞIMAK CAİZ MİDR? ALINAN PARA HELAL MİDİR?

Kur'ân'da, hadis ve fıkıh kitaplarında "hınzır" olarak seçen domuz, "necisü'l-ayn"dir. Yani her yeri, her tarafı necistir. Ondan hiçbir şekilde istifade edilemez. Temiz bir yere temas etse, bir kuyuya düşse, ağzının suyu aksa, orayı tamamen pislettiği gibi, eti yenilen diğer hayvanlar gibi kesilmekle de temiz olmaz; eti yenmez, parçaları kullanılmaz, derisinden istifade edilmez.

Bu hususta Kur'ân'ın ifadesi çok açıktır. Kur'ân-ı Kerimin Bakara Sûresi, 173; Mâide Sûresi 3; En'âm Sûresi 145 ve Nahl Sûresi 115. âyet-i kerimelerinde domuzun necis olduğu ve etinin yenilmesinin haram olduğu bildirilir.

Bakara Süresindeki âyetin meali şöyle:
"O size leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası için kesilen hayvanların etini haram kıldı. Her kim çaresiz kalır da bunlardan yemeye mecbur olursa, kendisi gibi zorda kalmış birisinin hakkına tecavüz etmeden ve zaruret miktarını aşmaksızın yemesinde günah yoktur..."

En'âm Sûresinde bu hayvanın necis olduğu bildirilerek meâlen şöyle buyurulur:
"De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyecek bir kimseye, sizin dediğiniz gibi yemesi haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Ancak murdar oldukları için leş, akmış kan ve domuz eti ile, Allah'a itaatten çıkarak Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar haramdır."
Âyet-i kerimede geçen şeylerin yenmesi haram olduğu gibi,satılması da haramdır: Müslümanlar bu işleri yapmaktan kesinlikle sakındırılmıştır.

Bu hususta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yasaklayıcı ifadeleri de kesinlik arz etmektedir.
Cabir bin Abdullah (r.a.) Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Resulullah (a.s.m.) Fetih yılı Mekke'de iken şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah ve Resulü, içkinin, murdar hayvanın, domuzun ve putların satılmasını haram kıldı. (1)

Bu hadisin izahında İmam Nevevî şu açıklamayı getirir:
"Murdar hayvanın, şarabın ve domuzun satılmasının haramlığının hikmet ve sebebi, bunların necis olmasıdır. Sebep bu olunca, bu hüküm bütün necis maddeleri kaplar. Murdar hayvanın, şarabın ve domuzun satılmasının haramlığı hususunda Müslümanların icmâı vardır."
Bu durumda bir Müslümanın nerede ve hangi ülkede olursa olsun, domuz etini yemesi; gerek etini, gerekse etinden yapılmış olan ürünleri satması haramdır, ondan istifade etmesi caiz değildir. Çünkü "Haram her yerde haramdır" kaidesi İslâm hukukunun önemli bir prensibidir. Bunun için Müslümanlar kazançlarını meşru ve helâl yoldan temin etmeleri gerekir. Çünkü helâl dairesi ihtiyaca ve keyfe kâfidir, harama girmeye ihtiyaç yoktur.

Domuzun bir ücret karşılığında taşınması caiz midir?

Mevcut fıkhı kaynaklarda her ne kadar bu mesele ile ilgili bir kayda rastlamadıysak da, benzer fetva ve görüşlere yer verilmektedir. Çünkü, eskiden nakliye hizmetleri bugünkü kadar yaygın değildi.

Bu meseleye ışık tutacak bazı fetvaları zikredelim:

Bir kimse şarap taşıtmak için birisini tutsa, İmam-ı Azama göre işçinin bu taşımadan dolayı aldığı para helâldir, fakat İmam-ı Muhammed'le İmam-ı Ebû Yusuf a göre caiz değildir. Yine ehl-i kitap bir gayr-ı müslim, bir Müslümanın hayvanını veya gemisini şarap taşımak için kiralasa; Müslümanın aldığı para İmam-ı Azama göre helâl, İmameyne göre caiz değildir.

Tatbikatta görülmese de, kitaplarımızda şöyle bir fetvaya da yer verilmektedir:
Bir Müslüman gütmüş olduğu domuzların karşılığında ücret alabilir. Bu İmam-ı Âzamin görüşüdür, fakat İmameyne göre alması caiz olmaz. (2)

Bu fetvalar dikkate alınırsa, domuz eti pişirmek veya taşımak suretiyle alınan ücret, İmam-ı Azama göre caizdir denilebilir; fakat imameyne göre caiz değildir.

1. Buharı, Büyü: 102; Müslim, Müsakat: 71; Tirmizî, Büyü: 60; &m Mâce, Ticaret: 11.
2. el-Feteva'l-Hindiyye, 4:449-450.


DOMUZ TİCARETİNİN, AVLAYIP SATMANIN HÜKMÜ NEDİR?

Domuz eti ve şarap gibi, bize göre mal olmayan, fakat hiristiyanlara göre mal olan şeyleri para karşılığında değil de, mal karşılığında onlara satmak, bâtıl değil, fâsittir. Yani haram olan bir davranışta bulunmuş olmakla beraber, karşılığında alınan mala sahip olunur. Para karşılığında satmakta, değer verilen taraf para değil, eşya olduğundan, halbuki, bu tür şeylere Islâm değer vermemizi emrettiğinden, parayla satışları bâtıldır, hiçbir sonuç doğurmaz. Yani alınan paraya mâlik olunmaz. ( Merginânî, Hidaye NI/42; Dürrü`I-Müntekâ N/54; el-Inâye alelHidâye VI/405-406; Zeyla`î, Tebyîn ve Hâsiyesi; Selebî IV/44)

Fakat fâsiti câizle karıştırmamak gerekir. Yani bir müslümânın, eliyle boğazlamış olsa bile domuz etini satması câiz değildir. Halbuki" domuz dışındaki vahşî ve eti yenmeyen hayvanları inek boğazlar gibi boğazlarsa etlerini satabilir.( Hindiyye N/115)


DÖRT MEZHEB`DEN BAŞKA BİR MEZHEBİ TAKLİD ETMEK CAİZ DEĞİLDİR

Aslında Kur`an ve sünnetin terbiyesi altında; bildiğimiz dört müctehid`den başka; Sa`id bin al-Muşeyeb, Ata, Sufyanal-Sevri, Sufyan bin Uyayne, Evza`i ve Davud gibi birçok müctehid yetişmiştir. Ama bunların mezhebleri zamanında tedvin edilmediği için yayılma isti`dadı göstermediler. Ancak Zeyd bin Ali ile Ca`fer al-Sadık`ın mezhebleri, zamanında tedvin edilmediği halde onların mezhebinde bulunduklarını iddi`a eden Zeydiye ve Ca`feriye fırkaları vardır. İbn Salah dört mezheb`den Başka mezhepleri taklid etmenin caiz olmadığına dair icma`ı nakletmiştir.

Bu hakk mezheplerden birisini taklid eden kimse hayatı boyunca o mezhebde kalması gerekmez. İstediği zaman tamamen veya kısmen başka bir mezhebi taklid edebilir.

İbn Hacer şöyle diyor: Bir kimse bir mes`elede tabi olduğu mezhebden başka bir mezhebi taklid ederse o mes`eleye bağlı olan şeylerde de taklıd etmesi gerekir. Mesela namazda Hanefi mezhebini taklıd ederse abdest ve gusulde de taklid etmesi lazımdır.

İbn Ziyad ise diyor ki: Namaz ayrı, abdest ayrıdır. Namazda Hanefi mezhebini taklid eden kimse abdestte de onu taklid etmesi gerekmez. Yani abdesti Şafii`ye göre alır, namazı Hanefi`ye göre kılarsa beis yoktur.

Ulema`nın çoğu bu dört mezheb`den birisini taklid etmenin lazım olduğunu söylüyor.

Bazıları da mu`ayyen bir mezhebe bağlı olmak gerekmez diyor.

Herhangi bir mezhebi nazar-ı i`tibara almadan bilen kimseye, bilinmeyen mes`ele sorulabilir. Al-`izz bin `Abdüsselam ve al-Şeref el-Barizi böyle fetva vermişler. Gazali de bu kanaattedir. Binaenaleyh bir kimse bir mezhebe bağlı kalmadan Allah`a kulluk ederse dinsiz değildir. Ancak mu`ayyen bir mezhebe bağlı kalarak Allah`a kulluk etmek daha iyidir. Gerektiği zaman başka hak bir mezhebi taklid etmek de caizdir.


DÖVİZE ENDEKSLİ TAHVİL

Örnek: Dövize Endeksli PTT Tahvilleri

a) 104 milyon DM ve 56 milyon dolar tutarında tahvil ihraç edilmiştir.

b) Tahvil sahipleri, Batı Alman Markı`na endeksli tahviller için yıllik %5, ABD, Doları`na endeksli tahviller için yıllik % 8 faiz alacaklardır. Ayrıca Dolar ve Mark`ın kur değişmeleri de tahvil gelirlerine aynen yansıyacaktır.

c) Tahvil satışları, satış gününde Dolar ve Mark`ın TC. Merkez Bankası`nca uygulanan "Efektif Alış Kuru" üzerinden Türk Lirası olarak yapılacaktır.

d) Tahviller 6 yıl vadeli olup faiz ödemeleri 6 ayda bir yapılacaktır.

e) Anapara ödemesi ise, son yıla ait 12 faiz kupon ödemesi ile birlikte ve 6 yıllık vadenin son gününde TC. Merkez Bankası`nca uygulanan "Efektif Alış Kuru" üzerinden "TL"e yapılacaktır.

Faizli bir muamelenin Islâm`ca onaylanmayacağı açık. Ancak bir müessesenin faizle iş yapıyor olması, onunla kurulacak meşru bir şirkete ortak olunamaz anlamına da gelmez. Elverir ki, kurulacak şirket faiz esasına dayalı olmasın ya da daha başka haram unsurlar ihtiva etmesin. Herhangi bir şirkete hisse senediyle ortak olma söz konusu olunca Islâm hukuku açısından "Şirket-i Inan" karşımıza çıkar. Ya da mürekkep bir şirket çesidiyle karşılaşırız. Bunun gerek kurucularında, gerekse işleyişinde aranan şartlar fıkıh kitaplarında detaylıca anlatılır. Sizin sorunuz açısından önemli olabilecek şartını belirtmemiz cevap için yeterli olur sanıyorum. Bundan sonraki araştırmamızda da daha geniş cevap arayacağız: Ortaklardan birine belirli bir kâr garanti edilmesi caiz değildir. Çünkü ticarette kazanmama, hatta kaybetme ihtimalı de vardır. Böyle bir şartın bulunması, şirketi batıl ve hükümsüz kılar. Kaybetme, kârdan olabileceği gibi sermayeden de olabilir. Öyleyse sermayenin garanti edilmesi de akdin batıl olması için yeterlidir. Binanaleyh asgari bu şartlara riayet etmeyen bir müessesenin ihraç ettiği tahviller Islâm hukuku açısından su götürür.

Sözü edilen PTT tahvillerindeki muamelenin gayr-i Islâmiligi oldukça açıktır sanıyorum. Öncelikle ortada ortak olunan hiçbir şey yoktur. Bize gösterilen tahvil örneğine göre konuşacak olursak: PTT herhangi bir isletmesini tahvil sahiplerine satıyor değildir. Yapılan şey; su anda kâr getiren bir KIT olarak PTT`nin sözü edilmek suretiyle istikraza teşvik ve garanti sağlamadan ibarettir. Ayrıca bir taraftan %5 ya da %8 faizden açıkça söz edilmekte, diğer taraftan da tahviller dövize endekslenerek bu faizin pozitif ya da reel bir faiz olduğu vurgulanmakta, zimnen de ana para garanti edilmektedir. Eğer dövize ya da bir başka şeye endeksleme söz konusu olmasaydı enflasyon yüzdesi gözönünde bulundurularak bir "negatif faiz" den söz edilir ve hiç olmazsa Ebu Yusuf`un görüşüne istinaden bunun Islâm`a göre faiz olmayacağı söylenebilirdi. O takdirde böyle bir ortaklığın anlamsızlığı da ayrı bir konudur. Bana öyle geliyor ki, köprü ya da baraj satışlarındaki durumun PTT tahvillerindekinden farkı, sadece onlardaki faizin sabit oranlı olmaması ve köprü ya da barajın kârına endeksli olmasından ibarettir. Yine ortada satılan ya da gerçek anlamda ortak olunan bir şey yoktur. Bilebildiğim kadarıyla yine ana para -ma belki endekslemeden- garanti edilmektedir. Yani olay, orada da burada da bir iç istikrar olayıdır, faiz olayıdır.

Ne var ki, kanaatimize göre bu tahviller ya da hisse senetlerinin cevazı söz konusu olduğunda bazı alimlerimizi müsbet doğrultuda düşünmeye götüren şey, alternatif teklif bulma zorluğudur. Öyle ya, müslüman bu ortamda parasını oraya vermesin, buraya vermesin hatta son zamanlarda bazı ciddi itirazların doğurduğu şüphelerden ötürü faizsiz finans kurumlarına yatırmasın, peki ne yapsın? Enflasyon canavarına mı kaptırsın ve böylece ekonomik hayattan mı silinsin. Işte -eğer varsa- cevaza götüren saik bu olmaktadır. Öyleyse bu probleme başka çözüm yolları aranmalı ve müslümanlar, en azından şüpheli bir muameleye bulaşmaktan kurtarılmalı deriz. Çünkü caizdir, deyivermek bu arayışın da kapısını kapamak anlama gelebilir. Yine de biz meselenin hisse senedi yönünü bir sonraki soruya vereceğimiz cevapta biraz daha kurcalayacağız. Çünkü tahvil meselesi açıktır ve bir faiz muamelesidir.


DÖVME

İnsan vücudunun muhtelif yerlerine yüze, kola, ele, göğse, derinin iğne vb. sivri âletlerle şekle uygun olarak delinip, üzerine mürekkep, çivit vs. dökülmek sûretiyle yapılan nişan ve resim hakkında kullanılan bir tabir.

Dövme süs olarak yapılırdı. Câhiliye Arapları arasında yaygın bir âdetti. Bilhassa Arap kadınları dövme hususunda çok ileri gitmişler, vücutlarının birçok kısımlarını nakışlarla doldurmuşlardı. Hattâ bazıları vücutlarına, tapındıkları put şekillerini kazımışlardı.

Eski Trakyalılarda dövme asalet nişanesi, eski Yunanlılarda da ahlâksızlık damgası sayılırdı. Hristiyanlar`da da vücutlarına dövme usulüyle haç resmi kazıtanlar vardı. Kudüs`e hacca giden hristiyanlar, kol ve ellerine dövme yaptırırlardı. Osmanlılar`da yeniçeriler arasında dövme çok yaygındı. (Tecrid-i Sarih Terr., 351, 381).

Eski çağlardan türlü şekillere bürünerek zamanımıza kadar gelen dövme geleneği bugün bile garip şekillerde sürmektedir. Cahiliye devirlerine ait ilkel bir süs halinde kalması yirminci yüzyıl mantığına daha çok yakışacak dövme; Mısırlılar`ın mumyası, Asurlular`ın örgü sakalı gibi, tarih yapraklarında birer hatıra gibi kalmamış, garip bir ilgi ile günümüze kadar gelmiştir. Dövmecilikte Japonlar oldukça ileridirler. Onlar bu işi güzel sanatların bir dalı olarak kabul etmişlerdir.

Dövme, domuz yahut balık ödü, is karası, susam yağı gibi ilaçlarla yapılır. İşlem sırasında kişi büyük bir ızdırap duyar. Büyük boyda dikiş iğneleri yanyana dizilerek bir deste halinde bağlanır. Beğenilen resim ve şekil çizilir, sonra bu iğne destesi o şekil üzerine bastırılarak zımbalanır. Bu cılk yaranın üstüne renk verici madde sürülüp bezle sarılır. Renk maddesi yukarıda saydıklarımızın dışında normal boya veya kara barut olabilir. Genellikle barut ve çin mürekkebi kullanılır. Dövme iğnelerinin acısı bittikten sonra yaranın acısı başlar. İğnelenen yer şişer, iltihap yapar, tıpkı normal bir yara gibi işler ve kabuklanır. Bir de cilt altına yabancı bir cisim gömerek yapılan dövme vardır ki, buna en fazla Eskimolar`da, Çukçiler`de Gurdenlandlılar`da ve İtalya`nın bazı bölgelerinde rastlanır.

Veşm; hem eziyet, hem de Allah`ın yarattığı güzel sûreti değiştirip bozmak olduğu için çirkin bir harekettir. İnsanları bu kötü işe teşvik eden şeytandır. Cenâb-ı Hak bu durumu şöyle özetliyor: "Şeytan dedi ki: Elbette senin kullarından belli birtakımı alıp onları saptıracağım. Onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah`ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim. " (en-Nisâ, 4/119) Hz. Muhammed (s.a.s.) "Allah`u Teâlâ dövme yapan ve yaptırana kaşlarını incelten ve güzellik için dişlerini törpüleyip Allah`ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etmiştir. " (İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevacir, Mısır 1970, I, 141) demiştir.

Bazı âlimler dövme yaptırmayı büyük günahlardan saymışlardır. Lânet edilen bir hareketin ne derece kötü olduğu ortadadır. Hadis-i şerifte sadece kadınların zikredilmesi, bu hareketin bilhassa kadınlar arasında yaygın olmasından dolayıdır. Kadınlar için yasak olunca erkekler için de yasak olacağı tabiidir. Yasağın bu derece şiddetli olması özellikle Allah`ın yarattığı tabii güzelliği beğenmeyip bozmaya kalkışmaktan dolayıdır. İslâmiyet insan tabiatına en uygun din olduğu için insanların her hal ve hareketlerinden daima tabii olmalarını, sun`i ve sahte hareket ve fiillerden sakınmalarını istemektedir. İnsanın şekli fıtrîdir. Allah`ın bahşettiği bu tabiî şekil ve güzelliğin üstünde bir güzellik var mıdır? Şayet daha güzel bir şekil olsaydı meselâ Allah dudaklarımızı, kırmızı yaratırdı (Tecrid-i Sarih Trc. V, 351-352).

Dövme günümüzde birçok ülkelerde bilhassa Afrika`da yaygın haldedir. İnsanın tabii halini bozup zaman zaman çok gülünç ve iğrenç hallere girmesi günümüzde çokça görülmektedir. Ruh ve ahlâk güzelliğinin değerini kavrayamayanlar, kendilerini iman, ilim ve edeple süsleyecekleri yerde, çürüyüp toprak olacak fâni vücutlarını süslemekle meşguldürler.


DÖVME İBADETLERE, ABDEST VE GUSLE ENGEL MİDİR?

İnsanlar, çok eski zamanlardan beri vücutlarının çeşitli yerlerine dövme yaptırmışlardır. Bugün bu adet, yer yer sürdürülüyor. Avrupa ve Amerika’da bazı gençler bunu bir “süs” şeklinde yaparken, yurdumuzda da birtakım havai gençler onları taklit ediyorlar. Cahiliye arapları dövmeyi süslenmek için yaparlarken; dövme ile bedenlerine çeşitli şekil ve suretler yaparak bununla mafsallarının güç kazandığına inanırlardı. Bugün ise bu tamamen bir özentiden öteye geçmemektedir.

Dövme, bilinen şekliyle şöyle yapılıyor: vücut, iğne ve benzeri aletlerle kan akacak şekilde yaralanıyor. Sonra aynı yere iç yağı ve bazı maddeler konarak yara iyileşmeye terk ediliyor. Sonunda deri altında koyu yeşil bir şekil meydana geliyor.

Buhari ve Müslim’de rivayet edilen hadislerde, peygamber efendimiz (a.s.m.) Dövme yapmayı ve yaptırmayı yasaklamış, bunları yaptıranın Allah’ın rahmetinden mahrum kalacağını bildirmiştir.

Bilmeden dövmeyi yaptıran insan nasıl hareket edecektir? Bundaki hüküm, dövmeyi yaparken kullanılan maddeye göre değişir. Şayet bu maddeler dinen necis sayılanların arasında bulunuyorsa, dövme de o hükme girer. Bunda yapılacak şey, şayet ufak bir müdahale veya ameliyatla hallediliyorsa gidermeye çalışmaktır. Şayet giderilemiyor, buna da imkan bulunamıyorsa, o şekilde bırakılır. Çünkü cenab-ı hak kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez, onun üstesinden gelemeyeceği, yapamayacağı şeyleri istemez.

Abdeste ve gusle mani olup olmadığına gelince; bir defa dövme derinin altındadır. Yani dış derinin altında yer alıyor. Abdest ve gusülde ise derinin altını değil, üstünü yıkamak farzdır. Dövme de derinin altında kaldığına göre, onun bedenin herhangi bir yerinde bulunması abdeste ve gusle mani olmaz. Üzerinin yıkanmasıyla abdest ve gusül sahih olur.

Bilerek veya bilmeyerek böyle bir günahı işlemiş olan kimse de Allah'tan mağfiret diler, tövbe istiğfar eder. Ve inşallah da kabul edilir.




DUA, ZİKİR, NAFİLE TESBİHİ SESLİ OKUMA

Bugün camilerimizde "tesbihat" namazdan sonra ve müezzinin önderliginde topluca yapılmaktadır. Bu, sünnete uygun mudur? Peygamberimiz devrinde nasıl yapılırdı? Yine bugün camilerimizde namazdan önce ihlasların okunması sünnete uygun mudur? Bir de müezzinin görevleri hakkında bilgi verir misiniz?

Bütün hadis ve fıkıh kitaplarımızın "Salat" yani namaz bölümlerinde "Namazın arkasından Dua" bahsine bakıldığında şu anda yapılmakta olan duaların hemen hemen hepsinin aslının bulunduğu görülür. "Istiğfar" (üç kere), "Allahümme entesselam...", "Ayetülkürsî", tesbih, tahmîd, tekbîr, tehlil, elleri kaldırmak ve dua bunların en meşhur olanlarıdır. Bizim sözünü ettiğimiz kitaplardan gördüğümüz kadarıyla Resûlüllah Efendimiz namazların arasında cemaate dönmüş ve duada bulunmuşlardır. Ancak "tesbihât" müezzin ya da bir başkasının öncülüğünde yapılmamıştır. Efendimizin, "Kim namazdan sonra şu kadar tesbih söylerse" şeklindeki hadislerinden şu olmalıdır. Bunları herkesin kendi başına, düşünerek ve hatta en iyisi gizlice söylemesi istenmiştir.

Sonraları Kur`ân diliyle dua vs. okumayı beceremeyen yabancıların müslüman olmasıyla alimlerimiz, cemaate öğretme gayesiyle imamın bu tesbihati seslice söylemesinde beis olmadığını söylemişlerdir. Ancak bu dua ve tesbihatin her birilerini herkesin söylemesi müstehap olduğundan, günümüzde uygulanan biçimiyle cemaatin sadece tesbihleri okuyup diğerlerini müezzinin söylemesi sünnete uygun değildir. Herkes, söyleyebiliyorsa müezzine uymayı gerekli görmeden, söyleyemiyorsa müezzinle beraber ve de düşünerek bu duaları okumalıdır. Müezzinin yaptığı sırf bir hatırlatmadır ve bunu imam da yapabilir.

Namazdan önce "ihlas" okumaya gelince: Ihlâs suresi Kur`ân`dan bir parça olmakla pis olmayan her yerde okunabilir. Namazdan öncesi de bu yerlerdendir. Ancak sanki namazı ikmâl eden ve namazın gereklerinden olarak görülüp, kabul edilirse; yani günümüzde olduğu gibi; okunması sünnete aykırıdır, bid`attır. Üstelik bunda sünnet kılanları teşvik kerahati de vardır. Ancak "`namazın bir parçası gibi görülmesi" meselesine çok dikkat etmek gerekir. Yoksa dediğimiz gibi "ihlâs" okumakta haddi zatında bir beis yoktur. Ihlas gibi olan şeyleri de buna kıyas etmek gerekir. Bu yüzden Ibn Abidîn: "Herhangi bir mübahın yapılması, cahil halk tarafından sünnet ya da vacip gibi görülecekse onu yapmak uygun olmaz." (Ibn Abidin el-Ukudü`d-dürriyye, N/304) demiştir.

Müezzinin vazifesine gelince, isminden de anlaşılacağı gibi ezan okumaktan ibarettir. Sahih örfün yüklediği görevler de şer`an görev sayılır. Mevcut kanunların yüklediği görevleri ise DIB mevzuatindan öğrenmek gerekir (Namazlardan sonraki dua adabı konusunda söylediklerimiz ve daha başka bilgiler için bk. Nevevi, el-Ezkar, 57 vd.; Tahtavî, 252-260; Fetavây-i Bezzazıyye, VI/378; Heysemî, E1-Fetave`1-hadîsiyye, 53,80,82, 109,115; Fetavây-i Kâdihan, NI/424; En-Namenkânî, E1-Fethnr-Rahmanî. I/204 vd.; Halebi Kebir, 340 vd.; Halebisağir, 236 vd.; Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu`1-Islâmî, I/800 vd).


DÜĞÜN ÖNCESİ NİKÂH

Zaman zaman olacak buluşmalarda haram bir davranışta bulunmuş olmamak için nişanla beraber dinî nikâh da yaptırmak istiyoruz. Bunun hükmü nedir? Ya da tavsiye olunur mu?

Bilindiği gibi Islâm'da nikâh; "evlendim", "kabul ettim", gibi icab ve kabul ile kolayca oluşan bir akiddir. Akid oluştuktan sonra da her türlü hukukî sonucu sabit olur. Düğün öncesi nikâha bu açıdan baktığımızda şunları söyleyebiliriz: Öncelikle bu, İslamın ne tavsiye ettiği ne de saf dönemlerinde uyguladığı bir tatbikattır.

Böyle bir uygulamaya götüren sebeplerin ekonomik, sosyolojik ve psikolojik yönleri vardır. Söz ya da nişanın yapıldığında kızın emsali kadar çeyiz dizememiş olması ile, bunu tamamlamak için süre kazanmak istemesi ekonomik, çeyizi az olanları çevrenin kınamasından çok, çok olanları takdir etmesi sosyal, kızın çeyizde huzur arayıp emsalinden az çeyizle evlenmesi halinde aşağılık duyması da psikolojik etkendir. .

Bu tür bir uygulamanın peşinden getirecegi sonuçlara gelince: Kadın şer'an erkeğin tam anlamıyla karısıdır ve karşılıklı olarak, nikâh akdinden doğacak her türlü hakka sahip ve vazife ile mükelleftirler. Erkeğin, yatağına davet etmesi halinde kadının bunu, ebeveyninin izin vermemesi bahânesiyle terketmesi mümkün değildir. Aksi halde kocalık hukukuna saygısızlık (nüsûz) etmiş olacaktır. Çünkü ebeveyninin bunu artık reddetme yetkisi yoktur. Bu akitle birlikte kadının nafakası (yeme-içme, giyme ve mesken) erkeğin omuzlarındadır ve kadının bunu istemek hakkıdır. Vermese erkek, hukuku çiğnemiş, verse bir yarara (istimta'a) sahip olmadan vermiş olur. Buluşmaları ve çok uzak olmayan ihtimalle zevciyyet ilişkisinde bulunmaları halinde sonuç, çok daha kötü olabilir. Kadın şer'an erkeğin nikâhlısıdır. Bu durumda azımsanmayacak oranlarda vuku bulan ayrılma ihtimalinde, ayrılma isteği ya da sebebi erkekten ise, bugünkü kanunlara göre kadın hiçbir hak iddia edemeyecek ve bu durum onun, hayatı boyunca sürecek bir mağduriyetine sebep olacaktır. Islâmî müeyyidelerin bulunmamasından yararlanan (!) erkek ise, bir yönden hukuku çiğnemiş ve büyük bir günah işlemiş olacak, diğer yönden, yaptığı yanına kâr kalacaktır. Ayrıca "duhulle" kanunî bir hak halini alan mihrini de, zorlayıcı bir kanun bulunmadığından, kadına vermemekle, onu ikinci bir maduriyete uğratacaktır. Aslında imanı tam bir erkek, bu şartlar altında da bunları yapamaz, ancak dinî gayreti bu konulardâ kendisine engel olabilecek erkek henüz çok azdır. Ayrılma isteği ya da sebebi kadından gelmişse ve erkek de bunu istemiyorsa, bu defa da yürürlükteki kanunlardan yararlanma yoluna kadın gidecek ve henüz resmen nikâhsız olduklarından, erkekle hayatlarını birleştirmeyi kabul etmeyebilecek ve bir yönüyle bu defa da erkek gadre ugrayacak; diğer yönüyle de kadını cezalandırma yoluna gidecek, onu boşamayacak ve kadın buna rağmen başkası ile evlenmesi halinde, şer'an ömür boyu zina hayatı yaşamış olacaktır. Konunun bir başka yönü: Bu uygulama ile; belirli gayelere hizmet eden yayın organları ve çevreler tarafından ısrarla propagandası yapılıp teşvik edilen, evlilik öncesi flörte, şer'î bir kılıf uydurulmuş olacaktır. Bütün bu nedenlerden dolayı Resmi olarak kaydedilmeden önce nikah kıyılmasını asla doğru bulmuyoruz.

Peki ne yapmak gerekir? Önce bu uygulamanın sebeplerine inilmeli ve bunların Islâmî olmadığı görülmelidir. Rasûlullah Efendimiz tarafından "En hayırlı evlilik" diye nitelendirilen, külfeti en az evlilik gündeme getirilmeli ve bazı bölgelerde uygulanan ve damadın artık ömür boyu belini doğrultamamasına sebep olan ağırlıklı düğünlerin gayr-i Islâmî ve ilkel olduğu vurgulanarak anlatılmalıdır. Bu, meselenin ekonomik sebebinin çaresidir. Bu şekilde, külfetli düğün yapan aileler kınanmak ve kızları için de, damatları için de, veliler için de hayırlı bir iş yapmadıkları takbîh ile kendilerine duyurulmalıdır. Bu da sosyolojik sebebin çarelerindendir. Müslümanca yaşamak isteyen aileler kızlarını Islâmi kültürle yetiştirmeli ve tam bir şahsiyet kazandırarak onları çeyizi ve mobilyası çok olan hemcinslerine karşı aşağılık duyacak seviyeden kurtarmalı, tığla atılan milyonlarca ilmek ve buna dökülen göz nuru yerine, bu yolda harcanan yüzbinlerce parayla yapabilecekleri ve bu ilmeklere verilen zamanın onda biri ile iki dünyalarına yetecek kadar kültür elde edebilecekleri, yani kitap okuyabilecekleri, kalan zamanlarını da daha hayırlı işlerde kullanabilecekleri kendilerine anlatılmalıdır. Oğlan velileri böyle kızlâr aramalı, kız velileri de bu şuur düzeyinde oğlanlar bulmalıdırlar. Bu ise, meselenin psikolojik sebebinin çaresidir. Ancak çevre faktörünün bunda tesirli olduğu ve köylerde ya da muhafazakâr çevrelerde bu uygulamanın sonuçlarının, böyle olmayan yerlerde ve şehirlerdeki kadar menfi olmayacağı da kabul edilmelidir. Her şeye rağmen böyle bir uygulamaya gidiliyorsa, şer'î nîkahla beraber resmî nîkâhın yaptırılması da tavsiye edilebilir. Böylece şer'î müeyyidelerin bulunmadığı bir ortamda, şer'î olmayan yollarla da olsa kuvvet dengesi sağlanmış olacaktır. Bu marazı belirti için kısmı tesir gösterecek bir çareden daha söz edilebilir. Eskiden olduğu gibi evlenemeyecek çiftlere maddi yardım sağlayan vakıflar kurmalı ve evlilik için çeyiz gibi bir problemin kafalarda artık problem olmaktan çıkmasını sağlamâ yoluna gidilmelidir, gidilebilir.


DÜĞÜNDE AŞIRIYA KAÇMADAN OYUN OYNAMAK CÂİZ MİDİR?

Rasûlullah Efendimiz, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir.(Tirmzî, nikâh 6) Sahabeden: "Allah Rasûlü bize düğünde oyuna izin verdi" dedikleri nakledilmiştir.(Nasâî, nikâh 80) Muhammed b. Hâtip el-Cumahî : Allah Rasûlü (Dügünde) helâlla haramın arasm ayıran şey, def çalmak ve ses çıkarmak (agit dökmek)tir" buyurdu. (Tirmizî, nikâh 6; Nesaî, nikâh 72; Ibn Mâdce, nikâh 20; Müsned NI/418) diye rivayet etmiştir. Allah Rasûlü düğününde Rubayyi`nin evine gitmiş ve def çalıp türkü söyleyen câriyelere, buna devam etmelerini söylemiştir. (Buhârî, nikâh 48) Bir bayram günü Hz. Aişe`nin yanında def çalıp türkü söyleyen iki cariyeye"Bırakın, bugün bayramdır" diye müsaade etmiştir.

(Müslim, îdeyn 16; Müsned VI/33, 84, 99, 359, 360) Bütün bunları göz önünde bulunduran fıkıhcılar düğünlerde ve bayramlarda, kadınların kendi aralarında, erkeklerin de kendi aralarında, haram sözler söylemeden ve haram şeyler yapmadan def çalıp, türkü söyleyip; oynaya bileceklerini ve eglenebileceklerini söylemişlerdir.(195 Bk. Aynî XX/135-136; Ibn Âbidîn, Fetâvâ N/298-99; Sevkânî, Neyl VI/210-213 DihIevî, Huccetullah N/192)

Ancak; kadın tasviri, içki ve meyhaneleri övme, müslümanı yerme anlamını taşıyan türküler, yanık nazımlar, (Davudoğlu V/26-36) kadınların da erkekleri tasvir etmesi, kadın kadına, erkek erkeğe de olsa, cinsel duyguları tahrik eden, haramları güzel gösteren sözler ve hareketler, hemcinsine karşı da olsa mahremlik kurallarına riayetsizlik, dans ve oryantal gibi hemcinsine karşı ilgi uyandıran davranışlar haramdır. Fakat Rasûlüllah Efendimiz`in şu sözlerini de bu bağlamda göz önünde bulundurmak gerekir: "Üçü hariç, müslümanın her türlü eglencesi haramdır: Hanımıyla oynaşması, atnı eğitmesi ve atış yapması" (197 ibn Âbidîn VI/395; krs. Tirmizî, fedailü`I-cihad 11; ibn Mace, cihad 19; Dârimî cihad 14; Müsned IV/144,148.) "Melekler atıcılıktan başka hiçbir eğlencede hazır bulunmazlar" (198 ibn Âbidîn, VI/404.) "Allah`a tâattan alıkoyan her eğlence batıldır" (199 Buhârî, Isti`zân 52) Bunlar elbette daha önce verdiğimiz hadîslerin geçersiz olduğunu anlatmaz. Bunlar genel durumu, diğerleri ise düğün ve bayramlara ait özel durumu anlatırlar.


DÜĞÜNLERDE ERKEKLERİN VE KADINLARIN AYRI AYRI KENDİ ARALARINDA ŞARKILI VE TÜRKÜLÜ OLARAK OYNAMALARI CAİZ MİDİR?

İslam dininde düğün gibi şenlikler için erkeklerin ve kadınların ayrı ayrı olmak şartıyla kendi aralarında İslam`ın yasaklamadığı şarkı, türkü ve şiir söyleyip oynamalarında bir sakınca yoktur. Hazreti Aişe (ra) şöyle anlatıyor:

"Benim yanımda iki cariye şarkı söylerken Ebu Bekir (ra) eve girdi. "Resulüllah`ın evinde şeytan çalgısı olur mu?" diyerek kızdı. Bunun üzerine Allah`ın Resulü buyurdu ki: "Onları bırak, bu günler bayramdır."

Peygamber (sav) bir hadiste de şöyle buyurur:

"Nikahı ilan edip onun için def çalınız."

Başka bir hadiste şöyle buyuruyor:

"Şiir normal söz gibidir. İyisi iyi, çirkini çirkindir" (el-Mühezzeb).

Şarkı tanbur ve du gibi çalgılarla beraber veya fahiş ve gayr-i ahlaki olursa haramdır.


DÜGÜNÜN YAPILMASI İÇİN DİNİMİZCE TEŞVİK EDİLEN BELİRLİ BİR AY YA DA GÜN VAR MIDIR, YOKSA BÜTÜN GÜNLER DÜGÜN İÇİN EŞİT MİDİR?

Her konuda olduğu gibi bu konuda da müslümanların "en güzel örneği" (üs ve hasene) olan Rasûlüllah`ın (s.a.s.) evliliklerine baktığımız zaman, evlenme, ya da düğün veya zifâf için bir gün ya da ay gözetilmediğini, işin son derece tabiî seyrine ve şartların elvermesine bırakıldığını, şu gün ya da filân ay yapın, diye bir tavsiyenin bulunmadığını görürüz.

Meselâ Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.); Ümmü`I-Mü`minîn Meymûne vâlidemizle Hicretin yedinci yılında kazâ umresini bitirdiği Zilkâde ayında(Zehebi, siyer N/239) evlendiler.

Ümmü Seleme vâlidemizle Şevval ayında nikâhlandı ve Şevval ayında zifâfa girdiler.(Ibn Mâce, nikâh 53; Ibn Sâd VNI/86-87) Zeyneb bt. Huzeyme ile Hicretten otuzbir ay sonra evlendiği, onunla sekiz ay kadar beraber yaşayıp, evlendikten sekiz ay sonra ve Rabîul-âhir`in sonunda vefat ettiği rivâyetine (Kaynaklar için bk. Ebu`nnur, Menhec 253) bakılırsa" Ramazan`ın başları, ya da daha büyük bir ihtimalle Şaban`ın sonlarında evlenmiş olmaları gerekir.

Sevde bt. Zem`a ile Sevvâl`de evlendikleri rivâyeti vardır.(Ebunnûr, age 102) Âise validemizle evliliklerini ondan gelen sahîh rivâyetle bilmekteyiz. O diyor ki: "Rasulüllah (s.a.s.) benimle Sevval`de nikâhlandı ve yine Sevvâl`de zifafa girdi. Artık Rasûlüllah`ın hanımlarından hangisi onun katında benden daha bahtlı olabilir?" (Müslim, nikâh 73; Tirmizî, nikâh l0; Nesâî, nikâh l8, 77; Ibn Mâce, Nikâh 53; Dârimî, nikâh 28; Müsned VI/ 54, 206) Bu ifâdede nikâhın Şevvâl ayında olması faziletli gösteriliyor gibidir. Hattâ Urve der ki: Âişe, akrabası olan kadınları Şevvâl`de zifâfa girdirmeyi severdi.( agy.) Ama bu, bunun vâcip, hattâ sünnet olduğunu göstermez. Çünkü, görüldüğü üzere, Rasulüllah`ın (s.a.s.) başka uygulamaları da vardır. O da bunu sırf Rasûlüllah`ın (s.a.s.) kendisiyle olan evliliğine uyulmuş olacağı için hoş görüyordu. Yoksa -Allahu a`lem- Şevvâlde evlenmek eşler arasında sevgi ve muhabbet doğurur gibi bir inanca sahip olduğundan ötürü değil. (Ahmet el-Bennâ, el-Fethurrabbânî XVI/214 )

Bunun bir sebebi de câhiliyyet âdetlerini yıkmış olmak olabilir. "Fil-vâkî câhiliyet devrinde Araplar Şevvâl ayında evlenmeyi kerih görürlerdi. Bu gün dahî bazı câhiller, iki bayram arasında nikâh olmaz, diyerek bu âdeti yaşatmak isterler. Aksine bu hadîs-i şerîf, Şevvâl`de evlenmenin ve Şevvâl`de zifâfa girmenin müstehâp olduğuna delildir."(Davudoğlu, VN/269) Düğün günü ve ziyâfet süresi konusu da aynen böyledir. Yani Rasulüllah`tan (s.a.s.) filân gün, ya da şu kadar süre düğün yapın, ziyâfet (velîme) verin diye bir şey bilmemekteyiz. Kendi evliliklerine baktığımızda da, bu gün münasip değil, filân günü bekleyelim, dediği, ya da evliliği söz konusu olduğunda, bu gün günlerden nedir, diye sorduğu bilinmemektedir. Aksine bu bir ihtiyaçsa, ihtiyaçların günlerle ya da aylarla ilgisi yoktur. Varolmaları ve varoldukları an önemlidir: Efendimiz`in, Zeynep bt. Cahş`la evlendiklerinde bir gün ve bir defa (bk. Müslim, nikâh 15. bab) Safiyye bt. Huyey ile evlendiklerinde ise üç gün "velîme" verdiği (Buhâri VN/388) rivâyetleri sahihtir. Buhârî Rasûlüllah`ın "velîme" için bir, ya da iki gün diye bir şey belirtmediğini söyler.( BuhârîIX/198; Ancak zayıf bir hadîste: "Velime birinci gün bir hak ikinci gün bir marûf (iyi bir davranış), üçüncü gün ise gösteriş ve riyâdır` buyurulmuştnr. (Ahmed, Ebû Dâvud ve Nesâî`den, Suyûtî el-Câmius-sağîr, Feyz ile, VI/378)) Buna göre dügün süresi de şartlara ve örfe göre değişebilecek bir durumdur.


DUHA NAMAZI

Duha, Arapça bir kelime olarak lûğatte, "güneş isabet etmek, terletmek, kuşluk yemeği yemek" manalarına gelir. "Dahvetün" kelimesi günün ilerlemesi, güneşin biraz yükselmesi manasına; duhâ kelimesi ise kuşluk vakti, gün aydınlığı manalarına gelir. Bu anlamıyla duhâ, aşağıda sıralayacağımız Kur`ân âyetlerinde de geçmektedir.

1- "Yahut kasabaların halkı duha (kuşluk) vakti eğlenirken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?" (el-Â`râf, 7/98)

2- Hz. Musa: "Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı duha (kuşluk) vaktidir" dedi. (Tâhâ, 20/59)

3- "Kuşluk vaktine andolsun " (ed-Duha, 93/1)

4- "Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir duhâ (kuşluk) vakti kalmış olduklarını sanırlar. " (en-Naziat, 79/46)

Fıkhî ıstılahta duhâ vakti güneşin doğuşundan takriben iki saat sonra giren zamana denir. Bu zaman güneşin batıya meyletmesinden az öncesine kadar devam eder. Bu zamana Türkçe`de kuşluk vakti denir. İslâm`da işte bu zaman dilimine mahsus mendup olan duhâ (kuşluk) namazı vardır. Kur`ân-ı Kerim`de duhâ namazı diye bir namazdan bahsedilmemektedir. Bu namaz bazı Hadislerde konu edilmektedir. Taberânî Mu`cemü`l-Kebir adlı eserinde Ebu`d-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimizin (s.a.s.) şöyle dediğini naklediyor: "Kim iki rekât duhâ namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz. Kim duhâ namazını dört rekât kılarsa Allah`a ibadet eden kimselerden olur. Kim bu namazı altı rekât kılarsa o gün ona duhâ namazı olarak kâfi gelir. Kim yine bu namazı sekiz rekât kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder. Ve kim ki bu duhâ namazını oniki rekât kılarsa Allah ona Cennet`te bir köşk yapar. " (et-Tahtavî, 321)

Ayrıca yine duhâ namazı konusunda Ummu Hâni`den; "Rasûlullah (s.a.s.) Mekke`nin fethi gününde sekiz rekât namaz kıldı. Bu namaz duha namazıydı" hadisiyle yine Ebu Hüreyre`den; "Dostum Rasûlullah (s.a.s.) bana üç şeyi tavsiye etti; onları ölünceye kadar bırakmam: Her aydan üç gün oruç tutmak, duhâ (kuşluk) namazı kılmak, vitir namazı kılıp da uyumak" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 151). Ve Hz. Âişe`den "Rasûlullah (s.a.s.) duhâ namazını dört rekât kılar ve dilediği kadar da artırırdı" şeklinde hadisler de varid olmuştur.

Duhâ (kuşluk) namazının fıkhî hükümlerine gelince: Bu namazı dört rekât ve daha fazla kılmak menduptur. Bu namaz oniki rekâta kadar kılınabilir. Ayrıca en azı iki rekat, en fazlası on iki rekât, ortası ve en faziletli olanı sekiz rekâttır, diyen âlimler de vardır. Büyük muhaddis Hâkim bu konuda şöyle demiştir. "Ben hadis hafızı olan, kuvvetli ilim sahibi hadis imamlarıyla arkadaşlık ettim. Onların, bu konudaki haberlerinin sıhhatli olması sebebiyle duhâ namazını dört rekât kıldıklarını gördüm. Ben de aynı görüşteyim." (Tahtavî, 321) Öte yandan âlimler duhâ namazını devamlı kılmanın mı, yoksa zaman zaman kılmanın mı faziletli olduğu konusunda değişik görüşler beyan etmişlerse de, tercih edilen görüş, devamlı kılmanın faziletli olduğudur.

Duhâ (kuşluk) namazının vaktine gelince; bu vakit güneşin doğuşundan, yaklaşık iki saat sonra başlar ve güneşin semanın ortasından batıya hafif yönelmesinden az önceki zamana kadar devam eder.


DÜKKANIMI BANKAYA YA DA İÇKİ SATACAK OLAN MARKETÇİYE KİRAYA VEREBİLİR MİYİM?

Mes`elenin maslah`at-i âmme ve insan iradesine ve hürriyetine saygı gibi iki önemli yönü vardır. Ebu Hanife tek başına kaldığı bu konuda daha çok hür iradeye, ama bir yönüyle de maslahata ağırlık veriyor gibidir. Ona göre: Bir müslüman arabasını ve hayvanını kilise tamiri için zimmîye (hiristiyan ve yahudi azınlığa) kiraya verebilir, kendisi ücretle çalışabilir, bunu ona içki taşımak için de yapabilir. Çünkü bu durumda yapacağı işin bizzat kendisi ma`siyet değildir. Meselâ taşımaya ücret ma`siyet değildir. Bu, ma`siyete sebep de değildir. Ma`siyet, içenin ihtiyarı ile oluşur. Zira taşımak bazan dökmek ya da sirke yapmak için de olabilir. Ama şarap için üzümü sıkmanın bizzat kendisi haramdır. Yine Imam Azam`a göre halkının çoğu zimmî olan bölgelerde müslümanın binasını kilise olarak ya da içki satılmak üzere kiraya vermesi de caizdir. Çünkü icare (kiralama akdi) evin menfaati üzerine yapılmıştır: Böyle olduğundandır ki, sırf teslimle ücret gerekli olur. Bunda bir masiyet yoktur. Ma`siyet kiralayanın fiilindedir ve o da kendi fiilinde ihtiyar sahibidir. Ama halkının çoğu müslüman olan bölgede bunlar caiz değildir. Çünkü böyle olan yerlerde zimmilerin kilise bina etmelerine, açıktan içki satmalarına imkân verilmez: Binasını bankaya kiraya vermek de içki satışına kiraya vermek gibidir.(Vehbe, NI/581-82) Ibn Kudâme, Imam Azam`ın bu görüşünü naklederken, halkının çoğu zimmî olan bölge yerine, kırsal kesimi zikreder ve kırsal kesimde caiz olupta diğer yerlerde olmayacağının izahında Ebu Hanife`nin arkadaşları da anlaşamamıştır der ve bu meyanda havra ve kumarhaneyi de zikreder.(Ibn Kudâme, E1-Mugriî, V/552)

Imam-ı Azam`ın bu görüşünün Hanefi usûlüne yansımasına bakılırsa bu konuda kırsal kesim, ya da halkının çoğu zimmî olan bölge diye bir ayırım yapmak bile zordur. Çünkü bunun usüldeki dayanağı şu esastır: Sebeple hüküm arasındaki illet, ihtiyarı bir fiil olursa bu sebep hakiki sebeptir ve hüküm, yani fiilin sonucu ona nisbet edilmez, hükümle sebep arasındaki illete nisbet edilir. Bu yüzden meselâ, hırsıza çalacağı malın yerini gösterenden o mal tazmin edilmez.(bk. Menâfiu`d-Dekâik, 270; Mir`ât (Izmirî kenarında), N/406-407) Burada "tazmin" bir hükümdür. Illeti hırsızlık, sebebi ise malın yerinin gösterilmesidir. Hükme, yani tazmine gerekçe olan hırsızlık tamamen en muhtar birisinin fiili olduğundan hüküm sebebe, yani malın yerini göstermeye nisbet edilemez.

Diğer iki imamımıza ve üç büyük imama göre binasını kilise, havra, içki dükkanı, kumarhane (banka) vb. işler yapmak isteyene kiraya vermesi caiz değildir.(Ibn Kudâme, EI-Mugni, V/552) Çünkü bu, günaha yardımdır. Allah Rasûlü`de içki konusunda on kişiye lânet etmiştir, biri de taşıyıcısıdır.(bk. Ebu Davûd, Esribe 2; Müsned, I/316, N/97) Ebu Hanife`nin bu konudaki görüşü kıyasa, Imameynin ki istihsana dayanır. Bu türden çoğu yerde itimad istihsanadır.

Görüldüğü gibi dükkânını içki satıcıya ya da bankaya kiraya vermek Imam Azam`ın dışındaki cumhûra (fıkıhçı çoğunluğuna) göre mutlak anlamda caiz değildir. Imamı Azam`da bunun için bir takım şartlar ileri sürmüştür. Ihtiyata, cumhurun görüşüne, maslahat-i âmmeye uygun olan ve seddü`z-zerâyi`in gereğide caiz olmamasıdır (Allah`u a`lem).


DÜRZÎ, DÜRZÎLİK

Fatımî halifelerinden el-Hâkim biemrillah el-Mansur b. el-Aziz billah (385-411/996-1021)`ın veziri Hamza b. Ali`nin kurduğu İslâm dışı bâtıl bir mezhep. Dürzî, bu mezhebin görüşlerini benimseyen kişi. Propagandacı (dâî)* lerinden birisi olan Nuştekîn ed-Dürzî (ö. 410/1019)`nin ismine izafetle anılan Dürzîlik, siyasi-itikadî bir mezheptir. Şiîliğin İsmailiye* kolundan doğmuştur.

Altıncı Fâtımî halîfesi el-Hâkim, ulûhiyet (tanrılık) dâvâsında bulunarak mektuplara "bismil-Hâkim er-Rahmanir-Rahim" yazdırıyor, hutbede kendi ismi okunduğunda halkı ayağa kaldırıyordu. (Mahmud Es`ad, Tarih-i İslâm, 158) Hâkim, etrafa dâîler göndererek kendi sapık görüşlerinin propagandasını yaptırır ve: "hiç kimsenin kendilerine zarar veremeyeceğini, mezhebe bağlı olanların artık dalâlete düşürülmeyeceklerini" söyler. Veziri Hamza b. Ali de bu mezhebin imamı olur. Bu arada el-Hâkim`in daha önceki dâîlerinden Nuştekin ed-Dürzî (Ânuştekin ed-Derezî) kendisinin imam tayin edilmesi için faaliyet gösterir. Fakat aşırı fikirleri halkı isyana sevkeder ve 410 yılında öldürülür. Halkın reaksiyonu üzerine bir süre ara verilen propaganda faaliyetine Hamza b. Ali yeniden başlar ve etrafa dâîler göndererek birçok taraftar toplar. el-Hâkim`in 411/1021 yılında el-Mukattam dağında kaybolması Hamza b. Ali`nin de inzivaya çekilmesi üzerine Hamza`nın dördüncü vasisi Ali b. Ahmed mezhebin başına geçer. Fakat el-Hâkim`in yerine halîfe olan Ali b. el-Hâkim, Dürzîleri takiple cezalandırır. Bunun üzerine faaliyetlerini gizli olarak sürdürürler. Daha sonra tekrar açıktan çalışmaya başlayarak Teym vadisi, Sayda, Beyrut ve Şam`da yayılırlar.

Dürzîler Haçlı saferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak müslümanlara karşı savaşmışlardır. Günümüzde Lübnan`ın dağlık bölgelerinde, Suriye, Filistin ve Ürdün`de yaşamaktadırlar. Lübnan anayaşasına göre özel hakları olan Dürzîlerin Ortadoğu`da siyâsî güçleri olup bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır. (E. Ruhi Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 169 vd.)

Dürzîlik, Kur`ân`da "sırat-ı müstakim"* diye adlandırılan "doğru yol"un dışındaki bâtıl yotlardan birisidir. Bu bakımdan "İslâm mezhepleri" içinde sayılmaması gerekir. Kur`ân-ı Kerim sırat-ı müstakim`in dışına çıkılmaması gerektiğine dair gayet açık olarak birçok âyette hüküm bildirmiştir: "Îşte benim doğru yolu, m bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O`nun yolundan ayırmasın!" (el-En âm, 6/153)

Kendilerini gerçek tevhid inancına sahip (Muvahhidun) olarak gören Dürzîlerin Allah hakkında tecessüm (Allah`ı cisim olarak tasvir etme), hulûl (ruhun bir canlıdan başka bir canlıya geçmesi) gibi inançları ve bunların çok karışık yorumları vardır. Onlara göre Allah`ın bir gerçek ulûhiyeti (lahut) bir de beşerî tezahürü (nâsut) vardır. Allah kendisini beşer idrakine ancak bir insan şeklinde yani el-Hâkim şeklinde göstermiştir. Aksi halde insan Allah`ı gerçek ulûhiyetiyle tanımaya güç yetiremezdi. el-Hâkim`in Allah`ın beşerî tezâhürü olarak imamet mevkiine oturması ve onun tebliğini üstlenmesi Allah`ın gerçek tevhididir. Dürzî inancına göre bu gerçek tevhide ulaşan kişinin ibadet mükellefiyeti ve buna ihtiyacı da yoktur. (Fığlalı, a.g.e., 174-175)

Görüldüğü gibi bu mezhep mensupları İslâm`ın saf ve temiz tevhid akîdesini, nefs ve hevâlarına tâbi olan akıllarıyla bulandırmışlar, lâyık olmayan sıfatları Allah`a izafe etmişlerdir. Halbuki gerçek tevhid* inancına göre: Allah birdir, Sameddir (herşey varlığını ve bekasını O`na borçludur. Herşey O`na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O`dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O`nun dengi olmamıştır." (el İhlâs, 112/1-4)

Dürzîliğin, Hamza b. Ali tarafından ortaya atılan inanç esasları özetle şöyledir: 1- el-Hâkim bi Emrillah`ı Allah bilmek. Onlara göre Hâkim, Hz. Muhammed`in şerîatını neshetmiştir. 2-Emri tanımak: Bu, yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilen Hamza b. Ali`dir. 3-Hududu tanımak: Bunlar Hamza ile birlikte beş vezirdir. 4-Yedi esası bilmek: Bunlar iptal edilen yedi akîde (Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve velâyet) yerine konan yedi vasiyet (vesâya veya hisâl) dir. Bu yedi vasiyet: 1-Sözde doğruluk, 2-İman kardeşlerini koruma ve karşılıklı yardım, 3-Önceki ibadetler ve bâtıl inançların tamamını terk, 4-İblîs`i ve bütün şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak Hâkim`in birliğine iman, 6-Ne olursa olsun fiillerine sahip olma, 7-Açık veya gizli onun (Hâkim) ilâhî iradesine teslimiyet ve kabut.

Dürzîlere göre âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesap, ceza, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyadadır.

Dînî bakımdan Dürzîler, Akıllılar ve Cahiller olarak ikiye ayrılır. Özel kıyafetleri olan akıllıların mezhep esaslarına bağlı olmaları, şehvetlerden kaçınmaları, sigara ve içki içmemeleri, hırsızlık, zina vb. kötülükleri yapmamaları gerekir. Bunların önderlerine Şeyhu`l-Akl denir. Cahillerin dünyevî lezzetleri tatmalarında, refah içinde yaşamalarında bir sakınca yoktur.

Misafirperverlik, israftan sakınmak, ahlâkî değerlere önem vermek gibi özellikleri bulunan Dürzîler, "İslâm esaslarını hiçe saydıkları ve iman esaslarını da keyfi olarak tahrif ve tağyir ettikleri için" müslüman sayılmazlar.


DÜŞÜK

1- Organları Belirgin Düşük

İslâm Hukukunda "sakt" kelimesiyle anlatılan düşük sadece organları belirmiş olan düşüktür. Ama bütün organların belirmiş olması şart değildir. Saç ve tırnak gibi bazı organlarının belirmesi, çocuk sayılması için yeterlidir.

Böylece bir kısım organları belirmiş çocuğu düşen kadın, bununla lohusa olur ve normal doğumla ilgili bütün hükümler onun için de geçerli olur. Meselâ iddeti sona erer, çocuk düşmeden önce gördüğü kan âdet kanı olmaz.

Organları Belirsiz Düşük

Hiçbir organı belli olmayan düşük, çocuk sayılmaz ve bununla çocuğa ait hükümler geçerli olmaz.

Böyle bir düşükle gelen kan; nisaba ulaşırsa, yani âdetin en az miktarı olan üç gün sürerse ve öncesinde de bir tam temizlik geçmişse âdet kanıdır. Bu iki şartları biz, ya da her ikisi eksikse hastalık kanıdır.

Organları Belirgin Olup Olmadığı Bilinmeyen Düşük

Kadın, meselâ tuvalette düşük yaptığı için, organlarının belirgin olup olmadığını bilmemesi halinde; bu düşürme olayı âdet günlerinin başlangıcına rastlamış ve bununla kan devam etmişse: âdet günleri sayısınca namaz ve orucunu kesinkes terkeder. Çünkü bu günlerinde ya âdetlidir ya da lohusadır. Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre namazlarını şüpheli bir şekilde kılar. Çünkü lohusa olma ihtimali de vardır. Sonra âdeti kadar süre namazlarını yine kesinlik ifade eder tarzda kılmaz. Çünkü yine ya lohusadır veya âdetlidır. Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre -kırk günü doldurmuşsa- kesin tarzda kılar, doldurmamışsa dolduracak kadar sürede şüpheli bir şekilde, doldurduktan sonrakileride kesin olarak kılar. Sonra bu minval üzere devam eder.

Eğer âdet günlerinden sonra böyle bir düşük yapmışsa; bu düşük, temizlik günlerine rastladığı için, temizlik âdeti kadar gün namazını şüpheyle kılar. Sonra âdetine rastlayan günlerde kesin olarak bırakır. Çünkü ya lohusadır ya da âdetlidır.

Bu son iki maddede anlatılan meselede göz önünde bulundurulan şey, şüpheye yer vermemek ve ihtiyatli olanla amel etmektir.

Hamile kadınla cinsel ilişki, tibbî bir sakınca tesbit edilinceye kadar serbesttir.

Özet Olarak Lohusalık

1. Lohusalık, ağacın meyva vermesi gibi, kadının olğunluğunu, en şerefli görev olan anneliğini ve sağlıklılığını anlatan doğal bir haldir.

2. Lohusalığın en azına sınır yoktur, en çoğu ise kırk gündür. Buna göre doğumundan bir iki saat sonra kanı kesilen ve kırk gün içerisinde bir daha akmayan kadın temizdir. İbadetini yapar, cinsel ilişkide bulunabilir. Kırk günden sonra kan aksa da temiz sayılır.

3. Doğum yapan kadın birinci doğumunda kaç gün kan görmüşse o, onun lohusalık âdeti olur. Ondan sonraki doğumda kırk günü aşacak şekilde kan görürse, hesabını birinci âdetine göre yapar. Ancak ikinci doğumda kırk günü aşmamak üzere, birinciden farklı gün kadar kan görürse, bu âdet haline gelmiş ve âdeti değişmiş sayılır.

4. Lohusa namaz kılmaz, oruç tutmaz, Kui`ân okumaz, Mushafa dokunmaz, mescide girmez, Kâbe`yi tavaf etmez, cima şeklinde cinsel ilişkide bulunmaz. Kılmadığı namazı kaza etmez, ama tutmadığı orucu sonra kaza eder.

5. Organları belli düşük de çocuk sayılır ve anne onunla da lohusa olur.

6. Organları belli olmayan düşük, âdet ya da hastalık sayılır, lohusa sayılmaz.

7. Bir batından birden çok doğumlarda, lohusalık birinci doğumdan itibaren başlar.

Modern Tip ve Lohusalık

a) Gebelik ve Lohusalık:

Gebelik yaşı, âdet yaşıyla paralellik gösterir. Bir hanımın âdet gördüğü her yaş içerisinde gebe kalma şansı vardır. Hattâ âdetten kesildiği halde bir yıl içerisinde yine gebe kalan hanımlara rastlanmaktadır.

Gebelik süresi 280 +/-10 gündür. Ya da normal âdet gören hanımın son âdet tarihine yedi gün eklenilip, üç ay geriye gidilerek hesap edilir. Çıkan tarihten ondört gün önce, ya da sonra olabilir.

Örnek:

Son âdet tarihi: Yaklaşık doğum tarihi:

5.4.1986 12.1.1987 +/-14 gün

26.12.1986 3.10.1987 +/-14 gün

Daha geç olabileceğini iddia edenler de vardır ama bu geçersizdir. Bu hanımlarda geç yumurtlama olmuş ve bunlar geç gebe kalmışlardır.

Gebeliğin yedinci aydan önce sonuçlanması düşük olarak değerlendirilir.

Doğacak çocuğun cinsiyeti, gebelik süresini etkilemez.

Gebe niçin âdet görmez diye sorulabilir:

Gebelerdeki homional sistemin çalışması çok farklıdır. Bunlarda yumurtlama olmaz. Östrojen-progesteron hormonları her siklus esnasında giderek artar ve âdet görürken en düşük seviyeye iner. Gebelikte ise bu hormonlar gittikçe artar ve bunlara ek olarak koryonik gonodotropin hormonu salgılanır. Uterus`un endometrium dokusu gebeliğin oluşması ve devamı için hazırlanmıştır, fakat dökülmemektedir. Bu nedenle âdet görülmez.Gebelik sırasındaki kanamalar âdet kanaması değildir. Düşük tehdidi kanamasıdır. Son aylarda olan kanamalar ise esin (plasenta) yerleşme bozukluğunu veya erken ayrılmasını düşündürür.Bazan gebe kalındıktan bir ay sonra hafif kanamalar olabilir. Bu da kesinlikle âdet kanaması değildir. Bunu ispatlayan durum ise, kanamadan hemen sonraki ilk onbeş günde yapılan gebelik testinin olumlu olmasıdir.Gebeliğin kendine özgü psikolojisi ve bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalar vardır:Gebeliğin oluşması ile birlikte anne vücudunda organık ve psikolojik birçok değişiklikler olur. Bir taraftan anne olmanın mutluluğunu hissederken, diğer taraftan da altına girmis olduğu sorumluluğun dışarıdan göründügü kadar basit olmadığını farkeder.

Gebeliğin ilk ve son üç ayı tehlikeli aylardır. Anne adayı, hareketlerini dikkatle ayarlamalıdır.Yine ilk üç ayda birçok gebede bulantı ve kusma görülür. Bazan kusmalar kilo kaybettirecek kadar fazla olabilir, Bu devrede kullanılabilecek ilaçların da oldukça sınırlı olması, gebeye yardımı iyice azaltır. Bunun dışında halsızlık,başdönmesi, vücudun çeşitli bölgelerinde ağrılar (bas, bel, kemik ve kuyruk sokumu gibi), ayaklara ani kramp girmeleri görülebilir.

Gebelerin ve süt veren annelerin beslenmesi oldukça önemlidir. Özellikle vitamin, protein ve minerallerden zengin gıda almaları gerekir.

Gebeler psikolojik açıdan da oldukça hassas bir devreye girmişlerdir. Kısaca pireyi deve yapan bir tutum içerisindedirler. Davranışları daha hoşgörü ile karşılanmalı, doğum korkusu, anne olma korkusu ve her türlü korku ve endişelerini giderecek şekilde samimi ve müşfik olmalı, problemlerini sabırla, sükûnetle dinleyip gerekli şekilde yardımcı olmalıdır.

Lohusalığa Gelince:

Doğumdan sonra gelen kanın özellikleri konusunda şunlar söylenebilir:

Gebelikten önce rahim altmış-yetmiş gram ağırlığında bir organdır. Gebelik sonunda bir kilograma erişir. Bu gelişme rahimin endometrium tabakasında da olmaktadır. Çünkü buraya bebeğin plasentasi (es) yapışarak bebeğin beslenmesini sağlar. Doğumdan sonra es (plasenta) ayrılınca uterus, açılan damarların ağızlarının kapanması için derhal büzülmeye, sıkışmaya başlar. İlk kanamalar bu esnada damardan gelen kandır. Bazı nedenlerle bu sıkışma olayı olmazsa annenin hayatı ölümle sonuçlanır. Uterusun devamlı kazılması ve endometriumun beslenme hadisesinin olmaması nedeniyle; desidua denilen endometrium dökülmeye başlar. Bu dökülen doku artıkları fibrin, serum, lenf ve akyuvarlardan oluşmuş yara salgısıdır.

Başlangıçta koyu kırmızı renktedir. Gün geçtikte rengi açılır. Nihayet kirli-beyaz akıntı ile sonuçlanır. Lochia dediğimiz akıntının gelmesi kişiden kişiye çok farklıdır. Bir-iki haftadan birbuçuk aya kadar devam edebilir.

b) Gebe ve Lohusa Ile Cinsel İlişki:

Gebe ile cinsel ilişkide, ilk üç ayda, düşüklere sebebiyet vermemek için, son iki ayda ise erken doğuma veya mikrop kapmaya engel olmak için dikkatli davranmak gerekir. Şayet kanama ve sanci gibi şikâyetler oluyorsa kesinlikle münasebette bulunmamalıdır.

Doğumdan sonra rahim içerisi tamamen yara haline dönüştügü için lohusa ile ilişki kesinlikle zararlıdır.

a) Yaraya kolaylıkla mikrop yerleşebilir, rahim içerisine ve vücuda yayılır.

b) Lohusanın genel vücut direnci çok düşmüştür. Atılacak yanlış bir adım, annenin ömür boyu sakat kalmasına veya hayatını kaybetmesine sebep olabilir.

"Doğum sırasında üreme organları, özellikle rahim ve hazne berelenir, çok defa yırtıklar oluşur. Bu sırada kadınla yakınlıkta bulunmak kadını pek fena örseler, mikropların hemen faaliyete geçmesi, bir çok önemli kadın hastalıklarının oluşmasına sebep olur. Onun için rahim ufalmadan, kadının üreme organları tabiî halini almadan, kadına kesinlikle yanaşmamalıdır. Tolstoy, bu zamanlar kadını rahatsız eden erkeği ayıplıyor: "Bir erkek, gebe bir kadını sevgili diye severken onun bir anne olduğunu unutmamalı. Bir kadın hem bir sevgili, hem yorgun bir anne, hem de hasta bir insan olmaya bir anda tahammül edemez." (Dr.Cemal Z.Ö.)

c) Gebeye ve Lohusaya Tavsiyeler:

Beslenme:

Dengeli ve ölçülü olmalıdır. Gebeliğin başından sonuna kadar 10-12 kilo alınmalıdır. Bazı besinlere aşırı düşkünlük, bazılarından tiksinti, veya abur-cubur yemek, kişiyi zararlı bir hale itebilir. Her gebe kendi alışkanlıkları ve ekonomik durumu ile başlı başına bir program dahilinde yeterli protein, yağ, vitamin, karbonhidrat ve mineral almalı. Gebeliğin altıncıayından itibaren tuz azaltılmalı, kalsiyum bakımından zengin gıdalar (süt, yoğurt, peynir gibi) alınmalıdır.

İlâç:

İlâç almak, sakıncalıdır. Özellikle organların teşekkül devresi olan ilk üç ay çok dikkatli olmalı, gerekli hallerde doktora başvurulmalı ve tavsiyelerine mutlaka uyulmalıdır.

Sigara:

Düşük ve erken doğumlara sebep olmakta, zekâ yönünden bebeği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu yüzden sigara alınmamalı, hattâ sigara içilen bir odada dahi bulunulmamalıdır. Zira bu doğacak çocuğun istikbali açısından önemlidir.

Çalışma:

Normal bir gebenin günlük yaşantısını değiştirmesi düşünülemez. Yalnız ani ve sert hareketlerden kaçınmalı, ağır yük kaldırmamalı, yukarılara doğru uzanmamalı, uzun ve sarsıntılı yolculuklardan kaçınmalıdır.

Vücut Bakımı:

Çok soğuk, çok sıcak su ile yıkanmamak ve uzun süre banyoda kalmamak şartı ile banyo yapmalı ve temizliğe dikkat etmelidir. Karın bölgesindeki çatlaklara mani olmak için yağlı bir krem veya badem yağı kullanılabilir.

Gebelik ve süte hazırlik göğüslerde büyümeye sebep olur. Meme başlarındaki direnci artırıp, emzirmede problem çıkmaması açısından meme başlarını sık sık sabunlu su ile yıkayıp meselâ badem yaği sürülebilir. Halk arasında yaygın olan alkolle silme alışkanlığı, sertleşmelere ve çatlamalara sebep olacağından tavsiye edilmez.

Diş Bakımı:

Çok önemlidir. Gebe kalmadan gerekli tedavi yapılmalı, devamlı temiz tutmaya gayret etmelidir. İlk ve son üç ayda mümkün olduğu kadar müdahaleye dikkat edilmelidir.

Çocuk doğuran annenin çocuğunu bizzat emzirmesi çok önemlidir. Bu, çocuk ve anne arasındaki ilişkiyi güçlendirir. Emziren anne, vazifesini yapmanın huzuru içerisindedir. Anne sütüyle bebeğin hastalıklara karşı dayanıklılıgı sağlanır.

Anne sütü, süt çocuklarında gördüğümüz en kötü hastalık olan ishalden korur.

Bebek ise, anne kucağında olmanın mutlulugu ve rahatlığı içindedir.

En az altı ay sırf anne sütü atmalı, altı aydan sonra ise yaşına kadar süt ve yardımcı mamalar almalıdır.

(İzmir Tıp Fakültesi araştırması olarak verilen haberde; kadınlardaki meme kanserinin daha çok (% 19 daha fazla) ilk doğumunu otuz yaşından sonra yapanlarda görüldüğü açıklandı. Bu konuda, doğum yapmama ve çocuğunu emzirmeme de başta gelen sebeplerden olarak söylendi).


DÜŞÜK YAPMA, KÜRTAJ

Kürtaj, ana rahmindeki "cenin"* in herhangi bir dış etkiyle düşmesi. Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb. ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık... ile de olur.

Tıpta kullanılan "kürtaj" terimi ana rahminin içini kazı(Zeker) oniki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir.

Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür. Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:

1- Gayr-i meşrû gebelikler, 2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar.

1- İslâm`ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zina ve zinaya götüren bütün ilişkiler haramdır. Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zina ve fuhuş olmaz. Gayrîmeşru ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur. Çünkü çocuk günahsızdır. İslâm`a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir. Çözüm, zina edenlerin cezasını çekerek tövbe etmeleridir.

2- Geleceğe ait düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir. Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez. "Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur. Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır. Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir. Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir. " (en-Necm, 53/39-41)

"Kim Allah`tan korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah`a güvenirse O ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur." (Talâk, 65/2-3)

Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır. Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda "ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" endişesine yer yoktur.

"Aile plânlaması", adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen "nüfus artışının önlenmesi" programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan "aile plânlaması" hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir.

Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye`ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir. Aile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir. Pathfinder Fund adlı kuruluşun "Türkiye Aile Sağlığı ve Plânlama Vakfı"na sağladığı destekle Türkiye`nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır.

Ceninin oluşmaması için anaya zarar vermeden her hangi bir metoda baş vurmak caizdir. Yeter ki kökten döllenmeye son verecek bir metoda başvurulmasın. Cenin oluşmuş ise durum değişir. Gazali ve bir çok Maliki alimlerine göre ciddi bir mazeret olmadan ceninin ilk günlerinde de olsa kürtaj yapmak haramdır. Bazı İslâm hukukçularına göre de cenin üzerine 42 gün geçmeden evvel kürtaj yapılabilir. 42 gün diyoruz; çünkü Müslim'in rivayetine göre nutfe üzerine 42 gün geçtikten sonra Cenabı Allah bir melek gönderir, ona biçim verir, kulak ve gözünü yapmaya başlar. Yani cenin üzerine 42 gün geçerse o artık şekillenme sürecine girdiği için müdahale etmek caiz değildir. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II. 326) Ortalama 40 günü geçtikten sonra kürtaj yaptırmak caiz değildir. Çünkü organları kısmen beliren cenin bir insan hükmündedir. Bu hale gelmiş olan bir cenini düşürmek canlı bir insanı öldürmekle aynıdır.

İslâm`da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah`a ait olduğu bildirilmiştir: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (el-İsrâ, 17/31)

"De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O`na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah`ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti." (el-En`âm, 6/151).

Cahiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı. Kur`ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinayetin cezasız kalmayacağını. bildirmiştir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye " (el-Tekvir, 81/8-9) mümtehine sûresi 12. âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimize: "Mü`min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri hususunda... " ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir.

Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah`a ait olmasın. (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır. " (Hûd, 11/6)

Abdullah b. Mes`ûd (r.a.) şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü`ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?" Şöyle cevap verdi: "Seni yarattığı halde Allah`a denk, ortak ve benzer koşman." Sonra hangisi? (dedim). "Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen. " dedi. Sonra hangisi? (dedim) "Komşunun karısıyla zina etmen" buyurdu. (Buhârî-Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83)

Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur. Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinayet saymıştır. Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezalandırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor. Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor. Hz. Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor. Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor. Hz. Ömer, Hz. Ali (r.a.) ye: "Sizin görüşünüz nedir?" diye soruyor. O da: "Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler. Yok seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar. Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir. Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun." Hz. Ömer bu içtihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir.

"Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinayet sayılır ve ceza uygulanır."

Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir. Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir. Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz.

Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir. Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir.

Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezası gerekir.

Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar "çocuklarını geçindirememek" endişesi taşımazlar. Çünkü rızkı veren Allah`tır. Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler. Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için "aile plânlaması yardımı (!)"nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur. (Ayr. bk. Doğum Kontrolü)





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)