Thread Rating:
  • 12 Vote(s) - 3.25 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Osmanlıca Türkçe Online Sözlük
#1
Osmanlıca Türkçe Online Sözlük


A Harfi Ile Baslayan Kelimeler..


ABÂ: Bazı dervişlerin ve ilmiye mensuplarının giydikleri yünden yapılmış bir giysi.
ÂBÂ VÜ ECDAD: Babalar, dedeler, atalar.
ABD: Kul, köle, mahlûk. Tasavvufta kâmil müslüman.
ABD-İ MEMLUK: Kul, köle.
ABES: Boş, saçma.
ÂB-I HAYAT: Hayat suyu, içene ebedî hayat veren efsanevî su.
ÂBİR-İ SEBÎL: Yolda giden yolcu.
ACÂİB VE GARÂİB: Anlaşılmaz ve tuhaf.
ACÂİB-İ DEKÂİK: Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.
A’CEMÎ: Arap olmayan.
ACÎB: Şaşılacak ve hayret edilecek şey.
ACÛZ: Âcizler, beceriksizler, yaşlı kadın.
ACZ-I BEŞERÎ: İnsanın acizliği, güçsüzlüğü.
ACZ-I KÜLLÎ: Tam güçsüzlük.
A’DÂ: 1. Adüvv’ün çoğulu. Düşmanlar. 2. Pek zâlim, pek gaddar.
A’DÂD: Adedin çoğulu. Sayılar.
ÂDÂT-I CARİYE: Kullanılan âdetler, yaşayan sosyal kurallar.
ADÂVET: Düşmanlık, husumet.
ADEM: Yokluk.
ADEM-İ KÜLLÎ: Tam yokluk.
ADEM-İ MÜSÂVÂT: Eşitsizlik.
ADEMÎ: Yokluğa ait.
ÂDET-İ CÂHİLİYYE: İslâm’dan önceki putperestlik ve müşriklik devrine ait âdet.
ÂDETULLAH: Allah’ın kâinatta câri olan usûl ve kanunu, sünneti.
ÂDİL: Adalet sahibi, doğru adaletli.
ADÎL: Benzer, eş, akran.
ADL: Adalet, çok adaletli.
ÂFÂK: Ufukun çoğulu. Ufuk, yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak daire. Âfak, ufuklar, dış âlemler.
ÂFÂKÎ: Havâî, herhangi bir dayanağı olmayan şey. Mekke’ye mikat sınırları dışından gelenler.
ÂFÂT: Âfetin çoğulu, musibetler, büyük felaketler.
ÂFÎF: İffetli, namuslu, terbiyeli, haramdan sakınan, nezih.
AFV Ü GUFRÂN: Bağışlama ve yarlığama.
AFV: Affetme, suçu bağışlama.
ÂGÂH: Uyanık, basiretli haberdar.
AĞNAM: Ganemin çoğulu. Davarlar, koyunlar, keçiler.
AĞNİYÂ: Ganînin çoğulu. Zenginler.
AĞRAZ: Maksatlar, arzular, amaçlar.
AĞRAZ-I DÜNYEVİYYE: Dünyevî maksatlar, dünyevî niyetler, amaçlar.
AĞRÂZ-I FÂSİDE: Bozuk maksatlar, bozguncu niyetler.
AĞRAZ-I NEFSÂNİYYE: Nefsanî maksatlar, nefsî arzular.
AĞRAZ-I ŞAHSİYYE: Şahsî maksatlar, ferdî niyetler.
ÂĞÛŞ: Kucak, sığınılacak yer.
AĞYÂR: Başkaları, düşmanlar, yabancılar.
ÂHAD HABER: Bir kişi tarafından rivayet edilen hadis veya rivayetler.
ÂHÂD: Ehad’in çoğulu. Birler, birden dokuza kadar olan sayılar.
ÂHAR: Başkası, diğeri, yabancı.
AHBÂR: Haberin çoğulu. Haberler.
AHBÂR-I SADIKA: Doğru haberler.
AHD U EMÂN: And ve emniyet, korkusuzluk, güvenlik.
AHD U MÎSÂK: Yemin ve anlaşma, kesin söz.
AHD: 1. Söz verme. 2. Yemin, and. 3. Devir, zaman, gün.
AHD-İ HARİCÎ: Daha önceden ismi bilinen kişilere veya şeylere işaret eden Lâm-ı tarif.
ÂHENG: Uygunluk ve düzen.
AHFÂ: Çok gizli, en gizli.
AHFÂD: "Hafîd"in çoğulu. Torunlar.
AHİD: (Bak: AHD).
ÂHİR ZAMAN PEYGAMBERİ: Son zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.).
ÂHİR ZAMAN: Son zaman, dünyamızın son çağı.
AHİZ: (Bak: AHZ) .
AHKÂM: Hükümler, kanunlar.
AHKÂM-I AMELİYYE: Tatbikata ait hükümler, uygulanan kurallar.
AHKÂM-I EZELİYYE: Ezelî hükümler, başlangıcı bilinmeyen hükümler.
AHKÂM-I FER’İYYE: Asla ait olmayan, ikinci derecedeki hükümler.
AHKÂM-I ULUHİYYET: Allahlık hükümleri, ilâhlık hükümleri.
AHKÂM-I UMÛMİYYE: Umûmî hükümler.
AHKEMU’L-HÂKİMİN: Hükümdarların hükümdarı, hâkimlerin hâkimi olan Allah.
AHLÂK-I ZEMÎME: Kötü huylar, çirkin davranışlar.
AHLÂM: "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.
AHRÂR: Hürler, esir ve köle olmayanlar.
AHSEN: "Husn"den. En güzel, pek güzel, daha güzel.
AHSEN-İ TAKVÎM: En güzel ve en iyi kıvamda en güzel biçimde.
AHSENÜ’L-KASAS: 1. Kıssaların, hikâyelerin en güzeli. 2. Yusuf Sûresi.
AHZ: 1. Alma, tutma, kabzetme, 2. Kabul etme. 3. Tessellüm. 4. Sorgulama.
AKABE: 1. Sarp ve çıkılması zor yokuş, bâdire. 2. Tehlike. 3. Tehlikeli geçit. 4. Bugün Ürdün sınırları içinde bulunan bir şehir.
AKÂİD: Akîdeler, inançlar, dinin itikadî hükümleri.
AKAR: Gelir, gelir getiren gayr-ı menkuller.
AKD: 1. Anlaşma, sözleşme. 2. Bağlama, düğümleme.
ÂKIBET: Nihayet, sonuç.
ÂKIDEYN: Anlaşma veya sözleşme.
ÂKIL BÂLİĞ: Ergenlik, olgunluk çağına gelen.
ÂKILÂNE: Akıllıca.
AKÎDE: İtikad, iman.
ÂKİF: 1. İbadette devamlı olan kimse. 2. Sebat eden.
AKİKA: Yeni doğan çocuk için Allah’a şükür maksadıyla kesilen kurban.
AKÎM: 1. Beyhude, boş yere. 2. Kısır erkek veya kadın.
AKL-I SELÎM: Doğru düşünen, doğru anlayan, doğru karar veren akıl.
AKLÎ: Akla ait, akla uygun.
AKRÂN: Birbirine benzeyenler, em-sâl, yaşıt, denk.
AKRİBA: Akraba, aralarında soy veya sihriyetçe yakınlık olanlar.
AKSÂ: En uzak, en son.
AKSÜ’L-AMEL: Tepki, istenilen şeyin zıddının hâsıl olması.
AKTAR: Baharatçı.
AKTÂR: Kuturlar, çaplar, dairenin merkezinden geçen hatlar, bölgeler, taraflar. Her taraf.
AKVÂ ve AHZAR: Daha kuvvetli ve daha açık.
AKVÂ: Daha kuvvetli, en kuvvetli.
AKVÂL: Kavlin çoğulu. Kaviller, sözler.
AKVÂM: Kavimler, milletler.
AKVÂM-I SÂİRE: Diğer kavimler.
A’LÂ: En yüce.
ALADDERECÂT: Derecelere göre.
ALÂK SÛRESİ: Kur’ân-ı Kerim’in 96. sûresi.
ALAKA: Alakdan yapışkan sıvı, embriyo.
ÂLÂM: Elemler, kederler, acılar.
ALÂMET: İşaret, nişan.
ALÂMET-İ FARİKA: Bir şeyi diğerinden ayırıcı işaret. Belirgin özellik.
ÂLÂT: Âletler, vasıtalar.
ÂLÂT-I CİSMANİYYE: Maddî âletler.
A’LÂ-YI İLLİYYÎN: Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri.
ALE’L-HUSÛS: Hususiyetle, özellikle.
ALE’L-USÛL: Usûl üzere. Usûle göre, usulen.
ÂLEM: Kâinat, dünya.
ALEMDÂR: Bayraktar, sancaktar.
ÂLEM-İ CİSMANİYYE: Maddî âlem, kâinat, dünya.
ÂLEM-İ EŞBÂH: "Şebah"tan: 1. Cisimler âlemi, varlıklar âlemi. 2. Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi.
ÂLEM-İ KABİR: Kabir âlemi.
ALESSEVİYYE: Aynı seviyede, eşit olarak.
ÂL-İ FİRAVUN: Firavun ailesi. Firavun soyu.
ÂLİŞÂN: Şan ve şerefi yüksek olan.
ALİYYU’L-A’LÂ: Pek iyi. Fevkalâ-de.
ALLAH BES BÂKÎ HEVES: Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir.
ALLÂME: Bilginlerin en bilgilisi.
ALLÂMÜ’L-GUYÛB: Esmâ-i Hüs-nâ’dan biri, bütün gizlileri bilen Allah.
ÂMÂ: Kör.
AMDEN: Kasten, bile bile, isteyerek.
AMELDE İ’TİDÂL: Amelde aşırılıktan uzak, dengeli.
AMEL-İ SALİH: Allah’ın rızasına uygun olan her iş.
AMELİKA: Eskiden Sîna yarımadasında yaşamış olan bir kavim.
AMÎK: Derin. Bahr-i amîk: Derin deniz. Fikr-i amîk: Derin düşünce.
ÂMİL: 1. Sebep. 2. İş yapan. 3. Zekat toplayan memur.
ÂMM: Umumî, genel.
AMR: Bir erkek ismi.
AMÛD: Direkler, sütunlar.
ANÂSIR-I MUHTELİFE: Çeşitli unsurlar.
ANKA-YI MUĞRİB: İsmi var, cismi yok. Ankâ kuşu.
ANVETEN: Cebren, kahren, zorla, sıkıntı ile.
ANYEDİN: Elden.
ÂRÂBÎ: Bedevî. Çölde yaşayan köylü.
A’RÂF: Cennetle cehennem arasında bulunan bir yer.
ARAFAT: Mekke’ye 12 mil yani takriben 20 km. uzaktaki bir yer. Hacca gidenler Zilhicce’nin 9. günü buraya gelerek bir müddet vakfe yaparlar.
ARASAT: Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı.
ARAZ: 1. İşaret, alâmet. 2. Tesadüf. 3. Kaza, felaket. 4. Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.
AREFE: Kurban bayramından bir önceki gün.
ARIZÎ: Sonradan hasıl olan şey. Geçici.
ÂRÎ: Temiz, hür, uzak.
ÂRİF: Anlayışlı, bilgili.
ARŞ: 1. Taht. 2. Dokuzuncu gök. 3. Çardak. 4. Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer.
ARZ: yeryüzü, dünya, genişlik.
ARZ-I MUKADDES: Kutsal ülke. Kudüs, Filistin.
ASÂ: Değnek, sopa, baston.
ASABÂT: 1. Baba tarafından olan akrabalar. 2. Şer’an miras alamayan akrabalar.
ASABE: Baba tarafından akraba olanlar.
ASAHH-I RİVÂYET: En doğru olan rivayet.
ÂSÂR: Eserler.
ÂSÂR-I ATÎKA: Eski eserler.
ASÂ-YI MÛSÂ: Hz. Musa’nın sopası.
ASGARİ: En az, en küçük.
ASHAB: Hz. Peygamber’i mümin olarak gören ve o iman üzere ölen kimseler.
ASHÂB-I KEHF: Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.
ASHAB-I MEŞ’EME: Uğursuz, şerli kişiler, kötüler.
ASHAB-I MEYMENE: Uğurlu kişiler, iyi kimseler.
ASHAB-I YEMİN: Uğurlu, meymenetli kimseler.
ÂSIF: Şiddetli rüzgar, fırtına.
ÂSİ: İsyan eden.
ÂSİM: Günah işleyen, günahkâr.
ASNÂM: "Sanem"in çoğulu. Putlar.
ASR: 1. İkindi namazı. 2. İkindi vakti. 3. Yüzyıl, çağ.
AŞR: Kur’ân-ı Kerim’den on âyet miktarı okunan kısım.
ATÂ: İhsan, lütuf, bağışlama.
ATALET: Tembellik, hareketsizlik.
ATF-I BEYAN: Kapalı bir sözü, açıklayan cümle.
ATIF (ATF): 1. Eğme, meyletme, 2. Bağlama.
ÂTİH: Bunak.
ATİYYE: Hediyye, ihsan, bahşiş.
ATTAR: (Bak: AKTAR) .
AVÂLÎ: Yüceler, büyükler. Medine etrafındaki semtler.
AVAM: 1. Halk. 2. Soylu veya bilgin olmayanlar.
AVÂMİL: 1. Âmiller, sebepler. 2. Arap nahvine ait ve bu isimdeki kitap.
A’YÂN: 1. İleri gelenler. 2 Gözdeler.
A’YÂN-I SABİTE: Allah’ın ilminde varlıkların değişmez suretleri, öz mahiyetleri.
ÂYÂT: Âyetler.
ÂYÂT-I BEYYİNAT: Açık seçik âyetler.
ÂYÂT-I TEKVİNİYYE VE TEŞRİİYYE: Yaratılışa ve şeriata ait âyetler.
AYIN: Arap alfabesinin 21. harfi. Ebced hesabında sayı değeri 70′dir.
ÂYİN: 1. Tören, âdet. 2. Dinî bazı gösteriler. Mevlevî âyini gibi.
AYN: 1. Göz, 2. Pınar. 3. Eşyanın hakikatı.
AYNE’L-YAKÎN: Müşahede ve keşif ile hâsıl olan ilim.
A’ZÂ: Uzuvlar, organlar, üyeler.
AZÂB: 1. Büyük sıkıntı, şiddetli elem. 2. Dünyada işlenen günahlara karşı ahirette çekilecek ceza.
AZÂB-I NÂR: Cehennem azabı.
ÂZÂDE: Serbest, hür, kayıtlardan kurtulmuş.
AZ’AF-I MUZÂAF: Kat, kat, pekçok.
AZAMET: Büyüklük, kibirlilik.
AZDÂD (EZDÂD): Zıd olan şeyler.
AZHAR: En açık: .
AZÎMÜ’Ş-ŞÂN: Şânı büyük.
AZÎZ: 1. Allah’ın isimlerinden biri. Değerli. 2. Ermiş, velî.





B Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler



BAB: 1. Kapı. 2. Fasıl, bölüm. MİNE’L-BAB İLE’L-MİHRAB: Kapıdan mihraba dek, baştan sona kadar.
BÂDİYE: Kır, ova, sahra, çöl.
BÂGÎ: Âsi, baş kaldırmış, haksızlık eden.
BAĞÇE: Bahçe.
BAĞTETEN: Ansızın, zulüm, isyan.
BAĞY: Azgınlık, zulüm, isyan.
BAHIYRE: Cahiliyye devrinde beş batın doğuran devenin beşinci yavrusu erkek olursa kulağı yarılır ve salıverilirdi. Artık hiç bir işte kullanılmayan bu deveye bu ad verilirdi.
BÂHİL: 1. İşsiz, avare, başı boş. 2. Yularsız deve.
BAHÎL: Cimri, tamahkâr.
BÂHİR: 1. Yalancı, ahmak. 2. Ekin sulayıcı, sulayan. 3. Belli, açık. 4. Işıklı, parlak, güzel.
BÂHİRE: 1. Çok koşan cins deve. 2. Dikenli ağaç.
BAHR Ü BERR: Deniz ve kara.
BAHŞ: Bağış, ihsan.
BÂİN: Dibi geniş kuyu, bostan kuyusu.
BÂİS: 1. Sebep olan, gerektiren. 2. Gönderen. 3. Yeniden yaratan.
BAKAR: Sığır, öküz, manda cinsleri.
BAKARA: 1. Sığır, inek. 2. Kur’ân-ı Kerim’in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır.
BAKİYYE: Artan, artık, geri kalan.
BÂLİĞ: 1. Erişmiş, vâsıl olmuş, son mertebeyi bulan. 2. Yekûn.
BÂP: (Bak: BÂB) .
BÂR: 1. Allah. 2. Yemiş, meyva. 3. Yük, ağırlık. 4. Yağdıran, serpen, döken.
BÂRİD: 1. Soğuk. 2.Letafetten uzak nâhoş.
BÂRİZ: Açık, belli, âşikâr, zâhir.
BA’S: 1. Gönderme, yollama, gönderilme. 2. Allah’ın bir peygamberi, Hak dinine davete memur buyurması. 3. Dirilme veya diriltme.
BASAR: 1. Görme, görüş, görme yeteneği. 2. Zihnî algı.
BÂSİR: Gören, görüp anlayan, ferasetli, zeki.
BASÎRET: Doğru görüş, gönül gözü ile görme, uyanıklık.
BAST: 1. Yayma, açma. 2. Özellikle hurufilikte cezbe ve tefekkür içinde kendinden geçmeyi ifade eder.
BÂTIN: 1. İç, içyüz, gizli, sır, derunî. 2. Allah’ın isimlerinden.
BATN: Karın, kuşak, nesil.
BÂYİN: Aralayıcı, ayıran, ayırıcı özellik.
BA’Z: Bir şeyin bir bölümü,bir parçası, bazısı.
BED NAZAR: Kötü bakış.
BED: Kötü, çirkin, işe yaramaz.
BEDÂ’-BEDA’AT: Güzellik, yenilik, bediilik.
BEDÂHET: 1. Açıklık, bellilik. 2. Ansızın ortaya çıkma.
BEDÂYİ’: İcat edilmiş güzel şeyler. Sanat eserleri.
BEDBAHT: Talihi kötü olan, talihsiz.
BED-BİN: Her şeyi kötü gören, karamsar.
BEDEL: 1. Değer, kıymet. 2. Başkasının parası ile onun yerine hacca giden kimse yerine geçen.
BEDEL-İ BA’Z: Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.
BEDEL-İ İŞTİM’ÂL: Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.
BEDEL-İ KÜLL: Kapalı bir söze bütün yönleriyle yapılan açıklama.
BEDEVÎ: Çölde çadırda yaşayan göçebe, çöllü, Arap göçebesi.
BEDİA: 1. Yaratma. 2. Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel.
BEDİHİ: 1. İspat gerekmeyecek şekilde açık. 2. Akla kendiliğinden gelen.
BEDİÎ: Güzel, beğenilen, sanatlı söz.
BEDR-BEDİR: 1. Dolunay, ayın ondördü. 2. Mekke ile Medine arasında bulunan Bedir gazasının yapıldığı yer.
BED-TAHRİR: Kötü yazı.
BEHA-BAHA: 1. Güzellik, süs, pırıltı. 2. Kıymet, değer, bedel.
BEHAİM: 1. Dört ayaklı hayvanlar. 2. Suriye’de bir sıradağ.
BEHÇET: Güzellik, güleryüzlülük, sevinç.
BEHİME-İ EN’AM: Deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvanlar.
BEHİMÎ: Hayvana yakışır tarzda, hayvanlık.
BEİS-BE’S: 1. Zarar, ziyan. 2. Korku, azap, sıkıntı, fenalık. 3. Kuvvet, kudret.
BEKA: Devam, sebat, evvelki hal üzere kalmak, ölmezlik, ebedilik.
BEKA-YI ERVAH: Ruhların kalıcılığı, devamlılığı.
BEKA-YI RUH: Ruhun kalıcılığı, ölmezliği.
BELAGAT Ü FESAHAT: Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme.
BELAGAT: İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik.
BELİĞ: 1. Açık, düzgün söz söyleyen. 2. Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli.
BENÂM: Namlı, ünlü, meşhur.
BENAN: Parmak ucu.
BENÎ İSRAİL: İsrailoğulları, yahudiler.
BERAAT: 1. Temizlik, arılık. 2. Olgunluk, güzellik.
BERA’ÂT-I İSTİHLÂL: Söze güzel ve etkili başlangıç.
BEREKÂT: Bolluklar, uğurlar, hayırlar.
BEREKÂT-I KELÂMULLAH: Allah kelâmının verdiği feyizler, bolluklar, uğurlar.
BER-HAYAT: Sağ, diri, yaşayan.
BERÎ: Sâlim, kurtulmuş, temiz arınmış.
BERİ: Yakın mesafe, ötenin zıddı.
BERK: 1. Şimşek, parıltı, kıvılcım. 2. Sert, katı.
BERR: 1. Doğru sözlü, hayır işleyen kimse. 2. Kara, toprak.
BER-TARAF: Bir yana atılan, ortadan kalkan. Bertaraf etmek: Ortadan kaldırmak, yok etmek.
BERZAH ÂLEMİ: Ruhlar âlemi.
BERZAH: 1. İki şey arasındaki mesafe, aralık. 2. Can sıkıcı. 3. İnce uzun kara parçası. 4. Dünya. 5. Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.
BES: Yeter, yetişir, tamam, kâfi, çok.
BE’S: Zarar, ziyan, azap, şiddet, fenalık.
BEŞÂRET: Müjde, muştu, iyi haber.
BEŞÂRET-ÂVER: Müjdeci, iyi haber getiren.
BEŞER: İnsan, bütün insanlar, Ebu’l-Beşer: İnsanlığın babası, Hz. Âdem.
BEŞERİYYET: 1. İnsanlık. 2. İnsanın yaratılış özellikleri.
BEŞİR: 1. Müjdeci, iyi haber getiren,güleryüzlü. 2. Hıristiyan Araplar’da İncil yazan veya hıristiyanlık akidelerini telkin eden kimse. 3. Peygamberimizin bir vasfı.
BEY’: Satma, satılma, satış.
BEYAN İLMİ: Belâgat ilminin, hakikat, mecaz, kinaye, teşbih ve istiare gibi konularından bahseden bölümü.
BEYÂN: Anlatma, açıklama sanatı.
BEYN: Aralık, arasında, arada.
BEYNÛNET: 1. İki şey arasındaki mesafe, aralık. 2. İhtilaf, anlaşmazlık, ara açıklığı.
BEYT: Ev, mesken, oda, oba.
BEYT-İ ATİK: Eski ev, Kâbe.
BEYT-İ MAMUR: Kâbe’nin tam üzerinde yedinci kat gökte bulunan ve melekler tarafından tavaf edilen bir köşk.
BEYTULLAH: Allah’ın evi, Kâbe, insan kalbi.
BEYTÛTET: Geceleme, bir yerde geceyi geçirme.
BEYTÜ’L-MAKDİS: Mukaddes ev, Mescid-i Aksa, Kudüs’teki büyük camii.
BEYYİN: Belli, açık, âşikar.
BEYYİNÂT: Açık, belli şeyler.
BEYYİNE: 1. Delil, şahit. 2. Kur’ân’ın 97. sûresi.
BEYZÂ: 1. Çok beyaz. 2. Demirden savaşçı başlığı. 3. Yumurta.MİLLET-İ BEYZÂ: Beyaz millet, müslümanlar.
BEZL: Bol bol verme.
BÎA-BİYAT: Birinin hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uyacağına söz vermek.
BİAT OLUNMAK: Birine itaat edilmek, hükmüne girmek.
BİD’AT: 1. Sonradan ortaya çıkan şey. 2. İslâm’da Peygamberimizden sonra ortaya çıkan değişik âdetler.
BİD’AT-I HASENE: Beğenilebilir, güzel yenilikler.
BİD’AT-I SEYYİE: Kötü yenilikler.
BİDÂYET: Başlama, başlangıç.
BİDAYETEN: Başlangıçta, ilkin.
BİİZN-İ HÜDA: Allah’ın izni ile.
BÎKARAR: 1. Kararsız. 2. Rahatsız.
BİKR: Dokunulmamış, bekâret, bâ-kire.
BİKR-İ FİKR: Hiç söylenmemiş, yeni fikir.
BİLÂ BEDEL: Bedelsiz, karşılıksız.
BİLÂ KAYD Ü ŞART: Kayıtsız şartsız.
BİLÂ: . sız.
BİLAD: Beldeler, şehirler, memleketler, kasabalar.
BİLÂD-İ ARAB: Arab ülkeleri.
BİLAFASILA: Fasılasız, aralıksız.
BİLÂH: Arkaları büyük olan kadınlar.
BİLLUR: 1. Duru, kristal. 2. Necef taşı.
BİN: Oğul.BİN MEHMED: Mehmed’in oğlu.
BİNA: 1. Yapı, ev. 2. Yapma, kurma. 3. Göz, gören, görücü.
BİNAEN ALA ZÂLİK: Bunun üzerine, bundan dolayı.
BİNAEN: .den dolayı, .den ötürü.
BİNÂENALEYH: Ondan dolayı, onun üzerine, şu halde.
BİRR: İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat. 2. Dininde ibadetinde kuvvetli olan. 3. Bağışta bulunma.
Bİ’SET: Gönderme.
Bİ’SET-İ MUHAMMEDİYE: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberlikle görevlendirilmesi.
Bİ’SET-İ NEBEVİYYE: Peygamberin, peygamberlikle gönderilişi.
BU’D: Uzaklık, aralık, boyut.
BU’D-İ MESAFE: Gidilen yolun uzaklığı.
BUĞZ: Düşmanlık duyma, nefret, kin.
BUĞZETMEK: Kin gütmek, düşman olmak.
BUHÛL: Cimrilik, tamahkârlık.
BUK’A: 1. Ülke, yer. 2. Büyük bina. 3. Benek, leke.
BURAK: Peygamberimizin mirac gecesi bindiği binek.
BURC: 1. Kale, yüksek bina. 2. Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi. 3. Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep.
BURC-İ ÂBÎ: Suya ait burçlar: Yengeç, akrep, balık.
BURC-İ BÂDÎ: Havaya ait burçlar: İkizler, terazi kova.
BÜHTAN ETMEK: İftira etmek.
BÜHTAN: Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.
BÜLEGA: Belegat sahipleri, düzgün ve güzel konuşanlar, beliğ olanlar.
BÜLEGA’-İ BEŞER: Belegat ilmi mütehassısları.
BÜLEGÂ-İ ULEMÂ: Belagat bilginleri ve âlimler.
BÜLÛĞ: 1. Erginlik, olgunluk çağına girme, yetişme. 2. Yaklaştırma.
BÜNÜVVET: Oğulluk, evlatlık.
BÜNYÂN: Yapı, bina, bir şeyin yapısı.
BÜNYAN-I MERSUS: Birbirine lehimlenmiş, kenetlenmiş yapı.
BÜRHAN: Kesin delil, hüccet.




C Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler



CÂFÎ: Cefâ çektiren, eziyet eden.
CÂH: İtibar, makam, mevki.
CÂHİLİYYE: Kelime olarak cahilliğe ait mânâsına gelir. Terim olarak İslâmiyetten önceki putperest dönemi ifade eder.
CAHÎM: Cehennem.
CÂİL: "Ceale" kökünden yaratıcı, yapıcı.
CÂİLU’N-NÛR: Nûr’un yaratıcısı.
CÂİZE: Armağan, övücü şiirleri için eskiden şairlere devlet büyükleri veya aşiret büyükleri tarafından verilen para veya mal.
CA’L: Yapma, meydana getirme, yaratma.
CA’LÎ: Sahte, yapmacıklı, düzme.
CÂLİB-İ DİKKAT: Dikkat çekici.
CÂMİ: 1. Toplayan, derleyen. 2. İçerisinde namaz kılınan ve mescidden büyük olan ibadethane.
CÂMİD: 1. Donmuş, hareketsiz. 2. Gelişmeyen, gelişme kabiliyeti olmayan.
CÂNİB: Cihet, yön, taraf, yan.
CÂRİYE: 1. Savaşta gayr-i müslimlerden esir olarak alınan kız ve kadınlar. 2. Hizmetçi kız.
CÂY-İ İŞKÂL: Güçlük, zorluk, müşkülât noktası.
CÂZİBE: Cezbeden, çeken, yer çekimi.
CÂZİBE-İ FÂNİYE: Geçici güzellik, fânî güzellik.
CÂZİBE-İ MUTLAKA: 1. Mutlak çekici kuvvet. 2. Yegane çekici kuvvet. 3. Geçici güzelliğin zıddı olan ebedî güzellik.
CÂZİBE-İ UMÛMİYYE KANUNU: Yerçekimi kanunu.
CEBÂBİRE: Cebredenler, zorbalar, zâlimler.
CEBBÂR: 1. İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah. 2. Zalim, müstebit kişi. 3. Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.
CEBBÂRÂNE: Cebbârcasına, zorbalıkla.
CEBEL: Dağ.
CEBR U İKRAH: Zorlama ve baskı yapma.
CEBR-İ MAHZ: Sırf cebir, mutlak cebir.
CEBRİYYE: Cüz’î iradeyi inkâr eden mezhep.
CEDİD: Yeni.
CEHD: Çalışma, çabalama.
CEHELE: Cahiller.
CEHL U DALÂLET: Cehalet ve sapıklık.
CEHL: Bilmezlik, cehalet.
CEHR: Açıktan söyleme, açık olarak okuma.
CELÂDET: Kahramanlık, yiğitlik.
CELÂL: Büyüklük, ululuk. Zü’l-celâl: Celâl sahibi Allah.
CELÂL-İ KİBRİYÂ: Allah’ın büyüklüğü.
CELB-İ MASLAHAT: İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici.
CELB-İ MENFAAT: Menfaat celbedici, çekici, fayda sağlayıcı.
CELDE: Kamçı ile vücuda vuruşlardan her bir vuruş. (Fıkhî ıstılah) .
CELÎ: Aşikar, belli, parlak, açık.
CEM U TEVFİK: Toplama ve uygunlaştırma, uzlaştırma.
CEMAAT: Topluluk, imam arkasında namaz kılan topluluk.
CEMAAT-I NÂCİYE: 1. Cehennemden kurtulacak ehl-i sünnet cemaatı. 2. Selâmete, kurtuluşa erecek cemaat.
CEMÂDÂT: Cansızlar.
CEMÂL: 1. Allah’ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi. 2. Yüz güzelliği.
CEMÂL-İ HAK: Allah’ın güzelliği ki, müminler cennette onu temaşa edeceklerdir.
CEMÂLULLAH: 1. Allah’ın cemâlı, Allah’ın güzelliği. 2. Allah’ın lütfu ihsaniyle tecellisi.
CEMEL: Deve.
CEM’-İ KILLET: Arapça’da türlü vezinlerde cemileri olan isimlerin, bu cemilerinden dokuzdan aşağı mahsus olanları.
CEM’İ MAHLUKÂT: Bütün yaratıklar.
CEMM-İ GAFÎR: Büyük cemaat, insan kalabalığı.
CENÂBET: 1. Gusül abdesti almayı gerektiren durum. 2. Gusül gerektiği halde henüz gusül yapmamış kimse.
CENAH: 1. Yan taraf, cihet. 2. Kol, pazu. 3. Kanat, kuş kanadı.
CENNATU’N-NAÎM: Naîm Cennetleri, nimetlerle dolu olan cennetler.
CERAD: "Cerâde"nin çoğulu. 1. Çekirgeler. 2. Yağmacılar.
CERH: Yaralama, yaralatma, çürütme.
CERİME: "Cürm"ün çoğulu. Suçlar, günahlar.
CESTE CESTE: Bölüm bölüm, yavaş yavaş.
CEVAD-I MUTLAK: Şarta bağlı olmaksızın çok ihsanda bulunan, cömertlik eden Cenab-ı Allah.
CEVAHİR: Cevherler, çok değerli olan şeyler.
CEVÂMİU’L-KELİM: Kelimeler topluluğu.
CEVÂRİH: "Cerh"den yaralayanlar, yırtıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar.
CEVAZ: İzin, müsaade, caiz olma.
CEVELAN: Dolaşma, gezme.
CEVF: 1. Boşluk, oyuk, çukur. 2. Orta yarı.
CEVHER: 1. Varlığı için başkasına muhtaç olmayan. 2. Bir şeyin özü.
CEVR Ü ZULM: Ezâ ve zulüm.
CEVR: Ezâ, eziyet, haksızlık, sitem.
CEYB: Yakanın göğüs üzerindeki açık yeri.
CEYŞ-İ USRET: Güçlük ordusu.
CEYYİD: İyi, güzel, hoş.
CEZÂLET: Rekaketsizlik, peltek kekeme veya pepe olmayış.
CEZÎRETÜ’L-ARAB: Arap yarımadası.
CEZM: 1. Kesin karar, niyet. 2. Kesme, katı.
CİBAYET: Câbîlik, vergi, gelir toplama.
CİBİLLİYET: Huy, yaratılış.
CİBRİL: Dört büyük melekten biri, vahiy meleği olan Cebrail.
CİBT VE TAGUT: Haç ve put. Allah’tan başka canlı cansız mabut edinilmiş şeyler.
CÎD: Boyun.
CİDD: 1. Bir işi gerçekten çalışıp işleme. 2. Ciddilik.
CÎFE: Lâşe, leş.
CİHAD: 1. İslâm için düşmanla yapılan maddî, manevî savaş. 2. Nefisle yapılan her türlü mücadele.
CİHAD-I EKBER: 1. Büyük savaş. 2. Benlikle savaş.
CİHANŞÜMÛL: Cihânı içine alan.
CİHAZ: 1. Çeyiz ve avadanlık. 2. Cenazenin kaldırılması için gerekli olan eşya.
CİHET: Yön, taraf.
CİM SECÂVENDİ: Kur’ân-ı Kerim’deki durma yerlerinden biri. Bu secâvendde durmak veya geçmek caizdir.
CİMA: İnsanların cinsî münasebetleri.
CİNÂS: Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.
CİNNET: Delilik, çılgınlık.
CİNS-İ KARÎB: Yakın cins.
CİRM: 1. Cisim. 2. Büyüklük, hacim cirmi ne kadardır? .
CİSR: Köprü.
CİSR-İ CEHENNEM: Cehennem köprüsü.
CİZYE: Müslüman olmayan teb’a-dan alınan vergi.
CÛD: Cömertlik. Karşılık beklemeden yapılan cömertlik.
CÛDİ: Şırnak şehrinin 6 kilometre güney doğusunda bulunan büyük bir dağ.
CUHÛD: Çıfıt, yahudi.
CUMHÛR: Halk, kalabalık, ahâlî, çoğunluk.
CUMHÛR-İ MÜFESSİRÎN: Müfessirler topluluğu, müfessirlerin çoğunluğu.
CUMHÛR-İ UKALÂ: Akıllılar topluluğu. Akıl sahiplerinin hepsi.
CÜDERÎ: Çiçek hastalığı.
CÜMLE-İ İSMİYYE: İsim cümlesi.
CÜMLE-İ MU’TARIZA: Parantez içinde bulunan cümle, açıklayıcı mahiyetteki cümle. Ara cümlecik.
CÜMLE-İ VECÎZE: Kısa ve öz söz.
CÜNAH: Günah.
CÜND: Asker, asker topluluğu.
CÜNÛD: Askerler.
CÜNÜB: Gusül abdesti gerekmiş kimse.
CÜZ-İ MAKSÛM: Bölünmüş parça.
CÜZ’İ: Az miktar, bir parça.



Ç Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


Ç Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında “cim” harfi gibi üç sayısının karşılıdır.

ÇABA Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç.
ÇABÜK f. Çabuk, seri, aceleli, hızlı, tez, hafif.
ÇABÜK-HIRÂMÂN f. Sür’atli yürüyen. Çabuk yürüyen.
ÇABÜK-REV f. Çabukça giden.
ÇAÇARON İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze.
ÇAÇELE f. Postal, ayakkabı, çarık, pabuç.
ÇADER-İ KUHLÎ Sema, gök. * Karanlık gece.
ÇAĞ Zaman, vakit, esnâ, hengâm, mevsim. * Yaş. * Boy, kamet, tenâsüb, lüzumu derece semizlik.* Devir, tarih çağları. (İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ.)
ÇAĞATAY Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir.
ÇAĞDAŞ (Bak: Asrî)
ÇAĞDIŞI Askerliğe alınma çağı dışında. * Çağın fikirlerine felsefesine uymayan. Bu mânada bazı kimselerin kelimeyi hakaret olarak kullanmaları dar görüşlülüğün ve cehaletin neticesidir. Çünkü çağın insanlık için zararlı öyle fikirleri ve felsefeleri vardır ki, gelecek devirler bunu anladıkları zaman şimdi bunu benimseyenlerin zavallılıkları da anlaşılmış olacaktır. Körükörüne çağın her düşüncesini benimsemek, müslümana yakışmaz. (Bak: Asrî)
ÇAĞLA (Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi.
ÇAĞLAR Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan.
ÇAĞRIŞIM Psk: Bir idrakla kazanılan bir fikrin başka bir idrak (algı) ile kazanılan fikir arasında bağıntı kurulması, birinin diğerini hatıra getirmesidir. Bu bağıntı zaman ve mekânda yakınlık, benzerlik ve zıdlık sebebiyle kurulur. Sevap deyince günahın; abdest deyince namazın; Cennet deyince Cehennem’in de aklı gelmesi gibi…
ÇAĞZ f. Kurbağa. * Korku, havf. * Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. * Ah ü fizar. İnilti.
ÇÂH (Çeh) f. Kuyu. Çukur.
ÇÂH-I BÜN Kuyu dibi.
ÇÂH-I YUSUF Hz. Yusufun (A.S.) kardeşleri tarafından atılmış olduğu kuyu.
ÇÂH-I ZEMZEM Zemzem kuyusu.
ÇAK f. İyi, güzel, sıhhatli, şişman.
ÇAK f. Yarık, çatlak, yırtmaç. * Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. * Sabah vakti beyazlığı. * Küçük pencere. * Hazır. Amâde.
ÇAKACAK f. Silahlı çatışmadan çıkan ses.
ÇAKALOZ Çakıltaşı atan bir nevi küçük top.
ÇAKÇAK Parça parça, yırtık pırtık. * Kılıç ve emsâli şeylerin sesleri.
ÇÂKER f. Kul, köle.
ÇÂKERÂNE f. Kölecesine, köle gibi.
ÇÂKERÎ f. Abd’e, köleye ait. * Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik.
ÇAKMAKLI Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri.
ÇAKŞIR İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar. * Kuşların ayağındaki tüy.
ÇAKUÇ f. Çekiç.
ÇAL İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at : Durduğu yerde de hareket eden at. * Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. Meselâ: Çal-yaka: Yakasından kapmak, şiddetle yakalamak.
ÇALA İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem: Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak.
ÇALAB t. İlâh. Mâbud. Cenâb-ı Hak, Rab.
ÇALAK f. Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. * Akıl ve ferâseti açık.
ÇALAKÎ f. Çeviklik, süratlilik, tezlik.
ÇAL-AT Hareketli, yerinde duramayıp şahlanan at.
ÇALBUS f. Dalkavuk, yaltakçı.
ÇALÇENE t. Durmayıp konuşan, geveze.
ÇALGI Müzik âleti. Müzik, çalgı. (İslâm âlimleri insanda maddi, hayvâni hisler ve hevesler uyandıran müziğin haram olduğunu bildirmişlerdir.)
ÇALIM Tavır, eda. * Kılıcın keskin tarafı, ağzı.
ÇÂLİK f. Çelik çomak oyunu.
ÇÂLİŞ f. Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. * Mukabil, karşı durma. * Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. * Birleşme.
ÇAM f. Eğrilme, bükülme. * Salınma.
ÇÂME f. şiir ve gazel. Manzume.
ÇÂME-GÛY f. Şair.
ÇAMULARİ Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi.
ÇANE f. Çene.
ÇAP f. Basma, baskı, tab.
ÇAPAR Postacı.
ÇAPKUN Seri ve yorulmaz neviden iyi bir at cinsi.
ÇAPLUS f. Dalkavuk, yaltakçı.
ÇAPÛL f. Yağma, saldırı.
ÇAPÛLCU Düşman toprağına atla hücum edip yağma eden. Akıncı, yağmacı.
ÇAR (Slavca) Eski Rus İmaparatorlarının ünvanları. * Bulgar kralı.
ÇÂR f. Dört. Cihâr.
ÇÂR-BÂLİŞ(T) f. Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. * Dört unsur.
ÇÂR-CİHET Dört cihet. Cihat-ı erbaa.
ÇÂR-ÇEŞM Dört göz.
ÇÂR-ÇİZ Dört şey.
ÇAR-DEH f. Ondört.
ÇÂRE f. Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. * Hile. * Bir def’a. * Ayrılık.
ÇARE-İ HALÂS Kurtuluş çaresi.
ÇÂRE-CU f. Çâre arıyan.
ÇÂRE-SÂZ f. Çâre bulan.
ÇAR-EBRU Dört kaş. * Bıyığı yeni gelmiş delikanlı.
ÇAR-ERKÂN-I CUVANÎ Padişahın özel hizmetlerinde bulunan ve Enderun’un azamlarından olan dört kişi hakkında kullanılan bir tabirdir.
ÇAR-GÂH f. Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub’dur. * Dünya, küre-i arz, cihan. * Türk musikisinde bir makam adıdır.
ÇAR-GUŞE f. Dört köşe. Dört taraf. Dört yön.
ÇARH Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih.
ÇARH-I AHDAR Gök kubbe.
ÇARHA f. Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. * Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap.
ÇARIYAR (Bak: Çaryâr)
ÇARİÇE (Slavca) Rus İmparatoriçesinin nâmı.
ÇARK f. (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. * Vapur, değirmen ve dolap çarkı. * Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. * Dönerek işleyen âlet. * Koz: Birbiri içinde dönen feleklerden mürekkeb kâinat, felek, eflâk. * Baht. Talih. şans.
ÇARK-I FELEK Bir makine veya dolaba benzetilen gökyüzü. * Mc: Tâlih, baht. * Yakıldığı zaman dönerek ateşler püskürten bir çeşit donanma fişeği. * Bir nevi sarmaşıklı nebat çiçeği.
ÇARMIH f. (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. * Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler.
ÇAR NAÇAR f. İster istemez, mecburiyetle.
ÇARPA f. Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar.
ÇARSU f. Dört taraf. Dört tarafı olan şey. * Çarşı, pazar.
ÇARŞAF Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü. * Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. Kadınların örtünmesi farzdır. Bu maksatla çarşaf ucuz, pratik, hafif olması ve zengin fakir herkesin kolayca sağlıyabilmesi bakımından yaygın olarak kulanılagelmiştir. Çeşitli renklerde olabilir. Çarşaf kadar ucuz ve pratik İslâma uygun başka bir giyecek yapılmadığı için, çarşaf giyenleri kınamak çok haksızlıktır. Çarşaf zengin ve fakir ayrımını kaldırır. İç giyimi örttüğü için ailelerin birbirine özenerek israfa düşmelerini, gösterişi, çekememezlikleri ve bundan doğan huzursuzlukları önler. Ferâce, car, cilbab denen örtüler de, bu tarz örtü çeşitlerindendir. (Bak: Tesettür)
ÇAR-ŞEB f. Cilbab, ferace, çarşaf.
ÇAR-ŞENBİH f. Haftanın dördüncü günü. Çarşamba günü.
ÇAR-TAK f. Çardak. * Dört köşe çadır.
ÇARTA(RE) f. Dünya, âlem, küre-i arz. * Dört unsur. * Dört teli olan kemençe.
ÇÂRUB f. Süpürge.
ÇÂRUB-ZEN f. Süpürücü.
ÇARUĞ f. Çarık.
ÇAR U YEK Dörtte bir.
ÇARÜM f. Dördüncü.
ÇAR-YAR Dört dost. (Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) lerin nâmları.) Dört Halife, Hulefâ-i Erbaa veya Ashab-ı Güzin diye de ihtiramla anılırlar.
ÇAR-YARÎ f. Çar-yâra ait. Sünnîlik.
ÇAR-YEK f. Çeyrek, dörtte bir. * Saatin dörtte biri, onbeş dakika. * Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir.
ÇAR-ZEBAN f. Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan.
ÇAŞ f. Tahıl yığını, hububat.
ÇAŞİT Casus.
ÇAŞNİ Çeşni, lezzet, tad. Yemeğin tadına bakmak için ağza alınan miktar, tadımlık.
ÇAŞT f. Kuşluk yemeği. * Kuşluk vakti.
ÇAVELE f. Güzel renkli bir cins gül. * Eğri büğrü, yamuk.
ÇAVUŞ Vaktiyle divanlarda hükümdarların hizmetinde bulunan yaver veya muhzır gibi subaylara denilirdi. Tanzimattan evvelki Osmanlı saray teşkilatında çavuşlar, padişahın yaverleri ve çavuşbaşı mabeyn müşiri idi. * Onbaşıdan üstte ve assubaydan alttaki derecede olan asker. * İşçilerin başları, şefleri.
ÇE f. Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir.
BAĞ-ÇE Küçük bağ, bahçe.
ÇE (Bak: Çi)
ÇEÇ f. Hububat elenen kalbur. * Harman savurmakta kullanılan yaba.
ÇEÇEK f. Gül. Çiçek. * Gönül. * Çiçek hastalığı. * Vücutda çıkan ben.
ÇEH f. Kılıç, bıçak ve hançer gibi âletlerin kını, kılıfı.
ÇEH f. Kuyu, çukur.
ÇEHAN f. Damlıyan, damlayıcı.
ÇEHÂR f. Dört, erbaa.
ÇEHÂR-DEH f. Ondört.
ÇEHÂR-GÂNE f. Dört unsur.
ÇEHÂR-PÂ f. Dört ayaklı hayvan.
ÇEHARÜM f. Dördüncü.
ÇEHRE f. Vech, yüz, surat. * Mc: Surat asmak, dargınlık. * Görünüş, şekil, zahir.
ÇEHRE-NÜMUD f.Yüzünü gösteren, yüz gösterici.
ÇEHRE-PERDAZ f. Ressam.
ÇEK Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek’ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde “çeh” diye geçer.
ÇEKAN f. Damlamış, damlıyan.
ÇEKİ Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.
ÇEKİDE f. Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. * Damlamış.
ÇEKİMSER t. Taraf tutmayan.
ÇEKRE f. Küçük su damlası. Su serpintisi.
ÇELEBİ Efendi, kibar kimse. * Mevlâna postnişinine verilen ünvan. * Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi. * Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine verilen ünvan.
ÇELE-ÇEPE f. Sağa sola.
ÇELENK f. Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. (Cenazelere çelenk göndermek İslâm âdeti değildir, israftır.)
ÇELİPA f. Haç, put, sanem. * Eğik ve kıvrık çizgi.
ÇEM f. Naz ve eda ile salınarak yürüme. * Ziynetli, süslü, düzgün. * Cürüm, kabahat, suç. * Taam, yemek. * Mâna. * Kazanılmış, toplanılmış.
ÇEMBER (Bak: Çenber)
ÇEMEN Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır. * Pastırmaya konulan bir çeşit ot.
ÇEMENİSTAN f. Bahçe, çimenlik.
ÇEMENZAR f. Yeşillik, çayır.
ÇENBER f. Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. * Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta halka. * Başa ve boyna bağlanan yemeni. * Esirlik, bağlılık, kölelik. * Geo: Bir düzlemde bulunan sabit noktadan aynı uzaklıktaki noktaların meydana getirdiği geometrik şekil.
ÇEND f. Kaç tâne? Ne kadar? * Birkaç. Üç-beş gibi adet. * Herhangi bir şeyin yüzde biri.
ÇENDAN f. Gerçi, her ne kadar. O kadar. Pek o kadar.
ÇENDÎ f. Bir müddet, biraz.
ÇENDİN f. Kaç, kadar, ne kadar, bu kadar.
ÇENEB f. Sünnet.
ÇENG f. Pençe. * El. * Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. * Eğri büğrü.
ÇENGAR f. Yengeç. * Bakır pasından yapılan yeşil boya.
ÇENGEL f. Pençe. * Bir şey asmağa yarayan alet. * Orman, ağaçlık yer.
ÇENGİ Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır.
ÇEP f. Sol, yanlış, falso.
ÇEPEL Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu.
ÇEP-ENDAZ f. Hileci,hilekâr, hile yapan kişi.
ÇEPER Cidar, duvar.
ÇEP ŞÜDEN f. Solak olmak. * Mc: Doğruluktan yüz çevirmek.
ÇEP Ü RAST Sağ ve sol.
ÇERA f. Niçin, niye böyle? * Mer’a. Otlak.
ÇERAG f. Işık. kandil. Lâmba. Mum. * Kutlu, mutlu. * Otlak. Mer’a. * Otlama. * Tekaüd. * Talebe.
ÇERAGAN f. Etrafı aydınlatma, şenlik. Kandil donanması, çırağan.
ÇERAG-ÇEŞM f. Evlat, çocuk, veled, insan yavrusu.
ÇERAKİSE (Çerkes. C.) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı.
ÇERAM f. Otlak.
ÇERA-ZAR f. Otlak, çayır.
ÇERB f. Besili, semiz, yağlı. * Muvafık, münasib, uygun. * Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma.
ÇERB-AHUR f. İçinde yemi bol olan ahır. * Bolluk içinde yaşıyan kimse.
ÇERB-DEST f. Eli işe yatkın. Sür’atli, eli çabuk.
ÇERBÎ f. Tatlılık, yumuşaklık.
ÇERB-PEHLU f. Besili, semiz, gövdeli, yağlı.
ÇERES f. Zindan, hapishane. * Zulüm, işkence. * Mer’a, otlak. * Üzüm teknesi.
ÇERH f. Çark. Dolap. * Felek. Talih. * Dingil üzerine dönen. * Gök. * Def. * Zenberek. * Mancınık. * Elbise yakası. * Ok yayı. * Çakır gözlü doğan kuşu.
ÇERHİDEN f. Kendi etrafında dönmek.
ÇERKES Kafkas kavimlerinden biri. * Bu kavme mensub olan kimse.
ÇERM f. Hayvan ve insan derisi. Post.
ÇESPAN Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır.
ÇESPİDE f. Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır.
ÇEŞ f. “Deneyen, sınayan, tadına bakan” mânâsına gelerek kelimelere eklenir.
ÇEŞAN f. Topuz, gürz.
ÇEŞENDE f. Tadıcı, tadan, tadına bakan.
ÇEŞİDE f. Tadmış. Tadılmış olan.
ÇEŞİDEN f. Lezzetine bakmak. Tadmak.
ÇEŞM f. Göz. Ayn. Dide.
ÇEŞM-İ ÂHU Ceylân gözü.
ÇEŞM-İ BED Kem göz.
ÇEŞM-İ DİL Basiret. Kalb gözü.
ÇEŞM-İ GAZUB Kızgın bakış.
ÇEŞM-İ GİRYÂN Ağlayan göz.
ÇEŞM-İ HOŞ-NİGÂH Güzel bakışlı göz.
ÇEŞM-İ İSTİKBÂL-BİNÎ Gelecek zamanı, istikbâli gören göz. Kuvve-i kudsiye ve ferâset ve basiretle ileriyi bilen nazar.
ÇEŞM-İ MEST Sarhoş göz, mest olmuş göz.
ÇEŞM-ZAHM Nazar değme.
ÇEŞMAN (Çeşm. C.) Çeşmler, gözler.
ÇEŞM-AŞİNA f. Göz aşinalığı olan, tanıdık.
ÇEŞM-AVİZ f. Yüz örtüsü, peçe.
ÇEŞM-DAR f. Bekliyen, gözliyen.
ÇEŞM-DERİDE f. Sıkılmaz, utanmaz, arsız.
ÇEŞN (Çeşen) f. Bayram, îd. * Düğün. * Ziyafet, şölen.
ÇETE Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik. * Asker bölüğü, müfreze. * Çapulcu ve akıncı takımı.
ÇETİN Sert. * İnatçı, dik başlı. * Zor, güç.
ÇETR f. Gece. * Gölgelik, çadır, şemsiye.
ÇETR-İ ANBERİN Karanlık gece.
ÇETR-İ NUR Güneş, şems.
ÇETU f. Perde, örtü.
ÇETUK f. Serçe kuşu.
ÇEVGAN f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. * Baston, ucu eğri değnek.
ÇEVİK t. Tez hareketli. Oynak. Çabuk hareket edebilen.
ÇEVİK ÇALAK Tez, hareketli, çalışan. Yerinde durmayıp hareket eden.
ÇEYREK f. Dörtte bir (Bak: Çâr-yek)
ÇIFITLIK Yahudilik, Yahudi cinsiyet ve mezhebi. * Münâfıklık.
ÇIĞIR t. Yeni açılan patika yolu. * Ayak izi ile karlı yerde açılan yol. * Başkalarının da uyabileceği yeni bir tarz ve yol. * Çığın açtığı iz, yol.(… Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrib hesabına geçer…L.)
ÇIMACI Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa.
Çİ (Çe) f. Ne? Nasıl? (Soru edatı) * Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır.
ÇİDE f. Devşirilmiş, toplanmış.
Çİ-GUNE f. Nasıl, ne çeşit, ne türlü.
ÇİHAR f. Dört. (Bak: Çâr)
ÇİHİL f. Kırk (sayı). * Mc: Çok, ziyade, fazla.
ÇİL (Çihil-Çehl) f. Kırk. * Mc: Çok.
ÇİLE f. Eziyet. Sıkıntı. * İplik. * Yay kirişi. * Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün.
ÇİLEHÂNE-İ UZLET Çile çekilen yer. Yalnız başına ve çile içinde ibadet yapılan yer.
ÇİLEKEŞ Çile çekmiş. Çile dolduran, dert çeken.
ÇİLLE Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir. (Bak: Çile)
ÇİM f. Rutubetten hasıl olan yosun.* Kesilmiş çimenli yerler.
ÇİN f. Büklüm. * Çatıklık. Buruşukluk. Kıvrım.
ÇİN-İ CEBİN Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
ÇİN-İ EBRU Kaş çatıklığı.
ÇİN f. “Derleyen, toplayan” mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
HUŞE-ÇİN Başak toplayan.
ÇİNE f. Kuş yemi.
ÇİNENDE f. Devşiren, toplayan, toplayıcı.
ÇİN-İ MAÇİN Çin ve Çin’in güney kısmı.
ÇİPİL Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse. * Çepel.
ÇİRAG f. Fitil, kandil, mum, lâmba. * Çırak. * Talebe, öğrenci, şakird. * Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi.
ÇİRE f. Mâhir, maharetli, becerikli. * Bahadır, kahraman, yiğit, cesur.
ÇİRE f. Niçin? Çerâ?
ÇİRE-DEST f. Becerikli, eli işe yatkın olan.
ÇİREGÎ f. Bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik. * Ustalık. Mâhirlik.
ÇİRK Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. * Yarada olan irin ve kan.
ÇİRK-ÂB f. Pis su.
ÇİRKÂF f. Çirkef. Pis su. Pis. * Terbiyesiz. Edebsiz.
ÇİRKİN f. Güzel olmıyan. * Çok kirli. * Kanlı, irinli çıban veya yara.
ÇİSAN f. Ne gibi? Nasıl?
ÇİSTAN f. Bilmece.
ÇİZ f. Şey. Nesne.
ÇOLPA f. Bir ayağı sakat olan. * Yürürken ilk defa sol ayağını atan. * Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız.
ÇOPRA Balık kılçığı. * Sık çalılık veya sazlık. * Uzunca boylu olan tatlı su balığı.
ÇÖMEZ Medresede talebeye ve müderrise hizmet ederek ilim öğrenen kimse. Talebe yamağı.
ÇUB f. Ağaç değnek, sopa. * Çöp.
ÇUBAN f. Çoban, sığırtmaç.
ÇUBE f. Oklava.
ÇUBEK f. Değnek, sopa. Davul tokmağı.
ÇUG f. Su arkı. * Boyunduruk.
ÇUHADAR Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe.
ÇUN f. (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir.
ÇUNAN f. Öyle böyle.
ÇUNİN f. Böyle.
ÇUN Ü ÇİRA f. Nasıl ve niçin.
ÇUVALDIZ Çuval ve ona benzer çul vs. dikmeye mahsus büyük iğne.
ÇÜ f. (Teşbih ve tâlil edatı) Gibi. * Dikkat. * Ahenk.
ÇÜN f. Gibi. * Zira, çünki, madem ki. * Nasıl, nice.
ÇÜNAN f. Böyle. Bu şekilde. Bunun gibi.
ÇÜNBEK f. Atlama, sıçrama.
ÇÜNKİ f. Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebebden ki.
ÇÜST f. Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke. * Dar, sıkı. * Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı.
ÇÜSTÎ f. Atiklik, çeviklik, çabukluk.




D Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


DÂB: 1. Adalet, doğruluk, 2. İhsan, vergi.
DÂBBE: Yük ve binek hayvanı.
DÂBBETÜ’L-ARZ: Kıyâmet alametlerinden olup topraktan çıkan varlık.
DÂD-I HAKK: 1. Allah vergisi. 2. Veriş, satış.
DÂFİ’: 1. Def’ eden, savan, savuşturan, iten. 2. Cenab-ı Hak.
DÂĞ-DÂR: 1. Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış. 2. Pek müteessir, çok üzgün.
DÂİN (DÂYİN): Borç veren, alacaklı.
DAKİK: 1. İnce, ufak, nâzik. 2. Toz haline getirilmiş şey, un. 3. Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse.
DALÂLÂT-I BEŞERİYYE: İnsanlığın sapıklığı, beşerî sapıklık.
DALÂLET: Hak yoldan sapma, sapıklık, azgınlık.
DALÂL-İ MUBÎN: Apaçık sapıklık.
DÂLL Bİ’L-İŞÂRE: İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.
DÂLL U MUDILLE : Doğru yoldan çıkanlar ve çıkaranlar, sapanlar ve saptıranlar.
DÂLLÎN GÜRÛHU: Sapıklar, azgınlar topluluğu.
DÂLLİN: Doğru yoldan sapmış olanlar, azgınlar.
DÂR: Ev, yer, yurt, dünya.
DARBE-İ AZÂB: Azap darbesi, azap verici vuruş.
DARB-I MESEL: Ata sözü.
DÂREYN: İki dünya: Dünya ve ahiret.
DÂR-I DÜNYA: Dünya.
DÂR-I HARP: Müslümanlarla savaş halinde olan gayri müslim ülke.
DÂR-I İSLÂM: İslâm ülkesi.
DÂR-I KÜFÜR: Gayr-i müslimlerin ülkesi.
DÂR-I SAADET: Mutluluk yeri.
DÂR-I UHRA: Ahiret yurdu.
DARÎRU’L-BASAR: Kör, âmâ.
DÂRU’N-NEDVE: Mekke şehir meclisi.
DÂRU’S-SELÂM: 1.Selamet yurdu, cennet. 2. Bağdat şehrinin ünvanı.
DÂRÜ’L-HİLAFET: İstanbul.
DE’B-İ KADÎM: Eski gelenek, eski usûl, eski âdet.
DEBÛR: Batı rüzgarı, batı taraftan esen yel.
DECCÂL: Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs.
DEF’: Öteye itme, savma, savulma.
DEF-İ İHTİYAÇ: İhtiyacın giderilmesi, ihtiyacın karşılanması.
DEF-İ MAZARRAT: Zararı giderme.
DEF-İ MEFSEDET: Fesadı ortadan kaldırma.
DEFTER-İ A’MÂL: Amel defteri, insanların dünyadaki hayır ve kötülüklerin kaydedildiği defter.
DEHA: 1. Olağanüstü zeka ve anlayış kabiliyeti. 2. Olağanüstü zeka sahibi kimse.
DEHLİZ: Hol, koridor.
DEHRİ: Dünyanın sonsuzluğuna inanıp ahireti inkâr eden kimse Materyalist.
DELÂLET: Yol gösterme, kılavuzluk etme.
DELÂLET-İ AKLİYYE VE MANTIKIYYE: Akıl ve mantık yardımıyla, akıl ve mantığın yola göstermesiyle.
DELİL: 1. Kılavuz, yol gösterme. 2. Kanıt.
DELİL-İ NAKLÎ: Naklî delil, Kitabî delil. Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i şeriflere istinad eden delil.
DELÎL-İ ŞUÛDÎ: Görgüye dayanan delil.
DEM: 1. Kan, 2. Soluk, nefes. 3. Zaman, an.
DEM’: Göz yaşı, göz yaşı dökme, ağlama.
DEM-İ MESFUH: Dökülmüş kan.
DENÂNET: Alçaklık, zillet.
DENÎ: Alçak.
DERMİYÂN: Ortada.
DERPİŞ: Göz önünde, en önde.
DERS-İ İNTİBAH: Uyandırma dersi.
DERÛN: İç taraf, dahil, kalp.
DEVR-İ CÂHİLİYYE: Cahiliyye devri, İslâm’dan önceki devir.
DEVR-İ SABAVET: Çocukluk çağı.
DEYN: Borç.
DEYYÂN: Mükâfatlandıran veya cezalandıran, hâkim. Allah.
DEYYÂR: 1. Manastır sahibi. 2. Biri, bir kimse, fert.
DÎBÂCE: Başlangıç, önsöz, mukaddime.
DİĞERGÂM: Başkalarını düşünen, bencil olmayan.
DİL-ÂVÎZ: Gönül çeken, câzip.
DİL-NİŞÎN: Hoşa giden, kalpte yerleşen.
DÎN U DİYÂNET: Din dindarlık, din ve din duygusu.
DÎNÂR: Bir altın liranın dörtte bir değerinde olan eski bir para.
DÎN-İ HAK: Hak din İslâmiyet.
DİRAYET: Zekâ, iktidar, beceriklilik. Akıl ve ilim yoluyla yapılan çözüm.
DİRHEM: 1. Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü. 2. Gümüş para.
DİVAN: Arap şiiri, Divan-ı Arab, Arab’ın şiir külliyatı.
DÛN: 1. Alçak, aşağılık. 2. Aşağı. 3. Altta.
DÜBB-İ ASGAR: Küçük ayı (yedili yıldız grubu).
DÜBB-İ EKBER: Büyük ayı (yedili yıldız grubu).
DÜLDÜL: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hz. Ali’ye verdiği beyaz at.
DÜSTÛR: Kânun, kaide, kural, esas.




E Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


EAMM: Daha geniş, pek şümullü, en umumî.
EÂZIM: Büyükler, ulu kişiler.
EB: Baba, ata.
EBB: Kuru ot, taze ot. Mera, otlak, çayır.
EBEDÂ: Ebedî olarak, ebediyyen.
EBEDÎ: Devamı, sonu olmayan. Ezelînin zıddı.
EBED-ŞÜMÛL: Ebedî içine alan.
EBEVEYN: Ana-baba.
EBRÂR: İyiler.
EBSÂR: "Basar"ın çoğulu. Gözler, görme hassaları.
EBTER: 1. Eksik, tamamlanmamış. 2. Dölsüz, çocuğu olmayan kimse.
EBU’L-BEŞER: İnsanlığın atası. Hz. Âdem.
EBU’L-HAYR: İyilik babası.
ECÂNÎB: Ecnebîler, yabancılar.
ECEL-İ KAZÂ: Tehlikeye uğramak suretiyle gelen ecel.
ECEL-İ MÜSEMMÂ: Allah tarafından tayin edilmiş ömrün sonunda gelen ecel.
ECİR: 1. Karşılık, ücret. 2. İyi bir amelin karşılığı olarak verilen manevî mükâfat.
ECR U MESUBÂT: Karşılık ve mükâfat. İyi amele karşılık Allah tarafından ahirette verilen sevap.
ECR U SAVÂB: Yapılan bir şeyin karşılığı olarak verilen ücret ve sevab.
ECR: Yapılan bir iş karşılığında verilen ücret.
ECRÂM U ECSÂM: Cansız varlıklar ve cisimler.
ECRÂM-I SEMÂVİYYE: Gök cisimleri, yıldızlar.
ECSÂM-I MUHTELİFE: Muhtelif cisimler.
ECSÂM-I SAKÎLE: Ağır cisimler.
ECSÂM-I SELÂSE NAZARİYESİ: Üç cisim nazariyesi.
ECZÂ: Cüzler. 1. Eczacılıkta kullanılan maddeler. 2. Bir kitabın parçaları. Kur’ân-ı Kerim’in cüzleri.
EDÂ: 1. Ödeme, verme. 2. Zamanında yerine getirme. 3. Tarz, üslûp.
EDÂ-İ EMANET: Emaneti yerine getirme.
EDAT: 1. Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.
EDEB-İ KUTSÎ: Kutsî edeb, iyi ahlâk.
EDEB-İ UBUDİYYET: Kulluk edebi.
EDGÂS U AHLÂM: Karışık rüyalar.
EDİLLE: Deliller.
EDİLLE-İ AKLİYYE: Aklî deliller.
EDİLLE-İ HAKK: Hak deliller, gerçek deliller.
EDİLLE-İ KÂTIA: Kesin deliller.
EDİLLE-İ ŞER’İYYE: Şer’î deliller; Kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret dört delil.
EDİLLE-İİ İLMİYYE: İlmî deliler.
EDNÂ: Pek aşağı, en alçak.
EDVÂR: Devirler, çağlar.
EDYÂN-I BÂTILA: Bâtıl dinler. Hak olmayan dinler.
EDYÂN-I MÜNZELE: Allah tarafından gösterilen dinler.
EDYÂN-I SEMAVİYYE: Semavî dinler. Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm dinleri.
EF’ÂL: Fiiller, işler.
EF’ÂL-i İBÂD: Kulların işleri.
EF’ÂL-İ KULÛB: Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça’da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi) .
EFDÂL: Daha faziletli, en faziletli.
EFLÂK: 1. Felekler, gökler. 2. Her gezegene ait gök tabakaları.
EFRADINI CÂMİ AĞYÂRINI MANİ: Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.
EFSANE: Masal, destan, mitoloji.
EHAD: Bir, tek. Allah’ın sıfatlarından.
EHÂDÎS-İ ŞERİFE: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in söz, hareket ve ikrarlarından meydana gelen hadis-i şerifler.
EHADİYYET: Birlik. Allah’ın her bir şeyde kendilerine ait sıfatı. Her şeyde birliğinin tecellisi.
EHAKK: Çok haklı, daha haklı.
EHASS: 1. En has, en özel. 2. En bayağı.
EHASS-I MAKSAT: En özel maksat.
EHL U İYÂL: Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu aile efradı ve diğer kimseler.
EHL: 1. Sahip, malik, 2. Maharetli, usta. 3. Bİr yerde oturan. 4. Karıkocadan herbiri.
EHL-İ BEYT: Hz. Muhammed (s.a.v)’in ailesi, hane halkı, (Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin) .
EHL-İ BİD’AD: Dinde olmadığı halde sonradan çıkan şeylere uyanlar.
EHL-İ DİRÂYET: Zeka, bilgi, tecrübe ehli.
EHL-İ EHVÂ: Heva ehli, arzu ve isteklerine tabi olanlar.
EHL-İ İCTİHAD: Müctehid olan kişi, içtihad ehli.
EHL-İ İMAN: İman ehli.
EHL-İ İNSÂF: Merhametli, adil olanlar.
EHL-İ KARYE: Köylü, köy halkı.
EHL-İ KİTAP: Allah’ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar.
EHL-İ KÜFR: İnkârcılar.
EHL-İ SALİB: Haçlılar, hıristiyanlar.
EHL-İ SUFFE: Suffe ehli ki bunlar, Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin sofasında kalırlar ve burada Hz. Peygamber’den dni öğrenirlerdi.
EHL-İ SÜNNET: Hz Muhammed (s.a.v.)’in yolunda gidenler, sün-nîler.
EHL-İ ZİMMET: İslâm devletinin himaye ve tabiiyyetinde bulunan hıristiyanlar.
EHLULLÂH: Allah’a itaat eden, Allah’ın sevdiği kimse, velî.
EHREMEN: Zerdüştîlerin inandıkları, kötülük ve karanlık tanrısı, şeytan, dev.
EHVEN-İ SIRREYN: İki gizliden en zararsızı.
EHVEN-İ ŞERR: Şerrin en hafif olanı.
EİMME: İmamlar.
EKÂLİM: İklimler, memleketler, ülkeler.
EKALLİYET: Azınlık, azlık.
EKÂNİM-İ SELÂSE: Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs’ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu’l-Kudüs üçlüsü.
EKBER: En büyük.
EKL: Yemek.
EKMEL: En mükemmel, eksiği olmayan, en olgun.
EKREMÜ’L-EKREMÎN: Cömertlerin en cömerdi. Çok kerim, çok cömert olan Allah.
ELFÂZ: Sözler.
ELFÂZ-I GARÎBE: Şaşılacak, tuhaf sözler.
EL-FURKAN: Kur’ân-ı Kerim.
EL-HAKK: 1. Gerçeğin ta kendisi, tam doğrusu. 2. Allah.
ELHÂN: Nağmeler, besteler.
ELHÂN-I TAYYİBE: Güzel nağmeler, güzel sesler.
EL-HÜDÂ: Hidayet, Kur’ân-ı Kerim.
ELVÂH: Levhalar, tablolar.
ELVÂN: Renkler, çeşitler.
EL-YEVM: Bugün.
EMÂN: 1. Eminlik, korkusuzluk. 2. Aman dileme. 3. Şikayet. 4. Rica.
EMÂNET-İ İLÂHİYYE: İlâhî emanetler.
EMİR, EMR: Buyruk.
EMN: Eminlik, korkusuzluk.
EMNİYYET-İ KÂMİLE: Tam güven, tam itimat.
EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER: Dinin iyi gördüğü şeyleri emretmek ve kötü gördüğünden sakındırmak.
EMR-İ Bİ’L-MA’RUF: İyiliği emretmek.
EMSİLE: Misaller, örnekler.
EN’ÂM: Davar, koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar.
ENBİYA: Peygamberler, nebîler.
ENE: Ben, benlik.
ENE’L-HAKK: "Ben hakkım" anlamına gelen ve ilk defa Hallac-ı Mansûr tarafından söylenen söz.
ENFÂL: "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur’ân-ı Kerim’in 8. Sûresi.
ENFÜS: "Nefs"in çoğulu. Canlar, ruhlar.
ENFÜSÎ: Nefsî, nefiste meydana gelen, ferdî zihne ait bulunan, subjektif.
ENSÂR: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Medineli arkadaşlarından olan ve muhacirlere yardım eden ashabı.
ENVÂ: Türler, çeşitler.
ENVÂ-I VÂHİDE: Bir çeşitten olma.
ERBÂB-I HALL-U AKD: Halife seçmeye yetkili olan kişiler. Medine halkının ileri gelenleri.
ERBÂB-I HASENAT: İyilik sahipleri.
ERCAH: Daha üstün, en üstün.
ERDÂN: "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.
ERHÂM: 1. Kadınlardaki çocuk yatağı, rahimler. 2. Akrabalar.
ERHAM: Çok merhametli, çok acıyan.
ERKÂN: Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler.
ERVÂH: Ruhlar.
ERVÂH-I HABÎSE: Kötü ruhlar.
ERZEL-İ ÖMÜR: İhtiyarlığın sonları, bunaklık günleri.
ESAHH: Çok sahih, en doğru.
ESÂTİR: Efsaneler, masallar.
ESATÎR-İ EVVELÎN: Eskilerin masalları.
ESBÂB: Sebepler.
ESFEL-İ SÂFİLÎN: Cehennemin en alt tabakası, aşağının aşağısı.
ESHÂB VE ETBA: Sahabeler ve tabiin.
ESHÂB: Mümin olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’i gören ve mümin olarak ölen müslümanlar. (Bak: ASHAB) .
ESHÂB-I EYKE: Şuayb Peygamberin gönderildiği kavim.
ESHÂB-I HİCR: Salih Peygamberin gönderildiği kavim.
ESLÂF: "Selef"in çoğulu. Eskiler, yerlerine geçilmiş kimseler.
ESLÂF-I MÜFESSİRÎN: Eski müfessirler, geçmiş müfessirler.
ESLAH: En salih, en iyi, en uygun.
ESMÂ: Adlar, isimler.
ESMÂÜ’-HÜSNÂ: Allah’ın güzel isim ve sıfatları.
EŞBÂH: Benzeyenler, nazirler.
EŞCÂR: "Şecer"in çoğulu. Ağaçlar.
EŞHURU’L-HAC: Hac ayları. Şevval, Zilkade ve Zilhicce’nin ilk on gününden ibaret olan cem’an 70 gün İslâm’dan önce de Araplar bu günlerde Kâbe’yi ziyaret ederlerdi.
EŞHURU’L-HURUM: Haram aylar. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları. İslâm’dan önce Araplar bu aylarda savaş yapmayı haram sayarlardı.
EŞRÂF: Soylulular, şerefliler.
EŞRÂR: Şerliler, kötüler.
EŞRÂT-I SAAT: Kıyamet alâmet-leri.
ETFÂL: Çocuklar.
EVÂMİR U NEVÂHÎ: Emirler ve yasaklar.
EVÂMİR-İ CİHÂD: Cihad emirleri.
EVÂMİR-İ İLÂHİYYE: İlâhî emirler.
EVÂMİR-İ SÂBIKA: Eski emirler.
EVHÂM: Vehimler ve hayaller. Kuruntular ve gerçek dışı şeyler.
EVLÂ VE EFDÂL: Daha iyi ve daha faziletli.
EVLÂ VE ESLÂH: En iyi ve en uygun.
EVLÂ: Birinci, başta gelen. En iyi.
EVLİYA: Velînin çoğulu. Allah’ın ermiş kulları.
EVLİYÂ-YI UMÛR: İş başında olan kimseler.
EVSÂF U ŞERÂİT: Vasıflar ve şartlar.
EVSAF: Vasıflar, özellikler.
EVSAT: Orta.
EVVEL U ÂHİR: Önce ve sonra.
EVVELEN: Evvelâ, birinci olarak.
EYTÂM VE ERÂMİL: Yetimler ve dullar.
EYYÂM EN MA’LÛMAT: Bilinen günler.
EYYÂM: Günler.
EYYÂM-I MA’DÛDÂT: Sayılı günler; Ramazan ayının bütün günleri.
EYYÂM-I NAHR: Kurban Bayramı’nın ilk üç günü.
EYYÂM-I TEŞRİK (Eyyâmü’t-teşrik): Kurban Bayramı’nın ilk gününden sonraki üç gün.
EZELİYET: Başlangıcı olmama. Ezeliyeti Müş’ir: Başlangıcı bildiren.
EZMÂN: Zamanlar, vakitler.
EZMİNE: Zamanlar, çağlar.
EZ-ZİKR: Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri.



F Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


FÂCİR: 1. Fücûr sahibi, fena huylu. günahkâr.
FÂDIL-FÂZIL: Faziletli, fazilet sahibi, erdemli.
FADL-FAZL: İyilik, fazilet, erdem.
FAHR: Övgü, şeref, böbürlenme.
FAHR-İ KÂİNAT: Kâinatın övgüsü, şerefi; Hz. Peygamber (s.a.v.) .
FAHŞÂ: 1. Meşru olmayan cinsel ilişki, fuhuş. 2. Zekatı az verme, tamahkârlık. 3. Akla ve ahlâka uygun olmayan söz ve iş.
FÂİL: 1. İşleyen, yapan. 2. Te’sirli, etkili.
FÂİL-İ MUHTAR: İstediğini yapmakta serbest olan.
FAKR: Fakirlik, yoksulluk, züğürtlük.
FÂRİĞ: 1. Vazgeçmiş, çekilmiş. 2. Rahat, âsûde. 3. Boş, işini bitirmiş, işsiz.
FARÎZA: 1. Allah’ın emri, farz, vacip, gerek, vazife. 2. Mirasçılardan her birine şer’an düşen hisse, pay.
FART-I İZDİHAM: Fazla kalabalık.
FÂRUK: Haklıyı haksızı ayırmakta pek mahir olan. Hz. Ömer’in sıfatlarından biri.
FARZ: 1. İslâmiyette mazeret olmadıkça yapılması mecburi olan, terkedilmesi günah sayılan Tanrı buyruğu. 2. Zarurî, lüzumlu.
FARZ-I AYN: Kişinin bizzat yapması gereken farz. Herkese farz olan.
FARZ-I KİFÂYE: Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.
FASÂHAT: Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.
FÂSIK: Allah’ın emirlerini tanımayan, günah işleyen.
FÂSILA: 1. Aralık, ara, bölme. 2. Ayıran, bölen, Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin sonları.
FÂSİD-FÂSİDE: 1. Kötü, fena, yanlış, bozuk. 2. Münafık, fesad çıkaran.
FASL: 1. Ayrıntı, ayırma, kesinti, bölüm. 2. Halletme, neticelendirme, kesip atma.
FÂTIR: Yaratan, yaratıcı.
FAZÂİL: İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel huylar.
FAZİLET: İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, iyi huy, erdem.
FAZL U İHSÂN: Cömertlik ve bağışta bulunmak.
FAZL U KEREM: Bilginlere, faziletli kişilere yaraşır olgunluk ve cömertlik.
FAZL U RAHMET: Faziletli kişinin lütfu, merhameti ve acıması.
FAZL: 1. Fazla, ziyade, artık, bâki. 2. Fazlalık, üstünlük.
FAZL-I AZÎM: Büyük değer, temelde var olan büyük meziyet.
FEBİHÂ: Ne alâ, ne güzel.
FECR: Fecir; sabaha karşı güneş doğmadan önce, ufkun aydınlığı, tan yerinin ağarması.
FECR-İ SADIK: (Hakiki fecir) şafak sökme.
FEDA: 1. Gözden çıkarma, uğruna verme. 2. Kurban.
FEHVÂ: Mânâ, anlam, mefhum, kavram, hüküm.
FELÂH: Kurtuluş, selâmet, onma, mutluluk, kutluluk.
FELÂK: 1. Tan zamanı. 2. Sabah aydınlığı.
FELÂSİFE: Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar, âlimler, bilginler.
FELEK: 1. Gökyüzü, sema. 2. Âlem, dünya. 3. Talih, kader.
FELEKİYYÂT: Gök ve heyet ilmine ait şeyler, astronomik.
FENA: 1. Yok olma, yokluk. "Beka"nın zıddı. (Tasavvufta maddî varlıktan sıyrılıp hakka ulaşma). 2. İyi olmayan, kötü.
FERÂŞE: Pervane (gece kelebeği).
FERC: 1. Aralık, yarık, çatlak. 2. Dişilerde üreme organı, avret.
FERİK: 1. İnsan topluluğu, cemaat. 2. Askerî kolordu kumandanı. 3. Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik.
FERMAN: Emir, buyruk, padişah tarafından verilen yazılı emir.
FERMAN-I İLÂHÎ: Allah buyruğu.
FERŞ: 1. Döşeme, yayma. 2. Yayılan şey. 3. Seccade, hasır, 4. Yeryüzü, kır, sahra.
FESAD: Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık.
FESH: Bozma, bozulma, dağıtma, dağılma, yürürlükten kalkma.
FETÂNET: Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik.
FETH: 1. Açma, açılma. 2. Bir yeri savaşla ele geçirme.
FETH-İ MÜBİN: Açık ve parlak zafer.
FETİŞ: Sahibine uğur getirdiğine ve tabiatüstü özellikler taşıdığına inanılan nesne veya hayvan.
FETRET: 1. İki peygamber veya padişah arasında peygambersiz veya padişahsız geçen zaman. 2. İki vakıa arasındaki zaman.
FETTAH: 1. Zafer kazanmış, üstün gelmiş. 2. Fetheden, açan. 3. Kullarının kapalı işlerini açan, Cenab-ı Hakk.
FETTAN: 1. Fitne ve fesada teşvik eden, ayartan. 2. Cazibeli, gönül alıcı, oynak kadın.
FEVÂHİŞ: 1. Kötülükler. 2. Fahişeler, kahpeler.
FEVÂİD: Faydalar, menfaatler, kârlar, kazançlar.
FEVC: Bölük, takım, cemaat.
FEVERAN: 1. Kaynama, galeyân etme. 2. Damar, vurma, su fışkırtma.
FEVK: Üst, üst taraf, yukarı (maddî-manevî) .
FEVKALÂDE: Âdetin üstünde, duyulmadık, görülmedik, olağanüstü.
FEVKA’L-BEŞER: İnsanüstü.
FEVKA’T-TABİA: Tabiatüstü.
FEVREN: Çarçabuk, birden bire.
FEVT: 1. Bir daha ele geçmemek üzere kaybetmek, elden çıkarma, kaçırma, 2. Ölüm.
FEVZ: Galiplik, zafer, üstünlük, selamet, kurtuluş.
FEVZ-İ AZÎM: Büyük kurtuluş, büyük selamet, büyük başarı.
FEY’: Savaşta elde edilen mal ve ganimet.
FEY’ÜZ GANÂİM: Savaşta elde edilen mallar ve ganimetler.
FEYYAZ: Feyiz, bereket ve bolluk veren. Allah.
FEYZ: 1. Suyun taşıp akması. 2. Bolluk, fazlalık, gürlük. 3. İlim, irfan.
FEZÂ’: Korkma, dayanamama, ümitsizlik.
FEZÂ: Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği.
FEZÂİL: Faziletler, meziyetler, üstün özellikler.
FEZÂİL-İ MÜTENEVVİA: Türlü hüner, marifet ve meziyetler.
FEZLEKE: Hülâsa, netice, özet.
FIKH-I HANEFİ: Hanefî fıkhı.
FIKH-I İSLÂM: İslâm fıkhı.
FIKIH-FIKH: 1. Bir şeyi anlayıp bilme, 2. Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer’î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi.
FIRAK: 1. Tümenler, alaylar, bölükler. 2. Partiler. 3. Takımlar, kalabalıklar, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılan mezhepler.
FIRAK-I İSLÂMİYYE: İslâm fırkaları, mezhepleri.
FIRKA: 1. İnsan kalabalığı grubu. 2. Tümen.
FIRKA-İ NÂCİYYE: Selâmet yolunu bulmuş, müslüman grubu.
FISK U FÜCÛR: Sefahet ve günaha batma.
FISK: 1. Hak yolundan çıkmak, Allah’a karşı isyan etmek. 2. Sefahete dalma, ahlâksızlık, gü-nahkârlık.
FITRA: Fitre: Ramazan’da bölünmeden verilmesi şer’ân vacip olan fıtr, sadaka.
FITRAT: Yaratılış, huy, tabiat, mizaç.
FITRAT-I MUHAMMEDİYE: Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huyu, yaratılışı.
FÎ EMRİLLÂH: Allah’ın emrinde.
FÎ SEBİLİLLAH: Allah yolunda, karşılık beklemeksizin.
FÎ: 1. İçinde – de. 2. Tarih bildirir.
FİDÂ: Bir esiri kurtarmak için verilen şey, fidye.
FİDYE: Can kurtarma karşılığı verilen akçe vesaire.
FİİL-Fİ’L: 1. İş, kâr, amel, zamanla ilgili olup mânâya yol açan kelime. 2. Eylem.
FİKR: 1. Fikir, düşünce. 2. İdrak, 3. Zihin, akıl. 4. Hatır.
Fİ’L-İ HAKİKİ: Gerçek eylem, hakiki fiil.
Fİ’L-İ İHTİYÂRİ: Yapılıp yapılmaması insanın kendi seçimine bağlı olan fiil.
Fİ’L-İ KAVLÎ: Kavli fiil, sözle yapılan eylem.
FİRÂK: 1. Ayrılık, ayrılma. 2. Hüzün, keder, sıkıntı.
FİRÂSET: 1. Anlayışlı, çabuk seziş, 2. Binicilik, at yetiştirme bilgisi. 3. Yiğitlik, mertlik.
FİRÂŞ: Döşek, yatak, şilte, hasır, halı.
FİR’AVN: Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen ünvan. 2. Tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Musa’nın mücadele ettiği Mısır hükümdarı. 3. Çok kibirli, gururlu ve inat adam, Firavn.
FUAD: Kalp, yürek, gönül.
FUHŞ: 1. Haddini aşma. 2. Kötülük, namusa aykırı hareket.
FUHŞ-U KELÂM: Edep ve terbiye dışı söz.
FUKAHÂ (Fakih): Fakihler, İslâm hukukçuları, Fıkıh âlimleri.
FUKARA: Fakirler, yoksullar.
FUKARA-İ MÜSLİMÎN: Müslüman fakirler.
FUKARA-İ SÂBİRİN: Sabreden, dayanan, oruç açmayan fakirler.
FURKAN: 1. Hak ile batılı ayırmak, iyi ile kötüyü ayırd etmek. 2. Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri.
FUSÛL: 1. Fasıllar, mevsimler. 2. Bölümler, kısımlar.
FÜLÂN: Belirsiz bir şey, filan.
FÜNÛN: 1. Nev’iler, çeşitler, sınıflar, tabakalar. 2. Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler.
FÜNÛN-I TABİİYYE: Tabiat ilminin çeşitleri.
FÜRS Ü RÛM: İran ve Anadolu.
FÜRS: 1. Farslılar, Fars milleti. 2. Eski İran.
FÜRÛ’: Dallar, budaklar, ayrıntılar.
FÜTUHÂT: Fetihler, zaferler.
FÜTÛR: Zayıflık, gevşeklik, bezginlik, endişe.



G Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler




GADDÂR: Hain, zalim.
GÂDİR: Gadreden, hıyanet eden, fenalık eden.
GADR: Hainlik, vefasızlık, zulüm, merhametsizlik, haksızlık.
GAFLET: Gafillik, boş bulunma, dalgınlık, ihtiyatsızlık.
GAFÛR: Çok bağışlayan, çok affeden. (Allah’ın adlarından biri) .
GAİT: 1. İnsan pisliği, necaset, 2. Çukur yer, düz ve geniş yer.
GALAT: Yanlış, yanılma.
GALEBE-İ İLMİYYE: İlmî üstünlük.
GALÎZ: Çirkin, terbiye dışı, kaba, ağır.
GALLE: 1. Gelir, varidat, küçük kasa. 2. Zahire, mahsul, ekin.
GAMGÜSÂR: Gam ve kederi def eden, teselli veren.
GAMMAZ: "Gamz"dan. İftiracı, fitne koğucu. Birine iftira ederek zarar veren kimse.
GAMZE: 1. Göz kırpma, gözle işaret, Nâz ile bakma, süzgün bakış. 2. Çene veya yanak çukurluğu.
GANÎ: 1. Zengin, 2. Muhtaç olmayan. 3. Bol, fazla.
GANÎMET: Savaşta düşmandan alınan mal.
GÂR: Mağara.
GARAM: Aşk, sevda, şiddetli arzu.
GARANİK OLAYI: (Bak: Necm Sûresi) .
GARAZ: Maksat, gaye, niyet.
GÂR-İ HIRA: Hıra mağarası.
GARÎZA: Yaratılıştan olan, huy.
GARK: Batmak, suda boğulmak.
GARÛR: Aldatan, aldatıcı.
GÂSIK: Gece, karanlık.
GAYB: 1. Gizli olan, gözle görülmeyen şey. 2. Belirsiz, bilinmeyen şey.
GAYBET (Gıybet): 1. Kaybolma. 2. Aleyhinde bulunma, arkasından söyleme, çekiştirme dedikodu yapma.
GÂYETÜ’L-GÂYE: En son derecede, hedeflenen son amaç.
GAYR-İ FITRÎ: Fıtrî olmayan. Doğuştan olmayan.
GAYR-İ MUNSARİF: Cerr ve tenvin kabul etmeyen isim.
GAYR-İ MÜSLİM: Müslüman olmayan.
GAYZ U KÎN: Hiddet ve kin.
GAYZ: Hiddet, öfke, hınç.
GAZA: Din uğrunda kâfirlere karşı yapılan savaş, cihad.
GILAF: Kılıç, kın, muhafaza.
GILL U GIŞŞ: Şüphe ve tereddüt, kararsızlık. Kin ve hile. Hiyanet ve düşmanlık.
GILMÂN: Hizmet gören delikanlılar. Köleler, esirler.
GITÂ: Örtü, örtülecek şey.
GİL: Kil, çamur, balçık.
GİRÂN: 1. Ağır, sakil. 2. Fenâ, kokmuş. 3. Bıktırıcı, usandırıcı.
GİRİFTÂR: 1. Tutulmuş, esir, yakalanmış. 2. Düşkün.
GİRİZGÂH: 1. Kaçacak yer, melce, 2. Giriş.
GUBÂR: Toz.
GUBÂR-ÂVER: Toz götüren. Tozkoparan.
GUBÂR-I HÜZÜN: Üzüntü dalgası, üzüntü tozları.
GUFRAN: Mağfiret, bağış.
GULŞEN U GÜLZÂR: Gül bahçesi ve gül tarlası.
GUNNE: Şeddeli "nun" ile şeddeli "mim"in teğanni ile okunması.
GURBET: 1. Gariplik, yabancılık. 2. Yabancı memleket, yabancı diyar, vatan dışı, yâdel.
GURFE: Oda, çadır, çardak, cumba.
GURRE: 1. Parlaklık, aklık. 2. Atın alnındaki beyazlık. 3. Arabi ayın ilk günü.
GURUB: Batma, batış.
GURUB-İ ŞEMS: Güneşin batışı.
GUZÂT: Gâziler. Düşmanla savaşmış İslâm askerleri.
GÜRÛH: Cemaat, bölük, takım, topluluk, çete.




H Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler




HABÂİS: Kötülükler, kötü şeyler.
HABÂSET: Kötülük, alçaklık, fenalık.
HABB-HABBE: 1. Tane, tohum, 2. Parça.
HABER-İ SÂDIK: 1. Doğru haber. 2. Peygamberimizin sözü, hadis.
HABÎB: Sevgili, dost.
HABİB-İ HÜDÂ: (Hüdâ’nın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.).
HABÎB-İ KİBRİYA: Kibriyanın sevgilisi. Hz. Muhammed (s.a.v.).
HABİBULLAH: (Allah’ın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.).
HABÎS: Kötü, alçak, pis.
HABL: İp, urgan, halat.
HABLÜ’L-METİN: Sağlam ip. İslâ-miyet, Kur’ân-ı Kerim.
HABT: İptal etme, bozma, bozulma.
HACALET: Utanma, utangaçlıkla şaşırma.
HACCAC: 1. Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî’nin ünvanı. 2. Delil ile galip olan.
HÂCET: İhtiyaç, gereklilik.DEF-İ HÂCET: Abdest bozma.ARZ-I HÂCET: Eksiğini, isteğini bildirme.
HACR: 1. Men etme, yasak etme. 2. Kucak, oğuş, himaye.
HACR-I TAHRÎM: Haramı yasaklamak.
HADD: 1. Sınır. 2. Gerçek değer. 3. Şeriatçe verilen ceza.
HADD-İ TAM: Tam sınırında, derecesinde, kıvamında.
HADES: 1. Yeni olma, sonradan olma. 2. Abdesti tazelemeyi gerektiren şey, manevî pislik.
HÂDİ: 1. Hud’a yapan, hileci, aldatıcı. 2. Fena, bozuk.
HÂDÎ: Hidayet eden, doğru yolu gösteren, mürşit.
HADİS: Peygamberimizin sözü.
HÂDİSÂT: Yeni olan şeyler, olaylar.
HÂDİSÂT-I ACÎBE: Şaşılacak, garib olaylar.
HÂDİSE: Yeni olan, sonradan olan şey, olay.
HADİS-İ KUDSÎ: Mânâsı Allah tarafından vahyedilen, lafzı Peygamberimize ait hadis.
HAFA: Gizlilik, kapalılık.
HAFAYA: Gizli şeyler, sırlar.
HAFAZA: 1. Muhafızlar, koruyucular, bekçiler. 2. Koruyucu melekler.
HÂK İLE YEKSAN: Toprakla bir yıkık, harap, yerle bir.
HÂK: Toprak.
HAKAİK: Hakikatler, gerçekler.
HAKAİK-İ SÂBİTE: Değişmez hakikatler.
HAKAMEYN: İki hakem: Sıffîn vak’asında Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında hakem seçilen Amr b. Âs ile Ebu Musa el-Eş’arî.
HAKAYIK: Hakikatler, gerçekler.
HAKEM: Bir işte karar vermeye yetkili kişi.
HAKÎKAT: 1. Bir şeyin aslı, mahiyeti. 2. Gerçek, doğru. 3. Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz.
HAKÎM: 1. Âlim, bilgin. 2. Doktor. 3. Hikmeti bilen, filozof. (Allah’ın isimlerinden) .
HÂKİM: Hakim, yargıç, hüküm veren, hükmeden, hükümran olan, üstün olan.
HAKÎM-İ MUTLAK: Allah. KİTAB-I HAKÎM: Kur’ân.
HÂKİMİYET: Hakimlik, üstünlük, egemenlik.
HAKİR: İtibarsız, değersiz, önemsiz.
HAKK: Doğruluk, insaf, hak. (Allah’ın isimlerinden biri) .
HAKK-I MÜDAFAA: Savunma hakkı.
HAKK-I MÜKTESEB: Elde edilmiş hak.
HAKK-I ŞİRB: İçme, hayvan veya tarla için su olma hakkı.
HAKKU’L-YAKÎN (HAKKE’L-YAKÎN): Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.
HAKŞİNASLIK: Doğruyu, hakkı tanımak.
HALÂL: 1. Dostluk. 2. İki nesne arası açık olmak.
HALÂS: Kurtulma, kurtuluş.
HALASKÂR: Kurtarıcı.
HALÂVET: 1. Tatlılık, şirinlik. 2. Zevk.
HALEF: Birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse, ardıl.
HALET: Hal, suret, keyfiyet.
HALET-İ İHTİZAR: Can çekişme hali, sakınılacak hal.
HALET-İ NEZİ’: Ölüm hali, sekarat-ı mevt.
HALF: Yemin etmek.
HALHAL: Kadınların ayak bileklerine taktıkları altın veya gümüş halka, ayak bileziği.
HÂLIK: Yaratan, yaratıcı. (Allah’ın isimlerinden) .
HALÎL: 1. Dost. 2. Zevc, koca.
HALÎME: Yumuşak huylu kadın. (Peygamberimizin süt annesinin adı) .
HÂLİS: Hilesiz, katkısız, duru.
HALK: Yaratma, yaratılma.
HALK-I CEDÎD: Yeniden yaratılış.
HALK-I DÜ CİHAN: İki cihanın halkı, ölüler ve diriler.
HALT: 1. Karıştırma. 2. Uygunsuz söz söyleme.
HALVET: 1. Yalnız kalma, tenhaya çekilme. 2. Tenha yer, ibadet için tenha hücre.
HÂM: Çiğ, olmamış.
HAM: Eğri, bükülmüş.
HAMD Ü ŞÜKRAN: Allah’ı minnet ve şükranla övme.
HAMD: 1. Övgü, medh. 2. Allah’a şükran hislerini bildirmek.
HAME: 1. Yük. 2. Ana karnındaki çocuk.
HAME: Balçık, çamur .
HAMEİN MESNUN: Değişken balçık.
HÂMÎ: Himaye eden, koruyucu.
HAMÎD: Allah’ın adlarından.
HÂMİD: Hamd eden, şükreden. (Hz. Muhammed (s.a.v.)’in lakabı.) .
HAMİE: Balçıklı, çamurlu.
HÂMİL: 1. Yüklü. 2. Gebe.
HÂMİLE: Gebe kadın.
HÂMİŞ: Mektubun altına ilave edilen yazı, hâşiye, dipnot.
HAMR: Şarap.
HAMÛLE: 1. Yük. 2. Gemi yükü.
HANEDAN: Kökten asîl ve büyük aile, ocak.
HANİF: İslâmiyetten önce Allah’ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim dinine bağlı olan kimse.
HÂRÂBAT: Harabeler, viraneler, meyhaneler. (Ziya Paşa’nın meşhur antolojisi).
HARABE: Şehir ve ev yıkıntısı, virane.
HARBÎ: 1. Harble ilgili. 2. Savaş yerinde bulunan ve müslüman olmayan kimse. 3. Anlaşma yapılmamış düşman. 4. Tüfek doldurma âleti.
HAREC: 1. Darlık, sıkıntı, zorluk. 2. Günah.
HAREM: 1. Girilmesi serbest olmayan yer. 2. İhrama girilen yerden itibaren Kâbe’ye doğru olan kısım.
HAREM-İ ŞERİF: Kâbe ve civarı.
HARİKULÂDE: Olağanüstü, eşi görülmemiş.
HARS: 1. Tarla sürmek. 2. Yarmak. 3. Ekin, kültür.
HASÂNET: Bir bina veya yapının sağlamlığı.
HASB: Göre, nazaran, gereğince.
HASBE: Kızamık hastalığı.
HASBE’L-ÂDE: Âdet gereği, alışıldığı gibi.
HASBE’L-BEŞERİYE: İnsanlık gereği.
HASBETEN LİLLAH: Allah rızası için.
HASEB: Baba tarafından gelen soyluluk, asalet.
HASED: Haset, kıskançlık, çekememezlik.
HASENÂT: İyilikler, güzel işler.
HASENE: İyilik, güzel iş.
HASF: Yere batma, ışığı sönme.
HÂSIL: Husûle gelen, peyda olan, çıkan, üreyen.
HÂSILA: Bir işten elde edilen sonuç.
HÂSIL-I KELAM: Sözün özeti.
HÂSİD: Haset edilen, kıskanç.
HÂSİR: 1. Hasret çeken, meramına kavuşamayan. 2. Zarar görmüş.
HASÎS: 1. Nekes, cimri. 2. Alçak, değersiz.
HASLET: Tabiat, huy, yaratılış.
HASR: 1. Sıkıştırma. 2. Etrafını çevirme, mahsus kılma, tahsis etme.
HASR-I EVKAT: Bütün vakitlerini o işe verme.
HASR-I NEFS: Kendini o işe adama.
HASSA ORDUSU: Hükümdarın kendine mahsus ordusu.
HÂSSE: Bir şeye mahsus olan kuvvet, duygu.
HAŞERAT: 1. Küçük böcekler; Karınca, akrep, yılan gibi hayvancıklar. 2. Değersiz ve zararlı adamlar.
HAŞÎN: Katı, sert, kırıcı, kaba.
HÂŞİR: Toplayan, bir araya getiren.
HAŞİYE: Dipnot.
HAŞR Ü NEŞR: Toplayıp dağılma, haşir neşir.
HAŞR: 1. Toplama. 2. Ölüleri diriltip mahşere çıkarma. 3. Kur’ân’-ın 59. sûresi.
HAŞYETULLAH: Allah korkusu.
HATA: 1. Yanlış, yanılma. 2. Günah.
HÂTEM: Mühür.
HATEMÜ’L-ENBİYA: Peygamberlerin sonuncusu: Hz. Muhammed (s.a.v.).
HÂTİM: 1. Mühürleyen, mühürleyici. 2. Bitiren, sona erdiren.
HÂTİME: Son, nihayet.
HATT: 1. Çizgi. 2. Satır. 3. Yazı.
HATT-I KUR’ÂN: Kur’ân yazısı.
HAVÂİC: İhtiyaçlar.
HAVÂRİYYÛN: Hz. İsa’nın oniki kişiden ibaret olan ashabı.
HAVASS: 1. Hasseler, duyular. 2. Muhterem ve seçkin kişiler.
HAVASS-I HAMSE: Beş duyu. (Görme, tatma, işitme, dokunma, koklama) .
HAVÂYİC-İ ASLİYE: Aslî ihtiyaçlar.
HAVF VE RECA: Korku ve ümit.
HAVF: Korku, korkma.
HÂVİ: İhtiva eden, içine alan, şâmil, içeren.
HÂVİYE: Cehennemin yedinci katı, en şiddetli yeri.
HAVL: 1. Sene, yıl. 2. Etraf, çevre. 3. Kuvvet, kudret.
HAYA: 1. Utanma, sıkılma. 2. Ar, namus, edeb. 3. Günahtan kaçınma.
HAYAT: Dirilik, canlılık.
HAYAT-I BÂKİYE: Ölümsüz hayat.
HAYAT-I BEŞER: İnsan hayatı.
HAYAT-I FÂNİYE: Geçici hayat.
HAYLİ: Oldukça. Epeyce.
HAYR Ü ŞER: İyilik ve kötülük.
HAYR: İyi, faydalı, hayırlı.
HAYRET: Şaşma, şaşırma, ne yapacağını bilmeme.
HAYRHAH: Hayır sahibi.
HAYRÜ’L-BEŞER: İnsanların hayırlısı Hz. Muhammed.
HAYRÜ’N-NÂS: İnsanların hayırlısı.
HAYSİYYET: Şeref, onur, itibar, değer.
HAYSİYYET-İ EBEDİYYE: Edebî itibar.
HAYT: İplik, lif, tel.
HAYT-İ ESVED: Siyah iplik, fecir zamanı yavaş yavaş silinen gecenin karanlığı.
HAYTÜ’L-EBYAZ: Beyaz iplik, fecir zamanı, ufukta bir çizgi şeklinde beliren ve giderek artan sabah ağartısı.
HAYY: 1. Diri, canlı. 2. Allah’ın isimlerinden.
HAYYE ALE’L-FELÂH: Toplanıp felaha gelin, haydin felaha.
HAYYE ALE’S-SALAH: Toplanıp namaza gelin, haydin namaza.
HAYYÜ’L-KAYYÜM: Her an diri olan, yöneten, düzenleyen.
HAYZ VE NİFAS: Aybaşı hali ve lohusalık.
HAYZ: Kadınlarda aybaşı hali akıntısı.
HAZER: Sakınma, kaçınma, korunma, çekinme.
HAZF: Aradan çıkarma, kaldırma, giderme, silme, gizli tutma.
HÂZIRA: 1. Şehirli. 2. Bir yere yerleşmiş. 3. Medeni.
HÂZIRÛN: 1. Meydanda, gözönünde olanlar. 2. Hazır olanlar.
HAZÎNE: Hazine, devlet malının saklandığı yer.
HEBA: 1. Toz, zerre. 2. Boş, nafile.
HEBÂEN MENSÛRA: Boşuna harcanarak.
HEDEF: Maksat, amaç.
HEDER OLAN: Boşa giden.
HEDER: Boşa gitme, yok yere giden şey.
HEDİY: Beytullah için getirilen kurbanlar.
HEDY: Harem-i şerife götürülen kurban.
HELÂK: 1. Mahvolma, ölme. 2. Harcanma. 3. Çok yorulma.
HEMŞİRE: Kız kardeş.
HENDESE: Geometri.
HERC Ü MERC: Alt üst, karmakarışık, allak bullak.
HERDEM: Her zaman, daima.
HEREM: 1. İhtiyarlama, kocama. 2. Mısır ehramlarından biri.
HETK-İ HÜRMET: Saygının ortadan kalkması. Şer’an haram olanın bozulması.
HEVÂ: 1. Heves, istek, arzu, sevgi, hoşlanma. 2. Nefsanî zevklere uyma.
HEVÂ-İ NESÎM: Latif hava. Mâne-vî gıda.
HEVAMM: 1. Böcekler, haşereler. 2. Yılan, pire, akrep gizli zararlı hayvanlar.
HEVÂPEREST: Meşru olmayan lezzet ve heves peşinde olan.
HEVDEC: Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.
HEY’ET: 1. Şekil, suret. 2. Görünüş. 3. Durum.
HEY’ET-İ İCTİMAİYYE: Toplantı heyeti, sosyal durum.
HEZL: 1. Eğlence, alay, şaka. 2. Latife. 3. Mizah.
HIDK: Öç almak için kin besleme.
HIFZ: Saklama, koruma, ezberleme.
HIFZISSIHHA: Sağlığı koruma.
HIKD: Kin tutma, öç almak için fırsat bekleme.
HINZIR: 1. Domuz 2. Pis ve katı yürekli kimse.
HIRMAN: Mahrumluk, ümitsizlik.
HIRZ: 1. Sığınak. 2. Nazar boncuğu, nazar duası. 3. Tılsım.
HISÂL: Huylar, mizaçlar, karekterler.
HIŞM: Kızgınlık, öfke, gazap.
HITBE: 1. Okunmuş. 2. Söz kesilmiş, nişanlı kız veya kadın.
HIYAR: 1. Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik. 2. Hayırlılar, iyiler.
HİBE: Bağışlama bağış.
HİCAB: 1. Utanma, sıkılma. 2. Perde, hail, engel.
HİCRÂN: 1. Ayrılık. 2. Unutulmaz acı keder.
HİCRET: 1. Memleketten memlekete göç. 2. Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti, Miladın 622. senesi.
HİCRET-İ SENİYYE-HİCRET-İ NEBEVİYYE: Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göçü.
HİCV: Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek.
HİCVİYYE: Hicv sözü veya yazısı, taşlama.
HİDAYET: Hak yola, doğru yola erme.
HİDAYET-İ İLÂHİYYE: İlâhî hidayet, Allah’ın doğru yola erdirmesi.
HİKMET: 1. Hakimlik, bilgelik. 2. Sebep. 3. Felsefe.
HİKMET-İ İLÂHİYYE: Allah’ın hikmeti, yalnız O’nun bileceği iş.
HİKMET-İ TEŞRİ: Kanun yapma hikmeti. Allah’ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.
HİLAF: 1. Karşı, zıt. 2. Yalan.
HİLÂFET: 1. Birinin yerini tutma. 2. Peygamberin vekilliği, halifelik.
HİLÂFETEN: 1. Birinin yerine geçerek. 2. Halife olarak.
HİLAF-I EDEB: Terbiye ve ahlâka aykırı.
HİLÂL: Yeni ay.
HİL’AT: Elbise, kaftan.
HİL’AT-İ RİSALET: Peygamberlik elbisesi.
HİLF: Yardımlaşma, ittifak, sözleşme.
HİLKAT: 1. Yaratılış. 2. Tabiat.
HİLKAT-İ ÂDEM: İlk insanın yaratılışı.
HİLKAT-İ ARZ: Dünyanın yaratılışı.
HİLL: 1. Hilal. 2. Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı.
HİLM Ü HAYÂ: Yumuşaklık ve utanma duygusu.
HİLM: Yumuşaklık, insanın tabiatında olan yumuşaklık duygusu.
HÎN: An, zaman, vakit, sıra.
HİRFET: Sanat, meslek.
HİSAB: Hesap, saymak, aritmatik.
HİSAL-HISAL: Huylar, tabiatlar.
HİSAR: 1. Kuşatma, etrafını alma. 2. Etrafı istihkamlı kale, bent.
HİSS: Duyma kuvveti, duygu.
HİSSE: Pay, nasip.
HİSSEDÂR: Pay, hisse sahibi.
HİSS-İ KABLELVUKU: Önsezi.
HİSSÎ: His ile, duygu ile ilgili, duygusal.
HİSSİYYAT: Duygular, sezişler.
HİTAB: Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk.
HİTAB-I ÂM: Umuma hitap, bir topluluğa söyleme.
HİTAB-I EZELÎ: Başlangıçsız, çok eski söz.
HİTÂM: 1. Son, nihayet. 2. Bitme, tükenme.
HİTÂN: 1. Sünnet, sünnet etme. 2. Duvarlar, engeller.
HİZB-HİZİB: 1. Kısım, bölük. 2. Taraftar. 3. Kur’ân cüzünün dörtte biri.
HOD BE HOD: Kendi kendine, kendi başına.
HOD: 1. Kendi. 2. Baş zırhı.
HODGÂM: Bencil, egoist, kendini beğenmiş.
HUB: Güzel, hoş, iyi.
HUBB: Sevgi, muhabbet.
HUBB-İ DÜNYA: Dünya sevgisi.
HUBS: 1. Pislik. 2. Kötülük.
HUCCÂC: Hacılar.
HUCCET-HÜCCET: 1. Vesika, delil, senet. 2. Tanınmış bilginlere verilen ünvan.
HUD’A: Aldatma, oyun hile.
HUDÂ: Allah, yaratıcı.
HUDDAM: Hizmetçiler.
HUDUD: Sınırlar, hudutlar.
HUDÛS: Sonradan olma.
HUFFAZ: Ezberleyiciler, Kur’ân’ı ezbere bilenler.
HUKUK: 1. Haklar. 2. Hakikatler. 3. Kanunların verdiği hak.
HULASA: Bir şeyin, bir sözün özü, özeti.
HULÂSA-İ KELÂM: Sözün özeti.
HULD AZABI: Ahiratteki ebedî azab.
HULD: 1. Sonu olmayan. 2. Ebedî devamlı.
HULF: Verdiği sözü tutmama, yemininde durmama.
HULK: Huy, tabiat.
HULKUM: Boğaz, gırtlak, ağızdan mideye giden yol.
HULÛD: Ölmezlik, süreklilik, devamlılık.YEVM-İ HULÛD: Kıyamet günü.
HULÛM: 1. Rüyalar, hülyalar. 2. Düş azması.
HULÛS: Halislik, saflık, gönül temizliği.
HULÛS-İ NİYET: Halis, samimi niyet.
HUMS: Beşte bir.
HÛN: 1. Kan, dem. 2. Öldürme, öc.
HUNEFA’: "Hanif"in çoğulu. Allah’ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar.
HURAFAT: Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler.
HURAFE: Uydurma hikâye ve rivayet.
HURDE: Değersiz şey, kırıntı.
HUREMAT – HURMÂT – HURUMAT: Haram olan şeyler, dince yasak olan şeyler.
HURÎ: 1. Cennet kızı. 2. Sevgili.
HURÛC: Çıkma, çıkış, dışarı çıkma. YEVM-İ HURÛC: Kıyamet günü.
HURÛF: Harfler.
HURÛF-İ HECA: Alfabe harfleri.
HURUF-İ MUKATTAA: Bazı surelerin başında bulunan ve ayrı ayrı okunan harfler.
HURUM: Haramlar, dince yasak, olanlar.
HUSUS: İş, şekil, yol, konu.
HUŞÛ: 1. Gönül alçaklığı, tevazu. 2. Korku ile sevgi arası durum, saygı.
HUTAME: Cehennemin adlarından biri, cehennemin beşinci tabakası.
HUTUT: 1. Çizgiler. 2. Yazılar. 3. Yollar.
HUZUR: 1. Hazır bulunma. 2. Rahat.
HÜCCET: 1. Vesika, delil. 2. Seçkin âlimlere verilen ünvan.
HÜCCETÜ’L-İSLÂM: İmam Gazali’nin lakabı.
HÜCEYRE: 1. Küçük delik, oyuk. 2. Odacık, hücrecik.
HÜCRE: 1. Odacık, göz. 2. Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.
HÜDA: 1. Doğru yol gösterme. 2. Hidayet etme. 3. Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri.
HÜKEMA: Hakîmler, bilginler, filozoflar.
HÜKM-HÜKÜM: Yargı, emir, komuta.
HÜNSA: 1. Kendisinde hem erkeklik hem dişilik alâmeti bulunan kimse. 2. Aynı çiçekte erkeklik ve dişiliğin bulunması.
HÜRRE: Cariye veya esir olmayan kadın.
HÜSN Ü KUBUH: Güzellik ve çirkinlik.
HÜSN: Güzel, iyi, güzellik, iyilik.
HÜSNA: En güzel.
HÜSN-İ AKİBET: Netice güzelliği.
HÜSN-İ DİLÂRÂ: Gönül alıcı güzellik.
HÜSRAN: 1. Zarar, ziyan. 2. Beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı, mahrumiyet acısı.
HÜVE: 1. O. 2. Allah.
HÜVE’L-BÂKÎ: Bâkî kalan Allah’tır.
HÜZN-HÜZÜN: Gam, keder, sıkıntı.




I Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler




IBARE Beyan etmek, açıklamak.
IBB (C.: E’bâ) Yük dengi, ağır yük.
IBLIK Erkek.
IBT (Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı.
ICAN Kubl ile dübür arası. * Ahmak kimse.
ICAZ İnat etmek.
ICRE Başına tülbent sarmak. * Besili ve semiz olmak.
ICRİM Kısa boylu bodur adam.
IDA’ Bir şeyi birbiri ardınca yapmak.
IDAA (Bak: İdaa)
IDAD Hazırlamak. * Ses, sada.
IDAD Isırmak. * Geçinmekte darlık, maişet zorluğu.
IDAE Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak.
ID’AF Zayıf etmek, zayıflamak. * Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak.
IDAFE Misafir edinmek. * Ulaştırmak. * Tâbi olmak, uymak.
IDAKA Darlık vermek.
IDAT (Bak: Izat)
IDBAB Yaş olmak, ıslanmak. * Kin tutmak.
IDCA’ Yatırmak.
IDCAC Çağırmak, çağırtmak.
IDCAR Gönül kırmak. Iztırab vermek. Darıltmak.
IDD (C.: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su. * Çokluk, kesret.
IDFE Ondan elliye varana kadar olan erkekler. * Kıt’a. * Akşam vakti.
IDGAN Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak.
IDGAS Karıştırmak. * Otu eliyle tutamlamak.
IDHA’ Kuşluk vaktine girmek.
IDHAK Güldürmek. Güldürülmek.
IDHİYAN Nurlu, ruşen, parlak.
IDİN Dağılmış, perâkende olmuş.
IDK (C.: Adâk-Uduk) Hurma salkımı.
IDL Yük dengi, misil, eşit.
IDLA’ Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak.
IDLAL (İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak.
İDLÂLİYYÂT İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur’ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler.
IDMAME (C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk.
IDNA’ Hastalığın hastayı zayıflatması.
IDRAR Zarar vermek. * Avret üstüne avret almak, evli iken bir daha evlenmek.
IDRİC İbrişim kilim.
IDTIBA’ Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri.
IDTICA’ Yan yatmak.
IDTIGAN Ayağıyla kendi kendine vurmak.
IDTIHAD Zulmetmek, cefâ vermek.
IDTILA’ Kuvvetlendirmek.
IDTIMAR İnce belli, karınsız olmak.
IDTIRAB Deprettirmek, hareket ettirmek. Izdırap.
IDTIRAM Ateş yakılmak. * Şule vermek, ışıklandırmak.
IDVA’ Azık yapmak.
IDVE (C.: Udât) Yüksek yer. * Dere kenarı.
IFA’ Devekuşunun yeleği. * Devenin yükünün çok olması.
IFAS Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri.
IFDAC (C.: Ufâzic) Semiz, besili hayvan. * Yumuşak nesne.
IFLIK Eski çalgılardan birinin adıdır.
IFRAT Davarın alın saçı. * İnsanın ense saçı.
IĞLAK (Bak: İğlâk)
IĞRAZ (Bak: İğraz)
IĞVA (Bak: İğva)
IH Deveyi çökertmek için kullanılır sestir. * Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder.
IHAFE Korkutmak.
IHAZE (C.: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer. * Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer.
IHBAS İfsad etmek. Bozmak. * Yaramazlık öğretmek.
IHBAT Huşu ve tevazu’ etmek, alçak gönüllülük yapmak.
IHDAC Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması.
IHDAR Kendini gözlemek. * Bir yerde durmak, ikâmet.
IHDI Deve çöktü.
IHDILAL Yaş olmak, ıslanmak. * Ağacın budak ve yapraklarının çok olması.
IHDIRAR Yeşillik.
IHFAK Gazâda ganimet malından pay almamak. * Avcıların av yakalayamaması.
IHFAS Çirkin olmak.
IHLA’ Çıkarmak.
IHLA’ Hâli etmek, boşaltmak.
IHLAD Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak. * Geç ihtiyarlamak.
IHLAF Su aramak. Yerine halef etmek. * Kılıç çıkarmak için elini uzatmak.
IHLAK Elbise eskimek veya eskitmek.
IHLAL Terketmek.
IHLAMAK Ih diyerek deveyi çökertmek. * Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermek.
IHLAMUR Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç. * Ihlamur ağacından yapılmış.
IHLİVLAK Eskimek. * Bulutun gökyüzünü kaplaması.
IHMAD Ateşi söndürmek.
IHMAL Saçak yapmak.
IHMAR Gizli etmek, saklamak.
IHN Boyalı sof kumaş. * Renkli yün.
IHN-İ MENFUŞ Didilmiş kumaş. Hallac edilip atılmış renkli yün.
IHNA’ İfsad etmek, bozmak. * Yaramaz söz söylemek.
IHRAB Viran etmek, harabe haline getirmek.
IHRIVVAT Uzamak.
IHRİNMAS Sükut etmek, susmak.
IHRİT İsmi işitilmeyen bitki.
IHSA’ Irak etmek, uzaklaştırmak.
IHSA’ Haya çıkarmak.
IHSAR Noksanlaştırmak, eksiltmek.
IHSAS Yaramaz iş yapmak.
IHŞÎŞAN Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak.
IHTA’ Hatâ etmek, yanılmak.
IHTİBA’ Gizlenmek, örtünmek.
IHTİBAR İmtihan ve tecrübe etmek.
IHTİDAB Boyamak.
IHTİDAD Otu köküyle birlikte biçmek.
IHTİDAM Hizmet etmek.
IHTİLA’ Ot biçmek.
IHTİLA’ Çıkarmak.
IHTİLAB Aldatmak.
IHTİLAC Seğirtmek, koşmak. * Hareket etmek.
IHTİLAK Yalan olmak. * Muhtaç olmak.
IHTİLAL (İhtilal) Halel vermek, zarar vermek. * Muhtaç olmak.
IHTİLAS Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak.
IHTİMAM Ev süpürmek.
IHTİMAR Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek.
IHTİNAS Kırılmak. * İkiye bükülmek, iki kat olmak.
IHTİRA’ Vücud vermek, icad.
IHTİRAF Cem’etmek, toplamak.
IHTİRAK Kat’etmek, kesmek.
IHTİRAM Eksilmek, noksanlaşmak. * Kesilmek.
IHTİRAT Kılıç çekme.
IHTİSAM Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
IHTİSAR Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak.
IHTİTAF Sür’atle ahzetmek, çok hızlı almak.
IHTİTAN Sünnet olmak.
IHTİTAT Sakal bitmek. Yer tutmak. * Hatla işaret koymak.
IHTİVA’ Kendini aç bırakmak.
IHTİZA’ Parça parça edip taksim etmek. * Kat’etmek, kesmek.
IHTİZAL Kesilmek. * Ayrılmak.
IHTİZAN Sırrı gizlemek.
IHVE-İ MÜTEFERRİKÎN Ana baba bir veya yalnız ana bir yahut da yalnız baba bir erkek kardeşler. (Müennesi: “Ahavat-ı müteferrikat’tır)
IKAB Azap, mihnet.
IK’AD Yüksek bir yere çıkarmak. * Oturtmak.
IKAK Tırnaklı hayvanların gebeleri.
IKAL İkl, bağ, bend. * Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel. (Bak: Sâhib-üt tac)
IKAM şiddetli harpler. * Yaramaz huylu.
IK’AR Derinletmek, derinleştirmek.
IKD İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey. * İnci dizecek iplik. * Hurma salkımı.
IKFAL Kilitlemek.
IKHÂR Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma.
IKHÂR-I DÜŞMEN Düşmanın kahrolması.
IKKA Çocukların doğduklarında mevcut olan saçı.
IKLAB Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek.
IKLAL Azaltılma, azaltma.
IKLÎD (C.: Akalîd) Anahtar, miftah.
IKLİM Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt’a ve her bir memleketi.
IKMA’ Gelen bir kimseyi geri döndürme. * Birisini aşağılama.
IKMAH Enaniyet ve azametle kafa tutma.
IKMAR Ayın doğmasını bekleme.
IKMAS Suya daldırıp çıkarma.
IKNAS Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma.
IKNAT Allah’a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah’a yalvarma. * Namazda kıyamı uzatma. * İnkisar etmek.
IKSÂ Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma.
IKSÂ-YI ÂMÂL Emel ve isteklerinden uzaklaştırma.
IKSAM Kasem etme, and içme, yemin etme.
IKSAR Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme.
IKSAT Hakkâniyet, doğruluk gösterme.
IKTA’ (Kat.’dan) Delil göstererek susturma. * Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi. * Maktuan ihâle.
IKTAAT (Iktâ. C.) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi.
IKTAR Damlatma, damlatılma.
IKTIDA Tâbi olma. Uyma.
IKTIDAEN Uyarak, ıktıda ederek, tâbi olarak.
IKTİFA’ (Kafa. dan) Arkasından gitme, izinden gitme.
IKTİFAEN İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek.
IKVA’ Ev boşalmak. * Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması.
IKVAL Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek.
IKVÂLİYYÂT Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar.
IKY Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi.
IKYAN Halis iyi altın. * İnci parçası.
ILAB Boyunda olan uzun nişan.
ILAC Bir şeyi yerinden alıp gidermek.
ILAKIYE Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş.
ILAT (C.: Alât) Devenin boynuna takılan ip.
ILBA’ (C.: Alâbâ) Boyun siniri.
ILC (C.: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan. * Yabani eşek. * Acem küffarından bir erkeğin adı.
ILGAM Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık.
ILGAMAK At başıboş olarak dörtnala koşması.
ILGAR Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın. * Başıboş hayvanın dörtnala koşması.
ILGARCI Akıncı.
ILGIDIR Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir.
ILGIMSALGIM Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık.
ILHİZ Büyük kene.
ILICA Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.
ILIK Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış.
ILK (C.: Alâk) Kurumak. * şarap, hamr. * Her nesnenin iyisi.
ILK Sakız. * Ağızda çiğnenen şey.
ILKA Kişinin göbeğine dek olan gömlek.
ILKİD Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın. * Katı yoğurt.
IMYA (IMİYYÂ) Görmeyerek, düşünmeyerek.
INAK Kucaklaşıp sarılma, muânaka.
INAN (C.: Aınne) Atın dizgini.
INAS Kızın büluğ çağına vardıktan sonra evlerinde evlenmeden çok durması.
INİZ Cimâa kadir olmayan erkek. * Cimâdan safâlı olmayan avret.
INNÎN İktidarsız, güçsüz, âciz.
INTİYAN Yiğitlik evveli.
IR t. Nağme, ezgi, basit türkü. * Ahenk, terâne.
IRA Karakter, seciye.
IRA’ Mıknatıs.
IRAB Tazı. * Yükrek at.
IRABET Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat.
IRAFET Kethüdâlık, reislik. Ululuk, şereflilik.
IRÂK Dicle nehrinden aşağı Basra’ya kadar Şat Suyu’nun iki tarafı olan memleket. * Su kenarı. * Kökler, asıllar, bünyadlar. * Uzak.
IRÂK-I ACEM (Acem Irakı) Tar: Irak’ın Dicle nehrinden başlayarak İran sınırındaki yüksek dağlık mıntıkaya kadar uzanan bölgesine Osmanlılarca verilen ad.
IRÂK-I ARAB Arap Irak. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Bağdat’ın kuzeyine kadar uzanan topraklara Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen isim.
IRAKA (Bak: İrâka)
IRAKÎ (Irâkiyye) Irak halkından, Iraklı. * Irak’a ait.
IRAN Evin uzak olması. * Mıh, çivi. * Mızrak. Süngü.
IRAS Devenin başını ayağına bağladıkları ip.
IRDA’ (Bak: Irzâ’)
IRDAM Üzüm veya hurma salkımı olan budak.
IREM Irmak kenarı. “* Su bendi. * Dere, vâdi. * Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur. * Gözsüz köstebek. * Kemikten etin suyunu almak.
IRGAF Hızla yürüme, hırsla bakma.
IRGAT (Rumca) Rençber, işçi. * Yapı işçisi. Amele. * Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat.
IRIP Balık tutmak için atılan büyük ağ.
IRK Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar.
IRK-I AHMER Kızıl derili.
IRK-I ESVED Siyah derili, zenci.
IRK-ÜZ-ZEHEB Altınkökü denilen bir nebat.
IRKIY (Irkıyye) Irkla ilgili, ırka âit.
IRKÎL Belâ. Zahmet, meşakkât. * Çok güç nesne.
IRMAK Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir.
IRMİS Büyük taş. * Kuvvetli ve dayanıklı deve.
IRNÎN Kaş tarafında burun ucu. * Her nesnenin evveli.
IRRİS Arslan yatağı.
IRS Koca ile karıdan her biri. * Nâmus.
IRSÎ Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk.
IRTIR Yerinden ayrılmak.
IRV (C.: Arâ) Cemaat, topluluk.
IRZ Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet. * Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları.
IRZA Çayırlık, çimenlik. Otu bol olan yer.
IRZÂ’ Emzirmek veya emzirilmek.
IRZÂ-İ ETFAL Çocukların emzirilmesi.
IRZÂ-İ GAYR-İ MÂDERÎ Çocuğu hayvan sütüyle besleme.
IRZÂ-İ MÂDERÎ Çocuğu ana sütüyle besleme.
IRZAL Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak. * Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot.
IRZİM Sağlam, sert ve dayanıklı. * Şiddetli toplayıcı.
IS (Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik. * Ses. * Sâhib. Mâlik. * Efendi.
IS’AB Güç. Çetin bulmak. Güçleştirmek. Zorlaştırmak.
ISABE (C.: Asâib) Cemaat, topluluk. * Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı. * Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık.
IS’AD Yukarı çıkarmak. Yükseltmek. * Mekke-i Mükerreme’ye gitmek. * İnbikten geçirmek.
ISADET Avlatmak.
ISAGA Kuyumculuk yapma. * Eritilmiş maddeleri kalıba dökme.
ISAHA Kulak verip dinleme.
ISALET Hamle yapmak. * Ulaşmak.
ISAM Göze çekilen sürme. * Kırba bağı. * Kırba örtüsü.
I’SAR Ayağını kaydırıp yere yıkmak.
IS’AR Enaniyet ve kibirle surat asma.
I’SAR Hafif esen rüzgâr.
I’SAR Fakir olmak. * Güç olmak, zor olmak.
ISARE Çadır kazığı. * Çadır ipi.
ISARET Meylettirmek, eğmek.
IS’AS Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak. * Karanlığın açılması. * Bulutun yere yakın olması. * Peşinden gitmek.
ISATA Seslenme, ses çıkarma.
ISBA’ Tulu etmek, meyletmek.
ISBAH Seher vakti. Sabah vakti. * Gafil olmamak. Uyanıklık.
ISBAR Sabrettirmek.
ISBI’ (Usbu’-Asba’-Asbi’) Parmak.
ISDA’ (Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses.
ISDAD Men’etmek, engel olmak, geri döndürmek.
ISDAK Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma.
ISDAR (Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme. * Deveyi sudan geri döndürmek. * Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek.
ISFA’ Arındırılmak. Hâli olmak.
ISFAK Kapıyı örtmek. * El ile bir nesneye erişmek.
ISFİRAR Sararmak. Sarı olmak.
ISFİRAR-I AYN Gözün sararması.
ISFİRAR-I EVRAK Yaprakların sararması.
ISFİRAR-I ŞEMS Güneşin sararmış gibi görünüşü.
ISGA’ Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma. * Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme. * Meyl etmek. * Eksiltmek.
ISGAR (Sagir. den) Hakir ve hor görme. * Küçültme.
ISHA’ Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması.
ISHAB Yoldaşlık yapmak.
ISHAM Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi.
ISHAR (Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat olma. Damat edinme. * Ulaşmak. * Erimek.
ISHÎRAR Ot kurumak.
ISKA (Bak: İska)
ISKAÇA Gemi direğinin ayaklığı.
ISKALARA Gemi arması merdiveni. * Harp gemilerinin sol taraflarındaki merasim merdiveni.
ISKALARİYA Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar.
ISKAPARMA İtl. Bir gemiyi toptan kiralama.
ISKARÇA İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi.
ISKARMOZ Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara dikine sokulmuş tahta çiviler. * Bir cins küçük balık.
ISKARSO İtl. Yelkenleri doldurur dik rüzgâr. * Geminin götürü olarak kiralanması.
ISKARTA Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal.
ISKAT Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak. * Silmek. * Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka.
ISKAT-I CENİN Kadının çocuk düşürmesi.
ISKAT-I SALÂT Ölmüş bir kimsenin kılmadığı namazlar yüzünden hâsıl olan günahını giderir ümidi ile verilen sadaka.
ISKOTA İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip.
ISKUNA ing. İki direkli bir nevi yelkenli gemi.
ISLA’ Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak.
ISLAH İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. S.)
ISLAH-I HÂL Kendi halini ıslah etme, düzeltme.
ISLAH-I ZÂT-ÜL BEYN Aralarındaki kırgınlığı kaldırarak iki kişiyi barıştırma.
ISLAHAT Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler.
ISLAHAT-I ADLİYE Adli ıslahat.
ISLAHAT-I ASKERİYE Askerlikte yapılan ıslahatlar. Askerî ıslahat.
ISLAHAT-I MÜLKİYE İdarede yapılan düzeltmeler, yenilikler.
ISLAHATPERVER Islahat taraftarı, ıslahatı seven.
ISLAHEN Islah ederek, düzelterek.
ISLAHHANE Tar: San’at mekteblerine önceleri verilen isim. * Islah evi.
ISLAHÎ (Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı.
ISLAHPEZİR Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti olan.
ISLÎ’ Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan.
ISLİHMAM Ayak üstüne durmak.
ISLÎT Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç.
ISMAM Şişenin ağzını tıkama. * Sağırlaştırma, duymaz hâle getirme.
ISMARLAMA Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan.
ISMAT Susturma, susturulma, sükut ettirme.
ISMİ’LAL Muhkem olmak, sağlam olmak. * Otların birbirine dolaşmaları.
ISNA’ Yardım etme, yardımda bulunma.
ISNAKAT El darlığı. * Men’etmek, engel olmak.
ISNAN Israr etme, inat etme, ayak direme. * Gücenme, darılma. * Gururlanma, kibirlenme.
ISPARÇANA Halatın üzerine sarılmış olan ip. * Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri.
ISPARMACA Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması.
ISPAVLİ Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim.
ISPAZMOZ Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme.
ISR Ahd. Sözleşme. Yemin. * Kulakta küpe deliği. * Şiddetli ahkâm ve teklifler. * Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ.
ISRAH Medet yetişmek, yardım gelmek.
ISRAM Derviş olmak.
ISRAR Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek.
ISTABL Ahır.
ISTABL-I ÂMİRE Saray ahırı.
ISTABL-I HÂS Padişahın atlarına mahsus ahır.
ISTAFLÎN Havuç.
ISTAHAR Havuz, küçük göl. Su birikintisi.
ISTAM Kepçe.
ISTIAD Yükseğe çıkma, terfi etme.
ISTIBAB Dökülme. * Damardan kan fışkırması.
ISTIBAG Boyanma.
ISTIBAR Sabretmek. * Kısas almak.
ISTIDAM İki şeyin birbirine şiddetli çarpması.
ISTIFA Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. * Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek. * Seçmek. Ayıklamak.
ISTIFAF Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama.
ISTIFA-GERDE f. Seçilen. Seçilmiş bulunan.
ISTIHAB Saklama, gizleme. * Dostluk kurma. * Konuşma, musâhabe etme.
ISTIHAM Ayak üstüne dikili durmak.
ISTIKAK Tokuşmak.
ISTILA Ateşte ısınma.
ISTILAH Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime. * Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
ISTILAHAT Istılahlar. İlmî tabirler.
ISTILAHÎ Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik.
ISTILAM Kesme, koparma.
ISTINA’ Seçme, intihab, ayırma. * Adam seçme. * İyilik etmek. * İş işletmek.
ISTINA-İ SIDDIK Sâdık dost seçme.
ISTIRAH Yardım isteme, istimdat.
ISTIRAM Hürmet etme, saygı gösterme.
ISTIYAD Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek.
ISTIYAF Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak.
ISVA’ Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma.
ISVEDE Küçük bir böcek adı. * Kuvvetli.
IŞÂ’ Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit. * Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman.
IŞÂÂN Akşam ile yatsı.
IŞAEYN Akşam ile yatsı zamanı.
IŞAR Birlikte geçinmek. Muâşeret etmek.
IŞAR (Aşerâ. C.) On aylık hamile develer.
IŞAYA (Işâ. C.) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar.
IŞİR (C.: Aşâr) Çanak çömlek parçaları.
IŞK (Bak: Aşk)
IŞKA Sarmaşık adı verilen bir bitki.
IŞKÎ İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır.
IŞTIN Toprak kandili.
ITABE İyi etmek. * Hoş kokulu etmek.
ITAF Kaftan.
ITAK Hürriyet. * Kuvvet. * şiddet.
ITAK-ÜT TAYR Yırtıcı kuşlar.
ITAKA Güç etmek, zorlaştırmak.
IT’AM (Bak: İt’âm)
ITAM İdrar zorluğu, idrar tutukluğu.
ITAR (C.: Utur) Dudak kenarı. * Elin kasnağı. * Diğerlerini ihâta eden nesne.
ITARE Uçurma, uçurulma.
ITAŞ (Atşân. C.) Susamış olanlar.
ITBAK Örtünmek. * Yürümek. * Değiştirmek. * (Bak: İtbak)
ITEH Ahmaklık, bunaklık.
ITER (Itret. C.) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler.
ITF Omuzbaşı.
ITFA’ Söndürmek.
ITFAK Maksadına eriştirme, gayesine vardırma.
ITFAL Kadının oğlanını getirmesi.
ITFET şefkat, merhamet. * Boncuk.
ITGA Azdırma, azdırılma.
ITK Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak. * Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet.
ITK-I MUALLAK Bir şarta talik suretiyle vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin kölesine “şu işi yaparsan hürsün” demesi gibi ki, köle o işi yapınca azad olur. (Ist. Fık. K.)
ITK-I MUZAF Bir zamana, bir vaktin girmesine veya çıkmasına izafe edilen ıtkdır. “Sen gelecek ayın başında hürsün.” denilmesi gibi ki, o ayın başında ıtk hadisesi vücuda gelir. (Ist. Fık. K.)
ITK-I MÜNECCEZ Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmaksızın derhal vuku bulan ıtkdır. Bir kimsenin memluküne hitaben “seni azad ettim.” demesi gibi ki, onunla köle derhal hürriyetine kavuşur. (Ist. Fık. K.)
ITK-I MÜŞTEREK İki veya daha fazla kimsenin, mâlik oldukları bir köleyi azad etmeleridir.
ITK ALÂ MAL Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna “Itk alâ cu’l” da denir. (Ist. Fık. K.)
ITKAN (Bak: İtkan)
ITKNAME Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika.
ITL (C.: Atâl) Böğür.
ITLA’ Kokulu şeyler sürünmek. * Hevâiyata heves etme.
ITLA’ Tulu ettirmek, zuhur ettirmek, doğdurmak.
ITLAK Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek.(…Elbette mutlak ve muhit olan o ef’âlde iştirak muhaldir. İmkânı yoktur. Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıddır. Çünkü, ıtlakın mânası, hatta mütenahi ve maddi ve mahdut bir şeyde dahi olsa, yine istilâkârane ve istiklâldarane etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Meselâ: Hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar. Ş.)
ITLAK-I İNAN Dizginini salıverme. Başıboş bırakma.
ITLAK-I LİSAN Ağzına geleni söylemek. Çok serbest ve kolay konuşmak.
ITLAK-I YED Hayır işleme.
ITLAL Havâle olma, birşey üzerine yüklenme. * Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme.
ITLIHAH Gözden yaş akma, ağlama.
ITLINSA Çok fazla terleme.
ITMAH Yukarı bakma, gözü yukarı dikme.
ITMAL Mahvetme, perişan etme.
ITMAS Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek.
ITNA’ Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak.
ITNAB Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı)
ITNAB-I MAKBUL Bahsi iyice anlatmak için lüzumlu olan sözün uzatılması.
ITNAB-I MÜMİLLE Lüzumsuz olarak sözü uzatmak, usanç verecek şekilde uzatmak.
ITNABE Gölgelik, sâyeban. * Keman teli, keman kirişi.
ITNAN Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma.
ITR Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey. * Yaprakları güzel kokulu bir bitki.
ITRA’ Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek.
ITRAB (Tarab. dan) şevke getirme, keyiflendirme.
ITRAD Bir kimseyle birlikte bahse girişme.
ITRAH (Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma.
ITRAK Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak.
ITRAR Kandırmak, igra.
ITRET Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt. * Gerdanlık. * Güzel kokulu şey.
ITRÎ Itra mensub, ıtır gibi kokan. * Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa’dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi 25 eseri olduğu söylenir. Osmanlı padişahı IV. Mehmed’in nedimlik ve esirler kethüdalığında bulunmuştur. Vefatı Mi: 1711′dir. İstanbul’ludur. * Tezhib ıstılahlarındandır. Bir cins yaprak şekli. Bu şekil ıtr yaprağına benzediği için bu ismi almıştır.
ITRİF Habis, hilekâr, kötü, pis.
ITRÎH Devenin hörgücü.
ITRÎS Hiddetli, cebbar kimse. * Kuvvetli, dayanıklı deve.
ITRİYYAT (Itr. C.) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler.
ITRİYYE Erişte aşı.
ITRNAK f. Güzel ve hoş kokulu.
ITTILA’ (Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma. * Yukarıdan aşağı bakmak.
ITTILA Kokulu şeyler sürünme.
ITTILAAT (Ittılâ’. C.) Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar.
ITTILAK İnşirahlı olma, ferahlı ve sevinçli olma.
ITTIRAD İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile birbirini takib eden. Ritmik.
ITVAL Uzatmak. Uzatılmak.
ITYA’ Avdet etmek, dönmek.
IVAZ (Bak: İvaz)
IVEC (Bak: İvec)
IYADET Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek.
IYADETEN Hastaya hatır sorarak.
IYAF Gönül dönmek. * Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek. * Tiksinmek, iğrenmek.
IYAL Fık : Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler.
IYALULLAH Halk, insanlar.
IYAN (Bak: Ayân)
IYAZ Sığınma. İltica.
IYAZEN Sığınarak.
IYD (Bak: Îd)
IYŞ (Bak: Îş)
IZ (C.: Uzuz-A’zâz) Çok zekâlı kötü adam. * Dikenli ağaçların küçüğü.
IZA Nasihat, öğüt, vaaz.
IZAA Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek.
IZAET Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek.
IZ’AF Bir şeyin üstüne bir misli koyma. * Zayıflama.
IZAHET (C.: Izât) Dikenli büyük ağaç. * Yalan, sihir, bühtan.
IZAM (Bak: İzâm)
IZAT Yalan. Sihir. Bühtan. * Dikenli büyük ağaç.
IZAT (C.: Izât) Nasihat, öğüt.
IZAZ Berk muhkem yer.
IZAZAT Noksanlık.
IZBANDUT Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. * Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. * İri vücutlu, korkunç.
IZCA’ Yırtma. * Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma.
IZFAR Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama.
IZÎN (İze. C.) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde.
IZK (C. Azâk) Hurma salkımı.
IZLAK Süçtürüp kaydırma.
IZLAK-I AKDÂM Ayakların sürçüp kayması.
IZLAL (Bak: Idlâl)
IZLAL Gölgeli olma, gölgelendirme.
IZLAM Karanlık, zulmet. * Zulmetme, karanlıkta bırakma.
IZMAME (C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk.
IZMAR (İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek.
IZMAR-I GAYZ Kin saklama.
IZMAR-I KABL-EZ ZİKR Edb: Bir kelimenin zikrinden önce ona âit zamiri kullanmak.
IZNAN Bir kimseyi kabahatlı çıkarma.
IZRA’ Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak.
IZRAF Zarflamak. Zarfa koymak.
IZRAM Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme.
IZRAR Zarar vermek. Zarara uğratmak.
IZRAT Yellendirmek.
IZTICA’ Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme. * Yan üstüne yatma.
IZTILAM Koparmak. Kat’etmek, kesmek.
IZTIMAR Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme. * İnce belli olma.
IZTINA’ Sıkılma, utanma, kızarma.
IZTIRAB Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab.
IZTIRAB-ÂVER f. Iztırab veren, elem çektiren.
IZTIRABAT (Iztırâb. C.) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler.
IZTIRAM Saç ve sakala kır düşme. * Alevlenme.
IZTIRAR Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç.
IZTIRARÎ Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet.(Lisan-ı ıztırariyle bir duâdır ki; muztar kalan her bir ziruh kat’i bir iltica ile duâ eder, bir hâmi-i mechulüne iltica eder. Belki Rabb-i Rahimine teveccüh eder. S.)
IZTIRARİYAT (Iztırarî. C.) Mecburi olarak yapılan şeyler, mecburiyetler.İA’ $ Bir nesneyi kab içine koyup saklamak.





İ Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


İBÂD: Kullar.
İBÂDÜ’R-RAHMÂN: Allah’ın kulları.
İBÂHE: 1. Mübah olmak. 2. Ateş söndürme.
İBDÂ: 1. Meydana getirme. 2. Yaratma.
İBKÂ: "Bekâ"dan: Devamlı kılmak.
İBKÂM: Susturma, bir tartışmada ağız açamıyacak hale getirme.
İBN: Oğul.
İBNULLAH: Allah’ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa’ya İbnullah derler.
İBRÂ: Bağışlanma, temize çıkma, aklanma.
İBRET-ENGİZ: İbret verici.
İBTİDÂ: Başlangıç, baş taraf.
İBTİDÂ-İ KIRAAT: İlk okuma. Okumaya başlama.
İBTİLÂ: Belaya uğramak, musibete düşmek, kötü şeye düşkünlük.
İCÂBET: 1. Kabul etme. 2. Muvafakat etme.
İCÂD U İBDÂ: Yapma ve yaratma.
İ’CÂZ: 1. Aciz bırakma. 2. Mucize göstererek muhatabı cevap veremez duruma düşürme. 3. Aciz bırakma.
İCÂZ: 1. Sözü kısa söyleme. 2. Az sözle çok mânâ anlatma.
İCBÂR: Zorlama, cebretme.
İCL: Dana, buzağı.
İCMÂ: Dağınık şeyleri bir araya getirme, toplama.
İCMÂ-I ÜMMET: Büyük fakihlerin dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları.
İCMÂL: Kısaltma, ihtisar, özet.
İCTİMAGÂH: Toplantı yeri.
İCTİNÂB: Çekinme, sakınma.
İDÂRE-İ KELÂM: Sözü mümkün mertebe yürütmek, işi idare etmek.
İDDET: Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.
İDGÂM: Birbirine benzeyen iki harfi bir yazıp şeddeli okuma.
İDHÂL: Dâhil etme, içine alma.
İDLÂL: Dalâlete sokma, sapıtma.
İDLÂL-İ İLÂHÎ: Allah’ın kulu saptırması.
İDRÂK: 1. Anlayış, akıl edinme. 2. Yetişmek, erişmek. 3. Olgunlaşma çağını bulma.
ÎFÂ: 1. Ödeme, yerine getirme. 2. Bir işi yapma. 3. İş görme.
İFK: İftira, iftira ekmek, Hz. Aişe’ye yapılan iftira.
İFLÂH: Felâha, selâmete kavuşmak.
İFNÂ:: Mahvetmek, yok etmek.
İFRÂT: Haddi aşma, pek ileri gitme.
İFRÂZ: Bütünden parça ayırma. Bölme.
İFRÎT: Çetin cin, öfkeli insan.
İFTİTAH TEKBİRİ: Namaza başlama tekbiri.
İGÂSE: İmdada yetişmek, yardım etmek.
İĞFÂL: Yanıltma ve aldatma.
İĞTİSÂL: Gusletme.
İĞVÂ: Ayartma, baştan çıkarma.
İHÂTA: 1. Kuşatma, etrafını çevirme. 2. Geniş tam bilgi ve ihtisas.
İHDÂS: Ortaya çıkarma.
İHFÂ: Gizleme, saklama.
İHLÂL: "Halel"den bozma, sakatlama, kusurlu hale getirme.
İHLÂS: Samimiyet, doğruluk, riyasızlık. Kur’ân-ı Kerim’in 112. Sûresi.
İHMÂL: Mühlet verme.
İHRÂC: Çıkarmak.
İHRÂM: Hacıların giydikleri dikişsiz elbise.
İHRÂZ: Nail olmak, kazanmak, almak.
İHSÂN: 1. İyilik etme. 2. Bağış, bağışlama. 3. Sağlamlaştırma.
İHTİCÂC: Hüccet, delil göstermek.
İHTİDÂ: Hidayete ermek, İslâm olmak.
İHTİKÂR: 1. Haksız kazanç, aşırı kâr, vurgunculuk. 2. Hakarete katlanmak.
İHTİLAF: Ayrılma, ayrışma, çözülme.
İHTİLAF-I EDYÂN: Dinlerin ayrılıkları, farklı farklı oluşları.
İHTİLÂM: Düş azması, uyurken cenabet olma.
İHTİLÂT: Karışma, karışıp görüşme komplikasyon.
İHTİRAS: Bir şeyi fazla arzulama ve ona fazla düşkünlük.
İHTİRAZ: Sakınma, çekinme.
İHTİRÂZÎ: Çekinme, sakınma ile ilgili.
İHTİSAR: Kısaltma, icmâl etme.
İHTİSAS: Özellik kazanma, uzmanlaşma.
İHTİVA: İçine alma, içinde bulundurma, içerme.
İHTİYAR: Seçme, seçilme.
İHTİZÂZ: 1. Haz duymak, ferahlanmak. 2. Titreşim.
İHVAN: Kardeşler, arkadaşlar, aynı tarikata mensup olanlar.
İHYÂ: Diriltme, hayat verme.
İKÂB: Ceza, azap, cezalandırma.
İKAL: 1. Bağ. 2. Ayak bağı.
İKÂLE: 1. İki tarafın isteğiyle alışverişi bozmak. 2. Dememiş iken "dedim" diye iddia etmek.
İKÂME: Yerleştirmek, iskan etmek, vücuda getirmek.
İKÂMET: İmamlık, halifelik, önderlik.
İKÂNİYYE: Yakînî bilgiye tabi olanlar. Din ve bilginlerce ileri sürülen şeyleri delil aramaksızın doğru sayan anlayış.
İKLÂB: Çevirme, bir halden başka bir hale döndürme.
İKTİBAS: 1. Ödünç almak. 2. Bir kelimeyi, bir cümleyi veya bunların mânâlarını olduğu gibi alma, aktarma.
İKTİDÂ: Uymak, tabi olmak.
İKTİSAB: 1. Kazanma. 2. Tahsil etme. 3. Elde etme.
İKTİSÂD: Ekonomi. Toplumun tutumluluğu.
İKTİZA: 1. Lazım gelme, gerekme. 2. İşe yarama, yararlık.
ÎLÂ: 1. Yemin etmek. 2. Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi. 3. Sıkıntı ve derde uğrama.
İLÂF: Ülfet ettirme, ülfet ettirilme, alıştırma, uzlaştırma.
İLÂH: Mabud, tanrı.
İ’LÂ-YI KELİMETULLAH: Allah’ın adını yüce tutmak.
İLHÂD: 1. Dinsizlik, inanç bozukluğu. 2. Allah inancından ayrılış, tevhid inancından ayrılma.
İLLET: Hastalık, sebep, gaye, hedef.
İLLET-İ ÛLÂ: Birinci sebep, ilk sebep.
İLLET-İ VÜCÛD: Varlık sebebi.
İLLİYYET: Sebep ile ilgili, sebeplilik.
İLME’L-YAKÎN: İlmî bilgi. Kesin bilgi.
İLM-İ FERÂİZ: İslâm hukukunda miras taksimi ile ilgili bilim dalı.
İLM-İ HÂL: İslâm dininin her müslüman için bilinmesi gereken temel bilgileri.
İLM-İ HEY’ET: Astronomi ilmi.
İLM-İ HİKMET: Düşünce bilgisi, felsefe.
İLM-İ LEDÜNN: Gayb ilmi, Allah’ın sırlarına ait ilim.
İLM-İ MEÂNÎ: Meânî ilmi, belagat.
İLM-İ TEVHİD: İlm-i kelâm.
İLM-İ USÛL ve AKÂİD: Usûl ve akâid ilmi.
İLM-İ VEHBÎ: Allah tarafından verilen ilim.
İLTİBAS: Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma.
İLTİCA: Sığınma.
İLTİZAM: 1. Kendisi için gerekli sayma. 2. Bilerek, isteyerek taraf tutma.
İLZAM: Delil göstererek muhalifi susturmak.
İ’MÂL: Yapma, işleme, iş yapma.
İMÂLE: 1. Bir tarafa meylettirmek, bir tarafa eğmek. 2. Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak.
İMDÎ: Artık, bu halde, böyle olduğu halde.
İMKÂN VE CÜNÛB: Mümkün ve gereklilik.
İMLÂ: Doldurma, yazdırma.
İMSÂK: 1. Oruca başlama zamanı. 2. Kendini tutmak, bir şeyden el çekmek.
İMTİNA: Çekinme, vazgeçip geri durma.
İMTİSÂL: Örnek kabul etme.
İNÂBE: 1. Günahlardan vazgeçip Hak yola dönmek. 2. Bir mürşidden el alıp yerine geçme.
İNADİYYE: Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık.
İN’ÂM: İhsan, nimet verme.
İNÂS: Kadınlar, kızlar.
İNÂYET: 1. Dikkat, gayret, özenme. 2. Lütuf, ihsan, iyilik.
İNDALLAH: Allah yanında.
İNDE’L-CUMHUR: Çoğunluğun yanında, çoğunluğun nazarında.
İNDE’L-HÂCE: İhtiyaç zamanında.
İNDİRAC: İçine konma, arasına sıkışma. Derecelenme.
İNDİYYE: Kendi görüşüne tabi olan.
İNFAK: Nafaka verme, besleme, geçindirme.
İNFİSÂL: 1. Ayrılma, 2. Azledilme, işinden uzaklaşma.
İNFİTÂR: Yarılma, açılma.
İNHİRÂF: Doğru yoldan sapma.
İN’İKÂS: Bir yere çarpıp geri dönme, aksetme.
İNKÂR: Tanımama.
İNKIBÂZ: 1. Büzülüp toplanma, çekilme. 2. Kasvet, keder, sıkıntı. 3. Kabızlık, peklik.
İNKILÂB: Bir halden başka bir hale dönme.
İNKIRAZ: Tükenme, blitme, kırılıp yok olma.
İNKITÂ: Kesilme.
İNKIYÂD: Boyun eğme, mutî olma, itaat etme.
İNKİŞÂF: Gelişme, ilerleme.
İNS U CİN: İnsan ve cin.
İNS: İnsan.
İNŞÂ: Yapma, vücuda getirme.
İNŞİKÂK: İkiye ayrılma, yarılma.
İNŞİRAH: Ferahlamak, sevinç duymak.
İNŞİRAH-I SADR: Vicdan ferahlığı,vicdan huzuru.
İNTAK: Nutka getirmek, söyleme yeteneği olmayanı söyletmek.
İNTİBAK: Uyma, uygun hale gelme. Edebiyatta iki zıd şeyin ortak özelliğini bulup birleştirme.
İNTİFÂ: Fayda sağlama, menfaatlanma.
İNTİŞÂR: Yayılma.
İNZÂL: İndirme, indirilme.
İNZÂL-İ MENÎ: Üreme organından meni çıkması.
İNZÂR: Korkutmak, sakındırmak.
İ’RÂB: 1. Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme. 2. Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi.
İRÂDE-İ CÜZ’İYYE: Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz’î irade. İnsan iradesi.
İRÂE: "Rü’yet"ten: Gösterme, tayin etme.
İ’RÂZ: Yüz çevirme, başka tarafa dönme.
İRBE: Kadına ihtiyaç duymayan erkek.
İRCA’: Döndürme, geri çevirme.
İRS: 1. Ölen kişinin mirasçılarına kalan mal veya para. 2. Veraset, soya çekim.
İRŞAD: Doğru yolu gösterme.
İRTİCÂ’: Gerilik, geriye gitme, eskiyi isteme.
İRTİDÂD: Din değiştirme, dinden çıkma, dinden dönme.
İRTİFÂ’: Yükseklik, yükselme.
İRTİHÂL: Vefat etmek, ölmek.
İRTİKÂB: 1. Kötü bir iş işleme. 2. Rüşvet yeme.
İS’ÂF: Birinin isteğini kabul edip yerine getirme.
ÎSÂL: Ulaştırma, vardırma.
İSKÂT: (Sükut’tan) Susturma.
İSKAT: 1. Düşürme, aşağı alma. 2. Hükümsüz bırakma, iptal etme.
İSKAT-I CENİN: Çocuk düşürme.
İSM-İ ÂZAM: Allah Teâlâ’nın en büyük adı.
İSM-İ FAİL: İş yapan kimse.
İSM-İ HÂS: Özel isim.
İSNAD-I MECAZÎ: Mecazî isnad, bir sözün mecaz anlamını tercih etmek.
İSNEYN: 1. Pazartesi günü. 2. İki.
İSRA: Gece yürüyüşü, yürütme.
İSTİÂB: İçine alma, kaplama.
İSTİÂRE: 1. Ödünç alma. 2. Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanma.
İSTİÂRE-İ TEMSİLİYYE: Teşbihin esas unsurlarından biri ile yapılan benzetme.
İSTİÂZE: "Eûzü billâhi mineşşeyta-nirracîm" sözünü söyleyerek Allah’a sığınma, eûzü çekme.
İSTİB’ÂD: Uzaklaşma, uzaklaştırma, akıl dışı sayma.
İSTİ’DÂD: 1. Alışma, ünsiyet. 2. Kabiliyet.
İSTİDLÂL: Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.
İSTİDRÂC: 1. Derece derece yükselmeyi istemek. 2. Fâsık veya kâfir olduğu belli bir şahsın gösterdiği harika.
İSTİDRÂK: Yetişme, nail olma.
İSTİFA: Memuriyetten azlini istemek.
İSTİFHAM: Anlamaya çalışmak, soru sormak, soru.
İSTİFHAM-I İNKÂRÎ: Olumsuzu pekiştiren soru şekli. "Hiç yapar mı?" ifadesindeki gibi.
İSTİGÂSE: 1. Yağmur isteme, yağmur duası etme. 2. Yardım ve imdad isteme.
İSTİĞFÂR: Af talep etme.
İSTİĞNA: Gönül tokluğu.
İSTİĞRAK: Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi. İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif.
İSTİHBÂR: Haber ve bilgi alma.
İSTİHFÂF: Hafife alma, önem vermeme, hor görme.
İSTİHLÂK: Tüketme, kullanarak yok etme.
İSTİHSÂL: Üretmek, hâsıl etmek, çoğaltmak.
İSTİHSÂN: Beğenme, iyi ve güzel bulma.
İSTİHZÂ: Alay etmek.
İSTİKBÂL: 1. Gelecek zaman. 2. Gelen bir kimseyi karşılamak.
İSTİKRÂ: 1. Gezme, dolaşma, âvârelik, konuklama. 2. Bir şey hakkında etraflı bilgi edinme.
İSTİKRÂH: Kerih ve kötü görmek, tiksinmek bir şeyi beğenmemek, bir şeyi zorla yapma.
İSTİLÂ: Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek.
İSTİ’LÂM: 1. Selâm vermeyi isteme. 2. Kâbe’yi tavaf esnasında Hacerü’l-Esved’i selâmlamak.
İSTİ’MÂL: Kullanma.
İSTİMDÂD: Yardım isteme.
İSTİMRÂR: Devamlılık.
İSTÎNÂF: 1. Yeniden başlama. 2. Bidayet mahkemesinde verilen bir hükmün bir üst mahkemeye başvurarak feshini isteme.
İSTİNÂFİYYE: 1. Yeniden başlamaya ait. 2. İstinaf mahkemesine ait. 3. Arapça’da bir soruya cevap anlamında bulunan cümle.
İSTİNBÂT: Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek.
İSTİNBÂT: Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
İSTİNKÂF: Kabul etmeme, yüz çevirme, çekimser kalma, reddetme.
İSTİNSÂH: Nüshasını çıkarma, bir sûretini çıkarma, kopye etme.
İSTİSÂL: Kökünden sökmek.
İSTİSHÂB: "Sohbet"den: Yanına alma, yanına alınma.
İSTİSKÂ: 1. Su isteme. 2. Yağmur duasına çıkma. 3. Vücudun bir yerinde su toplanması.
İSTİŞÂRE: Müşavere etme, danışma.
İSTİŞHÂD: 1. Şahid gösterme. Delil getirme, belge. 2. Şehid olma.
İSTİTÂAT: Güç yetirme, kudret.
İSTİTÂR: Örtünmek, kapanmak.
İSTİVÂ: 1. Müsavî olma, denk olma. 2. Düz olma, düzlük. 3. Kaplama, örtme. 4. Ortada ve tam bir derecede bulunma.
İSTÎZÂN: İzin isteme.
İŞ’ÂR: 1. Yazı ile haber verme. 2. Anlatmak, bildirmek.
İŞKİL: Kuşku, zan.
İŞMÂM: "Şemm"den. 1. Koklatma, koklatılma. 2. Tecvid ıstılâhında harfin zamme harekesine işaret etme.
İŞRÂK: "Şark"tan: 1. Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması. 2. Parlama, ışıklandırma.
İŞTİÂL: Alevlenme, tutuşma.
İŞTİBÂH: Şüphelenme, şüpheye düşme.
İŞTİGÂL: Meşguliyet, uğraşma.
İŞTİHÂR: Şöhret bulma, ün kazanma.
İŞTİKÂK: Bir kökten parçalara ayrılmak. Türeme.
İŞTİRA: Satın alma.
İŞTİYAK: Fazla arzu ve şevk. Hasret çekmek, özlemek.
İTÂB: Azarlama, tekdir etme.
İ’TİKÂF: Bir yere çekilip tek başına ibadetle meşgul olmak.
İ’TİNÂ: Çok dikkat etme, özenme.
İ’TİZÂL: 1. Bir tarafa çekilme. 2. İşten çekilme. 3. Vâsıl b. Ata’nın kurduğu Mutezile mezhebini benimseme. 4. Takımdan ayrılma.
İ’TİZÂR: Özür dileme.
İTKAN: 1. Muhkem, sağlam kalma. 2. İnanma, emin olma.
İTLÂF: Telef etmek, ziyan etmek.
İTMÂM: Tamamlama, ikmâl etme.
İTMİ’NÂN: Emin olma, güvenme. Kalbin mutmain olması. Gönülden inanma.
İTTİBÂ: Tâbi olma, uyma, ardısıra gitme.
İTTİHAD: Birlik, beraberlik.
İTTİKÂ: Sakınma. Takva ehlinden olma.
İTTİRAD: Düzenli, uygun biçimde sıra ile birbirini izleyen. Biteviye.
İTTİSÂF: Vasıflanmak, bir sıfat sahibi olmak.
İVAZ: Karşılık olarak verilen şey, bedel.
İVME: Acele etme, koşma.
İZÂFET: 1. İki şey arasındaki ilgi, bağ. 2. İsim tamlaması, isim takımı.
İZÂHÂT: Açıklamalar.
İZÂLE: Giderme, def etme, yok etme.
İZÂN: Zekâ, anlayış.
İZÂR: Belden yukarıya mahsus örtü, peştemal, futa.
İZMÂR: Gizleme, saklama.
İZMİHLÂL: Yok olma, mahvolma.
İZZET: Değer, şeref, saygınlık.


j Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


J
Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında "" harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder.
JAJE
f. Bâtıl, edebsizce olan söz.
JAJHA
f. Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan.
JAJHAYAN
f. Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar.
JAJHAYÎ
f. Mânâsız söyleyicilik.
JAJHOR
f. Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan.
JAJÎ
f. Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli.
JAKETATAY
Fr. Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket.
JALE
f. Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem)
JALEDAR
f. Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış.
JALE-İ EŞK
Gözyaşı jâlesi. Kırağı tânesine benziyen gözyaşı.
JALERİZ
f. Çiğ saçan, kırağı saçan.
JANDARMA
Fr. Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker.
JAR
Zaif, takatsiz, bitkin.
JARDİNİYER
Fr. Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya.
JARTİYER
Fr. Çorap bağı.
JEAN
Dev. Gayet büyük. Dev cüsseli.
JEGALE
f. Çığlık, nâra. * Darı ekmeği.
JEGAND
f. Sağlamlık, metanet. * Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi.
JEGAR
f. Küf, kir, pas. * Yüksek ses, nâra.
JEH
f. Siğil, sivilce.
JELATİN
Fr. Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. * Bir cins kâğıt.
JENDE
f. Yamalı, eski. * Eski-püskü. Pejmürde.
JENDEPUŞ
f. Yamalı hırka giyen kimse. Fakir.
JENG
f. Pas, küf, kir.
JENG-ÂLUD
Paslı.
JENGAR
f. Kir, küf, pas. * Bakır pası.
JENGARÎ
f. Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya.
JENG-BAR
f. Pas saçan.
JENG-BESTE
f. Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş.
JENGDAN
f. Çan. Çıngırak.
JENG-DAR
f. Küflü, paslı, kirli.
JENGELE
f. Çatal tırnaklı hayvan. * Hayvanda bulunan çatal tırnak.
JENG-PEZİR
Paslı, küflü, kirli.
JENG-YAB
f. Paslı, küflü, kirli.
JENK
Yüzde hâsıl olan buruşukluk.
JEOLOĞ
yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan.
JEOLOJİ
yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu.
JERD
f. Çok yiyen, obur.
JERF (JERFA)
f. Derin. Suyun derin yeri.
JERFBÎN
f. Dikkat sâhibi, dikkatli.
JERFÎ
f. Derinlik.
JERFİN
f. Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak.
JEST
Fr. Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket.
JETON
Fr. Para yerine kullanılan marka. * Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır.
JEY
f. Göl. * Irmak.
JIYAN
f. Kükremiş, kızgın. (Ey yâreli şir-i jiyan, bu hâb-ı gafletten uyan.)
JİK
f. Yağmur damlası. * Kirpi.
JİKASE
f. Kirpi.
JİLE
Yelek.
JİMNASTİK
(Bak: Cimnastik)
JİMNAZ
Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi.
JİR
f. Göl. Havuz.
JİRNET
Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet.
JİVE
f. Civa.
JİYAN
f. Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.)
JÖN TÜRK
Fr. Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim.
JUN
f. Sanem, put.
JURNAL
Fr. İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor.
JÜGAL
f. Kömür. Maden kömürü.
JÜLİDE
f. Dağınık, perişan, karma karışık.
JÜRİ
ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat.



K Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


K
Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar.
KA'
(C.: Akva') Düz yer.
KAA
Ev avlusu.
KAA'
Acı su.
KAAKI'
Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi.
KAAN
Hükümdar, hâkan.
KAARET
Derinlik.
KAARET-İ DERYÂ
Denizin derinliği.
KAAS
Boynu göğüse girmek.
KAAT
Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti.
KAB
Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her "yay" da "iki kab" olan miktar.
KA'B
(Ölm: Hi: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri ondan çok rivayetlerde bulunmuşlardır.
KA'B
Topuk kemiği, ayak bileği, aşık kemiği. * Mc: Şan, şeref, mecd, büyüklük. * Geo: Sekiz yüzlü, sekiz köşeli (mükâb) cisim.
KA'B
Yemek yemek. Su içmek.
KA'B
(C.: Kıâb) Ağaç çanak.
KAB'
Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı.
KABA'
(C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe.
KABAÇE
f. Entari. Hafif giyecek.
KABADAYI
Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz görünerek şuna buna meydan okuyan kimse, yiğit taslağı.
KABAHAT
Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket.
KABAHÂT
(Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler.
KABAİH
(Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller.
KABAİL
(Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler.
KABAİL-İ ARAB
Arap kabileleri.
KABAKULAK
Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık.
KABALE
Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi.
KABAS
Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç.
KABA'SER
(C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar.
KABATÎ
(Kıbtî. C.) Çingeneler.
KABA-YI ÂHENİN
Demirden yapılmış elbise. Zırh.
KABAZA
Hız. Sür'at.
KABB
İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç.
KABBA
İnce belli, zayıf kadın. (Müz : Akbeb)
KABBAN
Büyük terazi, baskül.
KABBE
Yağmur damlası. * Gök gürlemesi.
KÂBBE
Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak.
KABCE
(C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu.
KABE
Yumurta.
KABE
Usanmak, bıkmak. * Kırılmak.
KÂ'BE
(Kâbe) Dünyanın en kudsi ma'bedi. Beytullah, Beyt-ül Ma'mur, Beyt-ül Atik. Bütün mü'minlerin ibâdet esnâsında yöneldikleri merkez. Dört köşe olduğu için Kâbe denir. Bu mukaddes makamın etrafına Mescid-ül Haram ismi verilir. İçinde bir kısım olarak Makam-ı İbrahim mevcuddur. Burası İbrahim Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken, üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Tavaf namazı burada kılınır. Kâbe'nin ilk inşası Hz. Âdem (A.S.) tarafından olduğuna dair rivayetler vardır. Bedahetle malûm olan ise; Sahih-i Buharî Tercümesine ve çok kıymetli delillere binaen İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar inşa etmişlerdir. Bu husus âyet-i kerime ile de sâbittir.(Beyt-ül Muazzam'ın âmir-i inşası: Allah-ü Zülcelil; mübelliği ve mühendisi: Cibril; ilk bânisi: İbrahim Halil, muavini de İsmail olduğu en sahih rivayet olarak kabul edilmek icabeder... diye Sahih-i Buharî Tercümesinde Hâfız İbn-u Kesir'den nakledilmiştir.) Kâbe kıblegâhtır. Üzerine farz olan müslümanların, hacc zamanında gidip ziyaret etmeleri icabeden en mühim ve en büyük mabedimiz.
KÂ'BE-İ KEMALÂT
Kemâlât kâbesi. Yâni herkesin teveccüh etmesi gereken en yüksek kemalât merkezi.
KABELE
(C.: Kıbel) Göz boncuğu.
KA'BERÎ
Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi.
KABES
Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek.
KABET
Kederli ve ıztırablı olma.
KÂ'BETEYN
İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ.
KÂ'BET-ÜL ÂMÂL
İsteklerin ve emellerin yönelmiş olduğu yer.
KÂ'BET-ÜL ULYÂ
şerefi ve kudsiyyeti pek yüksek Kâbe.
KAB-I KAVSEYN
İmkân ve vücub ortasında bir makam. * İki yay uzaklığı mesafesi.(... İşte mevcudatın en eşrefi olan zihayat; ve zihayat içinde en eşref olan zişuur; ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan; ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o mi'rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, Saadet-i Ebediye kapısını çalacak, hazine-i Rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır. S.)
KABINA SIĞMAMAK
t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak.
KABIZ
Kabzeden, tutan.
KABIZ-I ERVAH
Ruhları kabzeden Hz. Azrail.
KABIZ-I MÂL
Tahsildar.
KÂBİ'
Dolu kap.
KABİA
Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir.
KABİH
(Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp.
KABİHA
(C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele.
KABİH-ÜL VECH
Çirkin yüzlü. Suratı, siması güzel olmayan.
KABİL
Kabul eden. Olabilir, istidatlı, mümkün olan, önde ve ileride olan.
KABİL
Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi.
KABİLE
Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses alıcı.
KABİLE
Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar.
KABİL-İ EMÂNET
İnsan.
KABİL-İ GAYR-İ TELAKKUH
Gebeliği mümkün olmayan.
KABİL-İ HİTAB
Sözden anlar. Kendisi ile konuşulabilir olan kimse.
KABİL-İ İNKİSAR
Kolaylıkla kırılabilir şeyler, kırılması kolay olan nesneler.
KABİL-İ KIYAS
Düşünülebilen, ölçülebilen, kabul edilebilir olan.
KABİL-İ NESH
Kaldırılması, iptal edilmesi mümkün olan.
KABİL-İ TEMYİZ
Huk: Temyiz mahkemesinde görülebilecek olan dâvalar.
KABİLİYET
Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik.
KABİN
f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para.
KABİNE
Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri.
KABİR
(Bak: Kabr)
KABİR
Büyük, ulu.
KABİS
Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi.
KABİS
Hızlı giden at. Süratli at.
KABİSA
Parmak ucuyla yenen şey.
KABİSE
Üveyik kuşu.
KÂBİSE
Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun.
KABKAB
Karın, batn.
KABKABA
Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.)
KABKABA-İ İBİL
Devenin bağırması.
KABKABA-İ ŞİR
Arslanın kükremesi.
KABL
Önce. Evvel. İleride. Evvelki.
KABL-EL BÜLUĞ
Büluğdan evvel.
KABL-EL MİLÂD
İsa'dan (A.S.) önce, milâddan evvel.
KABL-EL VUKU'
Vuku'dan evvel. Olmadan evvel.
KABL-EL VÜCUD
Gelmeden önce.
KABL-ET TAAM
Yemekten önce.
KABL-ET TELAKİ
Buluşmazdan önce.
KABL-EZ ZEVAL
Öğleden önce.
KABL-EZ ZUHR
Öğleden evvel.
KABL-EZ ZUHUR
Zuhurundan ve meydana çıkmadan evvel.
KABLÎ
İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile.
KABLO
Fr. : Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü.
KABOTAJ
Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi.
KABR
(Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah)
KABR-İ HÂMUŞ
Sessiz mezar.
KABRİSTAN
f. Mezarlık.
KABS
Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek.
KABS
Parmak ucuyla yemek.
KABSA
Başı büyük ve sivri olan kadın.
KABT
El ile bir şey toplamak.
KABTARÎ
Yünden dokunan bir elbise.
KABUK
Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları.
KÂBUK
f. Yuva. Kuş yuvası.
KABUL
Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab)
KÂBUL
Avcıların kemendi.
KABULGÂH
f. Kabul yeri.
KABUL-İ ADEM
Kalben ademi kabul etmektir. Hakkı inkâr etmek, hatalı bir hüküm ve itikattır. Hak mesleği kabul etmeyip indi ve şahsi görüşünü ileri sürerek başka bir yolda gitmektir, bir iltizamdır. İmânın zıddına şahsi görüşüne tâbi olmak, bâtılı kabul etmektir.
KABURGA
Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına benzeyen ve omurga üzerine kaldırılan eğri ağaçları.
KABUS
Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan.
KABZ
Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
KABZ U BAST
Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.
KABZA
Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey.
KABZA-İ TÎG
Kılıncın kabzası, sapı.
KABZ-I RUH
Ruhun alınması. Ölmek.
KABZIMAL
Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı.
KÂC
f. Küçük bir çeşit çam.
KAD
Gr : İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye olduğunda dâhil olduğu fiil, tahkik, ümid, rica, intizar, yakınlık, azlık veya çokluk ifade edebilir.
KA'D
Çuval.
KAD'
Men etmek, engel olmak.
KÂD
f. Hırs, tamahkârlık.
KÂD
Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma.
KADAH
Küçük toprak çanak.
KADAH
Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu.
KADANA
Forsaların ayağına vurulan zincir.
KADASTRO
Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi.
KADD
Boy, bos.
KADD Ü KAMET
Boy bos.
KADDA'
şiddetli.
KADDAH
Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren.
KADDAHE
Çakmak taşı.
KADDESALLAH
Allah mübarek ve mukaddes eylesin.
KADDESE
Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun (gibi mânada en mübarek bir şeyin kudsiliğini, kusur ve noksanlıktan uzaklığını, müberra olduğunu bildirir fiil.)
KADD-İ BÂLÂ
f. Yüksek, uzun boy.
KADD-İ BÜLEND
f. Uzun, yüksek boy.
KADD-İ MEVZUN
Mevzun boy, biçimli boy.
KADD-İ MÜSTESNA
Müstesna boy. Güzellikte emsalsiz ve benzeri olmayan endam.
KADE
Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de mansub eder. Bu gibi fiillerin haberi muzâri olur.
KA'DE
Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire denir.
KA'DEL
Yağhane sepeti.
KADEM
Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur.
KADEM-BUS
f. Ayak öpen.
KADEME
Derece, sıra. * Merdiven basamağı.
KADEME KADEME
Basamak basamak, derece derece.
KADEME-İ ULÂDA
İlk basamakta. Başlangıçta.
KADEMÎ
Ayakla alâkalı. Ayağa mensub.
KADEMİYYE
Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret.
KADEMKEŞ
f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen.
KADEMNİH
f. Ayak basıcı.
KADEMNİHADE
f. Gelmiş, ayak basmış olan.
KADEMRAN
f. Adım atan, ilerliyen.
KADEMRENCE
f. Lütfen kabul, tenezzül.
KADER
Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî kısmet. * Tali'. Baht. Şans.(Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "cüz-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için "kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." S.)(... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.)(İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: "Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.)
KADERÎ
Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan.
KADER-İ İLÂHÎ
Allah'ın takdiri.
KADERİYE
Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
KADH
Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek.
KADIM(A)
Kemirici hayvan.
KADIRGA
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.)
KADIZ
Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı.
KADÎ
Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden.
KADÎ İYAZ
Lâkabı: Ebu-l Fadl bin Musa el Yahsabî'dir. Muhaddislerin meşhurlarından ve edebiyatçılardan olup, 476 hicrî tarihinde Site kasabasında doğmuş, sonra Endülüse geçerek Kurtuba'da ve diğer ilim merkezlerinde ilim tahsili yapmıştır. Daha sonra Site kasabasında uzun bir zaman durmuş, bir ara Garnata şehrinde kadılık yapıp, son ömrünü geçirdiği Merakiş şehrine gidip hicri 544 tarihinde vefat etmiştir. Te'lifatı pek çoktur. Kitab-ül İkmâl, Envâr-ül Meşârik, Ettenbihat kitapları hadis ilminde meşhurdur.
KADÎ NAİBİ
Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller.
KADÎB
(C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti.
KADÎD
Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet.
KADÎH
Tencere dibinde arta kalan.
KADİH(A)
(Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici.
KADİ-L KUDAT
Kadıların kadısı. En büyük kadı. Kazasker veya şeyhül islâm makamında bulunan kimse.
KADİM
(A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı.
KADÎM
Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
KADİME
Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri.
KADÎMEN
Eskiden beri. Kadim olarak.
KADÎMÎ
Eskiden beri var olan. Eski.
KADİR
Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
KADÎR
Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)(İnsan kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelâli de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyâret etmek ve firak-ı ebediden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadir-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana Hakiki Ma'bud olacak; yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakim-i Zülkemâl olabilir. S.)
KADİR ALAYI
Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim.
KADİR GECESİ
(Bak: Leyle-i Kadir)
KADİR-AŞİNA
Değer ve kadir bilen.
KADİRDAN
f. Kadirbilir. Değerbilir.
KADİR-DANLIK
Kadirbilirlik. Herkesin mertebesini bilip ona göre muamele yapan. Kadir ve kıymet bilen.
KADİR-ENDAZ
f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse.
KADİRÎ
Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî)
KADİR-ŞİNAS
f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen.
KADÎ-ÜL HÂCÂT
Bütün ihtiyaçları yerine getiren Hâkim. Allah (C.C.)
KADİYE
Azlık. Az cemaat.
KÂDİYE
Soğuk. * Afet, belâ.
KADKEŞİDE
f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış.
KADR
İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
KADR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir.
KADRO
ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.
KADR-ŞİNAS
(Bak: Kadir-şinas)
KADUM
(C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı.
KADV
Yemeğin kokusu iyi olmak.
KADY
Yemeğin kokusu güzel olmak.
KAF
Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı.
KA'F
(C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak.
KAF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.
KAFA
(C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış.
KAF'A
Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne.
KAF'A
Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.
KAFADAR
f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş.
KAFAR
Katıksız ekmek.
KAFAVE
Sütten yapılan azık.
KAFAVÎ
Kafa ile alâkalı.
KAFD
Bileğin eğri olması.
KAFDER
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
KAFEDAN
Attarların eczâ koydukları kese veya torba.
KAFENDER
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.
KAFER
Zayıf ve etsiz olmak.
KAFES
Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.
KAFF
Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak.
KAFFAF
Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.
KAFFAL
Çilingir. Anahtarcı.
KAFFAN
Büyük terazi.
KÂFFE
Hep. Bütün. Cümle.
KÂFFE-İ EF'AL
Bütün işler.
KÂFFE-İ EFRÂD
Bütün fertler.
KÂFFETEN
Bütünü. Hepsi birden.
KAFH (KIFÂH)
Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak.
KAFÎ
Birine uyup peşinden giden.
KÂFİ
Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
KAFÎL
Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı.
KÂFİL
Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.
KAFİLE
(A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.
KAFİLE-SÂLÂR
f. Kafile reisi. Kafile başı.
KAFÎNE
Kafasından kesilen koyun.
KAFÎR
Hayvan tersi.
KÂFİR
Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.(Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te'sis eder.Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmaniyle bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.Bunun için dünya kâfire Cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir. (Yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uttur, denilmiştir.Ve keza iman, insanı ebediyyete, Cennet'e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür. Zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki "lübb"ü gösterir. Küfür ise, lübb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen "lübb" bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir. M.N.)
KÂFİRANE
f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi.
KÂFİR-İ Nİ'MET
Nankör. Nimeti inkâr eden.
KÂFİRÛN
Kâfirler.
KÂFİRÛN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir.
KAFİYE
Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.)
KAFİYEPERDÂZ
f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım.
KAFİYEPERESTLİK
Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.
KAFİYESENC
f. Kafiye dizen. Nâzım, şair.
KAFİZ
(C: Kufzân-Akfize) Ölçek.
KAFKAF
şarap, hamr.
KAFKAF
şahtere otu.
KAFKAFE
Titremek, titretmek.
KAFN
Kafa.
KÂF-NUN TEZGÂHI
(Risale-i Nur Külliyatında geçen bir tabirdir) Allah'ın Kün emriyle her işin olması. (Kün ) "Ol" emri olan bu kelime "Kâf" ve "Nun" harfleri ile yazıldığından böyle denilmiştir.
KAFR
Arz. Çöl. Beyâban.
KAFS
Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak.
KAFS
Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm.
KAFSAL
Arslan.
KAFŞ
Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak.
KAFŞELİL
Kepçe.
KAFTA
Cima etmek.
KAFTAN
Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.
KÂFUR
Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi.
KAFUR (KUFUR)
Hurma çiçeğinin kılıfı.
KAFV
Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak.
KAFZ (KAFAZÂN)
Sıçramak.
KAFZEA
(C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.
KÂGAZ
f. Kâğıt.
KAGŞAR
Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.
KAĞITHANE
Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.
KAĞNI
(Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.
KAH
Sultan.
KÂH
f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ.
KÂH
f. Saman. Saman çöpü.
KAHA
Ev ortası, saha.
KAHAL
Koyunların derisini kurutan bir hastalık.
KAHAME
İlerlemiş yaşlılık.
KAHB
Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ.
KAHBA (KAHBE-KUHBE)
Kırmızısı çok olan beyaz nesne.
KÂHBAN
f. Harman bekçisi.
KAHBE
Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.
KAHD
Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis.
KÂHDAN
f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda.
KAHDE
(C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.
KAHF
Kap içindeki suyun tamamını içme.
KÂHGİL
f. Samanlı sıva çamuru.
KAHHAR
Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.
KAHHARANE
Kahharcasına. Kahredercesine.
KAHİF
Şiddetli yağmur.
KÂHİL
Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.
KÂHİLANE
f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette.
KÂHİN
Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.(Kâhinlere gaybi haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki; semavat memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'i haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumulü bulunan semavat memleketinin (teşbihte hata yok) karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor, cüz'i hadiseler için, o cüz'i makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytân-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye ve hadisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'i de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Azamda ve daire-i semavatta (temsilde hata olmasın) mukadderat-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (A.S.M.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, Vahy-i Kur'ani ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiç bir cihetle hilâf ve yanlış vahy ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir... L.)
KÂHİNANE
f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi.
KÂHİNE
Kadın kâhin.
KAHİR
(A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden.
KAHİR-ÜL EŞRÂR
Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden.
KAHİR-ÜS SÜMUM
Panzehir.
KAHİT
Şiddetli kıtlık olan sene.
KAHİZ
Müşkil, zor nesne.
KAHKAHA
Yüksek sesle ve çokça gülme.
KAHKAHA'
Öldürücü bir yılan.
KAHKAHAZEN
f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen.
KAHKAR
Katı, sert, sağlam taş.
KAHKAR
Taş.
KAHKARA
Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.
KAHKARÎ
Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.
KAHKARİYE
Geri dönme. Rücu'.
KAHL
Göze sürme çekmek.
KAHL
Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek.
KAHL (KUHUL)
Kurumak.
KAHLESE
Yuvarlak baş.
KAHM
(Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak.
(:::)
(Bak: Kahbe)
KAHR
Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal)
KAHR
Yaşlı, ihtiyar kişi. * Yaşlı at. * Yaşlı deve.
KAHRAMAN
(C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi.
KAHRAMANAN
(Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler.
KAHRAMANANE
f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane.
KAHRAMANÎ
f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk.
KAHREBAN
Kehribar.
KAHRENÎ
Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.
KAHR-I DEHR
Dünyânın ve zamanın kahrı.
KAHR-I HİDDET
Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi.
KAHT
Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.
KAHT Ü GALÂ
Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık.
KAHT-I RECUL
(Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu.
KAHUS
Uzun boylu erkek.
KAHVALTI
t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek.
KAHVE
şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane.
KÂHYA
Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.
KAHZ
(Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak.
KAHZ (KIHZ)
İbrişim karışıklı beyaz bez.
KAIF
Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.
KAILE
(C.: Kavâil) Dağ başı.
KAİB
(C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.
KAİBE
Hüzün ve gamdan perişan olmak.
KAİD
(Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş.
KAİD
(A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark.
KAÎD
(C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi.
KAİDAN
(Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.
KAİDE
Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.
KAİDE-İ KÜLLİYE
Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide.
KAİDE-İ RABT
Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.
KAİDEN
Oturarak, oturduğu hâlde.
KAİDEŞİKEN
f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek.
KAİDEŞİKENÂNE
f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak.
KAİDETEN
Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.
KAİDEVÎ
Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait.
KAİD-ÜL CEBEL
Dağın çıkıntısı, burnu.
KAİD-ÜL CEYŞ
Orduyu, askeri idare ve sevkeden. Kumandan. Serasker.
KAİL
Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
KAİM
Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.
KAİME
Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para.
KAİMEN
Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak.
KAİM-MAKAM
Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.
KÂİN
Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut.
KÂİNAT
Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
KÂİNAT-EFRUZ
f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan.
KÂİNAT-I NÂİME
Uyuyan kâinat.
KAÎR
Daha derin, çok derin.
KAÎS
Çok yağmur.
KÂJ
f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı.
KAK
Uzun, tavil. * Alaca karga.
KA'K
Kuru ekmek. Peksimet.
KA'KA
Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.
KA'KA'
Korkak, zayıf kişi.
KA'KAA
Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.
KA'KEA
Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek.
KAKUM
Kürkü makbul bir cins kedi.
KAKUNC
Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)
KAKUZE
(C.: Kavâkiz) Boş maşrapa.
KAKÜL
(Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç.
KAL
(A, uzun okunur) Söz.
KAL'
Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.(... İşte bak: şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-yi vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi... M.N.)
KAL U KÎL
Dedi denildi şeklindeki nakiller.
KALA
Buğz, adâvet.
KAL'A
Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.
KÂLA
f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal.
KAL'A-BEND
f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış.
KAL'A-DÂR
f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar.
KALAFAT
Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.
KALAFAT
Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen.
KAL'A-GİR
f. Kale tutan.
KALAH
Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu.
KALAİD
(Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular.
KALAİL
(Kalil. C.) Az şeyler, kaliller.
KALAK
Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat.
KAL'A-KÜŞA
f. Kale zapteden.
KALALİB
(Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.
KALÂNİS
Takkeler, külâhlar.
KALÂNİSÎ
Takkeci.
KAL'A-NİŞİN
f. Kalede oturan.
KALANSUVE (KULENSİYE)
(C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve)
KALANTOR
Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam.
KALAR
f. Büyük sel yarıntısı.
KALAVRA
Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.
KALAYE
Kilise odası.
KALB
Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.(Ehl-i tahkik indinde; çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden letaif-i Rabbaniyedir. Bütün kuvvetin mebdeidir. Dimağ ise; bütün hislerin mebdeidir.)(Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey'et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır. İ.İ.) (Bak: Hiss-i sâdis)
KALBEN
İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine.
KALBGÂH
f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi.
KALBÎ
İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.
KALB-İ ÂHENİN
Demir gibi metin ve sağlam olan kalb.
KALB-İ HABİDE
Uyumuş kalb.
KALB-İ HARÂB
Harab olmuş gönül.
KALB-İ MECRUH
Yaralı kalb.
KALB-İ METRUK
Terkedilmiş kalb, bırakılmış gönül.
KALB-İ MUNTAZAM
Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi.
KALB-İ MUZTARİB
Iztırab çeken kalb.
KALB-İ NÂ-ŞÂD
Hüzünlü gönül, kederli kalb.
KALB-İ SELİM
Temiz gönül.
KALBOLMA
t. Başka hâle gelme. Değişme.
KÂLBÜD
f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi.
KALBZEN
f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı.
KALD
Gümüş bilezik.
KALE
Söz söylemek.
KALE
f. Kumaş. * Ham kavun, kelek.
KALE
(Bak: Kal'a)
KALE
(A, uzun okunur) Dedi. O söyledi.
KALEB
(C.: Kavâlib) Kalıp.
KALEB
Dudak dışarıya sarkmak.
KALEBE
Hastalık. İllet.
KALEHZEM
Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz.
KALE-KÎLE
Dedi-denildi şeklindeki nakiller.
KALEM
(C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet. * İnce boya, fırçası. * Yazı enva'ı. * Resim. Nakış. * Resmi dâirelerde kâtiplerin çalıştıkları oda. * Ağacı aşılamak için kullanılan ucu kalem gibi yontulmuş ince çöp. * Çiçek ve sâir hastalıklara karşı kullanılan aşıyı hâvi ufak şişe. * Ok.
KALEM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.
KALEMDAN
f. Kalem kutusu, kalemlik.
KALEMEN
Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından.
KALEMGİR
f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması.
KALEMÎ
(Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.
KALEMİYYE
Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.
KALEMKÂR
f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş.
KALEMKÂRÎ
f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış.
KALEMKEŞ
f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan.
KALEMREV
f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer.
KALEMZEDE
f. Yazılmış, kaleme alınmış.
KALEMZEN
f. Yazan, yazıcı, kâtib.
KALEN
(A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.
KALENDER
f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof.
KALENDERÂNE
f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette.
KALENDERÎ
f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri "mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler.
KALENSÜVE
Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası.
KALES
Kusuntu.
KALET
(C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur.
KALFA
Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı. * Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı. * Bir san'atta usta ile çırak arasındaki işçi.
KALGAY
Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.
KALH
Ferc.
KALH
Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi.
KALHEBAN
Uzun, tavil.
KALHEBE
Beyaz bulut.
KALIB
(Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * Beden, vücut, gövde. * Şekil ve suret nümunesi, örnek. * Bir kalıba dökülmüş veya kalıptan çıkmış şey.
KALİ
f. Halı.
KALİ'
(Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.
KALÎ
Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.
KÂLÎ
Veresiye satmak.
KAL'-İ EŞCAR
Ağaçların sökülmesi.
KALÎB
Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu.
KÂLİB (KELİB)
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse.
KALİÇE
f. Küçük halı.
KALİF
Sünnet olmamış kimse.
KALÎF
Hurma kabuğu.
KALİFİYE
Fr. Yetişmiş usta, işçi vs.
KÂLİH
Katı, şiddetli, şedid.
KALİL
Az. * Bodur kimse.
KALİLEN
Az olarak.
KALİL-ÜL BİDÂA
Sermayesi az.
KALİTA
ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.
KALİTE
Fr. Vasıf.
KALİYYE
Tava kebabı. * Kavrulmuş.
KALİZEM
Kuyu. * Suyu çok olan deniz.
KALKADİS
Siyah boya.
KALKAL
Deprenmiş, hareket etmiş.
KALKALE
Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)
KALLA'
Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.
KALLAB
(Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse.
KALLAS
Takke dikici, takke diken.
KALLAŞ
Kalleş. Hileci, dönek.
KALLAVÎ
Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk.
KALLE
Az olmak.
KALLEYS
San'a şehrinde bir kilise.
KALLİ
t. Sözlü. Dil ile.
KALLİDNÂ
Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).
KALM
Kesmek.
KALMES
Ulu kişi, seyyid.
KALORİ
Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.
KALP
t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.
KALTABAN
f. Namussuz. Pezevenk.
KALÛ
(A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).
KALÛ BELÂ
Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: "Elestü Bi-Rabbiküm" buyurduğunda, ruhlar: "Evet Rabbimizsin" meâlindeki Kalu Belâ diye cevap verdiklerini bildiren Kur'andaki bir tâbirdir. (Bak: Bezm-i elest)
KÂLUC
f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu.
KALUS
(C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.
KÂLUS
f. Ahmak, ebleh, akılsız.
KÂLUSANE
f. Akılsızcasına, ahmakçasına.
KALUŞE
f. Çömlek. * Tencere.
KALY
Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık.
KALYAN
f. Nargile.
KALYON
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.
KA'M
(C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek.
KAM'
Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni.
KÂM
f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit.
KÂM NA KÂM
f. İster istemez.
KÂM U NÂKÂM
Elbette, ister istemez.
KAMA
İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir takoz.
KAMAKIM
(Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler.
KAMAME
Süprüntülük.
KAMARA
Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet meclisi.
KAMARÎ
(Kumriye. C.) Dişi kumrular.
KAMAROT
Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam.
KAMATIR (KAMTARİR)
Katı, sağlam.
KÂMBAHŞ
f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici.
KAMBER
(Bak: Kanber)
KÂMBİN
f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan.
KÂM-BİNAN
(Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler.
KÂM-BİNÎ
f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk.
KAMCERE
Islah etmek.
KÂMCU
f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen.
KAME
(C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar.
KÂME
f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E $ (Kumu') : Hakaret.
KAMEA
(C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler.
KAMED
Binanın temeli.
KAMEL
Bitli kişi. * Karnın büyük olması.
KAMEN
Lâyık.
KAMENCER
Yaycı, kavvas.
KAMER
Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
KAMER SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir.
KAMERÎ
Ay ile alâkalı.
KAMERÎ SENE
Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret)
KAMERİYYE
Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk.
KAMERVARİ
f. Ay gibi, kamere benzercesine.
KAMES
Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek.
KAMET
(A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam.
KAMET ALMAK
Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak.
KAMET-İ BÂLÂ
Uzun boy.
KAMET-İ KIYMET
Kıymet ve değerinin mertebesi. Manevî büyüklük.
KAMET-İ MEVZUN
Düzgün ve yakışıklı boy.
KAMET-İ NÂMİYE
Gelişme ve büyüme kabiliyetinde olan endam, boy.
KAMET-İ ÖMR
Ömür boyu. Bütün hayat müddetince.
KAMEZ
Menfaatsiz, hor hakir nesne.
KÂMGÜZAR
f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen.
KAMH
Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması.
KAMH
Buğday. * Yukarı kaldırmak.
KAMHA
Kasap merhemi adı verilen ilaç.
KAMIH
Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar.
KAMIH
Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş şey.
KAMIH
Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden.
KÂMİL
(Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. * Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır. * Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse. * Âlim, bilgin kişi. * Bir aruz kalıbı ismi.(Büyük görünme küçülürsün...Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük, Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük. S.)
KÂMİLEN
Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen.
KÂMİL-İ UKALÂ
Kemalde olan mükemmel akıl sâhibleri. Akılların kâmili.
KAMİM
Tere otunun kurusu.
KÂMİN(E)
Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran.
KÂMİNUN
(Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar.
KAMİS
Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar.
KAMİT
Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil.
KAMKAM
(C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene.
KAMKAME
(C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz.
KÂMKÂR
f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud.
KÂMKÂRANE
f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla.
KÂMKÂRÎ
f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik.
KAML(E)
Bit, kehle.
KAMLUL
Yabâni hıyar.
KAMM
Evi süpürmek.
KAMMAS
Suya dalan.
KAMMAŞ
Külhancı.
KAMME
Süpürmek.
KAMP
Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı.
KAMPANYA
Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme.
KÂM-PERVER
(C.: Kâmperverân) Emel besleyici.
KAMR
Göz kamaşmak.
KAMRA
Ay ışığı olan gece.
KÂMRAN
f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud.
KÂMRANÎ
f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma.
KÂMREVA
f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan.
KAMS (KIMÂS)
Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak.
KAMŞ
Bir şeyi şundan bundan toplamak.
KAMT
Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak.
KAMTARİR
Çatık suratlı.
KAMU
(Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen.
KAMUFLAJ
Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri.
KÂMURAN
(Bak: Kâmran)
KAMUS
Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı.
KAMUS
Arslan, esed.
KAMUS-İ ARABÎ
Arapça lügat kitabı, Arapça sözlük.
KAMUS-İ OSMANÎ
Osmanlıca sözlük.
KAMUS-İ TÜRKÎ
Türkçe lügat kitabı, Türkçe sözlük. * Şemseddin Sâmi'nin yayınladığı Türkçe lügat.
KÂMVER
f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar.
KÂMVERÂN
(Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar.
KÂMYAB
İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan.
KÂN
f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse.
KÂN
f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz.
KANA
Süngüler.
KANAAT
Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir. M.) (Bak: Himmet)
KANAATBAHŞ
f. Kanaat verici, inandırıcı.
KANAATKÂR
f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden.
KANAATKÂRANE
f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda.
KANADİL
(Kandil. C.) Kandiller.
KANAFİZ
(Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri.
KANAH
(C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı.
KAN'AR
Büyük, kaba budaklı ağaç.
KANAS
Av yeri.
KANAT
(C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak.
KANATA
ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır.
KANATİR
(Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar.
KANATİR
(Kantar. C.) Kantarlar.
KANAVAT
(Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar.
KANAZI'
(Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç.
KANBER
Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır.
KAND
Şeker, şeker kamışının donmuş suyu.
KANDAL
Büyük başlı.
KANDAVE
Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri.
KANDEFİR
Yaşlı kimse, acuz.
KANDÎ
şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden.
KÂNE
(Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı.
KANEF
Kulağın küçük ve kalın olması.
KANEME
Kir. * Yağdan gelen pis koku.
KANEŞVERE
Hayız görmez kadın.
KANFA
Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef)
KANFAŞ
Yaşlı, ihtiyar.
KANFESE
Tesbih böceği.
KANGREN
Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık.
KANH
Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak.
KÂN-I KEREM
Kerem, lütuf ve ihsan menbaı.
KÂN-I MERHAMET
Merhamet kaynağı.
KANIS
Avcı.
KANIT
(Bak: Delil)
KANIT
Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü.
KANİ'
(A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş.
KÂNİ
(Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan.
KANİB
İnsan topluluğu.
KANİF
İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça.
KÂNİF
Udul eden, dönen, yoldan çıkan.
KANİSA
(C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ.
KANİT
(A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden.
KANİTÎN
Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.
KÂNİZ
Defneden, gömen.
KANKAL
Büyük kile.
KANKANE
Yol göstermek.
KANKARİS
Börek.
KÂNKEN
f. Madenci. Maden kazıcısı.
KANNAD
şeker yapan, şekerci.
KANNAS
Avcı, seyyad.
KANNİS
Avcı, av.
KANNUR
Başı büyük kişi.
KANS
Av. Av avlama.
KANSA
(Kuşlarda) Kursak.
KANTAR
Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka.
KANTARA
Taştan yapılan, kemerli büyük köprü.
KANTARİYYE
Kantar ücreti. Tartma parası.
KANTİN
Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı.
KANU'
Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan.
KANUN
(C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu değişmez nizam.
KÂNUN
Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba.
KANUNEN
Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile.
KANUNİ
Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han)
KANUNİYET
Kanunluluk. Kanun haline gelmek.
KANUNNAME
f. Kanun kitabı. Anayasa.
KANUNŞİNAS
f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen.
KANUN-U ASKERÎ
Askerlik kanunu.
KÂNUN-U DEHA
Dehâ kaynağı. Dehâ ocağı, akıl, zekâ kaynağı.
KANUN-U ESASÎ
Temel kanun. Temel ve esasa ait kanun. Bir bünyenin aslını ve mahiyetini teşkil eden kanun. (Bak: Teşkilât-ı esasiye)
KÂNUN-U EVVEL, KÂNUN-U SÂNİ
Aralık, Ocak.
KANUN-U KADİM
Eski âdet.
KANVA'
Büyük burunlu kadın.
KANZAA
İbik.
KAPASİTE
Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi.
KAPÇAK
Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel.
KAPIKULU
Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır.
KAPLICA
Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca.
KAPORA
(Kaparo) Pey olarak verilen para.
KAPRİS
Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham.
KAPTAN-I DERYA
Vaktiyle bahriye nâzırı. Deniz kuvvetleri komutanı.
KAPUT
Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak.
KAR
(C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş.
KA'R
Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak.
KA'R
Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak.
KAR'
Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik.
KÂR
f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi.
KÂR
f. İş. Güç. Amel. Fiil. Temettü'. * Kazanç.
KAR' (KUR')
(C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat.
KARA
(C.: Ekrâ) Arka.
KARA
(C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt.
KARA'
Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi.
KARA'
(Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları.
KARABASAN
t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu.
KARABE
Kırba. Büyük testi.
KARA'BELANE
Karnı büyük, yassı bir böcek.
KARABET
Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık.
KARABET-İ KALB
Kalb yakınlığı, gönül yakınlığı.
KARABET-İ NESEBİYYE
Aynı soydan gelmek suretiyle olan asli hısım ve akrabalık.
KARABET-İ SIHRİYYE
Kız alıp vermekle meydana gelen akrabalık, yakınlık, hısımlık.
KARABİN
(Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar.
KARABORSA
Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar.
KARAFİ
(Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir.
KÂR-ÂGÂH
f. İşbilir, uyanık.
KÂR-ÂGÂHÎ
f. Uyanıklık, iş bilirlik.
KARAH
(C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi.
KARAİB
(Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba.
KARAİN
(Karine. C.) Karineler, ip uçları.
KARAKTER
yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet.
KARAMİL
Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı.
KARAN
Mekke arzı.
KARANFUL (KARANFÜL)
Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil.
KARANİTIS
Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu.
KARANTİNA
İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir. * Hastahanede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer. * Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hasta olup olmadığı bilinmeyen insan ve hayvanlarla temasın menedilmesi.
KARAR
Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * Mahkemece verilen son söz ve neticeye bağlama. * Dolanmak. * Ayakları kısa ve çirkin yüzlü bir cins koyun.
KARARDÂDE
f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş.
KARARET
Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer.
KARARGÂH
f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez.
KARARGİR
f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş.
KARAR-I KAT'Î
Dâvâyı neticelendiren kesin karar.
KARAR-I SERİ
Acele karar, seri karar.
KARARİT
(Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar.
KARARNAME
f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı.
KARARYAB
f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen.
KARAŞİME
Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç.
KÂR-AŞİNA
İş bilir. İşten anlar.
KARATİS
(Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları.
KARAVANA
Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama.
KARAVOL
f. Karakol.
KÂRAZMA
f. Görgülü, tecrübeli.
KÂR-ÂZMAYÎ
f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş.
KÂR-AZMUDE
f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş.
KÂRBAN
f. Kervan.
KÂRBAN-SARAY
f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han.
KARBON
Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim.
KARBONİK
Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz.
KARBUS
(C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç.
KÂRD
f. Bıçak.
KÂRDAN
f. İşten anlar, iş bilir.
KÂR-DANÎ
f. Uyanıklık, iş bilirlik.
KÂRDAR
f. İşi elinde tutan.
KÂR-DARAN
(Kârdar. C.) İşi elinde tutanlar, iş tutanlar.
KARDED
Kaba mekan. Düz arz.
KÂRDİDE
(C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü.
KARDİNAL
Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye.
KARE
Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü.
KARE
(C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi.
KÂRE
Arka yükü.
KAREF
Hastalara yakın olmak.
KAREH
Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği.
KAREM
Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç.
KAREN
(C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * "Yakınlık" mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin mikâtı olan mevzi.
KARENBA
Ayakları uzun bir böcek.
KARF
Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap.
KÂRFERMA
f. Amir, iş buyuran.
KÂRGÂH
f. Fabrika, iş yeri. Atölye.
KÂRGER
f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu.
KÂRGİL
f. Kerpiçten yapılmış bina.
KÂRGİR
f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan.
KARGÜZAR
f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen.
KARH
Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek.
KARHA
(C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser.
KARHA-İ ÂKİLE
Tıb: Etrâfını yiyip, genişleyerek büyüyen yara.
KÂRHANE
f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası.
KARHEB
Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi.
KÂR-I AKIL
Aklın kabul edeceği iş. Akıllıca iş.
KÂR-I KADİM
Eski zaman işi.
KA'R-I NÂ-YÂB
Dibi bulunmayacak derecede derin olan.
KÂR-I REVÂ
İşe yarar, kullanılabilir.
KARIK
Düz yer.
KARIS
Ekşi yoğurt.
KARISA
(C. Kavâris) İncitici söz.
KARİ
(A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü.
KARİ'
Ulu kişi, seyyid.
KARİ'
(Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan.
KARİA
(A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek şiddetli rüzgâr.
KARİA SURESİ
Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir.
KARİAT
(Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar.
KARİB
Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım.
KARİB (KAREB)
(C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı.
KÂRİBAN
f. Kervan.
KARİBEN
Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan.
KARİB-ÜL AHD
Yakın zamanda.
KARİE
(C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın.
KARİH
(C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar.
KARİH
Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı.
KARİHA
Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su.
KARİHA-ZÂD
f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen.
KARİKATÜR
Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim.
KARİN
Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci.
KARİN
Kılıcı ve oku olan. * Hacla umreyi birlikte yapan.
KARİNE
Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret.
KARİNE-İ MÂNİA
(Bak: Karine-i mecaz)
KARİNE-İ MECAZ
Mecaza ait işaret. Kelimenin mecaz olmasını gerektiren, hakiki mânasında alınmasına mâni olan kayıt. Buna Karine-i mânia da denir.
KARİNE-İ TAAYYÜN
Belli edici ve tâyine yardım eden iz, işâret, delil.
KARİN-İ EVVEL
Baş mâbeynci.
KARİR
Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz.
KARİR-ÜL AYN
Memnun, mesrur, gözü aydın.
KARİS
Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık.
KARİYE
(C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri.
KARİYER
Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü.
KARK
Tavuk gıdaklaması.
KARKAF
şarap, hamr.
KARKAL
(C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise.
KARKAR
(C: Karâkır) Düz açık yer.
KARKAR
Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek.
KARKARA
Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi.
KARKİSYUN (KARKİSYA)
Kebâbe dedikleri devâ.
KARLAYL
(Thomas Carlyle) (Hi: 1210-1298) İskoçya'da doğmuş, Londra'da ölmüştür. İskoç tarihçisi ve filozofudur. Babası dindar bir duvarcı ustası idi, oğlunu papaz yapmak istiyordu. Onun dinî şüpheleri papaz olmasına mâni oldu. Yedi sene manevî mücahededen sonra imanî mes'elelerde istikrar elde edebilmiştir.Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:Kur'anı bir kere dikkatle okursanız, Onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyetlerinden biri, Onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.(Karlayl)
KARM
(C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan.
KARMELE
Yapraksız küçük ağaç.
KARMEŞE
Cem'etmek, toplamak.
KARN
Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç.(Karn, iki mânaya gelir. Birisi, zamandan bir müddete mukterin olan ümmet, bir zaman ahalisi olan hey'et-i içtimaiye ki, "hayrul kuruni karni" hadis-i şerifi bu mânayadır. Bunda sivrilmek veya mukarenet etmek manası vardır. Bu mukarenet veya efradın yekdiğerine mukareneti veya bir peygamber, bir âlim, bir reis gibi büyük bir şahsiyete mukareneti mülâhaza olunur.Diğeri de müddet-i zamanın kendisine denir ki, asır gibi ekseriyetle yüz sene takdir edilmiştir.) (E.T.)
KARNABİT
Karnıbahar.
KÂRNAME
f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği.
KÂRNEDAŞTE
f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz.
KARNESA
Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi.
KARNEYN
İki boynuz.
KARN-I EVVEL
Hicretin birinci asrı.
KARN-I ZABY
Geyiğin başındaki çatal boynuz.
KÂR-NÜMA
f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş.
KÂRPERDAZ
f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender.
KÂRPERVERD
f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen.
KARR
Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe.
KARRA
Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek.
KARRA'
Ağaçkakan kuşu.
KARRA'
(C.: Karrâun) Güzel okuyan.
KARRAUN
(Karrâ. C.) Güzel okuyanlar.
KARRE
Soğukluk, soğuk.
KARS
Küçük ibrik.
KARS
Şiddetli soğuk.
KARS
İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması.
KARSA'
Deve kuşunun erkeği.
KARSA (KARİSÂ)
Bir hurma cinsi.
KARSAA
Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak.
KÂRSAZ
f. Becerikli, elinden iş gelen.
KARSEL
Kısa boylu adam. (Müe: Karsele)
KARŞ
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek.
KARŞAME
Atmaca kuşu.
KÂRŞİNAS
f. İşten anlar, iş bilir.
KART
Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük.
KARTA'
Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın.
KARTABAN
Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen.
KARTABUS
Zahmet, meşakkat.
KARTAK
(C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan.
KARTALE
Eşek yükünün dengi.
KAR'-UL ASÂ
Doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi. * Mc: Hatayı hatırlatmak için işaret vermek ve ikaz etmek.
KARUN
İki şeyi bir araya getiren. * Tez terleyen hayvan. * Arka ayaklarının tırnağı ön ayağının tırnağı yerine vâki olan hayvan. *İleride olan memeleri geride olan memelerine pek yakın olan dişi deve.
KARUN
(A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur.
KARUR
Duş yapılacak soğuk su.
KARURE
(C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe.
KAR'UŞ
İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği.
KARV
Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk etmek.
KARVA
Uzun hörgüçlü deve.
KARVAH
Uzun ağaç. * Uzun deve.
KÂRVAN
f. (Bak: Kervan)
KARYA
Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı.
KARYE
Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer.
KARYETEYN
Mekke ile Taif şehirleri.
KARYET-ÜL ENSÂR
Medine-i Münevvere şehri.
KARYET-ÜN NAHL
Kovan. Arı yuvası.
KARZ
Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek.
KARZ
Selem ağacının yaprağı.
KÂR-ZÂR
(Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe.
KÂR-ZÂRGÂH
f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası.
KARZEN
Borç, ödünç olarak.
KARZ-I HASEN
Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç.
KA'S
Çirkin kokulu toprak.
KA'S
(C: Kiâs) Parmak kemiği.
KA'S
Ölüm, mevt.
KAS'
Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek.
KASA
Kabalık. * Şiddet. * Katılık.
KA'SA
Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın.
KAS'A
(C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı.
KASAB
Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi.
KASABA
(C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure.
KASABAT
(Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar.
KASABE
Kötü hurma.
KASAB-I MISRÎ
Mısırda dokunmuş keten bezi.
KASAB-ÜL ENF
Burun kemiği.
KASAB-ÜL FÂRİS
Kalem kamışı.
KASAB-ÜL HABİB
Şeker kamışı.
KASAH
Sırtlan.
KASAİD
(Kaside. C.) Kasideler.
KASAL
Buğday içinde olan siyah taneler.
KAS'A-LİS
Dalkavuk. Çanak yalayıcı.
KASAM
Şiddetli sıcaklık. * Güzellik.
KASAME
(Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme.
KASA'NİNE
Katı olmak. * Büyük olmak.
KASAR
Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet.
KASARA
(C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte.
KASARET
Kısalık. Kısa olma.
KASAS
Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası.
KASAS
Arslan.
KASAS SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 28. Suresidir. Mekkîdir. (Kısas da denir.)
KASAT
Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması.
KÂSAT
(Ke's. C.) Kadehler, ke'sler.
KASATURA
Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç.
KASAVET
Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet)
KASAVİSE
(Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler.
KASB
Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert.
KASB
Kat'etmek, kesmek.
KASBA
Kamış. Kamışlık.
KASD
Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak.
KASDEN
Bile bile, isteyerek.
KASDÎ
İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan.
KÂSE
f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik.
KA'SEB
Büyük karınlı, kalın.
KÂSE-BEND
f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse.
KASED
şahyar dedikleri nesne.
KÂSE-GER
f. Kâseci, kâse yapan.
KÂSEHA
(Kâse. C.) Kâseler.
KÂSE-İ ÇEŞM
Göz çukuru.
KÂSE-İ FAĞFUR
f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse.
KÂSE-İ SER
Kafatası.
KA'SELE
Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak.
KÂSE-LİS
(Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci.
KÂSE-LİSAN
(Kâselis. C.) Dalkavuklar, çanak yalayıcılar.
KASEM
Yemin. Ahdetme.
KASEMÂT
Ahdler, yeminler.
KASEMÂT-I KUR'ANİYE
Kur'andaki ahitler, yeminler.
KA'SERE (KA'SERÂ)
Yoğun, sağlam, kalın, katı.
KASES
Hidayet edici delil.
KASF
Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması.
KASFE
(C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını.
KASH
Kuruluk, katılık.
KASHAB
Kalın, yoğun, büyük.
KASI'A
Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka)
KASIB
Düdük çalan.
KASID
Kasd eden, niyet eden, isteyen.
KASIF
Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey.
KASIF
Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen.
KASIK
t. Karnın alt tarafı.
KASIM
(A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan.
KASIM
(A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen.
KASIR
(A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu.
KASIR
(A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran.
KASIRANE
Âcizane, beceriksizcesine.
KASIRAT-ÜT TARF
Kocasından başkasına aslâ bakmayan. (Cennet kadınlarının bir vasfı) Huriler.
KASIRGA
Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr.
KASIR-UL AKL
Düşüncesi noksan, kısa akıllı.
KASIR-ÜL BASAR
Görüşü kısa. * Kısa görüşlü, dar düşünceli.
KASIR-ÜL FEHM
Anlayışı noksan, kısa anlayışlı. Anlayışsız.
KASIR-ÜL YED
Eli kısa. Âciz, işten anlamaz, beceriksiz.
KASITÎN
(A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler.
KASİ'
Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse.
KASÎ
(Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı.
KASİB
(C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül.
KÂSİB
Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan.
KASİD
Kaside.
KASİD
(C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı.
KÂSİD
Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan.
KASİDE
(C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı Hakk'ı veya Peygamberi (A.S.M.) medheden manzume.
KASİDE-GÛ
f. Kaside yazan, kaside söyliyen.
KASİDE-İ BÜRDE
Hazret-i Peygamber (A.S.M.) önünde meşhur Arab Şâiri Ka'b bin Züheyr'in okuduğu kasidenin adı olup, bu kasideyi Peygamber Aleyhissalâtü vesselâm beğenmiş, mükâfat ve iltifat eseri olarak da kendi hırkasını ona giydirdiğinden bu isimle meşhur olmuştur.
KASİDE-İ ERCUZE
(Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı.(Mecmuat-ül Ahzab'ın 582. sahifesinden 597. sahifesine kadar o Ercuzedir. O Ercuzenin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî; İsmi A'zamı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem o münâsebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve te'sis-i İslâmiyette bir kısım mücâhedâtını işâret etmektir. Evet, Hz. İmâm Üstâdı olan Habibullah'dan (A.S.M.) aldığı dersin bir kısmını işarî bir surette zikrediyor... L.)
KASİDE-PERDAZ
f. Kaside yazan, kaside düzenliyen.
KASİDE-SERÂ
f. Kaside söyliyen, kaside yazan.
KASÎF
Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi.
KASÎL
Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne.
KASÎM
Güzel kimse. * Taksim eden, bölen.
KASÎME
(C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer.
KASÎR
(Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu.
KÂSİR
Çok olan, kesir, bol olan.
KÂSİR
(Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu.
KASİRE
Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın.
KASÎR-ÜL AKL
Aklı kısa, aklı ermez.
KASÎR-ÜL BÂ'
Kısa boylu, beceriksiz, zavallı.
KASÎR-ÜL BASAR
Dar görüşlü, basireti kısa. * Miyop.
KÂSİR-ÜL ESNAM
Putları kıran. (Hz. İbrahim'in A.S. lâkabıdır)
KASÎR-ÜL HİMME
Himmeti az veya kısa olan.
KASÎR-ÜL KAME
Kısa boylu. Boyu kısa olan.
KASİS
Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı.
KASİSA
(C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot.
KASİYY
Uzak, baid. Irak.
KASİYY (KISİYY)
Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise.
KASKAS
Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot.
KASKASE
Yol göstermek. * Köpeği "kuçu kuçu" diye çağırmak.
KASKASE
Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston.
KASL
Kesmek.
KASM
Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek.
KASM
Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek.
KASMA
Ufak boynuzlu dişi koyun.
KASME
Merdiven ayağı.
KASME
Yüz, çehre, vech.
KASMEL
Arslan, esed.
KASR
Men'etmek. * Zorla bir şeyi yaptırmak. * Galip olmak.
KASR
Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak.
KASR
Köşk. Yüksek ve ferah bina. Taştan veya kârgir küçük saray.
KASR-I CENNET
Cennet köşkü.
KASR-I MÜŞEYYED
Tahkim edilmiş, sağlam yapılmış büyük bina. Büyük apartman.
KASR-I SALÂT
Seferde olan bir kimsenin, dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılması. Namazı kısaltmak.
KASR-I YED
El çekmek, ferâgat etme, vazgeçme.
KASRÎ
Zorla, cebren.
KASRİYYET
Zorlama hâli.
KASR-ÜL KELÂM
Sözü az etmek. Kısa konuşmak.
KASS
Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün.
KASS
Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak.
KASS
Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
KASSA
Kireç.
KASSAB
Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı.
KASSABİYYE
Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti.
KASSAM
Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * Büyük hurma salkımı. * Büyük et parçası.
KASSAM
Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden.
KASSAR
Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı.
KASSÎ
Göğüsle alâkalı. Sadrî.
KAST
f. Noksan, eksik, kusur.
KASTA'
Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve.
KASTAL
Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz.
KASTAL
şeker tozu.
KASTALANÎ
Ok atmak. * Şafak kızıllığı.
KASTALANÎ
(Hi: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir.
KASTAR
(C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse.
KÂSTAR
f. Yalancı, hilekâr.
KÂSTE
f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB : Mestler.KASUS : Yalnız otlayan deve.KASV : Deve kulağının kenarı.
KASVA
Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve.
KASVERE
Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi.
KASVET
Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet)
KASVET-BAHŞ
f. Kasvet ve sıkıntı veren.
KASVET-EFZA
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
KASVET-ENGİZ
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren.
KASVET-NÂK
f. İç sıkan, sıkıntı veren.
KA'Ş
(C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep.
KAŞ'
(Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam.
KÂŞ
f. Çok istek, arzu, özleme.
KAŞAĞI
Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet.
KÂŞÂNE
f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda.
KÂŞÂNE-İ MÜRGÂN
Kuş yuvası.
KAŞ'ARİRE
Ürpermek, titremek.
KAŞB
Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek.
KAŞBE
Hasis kişi. * Maymunun dişisi.
KAŞE
Mühür, imza. * Bir nevi kumaş.
KAŞEM
Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu.
KAŞER
Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık.
KAŞİ'
Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik.
KAŞÎ
f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini.
KAŞİB
(C.: Kuşbâ) Yeni veya eski.
KÂŞİF
Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad.
KÂŞİGER
f. Çinici, çini yapan san'atkâr.
KÂŞİH
Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse.
KAŞİRE
Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur.
KAŞKAŞA
Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak.
KAŞKİ
f. "Keşke, ne olurdu" gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder.
KAŞM
Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak.
KAŞMEŞ
Kuş üzümü.
KAŞR
Bir şeyin kabuğunu soyma.
KAŞŞ
Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek.
KAŞT
Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak.
KAŞUR
(C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni.
KAŞV
Kabuğu soyulmuş olan.
KAŞVAN
Zayıf erkek.
KA'T
Kısa boylu kimse.
KAT'
Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek."İmtihan geliyor. Çalışın, yoksa..."Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz.Bunu benden duyunuz, ben ki, evet Arnavud'um!..Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...Mehmed Akif
KAT'A
Aslâ, hiçbir zaman.
KATADE
(C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni.
KATAİF
(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı.
KATALOG
Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi.
KATAM
Cimâ arzulamak. * Et arzulamak.
KATAM
Toz, gubar.
KATAN
Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi.
KAT'AN
Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen.
KATANE
Az yemeklik.
KATAR
Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır.
KATAR
Birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü. * Bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. Tren.
KATARAT
(Katre. C.) Katreler, su damlaları.
KATARAT-I BÂRÂN
Yağmur damlaları. Yağmur katreleri.
KATARAT-I SEMİNE
Kıymetli damlalar.
KATARAT-I ŞADÎ
Sevinç damlaları. Sevinçten dolayı akan gözyaşları.
KATARAT-I UYUN
Göz yaşları.
KATARE
Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su.
KATAT
Kısa, kıvırcık saç.
KATB
(Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan.
KATEA
(C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu.
KATEB
(C.: Aktâb) Deve palanı.
KATED
(C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı.
KATEDRAL
Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi.
KATEGORİ
Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup.
KATEL
Nefs. Cismin bakiyyesi.
KATELE
(Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler.
KATER
(Katre. C.) Katreler, damlalar.
KATERE
Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması.
KATF
Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi.
KATI'
(Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç.
KAT'-I ALÂKA
Alâkayı kesme.
KAT'-I DA'VÂ
Dâvâyı halletme.
KAT'-I HAYÂT
Hayatın kesilmesi. Ölüm, mevt.
KAT'-I MERÂHİL
Merhaleleri, durak yerlerini geçme. Yol alma, ilerleme.
KAT'-I MERATİB
Mertebeleri aşıp geçme.
KAT'-I MÜNÂSEBET
Münasebeti ve ahbaplığı kesme.
KAT'-I NAZAR
Bakmamak. İtibar etmemek. * Alâkayı kesmek.
KAT'-I TARİK
Yol kesicilik.
KATI'A
Kesen, kesici.
KATIBE
(A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde.
KATIBETEN
Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ.
KATIN
(C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı.
KATI-UT TARİK
Yol kesen, eşkiya.
KATİ'
(C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri.
KAT'Î
Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz.
KAT'Î DELALET
şüphesiz, kat'i delil.
KATİA
(C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi.
KÂTİB
Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı.
KÂTİBANE
Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine.
KÂTİB-İ ADL
Noter.
KÂTİB-İ EZELÎ
Her şeyin hayatının mukadderatını ezelden bilip yazan Cenab-ı Hak (C.C.)
KÂTİB-İ HUSUSÎ
Büyük bir kimsenin kullandığı özel kâtip, hususi kâtib.
KÂTİB-İ SIRR
Gizli şeyler yazdırılan kâtip, sır kâtibi.
KÂTİB-İ VAHY
Kur'an-ı Kerim âyetlerini yazan. Vahy kâtibi.
KATİFE
(C.: Katâif) Kadife.
KATİL
Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul.
KATİL
(A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan.
KATİLE
Su silmede kullanılan bez parçası.
KATİL-İ MA'FUV
Can ve ırzını korumak için, tecavüze kalkanı öldüren kimse.
KATİL-İ MÜTEAMMİD
Her ne sebeple olursa olsun, birini öldürmeyi evvelce zihninde tasavvur ederek öldüren kimse.
KATİM
Toz çokluğundan karanlık olan.
KÂTİM
(Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan.
KÂTİM-İ ESRAR
Sır saklıyan.
KATİN
Kene. * Az yiyen kimse. * Testi.
KATİR
İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları.
KAT'İYYEN
Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman.
KAT'İYYET
Kesinlik, kat'ilik.
KAT'İYY-ÜD DELALE
Bir ibârenin ifâde ettiği mânaya veya hükme delâletinin kat'i ve şeksiz olması. Delilin kat'i, şüphesiz oluşu.
KAT'İYY-ÜL METİN
Metnin, ibârenin kat'i ve şüphesiz oluşu. (Ayet gibi)
KATL
Öldürmek.
KATL
(C.: Mekâtıl) Kesmek.
KATLÂ
(Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler.
KATLGÂH
f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli.
KATL-İ ÂM
Bir yerde çoklarının öldürülmesi. Herkesi kılıçtan geçirme. Toptan imha.
KATL-İ AMD
Huk: Kasden ve bile bile öldürme.
KATL-İ NEFS
İntihar. Kendi kendini öldürme.
KATL-İ NÜFUS
Adam öldürme.
KATM
Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi.
KATMER
t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.)
KATNE
Kırkbayır. * Boş.
KATOLİK
Fr: Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar.(Ehl-i bid'a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki: "Alem-i insaniyetin müteselsil hadisâtına sebep olan Fransız ihtilâl-i kebirinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hassı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi. Sonra çoklar tarafından tasvib edildi. Frenkler dahi, ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?.."Elcevap: Bu kıyasın dahi, evvelki kıyaslar gibi farkı zâhirdir. Çünkü: Fransızlarda, havas ve hükümet adamları elinde çok zaman din-i hıristiyani, bahusus Katolik mezhebi bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve "serseri" tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyet-perverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dörtyüz seneye yakın Frengistanda ihtilâller ile istirahat-ı beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zir ü zeber etmeğe bir sebep telâkki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adavet hasıl olmuştu ki; mâlum hâdise-i tarihiye vukua gelmiştir. Halbuki: Din-i Muhammedi (A.S.M.) ve Şeriat-ı İslâmiyeye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki, ondan şekva etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dahili muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise, dörtyüz sene ihtilâlât-ı dâhiliyeye sebep olmuş. M.)
KATR
Darlık.
KATR
Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur.
KATRAN
(Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.
KATRE
Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
KATRECU
f. Bir damla arıyan.
KATRED (KATÂRİD)
Koyunu ve kuzusu çok olan kişi.
KATREFEŞAN
f. Damla saçan.
KATRE-İ BÂRÂN
Yağmur damlası.
KATRE-İ GEVHER
Cevher damlası. İnci tanesi. * Pek kıymetli şey.
KATT
Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak.
KATT
Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, fiatın fazla olması.
KATTA'
Çok kat'eden, adah çok kesen.
KATTAL
(Katl. den) Çok öldüren, çok katleden.
KATTAN
Pamuk satan.
KATTAT
Hokkalar yapan, çıkrıkçı.
KATUB
(Bak: Katb)
KATUBE
Arkasında semeri olan deve.
KATUF
Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan.
KATV
Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak.
KATV
Hizmet.
KAUD
Yavaş giden at.
KAUD
Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.)
KAUR
Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar.
KAUS
Yaşlı, koca, ihtiyar.
KAV'
(C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer.
KA'VA'
İncikleri ince olan kadın.
KAVA'
Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer.
KAVABİL
(Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler.
KAVAD
Katili maktul yerine kısas etmek.
KAVAD
Kaltaban. Arsız, gayretsiz.
KAVADİH
(Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler.
KAVADİM
(Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri.
KAVAF
Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan.
KAVAFÎ
(Kafiye. C.) Kafiyeler.
KAVAFİL
(Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler.
KAVAİD
(Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı.
KAVAİD-İ ESASİYE
Esası teşkil eden temel kaideler.
KAVAİM
(Kaime. C.) Kaimeler.
KAVAKİZ
(Kakuze. C.) Boş maşrapalar.
KAVALİB
(Kalıb. C.) Kalıplar.
KAVAM
Adâlet. * Güzel ve uzun boy.
KAVANİN
(Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi.
KAVANİN-İ ASKERİYE
Askeri kanunlar.
KAVANİN-İ CEZAİYE
Ceza kanunları.
KAVANİN-İ HADSİYE
Hadse âit düstur ve kanunlar. (Bak: Desâtir)
KAVANİN-İ İLÂHİYE
İlâhî kanunlar. Şeriat. (Bak: Şeriat)
KAVARİ'
(Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler.
KAVARİR
(Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS : Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar.
KAVASIF
(Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar.
KAVASIM
(Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler.
KAVAYİM
Davarın ayakları. * Evin direkleri.
KAVB
Kesmek. * Çukur kazmak.
KAVD
Boy uzunluğu. * At sürüsü.
KAVDA
(C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı.
KA'VE
Evin ortası.
KAVEME
(Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere "Sübhâne Rabbiyel Azim" diyecek kadar durmak.
KAVF
Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı.
KAVİ
Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed.
KÂVÎ
(Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci.
KAVİM
Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel.
KAVİM
(Bak: Kavm)
KAVİSNAME
f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser.
KÂVİŞ
f. Eşme, kazma.
KÂVİŞGER
f. Kazıcı, eşici, kazan.
KAVİYYEN
Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak.
KAVİYYEN ME'MUL
Çok kuvvetle ümid edilen.
KÂVİYYET
Yakıcılık, dağlayıcılık.
KAVİYY-ÜL BÜNYE
Bünyesi sağlam olan. Sağlam vücutlu.
KAVİYY-ÜL İKTİDAR
İktidarı kuvvetli.
KAVKAA
Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu.
KAVKAH
Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi.
KAVKAL
Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu.
KAVL
Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham.
KAVLEN
Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
KAVLÎ
Sözle alâkalı. Söz niteliğinde.
KAVL-İ LEYYİN
Yumuşak söz. Sert olmayan söz. Enâniyetli olmayan söz.
KAVL-İ MÜCERRED
Delilsiz söz.
KAVL-İ RÂCİH
Daha makbul ve daha önde olan söz, kanaat, fikir.
KAVL-İ RESUL
Hadis.
KAVL-İ ŞÂRİH
Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü.
KAVLİYYAT
Kaviller, kuru lâflar, boş sözler.
KAVM
(Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak.
KAVMÎ
Kavme âit, kavimle alâkalı.
KAVM-İ MAHSUR
Nüfusu yüz kişiden az olan köy halkı.
KAVMİYET
Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri.
KAVMİYETÇİLİK
İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye)
KAVNES
(C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi.
KAVRA
Geniş yer.
KAVS
Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı.
KAVSAF
Kadife.
KAVSARRA
Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü.
KAVSEYN
İki yay.
KAVS-I KUZAH
(Kavs-i kuzeh) Gök kuşağı. Alâim-i semâ. Ebem kuşağı.
KAVSÎ
Yay biçiminde olan, yay gibi olan.
KAVS-PARE
f. Küçük yay, küçük kavs.
KAVT
İhtiyaç miktarı yemek vermek.
KAVT
(C.: Akvât) Koyun sürüsü.
KAVVAD
Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz.
KAVVAL
(Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi.
KAVVAM
Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.
KAVVAS
(Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu.
KAVZ
Bozmak. Yıkmak.
KAVZ
(C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak.
KAY
Yağmurlu hava.
KAY
Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi.(Âlim-i mürşid koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.)
KAY'
Kedi, sinnevr.
KAY'AM
(C.: Kayâım) Kedi.
KAYANE
Demircilik.
KAYASİRE
(Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları.
KAYD
Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.
KAYDAHR
Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve.
KAYDEHUR
Yaramaz huylu.
KAYDETMEK
Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak.
KAYD-I HAYAT
Ömür boyunca, yaşadığı müddetçe.
KAYDİYYE
Deftere kaydetme ücreti.
KAYDUM
Her nesnenin önü.
KAYH
(C.: Kuyuh) İrin.
KAYID
(C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen "kösem" dedikleri koyun.
KAYIF
Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi.
KAYIM
Durucu, duran. * Kılıç kabzası.
KAYIN
Kadının veya kocanın erkek kardeşi.
KAYINÇO
Kayın. Kayınbirader.
KAYISA
(C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer.
KAYİLE
(Bak: Kaylule)
KAYKA'
Tavuk avazı, tavuk sesi.
KAYKABAN
İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç.
KAYL
(C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek.
KAYLULE
Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu.(Re'fet, $ âyet-i celilesindeki $ kelimesinin mânasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atâlete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:Birincisi: Gayluledir ki, "fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır." Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadisçe sebebiyet verdiği için, hilâf-ı Sünnettir. Çünkü; Rızk için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.İkincisi : Feyluledir ki, "İkindi namazından sonra mağribe kadardır." Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül-Arabta vakt-üz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tâtil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü: Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor. L.)
KAYN
(C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle.
KAYNAN
At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri.
KAYNATA
Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder.
KAYS
Düşmek, sukut.
KAYS
Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı.
KAYSER
Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı.
KAYSERÎ
(C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve.
KAYSERÎ
f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik.
KAYSUM
Marsama denilen ot.
KAYTAS
Balina balığı. * Kadırga balığı.
KAYTUN
(C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne.
KAYTUS
Bir yıldız kümesi.
KAYY
Fakirlik.
KAYYIM
İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve muhtaçlara çok ihsan edici mânasında Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) verilen bir isim.
KAYYİME
Müstakim, âdil. Çok değerli.
KAYYUM
(Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi.
KAYYUM
Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.). Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak.(... Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada $ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelâl'e dayanıyorlar; kıyamları onunladır... Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette $ sırriyle, uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhâl ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.İşte bütün böyle silsilelerin müntehâları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar. L.)
KAYYUMİYET
Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)
KAYZ
Yaz mevsiminin en sıcak zamanları.
KA'Z
Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi.
KAZ'
Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek.
KÂZ
(Gâz) f. Makas.
KAZA
Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. * Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. * Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. * Hâkimlik, hâkimin hükmü. * İstemeden yapılan zarar. * Hükmeylemek, hüküm. * Bir şeyi birbirine lâzım kılmak. * Beyan eylemek. * Ahdini yerine getirmek. * Ödemek, edâ etmek. * İcab. * Ölüm. (L.R.) * Şeriat hâkimi olan Kadı'nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yâni, eskiden bir hâkimin şeriat şeriat namına da'valara baktığı memlekete "kaza merkezi" denirdi.)Fık: İnsanlar arasında vuku bulan dâva ve muhasamayı şer'î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek.(Fetvanın kazadan farkı, mevzuu âmdır; gayr-i muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise; muayyen ve mülzimdir.)
KAZA'
Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak.
KAZAA
Bulut parçası.
KAZAB
Katılık, şiddet.
KAZABE
Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar.
KAZAEN
Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde.
KAZAET
Ayıp, âr. * Fesad.
KAZAHA
(Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri.
KAZAÎ
Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait.
KAZA-İ HÂCET
İhtiyacını gidermek. * Büyük abdest bozmak.
KAZA-İ ŞEHVET
Şehvet ihtiyacını gidermek. Cinsî münasebet (ki, insanlar arasında nikâh olmadıkça haramdır.)
KAZAK
Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri.
KAZAL
(C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı.
KAZAM
şey.
KAZAN (KEVZÂN)
Semiz şişman kimse.
KAZAN KALDIRMAK
t. Yeniçerilerin isyanı münasebetiyle kullanılan bir tabirdi. Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları At Meydanı'na getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. Sonradan da devlete karşı koymağa kalkanlar hakkında kullanılırdı. (O.T.D.S.)
KAZANFER
(Bak: Gazanfer)
KAZAR
Kirlenme, pislenme.
KAZARA
f. Kazâ olarak. Rastlayarak.
KAZARET
Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli.
KAZASKER
İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de "Çandarlı Kara Halil"dir.
KAZAYA
(Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler.
KAZAYA-YI MAKBULE
(Bak: Kaziye-i makbule)
KAZAZ
Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne.
KAZA-ZEDE
Kazaya uğramış, başına felâket gelmiş.
KAZB
Çok nikâh.
KAZB
Kesmek. * Yonca otu.
KAZBE
(C: Kuzub) Yonca otu.
KÂZE
Uyluk dibi.
KAZEF
Irak, baid, uzak.
KAZEİN
Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler.
KAZEL
Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân)
KAZEM
Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık.
KAZEM
Tez, seri, acele.
KAZER
Nezafetsizlik, temiz olmamak.
KAZEZ
Pire.
KAZF
Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna "kazf-ı muhsenat" da denir. (Bak: Kebair)
KAZF (KAZÂFE)
(C.: Kızâf) İncelik, zayıflık.
KAZH
Atmak, saçmak.
KAZIB
(C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen.
KÂZIM
Öfkesini yenen, meydana vurmayan.
KAZIM(A)
Kemirici hayvan.
KÂZIME
(C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir.
KÂZIMÎN-EL GAYZ
Öfkesini yenenler.
KÂZIMÛN (KÂZIMÎN)
Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler.
KAZIYE
Ölüm.
KAZİ
(A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren.
KAZİB
Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse.
KAZİB
(C.: Kuzıbân) Ağaç dalı.
KÂZİB(E)
Yalancı. Yalan söyleyen.
KAZİFE
Sövdükleri söz. * Attıkları nesne.
KAZİM
(C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa.
KAZİME
(Bak: Kâzıme)
KAZİYE (KAZİYYE)
Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet.
KAZİYE-İ BEDİHİYYE
Man: Delil ile isbata muhtaç olmaksızın, aklın cezmen hüküm ve tasdik eylediği hüküm. Bu iki kısma ayrılır:1- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye: Aklın hârice danışmayarak ve havassın (hislerin) tavassut ve yardımına muhtaç olmayarak tasdik eylediği kaziyeye denilir ki; akıl mücerret mevzu ve mahmulünü tasavvur edince beyinlerindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ediverir ve bunlara Ulum-u müteârife denir. Bu da ya evveliye veya fıtriyye olur.2- Kaziye-i bedihiyye-i akliyye-i evveliye: Aklın mücerret tarafeyni tasavvur ile beynindeki nisbet-i hükmiyeyi cezmen tasdik ettiği kaziyyeye denir. (L.R.)
KAZİYE-İ BEDİHİYYE-İ FITRİYYE
Man: Aklın tarafeyni tasavvur ederken zihinde hâzır olan bir hadd-ı vasat vâsıtası ile nisbet-i hükmiyyeyi cezmen tasdik eylemesinden ibaret olan kaziyyeye denir.
KAZİYE-İ CEHLİYYE
Man: Esası cehl üzere mebni olan bâtıl kaziyyedir. (L.R.)
KAZİYE-İ CÜZİYYE
Man: Hükmü, mevzuun bazı efradına şamil olan kaziye. "Bazı şeyler serttir." gibi.
KAZİYE-İ HAMLİYYE
Man : Mahmulün (yâni, haberin), mevzua (yani mübtedaya) sübut veya nef'i ile hükmü hâvi olan kaziyye. Tabir-i diğerle: Mahmulün mevzua kayıtsız ve şartsız olarak isnad olunduğu kaziyyeye denir. "Dünya fânidir" gibi.
KAZİYE-İ İHTİMALİYYE
Man: Bir şeyin olması veya olmaması mümkün olmak ihtimâli üzerine bina olunan kaziyye.
KAZİYE-İ KÜLLİYE
Man: Hüküm mevzuunun cemi efradına şâmil olan kaziyye. "İnsanların cümlesi nâtıktır" gibi.
KAZİYE-İ MA'DULE
Man: Selb, ya mevzuundan ya mahmülünden ikisinden cüz' olan, yâni kendinde hem isbat ve hem de nefiy kaziyyelerdir. "Nefs-i nâtıka gayr-i mürekkebdir" gibi.
KAZİYE-İ MAHKÛMUN BİHÂ
(Bak: Kaziye-i muhkeme)
KAZİYE-İ MAHSUSA
Man: Mevzuu yalnız bir fertten ibaret olup da hüküm onun üzerine olan kaziyyedir. Buna Kaziye-i şahsiyye dahi denir. "İstanbul en büyük şehirlerin birincisidir" gibi.
KAZİYE-İ MAKBULE
Kabule mazhar olmuş hüküm ve iddia. İtimad edilir zâtların söyledikleri ve bu itimada binâen kabul edilen kaziyye.
KAZİYE-İ MEŞHURE
Man: Herkesce sâbit olduğu hasebiyle hükmolunan kaziyye.
KAZİYE-İ MEVHUME
Man: Mâkul işler üzerine kuvve-i vâhimenin hükmeylediği kâzib kaziyyedir.
KAZİYE-İ MUHAYYELE
Man: Kizb olduğu mâlum iken nefsin ya münbasit ya münkabız olduğu kaziyye. Hayali olan hüküm.
KAZİYE-İ MUHKEME
Tam, sağlam hüküm. Temyizin tasdikinden geçmiş, değişmez hâle gelmiş mahkeme kararı ki, böyle bir karara mazhar olan herhangi birşey hakkında tekrar dava açılamaz; dâva mevzuu yapılamaz. Aksi takdirde kanun namına kanunsuzluk yapılmış olur. Buna "Kaziye-i mahkumun bihâ" da denir. (Bak: Muhkem kaziyye)
KAZİYE-İ MUTLAKA
Man: Hiçbir ihtimâl gösterilmeyip, bir şeyin şöyle olduğuna veya olmadığına açıktan açığa hükmolunan kaziyye'dir.
KAZİYE-İ MÜMKİNE
Mümkün olan hüküm, kaziyye.(Meselâ: Kim iki rekât namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır. İşte iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rekât namazda bu mâna külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler vukuu bilfiil dâimi ve külli değil, zira kabulün madem şartları vardır. Külliyet ve daimilikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır, veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir... S.)
KAZİYE-İ NAZARİYYE
Man: Aklın bir delil ile tasdik eylediği kaziyye. Delilinin mukaddematı yakiniyyattan ise, yakiniyye'dir ve illâ zanniye olur.
KAZİYE-İ SÂLİBE
Man: Mevzuun mahmulünden selbiyle hükmolunan, yâni; bir şeye nefi ile hükmeyleyen kaziyye'dir. "Kamerin ziyası kendinden değildir" gibi.
KAZİYE-İ ŞARTİYYE
Man: İki cümleden ibâret, fakat bunlardan birinde olan hüküm diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan, yâni; aralarında mülâzemet ve irtibat bulunan kaziyedir.
KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MUTTASILA
Man: Mevzu ile mahmulü birer cümle olmakla, birinde bir şeyin üzerine olunan hüküm, diğerinde gösterilen şarta mütevakkıf olan kaziyyedir. (Eğer bir cisim ağır ise, bir yere yerleştirilmedikçe düşer gibi.)
KAZİYE-İ ŞARTİYYE-İ MÜNFASILA
Man: Mahmulü birden fazla olmakla bu mahmulllerin biri elbette mevzua isnad olunmak lâzım geldiğine hükmolunan kaziyyedir. (Adet ya tektir, ya çifttir) gibi.
KAZİYE-İ TAKLİDİYYE
Man: Mücerred. Başkasından duymakla hükmolunan kaziyye.
KAZİYE-İ YAKÎNİYYE
Man: Yakîni ifade eden kaziyyeye denir. Ya bedihiyye veya nazariyye olur.
KAZİYE-İ ZANNİYE
Man: Karineler ve emârelerden alınmış olan kaziyyeye denir ki; akıl galip zan ile hüküm eylerse de, onun nakzını dahi tecviz eder, bu cihetle zanniyatın cümlesi nazaridir.
KAZİYE-İ ZARURİYYE
Man: Tasdikat-ı akliyyeden olmakla zıddı mümkün olamıyacak surette kat'i olan bir nevi kaziyyedir.
KAZİ-YÜL HÂCÂT
Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah (C.C.)
KAZİZ
Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat.
KAZKAZ
Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan.
KAZKAZA
Kemiği parçalamak.
KAZM
Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek.
KAZR
Bir kimsenin peşinden gitmek.
KAZUF (KAZİF)
Irak, uzak, baid.
KAZULET
Kocaman.
KAZUR
Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse.
KAZURAT
Pislikler, süprüntüler, insan pisliği.
KAZURE
(C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük.
KAZUZE
Maşrapa.
KAZZ
Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd.
KAZZ
Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak.
KAZZ
Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat.
KAZZABE
Çok keskin.
KAZZAFE
Sapan.
KAZZAN
Pire.
KAZZAZ
İpekçi. İpek yapan veya satan kimse.
KAZZE
(C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı.
KE
f. Farsçada küçültme edatıdır. Kelimelerin sonlarına gelir. (Meselâ: "Merdüm: Adam; merdümek: Adamcağız" gibi.)
KE
Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin kitabın)
KEB'
Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem.
KEBAB
Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek.
KEBABE
Bir ot ismi.
KEBAD
İri limon.
KEBADE
f. Tâlim yayı.
KEBADE-KEŞ
f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken.
KEBADE-KEŞÎ
f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme.
KEBAİR
(Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. Kebairin sıralanışı:-Allah'ı inkâr etmek.-Allah'a şirk koşmak.-Kat'iyyen sâbit olan dini bir hükme inanmamak.-Allah'ın rahmetinden ümidini kesmek.-Allah'ın cezasından, mekrinden ve azabından emin olmak.-Günah üzerinde ısrar etmek. Yâni, herhangi bir günahı devamlı işleyip durmak.-Namazı, orucu terketmek. Allah yolunda cihaddan kaçmak.-Anaya, babaya âsi olmak. Yalan yere şehadet veya yemin etmek.-Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya muattal bir hale koymak.-İffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. Nemmamlık etmek.-Ribâda (fâizde) ve hırsızlıkta bulunmak. Rüşvet almak.-Yetim malı yemek.-Zina ve livata denilen günahları işlemek. Bu sayılan günahlar hülâsa edilse, "yedi kebair"i ifade eder. Başta üçü el-iyâzü billah küfürdür. Sonrakiler ise, üzerine İlâhî ceza terettüb edip, hadd-i şer'îyi icab ettiren, açıkça ve kat'i olarak nehyedilmiş bulunan büyük günahlardır. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
KEBAS (KEBES)
Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması.
KEBB
Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek.
KEBBAH
Gönden bardak ve matara diken kimse.
KEBBAN
Büyük terâzi. Kantar.
KEBBE
İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek.
KEBC
Davarı durdurmak için dizginini çekmek.
KEBE
Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba.
KEBED
Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi.
KEBEL
Kısa.
KEBG
f. Keklik.
KEBİB
Darı.
KEBİCEK
Kış otu.
KEBİR
Büyük, âli, yüce.
KEBİRE
(Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair)
KEBİSE
Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene.
KEBİT
Deve avazı. Sığır avazı.
KEBKEB(E)
f. Ayak patırtısı.
KEBKEBE
Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme.
KEBL
Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek.
KEBN
Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek.
KEBS
Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası.
KEBSE
Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu.
KEBŞ
(C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç.
KEBT
Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak.
KEBUD
f. Mavi. Gök rengi.
KEBUDFÂM
f. Gök renginde olan. Mavi renkli.
KEBUDÎ
f. Mâvilik.
KEBUTER
f. Güvercin.
KEBUTERÂN
(Kebuter. C.) Güvercinler.
KEBUTER-BÂZ
f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse.
KEBUTER-İ NAME-BER
Posta güvercini. Mektup götüren güvercin.
KEBV (KEBVE)
Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek.
KEC
f. Eğri, çarpık.
KECABE
f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan.
KECAVE
f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan.
KECBAZ
f. Oyunda hile yapan.
KECBİN
f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren.
KECÇEŞM
f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan.
KECFEHM
f. Yanlış anlıyan.
KECHULK
Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi.
KECKÜLAH
f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa.
KECMİZAC
f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz.
KECNAZAR
f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı.
KECNİGÂH
f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse.
KECNİHAD
f. Aksi ve ters huylu olan.
KECREFTAR
f. Ters yürüyen. Gidişi eğri.KECREV : f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan.
KECRE'Y
f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan.
KECTAB'
f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi.
KEÇEL
f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse.
KEÇELİ
Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler.
KED
f. Ev, hâne, mesken.
KEDA
Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.
KEDA'
Defetmek, kovmak.
KEDAD
Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip "benat-ul kedad" derler.)
KEDB
Tâze kan.
KED-BANU
f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın.
KEDD
Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.
KEDDERE
Bulandırdı (meâlinde fiil).
KEDD-İ YEMİN
El emeği.
KEDE
f. "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi.
KEDEME
Hareket.
KEDEN
Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.
KEDER
Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
KEDEREFZÂ
f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici.
KEDERENGİZ
f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren.
KEDERNÂK
Keder verici, kederli.
KEDEVEN
Palan atı.
KEDH
Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.
KEDHÜDA
f. Kâhya.
KEDİD
Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.
KEDİN
Etli ve yağlı kişi.
KEDİR (KEDİRÂ)
İçinde hurma ıslanmış süt.
KEDKEDE
Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.
KEDM
Isırma.
KEDME
Yara izi, bere.
KEDS
Tez tez yürütmek.
KEDŞ
şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak.
KEDU
f. Kabak. * Mc: Kafatası.
KEDUH
Amel ve sa'yedici, çalışan.
KEDUM
Adam ısıran eşek.
KEDURET
Bulanıklık. * Gam, tasa, keder.
KE-EN LEM YEKÜN
Güyâ olmadı. Sanki olmadı.
KE-ENNE
(Ke-ennehu) (Teşbih edatıdır) Sanki, güyâ, öyle gibi. (Bak: İnne)
KEF
f. Köpük.
KEF
Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu.
KEFA
f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet.
KEFA'
Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.
KEFAET
Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. * Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.)
KEFAF
Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik.
KEFAF-I NEFS
Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.KEFALET : Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek. * Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.
KEFALET-BİT-TESLİM
Bir malın teslimine kefil olma.
KEFALETEN
Kefil olarak. Kefillik suretiyle.
KEFALET-İ BİL-MAL
Fık: Bir mal için kefil olma.
KEFALET-İ BİNNEFS
Birinin şahsına kefil olma.
KEFALET-İ MUTLAKA
Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet.
KEFALET-İ MUVAKKATA
Geçici bir zaman için kefil olma.
KEFALET-İ NAKDİYE
Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma.
KEFALETNAME
f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi.
KEFARET
(Bak: Keffaret)
KEFC
f. Ağızdan gelen köpük.
KEFÇE
f. Kepçe.
KEFE
(Keffe) Terazinin bir gözü.
KEFEF
(Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları.
KEFEL
Dip, ard, kıç.
KEFENBEDUŞ
(Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış.
KEFENPUŞ
f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş.
KEFERE
(Kâfir. C.) Kâfirler.
KEFEŞ
(Bak: Kafş)
KEFETEYN
Terâzinin iki tarafı.
KEFF
Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet.
KEFFARET
(Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç. * Günahtan arınma.
KEFFARET-İ HALK
Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir.
KEFFARET-İ KATL
Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.
KEFFARET-İ SAVM
Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.
KEFFARET-İ YEMİN
Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir olamayana da üç gün muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.
KEFFARET-İ ZIHAR
Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir. (Bak: Zıhâr)
KEFFARET-ÜZ ZÜNUB
Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)
KEFFE
(C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası.
KEFF-İ YED
El çekme. Karışmama.
KEFGİR
f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap.
KEFH
Karşı karşıya savaşma.
KEFİ
Nazir, misil, benzer, denk, eş.
KEFİL
(Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
KEFİL Bİ-T-TESLİM
Bir malın teslimine kefil olan kimse.
KEFİT
Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet.
KEFİYE
Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.
KEFKEFE
Men'etmek, engel olmak.
KEFL
Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan.
KEFN
Yün eğirmek.
KEFR
(C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye.
KEFŞ
(Bak: Kafş)
KEFT
Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek.
KEFTAR
f. Sırtlan.
KEFTER
f. Güvercin, kebuter.
KEFUR
Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen.
KEH
f. Saman. Saman çöpü.
KEHA
f. Mahcub, utangaç.
KEHAİL
(Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.
KEHAM (KİHÂM)
Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.)
KEHANET
Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. (İlâhi ihbârât-ı gaybiyyeye istinad etmeden, gaybdan haber vermek ve falcılık ve kâhinlik etmek dinen kat'iyyetle haramdır.)
KEHAT
Büyük, semiz dişi deve.
KEHB
Koruk.
KEHD
Ayağı yere vurmak.
KEHDEL
Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)
KEHENE
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
KEHF
Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.
KEHF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
KEHF-MİSAL
Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren.
KEHHAL
Gözlere sürme süren. * Göz doktoru.
KEHİB
Patlıcan.
KEHİL
(Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
KEHİLA
Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.
KEHİRE
Kısa boylu kadın.
KEHKAH
Zayıf erkek.
KEHKEŞAN
f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
KEHL
Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl)
KEHL(E)
Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit.
KEHLÂ'
Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot.
KEHM
Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak.
KEHMEL
Ağır ve kaba.
KEHMES
Boyu kısa olan.
KEHR (KÜHRÜRE)
Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak.
KEHREBA
Bir şeffaf zamk ismi.
KEHRİBAR
Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen.
KEHRÜBA
f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek "Kehribâr" denilir.)
KEHRÜBAÎ
Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan.
KEHS
Bir şeyi eliyle almak.
KEHULET
(Bak: Kühulet)
KEHVARE
f. Beşik.
KEİB
Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)
KEJ
f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi.
KEJÇEŞM
f. Şaşı, eğri bakışlı.
KEJDÜM
f. Akrep.
KEJDÜMÎ
f. Akrep gibi, akreple ilgili.
KE'KEE
Zorla reddetmek, def'etmek.
KEKEME
t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan.
KEKRE
t. Ekşi, acımtırak.
KELA
Yeşil ot.
KELAB
Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı.
KELACU
f. Kadeh.
KE-L-ADEM
Yok. Yokmuş gibi.
KELAET
(Bak: Kilaet)
KELAH
Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı.
KELÂL
Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.
KELÂL-ÂVER
f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu.
KELÂL-BAHŞ
f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren.
KELÂLET
Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan.
KELÂL-İ DİL
Gönül yorgunluğu.
KELÂLİB
(Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.
KELÂM
Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh)
KELÂM-I AHSAR
En kısa ve veciz söz.
KELÂM-I KADİM
Kur'an-ı Kerim, Kadim kelâm.
KELÂM-I KİBÂR
Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.
KELÂM-I MAHREM
Gizli kelâm. Mahrem söz.
KELÂM-I MENSUR
Nesir söz.
KELÂM-I MUDARÎ
Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
KELÂM-I NEFSÎ
Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma.
KELÂM-I RESUL
Hadis. Peygamberimizin sözü.
KELÂM-I TÜND
f. Sert söz.
KELÂMIN KUYUDAT VE KEYFİYATI
Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.
KELÂMÎ
Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.
KELÂMİYYUN
Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn)
KELÂMULLAH
Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. (Bak: Kur'ân)(Kur'ân başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma.Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menba'dan alır. Kur'ânın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise; mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi te'sir eder. Kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder. S.)
KELAN
f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş.
KELÂNÎ
(Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).
KELANTER
f. Çok iri. Daha büyük.
KELASENG
f. Sapan.
KELAVE
İpek veya iplik saracak çark.
KELB
(C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs.
KELBETAN
f. Kerpeten.
KELBÎ
Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.
KELB-İ AKUR
Azgın, saldırgan köpek.
KELBİYYUN
Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.
KELB-ÜL MÂ'
f. Köpek balığı. * Kunduz.
KELCE
Kile, mikyâl.
KELDE
(C.: Külud) Bir parça kaba yer.
KELE
f. Yanak.
KELE'
Ayakta olan yarıklar. * Kir.
KELEB
(C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek.
KELEBÇE
Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.
KELEF
Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi.
KELENDİ
Bir para. * Sağlam ve sert yer.
KELEPÇE
(Bak: Kelebçe)
KELEPİR
Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık.
KELFA
Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
KELH
Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.)
KELH
Katı yüzlülük.
KELİF
Haris kimse.
KELİL(E)
Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse.
KELİM
Yaralı kimse. * Konuşulan kimse.
KELİM
Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse.
KELİM
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar.
KELİMAT
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
KELİMAT-I NAHVİYE
Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.
KELİMAT-I TAKDİRİYYE
Takdir edici sözler.
KELİM-DEST
f. Olgun kimse.
KELİME
Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.
KELİME-İ HAMKA
Ahmakça söz.
KELİME-İ MENHUTE
Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.
KELİME-İ ŞEHÂDET
şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.
KELİME-İ TAYYİBE
Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.
KELİME-İ TEVHİD
Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir. (Bak: Tevhid)(Bütün esmâ-i hüsnânın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan "Allah" bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil'mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, Uluhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh "Lâilâhe illâllah" kelâmı, esmâ-i hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bin kelâm iken bir kelâm oluyor. "Lâ Hâlika İllallah", "Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume İllâllah" gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. M.N.)
KELİMULLAH
Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kelimullah'tır.
KELİNG
f. Şaşı.
KELK
f. Koltuk (insanda).
KELKÂHYA
Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.
KELKEL (KELKÂL)
(C.: Kelâkil) Göğüs, sadr.
KELL
(C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü.
KELLA
Geminin durup demirlediği yer.
KELLÂ
Öyle değil. Aslâ.
KELLAB
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse.
KELLE
f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne.
KELLEPUŞ
f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü.
KELLİT (KİLLİT)
Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.
KELLUB
(C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel.
KELM
(C.: Külum-Kilâm) Cerâhat.
KELS
Hamle etmek. Cür'et etmek.
KELSEME
Cem'olmak, toplanmak.
KELT
Ahmaklık. * Toplamak.
KELUL (KELÂL-KELÂLE)
Kütelip kesmez olmak. * Göz nuru zayıf olmak. * Çocuğu ve anası olmayan şahıs.
KELZ
Cem'etmek, toplamak.
KEM
f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
KEM
Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend)
KEM GÖZ
Kötü niyetle bakan göz.
KEMÂ
(Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) "Gibi" mânâsına gelir.
KEMÂ BİŞ
f. Aşağı yukarı. Takriben.
KEMÂ Fİ-L-EVVEL
Evvelki gibi.
KEMÂ Fİ-S-SÂBIK
Eskisi gibi.
KEMÂ HİYE
(Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi.
KEMÂ HİYE HAKKUHÂ
Gereği gibi.
KEMÂ HÜVE-L-MUTAD
Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.
KEMÂ KÂNE
Eskiden olduğu gibi, eski tarzda.
KEMÂ KÂNE Fİ-S-SÂBIK
Eskisi gibi, eskisindeki gibi.
KEMA YENBAGÎ
İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.
KEMÂ-HÜVE
(Bak: Kemâ hiye)
KEMAİN
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar.
KEMAKL
(Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh.
KEMAL
Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.
KEMALÂT
(Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.(Mâdem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalâtın lem'alariyle parlar geçer; o nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır... S.)
KEMALÂT-PERVER
f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi.
KEMAL-İ DİRAYET
Dirayetin son derecesi.
KEMAL-İ İHTİMAM
Son derece dikkat ve ihtimâm.
KEMAL-İ METANET
Tam sağlamlıkla, sarsılmadan.
KEMAL-İ RAHMET
Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması.
KEMAL-İ VÜSUK
Tam bir itimad ve inanç.
KEMAN
f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman.
KEMAN-DÂR
f. Yay tutan, yay tutucu.
KEMANE
f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun.
KEMAN-EBRU
Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı.
KEMAN-GER
f. Yay yapan san'atkâr.
KEMANÎ
f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı.
KEMAN-KEŞ
f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken.
KEM-ASL
f. Aslı ve nesli bozuk.
KEM-AYAR
f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp.
KEM-BAHA
f. Kıymetsiz, değersiz, âdi.
KEM-BAHT
f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız.
KEM-BİDAA
f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş.
KEMC (KEMH)
Atı dizgini ile durdurmak.
KEM'E
Yer mantarı.
KEMED
Gam, tasa.
KEMENAN
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular.
KEMENÇE
f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti.
KEMEND
f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * Güzelin saçı.
KEMER
f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı.
KEMERBEND
f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş.
KEMERBESTE
f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan.
KEMERBESTE-İ UBUDİYET
Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)
KEMERDECE
Yab yab yürümek.
KEMERGÂH
f. Kemer takılan yer. Bel.
KEM-FEHM
Anlayışı kıt. İdrâki az.
KEMGÛ
f. Az konuşan. Az söyleyen.
KEM-GÜFTAR
f. Az konuşan. Az söyliyen.
KEMH
Gözsüzlük.
KEMHA
f. Bir cins ipek kumaş.
KEM-HARF
f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi.
KEM-HAVSALA
f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse.
KEMİ'
Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer.
KEMÎ
(C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.
KEMİN
(C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer.
KEMİN
f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.
KEMİNE
Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.
KEMİNGÂH
f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer.
KEMİNGÜŞA
Pusu kuran. Tuzak kuran.
KEMİNSAZ
f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan.
KEMİŞ
Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun.
KEMİŞE
Küçük emzikli deve.
KEM-İYAR
f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş.
KEMİYET
(Bak: Kemmiyet)
KEMİYY
Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ.
KEMKADR
f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı.
KEMKAİM
f. Anlayışsız. İdrakten âciz.
KEMKÂM
Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
KEMKIYMET
f. Değersiz, kıymetsiz.
KEMLUL
Yabâni hıyar.
KEMMEN
Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
KEMMÎ
Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.
KEMMİYAT
(Kemmiyet. C.) Kemiyetler.
KEMMİYET
(Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
KEMMUN
Kimyon.
KEMN
Gizlemek, gizlenmek.
KEMNAM
f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz.
KEMNE
Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.
KEMPAYE
f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan.
KEMRA
f. Mandıra, ağıl.
KEMRE
Gübre. * Pul pul kalkmış deri.
KEMSAL
f. Genç. Yaşı küçük.
KEMSERE
Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek.
KEMSUHAN
f. Az konuşan. Az söyleyen.
KEMŞ
Kesmek.
KEMTER
f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik.
KEMTERANE
f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
KEMTERÎN
f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik.
KEMY
Gizlemek, ketmetmek.
KEMYAB
Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
KEMZEBAN
f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi.
KEMZEDE
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
KEMZEN
f. Tâlihsiz, şanssız.
KEN
f. "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi.
KEN'
(C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak.
KENA'
Parmakların sinirleri çekilip yumulmak.
KEN'AD
(C.: Kenâıd) Balık kılçığı.
KENAİN
(Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
KENAİS
Keniseler, kiliseler.
KENAK
f. Karın ağrısı. Buruntu.
KEN'AN
Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi.
KENANE (KİNÂNE)
(C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.
KENAR
f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma.
KENARE
f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel.
KENAR-GİR
f. Fıçı çemberi.
KENAR-I ÂSMÂN
Ufuk.
KEN'AT
Bir balık cinsi.
KENAZ
Zahire vakti.
KENB
İş yapmaktan ellerin iri iri olması.
KENBUR
(Kenbure) f. Yalan, hile.
KEND
Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek.
KENDE
f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu.
KENDE-HÂYE
f. "Hayası kesilmiş: Hadım ağası.
KENDEŞ
Bir nevi devâ.
KENDİDE
f. Kokmuş.
KENDU
f. Epey genişçe toprak.
KENDUC
Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda.
KENDURE
f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra.
KENDÜM
f. Buğday.
KENE
Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek.
KENEF
(C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu.
KENEHBÜL
Bir cins ağaç.
KENEHVER
Büyük beyaz bulut.
KENET
(Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça.
KENF
Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek.
KENFİLE (KENFELİK)
Kaba ve uzun sakal.
KENİF
(C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet.
KENİN
Örtülü, gizli, mahfuz.
KENİSA
(Kenise) (C.: Kenâis) Kilise.
KENİZ
f. Esir kadın. Hayalık, câriye.
KENİZEK
f. Küçük cariye.
KENKER
Enginar.
KENN
Örtülüp gizlenme.
KENNAS
Süpürgeci.
KENNE
(C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı.
KENNÎ
(C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan.
KENS
Süpürge ile süpürme.
KENTA
Bir ot cinsi.
KENTAL
Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi.
KENUD
Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden sakınarak yalnızca yiyen cimri. * Kölesini, uşağını çok döven kimse. (E.T.)
KENZ
Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
KENZ
şiddet, zorluk, meşakkat.
KENZ SURESİ
Fâtiha Suresi.
KENZ-İ MAHFÎ
Gizli hazine.
KEPADE-KEŞ
f. Okçuluğa yeni başlıyan.
KEPAN
f. Büyük terazi.
KEPAZE
İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay.
KEPENEK
f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek.
KER
f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram.KERA' : Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu.
KER'
(C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek.
KERA
Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku.
KERA
Uyku, nevm.
KER'A
Çocuk seven kadın.
KERABİS
(Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler.
KERAD(E)
f. Yırtık ve eski elbise.
KERAHE
(Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet.
KERAHET
İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: Mekruh)
KERAHET VAKTİ
Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti.
KERAHETEN
Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek.
KERAHİYYET
Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli.
KERAİH
(Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler.
KERAKER
f. Kuzgun. * Karga.
KERAMAT
(Keramet. C.) Kerametler.
KERAME
İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak.
KERAMEND
f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste.
KERAMET
Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
KERAMET-İ ALEVİYE (R.A.)
Hz. Ali Efendimize âid keramet. (Bak: Kaside-i Ercuze)
KERAMET-İ İLMİYE
İktisab suretiyle olmayıp, vehbi yani Cenab-ı Hakk'ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyyetten hâsıl olan ilmi keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sâhibi olan bir allâmeden çok daha yüksek vâsi' ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehâsı ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve harika eserleri ile sâbit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman hâlinde zuhur ve iştihar eden ender evliyâullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşân, hikmetfeşan ilmi kerâmet, ilmî harika. (Z. Gündüzalp)(Velilerde zuhur eden kerametler de Peygamber'in (A.S.M.) Hak olduğuna bir delildir. Çünkü bu veliler ona tabi' olmakla böyle harika hâllere mazhar olurlar. Ş.)
KERAMET-İ KEVNİYE
Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letâfet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü'minin bir sıkıntısı hâlinde Cenab-ı Hakk'a dua edip ind-i İlâhîde makbul bir zâttan yardım istemekle, o zatın, izn-i İlâhi ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi, kale gibi muhkem bir yerde üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya câmide görülmesi ve bir zâta şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir tesir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isâbet ettirilememesi ve tayy-ı mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hadiselere o zatın "keramet-i kevniyesi" denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. (Z. Gündüzalp)
KERAN
f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet.
KERAN
Sabah.
KERAN TÂ KERAN
Bir uçtan bir uca.
KERAR
Arap kadınlarının takındıkları boncuk.
KERARİS
(Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları.
KERAS
Hilyon ve marulca dedikleri ot.
KERASTE
f. Kereste.
KERB
(C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe.
KERBE (KÜRBE)
Gam, tasa, endişe.
KERBELA
Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım)
KERBELE
Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması.
KERD
Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun.
KERDEM
Şişman ve kısa boylu olan adam.
KERDEME
Kısa düşman.
KERDESE
Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü.
KEREB
Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü.
KEREBBE
Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı.
KEREBE
(C.: Kirâb) Suyun aktığı yer.
KEREFS
Kereviz otu.
KEREM
Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî kasdedilmiş olur. * İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef'âl kasdolunur.
KEREM ETMEK
Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak.
KEREMGÜSTER
f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi.
KEREMKÂR
f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan.
KEREMPE
Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı.
KEREMPE BURNU
Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı.
KEREMPERVER
f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim.
KEREV
f. Örümcek, ankebut.
KEREVET
Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer.
KERF
Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması.
KERH
İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak.
KERH
Bağdat şehrinde bir mevziin adı.
KERHEN
İstemiyerek, tiksinerek, zoraki.
KERÎ
Kazmak.
KERÎ
f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik.
KERİBE
(C.: Kerâyib) Katı, sert.
KERİH
İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat.
KERİHE
(C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey.
KERİHET
Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan.
KERİH-ÜL MANZAR
Görünüşü ve manzarası çirkin ve iğrenç.
KERİH-ÜN NEFES
Nefesi ve ağzı pis kokan.
KERİM
Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. (Kur'an-ı Kerim tâbirindeki kerim; muazzez, mükerrem mânâsınadır. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenab-ı Hak hakkında kullanılmıştır.)
KERİMANE
f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde.
KERİME
Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri.
KERİR
Boğulmuş ses gibi bir ses.
KERİŞ
(C.: Küruş) İşkembe.
KERİYY
Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.)
KERİZ
Yoğurtan yapılan keş.
KERKEÇ
Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar.
KERKER
Karındaş sığır.
KERKERE
Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması.
KERKES
f. Akbaba (kuş).
KERKESE
Tereddüt etmek, karar verememek.
KERKÜZ
f. Delil, işâret, alâmet.
KERM
(C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu.
KERMARİK
Ilgın ağacının koruğu.
KERME
Etli ve yuvarlak olan uyluk başı.
KERNAF
(C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.)
KERNAFE
(C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları.
KERNEBE
Zengin kadın.KERR : Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan.
KERR U FERR
Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek.
KERRAM
Bağcı.
KERRAR
Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak.
KERRAT
Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli.
KERRAZ
Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç.
KERRE
Bir defa. Bir adet. Bir.
KERREMALLAHU-VECHEHU
Allah vechini mükerrem kılsın, meâlinde dua olup Hz. Ali (R.A.) hiç putlara secde ve ibadet etmediği ve çocukluktan beri Allah'a secde ettiğinden, onun ismi anıldığında hürmeten söylenir. (Bak: Aliyy-ül Murtaza)
KERRETAN
Sabah ve akşam.
KERRUBÎ
Meleklerin büyüğü.
KERRUBİYYUN
(Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyun'dur.
KERRUS
Büyük başlı.
KERS
Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak.
KERŞ
Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı.
KERŞA
Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban.
KERŞEB
Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur.
KERUB
Allah'a en yakın olan melekler.
KERUBİYYUN
(Bak: Kerrubiyyun)
KERV
Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek.
KERVAN
(C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu.
KERVAN
f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı.
KERVANSARAY
Büyük yollarda kervanların konaklamalarına mahsus büyük hanlar. (Selçuklular ve Osmanlılar devrinde hayır eseri olarak yaptırılmışlardı.)
KERY
Kazmak.
KERYAN
Uyuyan kişi, nâim.
KERYE
Tam olmak, tamam olmak.
KES
f. İnsan. Kişi.
KE'S
Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh.
KES'
El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı.
KES'
Uzun olmak. * Çok olmak.
KESAD
Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik.
KESAFET
Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
KESAFET-İ NÜFUS
Nüfus çokluğu, nüfus yoğunluğu, nüfus kalabalığı.
KESALET
Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet.
KES'AM
Pars (canavar).
KESAN
f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler.
KESANE
f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette.
KESB
Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi.
KESBÎ
Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
KESB-İ KUDRET
Kudret ve kuvvet kazanma.
KESB-İ MUÂREFE
Bir mevzuda çalışarak ihtisas sahibi olmak. Birbinini tanımak ve alışmak.
KESB-İ SERVET
Para kazanma.
KESB-İ ŞER
şerli bir işi işlemek veya o işe âlet olmak yahut da tarafdar olmak.
KESB-İ VUKUF
Haberi olma. Vukuf sahibi olma. Bilgi edinme.
KESD
Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek.
KESE
Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise)
KES'E
Bitmek. * Yüksek olmak.
KESEB
Yakınlık, kurbiyet.
KESEL
Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık.
KESELAN
Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk.
KE'SEN DİHAK
(Kulpsuz) dolu kadehler.
KESER
Hurma çiçeği.
KESES
Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak.
KESF
(Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak.
KESH
Aksaklık.
KESÎ
f. Bir kimse.
KES-İ BÎKESAN
Kimsesizlerin yardımcısı.
KESİB
Kum tepesi.
KESİD
Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı.
KESİF
Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan.
KESİL (KESLÂN)
(C.: Küsâlâ) Tenbel kimse.
KESİR
Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli.
KESİR
(C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış.
KESİR-ÜL AHBÂB
Tanıdıkları, bildikleri çok olan.
KESİR-ÜL EVLÂD
Çocukları çok olan. Evlâdı kesir olan.
KESİR-ÜL MÂL
Malı mülkü çok olan. Serveti fazla olan. Zengin.
KESİR-ÜL VUKU'
Sık sık olan, çok vuku bulan.
KESİS
Titremek. Deprenmek. * Eğrilik.
KESİS
Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et.
KESİSA
Avcıların tuzağı.
KESKESE
Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek.
KESLAN
Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun.
KESM
(C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar.
KESM
Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak.
KESR
Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. * Mat: Bir bütünün parçalarından her biri.
KESRA
(C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı.
KESRE
Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi "İ" veya "I" diye okutan ve bir adı da "esre" olan işâret.
KESRE-İ HAFİFE
İ diye okunan kesre.
KESRE-İ SAKİLE
I diye okunan kesre.
KESRET
Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder. M.)(...Hem bütün âlemlerin Rabbi kesret tabakatında vahdaniyeti ilân etmek istemesine mukabil; en azamî bir derecede bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure O Zâttır. S.) (Bak: Tefekkür)
KESRET-İ ETBA'
Tâbi olanların çokluğu. Tarafdarların kesretli oluşu.
KESRET-İ NUKUD
Para çokluğu.
KESR-İ ÂDİ
Ondalık olmayan kesir. Bayağı kesir. Meselâ: 3/8, 7/20 gibi.
KESR-İ ÂŞÂRİ
Ondalık kesir. Mahreci (paydası) 10 veya 10'un her hangi bir kuvvetinden ibaret olan kesir. Meselâ: 0,15 - 0,007 gibi.
KESR-İ HÂTIR
Hatır kırma.
KESS
Alt dişleri çenesiyle çıkmak.
KESS
Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması.
KESSARE
Çoğaltan. Artıran.
KESTEL
itl. Küçük kale. Hisarcık.
KESUB
Çok kazanan ve kesbeden.
KEŞ
Akılsız, kolay aldanır. Ahmak.
KEŞ
Yoğurt peyniri, yağsız âdi peynir.
KEŞ
f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş $ : Cefâ çeken. Esrar-keş $ : Esrar çeken, esrar içen serseri.
KEŞ'
Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak.
KEŞAH
Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.)
KEŞAKEŞ
f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından tutup, her birinin kendine doğru çekmesi.
KEŞAN
Zincirden yular.
KEŞAN
(Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke.
KEŞAN BER KEŞAN
Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek.
KEŞAN KEŞAN
f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek.
KEŞAVERZ
f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik.
KEŞE'
Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak.
KEŞEF
Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması.
KEŞEF
f. Kaplumbağa.
KEŞENDE
f. "Çeken, çekici" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil.
KEŞF
Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
KEŞFÎ
Keşifle alâkalı.
KEŞF-İ RÂZ
f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek.
KEŞFİYAT
(Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler. * Cenâb-ı Hakkın ihsan ve ilhamı ile evliyâullahın, hususan evliya-ı izâm hazeratının ve hasseten Kur'ân-ı Hakimin irşadı ile ve feyzi ile Rüesâ-i Evliyâ ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin dersi ile ferd-i ferid-i a'zam makamının zirve-i âlisine yükselen büyük hâdinin vâkıf oldukları mâziye, hâle, istikbale müteallik, kevni, mânevi sırlar, keşifler. (Z. Gündüzalp)(S - "Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hâzıra eski insanlara meçhul ve gayr-i me'luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır." diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-i me'lufdurlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?C - Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zâhiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, dâire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi'nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes'elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur'ân-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareleri vaz'iyle, hakikatlara işaretler yapmıştır.Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere $ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlariyle muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telâhuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur'an-ı Kerim'in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i'cazını da isbata âşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin. İ.İ.)
KEŞFİYAT-I FENNİYE
Fen ve ilmin keşifleri. (Telefon, radyo, uçak gibi.)
KEŞF-ÜL KUBUR
Kabirdeki ölünün hâlinden anlamak. Ölünün azab çekip çekmediği ve sair bazı hususların bâzı veli kimselerce bilinmesi.
KEŞHAN (KİŞHÂN)
Deyyus.
KEŞİDE
f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış.
KEŞİDE-KAMET
f. Uzun boylu.
KEŞİH
(C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf.
KEŞİŞ
f. Papaz. Manastır rahibi. (Arabçası: Kıssis)
KEŞİŞ
Ayı avazı. * Deve avazı.
KEŞİŞÂN
(Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri.
KEŞİŞÂNE
f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette.
KEŞİŞHÂNE
f. Kilise, manastır.
KEŞK
Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi.
KEŞKEK
Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday.
KEŞKEŞE
Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü.
KEŞMEKEŞ
f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme.
KEŞNİ
f. Koruluk, orman.
KEŞR
Gülünce dişlerin görünmesi.
KEŞŞAF
Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci.
KEŞT
Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak.
KEŞT
Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale.
KEŞTÎ
f. Gemi, sefine.
KEŞTÎBAN
f. Gemici, kaptan.
KEŞTÎGÂH
f. Liman. Gemilerin barındığı yer.
KEŞTÎGER
f. Gemi yapan veya tamir eden kimse.
KEŞTÎ-İ GAM
Gam gemisi. * Mc: Bu dünya.
KEŞTÎNİŞİN
f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse.
KEŞTİTE
Yuvarlak karpuz.
KETAİB
(Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler.
KETB
Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme.
KETD (KİTD)
Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası.
KETEBE
Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde "Ketebehu; Onu yazdı" mânasında kulllanılır.
KETER
(C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece.
KETF
Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak.
KETH
Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek.
KETİB
Dikici, diken.
KETİBE
Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu.
KETİBEPERVER
f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren.
KETİF
(Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği.
KETİFE
Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit.
KETİT
Deve avazı. * Sığır avazı.
KETİTE
Sinir.
KETİZ
Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi.
KETKAT
Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan.
KETKETE
Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi.
KETM
Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
KETM-İ ESRÂR
Sırları saklama.
KETM-İ NÜFUS
Kendini göstermeme. Saklama.
KETN
Kir, pas.
KETT
Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan.
KETTAN
Keten.
KETUM
Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen.
KETUMANE
f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette.
KETUMİYYET
Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik.
KEU'
Korkak olmak.
KEÛD
Meşakkatli sarp yokuş.
KEV'
Vurmak. * Korkmak.
KEV'A
Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ)
KEVA'
Bileğin çıkması. * Bilek kemiği.
KEVAHİL
(Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller.
KEVAHİN
(Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler.
KEVAİB
(Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar.
KEVAKİB
(Kevkeb. C.) Yıldızlar.
KEVAKİB-ŞİNÂS
f. Müneccim.
KEVALİK
Kısa boylu.
KEVAR(E)
f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis.
KEVD
Yakın olmak.
KEVDEN
(C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz.
KEVH
Gâlip olmak.
KEVKEB
Yıldız. * Parıldamak.
KEVKEBE
Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı.
KEVKEBE
f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret.
KEVKEBÎ
Yıldıza ait, yıldızla ilgili.
KEVKEB-İ DERRÎ
Parlak yıldız.
KEVLAN
Kandıra adı verilen ot.
KEVLEM
Fülfül denilen karabiber cinsi.
KEVMA
Büyük ökçeli dişi deve.
KEVMAH
Dübürü büyük kimse.
KEVME
Küme.
KEVN
Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet.
KEVN Ü FESÂD
Var olup sonra bozulmak.
KEVN Ü MEKÂN
Kâinat, âlem, dünya.
KEVNEYN
İki âlem. Dünya ve Ahiret.
KEVNÎ
Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
KEVNİYYAT
Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.
KEVR
Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi.
KEVS
(C.: Ekvâs) Pabuç.
KEVSEC
Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.
KEVSEL
Geminin kıç tarafı.
KEVSER
Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur'an, İslâm, tevhid. İlm-i Ledün. Ma'rifetullah. * Cennet ırmaklarının kaynakları. * Cennet'te bir havuz veya nehir.
KEVSER SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.
KEVTER
Fülfül dedikleri karabiber cinsi.
KEY
Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)
KEY
f. Ne vakit, ne zaman? (Soru için kullanılır.)
KEY
Eski Acem pâdişahlarının nâmıdır.
KEY'
Yaramaz gönüllü olmak.
KEYAN
(Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar.
KEYANÎ
f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı.
KEYD
Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi.
KEYF
Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
KEYFE
Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.
KEYFE HÂLÜK
Hâlin nasıl? Nasılsın?
KEYFE METTEFAK
Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.
KEYFEMÂ
Her nasıl?
KEYFEMÂ YEŞÂ'
Nasıl isterse, istediği gibi.
KEYFER
f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza.
KEYFÎ (KEYFİYYE)
Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.
KEYFİYYET
Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
KEYHAN
f. Dünya, arz.
KEYL
Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek.
KEYLEKAN
Bir pırasa cinsi.
KEYLÎ
Kile ile ölçülen şeyler.
KEYLUS
Hazmı kolay olan gıda.
KEYMUS
yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.
KEYNUNET
Varlık, var olma.
KEYS
Yaramaz huylu kişi.
KEYS
Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk.
KEYSAN
Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret.
KEYSANİYYE
Revâfiz tâifesinden bir sınıf.
KEYSUM
Çok miktar olan kuru ot.
KEYT
(Keyte) şöyle, şöylece, kezâ.
KEYUL
Muharebe gününde dizilen safların son safı.
KEYVAN
f. Satürn (Zuhal) gezegeni.
KEYY (KEYYE)
Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama.
KEYYAL
Kile ile ölçen kimse. Kileci.
KEYYEFE
(Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.
KEYYİS
(Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif.
KEZA
Böyle, böylece. Bu dahi öyle.
KEZALİK
Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle.
KEZAME
(C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.
KEZAN
Küfeki taşı.
KEZAZ
(Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.
KEZAZE
Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık.
KEZB
Tırnakta görünen beyazca yer.
KEZBERE
Kanbel otu. * Baldırıkara otu.
KEZEB
(Kezub. C.) Yalancılar.
KEZÎM
Öfke ve kızgınlığını yenen.
KEZKAZ
Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek.
KEZKEZ
Kenger otu zamkı.
KEZKEZA
Kırbanın dolu olması.
KEZKEZE
Çok fazla kırmızılık.
KEZM
Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.
KEZM
Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama. * Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Nefesin çıktığı yer.
KEZMA
Parmakları kısacık olan kadın.
KEZMAZİC (KEZMÂZİL)
İlgın ağacının koruğu.
KEZUB
Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.
KEZUM
Sükut etmek. Susmak.
KEZV
Çokluk, kesret, fazlalık.
KEZV
Çok olmak.
KEZZ
Dar. * Münkabız, katı.
KEZZ
Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.
KEZZAB
Yalancı. Çok yalan söyleyen.
KEZZAB-I BÎ-HİCAB
Utanmaz ve hayâ etmez yalancı.
KEZZE
Katı sesli. * Kısa.
KIBAB
(Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.
KIBAH
(Kabih. C.) Çirkinler, kabihler.
KIBAL
(Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri.
KIBAL(E)
Ebelik bilgisi ve işi.
KIBB
Kişinin arkasında yumrulanan kemik.
KIBBE
(C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.
KIBEL
Yan, taraf, yön, cihet, cânib.
KIBLE
Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.
KIBLEGÂH
f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer.
KIBLENÜMA
(Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.
KIBS
Çok adet, çok miktar.
KIBT
Mısır'ın eski yerli halkı.
KIBTÎ
(C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı.
KIBTİYAN
(Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler.
KIDAD
Perâkende olup dağılmak.
KIDAH
Temrensiz ok.
KIDD
Kayış.
KIDDE
Tarikat. * Bölük.
KI'DE
Halı. * Bir oturma tarzı.
KIDEM
Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.
KIDEMEN
Kıdemce, kıdem yoluyla.
KIDN
Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.
KIDR
(C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.
KIDVE
İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.
KIFAR
Çöller. Susuz, otsuz yerler.
KIFVE
Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek.
KIHF
(C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.
KIL'
(C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse.
KIL Ü KAL
(I ve A, uzun okunur) Dedikodu.
KILA'
(Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar.
KILAA
Yelken.
KILADE
Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu.
KILAFET
Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık.
KILÂ-İ RASİNE
Sağlam kaleler. Muhkem surlar.
KILAVUZ
Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler. * Okçuluk müsabakalarında ilk atılan ok.
KILDE
Yağ tortusu.
KILEVB
Kurt, zi'b.
KILHIM
Yaşlı hayvan.
KILIBIK
Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.
KILKAL
Hareket ettirmek.
KILKIL
Siyah tohumlu bir ot.
KILLE(T)
Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.
KILLET-İ NUKUD
Para darlığı. Para sıkıntısı.
KILLÎB
Eski kuyu. * Kurt.
KILS
(C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek.
KILV
Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak.
KILYAN
Beyaz nohut.
KIMAH
Sudan başını kaldırmak.
KIMAR
Kumâr.
KIMAT
Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.
KIMATR
Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.
KIMCAR
Bıçak kını.
KIMIZ
Ekşimiş kısrak sütü.
KIMKIM
İyi cins olmıyan kuru hurma.
KIMME
(C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk.
KIMT
Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.
KINA
Râzı olmak, kabul etmek.
KINA
Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı.
KINA'
Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak.
KINAF
Büyük burunlu kişi.
KIN'AR
Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.
KIN'AS
Büyük deve.
KINDÎD
şarap, hamr.
KINKIN
Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.
KINN
(C.: Aknân-Akınne) Köle.
KINNARE
Mezbaha.
KINNE
(C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ.
KINNEB
Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim.
KINNESRİN
Şam diyârında bir mekân adı.
KINNÎNE
Büyük şişe. * Şarap kabı.
KINS
Her nesnenin aslı ve bitecek yeri.
KINTAR
Belâ, meşakkat, zahmet.
KINTAR
(C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.
KINVE (KUNVE)
Koyunu döl için saklamak.
KIPTİ
Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.
KIRA
Konaklık etmek. * İhsan etmek.
KIRA'
Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.
KIRAAT (KIRAET)
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilecek bâzı noktaları vardır.Bir eser mensur ise onu okumağa Kırâet, manzum ise inşâd denir. Gerek kırâet, gerek inşâd: Mihânikî, mantıkî, bediî diye üçe ayrılır. (Bak: Bediî kıraet, İnşad, Mantıkî kıraet, Mihanikî kıraet)
KIRAATHANE
Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.
KIRAAT-I SEB'A
Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. * Yedi türlü okuma.
KIRAB
Kılıç veya bıçak kını.
KIRAF
Cima etmek. * Karışmak.
KIRAĞI
(Bak: Şebnem)
KIRAM
Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.
KIRAN
(C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması.
KIRAR
Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.
KIRAT
Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.
KIR'AV
Çorak tarla.
KIRBA
(C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.
KIRBAN
Yakınlık. * Cimadan kinâye olur.
KIRD
Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun.
KIRF
Kabuk.
KIRFE
Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın.
KIRGIZ
Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgız ismi verilmiştir. Kırgız ismi, kır kelimesinden mürekkeb olup; kır adamı yani göçebe demektir. Kırgız ve Kazaklar, Rusya'daki Volga Nehrinden Doğu Türkistan hududuna kadar geniş ve uzun bir mıntıkada bulunup cevelângâhları yaklaşık olarak 2,5 milyon kilometrekare genişliğindedir.Kırgız ve Kazaklar cinsiyet ve simaca Türklerden sayılıp; konuştukları dil, esasında Türkçe olduğu halde Moğolca bazı kelimeleri ve İslâm lisanı olan Arabî ve Farisîden alınmış tabirleri de vardır.
KIRİTİK
(Bak: Kritik)
KIRKANBAR
İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi.
KIRKBAYIR
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.
KIRKIS
Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık.
KIRLA
Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.
KIRM
(C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi.
KIRMAZ
Beyaz ekmek.
KIRMETA
Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.
KIRMÎD
(C.: Karâmid) Pişmiş kiremit.
KIRMİL
(C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve.
KIRN
Korkak.
KIRNAK
Halayık, cariye, esir kadın.
KIRNAS
Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.
KIRRA
Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık.
KIRRÎS
Sazan balığı.
KIRŞİB
Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı.
KIRTAB
Kafası üstüne yıkmak.
KIRTA'BE
Bez parçası.
KIRTALE
(C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.
KIRTAS
(C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı.
KIRTASİYE
Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.
KIRTIBİYY
Bir nevi oyun.
KIRTÎT
Zahmet meşakkat.
KIRVAN
Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.
KIRZAB
(C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız.
KIRZAM
Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.
KIRZÎN (KİRZİN)
(C.: Kerâzin) Büyük balta.
KIS
Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.)
KISA'
(Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.
KISABE
Kesicilik, kasaplık.
KISAR
(Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar.
KISAR-I MUFASSAL
Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir.
KISAS
Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
KISAS
Kıssalar. Fıkralar. Hikâyeler.
KISASEN
Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.
KISDE
(C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.
KISIM
(Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar.
KISIR
Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.
KISL
Zayıf kişi.
KISLAM
Isırıcı hayvan.
KISMAL
Kesmek.
KISME
Kırık parçası. * Misvak parçası.
KISMEN
Bir kısım olarak. Bir parça olarak.
KISMET
Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.
KISM-I SÂNİ
İkinci kısım.
KISMÎ
Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.
KISRA (KUSÂRE)
Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.
KISS
Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı.
KISSA
Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.
KISSAGÛ
f. Hikâye ve kıssa anlatan.
KISSAGÜZÂR
f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi.
KISSAHÂN
f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan.
KISSAPERDÂZ
f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı.
KISSÂT
(Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler.
KISSİS
Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.
KIST
Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.
KISTAS
Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey.
KIST-EL YEVM
Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı. * Çalışılmayan günler için kesilen para.
KISTEYN
İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça.
KISVED
Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.
KIŞ'
(Bak: Kaş')
KIŞ'A
Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.
KIŞA'
(C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev.
KIŞ'AME
Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene.
KIŞBAR
Ağaç parçası.
KIŞDE
Yağın tortusu. * Maymunun dişisi.
KIŞLA
Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.
KIŞLAK
Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.
KIŞM
Et. * İç yağı.
KIŞR (KIŞIR)
Kabuk. Dış taraf. * Libâs.
KIŞR-I ARZ
Yer kabuğu.
KIŞR-I ŞECER
Ağaç kabuğu.
KIŞRÎ
Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.
KIŞŞEBE
Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız.
KIT'
(C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni.
KIT'A
(C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet. * Edb: En az iki beyitten yapılmış manzume parçası. * Bir dönüm araziden az olan yer. * Parça, cüz. Bölük, kısım. * Taraf.
KITA'
Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey.
KITAAT
(Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler.
KITAB (KUTUB)
Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan.
KITADE
Geven, dikenli ot.
KITAF
Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit.
KIT'A-İ CESİME
Büyük parça.
KITAL
Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.
KITAR
(C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı.
KITB (KITBE)
(C.: Aktâb) Bağırsak.
KITF
Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş.
KITFİR
Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.
KITKIT
Ufak taneli yağmur.
KITL
(C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş.
KITLIK
Kahtlık. (Bak: Kaht)
KITMİR
Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.
KITR
Erimiş bakır.
KITT
(C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi.
KITTA
Dişi kedi.
KITTAVŞ
Kedi.
KIVAM
Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.
KIVAM-I DİN
Dinin direği.
KIVRA'
Horozların birbiriyle döğüşmesi.
KIY'A
Düz yer, arz-ı müstevi.
KIYA'
Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer.
KIYAD (KIYÂDE)
Çekmek.
KIYADET
Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.
KIYAFET
Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak.
KIYAM
Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * Kıyâmet günü (mânâsına da gelir). * Namazın iftitah tekbiriyle rüku arasındaki ayakta durma kısmı.
KIYAMET
Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. (Bak: Haşr)(Yevm ve sene vesâire gibi her nevde bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki istidad kıyamete bir remizdir. İ.İ.)(Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur'aniyyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak, şu kâinatın eczaları, dakik, ulvi bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyyeden tek bir cirm, "Kün" emrine veya "Mihverinden çık" hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezeli, kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezâhür eder. S.)(Kıyametin hâdisatından ervâh-ı bâkiye müteesir olacaklar mı?Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasılki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise, elemkârâne, ehl-i saadet ise, hayretkârane, istiğrabkârane belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-ı Hakim, her zaman kıyametin acâibini tehdit suretinde zikrediyor. "Göreceksiniz..." diyor. Halbuki cism-i insani ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var. M.)
KIYAMET SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup "Lâ Uksimu" Suresi de denir. Mekkidir.
KIYAM-I BİNEFSİHÎ
(Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya "Vâcib-ül Vücud" denir. (Bak: Vücud)
KIYAS
Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid illetten dolayı, diğerinde de ictihad ile izhâr etmektir.
KIYASEN
Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek.
KIYAS-I AKÎM
Man: Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas.
KIYAS-I BİNNEFS
Nefsini misal alarak, nefsine kıyaslayarak. Bir şeyin bizzat kendini kıyas ederek yapılan kıyas.
KIYAS-I FUKAHA
Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.
KIYAS-I HÂDİ'
Man: Aldatıcı kıyas.
KIYAS-I HAFİYYE
Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas. * Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.
KIYAS-I İSTİSNAÎ
Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.
KIYAS-I MAALFÂRIK
Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.
KIYAS-I MUKASSİM
Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")
KIYAS-I MÜREKKEB
Man: İkiden fazla mukaddemeden mürekkeb kıyas.
KIYAS-I TEMSİLÎ
Temsil tarzında yapılan mukayese.(Diyorsunuz ki: "Sen sözlerde kıyâs-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsili, yakini ifade etmiyor. Mesâil-i yakiniyede bürhan-ı mantıki lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usul-i fıkıh ulemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz. Vâkıa muhalif olur?"Elcevab: İlm-i Mantıkça, çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'i ifade etmiyor." denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki, mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir. Ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakındır. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneş, nuraniyyet vasıtasıyla, birtek zât iken; her parlak şey'in yanında bulunuyor temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zaptedemez.Hem meselâ: "Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat'i bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı Ehadiyyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyyeler bu çeşittirler ki bürhan-ı kat'i-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. S.)
KIYASÎ
(Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan.
KIYASİYYAT
(Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar.
KIYATE
Azık vermek.
KIYEM
(Kıymet. C.) Kıymetler, değerler.
KIYEMÎ
(C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey.
KIYEMİYYAT
(Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler.
KIYFAL
Baş damarı.
KIYMET
Değer, baha, semen, bedel.
KIYMET-AGÂH
f. Kıymetten anlar, değer bilir.
KIYMET-DÂR
f. Değerli, kıymetli, pahalı.
KIYMET-İ HAKİKİYE
Hakiki ve gerçek değer.
KIYMET-NÂ-ŞİNÂS
f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen.
KIYMET-ŞİNAS
f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir.
KIYTAS
Balina balığı, kadırga balığı.
KIYYE
Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye)
KIYYE-İ ÂŞÂRİ
Kilo. Bin gram olan ağırlık ölçüsü.
KIYYE-İ ATİKA
Okka.
KIZA
Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi.
KIZAF
Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
KIZAN
Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç.
KIZBAN
(Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar.
KIZIL
t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit.
KIZIL TEHLİKE
Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi.
KIZILBAŞ
Râfizîlere verilen bir isim.
KIZILELMA
Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.)
KIZILHAÇ
Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı.
KIZM
Katı, şiddetli, şedit.
KIZR
Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey.
KIZZE
Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet.
KİBA
Süprüntü.
KİBAR
(Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler.
KİBARANE
f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette.
KİBARE
Ululuk, büyüklük.
KİBASE
Bütün olan hurma salkımı.
KİBAŞ
(Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar.
KİBER
Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık.
KİBER-İ SİNN
Yaşlılık, ihtiyar olmak, yaş büyüklüğü.
KİBİR
(Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük.
KİBRİT
Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde.
KİBRİTÎ
Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi.
KİBRİT-İ AHMER
Kırmızı kibrit. * Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir. * Tas: Mürşid. Kıymeti çok yüksek olan.
KİBRİTİYET
Kükürt niteliği.
KİBRİYA
Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
KİBS
Menzil, mekân.
KİBT
f. Bal arısı, nahl.
KİC
Dağın yüksek ve yüce yeri.
KİDNE
Et. * Yağ.
KİFA
Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât.
KİFAF
(Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri.
KİFAF-I NEFS
(Aslı: kefaf-ı nefs) Yalnız kendisi için yetecek kadar. * Ölmeyecek kadar olan rızık, gıda.
KİFAH
Din için muharebe.
KİFAT
Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler.
KİFAYET
Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık.
KİFFE
(C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne.
KİFL
Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri.
KİFR
Büyük dağ.
KİFT
(C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap.
KİG
f. Göz çapağı.
KİH
(C.: Kihân) f. Küçük, sagir.
KİH
İrin, cerahat.
KİHAL
(Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar.
KİHALET
Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi.
KİHAN
(Kih. C.) Küçükler.
KİHAN Ü MİHAN
Küçükler ve büyükler.
KİHANET
(Bak: Kehânet)
KİHİN
f. Küçük, sagir.
KİHTER
f. Yaşça en küçük olan.
KİHTERÎ
f. Yaşça küçüklük.
KİK
Uzun ve dar sandal.
KÎL
Söz, kelâm, denilen.
KÎL U KAL
Dedikodu.
KİLÂ
Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur).
KİLÂ'
Saklamak, korumak.
KİLÂB
(Kelb. C.) Köpekler.
KİLÂB-I EHLİYE
Ehlî köpekler. Ev, çoban ve av köpekleri.
KİLAET
Korumak. Gözlemek. Muhafaza.
KİLAR
f. Kiler.
KİLAZ
Bodur, tıknaz kimse.
KİLE
(C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik.
KİLE
40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü.
KİLECE
(C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal.
KİLEM
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
KİLER
Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar)
KİLİSA
f. Kilise.
KİLİSE
Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi.
KİLK
f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok.
KİLLE
Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh.
KİLS
Kireç, kireçtaşı.
KİLSÎ
Kireçtaşı yapısında olan.
KİLTE
Deste, demet.
KİLVAZ
Tevrat'ın mukaddes sandığı.
KİLYE
Böbrek.
KİLYETEYN
İki böbrek.
KİLYEVÎ
Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili.
KİMAD
Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak.
KİMAM
(Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.
KİMN
Saman.
KİMYA
Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * Edb: Aşk. * İlâç. * Tas: Mevcud olana kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana ait arzuyu terk etmek.
KİMYAGER
Kimyacı.
KİMYA-YI AVAM
Dünyanın kıymetsiz ve fâni olan şeylerini âhiret metalarına feda etmek.
KİMYA-YI HAVAS
Kendinden geçip Allaha tam teslim olmak ve dönmek.
KİMYA-YI SAADET
Rezaletlerden sakınıp nefsi tehzib ve tezkiye ve faziletleri kazanmak sureti ile nefsi tahliye etmek, süslemek, tezyin etmek. * İmâm-ı Gazalinin bir eserinin ismi.
KİMYEVÎ
Kimyâ ile alâkalı
KİN
f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.
KİNAİYYAT
(Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.(Mâlumdur ki, fenn-i belagatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikisi, başka bir maksud mânaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lâfz-ı kinâi" denilir. Ve "kinâi" tabir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslisi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. belki kinâi mânasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâi mâna doğru ise; o kelâm, sadıktır. Mâna-yı asli kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mâna-yı kinâi, doğru değilse, mâna-yı aslisi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinâi misâllerinden: (filânun tavil-ün-necad) denilir. Yâni: "Kılıcının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da,yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki, mâna-yı aslisi maksud değil. S.)
KİNAN
(C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü.
KİNANE
(C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu.
KİNAS
(C.: Künüs) Geyik yatağı.
KİNAYE
Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak.
KİNCER
f. Büyük fil.
KİNCER
f. Büyük fil.
KİNDAR
f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün.
KİNDARANE
f. Kinci olarak, kindarcasına.
KİNDARE
Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık.
KİNDİR
Kaba eşek.
KİNE
f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık.
KİNECU
f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan.
KİNEDÂR
f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen.
KİNEGÂH
f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası.
KİNEHÂH
f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci.
KİNE-İ PELENG
Kaplan kini : Kolay kolay sükunet bulmayan kin.
KİNEKEŞ
f. Düşmandan öc ve intikam alan.
KİNEMEŞHUN
f. Kinle, intikamla dolu.
KİNETİK
Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli.
KİNEVER
f. Kin besleyen, hased eden, kinci.
KİNF
Zenbil. * Çoban dağarcığı.
KİNFİRE
Burun ucu.
KİN-İ MUZMER
Gizli kin.
KİNN
(C.: Eknân) Perde, örtü.
KİNNAR
Bez ve keten parçası.
KİNNARAT
Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler.
KİNNE
Erkek görmüş kadın.
KÎR
Katran, zift.
KİRA'
Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para.
KİRAB
(Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler.
KİRABE
Yeri sürüp aktarmak.
KİRAM
Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler.
KİRAMEN KÂTİBÎN
İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı.
KİRAR
Bir daha, tekrar. Tekerrür.
KİRAREN
Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle.
KİRAZ
Evmek, acele.
KİRAZ
Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni.
KİRBAL
(C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur.
KİRBAN
Dolu kap.
KİRBAS
(C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez.
KİRBASÎ
Bez satıcı kimse.
KİRDAR
Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç.
KİRDİDE
(C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma.
KİRDİKÂR
f. Sâni. Yapan Allah (C.C.).
KÎRFAM
f. Simsiyah, katran renginde.
KİRFÎ
Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu.
KİRİS
f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma.
KİRİŞEK
f. Savaşçı, cengâver, muharib.
KİRİŞTE
f. Çerçöp.
KİRKİRE
(C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü.
KİRM
f. Böcek kurdu.
KİRM-İ EBRİŞİM
İpekböceği.
KİRPAS
f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne.
KİRPİK
Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar.
KİRPİK-İ AKIL
Mc: Akıl gözünün kirpiği. Aklın, hakikatleri anlamasına engel olan şey.(Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse bir şey görmedi.Zevâli bir ihtiyar yemin etti ki; "Gördüm". Hâlbuki gördüğü kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi:Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddi gözü.Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehm etmek muhal-ender muhal. S.)
KİRS
(C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi.
KİRŞ
İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide.
KİRZİM
(C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta.
KİS
(C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar.
KİSA
Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise.
KİSAL
Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden.
KİSB
(Bak: Kesb)
KİSB Ü KÂR
Kazanç, iş güç.
KİSBÎ
Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.
KİSE
(Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol.
KİSEBÜR
f.Yankesici, hırsız.
KİSEDAR
f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç.
KİSEF
(Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar.
KİSFE
(C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm.
KİSKİS
Taşın ve toprağın ufağı.
KİSR
Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği.
KİSRA
Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.
KİSRE
(C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası.
KİST
f. Kimdir? (mânâsına soru edâtı)
KİSVE
Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
KİSVE-İ İLMİYE
İlim adamlarına, hocalara âit elbise.
KİSVET
Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet.
KİŞ
f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir.
KİŞAF (KÜŞÂF)
Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi.
KİŞAH
Davarın böğrüne yapılan işaret.
KİŞMİŞ
f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm.
KİŞNİŞ
Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon.
KİŞRE
Yüzüne gülmek.
KİŞT
f. Ekin. * Tarla.
KİŞTKÂR
f. Çiftçi, ekinci.
KİŞTZAR
f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla.
KİŞVER
f. Memleket, ülke. * İklim.
KİŞVERGİR
f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar.
KİŞVERGÜŞA
f. Ülke açan, cihangir.
KİŞVERHÜDA
f. Hükümdar, pâdişah.
KİŞVERKÜŞA
Memleket fetheden.
KİTAB
Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân.
KİTABE
Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı.
KİTABE-İ SENG-İ MEZAR
Mezar taşı yazısı.
KİTABET
Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak.
KİTABET-İ FITRİYE
Fıtri olan yazılmış şeyler. * Kâinat sahifelerinin kitab gibi oluşu.
KİTAB-HANE
f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer.
KİTAB-I MÜBİN
(Bak: İmam-ı Mübin)
KİTABÎ
Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan.
KİTAF
İp.
KİTBE
Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek.
KÎTE
Bir gün veya bir gece yenecek yemek.
KİTFEYN
İki omuz küreği.
KİTİ
(Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem.
KİTLE
Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey.
KİTMAN
Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli.
KİTR
Nişan oku. * İblisin ismi.
KİTR
Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü.
KİVARE
Petek.
KİYAE
Zayıflık. * Korkaklık.
KİYAH
f. Ot.
KİYAHBESTE
f. Ot bitmiş, ot yetişmiş.
KİYAN
Tabiat.
KİYAN
f. Merkez. * Yıldız, seyyâre.
KİYANE
Kefâlet, kefil olma.
KİYASET
Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
KİYFE (KİFE)
Bez parçası.
KİYR
Demirciler körüğü. * Dağ, cebel.
KİYYA
Sakız.
KİYYE
Sakız.
KÎZ
Küçük kap.
KİZA
Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık.
KİZB
Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı)(Kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, Kudret-i İlâhiyyeye bir iftiradır. Kizb, Hikmet-i Rabbaniyyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbtir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbtir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbtir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbtir. Müseylime-i kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsva eden, kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir...Sual: Bir maslahata binaen kizbin câiz olduğu söylenilmektedir...Öyle midir?Cevab : Evet, kat'i ve zaruri bir maslahat için bir mesağ-ı şer'i vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usul-ü şeriatta tekarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmıyan bir şey hükümlere illet ve medar olamaz; çünki, mikdarı bir had altına alınmadığından su-i istimale uğrar. Maahâza, bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâblar ve karışıklıklar, zararın özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şâhiddir. Fakat kinaye veya ta'riz suretiyle yani gayr-i sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. İ.İ.)
KİZBERE
Baldırıkara adı verilen ot.
KİZİR
Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası.
KİZYUN
Toprak parçası.
KLASİK
Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul.
KLASÖR
Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya.
KLİNİK
yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu.
KLİŞE
Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha.
KLÜP
ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri.
KOALİSYON
ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu.
KOÇ YİĞİT
Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver.
KOÇKAR
Dövüş için terbiye olunmuş iri koç.
KODAMAN
İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir.
KODES
Tavuk yeri, kümes. * Hapishane.
KOF
İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil.
KOKONA
Yaşlı rum kadını.
KOLAĞASI
t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.
KOLON
Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu.
KOLONİ
Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * Bir memlekette bulunan yabancılar topluluğu.
KOLORDU
t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik.
KOMANDO
(Portekizce) Ask: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete.
KOMBİNEZON
Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği.
KOMEDİ
yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler.
KOMEDİYEN
İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara.
KOMİSER
Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur.
KOMİSYON
Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti.
KOMİTA
(Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
KOMİTACI
Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse.
KOMİTE
Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et.
KOMPARTIMAN
Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri.
KOMPETAN
Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse.
KOMPLEKS
Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı hayallerinin bütünü.
KOMPLO
Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast.
KOMPRİME
Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç.
KOMÜNİZM
Fr. Cemiyet içinde fertlerin her türlü mülkiyet haklarını ve aile hayatını ve dini kaldırıp materyalizmi esas alan ve bütün mülkiyeti devlete mal eden bâtıl bir nazariye.(Şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki: Akibeti görmiyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmeleri ve izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki: Bütün beşer, bu musibete karşı titriyor. S.)(Evet hariçte iki cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak, İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mâzideki şerefini İslâmiyette bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür...Şimâldeki dehşetli anarşilik tohumunu saçan ve nesil ve milleti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlike... R.N.) (Bak: Anarşizm)
KONAK
Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire.
KONDÜKTÖR
Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse.
KONFERANS
Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma.
KONGRE
Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı.
KONSEY
Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer.
KONSOLİT
(Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili.
KONSOLOS
İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru.
KONTENJAN
Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı.
KONVOY
ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı.
KOPİL
Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani.
KOR
t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu.
KORSAN
itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
KORSAN GEMİSİ
Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi.
KOSTANTINİYYE
İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri.
KOTRA
ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi.
KOY
Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak.
KOZMOĞRAFYA
yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et.
KOZMOPOLİT
Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan.
KOZMOZ
(Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler.
KÖFTEHOR
(Bak: Kuftehar)
KÖHNE
f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş.
KÖHNEBAHAR
Sonbahar.
KÖLE
t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. (İslâmiyet köleliği en âdil usullerle kaldırmağa çalışmış ve Resul-i Ekrem (A.S.M.), insanları kölelikten kurtarmayı ibadet olarak ilân etmiştir.)
KÖRÜK
Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı.
KÖŞE
(Bak: Kuşe)
KÖŞELİ PARANTEZ
t. Cümleden tamamıyla ayrı "haşiye" gibi bir sözü içine alır.
KRAMP
Fr. Adalenin kasılması.
KRATER
(Bak: Atmiye)
KRİTİK
yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR : Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla vazifeli süratli harp gemisi.
KUAL
Üzüm çiçeği.
KUAS
Bir hastalık (ki göğüsü tutar.)
KUAS
Boynun içine geçik olması.
KUAS
Koyunun burnunda olan bir hastalık.
KUB
f. "Vuran, vurucu, döven" mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran)
KUBA'
Hınzır avazı. * Büyük ölçek.
KUBAA
Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka.
KUBAKIB
Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl.
KUBALE
Mukabele. * Kapı önü.
KUBAN
(Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
KUBB
Kürk.
KUBBE
Yarım küre şeklinde yapılan bina damı.
KUBBE ALTI
Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer.
KUBBE-İ ÂLİYE
Yüksek kubbe.
KUBBE-İ HADRÂ
Yeşil kubbe.
KUBBE-İ KANEK
Ağzın tavanı. Damak.
KUBBE-İ MİNA
Gökyüzü. Gök kubbesi.
KUBBE-İ ULYÂ
Sema, gökyüzü.
KUBBE-İ ZERRİN
Güneş, şems.
KUBBE-NİŞİN
f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri.
KUBBERE
(C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse.
KUBBET-ÜL İSLÂM
İslâmın kubbesi. * Belh şehrinin başka bir adı.
KUBBİTÎ
Beyaz helva satan kimse.
KUBEB
(Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları.
KU'BERE
Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü.
KUBH
Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey.
KUBHİYYAT
(Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler.
KUBKUBA
Acele etmek.
KUBLE
Öpme.
KUBTİYYE (KIBTIYYE)
(C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi.
KUBU'
Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi.
KUBUB
Kuruluk.
KUBUL
Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk.
KUBUN
Gitmek.
KUBUR
(Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler.
KUBUS
Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at.
KUBZA (KABZA)
(C: Kubzât) Bir tutam nesne.
KUÇE
f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı.
KUDAHİS
Bahâdır, kahraman, şucâ.
KUDAM
f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur)
KUDAR
Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı.
KUDAS
Gümüş boncuk.
KUDAT
(Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler.
KUDDAM
Ön taraf. İleri taraf.
KUDDAMÎ
Ön.
KUDDİSE
Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir.
KUDDİSE SIRRUHU
Sırrı ve hakikatı muazzez ve müşerref olsun meâlinde bir hürmet ifadesidir.(S- Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvafık mıdır?Elcevap: Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, sahabeye mahsus bir şiar değil, belki sahabe gibi Veraset-i Nübüvvet denilen Velâyet-i Kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylâni, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiin ve Tebe-i Tâbiine, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.)
KUDDUS
Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. "En mukaddes" gibi.
KUDDUSÎ
Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik.
KUDEGÎ
f. Çocukluk.
KUDEK
(C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi.
KUDEK-MENİŞ
f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı.
KUDEMA
(Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar.
KUDEYH
Küçük kadeh, kadehcik.
KUDMUS
Kadim nesne, eski.
KUDRET
Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. * İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.(Arkadaş bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde; bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da Kudret-i Ezeliyeye nisbeten bir şey, bin şey birdir. Nev ile fert arasında fark yoktur. M.N.)
KUDRET-İ İLÂHİYE
Allah'ın kudreti.(Cenab-ı Hakk'ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyâsı gibi bütün mevcudata âmm ve şâmil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez; Arş-ı Azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de O halketmiştir. Cenab-ı Hak; kâinatta vaz'ettiği yüksek mizan gibi, hurdebinî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve lâtif bir nizam vaz'etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden câzibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülâsa, aczin müdahalesi ile, kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni' olan kudretçe; büyük, küçük birdir.Kudret-i Ezeliye, en evvel eşyanın melekût, yani içyüzüne taalluk eder. bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ziyadardır. İ.İ.)
KUDRET-İ KÜLLİYE
Cenab-ı Hakk'ın küllî ve mutlak olan kudreti.
KUDRETYÂB
f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan.
KUDS
Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak.
KUDSÎ
(Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
KUDSİYAN
Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi.
KUDSİYET
Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık.
KUDSÜMAN
Erkek örümcek.
KUDUM
Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.
KUDUMİYYE
Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside.
KUDUR
(Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.
KUDURÎ
(Hi: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir.
KUDVE
Halkın uyup tâbi oldukları kimse.
KUF
f. Baykuş denen bir kuş cinsi.
KUFAHİR (KUFÂHİRÎ)
Büyük ve iri cüsseli kimse.
KUFAÎ
Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse.
KUFAN
Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı.
KUFAR
(Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar.
KÛFE
Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten "Kûfe" diye isim verilmiştir.
KÛFE
f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet.
KUFF
Yüksek yer.
KUFFAZ
Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven.
KUFFE
(C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç.
KUFÎ
Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı.
KUFL
(C.: Akfâl) Kilit, sürgü.
KÛFTE
f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte.
KUFTEHAR
f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın.
KUFUF
Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak.
KUFUL
(Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme.
KÛH
f. Dağ.
KUHAB
At ve deve öksürüğü.
KUHAMUN
f. Tepesi düz olan dağ.
KUHAN
f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü.
KUHARİYE
Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan.
KUHAZ
Koyunlara ârız olan bir hastalık.
KUHBEDEN
f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi.
KUHCİĞER
f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit.
KUHE
f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri.
KUHH
Halis, saf, katıksız.
KUHÎ
f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı.
KUHİSTAN
f. Dağlık bölge, dağlık yer.
KUHKEN
f. Dağ kazan, dağ deviren.
KUHKUB
f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top.
KUHL
Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme.
KUHLÎ
Sürme gibi siyah olan.
KUHME
Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş.
KUHNÜMUN
f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen.
KUHPARE
f. Kuvvetli at. * Dağ parçası.
KUHPAYE
f. Dağlık arazi.
KUHPÜŞT
f. Kanbur.
KUHSAR
f. Dağ tepesi. * Dağlık yer.
KÛH-U KAF
Efsânelerde geçen Kafdağı.
KÛH-U TUR
Tur dağı, Sina dağı.
KUHUT
Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme.
KUKNAS
Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş.
KU'KU'
Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş.
KUL
De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)("Kul" kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. "Kul" emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede "Kul", emir dinleyen hizmetkâr, Allah'ın mahlûku, Allah'a itaat ve ibadet eden veya köle mânasındadır.
KULA'
Ağız ağrısı.
KUL'A(T)
(C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer.
KULAA
Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş.
KULAB
Bir çeşit deve hastalığı.
KULAB
f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz.
KULAFE
Kılıf, kın, kabuk. Zarf.
KULAKIL
İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri.
KULAL
Az, kalil.
KULAME
Tırnak kesintisi. Kesinti.
KULAMETEYN
İki tırnak kesintisi. Parantez. ( )
KULB
Bilezik. * Bir yılan cinsi.
KULE
(C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun.
KULEL
(Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri.
KULEL-İ SEB'A
İstanbul'daki yedi tepe.
KULFE
Zeker ucundaki sünnet edilecek deri.
KULİS FAALİYETİ
Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma.
KULKALAN
Bir nevi ot.
KULKUL
Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at.
KULKULANİ
Üveyik kuşuna benzer bir kuş.
KULLAB
(C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne.
KULLAM
Çöğene benzer bir otun adı.
KULLE
(C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top.
KULMUH
Bir ot.
KULUB
(Kalb. C.) Kalbler, gönüller.
KULUCE
Ekin ekmek için yeri ıslah etmek.
KULUNÇ
Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı.
KULZÜM
Deniz, bahr. * Kızıldeniz.
KUM (KUMİ)
(Kavm. den) Kalk (mânasına emir).
KUMAME
(C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü.
KUMANYA
ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa mahsus yeri.
KUMAR
Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir. Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır. Bir müslüman kendi menfaatini isteyip zararını istemediği gibi; diğer bir müslümanın da çıkarını gözetip kötülüğünü isteyemez. Halbuki kumara katılan herkes, karşı tarafın zarariyle kendi çıkarlarını düşünmektedir.Eğer böyle bir menfaat ve zarar oyunda konulmamışsa ve dince yasaklanan maksadlar da yoksa, yine de her insan için en kıymetli mal olan zamanını boş yere harcamak olur ki bu da zarardır.Maksatsız, fikirsiz ve dünyaya ne için geldiğini bilmeyen basit bir insan böyle yollara düşer ve gittikçe perişan olur. Halbuki insan, sonsuz ve yüksek gâye sahibi, yüksek şahsiyetli ve nizamlı bir hayat yaşamalıdır. (Bak: Meysir)
KUMARBAZ
Kumar oynayan. Kumarcı.
KUMAR-HANE
f. Devamlı olarak kumar oynanan yer.
KUME
Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer.
KUMİSTAN
f. Kumluk çöl veya arâzi.
KUMKUMA
(C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik.
KUMME
Arslanın, ağzı ile aldığı şey.
KUMMEHAN
Za'ferân. * Şarap köpüğü.
KUMMELE
(C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek.
KUMPANYA
Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre.
KUMRÎ
(C: Kamâri) Kumru. Dişisine "kumriye", erkeğine "sakhar" derler.
KUMUDD
Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil.
KUMUS
Suya batıp kaybolmak.
KUMZE
Toplanmış hurma.
KÛN
Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç.
KUNABE
Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.)
KUNAH
Çomak.
KUNAİS
(C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi.
KUNAN
Koltuk kokusu. * Gömlek yeni.
KUNBUA
(C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi)
KUNBUL(E)
(C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba.
KUNBURA
(C: Kanâbir) Çökük kuşu.
KUNBUZA
(C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz)
KUNDAK
Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı.
KUNDAK SOKMAK
Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak.
KUNEFHAR
Büyük cüsseli, iri vücutlu.
KUNFUZ(E)
(C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer.
KUNN
Gömlek yeni.
KUNNE(T)
(C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı.
KUNNEB
Kendir. Kenevir.
KUNNEBİT
(C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki.
KUNTA
Karalık.
KUNU'
Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül.
KUNUT
Ümidsizlik. Ye'se kapılma.
KUNUT
Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan duâ. İbadet. Duâ. Taat. Şükür eylemek. * Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.(Kunut, birşeye o suretle devam ve mülâzemet edip durmaktır ki, taat, huşu, sükut, kıyam mânalarını tazammun eder ve lisanımızda, divan durmak tâbir edilir. Bunun için kunut taattir, kunut tul-i kıyamdır, kunut sükuttur, kunut huşu ve hafd-ı cenah ve sükun-ı etraftır diye çeşitli nokta-i nazardan târif edilmiştir. Bir hadis-i şerifte "Efdal-üs salâti tul-ül kunut" buyurulmuştur ki, kıyam demektir. Binaenaleyh namazda kıyam ve kıraeti, duayı veya huşu ve sükutu uzatmağa da kunut denilir. E.T.)
KUNV
(C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü.
KUNYAN (KINYÂN)
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
KUNYE (KINYE)
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal.
KUNZUA
(C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç.
KÛPAL
f. Gürz. Demir topuz.
KÛR
(C.: Kûrân) f. Kör, âmâ.
KURA
(Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar.
KUR'A
Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma.
KURA'
İbâdet eden.
KURAA
Kalem kesintisi. Kalem yongası.
KURAB
(Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar.
KÛRABE
f. Kubbeli mezar, türbe.
KURAD
(C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek.
KURAKIR
Güzel sesli kimse.
KUR'AN
Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son kitâb-ı semâvidir. Din ve dünyanın nizâmını en iyi şekilde bildirir, kâinatın neden ve niçin yaratıldığını ve hikmetlerini beyan eder. Başıboşluk ve serserilikten kurtarıp ibâdet ve taata, emniyet ve nizâma ve saadete sevkeder ve insanın ebedi selametine vesile olur. * Lugat mânasına göre Kur'ân: Tilâvet, okumak, cem' ve zammolunmuş, okunmuş mânâlarına gelir. Fürkan, Zikir, Hüdâ, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Necm, Hüdâ, Mev'iza, Aziz, Besâir, Bürhan...gibi elli beş kadar isimle de anılır. (Bak: Kelâmullah)
KÛRÂN
(Kur. C.) f. Körler. âmâlar.
KÛRÂNE
f. Körcesine.
KUR'AN-I HAKÎM
Hakim olan Kur'an-ı Kerim. Hakim: Hikmetli, hikmet sâhibi, yahut çok hâkim ve muhkem mânalarına gelir.
KUR'AN-I MU'CİZ-ÜL BEYAN
Beyan ve ifadesi mu'cize olan Kur'an.(Kur'an: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... ve zeminde ve gökde gizli Esmâ-i İlâhiyenin mânevi hazinelerinin keşşâfı.. ve sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı... S.)(-Kur'an-ı Kerim-, bütün mebâhis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyâyı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe; ve semâ, misbahlariyle süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyandır.Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'an dahi, şu kâinatı yapan ve idâre eden ve işlerinin listesini ve fihristesini tabir câiz ise, proğramını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiç bir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiç bir şâibe-i taklid veyâ başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud'anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusiyle sâfi, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı, "Güneşten geldim" der. Kur'ân dahi," Ben Hâlık-ı Âlem'in beyanıyım ve kelâmıyım" der. Evet şu dünyâyı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverane şu derece san'atının acibeleriyle şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyâyı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temaşagâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sâhib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur'an, Şems-i Ezelî'den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin? Onun taklidini yapsın?Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zinetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldır. Mâdem ki, yapar ve bilir, elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur'andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi? S.)(Kur'an-ı Hakim yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu ve der idi ki: "Şu Kur'anın Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz. Haydi bunu yapamıyorsunuz, o zât ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın, bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin, hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamıyacaksınız, eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur'anın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur'anın mecmuuna olmasın da, yalnız on Suresinin nazirini getiriniz. Haydi on Suresine mukabil hakiki doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz, bir tek suresinin nazirini getiriniz. Haydi Sure uzun olmasın, kısa bir Sure olsun, nazirini getiriniz. Yoksa, din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir..." M.)(Amerikalı Filozof Karlayl (Carlyle) şöyle diyor: Kur'anı bir kerre dikkatle okursanız, O'nun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur'anın güzelliği diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur'anın başlıca hususiyyetlerinden biri, (O'nun asliyyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre Kur'an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği dâvet, hak ve hakikattır. İ.İ.)
KURARE
Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su.
KURAT
Fitil ucundan yanmış yer.
KURÂ-YI MÜTECÂVİRE
Komşu köyler.
KURAZ (KARİZA)
Isırgan otu.
KURAZE
Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları.
KURB
Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer.
KURBAN
Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir maksad uğrunda feda olma. * Beylerin ve meliklerin yakınlarından olan kimse.
KURBET
Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih.
KURB-İ DERECE
Ölen bir kimseye yakınlık derecesi.
KURB-İ HÜDÂ
Allah'a manevî yakınlık.
KURB-İ MESÂFE
Yer, mekân yakınlığı.
KURBİYYET
Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. (Bak: Akrebiyyet)(Sahabelerin kurbiyet-i İlâhiyye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünki: Cenâb-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız. O'nun kurbiyetini kazanmak iki surette olur.Birisi: Akrebiyetin inkişafiyledir ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.İkinci Suret: Bu'diyetimiz noktasında kat-ı meratib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr-i sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil, incizabdır, cezb-i Rahmânidir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyyetçe evvelkisine yetişemez. Meselâ: Nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var. Birincisi: Zamanın cereyanına tâbi olmı(Zeker), bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkaz-zaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi: Bir sene kat'-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp, düne gelmektir; fakat, yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor. Öyle de, zâhirden hakikata geçmek iki suretledir. Biri: Doğrudan doğruya hakikatın incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatı, ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi: Çok merâtibden seyr-i süluk suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler. Yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki, sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden; nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile, ubudiyetin envâına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra, ubudiyet-i evliya besatet peyda eder. S.)
KÛR-BOĞAZ
f. Obur, körboğaz.
KURBUK
Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân.
KURDAH
Maymun.
KÛRDİL
f. Câhil. Gönlü kör.
KURDUH
Maymun. * Küçük karınca.
KÛRE
f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre.
KURENA
Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.
KURENG
f. Al at.
KUREVÎ
(Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir.
KUREYŞ
Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi.
KUREYŞ SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir.
KUREYŞÎ
Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub.
KUREYZA
Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim.
KURFUSA (KARFESA)
Mak'adı üstüne oturup dizlerini karnına yapıştırıp iki kolunu baldırları üstüne kavuşturmak.
KURHA
(C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban.
KURHANE
(C: Kurhân) Bir cins mantar.
KÛRÎ
f. Körlük, âmâlık.
KURKUBE
Et, lahm.
KURKUL
Çekirge.
KURKUR
Büyük gemi.
KURKUS
Geniş, bol, vâsi.
KURMAY
Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli.
KURME
İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak.
KURMUD
Dağ keçisinin erkeği.
KURMUS
(C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer.
KURNAS
Dağın burnu.
KURNE
Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna.
KURNEVE
Boya otu.
KURNUK
Yumuşak bedenli delikanlı.
KURR
Karar. * Soğukluk.
KURRA
(Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse.
KURRASA
(C: Kırâs) Papatya çiçeği.
KURRE
Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa.
KURRET-ÜL A'YUN
Gözlerin nuru. * Çok sevilen ve göz aydınlığına sebeb olanlar.
KURS (KURSA)
Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan.
KURS-U ŞEMS
Güneş yuvarlağı.
KURŞUM (KIRŞÂM)
Büyük kene.
KURT(A)
(C.: Kırta-Kırat) Küpe.
KURTAN
At'ın arkasına vurdukları keçe.
KURTAT
Eyer altına konan bir nesne. * Boyun.
KURTUBÎ
Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı.
KURTUM
Mestin burnu.
KURTUM
(C: Karâtım) Usfur otunun tohumu.
KURUH
(Kurha. C.) Yaralar.
KURULTAY
(Bak: Meclis)
KURUM
(Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler.
KURUN
(Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar.
KURUNE
Nefis.
KURUN-U ÂHİRE
Son asırlar. İstanbul'un Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptedildiğinden sonraki zaman. Hicri 857, Mi. 1453 yılından sonraki devir.
KURUN-U SÂLİFE
Geçmiş asırlar.
KURUN-U ULÂ
Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılması zamanına kadar olan eski devir. İlk çağ.
KURUN-U VUSTÂ
Eski Roma Devleti'nin ikiye ayrılmasından, İstanbul'un Müslümanlar tarafından zabtedildiği tarihe kadar olan zamandır. Orta asırlar.
KURUR
Gözün parlak olması.
KURUT
Kuruluk.
KURUT
Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler.
KURUZ
(Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar.
KURZUB
Fakir kimse.
KURZUM
Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar.
KURZÜL
Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb.
KÛS
f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul.
KUSA
Zayıflık. * Nâhiye.
KUSAKIS
Çok acı olan sarmısak.
KUSALE
Buğday ve arpa kesmiği.
KUSAME
Kassamlara verilen taksim ücreti.
KUSARA
İsteğin ve arzunun son derecesi.
KUSARE
Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte.
KUSAS
Saçın önünde ve ardında nihayeti.
KUSASA
Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey.
KUSB
(C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak.
KUSBE
(C: Kuseb) Göden bağırsak.
KUSE
f. Köse.
KUSEC
f. Köse.
KUSEYBE
Bronşcuk.
KUSEYRA
İyeği kemiklerinin altındaki kemik.
KUSFEND
f. Koyun.
KÛS-İ GAZA
Savaş davulu. Muharebe kös'ü.
KUSKUS (KUSKUSA)
(C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek.
KUSLUB
Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.
KUSRE
Yakın, karib.
KUSS İBN-İ SAİDE
İslâmiyetten önce Arabistan'da yaşamış İyâd Kabilesinin ileri gelenlerinden, mühim hakikatlı bir şâirdir. Cârud gibi hakperesttir. Henüz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm genç iken Suk-ı Ukaz panayırındaki hitabeti ile meşhurdur. Hitabesinde bir Hak Peygamber geleceğini ve onun en güzel bir din üzere olacağını müjdelemiştir. (K. En. Sh. 61)
KUSSA
Alın saçı.
KUSSABE
(C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük.
KUSSAS
Bir demir madeninin adı.
KUST
Topalak dedikleri ot.
KUSTAR (KISTÂR)
Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse.
KUSTAS
Büyük terazi.
KUSU
Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık.
KUS'UL
Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği.
KUSUR
Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', âciz olmak. * Bir hesabın üstü. Artan kısım. * (Kasr. C.) Kasırlar. Saraylar. Köşkler.(Şeytanın mühim bir desisesi : İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. $ sırriyle, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan , $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur. L.)
KUSURE
Acizlik, güçsüzlük.
KUSUR-İ CİNAN
Cennet'teki köşkler.
KUSUT
Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek.
KUSVA
Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta.
KUŞ'AM
(C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası.
KUŞAM (KUŞÂME)
Sofrada artan yemekler.
KUŞ'AMAN
Büyük erkek akbaba.
KUŞ'AR
Hıyar.
KUŞA'RİRE
Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri.
KUŞE
Köşe.
KUŞE-İ FERAG
İnsanın, herşeyden feragat edip çekildiği köşe.
KUŞE-İ NİSYAN
Unutma köşesi, nisyan köşesi.
KUŞİŞ
f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma.
KUŞUR
(Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar.
KUŞUR-İ EŞCAR
Ağaç kabukları.
KUŞUTA
Burnun çökük ve yassı olması.
KUT
Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek.
KUT'A
Bir hurma cinsi.
KUTA'
(C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu.
KUTA' (KUTU')
Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek.
KUTAA
Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı.
KUTAFE
Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü.
KÛTAH
(Kuteh) Kısa, boysuz.
KÛTAH-ÂSTİN
f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse.
KÛTAH-BÎN
f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü.
KÛTAHTER
f. Pek kısa, çok ufak.
KÛTAH-TERİN
f. En çok kısa.
KUTAR
Kebap kokusu. Ot kokusu.
KUTB
(Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya grubun başı. Bir çok müslümanların kendisine bağlandıkları azim ve büyük evliyaullahtan zamanın en büyük mürşidi.
KUTBE
Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok.
KUTBEYN
İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları.
KUTBÎ
(Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı.
KUTBİYE
Deve ve koyun sütünün birbirine karışması.
KUTBİYET
(Bak: Kutb-ul aktab)
KUTB-U CENUBÎ
Güney kutbu.
KUTB-U DEVRAN
Halife ve bu sıfatı alan Osmanlı padişahı.
KUTB-U RİSALET
Risaletin başı. * Hz. Muhammed (A.S.M.)
KUTB-U ŞİMALÎ
Kuzey kutbu.
KUTB-UD DİN
Dinin kutbu.
KUTB-UL AKTAB
Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İlâhiyenin câmi'idir. Her asırda bir tane bulunan bu zatların sonuncusu mezkur sıfatların en ekmeline mazhardır. Bu makam hakkında Gavs ve Kutbiyyet-i Kübrâ tâbirleri de kullanılır.
KUTB-UL ÂRİFÎN
Ariflerin en ileri geleni, en büyüğü. Maddi, mânevi ve İlâhi ilim sahiblerinin başı. Ariflerin kutbu. (Bak: Aktâb)
KUTB-UZ ZAMAN
Zamanın en ileri gelen ve en büyük ârif ve mürşidi. (Bak: Aktâb)
KÛTEH
(Kutâh) f. Kısa, boysuz.
KÛTEHBÂL
f. Kısa boylu.
KÛTEHBÎN
f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez.
KÛTEHDEST
f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz.
KÛTEHENDİŞ
f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü.
KUTELA'
(Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller.
KUT-I LÂ-YEMUT
Ölmeyecek kadar olan rızık, yiyecek.
KUT-I MESİH
Hurma. * Şarap.
KÛTÎ
Kısa boylu adam.
KUTİLE
(Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir.
KUTME
Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana "aktem" derler.) (Müe: Katmâ)
KUTN
(C: Aktân) Pamuk.
KUTNE
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden.
KUTNİYE
Aşure tatlısı.
KUTR (KUTUR)
Taraf. Canib. * Nahiye. Mahal. Arzın veya semânın bir ciheti. * Çap. * Bölük. Bölge. * Geo: Dairenin merkezinden geçip onu iki müsavi kısma bölen doğru parçası, çap.
KUTRE
Avcılar kümesi.
KUTRENÎ
Kutur itibariyle, çap olarak.
KUTR-U DÂİRE
Geo: Dairenin kutru. Çap.
KUTRUB
Bir kuş.
KUTRUTÎ
Kısa boylu küçük adam.
KUTTA'
(Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler.
KUTTA-İ TARİK
Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar.
KUTTAL
(Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler.
KUTTAN
(Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler.
KUTU'
Zelil olmak. Hakarete uğramak.
KUTU'
Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler.
KUTUB
(Kutb. C.) Kutublar.
KUTUR
Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam.
KÛTVAL
f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası.
KUUD
Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak.
KUULE
Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak.
KUUR
(Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler.
KUVA'
Erkek tavşan.
KUVÂ
(Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü.
KUVÂ-İ DİNİYE
Dinî kuvvetler.
KUVÂ-İ HAMSE
Beş duygu.
KUVAM
Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık.
KUVARE
Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.)
KUVÂ-YI MİLLİYE
Milli kuvvetler. Bir milletin sahib olduğu kuvvetleri. * İstiklâl harbinde Anadoluda kurulan hükümet ve bu hükümetin askeri kuvvetleri.
KUVÂ-YI SELÂSE
Üç kuvvet. (Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye.)
KUVÂ-YI UMUMİYE
Umumi kuvvetler.
KUVB
Yavru.
KUVVAD
Kumandanlar, seraskerler, komutanlar.
KUVVE
Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı)
KUVVE-İ AN-İL-MERKEZİYE
Merkezkaç kuvvet. Cisimlerin kendi mihveri üzerine hareketi zamanında merkezinde hâsıl olan kuvvete denilir. Merkezde dönen bir tekerleğin etrafında yapışık veyahut üstünde taşıdığı cisimlerin etrafa yayılıp dağılmasıyla bu kuvvetin mevcudiyyeti anlaşılır.
KUVVE-İ AZM
f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti.
KUVVE-İ BÂSIRA
f. Görme duygusu, görme kuvveti.
KUVVE-İ CÂZİBE
Kendine çekici kuvvet. Dünyanın câzibe, yani çekme kuvveti.
KUVVE-İ DÂFİA
Zararlı şeyleri men'etme ve onlardan korunma hissi. İtme kuvveti.
KUVVE-İ GALİBE
Üstün ve ezici kuvvet.
KUVVE-İ HÂFIZA
f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti.
KUVVE-İ HAMSE-İ BÂTINA
İçteki beş his, beş duygu. (Bak: Havâs)
KUVVE-İ İLE-L MERKEZİYE
Muhitten (etraftan) merkeze doğru gelen çekme kuvveti. (Kuvve-i anil-merkeziyenin zıddıdır.)
KUVVE-İ İSTİNAD
Dayanma ve istinad etme kuvveti.
KUVVE-İ KUDSİYE
Evliyâ kuvveti. Cenab-ı Hakk'ın yardımına mazhar olan kuvvet. Hakaik-ı imâniye ve Kur'aniyeyi gayet ince ve derin bir firaset ve dirayetle anlayabilme kuvveti.
KUVVE-İ LÂMİSE
Dokunma ve hissetme duygusu. Sertliği ve yumuşaklığı anlama duygusu.
KUVVE-İ MUHASSALA
Muhtelif kuvvetlerin ağırlık merkezi.
KUVVE-İ MUSAVVİRE
Cenâb-ı Hakkın izni ve kanunu ile maddiyatın şekil ve suretini alma kabiliyeti (Bak: Madde-i musavvire)
KUVVE-İ MUTASARRIFA
Mütehayyile vasıtasıyla zihinde hazırlanan şeyleri tertib kuvveti.
KUVVE-İ MÜDRİKE
İdrak kuvveti. Beş duygunun, hissin zihinde duyulması, anlaşılması.
KUVVE-İ MÜMEYYİZE
İnsanın iç âleminde hissedilenleri birbirinden ayırdetme kudreti. * Hayır ve şerri anlayıp ayıran bir duygu ve kuvvet.
KUVVE-İ MÜTEHAYYİLE
Hissolunan şeyin gıyabında resim ve tasvir kuvveti. Hayâl kuvveti.
KUVVE-İ MÜVELLİDE
Tevlid edici kuvve, meydana getirci kuvvet.
KUVVE-İ NÂTIKA
Konuşma, güzel ifade etmek kudreti.
KUVVE-İ SEBUİYE
İnsanda başkalarına hücum ve zararları defetmek kuvvesi.
KUVVE-İ SEBUİYE-İ GADABİYE
Zararlı şeyleri def'e sevkeden his ve kuvvet.
KUVVE-İ ŞÂMME
Koku alma, koklama duygusu. Burun.
KUVVE-İ ŞEHEVİYE
Cinsi istek kudreti. Yemek, içmek, konuşmak, uyumak gibi kabiliyetler.
KUVVE-İ TEŞRİİYE
Kanun vaz'etme kuvveti. şeriata uyan düsturlar yapma kuvveti. * Büyük Millet Meclisi.
KUVVE-İ VÂHİME
Vehim ve hayâl duygusu. Kuruntu hâssesi.
KUVVE-İ ZAHRİYE
Yardımcı ve imdatçı kuvvet.
KUVVE-İ ZÂİKA
Dildeki tad alma duygusu. (Bak: Dil)(Ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idâresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur.. fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir, daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse; onu içeriye sokacak. İhtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisad ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikiyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'i bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder. L.)
KUVVE-İ ZÂKİRE
Hafıza. Ezberleme kuvveti. Ezber edici kuvvet.
KUVVET
Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. (Kuvvet, te'sir ettiği cisimlerin hâricindedir.)
KUVVET-İ DEVLET
Devletin kuvveti.
KUVVET-ÜZ ZAHR
Arka veren kuvvet. Yardımcı, imdadcı kuvvet. Geriden gelen yardımcı. * İcabında arkadan yardımcı olacak asker kuvveti. İmdâda hazır asker.
KUY
f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt.
KUYA
Çok kusmak.
KUYDAŞ
f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler.
KUYUD
(Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları.
KUYUDAT
Kayıtlar.
KUYUDAT-I ATİKA
Eski kayıtlar.
KUYUD-U İHTİRAZİYYE
Korunmak için ilerisine âid tedbir kayıtları. Bazı hakları kullanabilme şartı.
KUZ
f. Kambur.
KUZ
Bardak, kadeh. * Tas, çanak.
KUZA'
Ağız ağrısı.
KUZA'
Hırka parçası.
KUZAH
Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh)
KUZAKIZ
Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan.
KUZA'MEL
Büyük şişman deve.
KUZA'MELE
Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey.
KUZAT
Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât)
KUZAZAT
Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları.
KUZE
f. Su testisi.
KUZE-GER
f. Çömlekçi, bardakçı.
KUZEH
Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi.
KUZEHİYE
Gözün renkli olan tabakası. İris.
KUZFE
(C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer.
KUZHA
(C: Kuzeh) Yol, tarik.
KUZU'
Evmek, acele.
KUZZ
Yeleksiz oklar.
KUZZE
(C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus.
KÜAYT
(C: Ki'tân) Bülbül.
KÜBAB
Bir yere toplanmış kum.
KÜBAD
Tıb: Karaciğer iltihabı.
KÜBAS
Başı büyük olan erkek.
KÜBBE
(C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı.
KÜBBENE
Bahil kişi.
KÜBERA
(Kebir. C.) Büyükler. Ulular.
KÜBERA-YI ÜMMET
Ümmetin uluları, büyükleri.
KÜBKÜBE
İnsan topluluğu. * At sürüsü.
KÜBR
Yakınlık.
KÜBRA
(Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber).
KÜBUD
(Kebed. C.) Karaciğerler.
KÜCA
f. Nereye? Nasıl?
KÜDA
Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu.
KÜDADE
Çömlek dibinde kalan yemek.
KÜDAME
Her nesnenin bakiyyesi.
KÜDAS
Hayvan aksırığı.
KÜDS
Dövülmemiş harman.
KÜDU'
Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR : (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar.
KÜDÛ
Yerin otu geç bitmek.
KÜDURET
(Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik.
KÜDÜRR
Azâsı çok şişmiş olan yiğit.
KÜDYE
Kazılması güç olan sert yer.
KÜF
Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas.
KÜFAE
Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı.
KÜFALE
Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak.
KÜFAT
(Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler.
KÜFE
f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet.
KÜFFAR
(Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
KÜFFE
(C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi.
KÜFİYYUN
Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi. (O.L.)
KÜFNE
Ağaç, şecer.
KÜFR
Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene "kâfir" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. İmansızlık. * Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak. Müslümanlığa uymayan şeylere inanmak. * Nankörlük, dinsizlik, günah, kaba ve ayıp söz. (Bak: Kebâir - Kâfir)
KÜFR Ü DALAL
Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik.
KÜFRAN
Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek.
KÜFRAN-I Nİ'MET
Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği ni'metleri bilmemek ve hürmetsizlikte bulunmak. (Bak: Tahdis-i ni'met)(Bazan tevâzu, küfrân-ı ni'meti istilzâm ediyor; belki küfrân-ı ni'met olur. Bazan da tahdis-i ni'met iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki, ne küfrân-ı ni'met çıksın ne de iftihar olsun. Meziyyet ve kemalâtları ikrâr edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakikinin eser-i in'âmı olarak göstermektir. M.)
KÜFR-İ CUHUDÎ
Kalb ve dil ile ikrar etmemektir. (şeytan gibi)
KÜFR-İ İNADÎ
İnadî dinsizlik, inadî küfür. Hakikat isbat edildiği halde yine imana gelmemek. Bilip de kabul etmez olmak.
KÜFR-İ İNKÂRÎ
Aslâ Cenab-ı Hakk'ı tanımayıp, İslâmiyet hakikatlarını ikrar ve tasdik etmemektir. (Evet küfr, mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan; bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insâniyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem, bir zulm-ü azimdir ki: Umum mahlukatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder. S.)(Deniliyor : Deve kuşuna demişler : "Kanatların var, uç!" O da kanatlarını kısıp, "Ben deveyim" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler; "Mâdem deveyim diyorsun, yük götür!" O zaman kanatlarını açıvermiş. "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş... Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş. Aynen onun gibi; kâfir, Kur'anın semâvi ilânatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkuk bir küfre inmiş. Ona denilse: "Madem mevt ve zevali, bir idam-ı ebedi biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde... Ona her vakit bakan, nasıl yaşar? Nasıl lezzet alır?" O adam, Kur'anın umumi vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: "Mevt idam değil, ihtimal beka var." Veyahud, deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!.Elhasıl : O meşkuk küfür vasıtasiyle deve kuşu gibi mevt ve zevali, idam mânâsında gördüğü vakit, Kur'an ve semâvi kitabların iman-ı bil'âhiret'e dair kat'i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir, o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: "Mâdem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniyye meşakkatini çekmek gerektir!" O adam şekk-i küfri cihetiyle der: "Belki yoktur; yok için neden çalışayım." Yâni: Vaktâ ki o hükm-ü Kur'anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedi âlâmından kurtulur ve meşkuk küfrün verdiği ihtimâl-i adem cihetiyle tekâlif-i diniyye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü'minden ziyade bu hayatta lezzet alır, zannediyor. Çünki; tekâlif-i diniyyenin zahmetinden ihtimâl-i küfri ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimâl-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathi ve faidesiz ve muvakkattır. L.)
KÜFR-İ MEŞKUK
Küfürde ve itikatsızlıkta şüpheli olma.
KÜFR-İ MUTLAK
Hiç bir imâni hükmü olmamak, dine âit hiç bir hakikatı, Allah'ın varlığına âit hiç bir delili kabul etmemek. İhsan ve inayet-i İlâhiyyeye karşı şükür etmiyerek fiilen ve kavlen inkâr etmek. ("Neuzü billâh" dine söğmek gibi) Küfr-ü icabettiren bazı çirkin sözlere de "küfür" denilmiştir.(Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü başka dinlerin icmallerine mukabil İslâmiyette tam izahat verilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allahı da (sıfatıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, kabulde mecbur oluyor. S.)
KÜFR-İ NİFAKÎ
Dil ile imanı ikrar edip kalb ile itikad etmemektir.
KÜFRİYYAT
Küfre sebep olan işler ve sözler.
KÜFUF
(Keff. C.) Avuçlar, el ayaları.
KÜFÜRBAZ
f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan.
KÜFÜV (KÜFV)
şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet)
KÜFYE
Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek.
KÜH
(Bak: Kûh)
KÜHBE
Kırmızılığa yakın olan beyaz renk.
KÜHEN
f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış.
KÜHENPİR
f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar.
KÜHENSÂL
f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş.
KÜHEYLAN
Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)
KÜHHAN
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
KÜHİSTAN
f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki.
KÜHKÜM
Oturak yeri kemiği.
KÜHL
Sürme. Göz için sürme boyası.
KÜHLE
Sığırdili denilen ot.
KÜH-SAR
f. Dağ tepesi. Dağlık.
KÜHUF
(Kehf. C.) Mağaralar.
KÜHUL
(Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler.
KÜHULET
Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası.
KÜHURE
Yüzünü pörtürmek.
KÜLA
Kuş kanadının sonunda olan dört telek.
KÜL'A
Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü.
KÜLAE
Tehir etmek, sonraya bırakmak.
KÜLAH
Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek.
KÜLALE
f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle.
KÜLAM
Kaba, muhkem ve sağlam yer.
KÜLBE
f. Kulübe.
KÜLBE(T)
Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış.
KÜLÇE
Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden.
KÜLEF
(Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler.
KÜLENG
f. Turna kuşu.
KÜLFET
Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim.
KÜLHAN
f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer.
KÜLHANİ
f. Serseri, çapkın, âvâre.
KÜLİÇE
f. Külçe.
KÜLİÇE-İ NÜHAS
Bakır külçesi.
KÜLKÜL (KÜLKÂL)
Kısa boylu bodur adam.
KÜLL
Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. (L.R.)
KÜLLAB
(C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir.
KÜLLE
f. Topuk. * Kâhkül.
KÜLLE YEVM
Her gün.
KÜLLÎ
Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz. Küll, cüz'lerden meydana geliyor.
KÜLL-İ A'ZAM
En büyük bütün. En büyük küll.
KÜLLİYAT
(Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri.
KÜLLİYE
(Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad.
KÜLLİYEN
Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi.
KÜLLÜ AMM
Her sene, bütün sene.
KÜLLÜ DAİN
Bütün hastalıklar. Bütün dertler.
KÜLS
Kireç.
KÜLSE
(C.: Ekles) Kireç renginde olmak.
KÜLSUM
Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan.KÜLTÜR : Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe veya ilâç yapmak için mikrop besleme ve çoğaltma.
KÜLUH
Katı yüzlülük.
KÜLÜNG
f. Taşçı kazması.
KÜLVE
(C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış.
KÜM'
Ev, beyt.
KÜMAHE
f. Nazarlık.
KÜMAN
f. (Bak: Gümân)
KÜMAŞE
Sürat, hız.
KÜMAT
(Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar.
KÜMDET
Renk değiştirme.
KÜMEYT
Koyu doru at. * Kırmızı şarap.
KÜMM
(C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni.
KÜMME
Kavuk.
KÜMMEL
(Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
KÜMMELÎN
(Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller.
KÜMMÎ
Konik. Koni biçiminde olan.
KÜMSERAT
(C.: Kümsereyât) Armut.
KÜMTE
Kızıllık, kırmızılık, humret.
KÜMTER
(C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar.
KÜMUN
Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde "gümne" denilen bir dumanlı hastalık görünmesi.
KÜMZE
Bir yere toplanmış hurma.
KÜN
Ol mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.
KÜN FEYEKÛN
(Bak: Emr-i kün)
KÜNA
f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer.
KÜNAM
f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer.
KÜNAN
f. "Ederek, yaparak, eden, yapan" manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek)
KÜNASAT
(Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler.
KÜNASE
Süprüntü, zibil, çöp.
KÜNAT
(Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler.
KÜNBED
f. Kubbe.
KÜNBÜL
Sağlam, dayanıklı, sert, katı.
KÜNC
(Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum.
KÜNC-İ KANAAT
Kanaat köşesi.
KÜNC-İ MİHEN
Mihnet, sıkıntı ve ıztırab köşesi.
KÜNCÜD
f. Susam.
KÜND
Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa.
KÜNDE
f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç.
KÜNDEKÂR
f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz.
KÜNDGÛŞ
f. Sağır, işitmez.
KÜNDÜR
(C: Kenadir) "Günlük" denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval.
KÜNDÜS
Saksağan kuşu.
KÜNENDE
f. "Edici, yapıcı" mânâlarına gelerek kelimelere eklenir.
KÜNGÂN
f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu.
KÜNGÜRE
f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi.
KÜNH
Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman.
KÜNİŞ(T)
f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası.
KÜNNAŞE
(C.: Künnâşât) Kök.
KÜNNE
Ev kapısı üstüne yapılan sundurma.
KÜNNES
(Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes)
KÜNTAN
Kısa boylu.
KÜNU'
Yakın olmak.
KÜNUD
Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik.
KÜNUN
f. şimdi. El'an.
KÜNUN
Birşeyi gizleme, saklı tutma.
KÜNUZ
(Kenz. C.) Hazineler. Defineler.
KÜNUZÂT
Kenzler. Hazineler.
KÜNÜBDÜR
Kaba nesne.
KÜNYE
Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt.
KÜPEŞTE
Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta.
KÜRA'
(C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı.
KÜRABE
Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak.
KÜRAIYY
Paça satan.
KÜRAN
f. Al renkli at.
KÜRAT
(Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler.
KÜRAZ
Ağzı dar bardak.
KÜRBAK
Dükkân.
KÜRBE
f. Dükkân.
KÜRBET
(Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet.
KÜRBET-İ GURBET
Gurbetten dolayı olan keder.
KÜRDABE
Büyük su içinde olan çürüntü.
KÜRDE
(C: Kürüd) Sürülmüş tarla.
KÜRDEVS
(C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü.
KÜRDİSTAN
Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı.
KÜRE
(Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim. * Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan "Küre-i arz" denilmiştir. "Küre-i zemin" de denir.
KÜRE
f. Toprak ocak. Mâdenci ocağı.
KÜRE-İ ARZ
Dünya. (Yuvarlak olduğundan dolayı bu isim verilmiştir.)(Küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvata karşı gelebilir. Çünki nasılki "Dâimi bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük" denilebilir. Hem, bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zâhiren binler def'a ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvâzeneye çıkabilir. Aynen öyle de: Küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san'atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok def'a dolup mâziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al; yani bütün mazisini hazır farzet; sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı muvazene et. Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte $ sırrını anla. S.)
KÜRE-İ AYN
Tıb: Göz yuvarlağı.
KÜRE-İ HÂK
Yeryüzü. * Zemin yüzü.
KÜRE-İ HAVA
Dünyayı kaplayan hava tabakası. Atmosfer.
KÜRE-İ KAMER
Ay.
KÜRE-İ ZEMİN
Dünya, küre-i arz.
KÜREK CEZASI
Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu tâbir meydana gelmiştir.
KÜREMA
(Kerim. C.) Kerimler.
KÜREND
(Küreng) f. Al at.
KÜREVÎ
Yuvarlak. Küre şeklinde.
KÜREVİYAT
(Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar.
KÜREVİYET
Yuvarlaklık. Küre gibi oluş.
KÜREYC
Dükkân.
KÜREYVAT
Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler.
KÜREYVAT-I BEYZA
Kandaki beyaz renkte ve çok küçük kürecikler. Kan ve lenf gibi vücud mâyilerinde bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler. Kırmızı küreciklere nisbetle azdırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne zaman müdafaaya girseler Mevlevi gibi iki hareket-i devriye ile sür'atlı bir vaziyet-i acibe alırlar.
KÜREYVAT-I HAMRA
Kırmızı kan kürecikleri. Kana kırmızı rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak, küçük hücrecikler olup kanın her mm.küpünde beş milyon kadar bulunurlar, beden hücrelerine erzak dağıtırlar ve bir kanun-u İlâhî ile hücrelere erzak yetiştirirler. (Tüccar ve erzak memurları gibi)
KÜREYVE
(C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak.
KÜRH
Sıkıntı, meşakkat, zahmet.
KÜRİZ
f. Hizmetkâr, hâdim, hademe.
KÜRİZÎ
f. Beli bükük ve sefil ihtiyar.
KÜRK
Kızıl, kırmızı, ahmer.
KÜRKÎ
(C: Kürâki) Turna kuşu.
KÜRMİH
f. Çivi, mıh.
KÜRNÜB
Kelem dedikleri lahana.
KÜRR
(C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek.
KÜRRAS
Pırasa.
KÜRRASE
(C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması.
KÜRRE
f. Hayvan yavrusu. Sıpa. Tay.
KÜRRE
Deve ve koyun terslerinin parçası.
KÜRRE
(Bak: Küre)
KÜRREC
Top.
KÜRRE-İ HAR
Eşek yavrusu. Sıpa.
KÜRREZ
İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse.
KÜRSİ
Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet merkezi. * Mânevi makam. * Arş'ın altına bir semâ tabakası. (Bak: Arş)
KÜRSİ-NİŞİN
f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden.
KÜRSU'
Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı.
KÜRSÜB
Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç.
KÜRSÜF
(C: Kerâsif) Pamuk.
KÜRTAJ
Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi.
KÜRUB
(Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar.
KÜRUM
(Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri.
KÜRUR
Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak.
KÜRUR-U A'VAM
Senelerin birbirini takib etmesi. Yılların ard arda geçmesi.
KÜRUŞ
(Keriş. C.) İşkembeler.
KÜRUZ
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak.
KÜRÜK
f. Deve yavrusu.
KÜRZ
(C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba.
KÜS'
Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak.
KÜSAHA
Süprüntü.
KÜSBE
Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne.
KÜSBE
Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası.
KÜSBÜRE
Kanbel otu.
KÜSEYRA
Bir dikenli ağacın zamkı.
KÜSEYRE
Hurma koruğu.
KÜSFÜRE
Kanbel otunun tohumu.
KÜSİSTE
(Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş.
KÜSR
Çok mal.
KÜSSAB
Küçük ok.
KÜSSAR(E)
Kırılan şeyin parçaları.
KÜSSE
Kaba sakal.
KÜSTERDE
f. Döşenmiş, yayılmış.
KÜSTİC
(C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı.
KÜSUD
Çekilme, vaz geçme. Ric'at. Gayeye varmadan geri dönme.
KÜSUD
Az nesne.
KÜSUD
Kesad.
KÜSUF
Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. * Mc: Birisinin felâketli hâlinde çok teessür göstermesi hâli.(Güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (Açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabiyle muayyen olan) ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile, niyaz ile Kadir-i Mutlakın dergâhına iltica eder... Eğer dua, çok edildiği halde, beliyyeler def olunmazsa; denilmiyecek ki: "Dua kabul olmadı." Belki denilecek ki: "Duanın vakti, kaza olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kazâ olur. Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. S.)
KÜSUF-U CÜZ'Î
Güneşin bir kısmının tutulması.
KÜSUF-U KÜLLÎ
Güneşin tamamının tutulması.
KÜSUL
Tembel, uyuşuk, gevşek.
KÜSUR
(Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık.
KÜSURÂT
(Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar.
KÜSV
Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil.
KÜSVE
Az, kalil.
KÜŞ
f. "Öldüren, öldürücü" mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş: Düşman öldüren.
KÜŞA
f. "Açan, açıcı" mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ : Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren.
KÜŞAD
(Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması.
KÜŞADE
(Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı.
KÜŞADETMEK
Açmak. Açış merâsimi.
KÜŞAYİŞ
f. Açıklık. Ferahlık.
KÜŞENDE
f. Öldüren, katil, öldürücü.
KÜŞİŞ
f. Öldürme, öldürüş. Katletme.
KÜŞLE
Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü.
KÜŞTAR
f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et.
KÜŞTE
(C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul.
KÜŞTEGÂN
(Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar.
KÜŞTEGÂN-I ZİNDE
Şehitler. Şehid olmuş kimseler.
KÜŞTEN
f. Öldürmek.
KÜŞTERE
f. Uzun dülger rendesi.
KÜŞTÎ
f. Pehlivanlık, güreşme.
KÜŞTÎGİR
f. Pehlivan, güreşçi.
KÜŞTÎGİRÎ
f. Pehlivanlık.
KÜŞUD
Memesi küçük davar.
KÜTA'
(C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak.
KÜTALE
Ağırlık, sıklet.
KÜTAR
Kereviz.
KÜTBE
Dikiş.
KÜTEH
(Kutah) f. Kısa.
KÜTFANE
(C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı.
KÜTLE
(Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe.
KÜTT
Malı kazanıp yığan kimse.
KÜTTAB
(Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.)
KÜTÜB
(Kitâb. C.) Kitablar.
KÜTÜBHANE
Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap.
KÜTÜBHANE-İ UMUMİYE
Umumi kütübhâne.
KÜTÜB-Ü MENSUHA-İ SEMAVİYYE
İslâma ve bütün beşeriyyete gönderilen Kur'an-ı Kerim'den evvel eski peygamberlere gelen -Tevrat, İncil, Zebur- namlarındaki şimdi hükmü kalkmış olan mukaddes kitablar.
KÜTÜB-Ü MUKADDESE
Mukaddes kitablar.
KÜTÜB-Ü MÜNZELE
Vahiy ile Cenâb-ı Hak tarafından indirilmiş, ihsan edilmiş mukaddes kitaplar.(... Kur'anı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ile, Kur'an vahiy olduğunu gösterir; isbat eder. Ve nâzil olan Kur'ân dahi üstündeki i'caz ile gösterir ki; Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bidayet-i vahiydeki telaşı ve nüzul-i vahy vaktindeki vaziyet-i bihuşu ve herkesten ziyade Kur'ana karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki; vahiy olup ezelden geliyor, O'na misafir oluyor. M.)
KÜTÜB-Ü SÂLİFE
Geçmişteki eski mukaddes kitaplar.
KÜTÜB-Ü SEMÂVİYYE
Mukaddes kitaplar. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an.
KÜTÜB-Ü SİTTE-İ HADİSİYYE
Hadise dair altı Kitab. Bu eserler en çok tetkik edilmiş, en sahih, en doğru ve mu'teber hadis kitablarıdır.1- Sahih-i Buhâri. Müellifi: Hâfız Ebu Abdullah Muhammed İbn-i Câfii-i Buharî'dir. Sahih hadisleri tesbit için İslâm ilim merkezlerini dolaşmış, hadis âlimlerinden istifade etmiştir. Cumhurun telâkkisine göre Kur'an-ı Kerim'den sonra en sahih kitab ve ilim menbaıdır. Hicri 256'da vefat etmiş olup bu mezkur kitabında 7395 adet hadis nakletmiştir.2- Sahih-i Müslim. Müellifi: İmam-ı Müslim bin El-Haccac. (Hi: 204-261) Kitab-üs-sahihini yüzbin hadisten seçmiş ve onbeş senede vücuda getirmiştir. Mezkûr eserinde 2775 hadis nakletmiştir.3- İbn-u Mâce (Sünen-i İbn-i Mâce). Müellifi: Ebu Abdullah Muhammed Yezidi Kazvinî'dir. Vefatı: Hicri 273 senesidir.4- Ebu Dâvud (Sünen-i Ebu Dâvud 4800 hadisi muhtevidir) Müellifi : Ebu Davud Süleyman Es-Sicistânî'dir. Hicri 275'e kadar yaşamıştır. Câmi-üs-Sünen isimli kitabı meşhurdur. 500 bin hadis hıfzetmiştir. İslâm hukukçuları arasında çok mühim yeri vardır.5- Tirmizî: (Sünen-i Tirmizî). Müellifi: Hâfız Ebu İsa et-Tirmizî olup, hicri 275 de vefat etmiştir.6- Nesaî: (Sünen-i Nesaî) Müctebâ da denir. Müellifi Hâfız Ebu Nesaî olup Hicri 303 tarihine kadar yaşamıştır.Buharî ile Müslim Hadis Kitablarına: "Sahihân"; diğer dört Hadis kitabına da: "Sünen" tabir edilir.
KÜTÜB-Ü TEVARİH
Tarih kitabları.
KÜTÜM
Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)
KÜUB
(Küubet) Kızın memesinin büyümesi.
KÜUL
İspirto. Alkol.
KÜUS
(Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar.
KÜV'
Bileğin başparmak tarafı.
KÜVAR
(Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare)
KÜVB
(C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp.
KÜVBE
Tavla oyunu. * Dümbelek.
KÜVET
Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı.
KÜVH
(C.: Ekvâh) Penceresiz ev.
KÜVM
Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik.
KÜVR
(C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı.
KÜVRE
(C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir.
KÜVS
Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı.
KÜVSİYY
Küçük yürügen at.
KÜVVARE
(C: Küvvârât) Arı kovanı.
KÜVVE (KİVVE)
(C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere.
KÜVVİRET
(Tekvir. den) Toplandı, dürüldü.
KÜVVİRET SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 81. Suredir. İzeşşemsü Küvviret veya Tekvir Suresi de denir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
KÜVZ
(C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak.
KÜYY
Pencere.
KÜZAZ
Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi.
KÜZAZE
Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık.
KÜZB
Küsbe.
KÜZEBZİB
Çok yalancı.
KÜZİNYAK
Bez yıkayanların tokmağı.
KÜZR
Yay gezi.
KÜZUM
Ağzında dişi olmayan yaşlı deve.


L Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


LA'
Korkak.

Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. "Yoktur, değildir" gibi. Mâzi fiilinin evvelinde bulunan Lâ, duâiye olur. Lâ zâle sıhhatehu: "Sıhhati zâil olmasın" sözündeki gibi. * Harf-i atıf da olur. Ve mâba'dını makabline nefyen rabt eder ve irabı da ona tâbi kılar. $ "Şeref edeb iledir, neseb ile değildir" sözündeki gibi. * Vav edatıyla beraber olursa, atıf edatı vav olur, lâ da nefyi te'kid eder.
LÂ VE NEAM
Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)
LÂ YEZALÎ
Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.
LAAHLÂKÎ
Ahlâk dışı. Terbiye hârici.
LAAKALL
En az. Hiç olmazsa.(Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı, yarın ise; senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise; hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakall günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviyye olan bir mescide veya bir seccadeye at. S.) Yani beş vakit namazı kıl.
LAALETTAYİN
Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele.
LAALGUN
f. Kırmızı renkte. Al renkte.
LAALİK
Doğrulukla kalkıp durmak.
LAALLE
Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder. (Bak: İnne)
LAANALLAH
Allah lânet etsin.
LAANE
Lânet etti. (mânâsına fiil.)
LAAS
Dudağın rengi açık siyâha yakın olmak.
LAAS
Çok yemek, çok içmek.
LA'B
Ağızdan salya akmak.
LABE
f. Yalvarma, yaltaklanma, dalkavukluk etme. Acz gösterme. * Bu yolda söylenen söz.
LA'BE
Bir kere oynamak.
LABE'S
Beis yok, zararsız.
LABİRENT
Fr. Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. * Çok karışık ve birbirini kesen yol.
LABİS
Giyinmiş. Giyen.
LABİŞARTIN
(Lâ bişartın) Kayıtsız şartsız. Bir şarta dayanmaksızın.LABORATUVAR : Fr. İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer.
LABÜDD
Çok lâzım. Elzem. Gerekli. * Her halde. Mutlaka. Muhakkak. * Ayrılık yok.
LAC
Dar şey. Geniş ve bol olmayan nesne.
LAC
f. Çıplak.
LA'C
(C.: Levâıc) Halecan etmek. * Acı vermek, elem vermek. * Yakmak. * Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet.
LACEREM
şüphesiz, elbette, besbelli. * Nâçar, zaruri.
LACEVAB
Cevapsız. Cevapdışı.
LACEVERD
Lacivert. * Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı.
LACEVERDÎ
f. Lacivert renkte.
LACÎ
Muslih, ıslah eden, terbiye eden.
LACİN
Ağaçtan dökülen yaprak. * Ağaçtan yaprak indirme.
LAÇ
f. Oyun etme, aldatma, hile yapma.
LAD
f. Duvar.
LADE
f. Ahmak, akılsız, ebleh.
LADEN
f. Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk.
LADİNE
f. Kendir.
LADİNÎ
Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı. (Bak: Lâik)
LAEDRÎ
Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm. (Bak: Sofizm)
LAF
f. Konuşma, tekellüm. * Söz, lâkırdı.
LAFAHR
Fahirsiz. İftiharsız. İftihar etmeksizin. * Fahrolmasın.
LAF-I GÜZAF
f. Boş yere söz. Boş lâkırdı.
LAFİYUN
Sütleğen cinsinden bir ot.
LAFK
İki şeyi birbirine çarpma.
LAFZ (LAFIZ)
Ağızdan çıkan söz, kelime. * Bir şeyi atmak.
LAFZA
Bir tek söz veya kelime.
LAFZA-İ CELÂL
İsm-i Celâl, Allah lâfzı.
LAFZAN
Lafız itibariyle. Söz olarak. Söyleyerek. Yazılı olmı(Zeker).
LAFZEN
f. Geveze, çok konuşan. * Övünen, kendini medheden.
LAFZ-I ALLAH (LAFZULLAH)
Allah isminin lâfzı.
LAFZ-I ÂM
Gayr-ı mahsur, yani sayısız müsemmaları ihata ve aynı cinsten bir çok fertlere birden delâlet eyliyen lâfızdır. Kavim, cemaat, nisa.. gibi.
LAFZ-I HAS
Bir mânâya münferiden başlı başına vaz' olunan lâfızdır. Hasan, Hüseyin, insan, erkek, kadın lâfızları gibi.
LAFZ-I KÜLLÎ
Man: Mânâsı umumi ve herkesçe müşterek olan lâfız. "İnsan" gibi.
LAFZ-I MUHTEMEL
Huk: İki veya daha ziyade mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangi mânânın kast olunduğu mücerred rey ile değil; deliller ve karineler ile tayin olunur.
LAFZ-I MURAD
Mânâsı için olmayıp lafzı için söylenen kelime, söz.
LAFZ-I MÜFESSER
Huk: Tahsis ve te'vile ihtimâl bırakmıyacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vâcib olur.
LAFZ-I MÜREKKEB
Man: Mürekkeb lafız. Cüzlerden biri, mânâsının cüzlerinden birine delâlet eden lafız.
LAFZ-I MÜŞEBBİ'
Doyurucu, tatmin edici söz.
LAFZ-I MÜŞTEREK
Huk: Birçok müsemması bulunan lafızdır ki, hangi mânâ kasdolunduğu taayyün etmediği surette mânasız addolunur, onunla amel olunmaz.
LAFZ-I VÂHİD
Tek söz.
LAFZ-I ZÂHİR
İbaresi işitilmekle ancak bilinen, yâni söyleyenin maksadı düşünülmeye muhtaç olmadan derhal mânâsı anlaşılan sözdür. Bunun zıddına hafi denir.
LAFZÎ
Lafza ait ve müteallik. * Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı.
LAFZİYE
Sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri.
LAFZ-PERDAZANE
f. Çeşitli ve çok söyleyerek.
LAFZULLAH
Allah lâfzı. (Bu kelime Kur'ân-ı Kerimde 2806 defa zikredilmiştir. Bu lâfız bütün "sıfat-ı kemâliyeyi" tazammun eden bir sadeftir.)
LAG
f. Lâtife, şaka. * Oyun.
LAGAR
f. Cılız ve zayıf hayvan.
LAGARÎ
f. Cılızlık, zayıflık.
LAGB (LÜGÂB)
Zahmet, meşakkat. * Güve yemiş kuş kanadı. * Zayıf adam.
LAGIB
Acıkmış ve yorulmuş kişi.
LAGİYE
Edebe aykırı ve fena söz.
LAGLAGA
(C.: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.
LAGM
İnanmayacak söz söylemek. * Bulaşmak.
LAGT
Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma.
LAGV
Faydasız çirkin söz. * Köpeğin ürkmesi. * Deve avazı. * Rağbet olunmayan nesne. * Hükümsüz. * Kaldırmak. * Hata etmek. * İbtâl etmek.
LAGVİYYAT
(Lagv. C.) Lağvlar. Boş sözler.
LAGY
Avaz, ses, savt. * Yaramaz fuhuş sözler.
LAGZ
Kayma, sürçme.
LAGZAN
f. Kayan, sürçen.
LAGZİDE
f. Kaymış, sürçmüş.
LAGZİDE-PÂ(Y)
f. Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş.
LAGZİŞ
f. Sürçme, kayma. * Kayış, sürçüş.-LAH : f. Kelimenin sonuna ilâve olunarak "yer" mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.)
LAĞIM
Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır. * Kazurat ve çirkef sularının akmasına mahsus örtülü yol.
LAH'
(Gövde) sülpük ve sarkık olmak.
LAHA
Boş ve faydasız sözler konuşmak. * Ekmeği ıslatıp yemek. * Gıda. * Aldatıp kandırmak. * Karnın sarkık ve sülpük olması.
LAHA
f. Yama.
LAHAMET
Semizlik, etlilik, şişmanlık.
LAHAN
Bozulup kokmak.
LÂHAVLE
(Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.
LÂHAYR
Uğursuz, hayırsız.
LÂHAYRE FİH
Bu işte hayır ve uğur yok.
LAHB
Sür'atle gitmek. * Eti kemikten ayırıp soymak.
LAHC
Dar olmak. * Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak.
LAHD (LUHD)
(C.: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar. * Eğilmek. * Bir tarafına meyilli olan çukur.
LAHE
f. Yama.
LAHF
şiddetli vuruş.
LAHF
Örtmek, setr etmek.
LAHH
Ulaşmak, varmak. * Yağmuru kesilmeyen bulut.
LAHH
Göz yaşının çok olması.
LAHHAM
Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.
LÂHIK
Yetişen, ulaşan, erişen. Eklenen, katılan. * Fık: Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan.
LÂHIKA
Ek, ilâve, katılan şey. Zeyl. Sonradan ilâve edilen, eklenen.
LAHİ
(Bak: Lahâ')
LAHÎ
Oyuncu. * Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.
LAHİB
Açık yol.
LAHİF
Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş.
LAHİK
Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık)
LAHİKE
(C.: Levâhik) Gr: Ek, ilâve. (Bak: Lâhıka)
LAHİM
Et yediren. * Devamlı olarak et yiyen.
LAHÎM
Semiz, etli, şişman.
LAHİME
Et yiyen hayvan.
LAHİN
Telâffuz esnasında hususan Kur'ân okurken yanlışlık yapan.
LAHİS
Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.
LAHÎS
Dar nesne.
LAHÎS
Örülmüş. Dizilmiş.
LAHİYANE TA'ZİB
f. Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek.
LAHİZ
f. Sel suyu.
LAHÎZ
Benzer, misil, nazir.
LAHK
(Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek. * Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.
LAHLAHA
Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku. * Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.
LAHLAHANİYE
Pelteklik, kekemelik.
LAHM
Et. Her şeyin içi ve üzeri. * Bir işi sağlam kılmak. * Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek. * Bir yerde ilişip kalmak.
LAHM Ü ŞAHM
Et ve yağ.
LAHME
Et parçası.
LAHN
Güzel ve kaideli ses. * Nağme. * Kaideye uymayan yanlış okuyuş. * Usulüne uygun okumak. * Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek. * Meyl. * Fehmeylemek. * Lisan. * Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.
LAHS
Gözün üst kapağının etli olması.
LAHS
Yalamak.
LAHS (LİHÂS)
Darlık. * Şiddet. * Meşakkat, zahmet.
LAHT
f. Bir şeyin parçası, cüz'ü.
LAHT
İri cüsseli kimse.
LAHT-I CİĞER
Ciğerden kopma.
LAHUS
Uğursuz, meş'um.
LAHUT
İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem.
LAHUTÎ
Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.
LAHUTİYAN
Uluhiyet âlemine girebilen melekler.
LAHV
Kabuğunu soymak.
LAHVA
Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ)
LAHY
Sakalın bittiği yer.
LAHZ
Ahlâkı yaramaz kimse.
LAHZ
(Lahzân) Göz ucu ile bakma.
LAHZA
Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.
LAİC(E)
(C.: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse.
LAİHA
(Bak: Lâyıha)
LAİK
Fr. Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemiyetin sadece dünyevi menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden; diğer tâbirle: İlâhi kanunu terkeden, beşeri nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem. (...Bîtaraf kalmak, yâni: Hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet... Ş.)
LÂİLAÇ
Çâresiz, dermansız, imkânsız.
LÂİM
(Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen.
LÂİME
(C.: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama.
LAÎN
Lânetlenmiş, kovulmuş, merdud. Allahın rahmetinden mahrum.
LÂİN
Lânet eden. Lânetleyen. * Herkesin kınadığı.
LAJVERD
f. Lâciverd.
LAK
f. Hakir, zelil, aşağı. * Tahta kadeh.
LA'K
Yalamak.
LAK'
Atmak.
LAKA'
(C.: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne.
LAKAB
Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.
LAKAF
Duvar yıkılmak.
LAKANE
Zeki ve seri anlayışlı olmak.
LAKANIK
Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.
LAKAT
Yabandan toplanan nesne. * Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.
LÂKAYD
Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.
LÂKAYDANE
Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek.
LÂKAYDÎ
Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık.
LÂKELÂM
Hiçbir diyecek yok.
LAKF
Yutmak, bel etmek.
LAKH (LAKÂH)
Davar yüklü olmak.
LÂKIH
(C: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr. * Yağmur yağdıran rüzgâr. * Karnında yavrusu olan hamile deve.
LÂKIS
Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse.
LAKÎ
(Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse. * Önemsiz ve kıymetsiz şey.
LAKÎM
Yontulmuş veya yonulmuş.
LÂKİN
Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
LÂKİNNE
İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır. (Bak: İnne)
LÂKİŞE
Tutmaç aşı.
LAKÎT(A)
Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para. * Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk. (Bak: Lukata) * Üzerine ansızın gelinen kuyu.
LAKK
Vurmak.
LAKLAK
(C.: Lekâlik) Leylek.
LAKLAKA
Leylek sesi. * Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses. * Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak. * Boş ve mânasız söz.
LAKLAKIYYAT
(Laklaka. C.) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler.
LAKM
Çabuk çabuk yemek yemek. Yutmak. * Seddetmek.
LAKN
Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.
LAKPÜŞTE
f. Kaplumbağa.
LAKS
Yakmak. * Almak.
LAKS
Lâkab takmak. * Ayıplamak. * Yaramaz olmak.
LAKT
Dermek, toplamak, cem'etmek. * Ansızdan bir nesneye yetişmek.
LAKVE
Ağız çarpılması.
LA'L
Kırmızı. Al renk. * Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı.
LÂL
f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen.
LÂL Ü EBKEM
Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş.
LALA
f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. * Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere "lâla" istihdam ederlerdi. Lâla, görünüşte hizmetkâr vaziyetde idiyse de, terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur; esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için çocuklar da kendisine bir mürebbi, bir hoca gibi tâzim ve hürmet ederlerdi.
LA'LAA
Kırmak.
LALE
Lâle denen meşhur çiçek. * Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka. * İncir koparmak için ucu çatallı değnek.
LALEFAM
f. Lâle renginde. Rengi lâlenin rengine benzeyen.
LALEGUN
f. Lâle renkli. Pembe.
LALEHADD
f. Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan.
LALEK
(Lâlekâ) f. Taç. * Papuç, ayakkabı. * Horoz ibiği.
LALERENK
f. Lâle renginde olan. Lâle renkli. Pembe.
LALERUH
f. Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan.
LALERUHSAR
f. Lâle yanaklı, al yanaklı.
LALESAR
f. Lâlelik. Lâlebahçesi. * Sığırcık kuşu.
LALEVEŞ
f. Lâleye benziyen. Lâle gibi.
LALEZAR
f. Lâle bahçesi. Lâlelik.
LA'L-FAM
f. Kırmızı renkli, al.
LA'L-GUN
f. Al renkli. Kırmızı renkli.
LA'L-RENG
f. Kırmızı renkli. Al renkte.
LA'LUS
Kurt, zi'b.
LÂM
Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur.
LÂMEHALE
Hilesiz. * Çaresiz, imkânsız, ister istemez.
LÂMEŞRU
Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici.
LÂM-I CER
Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.
LÂM-I TA'RİF VEYA LÂM-I İSTİĞRAK
Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'rif bir kelimeyi belirsiz halden belirli hâle koyar. Muayyeniyyet mânâsını verir. Bunlar elif ve lâm harflerinden teşekkül eder. El-Mekteb'de olduğu gibi. Mekteb herhangi bir mektebdir. El-Mekteb dendiğinde bizce muayyen, belli olan bir mekteb mânâsını ifade eder. Başına harf-i ta'rif gelen kelimeden tenvin kalkar. Nekre iken ma'rife olur.
LÂMİ'
Parlak. Parlayan.
LÂMİA
Parlak. Parlayan. Parıldayan.
LÂMİH
(Lâmiha) (Lemh. den) Parlıyan, parıldıyan. Parlak.
LÂMİS
El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden.
LÂMİSE
Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.
LÂMİ-ÜN NUR
Nur saçarak parlıyan.
LAMME
Cin çarpması. Çarpıklık. * Yaramaz nesne.
LÂM-UL ÂKIBET
Neticeyi, âkibeti bildiren lâm.
LÂM-UT-TAKVİYE
Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.
LÂM-UT-TA'LİL
İllet ve sebeb bildiren lâm'dır.
LÂM-UZ-ZARFİYE
Zaman bildiren lâm.
LÂMÜDRİK
Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.
LÂMÜSELLİM
Hayır! Hiç teslim etmem!
LÂM-ÜT-TAHSİS VE TEMELLÜK
Ait olma ve sâhib bulunmayı bildirir. (Bak: Li)
LA'N
Lânet etme. Lânetleme.
LÂN
f. Hakikatsızlık, vefasızlık.
LÂNAZÎR
Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan.
LANDO
Fr. Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi.
LÂNE
f. Yuva, ev.
LÂNEGİR
f. Yuva tutan.
LÂNE-İ HARAB
Bozulmuş yuva.
LÂNE-İ NERMİN
Sıcak ve yumuşak yuva.
LÂNE-İ PEDER
Baba yuvası. Peder evi.
LA'NET
Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.(Ehl-i Sünnet'in ve İlm-i Kelâm'ın azîm imamlarından meşhur "Sa'deddin-i Teftezanî", Yezid ve Velid hakkında tel'in ve tadlile cevaz vermesine mukabil "Seyyid-i Şerif-i Cürcanî" gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat'in allâmeleri demişler: "Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybidir. Ve kat'i bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat'i ve delil-i kat'i bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimâli olduğundan, öyle hususi şahsa lânet edilmez. Belki $ gibi umumi bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur." diye "Sa'deddin-i Teftezanî"ye mukabele etmişler. R.N.)
LA'NETULLAH
Allah lânet eylesin mânâsında beddua.
LA'NETULLAHİ ALEYH
Allah'ın lâneti onun üzerine olsun.
LÂRAYB
şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz.
LÂRAYBE FİH
Onda hiçbir şüphe yoktur.
LARKÎ
Keçiboynuzu.
LAS
f. Köpek, kelb. * Adi ipek. * Dişi hayvan.
LA'SA
Dudağının rengi az siyâha yakın olan kadın. (Müz: El'as)
LASAF
Bir cins hurma. * Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne. * Yapışmak. * Kurumak. * Parlamak.
LASAGA
Hindibâ denilen ot.
LÂSANİ
Tek, vâhid. İkincisi olmayan.
LASB
Yapışmak. * Dar olmak.
LASG (LÜSUG)
Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması.
LASIB
(C.: Levâsıb) Yapışkan. * Dar ve derin kuyu.
LASIK
Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.
LASÎF
Parlayan, parıldayan. Parlayıcı.
LASİYYEMA
Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok.
LASK
Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.
LASS
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
LASTA
ing. Bir geminin alabildiği yük.
LASV (LASY)
Sövmek, şetm etmek.
LAŞ
f. Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. * Çapul, yağma.
LAŞE
Cife. Kokmuş et parçası. * Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri. * Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan. * Zayıf ve cılız hayvan. * Mc: Kıyıda kalmış kayık veya gemi teknesi.
LÂŞEHÂR
f. Leş yiyen.
LÂŞEK
şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette.
LÂŞEY
Bir şey değil. Değersiz.
LA'T
Sakınmak, sakındırmak.
LAT'
Yalamak. * Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak.
LÂT
İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri.
LAT' (LUTÛ')
Yapışmak. * Ulaşmak, varmak.
LAT'A
Dudaklarının içi beyaz olan kadın. * Çok yaşamış, ihtiyar kadın.
LATA'
Dudak içinde olan beyazlık.
LATAFE
Hediye, armağan.
LÂTAİL
Boş, faydasız, abes, mânâsız.
LÂTAKNETU
Ayet-i Kerimeden bir kısım olup: Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.)
LAT'E
Alın, cebhe.
LATENAHİ
Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen.
LATEŞBİH
Benzetmeksizin. Benzetmek olmasın.
LATH
El ayasıyla vurmak.
LATH
Her şeyin azı. * Bulaşmak ve karışmak. * Birine iftira atmak.
LATHA
Leke.
LATİF
Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip. * Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden. * Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. * Çok lutf edici. * Derin, gizli.
LATİFE
Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir) (Bak: Letâif)
LATİFEGU
f. Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen.
LATİFE-İ RABBANİYE
İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.
LATİFEPERDAZ
f. Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan.
LATİFEPERDAZAN
(Lâtifeperdâz. C.) f. Şakacılar, lâtifeciler.
LATÎM
Babası ve annesi olmayan kişi. * Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. * Yarış atlarının dokuzuncusu.
LATÎME
(C: Letâyim) Misk. * Güzel kokular konulan kap. *Attarlar pazarı. * Güzel kokulu nesneleri götüren deve.
LATİN
Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir. * Eski Roma. * Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.
LATİNCE
Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.
LATM
Karıştırmak. Yapıştırmak. * Tokat vurmak.
LATMA
şamar, tokat.
LATMAHÂR
f. Tokat yiyen. Şamar atılan kimse.
LATS
Dövmek. * şiddetle basmak.
LATT
(C: Litât) Gerdanlık. * Lâzım olmak. * İnkâr etmek. * Sarkıtmak. * Örtmek.
LÂTUHSA
Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz.
LÂUBALİ
Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ("Lâ" harfi ile" Ubâli" muzari fiilinden müteşekkildir.)
LÂUBALİYANE
f. Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak.
LAUK
Yalanmış nesne. * Az, kalil.
LAV
Fr. Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde.
LA'V
Ahlâkı yaramaz kişi. * Haris adam.
LÂVALLAH
Vallahi hayır.
LAVANTA
Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.
LAY
f. Söyleyen, söyleyici.
LAY
f. Tortu, posa. * Kül. * Çamur.
LÂYA'KIL
Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez.
LÂ-YA'Nİ
Mânasız, boş.
LÂYEBGIYAN
Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)
LÂYECUZ
Câiz değil, olamaz, müsaade verilmez.
LÂYEFHEM
Anlayışsız, idrakten âciz.
LÂYEFNA
Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.
LÂYEMUT
Ölmez. Mahvolmaz. Hayatı sona ermez.
LÂYENBAGÎ
Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz.
LÂYENFEKK
Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz.
LÂYENKATI'
Aralıksız. Kesilmeksizin.
LÂYETECEZZA
Bölünmez. Parçalanmaz. Ayrılmaz. Tecezzi kabul etmez.
LÂYETEGAYYER
Değişmez, bozulmaz.
LÂYETENAHÎ
Sonsuz. Nihayetsiz.
LÂYETENAHİYET
Lâyetenahilik, sonsuzluk, nihayetsizlik.
LAYETEZELZEL
Sarsılmaz. Tezelzül etmez.(Tahkikî iman sâhibleri, lâyetezelzel bir itikada sâhibdirler.)
LÂYEZAL
Zeval bulmaz. Yok olmaz.
LÂYIH (LÂYİH)
Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen.
LÂYIHA
Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı.
LÂYIHA-İ KANUNİYE
Huk: Henüz tasdik edilmemiş kanun tasarısı.
LÂYIK
(Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
LÂYİM
Azarlayan.
LÂYUAD
Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.
LÂ-YUGLEB
Yenilmez, mağlup olmaz.
LÂYUHSA
Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok.
LÂYUHTÎ
Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz.
LÂYU'KAL
Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz.
LÂYU'LA
Üstüne çıkılmaz, çok yüksek. * Galip ve üstün gelinemez.
LÂYU'REF
Bilinmez. Tarif edilmez.
LÂYUTAK
Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez.
LÂYUZAL
İzale edilmez, tükenmez, zeval bulmaz.
LÂYÜFHEM
Anlaşılmaz. Fehmedilmez.
LÂYÜFNA
Tüketilmez, yok edilmez.
LÂYÜLHÎHİ
(İlhâ. dan) Ona gaflet vermez. Onu boş şeyler meşgul etmez. Boşuna iş yapmaz.
LÂYÜS'EL
Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz.
LAZ
Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim. * Bu kavimden olan kimse.
LAZA
Ateş. Alev. * Cehennem'in altıncı katı.
LÂZÂLE
(Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın. * Olsun!
LÂZÂLE ÂLİYEN
Yüce ve âli olsun.
LÂZEVAL
Zevalsiz. Sonu gelmez. Zeval bulmaz.
LÂZIK
Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan.
LÂZIM
Lüzumlu, gerekli. * Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey. * Gr: Müteaddi olmayan.
LÂZIM FİİL (FİİL-İ LÂZIM)
Fâilin zâtında kalan fiil. (Geldi, gitti, güldü gibi)
LÂZIM-AMED
f. Lâzım gelir, lüzum eder. Lâzım geldi.
LÂZIM-ÂMED ÇÂR-ÇİZ
Dört şey lâzım geldi.
LÂZIM-I BEYYİN
Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...
LÂZIM-I GAYR-I MÜFARIK
Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu.
LÂZIM-I MELZUM
Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan.
LÂZIM-I ZATÎ
Kendisine ait icab eden hal. Kendisine has vaziyet.
LAZÎ
(Bak: Lazâ)
LAZİB
Sâbit olan, yapışan.
LAZİSTAN
Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad.
LAZLAZ
Yol gösterici, kılavuz.
LAZLAZA
Yılanın deprenmesi.
LAZUK
Yapışkan nesne. * Yapışkan balçık.
LAZUK
Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ.
LAZZ
Devamlı yağan yağmur. * Men'etmek, engel olmak.
LEAL
İnci.
LEALİ
(Leâl. C.) İnciler. Lü'lüler.
LEALİ-FEŞAN
f. İnciler saçan.
LEALLE
(Bak: Laalle-İnne)
LEAMET
Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.
LEB
f. Dudak. Şefe. * Kenar. * Sahil. Kıyı.
LEBAB
Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot.
LEBABE(T)
Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma.
LEBAÇE
f. Önü açık elbise. Hırka.
LEBAD(E)
f. Yağmurluk.
LEBALEB
Ağzına kadar dopdolu. * Ağızdan ağıza.
LEBAN
Göğüs.
LEBB
Lâzım olmak. * Akıllı olmak.
LEBBAN
Sütçü.
LEBBE
Göğsün gerdanlık takılan yeri. * Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri. * Evlâdını ve erkeğini seven kadın.
LEBBELEB
(Leb-beleb) f. Dudak dudağa.
LEBBESTE
(Leb-beste) f. Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan.
LEBBEYK
Buyurunuz. Emredersiniz. * Benim muhabbet ve incizâbım dâim sanadır, başkasına değildir, sıdk ve ubudiyyetim dâim sanadır (gibi mânâlar ifâde eder.)
LEBBEYK-ZEN
f. Lebbeyk diye söyleyen. Emre hâzır olan. Râzı olan.
LEBC
Güreşmek. * Sar'a tutup düşmek.
LEBCÜNBAN
f. Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan.
LEBDEĞMEZ
t. Dudak değmez. * Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan "B-F-M-P-V" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler.
LEBEB
(C: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer. * Atın göğsüne yapılan sinebend. * Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne. * Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.
LEBED
Yünden yapılan keçe. * Bir yerde mukim olmak. * Bir şeye yapışmak.
LEBEKE
Şerit parçası.
LEBEN
Süt. * Boyun ağrısı. (Bak: Libâ')
LEBENÎ
(Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü.
LEBENİYYÂT
(Lebeniyye. C.) Sütlü nesneler.
LEBGÜŞA
f. Dudağı açık. Söyleyen, konuşan.
LEBH
Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)
LEBÎ
f. Dilim. Ekmek, kavun, karpuz vs. dilimi.
LEB-İ ÂFTÂB
Gölge.
LEB-İ CUY-BÂR
Su kenarı.
LEB-İ DERYA
Denizin dudağı. Deniz kenarı, kıyı, sâhil.
LEB-İ HADRA
Ufuk.
LEBİD
Küçük çuval.
LEBİK
Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan. * Zeki, anlayışlı, akıllı.
LEBİNE (LİBNE)
(C.: Lebin) Kerpiç.
LEBK (LEBÂKA)
Akıllı olmak. * Islah etmek, terbiye etmek. * Karıştırmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
LEBKUS
Mürr denilen acı Yemen zamkının adı.
LEBKÜŞA
f. Dudağı açık. Konuşan, söyleyen.
LEBLAB
Sarmaşık denen bir bitki.
LEBLEBE
Esirgemek. * Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak.
LEBN
Vurmak.
LEBRİZ
f. Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın.
LEBS
Giyecek şey. * Giyme. Giyinme. * Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.
LEBS
Bir yerde eğlenip durma. Vakit geçirme.
LEBSAN
Hardala benzer bir ot. * Yabani hardal.
LEBT
Güreşmek.
LEBTEŞNE
(C.: Lebteşnegân) f. Susamış.
LEBUN
Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.
LEBUS
Her giyecek ve örtünecek nesne.
LEBVE
Dişi arslan.
LEBZ
Vurmak. * Yemek.
LEC
f. Tepme.
LECA
Su boğası.
LECA'
Sığınmak. * Saklanmak, gizlenmek. * Zaruret.
LECAC
(Lecâcet) Çekişme, inad etme, ayak direme (düşmanlıkta). Taannüd.
LECC
Dar şey. * Düşmanlıkta ve husumette inad edip ayak direme.
LECCAC
İnatçılık. Muannidlik. * İnatçı, inad edip ayak direten. Muannid.
LECCE
Avaz, ses, savt.
LECEB
Avaz, ses, savt.
LECEBE
(C.: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar.
LECEM
Cemaat, topluluk.
LECEN
Bir şeye musallat olmak, ilişmek.
LECİN
Ağaçtan yaprak dökmek.
LECLAC
Sözü tutuk söyliyen. * Satranç oyununun icatçısı. * Bir harfi iki kere söyliyen.
LECLEC
Tereddüt olunan.
LECLECE
(Sözde) karasızlık, tereddüt. * Lokmayı ağızda döndürmek ve çiğnemek.
LECM
Şahmed-ül arzdan büyük bir tepenin adı.
LECN
Yalamak. * Deve için yem yapmak.
LECNE
Bir mes'ele için toplanan cemaat.
LECUN
Halsiz, yaşlı davar.
LECÜC
Pek inadçı ve hasım olan. * Suyu çok olan yer.
LECZ
Ulaşmak, varmak. * Yapışmak.
LECZ
Köpeğin kab kacak yalaması.
LEÇ
f. Yanak. * Yüz.
LEDA
Beden.
LEDA (LEDE)
Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır). * Yan, nezd. (Bak: Ledün)
LEDD
Düşmana galip olmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
LEDDAM
Eski elbiseleri yamalıyan.
LEDED
Katı husumet, şiddetli düşmanlık.
LEDE-L HAVALE
Havale olunduğu zaman.
LEDE-L-HÂCE
İhtiyaç görüldüğü zaman. Hacet ânında.
LEDE-L-İHTİYAÇ
İhtiyaç halinde. Hacet ânında.
LEDE-L-İKTİZA
İktiza edip gerektiği zaman.
LEDE-L-MÜTALAA
Mütâlaa edilip okunduktan sonra.
LEDE-L-MÜZAKERE
Müzakere anında, konuşma sırasında.
LEDEM
Akrabadan nikâhı haram olan.
LEDE-S-SUÂL
Soruldukta, sorulduğu anda.
LEDE-T-TAHKİK
Tahkik olundukta.
LEDEYK
Senin yanında. Senin indinde.
LEDG
(Teldag) Yılan veya akrep sokması. * Mc: Sözle birini incitmek. * Ekşilik.
LEDÎD
Derenin iki tarafı.
LEDÎG
Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse.
LEDÎM
Yamanmış eski elbise.
LEDÎS
Tenbel kimse.
LEDM
Taşı taşla vurmak. * Yere düşen taştan çıkan ses. * Kaftana yama vurmak. * Defetmek, kovmak.
LEDN
(C.: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı.
LEDS
Yalamak. * Davarın ayağına nal vurmak. * Yırtık dikmek.
LEDÜD
(C.: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç. * Çok husumet, şiddetli düşmanlık.
LEDÜN
İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır.Hel-i istifhâmiye mânasına geldiği de vaki'dir. Kamus Müellifine göre ledün ile leda, aynı şeydir. Başkaları ise tefrik etmişlerdir. Demişlerdir ki: Ledün kelimesi zaman ve mekânın evvel ve ibtidasından muteberdir. Onun için ekseri harf-i cer olan "min" kelimesine mukarin olur. "Ledâ" kelimesinde ise, ibtidâ mânası lâzım değildir. Ve "inde" kelimesinin "min" yerinde tasarrufu daha umumidir. "Ledün" kelimesi mâba'dını izâfetle cerr eder. (L.R.)
LEDÜNN
(İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (A.S.) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.
LEDÜNNÎ
Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.
LEDÜNNİYAT
(Ledünn. C.) Allah Teâlâ Hazretleri tarafından hususi vecih üzere bâtınan ihsan olunanlar. (L.R.)
LEF'
Örtmek, setr etmek. * şâmil olmak.
LEFA
Vurmak. * Soymak.
LEFAİF
(Lifafe. C.) Sargılar, örtüler. Zarflar.
LEFAZ
Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler.
LEFC
(Lefce) Kalın dudak.
LEF'E
Kemiksiz et.
LEFEF
Pelteklik, kekemelik. * Yorgunluk. * Besililik, semizlik.LEFEHAN : Vurmak.
LEFF
Sarma. Dürme. İçine toplama. İliştirme. Rabtetme.
LEFF Ü NEŞR
Edb: Bir yazı veya şiirde söz simetrisi yapma san'atıdır. Önce iki veya daha fazla kelimeyi sıralamak, sonra da onlarla alâkalı şeyleri söylemek. İki çeşidi vardır;1- Leff ü Neşr-i Müretteb (Düzenli leff ü neşir) : Birinci cümlede sıralanan kelimelerle ikinci cümlede söylenen kelimelerin aynı sırayı takib etmesidir. Misâl:(Bu karışık mevcudat, dâr-ı fâniden dâr-ı bekâya akıp gidiyor. Elbette nasıl ki; hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet'e akar. Öyle de: Şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem'e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur)2- Leff ü Neşr-i gayr-i Müretteb (Düzensiz leff ü neşir) : Birinci cümlede söylenen şeylerle, ikinci cümlede söylenen şeylerin ters olarak sıralanmasıdır. Misâl:(Cevr-i dilber, ta'n-ı düşman, suz-i firkat, za'f-dil Dürlü dürlü dert için halketmiş Allah'ım beni.)Avni (Fatih)
LEFFAF
Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan.
LEFFAT
Yaramaz huylu, ahmak adam.
LEFFEN
Beraber sararak. İliştirilmiş olarak. Rabtedilmiş olarak.
LEFH
Yakmak. * Vurmak. * Fakirlik, fakir. * İflas. * Tavşancıl kuşu. * Karga.
LEFİF
Sarılmış, dürülmüş. * Gr: Kökü üç harfli olduğunda iki harfi "elif" veya "yâ" nın yan yana olduğu kelime.
LEFİF-İ MAKRUN
Kökündeki "elif" veya "ya" nın yan yana olduğu kelime.
LEFİF-İ MEFRUK
Harf-i illetin aralarında başka bir harfin bulunduğu kelime.
LEFK
Hamâkat, ahmaklık.
LEFK
Giymek. * Örtünmek. * İki parçayı birbiri üstüne koyup dikmek.
LEFT
Yüz döndürmek.
LEFTİYE
Şalgam.
LEFÜT
Evvelki kocasından çocuğu olan ve daima çocuğuna iltifat eden evli kadın.
LEFZ
(C.: Elfâz) Atmak. * Söz.
LEGABE
Hamâkat, ahmaklık. * Zayıflık, zaaf.
LEGAT
Sesler kelâmla karışık olmak.
LEGORN
ing. Çok yumurtlayan bir tavuk cinsi.
LEGUB
Fikri, re'yi zayıf olan. Ahmak.
LEH (LEHU)
Hakkında, onun için, onun faydasına veya zararına.
LEHA
(Lehu. nun müennesidir) Hakkında. O kadın için.
LEHA
(Lehât. C.) Küçük diller.
LEHAA
Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması.
LEHAK
Çok beyaz. * Öküz, sevr.
LEHAK
Çok beyaz olan.
LEHAK
Yetişmek.
LEHAME
Etlilik, semizlik.
LEHAN
Akıllılık.
LEHAS
Susuz kişi.
LEHAT
(C.: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil.
LEHAZ
Gözucu.
LEHAZA
Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak.
LEHBAN
Susuz kişi. (Müe: Lehbâ)
LEHBET
Susuzluk.
LEHC
Haris olmak.
LEHCE
Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı.
LEHCEM
Geniş yol. * Büyük kadeh.
LEHD
Def'etmek, kovmak. * Ağır etmek, ağırlaştırmak.
LEHEB
Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz.
LEHEB SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 111. suresi olup "Tebbet, Mesed" Suresi de denir. Mekkîdir.
LEHEBAN
Ateşin alevlenmesi.
LEHEB-ÜN NÂR
Ateşin alevi.
LEHEF
Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme.
LEHESAN
Susuzluk.
LEHEVAT
(Lehât. C.) Küçük diller.
LEHF
Yok olan şey için hasret çekip üzülmek.
LEHFAN
Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen.
LEHHAN
Okurken çok yanlışlık yapan kimse.
LEHİB
Açık yol.
LEHÎB
Eti az deve, zayıf deve.
LEHÎD
Götürdüğü yük ağır olduğundan eziyet çeken deve.
LEHÎDE
Koyu olan bulamaç.
LEHÎF
(Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli.
LEHİNDE
t. Onun faydasına, aleyhinde olmadan. Onun için, iyiliğine.
LEHÎRE
Kısa boylu kötü huylu kadın.
LEHİV
(Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması. * Eğlence, oyun.
LEHK
şiddet. * Meşakkat, zahmet. * Birbiri içine girmek.
LEHLE
Süst ve zayıf nesne. * Seyrek dokunmuş bez. * Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz.
LEHM
Bir şeyi hemen yutma.
LEHS
Yalamak.
LEHS
Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma.
LEHSAN
Susuz.
LEHT
f. Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası.
LEHT
Bir nevi yürüyüş.
LEHT
Vurmak. * Atmak.
LEHT-İ CİĞER
Ciğerden kopma parça.
LEHU
(Bak: Leh)
LEHUM
Obur, çok yiyici.
LEHÜM
Onlar için. Onlara.
LEHÜMA
(Tesniye) O ikisi için. İkisi hakkında.LEHV : (Bak: Lehiv)
LEHVİYYAT
f. (Lehv. C.) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler.
LEHZ
Vurmak. * Dürtmek. * Karıştırmak.
LEİM
Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. * Mayası bozuk ve kötü.
LEİMAN
(Leim. C.) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar.
LEİMANE
Alçakça. Zelilane bir tarzda.
LEİN
Vallahi eğer.
LEK
f. Ahmak, ebleh, sersem. * Yüzbin. * Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden.
LEK'
Isırmak. * Yapışmak. * Kir.
LEK'
Vurmak.
LEK (LEKE)
Sana, senin için, senin hakkında.
LEKA'
(Lek'â) : Yaramaz, hakire kadın.
LEKALİK
Büyük, etli, şişman kadın. * Büyük deve.
LEKALİK
(Laklak. C.) Leylekler.
LEKANET
Zeki ve anlayışlı olma.
LEKE
t. Benek. Kir izi. * Kusur.
LEKED
Yapışmak. * Lâzım olmak.
LEKED
f. Çifte, tepme.
LEKEDAR
f. Lekeli, ayıplanmış. * Pislenmiş. * İttiham edilmiş.
LEKEDHAR
f. Çifte yiyen.
LEKEDKUB
f. Çifte yiyen. Hayvanların ayakları altında ezilen.
LEKEDZEDE
f. Çifte yiyen.
LEKEDZEN
f. Tepme veya çifte vuran. Çifte atan.
LEKEN
(C.: Elkân) Leğen.
LEKİ'
Hor ve hakir kimse.
LEKÎF
Dolu havuz.
LEKÎK
(C.: Likâk) Zayıf ağaç. * Kemik aralarında olan et.
LEKÎTA
(Bak: Lakita)
LEKLEKE
Yoğun gövdeli ve şişman olmak, etli olmak.
LEKM
Yumrukla vurmak.
LEKZ
Vurmak.
LEM
(Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. "Gelir" fiilini "gelmedi" yaptığı gibi. (Bak: Lem-yezel)
LEM'
Parıldama, parlama. Parlayış.
LEM'
Terk etmek, bırakmak.
LEM'A
(C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.
LEM'A-NİSAR
Parlaklık saçan.
LEM'A-PAŞ
f. Parıldayan, parlayan.
LEM'A-RİZ
f. Parlayan, parıldayan.
LEMEAN
Parlama, parıldama.
LEMEAT
(Lem'a. C.) Parlayışlar, parıltılar.
LEMEAT-I İ'CAZİYE
İ'caza dair lem'alar. İ'caz, insanları âciz bırakma, hayrete düşürme parıltıları.
LEMEAT-I MÜTEFERRİKA
Muhtelif, parça parça olan parlayışlar.
LEMEAT-I ŞEMS
Güneşin parıltıları.
LEMEHAT
(Lemha. C.) Bir defa göz atmalar. * Parıltılar, çakmalar.
LEMEM
Günaha yakın olmak. * Küçük günahlar. * Delilik, cünun. * Musibete yakın olmak.
LEMH
Göz atma, bir defa bakış. * Parlama, parıltı.
LEMHA
Bir göz atmak. * Şimşeğin bir defa çakışı.
LEMHA-İ BASAR
Pek az bir zaman. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman.
LEMH-İ BASAR
(Lemhat-ül basar) Göz atma. Bakma. Çabuk bir bakış. * Çok az bir zaman.
LEMÎS
Câriye ismi.
LEMK
Yazmak. * Bozmak, mahvetmek. * Vurmak.
LEMLEME
Bir şeyi evvel yapmak.
LEMM
Parça parça şeyleri toplamak, cem' etmek. * Islâh etmek. * Bulduğu şeyi, haram helâl demeyip yemek. * Şiddet ve meşakkat. * Az şey. * Konmak. Nâzil olmak.
LEMMA
(Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: "İllâ" yerinde de olur.
LEMME
(C.: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk. * Az şey.
LEMS
Yalamak.
LEMS
Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak. * Beş duygudan biri, dokunma duygusu.
LEMSA
Pürüzsüz, düz.
LEMSÎ
Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik.
LEMSİYET
Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his.
LEMY
Dudak içinde olan siyahlık.
LEM-YEZEL
Zâil olmaz, bâki, zeval bulmaz. Daimî olan.
LEM-YEZELÎ
Devamlılık, bâkilik, zeval bulmazlık.
LEMZ
Ağızda olan yemek artığını dil ile araştırmak.
LEMZ
Ayıplamak. Dil ile tân etmek.
LEMZE
Göz veya kaşla işaret etmek.
LEN
Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder: $ cümlesinde; kâfirler aslâ Cennete giremezler, derken olduğu gibi. (Bak: Huruf-u nâsibe)
LENC
f. Edâ, naz ve cilve ile salınma.
LENF
(Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı. * Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi. (Bak: Hılt)
LENFİSAM
Aslâ kırılmaz, kopmaz.
LENG
f. Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. * Tenasül organı.
LENGÂNE
f. Topalcasına. Topallı(Zeker).
LENGER
f. Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. * Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi.
LENGER-ENDAZ
f. Lenger atan, demir atan. Demir atmış olan gemi.
LENGER-HANE
f. Lenger yapılan yer. Lenger imal edilen yer.
LENGERÎ
f. Büyük bakır sahan, lenger.
LENG-FAHTE
f. Topal güvercin.
LENGÎ
f. Aksaklık, topallık.
LEN-TERANÎ
Beni aslâ göremezsin (meâlinde).
LERZAN
f. Titrek, titreyerek.
LERZE
f. Titreme, titreyiş. Sallantı.
LERZEBAHŞ
f. Titreme veren, titreten.
LERZEDÂR
f. Titrek, titreyici.
LERZENÂK
f. Titrek, titreyici. Titremeğe tutulmuş.
LERZENDE
f. Titreyen, titrek.
LERZERESAN
f. Titreme veren, titreten.
LERZİŞ
f. Titreme, titreyiş.
LES'
Yılan ve akrep gibi hayvanların sokması.
LESA
Islak ayakla bir şeye basmak. * Yaş olmak, ıslanmak.
LESA'
Kolayca çocuk doğurmak.
LESAK
Yaşlık, ıslaklık.
LESAS
Hırsızlık yapma. Sirkat.
LESASET
Hırsızlık.
LESB
Vurmak. * Yalamak. * Yapışmak. Cem'etmek, toplamak.
LESD
Yalamak. Emmek.
LESEN
Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma.
LESİN
Ülfet, alışkanlık.
LESK
Yapışmak.
LESLESE
Men'etmek, engel olmak.
LESM
Ağzını örtmek. * Öpmek. * Kırmak.
LESM
İlzam etmek, susturmak.
LESME
Yüzörtüsü, peçe.
LESS
Yemek. * Yalamak.
LESS
Dâim olan. Devamlı olan.
LEST
f. Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi.
LESU'
(Akrep veya yılan gibi hayvanlar) sokmuş.
LESUS
(Lesusiyet) Hırsızlık, sirkat. Hırsızlık yapmak.
LEŞKER
f. Asker.
LEŞKERGÂH
f. Ordu yeri.
LEŞKERÎ
f. Askere ait. Askerle alâkalı.
LEŞKER-İ ARAMREM
Çok asker.
LEŞKERİYAN
(Leşker. C.) f. Askerler, leşkerler.
LEŞKERKEŞ
f. Asker çeken. Askerleri idare eden. Kumandan.
LEŞKERŞİKÂF
f. Düşman askerini kıran.
LEŞKERŞİKEN
f. Düşman askerini kıran.
LEŞKERŞÜKÛF
f. Düşman askerini kıran.
LET
f. Dayak, kötek. * Dövme, vurma. * şiddetle çarpma.
LET'
Atmak. * Doğurmak. * Cima etmek.
LETAC
Vahşi sığır, yabani sığır.
LETAFET
Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
LETAİF
Lâtif duygular. (İman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki; bir yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkisam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza.. letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. M.)
LETAİF-İ AŞERE
On lâtif duygu. On adet lâtifeler.(Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbani, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir lâtife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülukta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i camlasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahiri dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahire, havass-ı hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebettardır. Meselâ vicdan, a'sab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var. R.N.)
LETB
Gitmek. * Devretmek. * Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak.
LETEYYA
Büyük emir.
LETF
Sık olmak. * Bahçede ağaçların sık bitmesi. * Yaraşıklı olmak.
LETHAN
Karnı aç olan kişi.
LETHURDE
f. Dayak yemiş, dövülmüş, kötek yemiş.
LETM
Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak.
LETRE
f. Parça parça. Paramparça. * Eski, yırtık.
LETT
Bağlama. * Karıştırma. * Vurma, dövme, dayak atma. * Yanaşma, yaklaşma.
LETTA
Büyük emir.
LEUS
Çok yeyici kişi, obur.
LEÜM (LEİM)
(C.: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi.
LEV
Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) "İnne" gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ : Lev-câe Aliyyun leraeytühu: Ali gelse idi, elbette görürdüm.
LEV'
Yanma. * Yakma.
LEVA
Bulgar parası.
LE'VA
Şiddet. * Maişet darlığı, geçim zorluğu.
LEV'A
(C.: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı.
LEVAHIK
(Lâhık. Lâhıka. C.) İlâveler, ekler. Lâhıkalar.
LEV'A-İ KALB
İç yanıklığı, gönül acısı.
LEVAİC
(Lâice. C.) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar.
LEVAİH
(Levâyih) (Lâyiha. C.) Lâyihalar.
LEVAİM
(Lâime. C.) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar.
LEVAMİ'
(Lâmia. C.) Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar.
LEVAZIM
İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde. * Ask: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi tabirdir.
LEVAZIMAT
(Levazım. C.) Lüzumlu maddeler.
LEVBAN
Siyah taşlı yer.
LEVC
Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme.
LEVCA'
Hâcet, ihtiyaç.
LEVEAT
(Lev'a. C.) Sevgiden ve mecazî aşktan gelen iç yanıklıkları. Yürekten gelen acılar.
LEVEND
(Levent) f. Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. * Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse.
LEVENDÂN
(Levend. C.) f. Leventler, askerler.
LEVENDÂNE
f. Leventçesine, hızla, süratle.
LEVG
Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek. * Yalamak.
LEVH
Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * Susamak. * Zâhir olmak. * Çalıp almak.
LEVHA
Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt. * Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı.
LEVH-İ HÂTIR
Hâfıza.
LEVH-İ KAZÂ VE KADER
Kader ve kazanın levhası, yani: Olmuş ve olacak her bir şeyin ilm-i İlâhîdeki vücudları; yani, ilmen mevcudiyyetleri.(Alem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mevcudatın dahi mânen hayatdar bir vücud-u mânevileri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, levh-i kaza ve kader vasıtası ile o mânevi hayatın eseri, mukadderât nâmı ile görünür, tezahür eder. L.)
LEVH-İ MAHFUZ
Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı.
LEVH-İ MAHV
Mahvolma levhası, bir şeyin harab oluşu ve yıkılışını gösteren manzara.
LEVH-İ MAHV VE İSBAT
Bir tabirdir. Levh: Görünen ve ibret verici bir vaziyeti ifade eder. Mahv ise; o vaziyetin birden ortadan kalkması, mahvolmasını ifade eder. Gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir levha halinde iken birden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş hâlde görürüz. Bu hale mahv diyoruz. Kudret-i İlâhî ile tekrar aynı eski hale gelmesi, havanın yağmurlu, bulutlu, şimşekli manzarasına dönmesi keyfiyyetine de İsbât diyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın tekrar mahlukatı dirilteceğine bir işâret olarak bu vaziyete de İsbat deniyor, Cenab-ı Hak levhayı yazıyor, bozuyor.(...Hem zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdetâ bir hikmete binâen "levh-i mahv ve isbat" ve yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası" suretine çevirmekle, Senin faaliyyet-i kudretine işâret ve Senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri, kelimeleriyle, Senin vüs'at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder!... Ş.)
LEV'-İ GARÂM
Aşk ile, sevgi ile yanma.
LEVİD
f. Çok büyük tencere. Kazan.
LEVÎSE
Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler.
LEVİYYE
Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek.
LEVK
Çiğnemek.
LEVKA
Ceviz ağacı.
LEVLAKE
Eğer sen olmasaydın (meâlindedir).( $ beyanında "Bu hitab zâhiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata râcidir." fıkrası, ta'dile muhtaçtır. Çünkü: Küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem ism-i âzamın tecelli-i âzamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. R.N.)
LEVLEB
Makara deliğine soktukları ip.
LEVM
Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.
LEVMA
(C.: Levâyim) Azarlama.
LEVME
Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey.
LEVN
Renk, boya. Sıfat, nev', çeşit, tür. Bir şeyi diğerinden ayıran alâmet.
LEVS
Pislik, murdarlık. Kir. * Zor. Kuvvet. * Tam olmayan, zayıf beyyine. * Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek. * Deprenmek. * Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık. * Cerâhet, yara.
LEVS
Kapı aralığından veya örtü ve perde kenarından bir nesneyi görmek.
LEVS-İ FÂNİ
Gelip geçici murdarlık, pislik. Dünyanın fâni, faydasız eğlenceleri.
LEVSİYYÂT
Kirli ve pis şeyler.
LEVS-ÜL KATL
Birisini katletmekle müttehem olan şahısta, katlin nişânesi veyahut maktul ile aralarında zâhir bir düşmanlık bulunması gibi alâmet ve karineler.
LEVŞEB
Kurt, zi'b.
LEVT
Yapışmak. * Varmak, ulaşmak.
LEVT
Gizlemek, saklamak. * Sorduklarını değil de başkasını haber vermek.
LEVV (LÜVV)
Mürr dedikleri acı Yemen zamkı.
LEVVAH
Yakıcı ve bozucu.
LEVVAM
(Levvâme) Levm ve itâbedici. Zemmeden, çekiştiren, dedikodu yapan. Serzenişte bulunan. Başa kakan, paylayan.
LEVY
Bükmek. * Eğmek, meylettirmek. * Karın ağrısı. * Mide fesadı.
LEVZ
Sığınma, himâyesine girme.LEVZ : Bâdem.
LEVZAÎ
Akıllı, zarif kimse.
LEVZE
Bir tek bâdem. * Tıb: Bâdemcik.
LEVZETÂN
İki bâdemcik, bâdemcikler.
LEVZETEYN
Bâdemcikler, iki bâdemcik.
LEVZÎNE
f. Bâdemli helva. * Bâdem helvası.
LEVZÎNEC
Bâdemli helva.
LEVZİYYAT
Bademle yapılmış tatlılar.
LEY
f. Kab, zarf, mahfaza. * Çamur.
LEYAİL
(Leyl. C.) Geceler.
LEYAL
(Leyâli-Leyâil) (Leyl. C.) Geceler.
LEYAL-İ AŞR
Arabi aylardan Zilhiccenin ilk on gecesi. On geceler.
LEYAL-İ HASRET
Hasret geceleri.
LEYAN
f. Parlıyan, parıldıyan. Parlayıcı.
LEYAN
Huzur ve rahatta olan.
LEYG
İyi huylu olmak. * Sözü açık ve fasih söyleyememek.
LEYH
Örtünmek, bürünmek.
LEYK
Lâyık olmak.
LEYK
f. Ammâ, lâkin, fakat.
LEYKİN
f. Lâkin, ammâ, fakat.
LEYL
Gece. (Bak: Leyle)
LEYL SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 92. Suresinin ismidir.
LEYL Ü NEHAR
Gece ve gündüz.
LEYLA
Çok karanlık gece. * Arabi ayların son gecesi. * Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı.
LEYLAK
Salkım şeklinde mor ve beyaz renkli çiçekleri olan bir nebat adı.
LEYLAKÎ
f. Leylak renginde olan. Mor renk.
LEYLE
Bir tek gece, bir gece. * Gece. (Bak: Leyl)
LEYLE-İ BEDR
Ayın ondördüncü gecesi.
LEYLE-İ BERAT
(Bak: Berat gecesi)
LEYLE-İ ERBAA
Haftanın dördüncü gecesi olan çarşamba gecesi.
LEYLE-İ KADR
Ramazân-ı mübârekin ve senenin en kudsi ve kıymetli gecesi. Kur'ân âyetlerinin ilk defa vahiy ile gelmeye başladığı gece. (Bak: Ramazan)
LEYLE-İ Mİ'RAC
Mirac gecesi. (Bak: Mi'rac)
LEYLE-İ REGAİB
(Bak: Regaib gecesi)
LEYLE-İ SÜVEYDA
Gece karanlığı. Geceye benzeyen siyahlık.
LEYLEN
Geceleyin, gece vakti.
LEYLÎ
Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub.
LEYL-İ DİMAĞ
Dimağın bozukluğu. Zihnin iyi çalışmaması.
LEYL-İ MÜNEVVER
Gündüze benzeyen gece. Nurlanmış gece.
LEYL-İ SERD
Soğuk gece.
LEYL-İ TÂRIK
Karanlık gece.
LEYM
İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak. * Salâh. * Bir nârenciye meyvesi.
LEYMUN
(Leymon) Limon.
LEYNET
Yumuşak koltuk yastığı.
LEYS
Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı "lâyese" idi. Yâ'yı tahfif için "leyse" oldu.) Hükemâlar arasında "eys" vücud, "leys" adem mânâsında kullanılmıştır. (L.R.) * Gaflet. * Bahâdırlık, kahramanlık. * Yük çekici olmak.
LEYS (LÂYİS)
(C.: Lüyus) Arslan. * Sinek avlayan örümcek. * Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot. * Birbirine girmiş ot. * Semiz ve şişman kimse.
LEYSE
Olmadı (meâlinde fiil-i müşebbehtir)
LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY'ÜN
Ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef'âlinde naziri yoktur, şebihi olamaz!.
LEYT
Ulaşmak, varmak.
LEYT
Sarfetmek, harcamak. * Hapsetmek.
LEYTAN
şeytan.
LEYTE
Keşke olsa idi. Ne olaydı meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur). (Bak: İnne)
LEYY
Def'etmek, kovmak. * Harcamak, sarfetmek. * İlaç yapmak. * Aciz olmak. * Bir nesneyi dürüp boğazına tıkmak.
LEYYA
Sudan uzak olan yer.
LEYYAN
Def'etmek, kovmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek.
LEYYİN
Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan.
LEYYİN-ÜL CÂNİB
Görüşülmesi kolay, mütevâzi, kibirsiz kimse. Kanı sıcak insan.
LEZ'
Yakmak.
LEZ'
Davarı iyi gütmek.
LEZA
(Bak: Lazâ)
LEZAİZ
Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler.(Lezaiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli, "Sanki yedim"i düstur yapan sanki yedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi; yemedi. M.)
LEZAİZ-İ DÜNYEVİYE
Dünyâ lezzetleri ve zevkleri.
LEZAM
Lâzım ve gerekli olma. * Hiç ayrılmama.
LEZBE
(C: Lezbât) Şiddet. * Kıtlık.
LEZC
Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak.
LEZC (LÜZUCE)
Kaypak olmak. * Çekilip uzamak.
LEZEN
Şiddet. * Darlık. * Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi.
LEZEZ
Yapışmak.
LEZİM
(Bak: Lizâm)
LEZÎR
f. Akıllı, zeki.
LEZİZ
(Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.)
LEZK
Yaranın iyileşmesi, onulması.
LEZK
Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması.
LEZLAZ
Kurt. (Canavar)
LEZN
Darlık. Şiddet. Sıkıntı.
LEZZ
Bağlamak.
LEZZ
Uyku, nevm. * Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi. * Tatlı, leziz, lezzetli.
LEZZAT
(Lezzet. C.) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler.
LEZZAZ(E)
Lezzetli, tatlı, leziz.
LEZZET
(C.: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey.(Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdır. Çünki, âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasiyle adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evlâdır. Çünki, o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez. M.N.)
LEZZET-İ İLM
İlmin lezzeti.
LEZZET-ŞİNAS
f. Tad alan, lezzet alan.
LEZZET-YÂB
f. Lezzet bulan, tad bulan, lezzetlenen.
LIKF
Kuyu ve havuz kenarları.
LIKS
Boğazına düşkün, obur. * Lokma sezdiği yere can atan kimse.
LIKVE
Cimanın evvelinde gebe olan kadın. * Tez yüklü olan deve. * Kova.
LISB
Küçük kaya yarığı. * Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde. * İçi zorla çıkan ceviz.
LISS
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız.
LIST
Hırsız.

Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, "için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden" gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine göre muhtelif isimler alır. Lâm-üt-tahsis ve temellük gibi.
LİAB
(Bak: Lüâb)
LİAM
(Leim. C.) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar.
LİAME
(C.: Liem-Lüum) Kadın gömleği.
LİAN
Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi. * Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab okumak suretiyle olan yeminleri. Buna: Mülâene, telâun, iltiân da denir.
Lİ-AYNİHÎ
Kendisi ile bir. Aynı ile. * Allah tarafından emrolunan bir şeydeki güzellik, ya li-aynihi bir hüsündür veya li-gayrihi bir hüsündür. Ya kendi zatındaki bir güzellikten dolayı hasendir veya başkasında sabit bir güzellikten dolayı bir hasendir. Meselâ: Biz iman ile me'muruz. İmandaki hüsn, bir hüsn-ü zâtidir. Bu hüsün başkasından alınmış değildir. Öyle ise iman bizâtihi hasen olan bir durumdur. Biz cihad ile de me'muruz. Cihad hadd-i zatında insanları tazib, beldeleri tahribe sebeb olacağı için li-zatihi güzel değildir. Belki dini ihyaya, İslâm yurdunu muhafazaya vesile olduğu için güzeldir. Binaenaleyh cihad li-aynihi değil, li-gayrihi güzeldir, hasen'dir. (Ist.Fık.K.)
Lİ-AYNİHÎ HARAM
Fık: Aslında herkes için haram olan şey.
LİBA'
Hayvan doğurduktan sonra gelen süt. Avuz (Ağuz)
LİBAB
(Lebib. C.) Akıllılar, zeki kimseler.
LİBAÇE
f. Elbise, libâs.
LİBAN
Kadın sütü, insan sütü. * Süt emzirme.
LİBAS
Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz.
LİBAS-I FERSUDE
Eskimiş elbise.
LİBAS-I TAKVA
Takva elbisesi. Sâlih ameller.
LİBD
(C.: Lübud) Yün. * Keçe.
LİB'E
(C: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.)
LİBERAL
Fr. Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. Rusya'daki dinsiz sosyalistliğin zıddı. (Bak: Sosyalizm)
LİBS
Kâbe-i Muazzama'ya örtülen örtü.
LİBSE
Elbise giyme. Giyiş.
LİCAC
İnat ve düşmanlığı devam ettirme. Hasımlığı sürdürme.
LİCAF
Kapının üst eşiği.
LİCAM
(Ligâm) f. Dizgin. Gem.
LİDAD
Husumet etme. Dâvacı olma.
LİDAM
Eski elbiseye yapılan yama.
LİDER
Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı.
Lİ-EB
Baba bir (kardeşler).
Lİ-EBEVEYN
Ana ve babaları bir olan kardeşler.
Lİ-ECLİ
...için, meram ve maksadı ile.
Lİ-ECLİLLAH
Allah için, Allah rızası için. Allah rızası dairesinde.
Lİ-ECL-İL-MASLAHA
İş icabı, maslahat için.
Lİ-ECL-İT-TAHSİL
Okumak için, tahsil yapmak için.
LİF
Hurma çöpü.
LİFA'
Örtünecek nesne. Yorgan.
LİFAFE
(C.: Lefâif) Sargı. * Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri. * Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar.
LİFAM
Eskiden kadınların burun örtüsü.
LİFF
(C: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç.
LİFT
Şalgam. * Parça, bölük.
LİGAM
f. Dizgin, gem.
LİGAT
Ses, sedâ.
LİGAYRİHÎ HARAM
Aslında helâl olup, başkasının hakkı olduğu için veya neticeleri itibarı ile haram olan şey. Meselâ cuma namazı esnasında ticaret yapmak gibi.
LİHA
(Lihye. C.) Lihyeler, sakallar.
LİHA
Ağaç kabuğu, kışr. * Çekişmek, niza edişmek, kavga etmek.
LİHA'
(Lehât. C.) Küçük diller.
LİHAF
(Lahfe. C.) Yumuşak beyaz taşlar. * Yufka kaymak.
LİHAF
(C.: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey. * Yorgan. Sargı. * Kabuk, zar.
LİHAK
Yetişip ulaşma. Erişme. Vâsıl olma.
LİHAM
Lehimleme. * Lehim. * (Lahm. C.) Etler.
LİHAT (LEHÂT)
(C: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik.
LİHAZ
Düşünme, mülâhaza etme. * Riâyet etme, uyma. Söylenen sözü kabul edip yerine getirme.
LİHAZA
Bundan dolayı, buna binaen, bunun için.
LİHEVÎ
Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı.
LİHİKMETİN
Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı.
LİHYANÎ
Uzun ve kaba sakallı olan.
LİHYE
Sakal.
LİHYEDÂR
f. Sakallı.
LİHYE-İ ŞERİF
Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) âit sakaldan bazıları. Sakal-ı Şerif.(Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki: Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduttur. Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki: Lihye-i Saadet, yalnız Lihye-i Şerif'in saçlarından ibaret değil, belki re's-i mübarekinin traş oldukça hiçbir şeyini kaybetmiyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar binlerdir. Şimdiki mevcuda müsavi gelebilirler. Yine o vakit hâtırıma geldi ki: Acaba her câmide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risalet'in saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret mâkul olabilsin? Birden hâtıra geldi ki: O saçların ziyareti, vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı salâvat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için eğer bir saç hakiki olarak Lihye-i Saadet'ten olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salâvata vesile oluyor; kat'i sened ile o saçın zâtını teşhis ve tâyin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat'i delil olmasın, yeter. Çünki: Telâkkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususi ilişirler. Bid'a da deseler, bid'a-i hasene nev'inde dâhildir. Çünki: Vesile-i salâvattır. L.)
LİÎN
Bostanlarda dikilen ve höyük denilen suret.
LÎK
f. Lâkin, amma, ancak, fakat.
LİKA
Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek. * Yüz, sima, çehre.
LÎKA
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham ipek.
LİKAF
Semer, palan.
LİKAH
(Lükuh. C.) Süt veren dişi develer.
Lİ-KAİLİHÎ
Söz söyleyenin.
LİKAM
f. Hayvanın ağzına takılan gem. Dizgin.
LİKAT
Tarlada kalan başakları toplama. * Hizada olma.
LİKAULLAH
Allah'a kavuşmak. * Kıyamet günü, Cennet'te Allah'ı görmek.
LİKA-YI ÂFÂK
Sema. Gökyüzü.
LİKHA
Yeni doğurmuş ve sağılır deve.
LÎKİN
f. Lâkin, eğer, amma, fakat.
Lİ-KÜLLİ
Hepsi. Tamamı. Hepsi için.
LİLLAHİ
Allah için. Allah yoluna. Allah aşkına.
LİLLÂHİ-L HAMD
Ne kadar hamd ve şükürler varsa ve olmuşsa, cümlesi Allaha mahsustur, ona gider, ona âittir. (Bak: Hamd)
LİL-MÜTTEKÎN
Müttekiler için.
Lİ-MASLAHATİN
Maslahat için. İş icâbı.
LİMA-YÜRİD
(Bak: Fa'al)
LİME
f. Parça, uzun dilim.
LİME
Niçin?
LİME LİME
Parça parça.
LİMİTED
Mes'uliyetleri, koydukları sermayeye göre hudutlu olan ortaklık.
LİMMÎ
(limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki "lime" den) Aleni. Açık. * Nazari. Akla dayanan. (Bak: Bürhan)
LÎMU
f. Limon.
Lİ-MÜELLİFİHÎ
Müellifi tarafından, yazarı tarafından.
LÎN
Yumuşaklık ve mülayim olmak. * Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir.
LİNÇ
Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi.
LÎNE
(C.: Lun-Elvan) Hurma ağacı.
LÎNET
(Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık.
LİRİK
Heyecan ve ahenge fazla ehemmiyet verilen şiir. * Bu tarzda şiir yazan şair.
LİS
f. Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis $ : Çanak yalayıcı. Dalkavuk.
LİSAM
Yüz örtüsü, yaşmak. Nikab.
LİSAN
Dil. Konuşma dili. Lehçe. (Bak: Dil)
LİSAN-ÂŞNÂ
f. Lisan bilir. Yabancı dil bilen.
LİSANEN
Konuşarak. Dil ile. Söz söyleyerek.
LİSAN-I EDEB
Edeb ve edebiyât dili, lisânı.
LİSAN-I GAYB
Gaybın haberlerini bildiren dil. Ahiret ahvalini veya bizce bilinmeyen gayb hükmündeki haberleri söyleyen. "Kur'an-ı Kerim"
LİSAN-I HAL
Hal dili. Bir şeyin görünüşü ile bir mânâ ifade etmesi (Bak: Hal)(Akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir, lisan-ı haldir.)(Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer hâs secde ettikleri gibi, bütün kâinattan Dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duâdır. Ya, istidad lisaniyledir: Bütün nebatat ve hayvanatın duâları gibi ki; her biri lisan-ı istidadı ile Feyyaz-ı Mutlak'tan bir suret taleb ediyorlar. Ve Esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. S.)
LİSAN-I KAL
Söz ile anlatılan mâna. Konuşma dili.
LİSAN-I MÂDER-ZÂD
Ana dili.
LİSAN-I NAHVÎ
Arapçanın bir vasfı; intizam ve kaidelere, düsturlara bağlı belâgatlı dil.(...Amma nazariyat-ı diniyelerin mahfazaları olan elfazlar ise değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va'z ile o ihtiyaç mündefi' olur. Lisan-ı nahvi olan lisan-ı Arabînin camiiyyeti ve elfaz-ı Kur'aniyenin i'cazı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir. Belki muhaldir diyebilirim. Kimin şüphesi varsa i'câza dair Yirmibeşinci Söz'e müracaat etsin. M.)
LİSANÎ
Lisanla ilgili, dile ait.
LİSANS
Fr. Herhangi bir mevzuda verilen izin. Müsaade belgesi. * Üniversite tahsili tamamlanınca alınan diploma. * Bir sporcunun resmi yarışmalara katılabilmesi için spor federasyonu tarafından kendisine verilen kayıt fişi veya kimlik kartı. * İthal veya ihracı serbest bırakılmayarak muayyen bir nizama bağlanmış malların ithal veya ihracı için idare tarafından verilen müsaade.
LİSANULLAH
Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim.
LİSAN-ÜN-NÂR
Ateşin alevi, ateşin parıltısı.
LİSAT
(Lise. C.) Tıb: Diş etleri.
LİSE
(C.: Lisât) Diş eti.
Lİ-SEBEBİN
Bir sebebe mebni olarak. Bir sebepten dolayı.
LİSEVÎ
Diş etleriyle ilgili, diş etlerine ait.
LİSME
Azarlamak, paylamak.
LİSSE
(C.: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti.
LÎT
Her nesnenin rengi.
LÎT
Boyunun bir tarafı. * Boyun. * Baş.
LÎTA
(C.: Lit) Kamış kabuğu. * Karnın dışarısındaki derisi.
LİTAF
(Latif. C.) Yumuşaklıklar.
LİTAM
Tokat atma. Elin ayası ile vurma.
LİTAT
Dağın sivri ve yüksek olan yeri.
LİTLİT
Kokar çürük diş. * Yaşlı kadın.
LİTOSFER
yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre.
LİTRE
İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi.
Lİ-ÜM
Ana bir (kardeşler).
Lİ-ÜMMİN
Ana cihetinden.
LİV
f. Güneş, şems.
LİVA
Bayrak. Sancak. * Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay. * Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak.
LİVAE
Sancak, âlem.
LİVATA
Lutilik. * Erkekler arasındaki cinsi sapıklık. (Bak: Kebair)
LİVA-ÜL HAMD
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.
LİVAZ
Sığınma, iltica etme. * Birbirinin arkasına gizlenme.
LÎVE
f. Aldatıcı, dolandırıcı. * Şakacı, lâtifeci. * Çevik, atılgan.
Lİ-VECHİLLAH
Allah için. Allah nâmına, Allah aşkına.(Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız, Lillâh, Livechillâh, Lieclillâh rızâsı dâiresinde hareket ediniz, o zaman sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. L.)
LİYAKAT
İktidar. Ehliyet. Hüner. Lâyık olmak. Fazilet. Kıymetlilik.
LİYAKATMEND
(C.: Liyâkatmendân) f. Değerli, liyâkatli. * Faziletli.
LİYAKATMENDÂN
(Liyâkatmend. C.) f. Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler.
LİYAN
(Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek.
Lİ-ZALİK
Bundan dolayı. Bundan ötürü.
LİZAM
(Lezm) Lazım olmak. İcâbetmek. Lüzumluluk. * Ölüm. * Kıyamet günü hesabı.
Lİ-ZATİHÎ
Kendisi. Bizzat. Kendiliğinden.
LİZAZ
Kapı ardına konulan ağaç sürgü.
LİZAZ
(Leziz. C.) Lezzetli ve tatlı şeyler.
LOCA
İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar. * Hücre, küçük bölme. * Masonların toplandıkları yeri.
LOÇA
Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler.
LODOS
Güneyden esen ılık yel, rüzgâr.
LOHUSA
(Bak: Lühusa)
LOJİSTİK
Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid kısım.
LOKAVT
ing. Bir işverenin, isteklerini kabul ettirmek gayesiyle işyerini kapaması.
LOKMAN HEKÎM
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya veli olduğu hususunda ihtilaf vardır.
LOKMAN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 31. Suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
LOMBAR
ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği.
LUAA
Yumuşak yaş ot.
LU'B
Oyun. Eğlence. (Bak: Sefâhet)
LU'BBAZÂN
f. Oyuncular.
LU'BE
Oyuncu.
LU'BET
Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak. * Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey.
LU'BETBÂZ
f. Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu.
LU'BETGÂH
f. Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri.
LU'BÎ
Oyun ile ilgili olan.
LU'BİYYÂT
Oyunlar, eğlenceler.
LUÇ
f. Şaşı.
LUGAT
(A, uzun okunur) (Lügat. C.) Lügatlar, kelimeler. * Lügat kitapları.
LUGAT
Kelime. Söz. * Her milletin dili. * Lügat kitabı, sözlük.
LUGATNÜVİS
f. Lügat yazan.
LUGATŞİNAS
f. İyi lügat bilen.
LUGAVÎ
Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan.
LUGAVİYYUN
Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler.
LUHUD
(Bak: Lühud)
LUK
f. Kısa tüylü yük devesi.
LUKA
Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mi: 70) yılında vefât ettiği yazılıdır.
LUKME
Yutmak. * Bir yudum taam, lokma.
LUKME-ŞÜMAR
f. Herkesin lokmasını sayan. * Mc: Pinti, hasis, cimri.
LUKTA
Yerden toplanan şey.
LUL
(Luli) f. Utanmaz, hayasız ve namussuz kadın. * Nâzik ve zarif. * Şarkı söyleyip oynayan fahişe kadın.
LULE
f. Çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. * Lüle. Halka gibi dürülmüş şey.
LU'LU'
Serap. * Bir mevzi ismi. * Kurt.
LU'MUZ
Çok yiyen kişi, obur.
LURÎ
f. Cüzzâm veya miskinlik denilen hastalık. * Fare avlıyan bir kuş.
LUSS
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
LUT
f. Tatlı yemekler. Lezzetli yiyecekler. * Çıplak.
LUT (A.S.)
Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lut (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lut, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenab-ı Hak da onların başına taş yağdırdı ve zelzele ile köylerinin altını üstüne getirdi. Cümlesi helâk oldu. Yalnız Lut (A.S.) ehl-i beytiyle geceleyin içlerinden çıkıp kurtuldu. (Kısas-ı Enbiya'dan)
LU'TA
Koyunun boynunda olan karalık. * Siyah hat.
LUT'E
Tutmaç aşı.
LUTF
(Bak: Lütuf)
LÜAB
(Liâb) Salya. Tükrük. Hazmolmamış, ağızdan geri gelen gıda.
LÜAB-ÂLUD
Salya, tükrük karışık.
LÜAB-I ANKEBUT
Örümcek ağı.
LÜAB-I SÜRUR
Sevinç tükrüğü.
LÜABÎ
Tükrük ve salya ile alâkalı. * Salya gibi yapışkan.
LÜANE
Halka çok lânet eden kişi.
LÜBAB
Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini.
LÜBADE
Yağmur için giydikleri kepenk.
LÜBAHIYE
Mükemmel hilkatli kadın.
LÜBAN
Kendir.
LÜBANE
(C.: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç. * Önemli ve ehemmiyetli iş.
LÜBATA
Kepenk.
LÜBB
İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. * Akıl, içli şeyin içi.
LÜBBÎ
Öz ile alâkalı. Lübbe ait.
LÜBCE
Çatal demir.
LÜBDE (LİBDE)
Çokluk. * Karıştırmak. * Yıkamak.
LÜBED
Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.
LÜBNA
Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç.
LÜBS
Giyme.
LÜBSE
Sözün karışıklığı.
LÜBUB
(Lübb. C.) Her şeyin hâlisleri. Özler.
LÜBUD
Kuşun göğsü üstüne çöküp yatması. * Yapışmak.
LÜBUS
(Libâs. C.) Esvaplar, elbiseler. * Savaş elbisesi.
LÜCC(E)
Engin sular. * Gümüş. * Ayna. * Kalabalık cemaat.
LÜCCÎ
Büyük deniz.
LÜCEC
(Lücce. C.) Engin denizler. * Kalabalık topluluklar, cemaatler.
LÜCEYN
Gümüş.
LÜCME
Irmak ağzı.
LÜCUBE
Davarın sütünün çekilip azalması.
LÜCÜM
(Licâm. C.) Gemler, at dizginleri.
LÜÇ
f. Çıplak.
LÜDANE
Yumuşaklık.
LÜDD
Çuval.
LÜDUNE
Yumuşaklık.
LÜFAZE
Değirmenin öğüttüğü un. * Ağızdan çıkan söz.
LÜFFAH
Kokulu geniş yapraklı bir ot.
LÜFFAN
Ekşi nar.
LÜGA
(C.: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz.
LÜGAT
(Bak: Lugat)
LÜGAZ
(C.: Elgâz) Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Yaban fâresinin delikleri. * Yolcuya zahmet veren çapraşık yol. * Bilmece.
LÜGAZ
Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap olarak "İpek böceği" çıkar.
LÜGD (LÜGDUD)
Çene ile boyun arasında olan et.
LÜGEYZA
Kertenkelenin bir yeri kazıp giderken bir tarafını da kazıp eğri çapraşık yollar yapması.
LÜGNUN
(C.: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et.
LÜGUB
Yorgunluk, açlık, meşakkat. Ta'b.
LÜHA
Gümüş. * Bahşiş, atâ, hediye.
LÜHAB
Ateş alevlenmek. * Işıklanmak, şule vermek. * Ateşi yakıp tutuşturmak.
LÜHAM
Her şeyi yutan. * Çok miktar asker.
LÜHAZA
(Bak: Lehâza)
LÜHBE
Sütü azalmış davar.
LÜHCE
Kuşluk vaktinde yenen yemek.
LÜHEYM
Zahmet, meşakkat.
LÜHKUK
(C.: Lehâkik) Yer yarığı.
LÜHLE
(C.: Lehalih) Serap görünen geniş çöl.
LÜHM
Kevsec dedikleri balık. * Yemen diyârında bir kabile. * Etli ve kaba olmak.
LÜHME
Bez ırgacı. * Hısımlık, yakınlık.
LÜHMUM
(C.: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar. * Sütü çok olan deve.
LÜHNE
Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan. * Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey. * Kahvaltı.
LÜHUD
(Lahd. C.) Çukurlar, kabirler, mezarlar.
LÜHUD-İ ŞÜHEDÂ
Şehitlik. Şehitler mezarlığı.
LÜHUF
(Lihâf. C.) Örtüler, sargılar. Örtünecek şeyler.
LÜHUK
Ulaşmak. Yaklaşmak. Sonradan yetişmek.
LÜHUM
(Lahm. C.) Etler.
LÜHUM
Cömertler. İyiler. İyi insanlar.
LÜHUM-U LEZİZE
Lezzetli etler.
LÜHUSA
Yeni doğurmuş kadın. Henüz yataktan kalkmamış kadın. Bu hâl 9 ilâ 40 gün kadar devam eder.
LÜHVE
(C.: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.)
LÜK
f. Kalın ve yoğun şey. * Kırmızı boya.
LÜ'KA
Kaşıkla alınan şey.
LÜKA'
Hor ve hakir kimse. * Ufak çocuk. * At.
LÜKAA
Zahmet, meşakkat. * Ahmak, akılsız kişi.
LÜKAT
Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne.
LÜKATA
Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir.
LÜKATA-ÇİN
f. Değersiz ve artık şeyleri toplıyan.
LÜKK
Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı. * Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne.
LÜKKAA
Hazırcevap olan.
LÜKKAH
Hoş kokulu bir ot.
LÜKKAM
Şam diyârında yüksek bir dağın adı.
LÜKNET
Pelteklik, dil tutukluğu, kekeleme.
LÜKNUNET
Kekeleme, pelteklik, dildeki tutukluk.
LÜKS
Lât: Aşırı süs. * Işık ölçü birimi. * Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası.
LÜKUNET
Dildeki tutukluk, pelteklik, kekeleme.
LÜKYA (LÜKYÂNE)
Birbirini görmek.
LÜKZUF
Üzüm çöpü.
LÜ'LÜ'
İnci. * Parlak. Ziyalı. Kıymetli.
LÜ'LÜ'-BÂR
f. İnci yağmuru. İnci yağdıran.
LÜ'LÜ'-FEŞAN
f. İnci saçan, inci dağıtan.
LÜ'LÜ-İ LÂLÂ
Parlak inci.
LÜ'LÜ-İ MESKUB
Delinmiş inci.
LÜ'LÜ-İ ŞEHVÂR
İri inci.
LÜ'LÜ'-PÂŞ
f. İnci dağıtan, inci saçan.
LÜM'A
(C: Limâ') El ayası miktarı. * İnsan topluluğu. * Kuruması gelmiş olan bir parça ot.
LÜMAH (LİMÂH)
Tokatla vurmak.
LÜMAZE
Ağızda geri kalan nesne.
LÜMEY'A
Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık.
LÜMEZE
Bir kimsenin arkasından ayıplarını söyliyen. Gıybet eden.
LÜMME
Nişan. Alâmet. Damga. Nokta. * Vesvese, kuruntu. * Çok cemaat, çok kalabalık.(İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hulâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ: Nasılki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz'un vücuduna kat'i delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatiyle konuşan bir şeytani lisan ve ifsat edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'i bir delildir.Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üflüyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. L.)
LÜMME-İ ŞEYTÂNİYE
şeytanın vesvesesi. Şeytanın verdiği kuruntu.
LÜMMÎ
Toplanmaya dâir. * Nazarî ve aklî delil. (Bak: Limmî)
LÜMMİYET
(Limmiyet) İllet ve sebebiyet.
LÜMTA
şiddet. Mihnet.
LÜMZA
Bir parça yiyecek. * Beyaz nokta. * Atın alt dudağında olan beyazlık.
LÜNC
f. Ağzın içi. * Dudak. * Çolak.
LÜSAT
Diş etleri.
LÜSEYN
Küçük dil. Dilcik.
LÜSGA
Söylerken rı'yı gayn'a veya lâm'a; ve sin'i te'ye kalbetmek.
LÜSN
(Lisân. C.) Diller, lisanlar.
LÜSS (LİSS)
(C.: Lüsus) Hırsız.
LÜSUB (LESB)
Yapışmak.
LÜSUK
Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma. * Ulaşma, vâsıl olma, erişme.
LÜSUS
(Luss. C.) Hırsızlar, sârıklar.
LÜSUSET
(Lüsusiyet) Hırsızlık, sirkat.
LÜSUSİYYET
Hırsızlık yapma, sirkat.
LÜSÜN
(Lisân. C.) Lisânlar, diller.
LÜTÎN
Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.)
LÜTNE
Kirpi.
LÜTRE
f. Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. * Boşboğaz.
LÜTUF
Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi. * Güzellik, hoşluk. * İyilik, iyi muâmele.
LÜTUF-DİDE
Lütuf görmüş.
LÜTUT
Sâbit ve lâzım olmak, gerekmek.
LÜUKA
Sür'at, hız.
LÜÜME
Öküz. * Çiftçilikte kullanılan bazı âletler.
LÜÜSE
Uyku ağırlığı.
LÜVAB (LÜVABÂ)
Susamak. * Kulpsuz bardak.
LÜVAM
Melâmetlik, rüsvaylık, rezil kepaze olmaklık.
LÜVASE
Bir lokma yiyecek.
LÜVB
Çokluk, kalabalık, izdihamlık.
LÜVBE
(C.: Lüeb-Lub) Kara taşlı yer.
LÜVBİYA
Börülce.
LÜVKA
Kaymak, zübde. * Yapışmak.
LÜVSE
Zayıflık. * Eğlenmek. * İsabet etmek.
LÜZK
(Lâzık) Yapışmak. * Ulaşmak varmak.
LÜZUB
Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma. * Sâbit olma.
LÜZUCET
Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali.
LÜZUCÎ
Yapışkan. * Kopmadan uzayan.
LÜZUCİYYET
Çekilip uzayış.
LÜZUM
Lâzım olmak. Bir şey bir şeyden aslâ ayrı olmayıp onunla sâbit ve dâim olmak. Gereklilik.
LÜZUM-U BEYYİN
İsbata ihtiyacı olmayan şey. Cehil, ilimsizliğe lüzum olması gibi. Ve yine meselâ: Kör olmak, görmemezliğe delildir. (Lüzum-u beyyin'in zıddı: "Lüzum-u gayr-ı beyyin"dir. İsbata ihtiyacı olan şey demektir.)
LÜZUM-U GAYR-İ MÜNFEK
Ayrılmazlık.


M Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


MA'
Yer yüzüne yayılıp döşenmek.

f. Biz mânasınadır. (Bak: Şahıs zamiri) * Mim ile elif harfinden ibâret "Mâ". Arabçada muhtelif isimleri vardır. Ve çeşitli mânalara gelir. Cansız şeylere işaret eder. "Şu nesne, o şey ki..." mânâlarına gelerek kelimelerle birleşir. Meselâ: (Mâ-ba'd: Sondaki, alttaki.)
MÂ'
Su. Ab.
MAA
(Beraber) mânasında bir kelime olup, iki türlü kullanılır:1- İzafetle (tamlama hâlinde):a) Zarf olarak: (Celestü maa zeydin: Zeyd ile beraber oturdum)b) Sıla (cümlecik) olarak: (Musaddıkan lima maaküm: Sizdekini tasdik ederek)c) Haber olarak: (Vehüve maahüm: O, onlarla beraberdir.)2- İzafetsiz: Bu takdirde tenvinlenir ve hâl olarak bulunur: (Caû maan: Beraber geldiler.)
MAAB
Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri.
MAABİD
(Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.) Hizmetçiler. Kullar.
MAABÎD
(Ma'bud. C.) Ma'budlar.
MAABİD-İ İSLÂMİYE
İslâm mâbetleri. Mescid ve câmiler.
MAABİR
(Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler.
MAACİL
(Ma'cel. C.) Yollar,
MAACÎN
(Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler.
MAAD
(Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret işleri. Uhrevi işler.
MAADA
Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
MAADİN
(Maden. C.) Madenler.
MAAFİR
Hemedan'da bir kabilenin adı.
MAA-HAZA
Bununla beraber. Bununla birlikte.
MAAHİD
(Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler.
MAAHU
Onunla beraber. Onunla.
MAAK
Meslek, mezheb. * Sığınacak yer.
MAAKAT
Derinlik.
MAAKID
(Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. * Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları.
MAAKIL
(Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları.
MAAKIM
(Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler.
MAAKKA
Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği.
MAAL
Yükseklik. İlerilik. Şereflilik.
MAALCEMAA
(Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte.
MAALEM
İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele.
MAAL-ESEF
Yazık ki. Maalesef.
MAAL-FARIK
Yanlış olarak. Farklı olarak. Farklı olmakla beraber.
MAAL-FARZ
Farzedilerek. Doğruluğu kabul edilmekle. Kabul edilmiş sayılmakla.
MAAL-GAYR
Başkası ile birlikte. Gayrısı ile.
MAALÎ
şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler.
MAALİF
(Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar.
MAAL-İFTİHAR
İftiharla. Sevinerek. Kemal-i şevk ile.
MAALİM
(Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler. Nişanlar. Eserler.
MAALİYAT
İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
MAAL-KERAHE
Kerih, çirkin, kötü olmakla beraber. Kerahetle beraber. Mekruh olarak.
MAAL-KİFAYE
Kâfi olmakla, yetmekle beraber.
MAAL-MEMNUNİYYE
Memnun olmak suretiyle. İsteyerek. Gönül rızası ile. Memnuniyetle.
MAAMİ'
(Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları.
MAAN
Menzil, mekân.
MAAN
Birlikte. Beraber.
MAANÎ
(Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat)
MAANÎ-İ KUDSİYYE
Kudsi mânâlar.
MAANÎ-İ MEDLULE
Anlaşılan mânâlar.
MAANÎ-İ MUKADDESE
Mukaddes mânâlar.
MAANÎ-İ MÜTEZAHİME
Bir kelimenin çok mânaya gelip birbiri ile yarışma hâli.
MAANÎ-İ SÂNEVİ
İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar gibi.
MAANÎ-İ ÛLÂ
Evvelki mânâlar, vesileler.
MAAR
Ar ve hayâya sebep olacak şeyler.
MAARIZ (MEÂRİZ)
(Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler.
MAARÎ
İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası.
MAARÎC
(Mi'rac. C.) Merdivenler.
MAARİF
Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil ihtiyacını idâre ve te'mine çalışan bakanlık.
MAARİF-İ MÜTENEVVİA
Çeşit çeşit bilgiler.
MAARİF-İ UMUMİYE NEZARETİ
Maarif vekâleti. Milli Eğitim Bakanlığı.
MAARİF-MEND
(C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü.
MAARİF-MENDÂN
(Maarifmend. C.) Bilgi sahibi kimseler, bilgililer.
MAARİF-PERVER
f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden.
MAARİK
(Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları.
MAARÎZ
(Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler.
MAARÎZ-ÜL KELÂM
Kelâmda irad olunan kapalı mânâlar. Bir sözün asıl mânâsından başka mânâyı istemeler.
MAAS
Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması.
MAASIR
(Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler.
MAASÎ
(Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar.
MAAŞ
Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para.
MAAŞAT
(Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar.
MAAŞEN
Yaşayış bakımından.
MAAŞİR
(Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce').
MAATIF
(Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler.
MAATÎR
(Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler.
MAA-T-TEESSÜF
Yazık ki. Esefle. Teessüfle beraber.
MAAVİL
(Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar.
MAAVİN
(Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar.
MAAYİB
Ayıplar. Lekeler. Kusurlar.
MAAYİR
Ayıplanmış.
MAAYİŞ
(Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler.
MAAZ
Şiddetle gadap etmek, çok fazlasıyla hiddetlenmek. * Bir nesne güç gelmek, zor gelmek.
MAAZ
Sığınacak yer. Penah.
MAAZALİK
Şu var ki. Bununla berâber.
MAAZALLAH
Allaha sığındık. Allah korusun.
MAAZIM
(Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar.
MAAZİR
(Bak: Meâzir)
MAAZİYADETİN
Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol.
MA-BA'D
Sonra. Gelecekteki.
MA-BA'DETTABİA
(Mâba'de-t tabia) Metafizik. Beş duygu ile bilinmeyen varlıklar hakkında fikrî araştırma yapan felsefe kolu. Bu felsefe ile alâkalı olan.
MABA'Dİ
(Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası.
MABAKİ
Geri kalan, kalan, artan.
MA'BED
(Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi)
MA'BED-İ FERSUDE
f. Eskimiş, yıpranmış mâbed.
MA-BEKA
Arta kalan, bâkiye, geri kalan.
MA'BER
(C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer.
MABEYN
Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. * Padişah yakınlarının bulunduğu oda.
MABGUZ
(Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş.
MA-BİHİ-L-HAYAT
Yaşamaya sebep olan, hayata vesile olan.
MA-BİHİ-L-İFTİHAR
Kendi ile ve onunla iftihar edilecek şey.
MA-BİHİ-L-İMTİYAZ
Kendisi ile imtiyaz kazanılan şey.
MA-BİHİ-L-İSTİHKAK
Hak etme sebebi.
MA-BİHİ-L-İ'TİMAD
İtimada vesile ve sebep olan şey.
MABSARA
Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar.
MABTAHA
(C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer.
MA'BUD
(Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.)
MA'BUDE
Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put.
MA'BUDİYYET
Mâbud oluş. Kendine ibâdet edilmeğe lâyık olan, ki bu sıfat ancak Allah'a mahsustur. Uluhiyyet.(İşte şu vaziyette bir insana hakiki ma'bud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahim-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcat-ı insaniyyeyi ifa edecek ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sâhibi olabilir. Öyle ise mabudiyete lâyık yalnız Odur. S.) (Bak: Taabbüd)
MA'BUD-U Bİ-L HAK
Hak olan ma'bud. Hakkıyla ibadete lâyık olan Allah (C.C.)
MA'BUD-U HAKİKÎ
Hakiki ma'bud olan Cenab-ı Hak (C.C.)
MAC
Tuzlu su.
MA'C
Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak.
MACC
Ağzından sular akan yaşlı deve.
MA'CEL
(C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol.
MA'CEME
Sabırlı, tahammüllü kimse.
MACERA
Olup geçen şey. Baştan geçen hadise.
MACERAPEREST
f. Maceracı. Macera meraklısı.
MA'CES
Yay kabzası.
MA'CEZ
Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer.
MACİD
Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb.
MACİN
(C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten.
MACUN
Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey.
MACUŞUN
Gemi, sefine. * Boyanmış elbise.
MAÇ
f. Öpüş.
MAÇİN
Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb oldukları anlaşılıyor. İçlerinde sarı saçlı ve mavi gözlü adamlar dahi bulunuyorsa da lisan bakımından Doğu Türkistan'ın ahalisinden farkları yoktur. Çağatay dili konuşurlar. Kendileri çok tembel; ve zevk ve eğlenceye çok düşkündürler. Ziraat vs. işleri kadınları tarafından yapılır. Tamamı müslüman ve sünnîdirler.
MAD
Yumuşak taze ot.
MA'D
Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. * Çekmek.
MADAHİK
(Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar.
MADAK
Sıkıntı, darlık.
MADALLE
Yolun kaybolduğu yer.
MADALYA
İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli madeni parça.
MÂ-DÂM
Çünkü. Mâdem. Böylece olunca. Dâim ve bâki oldukça.
MÂ-DÂM-EL MELEVAN
Gece gündüzün devamı müddetince.
MADARİB
(Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler.
MADCA'
Yatılan yer. * Kabir. Mezar.
MADDE
Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât husule getiren veya getirebilen, her şey. * Tıb: Çıbanın içinde hasıl olan yara.
MADDE-İ ACİNİYE
Hamur gibi yoğurulmuş cisim.
MADDE-İ MUSAVVİRE
Tıb: Kanın küreciklerinden başka gıda maddesinden olup, azot ve sair maddeleri içine alan sulu cisim. Canlı hücrelerin vücudunu teşkil eden ve içinde çoğunun çekirdek bulunan albüminli madde. Protoplazma.
MADDE-İ ULYÂ
Kıymetli cevher maddesi, yüksek madde. Çok kıymetli şey.
MADDETEN
Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve elle tutulur şekilde.
MADDÎ
(Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler.
MADDİYAT
(Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler.
MADDİYET
(C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni.
MADDİYUNLUK
Maddiyunların mesleği. Maddecilik. Hiçbir müsbet delile dayanmıyan ve sadece maddeye istinad eden ve ruhâniyatı ve mâneviyatı inkâr edenlerin bâtıl akideleri.(Maddiyunluk, mânevi tâundur ki, beşere müthiş sıtmayı tutturdu; gazab-ı İlâhiye çarptırdı. Telkin ve tenkid kabiliyeti tevessü' ettikçe o tâun da tevessü' eder. M.)(Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise, mâneviyatta kördür. M.)
MADDİYYUN
(Maddiyun) Maddeciler. Her şeyin esası madde olduğunu iddia edip, ruhaniyatı inkâr eden dinsizler. Her şeyi madde ile ölçenler. Masnuât-ı İlâhiye olan mahlukatı ve zerrelerin muntazam hareketini, tesadüf eseri gibi kabul ve tevehhüm edip dinsizliğe yol açmağa çalışanlar.(Maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde Hallâkiyet-i İlâhiyyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinden çalkanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar câhilâne ve hurafetkârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yâni; bir tek İlâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz İlâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yâni; bir tek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtisi olan Ezeliyeti ve Hâlikıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki Uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar... L.)
MADE
f. Dişi. Erkeğin zıddı.
MA'DELE(T)
(Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri.
MA'DELE-İ ULYÂ
Büyük adalet yeri, yüksek adaletle herkesin muhakemesi görülen yer. Huzur-u İlâhiyedeki adâlet.
MA'DELETGÜSTER
f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse.
MA'DELETKÂR
f. Âdil, adaletli.
MA'DELETPERVER
f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse.
MA'DEN
Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden denir.
MA'DENÎ
Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı.
MA'DENİYAT
Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi.
MÂDER
f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm.
MÂDERANE
f. Annece. Anaya yakışır surette.
MÂDERENDER
f. Üvey ana.
MÂDERÎ
f. Analık. Annelik.
MÂDERZÂD
f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi.
MADG
Çiğneme. Ağızda çiğneyiş.
MADGARE
Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş.
MADHEK
Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik.
MADİH
Keskin.
MADİH
(Medh. den) Öven, medheden.
MA'DİL
Sapılacak yer. Ma'dul.
MA'DİN
(C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi.
MADİYAN
f. Dişi at. Kısrak.
MADREB (MADRIB)
(C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri.
MADREBE
Kılıncın ağzı.
MADRUB
Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. * Mat: Darbedilen (çarpılan) sayı.
MADRUBEYN
Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
MADRUS
Örülerek yapılmış. Örülmüş şey.
MA'DUD
Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli.
MA'DUDAT
Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler.
MA'DUM
Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
MA'DUMAT
Yok olanlar. Yokluklar.
MA'DUMAT-I HÂRİCİYYE
İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeyler.
MA'DUMAT-I MÜMKİNE
Var olacağı ilm-i İlâhîde mâlum olup, henüz mevcud olmayan hâdisat.
MA'DUMİYET
Yokluk, ma'dumluk, yok olma.
MA'DUM-ÜL CİSİM
Cismi olmayan.
MA-DUN
Aşağı. Alt. Alt derece.
MA-FAT
Kaybolan. Fevt olan. Elden çıkan şey. Kaybedilen.
MA-FEVK
Üstünü. Üstün olanı. * Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş.
MA-Fİ-HA
İçindekiler. O şeyin içinde olanlar.
MA-Fİ-L BAL
Gönülde olan maksad ve meram. (Mâ-fi-z zamir de denilir.)
MA-Fİ-L YED
Fık: Bir terekenin taksimi yapılmadan varislerden biri veya birkaçı ölürse, bunların terekelerinden varislerine düşen kendi mikdarları.
MA-Fİ-L-BAB
Kapı içinde. Bir kitabın içindeki bölümde (babda) olan şey.
MA-Fİ-Z ZAMİR
Kalbde ve gönülde olan.
MAFSAL
Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem.
MAFSAL-I MÜTEHARRİK
Tıb: Oynar eklem.
MAFTUR
(Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış.
MA'FUC
Dübürüne vurulmuş.
MA'FUN
Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et.
MA'FÜVV
Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş.
MAGABBE
Akıbet, son, netice.
MAGABIT
İmrenilme. Gıpta edilme.
MAGABİN
(Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri.
MAGAFİR
Çirkin kokulu bir zamk.
MAGAFİR
(Miğfer. C.) Çelik başlıklar, miğferler.
MAGAK
f. Çukur.
MAGAKÇE
f. Küçük çukur. Çukurcuk.
MAGALE
şer, kötü.
MAGALIB
Üstün gelen, galebe eden.
MAGALIK
(Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler.
MAGAMİZ
Ayıplı, ayıplanmış.
MAGAMİZ
(Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler.
MAGANİ
(Magni. C.) Evler, hâneler, menziller.
MAGANİM
(Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar.
MAGARAT
(Magare. C.) Mağaralar.
MAGARE
(C.: Magarât) Mağara.
MAGARİB
(Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar.
MAGARİM
(Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar.
MAGARİS
(Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri.
MAGAS
(C: Emgâs) Kıymetli iyi deve.
MAGASİL
(Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler.
MAGAVİR
(Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan.
MAGAZİ
Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler, gazalar.
MAGAZİN
Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua.
MAGBAT
(C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer.
MAGBEN
(C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık.
MAGBUN
(Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış.
MAGBUNİYET
Şaşkınlık.
MAGBUT
(C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş.
MAGD
Kurutan otu. * Yerüç otu.
MAGDUB
Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal.
MAGDUBEN
(Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile.
MAGDUBUN MİNH
Fık: Malı gasbolan kimse.
MAGDUR
(Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş.
MAGDURE
Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız.
MAGDURİYYET
Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali.
MAGFELE
Dudak altında biten kılların çevresi.
MAGFİRET
(Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu.
MAGFİRET-İ İLÂHİYE
Allah'ın mağfireti, affetmesi.
MAGFUR
(Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse.
MAGİB
Kaybolma.
MAGİN
Mazaryon otu.
MAGİZ
İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi.
MAGL
Yürek ağrısı, kalp ağrısı.
MAGLAK
Kilitlenecek yer.
MAGLATA
Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz.
MAGLATA-İ ŞEYTANİYE
İnsanları aldatmak ve yoldan çıkarmak için söylenen karıştırıcı sözler. Şeytanın insan kalbine vesvese vermesi.
MAGLATA-İ VEHMİYYE
Vehmin, insanı yanıltmak için yanlışı doğru göstermesi.
MAGLE
Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi.
MAGLUB
(Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse.
MAGLUBANE
f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde.
MAGLUBİYYET
Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş.
MAGLUK
Kapalı. Kilitli.
MAGLUL
Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse. * Hapsedilmiş olan.
MAGLUL-ÜL YED
Eli bağlı.
MAGMA
yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde.
MAGMAG
Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak.
MAGMAGA
Karışmak, ihtilat.
MAGMAS
(C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer.
MAGMUM
Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı.
MAGMUMÂNE
Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak.
MAGMUMİYET
Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma.
MAGMUR
Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık.
MAGMURİYET
Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş.
MAGMUZ
Kabâhatli, suçlu.
MAGN
(C: Megân) Menzil.
MAGNA
Durmak.
MAGNATIS
Mıknatıs.
MAGNEM
(C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal.
MAGNETİK
yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan.
MAGRE
(C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık.
MAGREFE
Geniş yer.
MAGREM
Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar, ziyan. * Cürüm, cinayet.
MAGRES
Fidan bahçesi. Fidanlık.
MAGRİB
(Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.
MAGRUK
Gark olmuş. Suda batmış olan.
MAGRUKÎN
(Mağruk. C.) Suda Boğulanlar.
MAGRUR
(Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım.
MAGRURANE
f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. (Sen ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin, fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış. S.)
MAGRUREN
Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak.
MAGRURİYET
Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. * Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür.
MAGRUS(E)
(Gars. dan) Toprağa dikilmiş.
MAGRUZ
Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış.
MAGS
Bağırsak ağrısı.
MAGSEL
(C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer.
MAGSUB(E)
(Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş.
MAGSUL
Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş.
MAGŞİ
(Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş.
MAGŞİYANE
f. Bayılmış gibi, baygıncasına.
MAGŞİYY
Aklı gitmiş hayran kimse.
MAGŞİYYEN
Bayılmış olarak, baygın bir halde.
MAGŞİYYÜN ALEYH
Bayılmış, baygın.
MAGŞUŞ
Katışık. Karışık. Saf olmayan.
MAGŞUŞE
Gümüş ve bakır karışığı akçe.
MAGŞUŞİYYET
Halis ve saf olmayış. Karışıklık.
MAGT
Çekmek.
MAGTUS
Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış.
MAGTUŞ
Karanlık yer.
MAGUSE
Medet gelmek, yardım gelmek.
MAGV
Kedi miyavlaması.
MAGZ
Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ.
MAGZA
Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb.
MAGZAB
Gazap edecek yer.
MAGZEBE
Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey.
MAGZUB
(Bak: Magdub)
MAH
(Meh) f. Senenin onikide birisi. Yirmisekiz, yirmidokuz, otuz veya otuzbir günlük zaman. * Gökteki ay. Kamer.
MAH
Mahveden. * Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bazı kitablarda geçen bir ismidir. Nübüvvet ve risaletinin nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden bu isim verilmiştir.
MAH BE MAH
Aydan aya.
MAHABİB
(Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar.
MAHABİR
(Mahber. C.) Mürekkep hokkaları.
MAHABİS
(Mahbus. C.) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar.
MAHABİS
(Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler.
MAHABİZ
(Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları.
MAHACCE
Geniş yol.
MAHACİR
(Mahcer. C.) Göz çukurları.
MAHADİM
(Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar.
MAHAFET
Korku. Korkmak.
MAHAFETULLAH
Allah korkusu.
MAHAFFE
Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil.
MAHAFİL
(Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler.
MAHAFİR
(Mihfer. C.) Beller, kazmalar.
MAHAK
Her arabî ayın son üç gecesi.
MAHAKİM
Mahkemeler.
MAHAKİM-İ ADLİYE
Adliye mahkemeleri.
MAHAKİM-İ ASKERİYE
Askerî mahkemeler.
MAHAKİM-İ ŞER'İYE
şer'î mahkemeler. şeriat mahkemeleri.
MAHAKK
Mehenk. Ayar taşı.
MA-HALA
(Bir istisnâ edatıdır) Mâadâ mânasına gelir, kendinden sonraki kelimeyi nasb eder. $ (Allah'tan başka herşey fânidir) cümlesinde olduğu gibi.
MA-HALAKALLAH
Allah'ın (C.C.) yarattığı ve halkettiği her şey. * Kalabalık, izdiham.
MAHALE
Çare, tedbir. * Hile.
MAHALİB
(Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri.
MAHALL
Yer. Mekân. Cây.
MAHÂLL
(Mahall. C.) Yerler. Mekânlar.
MAHALLE
(C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri.
MAHALLETAN
Çömlek ve değirmen.
MAHALLÎ
Bir yere mahsus. Yerli.
MAHALL-İ SADAKA
Sadaka olarak verilen mal veya parayı şer'an almağa ehil olan kimse.
MAHALL-İ TEVARÜD
Vâsıl olunan yer. * Birisine yetişilen mahal.
MAHAMİD
(Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar.
MAHAMİL
Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ askıları. * İhtimâller.
MAHANE
f. Aylık maaş.
MAHARET
(Bak: Mehâret)
MAHARİB
(Mihrâb. C.) Mihrâblar.
MAHARİC
Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler.
MAHARİC-İ HURUF
Gr: Ağızda harflerin çıktığı yerler.
MAHARİM
(Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler.
MAHARİT
(Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler.
MAHAS
Udul etmek, dönmek.
MÂHASAL
Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç.
MÂHASAL-I ÖMR
Evlât. Çocuk. * Hayat boyunca çalışılarak vücuda getirilen eser veya elde edilen şey.
MAHASİN
(Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.(İşte şu kâinat hadsiz mehasin-i maddiyesiyle bir ma'nevî ve ilmî mehasinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve ma'nevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsn ü cemalin ve kemalin cilveleridir. S.)
MAHASİN-İ AHLÂK
Ahlâk ve huy güzelliği.
MAHAŞŞE
Kıç, dübür, makad.
MAHATİM
(Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler.
MAHATT
Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer.
MAHATTA
İstasyon.
MAHAVİF
(Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler.
MAHAVİR
(Mihver. C.) Mihverler, eksenler.
MAHAYİL
Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri.
MAHAZ
Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı.
MÂHÂZÂ
Bu nedir? * Bu değil.
MÂHÂZÂ KELÂM-ÜL-BEŞER
Bu, insan sözü, beşer kelâmı değildir.
MÂHAZAR
Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa.
MAHAZIR
(Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar.
MAHAZİ
Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar.
MAHAZİL
(Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler.
MAHAZİN
(Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar.
MAHAZİR
(Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller.
MAHAZZ
Kat'edecek, kesecek yer.
MAHBA
(C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler.
MAHBEL
Hayvanın gebelik zamanı.
MAHBER
(Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit.
MAHBES
Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi.
MAHBEZ
(C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını.
MAHBUB
Muhabbet edilen. Sevilen.
MAHBUBAT
Sevilenler. Sevgililer.
MAHBUBE
(Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek.
MAHBUBETÜN Lİ-ZÂTİHÂ
Zâtı için sevilen. Kendi zâtında sevgili olan.
MAHBUBİYYET
Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. (Cenab-ı Hakk'ın kullarını her çeşit nimetler ile besleyip yetiştirmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi; onları sevdiğini ve mahbubiyyetini gösteriyor.)
MAHBUB-U HÜDÂ
Allah'ın sevgilisi. Hz. Muhammed Mustafa (A.S.M.)
MAHBUB-U LİGAYRİHÎ
Faydalarından veya başkası sebebi ile sevilen. Dolayısı ile sevilen.
MAHBUK
Katı, şiddetli, şedid.
MAHBUN
Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin.
MAHBUS
Hapsedilmiş olan.
MAHBUSHANE
f. Cezaevi, hapishâne, zindan.
MAHBUSÎN
(Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar.
MAHBUSİYET
Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet.
MAHC
Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak.
MAHC
Soymak. * Yontmak.
MAHCAH
Lâyık olacak mevzi.
MAHCER
Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru.
MAHCİR
(C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler. * Bahçe.
MAHCUB
Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde ile mestur olan.
MAHCUBÂNE
f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla.
MAHCUBE
Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına konulan ağaç.
MAHCUBİYET
Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk.
MAHCUC
Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş olan.
MAHCUCUN ANH
(Bak: İhcac)
MAHCUR
(Hacr. den) Huk: Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş.
MAHCUZ
(Hacz. den) Huk: Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış.
MAHÇE
f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl.
MAHÇEHRE
f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.)
MAHDEM
Baldırın köstek takacak yeri.
MAHDU'
Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi.
MAHDUD
Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
MAHDUD
Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün. * Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş.
MAHDUD
Dikeni kesilmiş ağaç.
MAHDUDİYET
Sınırlılık. Darlık.
MAHDUM
Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi.
MAHDUMİYET
Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik.
MAHDURE
Örtülü ve kapalı kadın veya kız.
MAHDUŞ
Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış.
MAHE
f. Matkap, burgu.
MA'HED
(C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri.
MAHFAS
Yuva.
MAHFAZA
(Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf.
MAHFED
(C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi.
MAHFEL
(C: Mehâfil) Dernek yeri.
MAHFÎ
Gizli, saklı.
MAHFİL
(C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer.
MAHFİYYEN
Gizlice. Gizli ve saklı olarak.
MAHFUF
Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış.
MAHFUK
Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan.
MAHFUR
Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş.
MAHFUZ
(Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. * Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış.
MAHFUZ
Alçalmış veya alçatılmış.
MAHFUZ LİMAN
Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.
MAHFUZAT
(Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler.
MAHFUZEN
Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak.
MAHH
Yumurtanın akı.
MAHICİYY
Palan vurdukları at.
MAHIK
(Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran.
MAHIZ
(C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın.
MAHİ
(Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden.
MAHİ
f. Balık. Semek.
MAH-İ TÂBÂN
(Meh-i tâbân) Parlayan ay. Parlak ay.
MAHİC
Sâfi, saf, katıksız.
MAHİDAN
f. Balık havuzu.
MAHİFÜRUŞ
f. Balık satan. Balıkçı.
MAHİGİR
f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan.
MAHİHAR
f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl.
MAHİ-İ EMRAZ
Hastalıkları yok eden.
MAHİLE
(C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet.
MAHİN
(C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr.
MAHİR
Becerikli, hünerli, san'atkâr.
MAHİRANE
f. Ustaca, ustalıkla, maharetle.
MAHÎS
Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak.
MAHİYAN
(Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler.
MAHİYANE
f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık.
MAHİYAT
Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri.
MA-HİYE
O şey ki.
MAHİYET
Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı. (Mâhiyet, hakikatten daha umumidir. Hakikat, mevcudatta, mahiyet ise, hem mevcudat hem ma'dumatta müstameldir.) (L.N.)(İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmet ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. İ.İ.)
MAHİYET-İ CÂMİA
Çok vasıfları içinde toplayan mahiyet. (Bak: Himmet)
MAHİYYE
Aylık.
MAHÎZ
Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız)
MAHÎZA
(C: Mehâyız) Hayız bezi.
MAHK
İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek.
MAHK
Gidermek. * İptal etmek, saymamak. * Eksik, noksan.
MAHKEDE
İkamet mevzii, oturulan yer.
MAHKEME
(Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire.
MAHKEME-İ EVKAF
İkinci meşrutiyetin ilânından sonra evkaf müfettişliği dairesine verilen ad.
MAHKEME-İ KÜBRA
Öldükten sonra, âhiretteki ve Allah (C.C.) huzurundaki mahkeme. Bütün insanların muhakemesinin huzur-u İlâhiyede yapılacağı yer.
MAHKEME-İ NİZAMİYE
Adliye mahkemeleri. Temyiz mahkemeleri ile hukuk ve ceza mahkemeleri.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE
şeriat mahkemesi. şeriat hükümlerine göre dâvalara bakan mahkeme.
MAHKEME-İ TEMYİZ
Adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme ve tahkik mercii olan yüksek mahkeme.
MAHKEME-İ UZMA
Büyük mahkeme. Mahkeme-i Kübra.
MAHKÎ
Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan.
MAHKİYYUN ANH
Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan.
MAHKUD
Hased edilen, hased olunan.
MAHKUK
Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış.
MAHKÛM
Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma.
MAHKÛMUN-ALEYH
Kendi aleyhinde hüküm verilmiş olan.
MAHKÛMUN-BİH
Kendisi hakkında hüküm verilmiş olan.
MAHKÛMUN-LEH
Dâvayı kazanmış olan. Lehine hükmolunan.
MAHKUN
Suçsuz, masum.
MAHKUN-UD-DEM
Fık: Katli lâzım olmayan kimse.
MAHKUR
(Bak: Muhakkar)
MAHL
Kıtlık, kaht.
MAHLAS
Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer.
MAHLASNAME
şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume.
MAHLEB
(C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi.
MAHLEB
Bal. * Süt sağacak kap. * Bir cins ot.
MAHLECE
(C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer.
MAHLEFE
Söğütlük.
MAHLU
Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan.
MAHLUB
Sağılmış hayvan.
MAHLUC
(Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış.
MAHLUCE
Rey ve fikri doğru olmak.
MAHLUF
Yemin etme, and içme, kasem etme.
MAHLUF-ÜN ALEYH
Hakkında yemin edilen husus.
MAHLUK
Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan.
MAHLUK
Traş olmuş.
MAHLUKA
Başkasının olup da benimsenen manzum parça.
MAHLUKAT
(Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.(Şu mahlukat, İzn-i İlâhi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor. Alem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor. İniyor. M.)
MAHLUL
Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras.
MAHLUL
Delinmiş. * Öbür tarafına işlenmiş olan şey.
MAHLULAT
Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar.
MAHLULİYET
Mahlul olma hali, mahlulluk.
MAHLUL-U MUFASSAL
Tapu usulüne ait bir tâbir olup, köyler ve mezarlar tımarıydı. Berat ile verilirdi.
MAHLUL-U SIRF
Fık: Hakk-ı intikal ve hakk-ı tapu sahibi bırakmaksızın mutasarrıfının vefatiyle mahlul kalan arazi.
MAHLUT
(Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
MAHLUTA
Bulgurla karışık mercimek çorbası.
MAHMASA
Azlık. * Açlıktan zayıf düşme.
MAHMEL
Üzerine yük konulan şey.
MAHMİ
Korunan, himaye gören. Hıfzolan.
MAHMİDET
(C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme.
MAHMİDETSÂZ
f. Senâ ve medheden.
MAHMİL
Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi.
MAHMİL-İ ŞERİF
Mekke ve Medine'ye, sürre namiyle gönderilen hediye ve paraların yüklendiği vasıta.
MAHMİYE
(Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı) büyük şehir.
MAHMUD
Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. * Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı.
MAHMUDİYE
Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın. * Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş kuruş değerinde olan ince altın sikke.
MAHMUD-U BİL-ITLAK
Her cihetle ve bütün hallerde medhe ve hamde elyak olan Cenab-ı Hak.(Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halk edemiyen ve bütün meyveleri icad edemiyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen; onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halk edip o elmayı ni'met olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bilıtlak'a hamd noktasında iştirak etsin. Hâşâ! M.)
MAHMUD-ÜL HİSÂL
İyi ahlâk sahibi.
MAHMUD-ÜŞ ŞİYEM
Medhedilecek huylara sâhib olan. Beğenilen ve takdir edilen hasletler kendinde bulunan.
MAHMUL
Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. * Man: Müsned, haber. "İnsan nâtık" cümlesinde "İnsan" mevzu, "nâtık" mahmuldur.
MAHMULE
Yük. Hamule.
MAHMULEN
Mahmul olarak, yüklü olarak.
MAHMUM
Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan.
MAHMUMANE
f. Sayıklarcasına, sayıklı(Zeker). * Ateşler içinde, ateşli olarak.
MAHMUR
(Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz.
MAHMURANE
f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına.
MAHMUZ
(Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet. * Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek için kullanılan mâden tekerlekçik. * Bir yapıyı veya duvarı, dıştan beslemek için kullanılan destek, payanda. * Bir köprünün ayaklarının uç kısmında çıkıntı yapan taş kütlesi. * Düşman gemisinin bordasına girmek ve onu batırmak için bazı eski harp gemilerinin ön tarafında bulunan, ileriye doğru uzanmış takviyeli kısım.
MAHMUZ
Oksitlenmiş, hamızlanmış.
MAHN
Cima etmek. * Ağlamak. * Kuyudan su çekmek. * Uzun boylu adam.
MAHN
Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak.
MAHNAK
Boğazın boğacak yeri.
MAHNİYE
(C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri.
MAHNUK
Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk.
MAHNUKAN
Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak.
MAHNUN
Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun.
MAHPARE
f. Pek güzel kimse. * Ay parçası.
MAHPERVER
f. Mehtaplı.
MAHPEYKER
(Bak: Mehpeyker)
MAHR (MUHUR)
(C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü.
MAHRA
Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey.
MAHRAB
(C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer.
MAHREC
Çıkacak yer. * Ses ve harflerin ağızdan çıktıkları yer. * Mat: Bayağı kesirde çizginin altındaki sayı. (Payda) * Hususi bir meslek için adam yetiştirmeğe mahsus mekteb ve dâire. (Meselâ: Mekteb-i fünun-u harbiye zâbit mahrecidir.) * Tarik-i ilmiyede büyük bir pâyeye vesile-i irtika addolunan bir rütbe. * Mevleviyet. * Dahilde çıkarılan mahsulât ve emtianın sarfı için hariç memlekette bulunan mahal.
MAHREF
Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti.
MAHREFE
Yol.
MAHREK
Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu.
MAHREK
(Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer.
MAHREK-İ SENEVÎ
Bir seyyarenin, bağlı olduğu kürenin etrafında dönmesiyle hâsıl olan farazî daire.
MAHREM
İki dağ arasındaki yol.
MAHREM
Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.
MAHREMAN
(Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar.
MAHREMANE
f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda.
MAHREM-İ ESRAR
Gizli sırlara vakıf olan çok yakın kimse. Gizli sır söyleyen kimse.
MAHREMİYYET
Gizlilik. Mahrem olma hali.
MAHRU
(C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel.
MAHRUB
Harabedilmiş, dağıtılmış.
MAHRUB
Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış.
MAHRUF
Toplanılmış devşirilmiş meyve.
MAHRUK
Yanan. Yanmış.
MAHRUKAT
Yakılacak madde. Yanan şeyler.
MAHRUKAT-I MÂYİA
Akaryakıt.
MAHRUK-UL FUAD
Yüreği yanık.
MAHRUM
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
MAHRUMANE
Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine.
MAHRUMİYYET
Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe.
MAHRUR
Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan.
MAHRURÂNE
f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette.
MAHRUS
Hırsla istenilmiş.
MAHRUS
Himâye edilen. Korunan. Gözetilen.
MAHRUSA
Büyük şehir.
MAHRUT
Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni.
MAHRUT
Kasnı denilen zamkın ağacı.
MAHRUTÎ
Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik.
MAHRUTİYYET
Mahrutilik, konik olma hâli.
MAHRUYAN
f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler.
MAHRUZ
Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız.
MAHS
Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak.
MAHS
Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş.
MAHSAD
Ekini biçilmiş yer.
MAHSEBE
şüphe etme, şüphelenme, sanma.
MAHSER
Huy, tabiat.
MAHSUB
Sayılmış. Hesaplanmış. Hesabına kaydedilmiş. * Bir zata mensub kabul edilen.
MAHSUB
Kızamık çıkarmış kişi.
MAHSUBÂT
(Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler.
MAHSUBEN
Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek.
MAHSUBİYET
Mahsubluk, mensubluk.
MAHSUD
Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla.
MAHSUD
Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse.
MAHSUF
Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş.
MAHSUL
Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey.
MAHSULÂT
(Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri.
MAHSULÂT-I ARZİYE
Toprak mahsulleri.
MAHSULÂT-I SINÂİYE
Endüstri mahsulleri.
MAHSULDAR
f. Verimli, bereketli. Mahsul veren.
MAHSUN
İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış.
MAHSUR
Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış. Kuşatılmış.
MAHSUR
Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz.
MAHSUS
Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. * Yalandan, şakadan, lâtife olarak.
MAHSUS
Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. * Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.
MAHSUSA
Mahsus, hususi.
MAHSUSAT
Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı)
MAHSUSEN
Ayrıca, bile bile, mahsus olarak.
MAHSUSİYET
Mahsusluk. Hususi olma hâli.
MAHŞ
Yakmak.
MAHŞER
Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık.
MAHŞER-İ ACÂİB
Herkesi hayrete sevkeden toplanma. Veya toplanma yeri. * Hayret edilecek harika şeylerin bulunduğu yer.
MAHŞUB
Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç.
MAHŞUD
Toplanmış. Yığılmış.
MAHŞUR
Toplanmış.
MAHŞUŞ
(Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş. * Karalanmış.
MAHŞUŞ
Kuru ot.
MAHŞÜV
Fazla. * İçi doldurulmuş.
MAHT
Çıkarmak. * Çekmek.
MAHT
şiddetli.
MAHTAB
(C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk.
MAHTAB
(Bak: Mehtâb)
MAHTAM
(C: Mehâtım) Burun.
MAHTELEF-EL MELEVAN
Gece ve gündüzün ihtilâfı ve değişmesi müddetince.
MAHTİD
Kişinin durduğu mekân.
MAHTUBE
Evlenmek için istenilen kadın.
MAHTUM
Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış.
MAHTUMANE
f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet.
MAHTUN
Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş.
MAHTUR
(Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe.
MAHTUT
(Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış.
MA'HUD(E)
Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena bilinen kadın.
MAHUDANE
Bir ot adı.
MA'HUDİYYET
(Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma.
MAHUF
Korkulu. Tehlikeli.
MAHULE
Kocası ölmüş kadın.
MAHUR
f. Kumarhâne. Meyhâne.
MAHUZA
Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız.
MAHV
Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.
MAHV VE SEKİR
Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli.
MAHVA
Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse.
MAHVAR
f. Ay gibi.
MAHVARE
f. Aylık maaş.
MAHVE
Kuzey rüzgârı.
MAHVEŞ
f. Ay gibi.
MAHVİYYET
Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak.
MAHY
Gidermek.
MAHYA
Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim. * Dam çatısında iki eğik sathın birleştiği çizgi ve buradaki aralığı kapatmak için kullanılan uzunca, oluk biçiminde kiremit.
MAHYA
Hayat. Canlılık.
MAHYANE
f. Aylık. Aydan aya verilen maaş.
MAHYERE
Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik.
MAHZ
Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. * Sadece. * Su katılmamış hâlis süt.
MAHZ
Nikâh.
MAHZ
Yoğurdu çalkalayıp yağını almak.
MAHZA
Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam.
MAHZAN
Ancak. Yalnız. Sadece. Tek.
MAHZANE
Güvercinlik.
MAHZAR
(Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili.
MAHZEM
(C.: Mehazim) Atın kolan yeri.
MAHZEN
Yalnız, ancak, tek.
MAHZEN
Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum. Yeraltı.
MAHZ-I EDEB
Edebin ta kendisi. Sırf terbiye ve edeb.
MAHZ-I HİKEM
Akıllılığın ve filozofluğun ta kendisi. Hikmetlerin ta kendisi.
MAHZ-I KERAMET
Tam bir keramet gibi. Kerametin ta kendisi.
MAHZÎ
Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren kötü huy.
MAHZU'
Boyun eğmiş.
MAHZUB
Boyanmış.
MAHZUD
(Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş.
MAHZUF
Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred)
MAHZUL
Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay.
MAHZULEN
Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak.
MAHZUM
Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne.
MAHZUN
Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı.
MAHZUN
Hazinede saklanan şey.
MAHZUNANE
f. Kederlice, düşünceli, üzgünce.
MAHZUNİYET
Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma.
MAHZUR
(Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey.
MAHZUR
Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey.
MAHZURAT
Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller.
MAHZURAT
Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler.
MAHZURE
(C.: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey.
MAHZURE
Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe.
MAHZUZ
Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş.
MAHZUZÂT
Hoşa giden şeyler. Hazlar.
MAHZUZİYET
Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme.
MAIZ
(C.: Mevâız) Keçi.
MAÎ
Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.
MÂ-İ CÂRİ
Akarsu. (Çay ve ırmak suları gibi.)
MÂ-İ İSTİFHAMİYYE
Sual için kullanılan kelimenin başında gelir. (Mâhâzâ: Bu nedir? Mâindek: Yanındaki nedir?) suallerinde olduğu gibi.
MÂ-İ LEZİZ
Lezzetli ve tatlı su.
MÂ-İ MAGSUL
(Mâ-i müsta'mel) Kullanılmış su.
MÂ-İ MASDARİYE
Başında bulunduğu cümleyi masdar mânasına ve hükmüne sokar.
MÂ-İ MEVSUFE
Şey mânasında nekre olup bir sıfattan evvel kullanılır. $ (Nazartu ilâ mâ mu'cebin leke: Sana hoş gelen şeye baktım) cümlesindeki gibi...Bazan da sıfatsız olur. $(Ni'me-mâ: Ne güzeldir) $ (Meselen-mâ: Bir misâl olarak) kelimelerinde gördüğümüz gibi.
MÂ-İ MEVSULE
Buna ism-i mevsul de denir. Kendinden sonra gelecek küçük cümleyi daha önce geçen cümleye bağlar. $ (Ketebtu mâ kultü: Söylediğimi yazdım, ne söyledimse yazdım) cümlesinde olduğu gibi.
MÂ-İ MUKATTAR
İnbikten geçirilmiş (damıtılmış), saf su.
MÂ-İ MUKAYYED
Herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları hâlden çıkmış ve hususi bir ad almış sulardır. (Gül, çiçek, üzüm, asma, et suları gibi.)
MÂ-İ MUTLAK
Yaratıldığı vasıf üzere duran su. (Yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar, kuyu sularıdır).
MÂ-İ MÜKEDDER
Bulanık su.
MÂ-İ MÜNHEMİR
Akıp giden su.
MÂ-İ MÜSTAMEL
Temiz olduğu halde temizleyici olmayan, kullanılmış olan sulardır.
MÂ-İ NÂFİYYE
$(Ben kâmil değilim) misâlinde olduğu gibi mânayı nefyeder.
MÂ-İ RÂKİD
Durgun su.
MÂ-İ ŞARTİYE
İki muzariyi cezmeder, şart ve cezâ mânasını ifade eder. $(Ne yazarsan, yazarım) misalinde olduğu gibi.
MA-İ TESNİM
Cennet ırmaklarından biri.
MÂ-İ ZÂİDE
Bazı edat ve fiillerin sonuna fazladan olarak gelir. $ kelimelerinde olduğu gibi.
MÂ-İ ZERRİN
Altun suyu.
MAÎB
(C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış.
MAİC
Dalgalı deniz.
MAİDE
Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
MAİDE-İ SENİYYE
Pâdişah ziyâfeti.
MAİDESÂLÂR
f. Sofracı başı.
MAİKA
Derin, amik.
MAÎL
Ehil, iyal, çoluk çocuk.
MÂİL
Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün. * Benzer.
MÂİLE
Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. * Eğri, eğilmiş.
MÂİL-İ İNHİDÂM
Yıkılmağa yüz tutmuş.
MÂİL-İ KAMER
Ayın dünya etrafında dolaştığı dâire. Ayın mahreki, yörüngesi.
MÂİLİYYET
Eğiklik. Meyillik.
MAİN
Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen. * Göz değmiş, nazar değmiş.
MAİN MEHİN
Zayıf, hakir su. * Meni.
MAİS
Ağaçları sık bitmiş olan yer.
MAİŞET
(Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.
MAİŞETGÂH
f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer.
MAİYYET
Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. * Yan. Nezd.
MAİYYET-İ SENİYYE
Pâdişâhın maiyyeti. Pâdişahın yakınında bulunanlar.
MAİZ
Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü.
MAJÜSKÜL
Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler.
MAK
(C: Amâk-Emâık) Göz pınarı.
MA'K
(C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf.
MA'K
Ovmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
MAK'
Atmak. * Emmek.
MAKA
Hıyarşenber denilen nebat.
MAKABİH
(Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar.
MAKABİR
(Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar.
MA-KABL
Öndeki. Üstteki. Geçmişteki.
MA'KAD
Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer.
MAK'AD
Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç.
MAKADE
Davar yedmek.
MAK'ADE
Kurbağa.
MAKADİM
(Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler.
MAKADİR
Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler. * Muayyen ve mâlum olan kısımlar.
MAKADİR
(Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler.
MAKAL
Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş.
MA'KAL
(C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale.
MAKALAT
(Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler.
MAKALE
Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme alınışı.
MAKALİD
(Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar.
MAKALİD-İ İNKIYAD
İnkıyad, bağlılık kilitleri.
MAKALİM
(Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler.
MAKAM
Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo.
MAKAMAT
(Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar.
MAKAMAT-I ÂLİYE
Yüksek şerefli mevkiler, makamlar. Yüce makamlar.
MAKAME
(C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk tarzında söylenen sözler.
MAKAM-I ÂLÎ
Yüce ve âli makam. Eskiden bu tabir, bakanlıklar hakkında kullanılırdı.
MAKAM-I CİFRÎ
Cifir hesabına göre olan netice, sayı değeri.
MAKAM-I HİTABÎ
Zanni delil ile iktifa edilen makam.
MAKAM-I HİZMET
Hizmet makamı. İş görme yeri.
MAKAM-I İBRAHİM
(Bak: Kâbe)
MAKAM-I MAHMUD
(Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam. $ Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada $ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?Bu kadar tekrar ile kat'i verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey, meselâ Makam-ı Mahmud bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmud gibi mühim hakikatları ihtiva eden bir hakikat-ı âzamın bir dalıdır. Ve hilkat-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise; dolayısiyle o hakikat-ı umumiye-i uzmanın tahakkukunu ve vücud bulmasını ve o şecere-i hilkatın en büyük dalı olan âlem-i bâkinin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir. Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve Cennet'in en mühim bir sebeb-i vücudu olan ubudiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azim bir maksad için, bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaat-ı kübrasına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-i hikmettir. ş.)
MAKAMİ'
(Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar.
MAKANİ'
(Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar.
MAKARİZ
(Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler.
MAKARR
(Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht.
MAKARR-I HÜKÜMET
Hükümet merkezi. Pâyitaht.
MAKARR-I İDARE
İdare merkezi. Pâyitaht. Hükümet merkezi.
MAKARR-I SALTANAT
Saltanat merkezi. Hükümetin idare edildiği baş şehir.
MAKASID
Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler.
MAKASID-I AKSÂ
En uzak, en son ve en büyük maksadlar.
MAKASID-I İNSÂNİYET
İnsanlık maksadları. İnsanlığın gayeleri.
MAKASİM
(Maksim. C.) Su taksim edilen yer.
MAKASİR
(Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer.
MAKASS
Makas.
MAKATI'
(Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.) Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler.
MAKATİL
(Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler, makteller.
MAKATİR
(Maktar. C.) Damlalar, katreler.
MAKAVİD
(Mekud. C.) Yularlar.
MAKAVİL
Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller.
MAKAZZ
Başın arka tarafından iki kulağın arası.
MAKBAH
(C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer.
MAKBAHA
(C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket.
MAKBER(E)
(C.: Mekabir) Mezar. Kabir.
MAKBERE-İ ŞÜHEDÂ
Şehidlerin mezarı. Şehidlik.
MAKBIZ
Kılıcın ve yayın kabzası.
MAKBUH
Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen.
MAKBUHA
Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş.
MAKBUL
Ayağı bağlı olan.
MAKBUL
(Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı.
MAKBULİYET
Beğenilmişlik, makbullük.
MAKBUL-ÜŞ ŞAHÂDE
Şahâdeti kabul edilen. Şahidliği kabul edilmiş olan.
MAKBUR
(Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş.
MAKBUZ
(Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. * Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt.
MAKBUZAT
(Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar.
MAKDEM
(C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme.
MAKDEM-İ BEHÂR
Baharın gelmesi.
MAKDERET
(Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor.
MAKDİS
Mukaddes yer.
MAKDUD
Uzun boylu kişi.
MAKDUH(E)
(Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.
MAKDUNİS
Maydanoz.
MAKDUR
Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş.
MAKDURAT
(Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler.
MAKDUR-İ BEŞER
İnsanın yapabileceği şey.
MAKDUR-ÜT TESLİM
Ele geçirilmesi mümkün olan.
MA'KED
(C: Meâkıd) Akdedecek yer.
MA'KES
Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.)
MAKET
Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli.
MAKH
Sür'at, hız.
MAKHUR
(Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş.
MAKHURANE
Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde.
MAKHURİYET
Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama.
MAKHUR-U KAHR-İ İLÂHÎ
Allah'ın gazabına uğramış. Allah'ın kahrıyla kahrolmuş.
MA'KIL
Melce'. Sığınacak yer.
MAKIT
Dar yer.
MAKİ
Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi.
MAKİD
Kesilmeyen ve daimi olan.
MA'KİD
Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer.
MAKÎL
Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu.
MAKİNİST
Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi.
MAKİR
Hile yapan. Mekreden.
MAKİS
(Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen.
MAKİS
Öşür ve vergi toplayan kimse.
MAKÎS
(Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen.
MAKÎT
Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur.
MAKİYAN
f. Tavuk.
MAKK
Yarmak.
MAKL
Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak.
MAKLEB
Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek veya değişecek yer.
MAKLETE
Helâk olacak yer.
MAKLU'
Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş.
MAKLUAN
Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak.
MAKLUB
(Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi gibi)
MAKLUBİYET
Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli.
MAKLUD
Fitil gibi bükülmüş olan.
MAKLUM
Yontulmuş ve kesilmiş olan.
MAKLUV (MAKLİYY)
Pişirilmiş kebap.
MAKMAKA
Sözü boğazı içinden söylemek.
MAKMENE
Lâyık ve münâsip olacak yer.
MAKNA'
Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi.
MAKNAT
Ümit kesecek yer.
MAKNEE (MAKNEUT)
Güneş görmeyen yer.
MAKR
Çok acı olmak.
MAKREBE
Hısımlık, yakınlık. Karâbet.
MAKREME
(Bak: Mikrame)
MAKRU'
Okunan. Okunmuş olan.
MAKRUF
Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne.
MAKRUH
Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh.
MAKRUN
(Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı olmak.
MAKRUNİYET
Yaklaşma. Yakınlık.
MAKRUN-U MÜSÂADE
İzin almış, izne kavuşmuş.
MAKRUN-U SIHHAT
Sıhhat ve hakikata yakın. Doğruluk derecesi fazla.
MAKRUT
Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan.
MAKRUZ
(Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş.
MAKS
Suya dalmak. Daldırmak.
MAKSAD
(C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye.
MAKSAD VE MÜSTEKARRIN TEMEYYÜZÜ
Kelâmın maksadının ve karar kıldığı yerin açık olarak belli olması.
MAKSAL
Mahsul ekilen yer.
MAKSAR
Nihâyet, son, netice.
MAKSARA
(C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr.
MAKSEBE
Sazlık, kamışlık.
MAKSEE
Hıyar tarlası.
MAKSİM
(C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak.
MAKSUD
Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye.
MAKSUM
Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib.
MAKSUR
(Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus. * Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, fakat elif gibi okunan harf. ( : Dâ'vâ) kelimesinde olduğu gibi. Buna, "Elif-i maksura" denir.
MAKSUR
Zoraki, cebren. Elinde ve ihtiyarında olmadan.
MAKSURE
(C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer.
MAKSUS
Kesilmiş, kırpılmış.
MAKSUV (MAKSIYY)
Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun.
MAKSÜE
Hıyar tarlası.
MAKŞUR
Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış.
MAKŞUVV
Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış.
MAKT
Vurmak.
MAKT
Kin, hiddet. İğrençlik. Şiddetli buğz.
MAKTA'
Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', son beytine makta' denir; makta'da şâirin ismi bulunur.
MAKTAA
Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet.
MAKTANE
Pamuk tarlası.
MAKTAR
Damla, katre.
MAKTEL
Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer.
MAKTEM
Tozlu yer.
MAKTU'
(Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. * Götürü.
MAKTUAN
Götürü olarak, toptan.
MAKTUL
Öldürülmüş, katledilmiş olan.
MAKTULEN
Öldürülerek, katledilerek.
MAKTULÎN
(Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler.
MAKTUR
Katranlı. Katran sürülmüş.
MA'KUD
(U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı.
MAKUL
(Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz.
MA'KUL
Akla yakın, aklın kabul edeceği.
MAKULAT
(Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler.
MA'KULAT
(Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat)
MAKULE
Takım, çeşit. Kategori.
MA'KULE
Diyet.
MA'KULİYET
Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış.
MA'KUL-ÜL-MA'NA
Bir sebebe, illete ve maslahata dayanan şer'i mesele. (Fakat, hakiki sebeb ise emr-i İlâhidir.) Bir hikmete ve bir maslahata binâen tercih edilmiş veya o hükmün teşriine müreccih olmuş olan şer'i mes'ele. (Bak: Taabbüdi)
MA'KUM
Kapalı.
MA'KUS(E)
Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz.
MA'KUSEN
Ters olarak, aksine, zıddına olarak.
MA'KUSEN MÜTENASİB
Mat: Tersine olan müvâzene. Yâni, birbirine nisbet edilen iki şeyden, biri çoğaldığı oranda diğerinin eksilmesi veya birinin azaldığı nisbetinde diğerinin çoğalması. Ters orantılı.
MA'KUSİYET
Terslik, zıdlık, aksilik.
MAKV
Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak.
MAKYA
Kusmak. * Kusma yeri.
MAKYE
Duracak yer, konak yeri.
MAKZABA
Yonca ekilen yer.
MAKZÎ
Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) yaratıp vücuda getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına muhalif olduğundan, bunları irtikâb etmesi caiz değildir. Bu usul-ü kaideye, "makzî" denilmektedir.
MAKZUF
(Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş. Atılmış.
MAL
Fık: Bir kimsenin tasarrufunda bulunan kıymetli, lüzumlu şey. (Varlık, servet, para, ticaret eşyası gibi.)
MAL
f. "Süren, sürülen, sarılan, takılan" anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal: Ayak altında çiğnenen)
MA'L
Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak.
MAL MÜDÜRÜ
Kazâ mâliye memuru.
MALAK
Manda yavrusu. Buzağı.
MALAKELAM
Diyecek yok. Söz götürmez.
MALAMAL
Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu.
MALANİHAYE
Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız.
MALARYA
ing. Sıtma.
MA'LAT
(C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar.
MALAYA'Nİ
(Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz.(Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyani şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saâdet-i ebediyeye girsin. M.)
MÂLÂYA'NİYYÂT
Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık.
MALAYUTAK
Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz.
MALAZ
Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla.
MALDAR
f. Malı mülkü çok olan. Zengin.
MALDARÎ
Zenginlik, servet.
MALE
f. Duvarcı malası.
MA'LEB
(C.: Meâlib) Oyun yeri.
MA'LEF
(C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık.
MA'LEM
(C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet.
MALEMYEKÜN
Sözden ibâret.
MALEZİM
(Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme.
MALÎ
(Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait.
MALÎ
f. Dolu. * Fazla, çok.
MAL-İ CİZYE
Araziden alınan haraç.
MAL-İ GAYBÎ
Bulunmuş ve sahibi çıkmamış mal.
MAL-İ HULYA
f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller.
MAL-İ KARUN
Mc: Çok zengin.
MAL-İ MAZMUN
Emânet olmayan mal.
MAL-İ MENKUL
Taşınabilen ve nakledilebilen mal. (Arâzi ve binanın haricindekiler)
MAL-İ MİRÎ
Miri malı. Hükümete veya devlete ait mal.
MAL-İ MÜTEKAVVİM
Huk: İki mânada kullanılır: Birisi, intifâı mübah olan şeydir. Diğeri, mâl-i mührez demektir. Meselâ, denizde iken balık gayr-i mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta, mâl-i mütekavvim olur. İntifâı mübah olmayan mal veya elde edilmemiş olan mal gayr-ı mütekavvimdir. Şirâ ile intifa' mübah olduğundan, mâl-i mütekavvimdir. (Ist.F.K.)
MAL-İ NÂTIK
Canlı mal. (At, deve, koyun gibi)
MAL-İ UHREVÎ
Âhiret için kazanılan sevap. Uhrevî mal.
MAL-İ ZIMAR
Bir kimsenin mâlik olduğu halde, onlardan faydalanması kabil olmayan; başka tabir ile, elinden çıkıp galib-i hale nazaran bir daha eline girmeleri umulmayan mallar.
MALİDE
f. Sürülmüş, sürmüş.
MALİH
Tuzlu.
MALİHULYA
(Bak: Mâl-i hulya)
MALİK
Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.
MALİKANE
f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi.
MALİKÎ
(Bak: İmam-ı Mâlik)
MALİK-İ YEVMİDDİN
Herkesin dünyâda yaptığının mükâfat ve cezasını göreceği yer olan âhiretin, din gününün, mâliki, sahibi olan Allah (C.C.)
MALİKİYET
Malik ve sahib olma.
MALİK-ÜL MÜLK
Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)
MALİŞ
f. Sürme, sürüştürme.
MALİŞGÂH
f. Yüz sürülecek yer.
MALİŞGER
f. Sürtücü, oğucu. * Tellak.
MALİYAT
Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi.
MALİYE
Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire.
MALİYET
Kıymet. Mâlolma değeri.
MALİYYUN
Maliyeci.
MALİZME
Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür.
MALKOÇ
Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan.
MALPEREST
f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan.
MA'LUFE
Yulaf verilen davar.
MA'LUL
İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
MA'LULEN
Mâlul olarak, sakat olarak.
MA'LULÎN
(Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler.
MA'LULİYET
Hastalıklı olma, illetlilik.
MA'LUM
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir. * Bilinen, belli olan.
MA'LUMAT
Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
MA'LUMATFÜRUŞ
f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan.
MA'LUMAT-I CÜZ'İYE
Az ve hafif bilgi. Cüz'i mâlumât.
MA'LUMAT-I ZARURİYE
Lüzumlu ve zaruri mâlumat.
MA'LUMİYET
Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı.
MA'MA'
Kimseye birşey vermeyen kadın.
MA'MAA
(C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları.
MA'MAFİH
Öyle olmakla beraber.
MA'MEAN
Çok fazla sıcaklık.
MAMELEK
Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk: Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi.
MA'MER
Geniş menzil.
MAMEZA
Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi.
MAMHURAN
Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi.
MAMİSA
Bir ot cinsi.
MAMİZAN
Vers denilen ot.
MA'MUL
(Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı.
MA'MULÂT
İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya.
MA'MULÂT-I DÂHİLİYE
Dâhilî mamulat. Memlekette yerli olarak yapılan şeyler.
MA'MULÜN BİH
Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi)
MA'MUR
İ'mar edilen, tamir edilmiş.
MA'MURE
İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.
MA'MURİYET
Bayındırlık, ma'murluk.
MA'N
Az miktar. * Kolay.
MA'NA
(Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade.
MANA MERTEBELERİ
Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin anlaşılmasında bilinen muhtelif ma'nâlar. Zâhirî, bâtınî, sarihî, harfî, ismî, işarî, remzî, mecazî, mefhumî, riyazî mânâlar gibi.
MANAHNÜ FÎH
Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz.
MA'NAT
Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne.
MA'NA-YI HARFÎ
Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, tarif eden mânâ.
MÂNÂ-YI İSMÎ
İsme dair mânâ. Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak. Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan mânâya da mânâ-yı harfî denir. Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismî ile seviyoruz demektir. Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakk'a sevgi ve şükrümüzü arttırıyor ve O'nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfî deniyor.(...Dünyayı ve ondaki mahlukatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismî ile sevme! " Ne kadar güzel yapılmışlar" de. " Ne kadar güzeldir" deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. Meselâ; nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'idir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!.. S.)(Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk'ın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir... S.)
MANCINIK
Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti.
MANÇURYA
(Mançu memleketi) Asya'nın kuzeydoğu tarafında büyük bir memleket olup, son zamana kadar kuzeyde Ohurcuk Denizine ve Sahalin Adasını ayıran Tataristan Boğazı'na kadar uzandığı halde; doğudan Japon Deniziyle sınırlanmış iken, sonraları kuzey ve kuzeydoğu tarafları Ruslar tarafından zaptedilerek Sibirya'ya katılmıştır. Bir kısmı da Amur ismiyle bir eyalet halinde kalmış ve diğer bir kısmı da sahiller eyaletine eklenerek o taraflardan Mançurya'nın sahili kalmamış ve kuzeyde Amur Irmağı ve doğuda Usuri Nehri Mançurya'nın hududunu teşkil etmiştir. Şimdiki siyasî coğrafyada Mançurya ismi, bu memleketin sadece Çin'e tâbi olan kısmına verilmektedir.
MANDA
Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş.
MANDE
f. Kalmış, gitmemiş olan.
MANDIRA
yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.
MA'NE
Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey.
MANEN
Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından.
MANEND
f. Benzer. Denk. Eş. Gibi.
MANEND-ÂBÂD
Ölümle kıyamet arasında geçen zaman.
MANENDE
Benzeyen, mümâsil.
MANEND-İ BÎMİSAL
Misilsiz, benzersiz olan.
MANEVÎ
(Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
MANEVİYYAT
Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. Dinden, imândan, mukaddesât ve imândan gelen kuvvet (Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, mâneviyatta kördür. H.)
MANEVİYYUN
Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar.
MANEVRA
Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Ask: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir biçimde düzenlenmesini te'min eden bütün hareketler. * Barış zamanında kıt'alara ve kurmay hey'etlerine harptekilere benzer şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hareket.
MANGA
Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca ile avcı erleri bulunur.) * Savaş gemilerinde erlerin yattığı koğuş.
MÂNİ'
Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür.
MÂNİA
Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk.
MA'NİDAR (MÂNİDAR)
f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.)
MA'NİDARANE
f. Mânâlı şekilde.
MÂNİ-İ ŞER'Î
şeriatça kabule engel olan, mâni' olan hâl.
MANİVELA
Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol.
MANKEN
Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli.
MANSAB
(Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb)
MANSIB
(Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'.
MANSIBDÂR
f. Mansıbda bulunan.
MANSUB
Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan.
MANSUBÎN
(Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar.
MANSUR
Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur)
MANSURİYYET
Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma.
MANSUS
Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış.
MANŞET
Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası.
MANTIK
(İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz.
MANTIKAN
Mantığa göre. Mantıkça.
MANTIKÎ
Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun.
MANTIKÎ KIRÂET
Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.
MANTIKİYYÂT
Mantıkla alâkalı mes'eleler.
MANTIKİYYUN
Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri.
MANTUH
Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen.
MANTUK
Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. " Şu kitabı satın aldım", sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, mefhum.
MANYATİZMA
Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma)
MANYETİK
(Bak: Magnetik)
MANZAM
(C.: Menâzım) Sıra, dizi.
MANZAR
(Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş.
MANZARA
Dışarıyı görecek pencere.
MANZARANÎ
Gösterişli ve güzel adam.
MANZAR-I ÂLÂ
En yüksek bakış yeri. Kudsi ve en yüksek manzara. Cennet manzarası, arş-ı azam.
MANZAR-I ÇEŞM
Gözbebeği.
MANZARÎ
Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam.
MANZUD
Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş.
MANZUM
Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş.
MANZUMAT
Manzumeler.
MANZUME
Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem.
MANZUME-İ ŞEMSİYE
Güneş sistemi, güneş ve etrafında dönen seyyâreler topluluğu.(Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sânii'nin vücuduna ve vahdâniyyetine güneş gibi parlak ve nurani bir penceredir. Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare: Cirmleri, küçüklük - büyüklük itibariyle pekçok muhtelif ve mevkileri, uzaklık - yakınlık noktasında pek çok mütefâvit ve sür'at-i hareketleri, çok mütenevvi' olduğu halde kemal-i intizam ve hikmet ile ve kemal-i mizan ile ve bir saniye kadar şaşırmı(Zeker) hareketleri ve deveranları ve güneş ile, câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhi ile bağlanmaları, yâni onlar imamlarına iktidaları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyyeyi ve Vahdâniyyet-i Rabbâniyyeyi gösterir. Çünki: O câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri, nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti isbat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünki: Bir dakika, tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin def'a büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.Manzume-i şemsiyenin, yâni şemsin me'mumları ve meyveleri olan oniki seyyarenin acâibini ilm-i muhit-i İlâhiye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir azamet-i şevket-i Rububiyyeti ve haşmet-i saltanat-ı Uluhiyyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir surette Güneşin etrafında, emr-i Rabbâni ile - Üçüncü Mektupta beyan edildiği gibi - pek büyük bir hizmet için bir uzun seyr ve seyahat, ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zişuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, Kamer dahi dakik hesaplarla azim hikmetlerle ona takılmış ve o Kamere başka menzillerde ayrı seyr ve seyahat verilmiş. İşte bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle, bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder. Mâdem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin. Hem Şemse, kendi mihveri üstünde cazibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyaratı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre "Herkül Burcu" tarafına veya Şems-üş-şümus cânibine sevk etmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. Güya haşmet-i Rububiyyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. S.)
MANZUR
Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen.
MANZURE
Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın.
MAR
f. Yılan.
MA'RA
Vücudun çok zaman çıplak olan yeri.
MARAN
(Mâr. C.) f. Yılanlar.
MARATON
yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu.
MARAZ
Hastalık, illet, dert. Belâ.
MA'RAZ
(Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher.
MA'RAZGÂH
Arzolunan yer, sergi.
MA'RAZ-I ACÂİB
Acâiblerin teşhir olunduğu yer.
MARAZ-I MÜSTEVLÎ
Salgın hastalık.
MARAZ-I SÂRÎ
Tıb: Bulaşıcı hastalık.
MARAZÎ
(Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı.
MARAZİYYÂT
Hastalıklar ilmi, patoloji.
MA'REC
Çıkacak yer, merdiven.
MA'REF
Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri.
MA'REFE
Atın yelesi bittiği yer.
MAR-EFSA
f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi.
MA'REKE
Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk.
MAREŞAL
Fr. (Bak: Müşir)
MA'RET
Kabahat, suç, ayıp, günah.
MAR-GİR
f. Yılan tutan, yılan tutucu.
MARHİC
Yılan balığı.
MARHUK
Kuşkonmaz bitkisi.
MARIK
Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan.
MARIN
(Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak.
MARIZ
Hasta, alil, mariz.
MA'RIZ
(Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam.
MARİC
Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut.
MA'RİC
Merdiven, yükseliş yeri.
MARİD
Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid.
MA'RİFE
Gr: Arabçada mübhem olmayan " " harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif)
MA'RİFET
Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân)
MA'RİFET MERTEBELERİ
(Bak: Yakin)
MA'RİFETPERVER
f. Hünerli, marifetli.
MA'RİFETULLAH
Masnuat-ı İlâhiyeyi ve Kur'âni hakikatleri tefekkür ve tahsil ile veya lütf-i İlâhi ile kalbi inkişâf ve basirete sâhib olmak. Esmâ-i İlâhiyyeyi tanımak. İlâhi hakikatlara vukufiyet. Her işte Allah rızâsına en uygun hareket tarzını bilip amel etmek. (Ma'rifetin zıddı; inkârdır. İlmin zıddı ise; cehildir.) (Bak: Vicdan-İrfân)(Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râzi'ye mektubunda demiş: "Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Bu ne demektir? Maksad nedir soruyor?Usul-üd-din imamları ve ulema-i ilm-i Kelâmın akaide dair ve vücud-u Vâcib-ül-Vücud ve Tevhid-i İlâhiye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm'ın imamlarından Fahreddin-i Râzi'ye öyle demiş.Evet, İlm-i Kelâm vasıtasiyle kazanılan Mârifet-i İlâhiye, mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'an-ı Mu'ciz-il Beyan'ın tarzında olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir; hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşâallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın cadde-i nurânisinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.Hem, Muhyiddin-i Arabi'nin nazarına, Fahreddin-i Râzi'nin İlm-i Kelâm vâsıtasiyle aldığı mârifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan mârifet dahi, Kur'an-ı Hakim'den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırriyle alınan mârifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki: Muhyiddin-i Arabi mesleği, huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzur-u dâimiyi kazanmak için $ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur'an-ı Hakim'den alınan mârifet ise, huzur-u dâimiyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkum-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak nâmına istihdam eder. Herşey mir'at-ı mârifet olur. Sa'di-i Şirazi'nin dediği gibi: $ Herşeyde Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine bir pencere açar.Bâzı Sözlerde ulema-i İlm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur'andan alınan minhâc-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, bâzıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i İlm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakim'in minhâc-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asâ-yı Musâ gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. $ düsturunu, herşeye okutturuyor.Hem imân yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasılki: Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ.. letâif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabi, Fahreddin-i Râziye bu noktayı ihtar ediyor. M.)
MARİN
Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer.
MARİSTAN
f. Hastahâne.
MARİZ
(Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.
MARİZANE
f. Hasta olarak.
MÂRR
Geçen, geçmiş, yürüyen.
MÂRRE
Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen.
MÂRRÎN
(Mâr. dan) Geçenler.
MÂRRİN Ü ÂBİRÎN
Gelip geçenler. Gelen giden.
MÂRR-ÜL BEYAN
Beyânı yukarıda geçmiş olan.
MÂRR-ÜZ ZİKR
Yukarıda zikri geçmiş olan, yukarda bahsedilmiş olan.
MARSUS
(Bak: Mersus)
MARTULOS
(Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi mânasında Rumca bir kelimedir. * Eskiden Tuna gemicileri, korsanı mânasında da kullanılmıştır.
MA'RUF
Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf)
MA'RUFAT
Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar.
MA'RUF-İ CİHÂN
Dünyaca tanınan ve meşhur. Cihânın bildiği.
MA'RUFİYET
Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık.
MA'RUR
Uyuz.
MA'RUŞ
Üstü çardak şeklinde yapılı bina.
MA'RUZ
Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan.
MA'RUZÂT
(Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler.
MARZAT
Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk.
MARZÎ
Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı.
MARZÎ-İ İLÂHÎ
Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun işler.
MARZİYAT
Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar.
MARZİYE
Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet.
MAS
Yeyni, hafif kimse.
MA'S
Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp.
MA'S
Ovmak. * Dürtmek.
MAS'
Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak.
MASA'
Kılıçla vuruşmak.
MASABAK
(Bak: Masebak)
MASAD
(C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri.
MAS'AD
(C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri.
MASADAK
Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. "Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı" gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de mâsadak denilebilir.
MASADIR
(Masdar. C.) Masdarlar.
MASAFF
Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri.
MASAHA
Sıhhat mevzii. * Kamer, ay.
MASAİB
(Bak: Mesaib)
MASAİD
(Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
MASAİF
(Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler.
MASAK
Darlık.
MASAL
Az miktar olan şey.
MASALE
Sızıntı.
MASAM
Duracak yer.
MASAME
Duracak yer.
MASAN
Eşya saklanacak yer.
MASANİ'
(Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri.
MA'SARA
(Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer.
MASARİ'
(Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları.
MASARİF
(Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar.
MASARİF
(Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.)
MASARİFAT
(Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar.
MASARİF-İ UMUMİYE
Umumi masraflar.
MASARÎN
Bağırsaklar.
MASBAH
Doğacak zaman ve yer.
MASBU'
Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş.
MASBUG
(C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven.
MASD
Cima etmek. * Emmek.
MASDA'
Taşlık yerlerden geçen düz yol.
MASDAR
Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i mekândır, sudur etmek mânasına gelir. Fiilin mâna ve lâfız ciheti ile mebde' ve me'hazidir.
MASDAR-I CA'LÎ
(Mec'ul) yapma olan masdar. Arapçada, bazı isim ve sıfatların sonlarına (-iyyet) ilâve edilerek yapılır. Meselâ: İnsan: İnsaniyyet, Şâir: Şâiriyyet. Câhil: Câhiliyyet. Merbut: Merbutiyyet gibi.Arapça veya Farsça kelimenin sonuna (-îden) eki getirilerek yapılır. Meselâ: Cenk. den, Cengîden: Cenk etmek. Fehm. den, Fehmîden: Anlamak.Taleb. den, Talebîden: istemek.
MASDAR-I MERRE
Fiilin bir defa yapıldığını belli eden masdar. Merre, kerre, lem'a, darbe gibi, "fa'le" vezninden gelen masdarlardır.
MASDAR-I MİMÎ
Başında mim harfi bulunan masdar. (Ketb: Yazmak) masdarının mimisi (mekteb) olduğu gibi.
MASDU'
Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan.
MASDUK
Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş.
MASDUKA
(C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm.
MASDUM
Çarpılmış. Kendisine vurulmuş.
MASDUR
Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan.
MASEBAK
Geçen, geçmiş olan, geçmişteki.
MASELEF
Evvelki, geçmiş.
MA'SERE
(Ma'seret) Zorluk, güçlük.
MASFUF
(Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş.
MASH
Tutmak. * Çekmek.
MASH (MUSUH)
Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak.
MASHARA
Maskara, soytarı. * Tuhaflıklar yapan kimse. * Komik, gülünç. * Zevklenme, eğlenme. * Kepaze, utanmaz, rezil.
MASHARA
(C: Mesâhır) Büyük taşlı yer.
MASHARA-İ ÂLEM
Âlemin maskarası. Kepaze, rezil.
MASHUB
(C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış.
MASHUBEN
Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak.
MASI'
Sağlam vücutlu kimse.
MASIR
Mâni, engel.
MASÎ
f. Pervasız, korkusuz.
MASİF
(C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri.
MASİK
Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan.
MASİLE
Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan.
MASÎR
(C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer.
MASİT
Acı su. * Bir ot cinsi.
MASİVA
Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. (Bak: Taabbüd)(...Ey insan! Kur'anın desâtirindendir ki; Cenab-ı Hakkın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat ma'budiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler. M.N.)
MA'SİYYET
İtaatsizlik, günah, isyan.(Mâsiyetin mâhiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki, o mâsiyete devam eden ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtelâ olur. Terkine imkân bulamıyacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mucib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek ikabı ve gerek dâr-ül-ikabı inkâra sebeb olur.Ve keza, mâsiyete terettüp eden hacâletten dolayı, o mâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle o mâsiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten yevm-i hesabın gelmiyeceğini temenni eder.Şayet yevm-i hesabı nefyeden ednâ bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedâmet edip terketmiyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. El-iyazü Billâh! M.N.)
MASK
Muhkem, sağlam. (Müe: Maske)
MASKAT
Düşülen yer.
MASKAT-I RE'S
Doğum yeri. Vatan. Bir kimsenin doğduğu yer.
MASKU'
Kırağı düşmüş yer.
MASKUL
Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ.
MASL
Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su.
MASLAHAT
İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)
MASLAHATBÎN
f. İş yapabilen. İş görmesini bilen.
MASLAHATGÜZÂR
f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse.
MASLAHAT-I MÜRSELE
Şeriat tarafından ne itibar ve ne de ibtâl ve ilgâ edildiği mâlum olmayan bir mes'elenin maslahat üzere fakihler tarafından hükümlendirilmesi.
MASLAHATKÂRÂNE
f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette.
MASLAHATŞİNÂS
f. İşten anlıyan, iş bilen.
MASLAK
Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük yalak.
MASLİYE
Tarhana çorbası. * Koruk aşı.
MASLUB
Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş.
MASLUBEN
Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle.
MASL-ÜD DEM
Kanın sulu kısmı.
MASMASA
Ağzın önü.
MASNA'
(Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak, köşe.
MASNEA
İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz.
MASNU'
(Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık.
MASNUAT
San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar.
MASNUAT-I SAYFİYYE
Cenab-ı Hakk'ın yaz mevsiminde yarattığı san'atlı güzel eserler.
MASNUK
Nezleli kimse.
MASNU-U VÂHİD
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) (bir tek olan) san'at eseri.
MASON
Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir.
MASR
Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.)
MASRA'
Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı.
MASRAF
Sarfedilen, harcanan. Gider.
MASRİF
(Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli.
MASRU'
Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı.
MASRUAN
Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak.
MASRUF
Sarfolunmuş, harcanılmış olan.
MASS
Yakın olan. * Dokunan. Değen.
MASS
(Mâssa) Emici, massedici.
MASS
Emmek. Bir şeyi eme eme içmek.
MASSA
Maraz, hastalık. * Zahmet.
MASSETMEK
Emmek, emerek içmek.
MAST
f. Yoğurt.
MASTABA
(C.: Masâtıb) Sedir, peyke.
MASTAKİ
Sakız.
MASTİHİ
Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı.
MASTUB
Damarlardan taşmış kan.
MASTUR
(Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış.
MASUBE
İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet).
MASUG
Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz.
MA'SUM
Günahsız, suçsuz.
MA'SUMÂNE
Günahsızcasına, suçsuz olarak.
MA'SUME
Suçsuz kadın veya kız.
MA'SUMİYET
Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk.
MASUN
Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam.
MASUNİYET
Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık.
MASUR
Birbirine katılmış şey. Mümtezic.
MA'SUR
Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış.
MA'SUR
Zor, güç, zorlaştırılmış.
MASUS
Sirke ile pişmiş güvercin.
MASVAT
Çok bağıran.
MASVER
Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve.
MASYEF
(C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri.
MAŞAALLAH
Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.)
MAŞE
f. Maşa.
MA'ŞEB
Otlu yer.
MA'ŞER
Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. * Bölük, topluluk.
MA'ŞERÎ
Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok.
MAŞITA
(Meşşâta) Baş tarayan.
MAŞÎ
(Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü.
MAŞİYE
(C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın.
MAŞİYEN
Yaya olarak, yürüyerek.
MAŞRIK
(Bak: Meşrık)
MA'ŞUK(A)
Aşk ile sevilen, sevgili.
MA'ŞUKİYET
Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli.
MA'ŞUŞ
Zayıf ve cılız adam.
MATA
(C.: Emtâ) Arka.
MA'TAB
(C: Meâtıb) Helâk olacak yer.
MATABİ'
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
MATABİH
(Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler.
MATABÎH
(Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler.
MATAF
(C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer.
MATAHİR
(Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler.
MATAİF
(Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler.
MATAİM
(Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları.
MATAÎM
(Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler.
MATAİN
(Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler.
MATAÎN
(Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan.
MATALİL
(Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler.
MAT'AM
(C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası.
MATAMİH
(Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler.
MATAMÎR
(Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler.
MATAR
(C.: Emtâr) Yağmur.
MATARA
Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı.
MATARE
Kuşu çok olan yer.
MATARIK
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri.
MATARİD
(Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar.
MATARİH
(Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler.
MATAVİ
(Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler.
MATAYA
(Matiyye. C.) Binek hayvanları.
MATBAA
(Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı yerler. Basımevi.
MATBAA-İ ÂMİRE
Devlet matbaası.
MATBAH(A)
Mutbah. Yemek pişirilen yer.
MATBAHA-İ KUDRET
Cenab-ı Hakk'ın âşikâr kuvvet ve kudreti ile bahçe, bağ, tarla ve bostan gibi yerlerde pişmiş gibi hazır gıda maddelerinin yetiştiği yer. Kudret mutbahı.
MATBAH-I ÂMİRE
Saray mutfağı.
MATBU'
Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan.
MATBUAT
Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi)
MATBUH
(C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). * Pişirilmiş yemek.
MATBUHAT
(Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler.
MATE
Öldü.
MATEAHHAR
(Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen.
MA'TEBE
Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek.
MATEKADDEM
(Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri.
MÂTEM
Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma.(...Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer O'nun o nurâni daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidatı dehşetli cenâzeler ve bütün zevil-hayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak; O'nun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumi şevk-i cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. S.)
MÂTEMDÂR
f. Mâtemli, acılı, yaslı.
MÂTEMENGİZ
f. Mâtemi ve yası iktiza eden.
MÂTEMFEZÂ
f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran.
MÂTEMHANE
f. Ağlanılan, yas tutulan yer.
MÂTEMÎ
Yaslı, mâtemli, üzüntülü.
MÂTEMKÜNÂN
f. Yas tutup mâtem ederek.
MÂTEMZEDE
Mâtemli. Yaslı.
MATERYAL
Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler.
MATERYALİST
Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun)
MATERYALİZM
Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği.
MATFA
(İtfâ. dan) Söndürülmüş.
MATH
El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak.
MATHARE
(C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su kabı, matara.
MATHUM
Dolu, dolmuş.
MATIR
(Matar. dan) Yağan, yağıcı.
MATİ'
Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi.
MATÎN
(C: Metâyın) Balçıklı yer.
MATÎR
Yağmurlu gün.
MATÎRAT
Tehlikeli yerler.
MATÎTA
(C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su.
MATİYYE
Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen.
MATİYYE-RÂN
Bindiği hayvanı yola süren.
MATL
Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme.
MATLA'
Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra')
MATLAB
İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye.
MATLAB-I DİL-HAH
Gönlün isteği, arzu, maksad.
MATLUB
İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
MATLUBAT
(Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler.
MATLUL
(C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş.
MATMA'
Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey.
MATMAH
Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer.
MATMAH-I CİHANÎ
Bütün herkese ait tamah olunan ve büyük istekle üzerine bakılan şey.
MATMAH-I NAZAR
Hırsla bakılan şey.
MATMAZEL
Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız.
MATMU'
(Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey.
MATMUR
Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş.
MATMURE
Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar.
MATMUS
Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam.
MATNEB
(C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası.
MATRAH
(C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne. * Bir şey atılan yer.
MATRAN
Taç giymiş piskopos.
MATRED(E)
Irak eden, uzaklaştıran.
MATRİS
Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. * Dizme makinelerinde harf kalıbı.
MATRUD
Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan.
MATRUDÎN
Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar.
MATRUH
Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli atılmış (Binâ).
MATRUK
Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş.
MATRUŞ
Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse.
MATT
Çekmek.
MATTA
İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari)
MATTAL
(Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren.
MATTE
Vesile, sebep.
MA'TUF
Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen. Yöneltilmiş.
MA'TUFUN ALEYH
f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf)
MA'TUH(E)
(Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde.
MA'TUHANE
Bunakçasına, bunamışçasına.
MA'TUK(A)
(C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı.
MAT'UM
(C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam.
MAT'UMAT
(Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler.("Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Halik-ı Rahim, küçük midenin cüz'i arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat'umat-ı lezizenin icadiyle kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyâc-ı fıtriden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve külli ve daimi ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli bekaya dâir gayet kuvvetli duâsını kabul etmesin? Hâşâ.. yüzbin defa hâşâ.." L.)
MAT'UN
(Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n. dan) Ayıplanmış.
MAT'UNEN
Vebâya tutularak.
MATURİDÎ
Mâturidi Mezhebi ve bu mezhebden olan. Semerkand şehrinin Mâturid köyünden olan Ebu Mansur-u Mâturidi'yi (Hicri: 280-332) itikadda imam olarak kabul edenler. Amelde Hanefi Mezhebinden olanlar, itikadda Maturidi mezhebindendir. Çünkü bu Zât, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif görüşleri, eserleri ile reddederek ıslâh etmiştir.
MA'TUT
Mağlup, yenilmiş.
MATV
Çekmek.
MATVÎ
Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey.
MATVİYY
Dürülmüş nesne.
MATVİYYÂT
Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar.
MATVİYYEN
Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak.
MAUK
şer, yaramaz.
MAUL
Üstün gelinmiş.
MA-UL HAYAT
Mc: Haysiyyet. Şeref, yüz suyu. * Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat.)
MA-UL VERD
Gül suyu.
MAUN
Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. * Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey.
MAUN
Yardım, imdat. * Taat. İnkiyad. İtaat.
MÂUN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. "Eraeyte Suresi" de denir.
MAUNE
Mavna. Yük taşıyan büyük kayık.
MAUNET
Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti. * Huk: Masarif.
MÂ-ÜL BAHR
Deniz suyu.
MÂ-ÜL HAYAT
Hayat suyu. (Bak: Ab-ı hayat)
MA'V
Olmuş taze hurma. * Ses, avaz.
MA-VAKAA
Vaki' olan. Hâdise. Sergüzeşt.
MA-VEKA'
(Mâ-Vaka') Vâki olan, olup biten.
MA'VEL
Ağıt edecek yer.
MA-VERA
Bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar.
MÂ-VERAÎ
Öteye mensub ve âid. * Diğer âlemle alâkalı.
MAVERA-ÜN NEHR
Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkelere müslüman coğrafyacıların verdiği ad. Türklerin yaşadıkları bu ülkeler, Ceyhun ve Seyhun ırmaklarının havzalarını ihtiva ediyordu. * Dicle ile Fırat arası.
MAVİYE
Billur taşı.
MAVNA
Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne.
MAVTIN
(C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer.
MAVZER
Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh.
MA'Y
Su arkı. Su mecrâsı.
MAYE
Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.
MAYEDAR
f. Kudretli, paralı.
MAYE-İ ŞEB
Gece karanlığı.
MAYHOŞ
f. Biraz ekşice lezzetli tatlı.
MAYIH
(C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ eden.
MAYIN
ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba.
MÂYİ'
Akıcı. Akıcı madde.
MÂYİÂT
(Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler.
MÂYİ'-İ NÂRÎ
Ateş halinde su veya buhar.
MÂYİİYYET
Mâyilik, akıcılık, sıvılık.
MAYİR
(C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren.
MA'YUB
Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan.
MA'YUBAT
(Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar.
MA'YUBEN
Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak.
MAYUHDES
Sonradan olan.
MAYU'KAL
Anlaşılır.
MAYU'REF
Bilinmez. * Minder altında saklanan şey.
MA'Z
Keçi. Karaca.
MA'Z
Çekmek.
MAZ'
Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak.
MAZ'
Çiğnemek.
MAZA
(Mezâ) Geçti (mânasına fiil).
MAZ'A
Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
MAZA MA MAZA
Olan oldu. Geçen geçti.
MAZACI'
(Mazca. C.) Kabirler, mezârlar.
MAZACİR
(Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
MA'ZAD
Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise.
MAZAĞ
Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek.
MAZAHİR
(Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil olmalar. * Şereflenmeler.
MAZAK
Darlık.
MAZALİM
(Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi.
MAZALLE
(C.: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer.
MAZALLE
Yol aranılan yer.
MAZALLENİŞİN
f. Gölgelikte oturan.
MAZAMÎN
(Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler. * Cinaslı, nükteli sözler.
MAZANNE
(Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan.
MAZANNE-İ HAYR
Kendisinden yalnız iyilik umulan kimse.
MAZANNE-İ SU'
Kendisinden ancak kötülük beklenen kimse.
MAZARR
Zararlar, ziyanlar. Mazarrât.
MAZARRA
Meşakkat, zahmet. * Ziyân.
MAZARRAT
Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
MAZAYIK
(Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler.
MAZAZ
Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme.
MAZBATA
Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme.
MAZBUT
Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş.
MAZBUTÂT
(Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler.
MAZCA'
(Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir.
MAZCER
(C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler.
MA'ZEL
(C: Meâzil) Irak, uzak, baid.
MAZEM
İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer.
MA'ZERET
Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme.
MA'ZERETCU
f. Özür arıyan.
MA'ZERETHÂH
f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen.
MA'ZERETMEND
f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli.
MAZFUF
Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse.
MAZG
Ağızda çiğneme.
MAZGAL
yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi.
MAZHAK
(C: Mezâhık) Gülünç kimse.
MAZHAR
Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
MAZHAR-I ESMÂ
Çok sıfatlara ve isimlere mensub hâller kendinde görünen. İsimlere, isimlerinin üzerinde te'sirlerine mazhar (sâhib) olan. * Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellisine mazhar ve âyine olmuş olan.(Cenab-ı Hak insana giydirdiği vücud libasını san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış. O vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. L.)
MAZHAR-I İLHÂM
Kendine ilhâm olunan. (Arı, hayvan ve insanlara olduğu gibi) Kalbine ilhâm gelen zât.
MAZHARİYET
Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet.
MAZIG
Çiğneyen, çiğneyici.
MAZINNE
(C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer.
MAZIR
Ekşi, hâmız.
MAZİ
Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası.(O Kadir-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarını getirdiği gibi; maziyi icad eten O Zât-ı Kadir, istikbali dahi icad eder. Dünyayı yapan o Sani-i Hakim âhireti de yapar... M.)
MAZİF
Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne.
MAZİFE
İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam.
MAZİ-İ NAKLÎ
Yalnız işitilen bir şeyi anlatan fiil sigası. "Nuri gelmiş" gibi.
MAZİ-İ ŞÂD
Neş'eli, sevinçli mâzi.
MAZİ-İ ŞUHUDÎ
Gözle görünen veya görmüş gibi bilinen bir şeyi anlatan fiil sigası, kipi. "Nuri geldi" gibi.
MAZÎK
Dar yer.
MA'ZİL
Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid.
MAZİLLE
Kıldan yapılma büyük çadır.
MAZÎM
Mazlum.
MAZİN
Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı.
MAZÎR
Ekşi, hâmız.
MA'ZİRE
(C: Meâzir) Özür etmek.
MAZÎRE
Ayran.
MAZİRYUN
Şahtere otu.
MAZİYAN
Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı.
MAZİYAT
Geçmişler. Geçen zamanlar.
MAZİYE
Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek.
MAZÎZ
Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş.
MAZLEME
(C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma.
MAZLUM
Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz.
MAZLUMANE
Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle.
MAZLUMÎN
Zulüm görmüş kimseler.
MAZLUMİYYET
Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık.
MAZMAZ
(İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi.
MAZMAZA
Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu su alıp ağızda çalkalamak.
MAZMİ
Sulanan ekin.
MAZMUM
(Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan.
MAZMUN
Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey.
MAZNUK
Nezle olmuş. Nezleli.
MAZNUN
(Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. * Huk: Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık.
MAZNUNÎN
(Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler.
MAZRA
Ayran. Bir nevi yemek.
MAZRAC
(C: Mezaric) Eski elbise.
MAZRAHÎ
Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne.
MAZREB
Vuracak yer. * İlikli kemik.
MAZRUB
(Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış. * Mat: Çarpılan. (Bak: Madrub)
MAZRUBEYN
Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri.
MAZRUF
Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan.
MAZRUFÂT
(Mazruf. C.) Zarflı olanlar.
MAZRUFEN
Zarf içinde olarak. Zarflı surette.
MAZRUR
Zarar etmiş. Ziyan görmüş.
MAZRUS
Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı.
MA'ZUB
Kötürüm kimse.
MAZ'UF
Zayıf ve cılız. Zayıflamış.
MAZUFE
İzâfe olunmuş.
MA'ZUL
(Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş.
MA'ZULEN
Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak.
MA'ZULÎN
(Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler.
MA'ZULİYET
Azledilme hâli. Açıkta kalınış.
MA'ZUR
Özürlü. Özrü olan.
MA'ZURİYYET
Ma'zurluk. Özürlülük.
MA'ZUZ
Katı, şiddetli, şedid.
MAZZ
Gönlün gamdan ve tasadan yanması. * İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek.
MAZZ
Nar.
MEAB
Ayıp yeri. * Ayıp.
MEAB
Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'.
MEABİD
(Bak: Maâbid)
MEAD
Ahiret. (Bak: Maâd)
MEADİB
(Me'debe. C.) Ziyâfetler.
MEADİN
(Bak: Maâdin)
MEAHİZ
(Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar.
MEAKİL
(Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk.
MEÂL
(Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. * Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son, sonuç.(Meâl, te'vilin me'hazi olan "evl" mânasına masdar-ı mimîdir. Bir şeyin varacağı gâye mânasına ism-i mekân da olur ki, te'vilin hasılı demektir. Bundan başka meâl, bir şeyi eksiltmek mânasına da gelir. Onun için örfte bir kelâmın mânasını her vechile aynen değil de, biraz noksaniyle hasılına göre ifade etmeğe de meâl denilmiştir. E.T.)
MEÂLEN
Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak: Te'vil)
MEALÎ
(Bak: Maâlî)
MEÂLÎ
Kısaca mânasına ait.
MEÂL-İ İCMALÎ
Kısaca hülâsası, kısaca mânâsı. İcmalî meâl.
MEALİM
(Bak: Maalim)
MEALPERVER
f. Mânâlı. * Mâna anlatan.
MEÂN
Mekân, menzil.
MEANN
Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip.
MEAR
Saç ve sakalın dökülmesi.
MEAR
Arlanacak, utandıracak şey.
MEARİB
İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler.
MEARİC
(Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler.
MEARİC SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir.
MEARRE
Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah.
MEASİ
(Bak: Maâsi)
MEASİM
Günahlar. * Günah işlenecek yerler.
MEASİR
(Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler.
MEASİR-İ BERGÜZİDE
Seçme güzel eserler, izler, nişanlar.
MEASS
Talep mevzii, isteme yeri.
MEASS
Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen.
MEAYİB
Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib)
MEAZ
(Bak: Maâz)
MEAZİB
(Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları.
MEAZİF
Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri.
MEAZİN
(Me'zene. C.) Ezan okunan yerler.
MEAZİR
(Mi'zer. C.) Peştemallar.
MEAZİR
Perdeler. Hicablar. * Özürler.
MEBAD
(Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki...
MEBADİ
(Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler.
MEBADİ-İ ZARURİYYE
Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emâreler, başlangıçlar, hazırlıklar. (Bak: Hads)
MEBAHİS
Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri.
MEBAHİS-İ İLMİYE
İlmi bahisler.
MEBAL
(Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer.
MEBALİĞ
(Meblâğ. C.) Paralar, akçeler.
MEBANİ
Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar.
MEBANİ-İ KELÂM
Sözün esâsını teşkil eden şeyler.
MEB'AS
(C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme.
MEB'AT
Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil.
ME'BAZ
(C: Meâbiz) Diz altındaki çukur.
MEBDE'
Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas.
MEBDE-İ SUKUT
Sukutun başlangıcı. Düşüşün mebdei.
MEBDEİYET
Başlangıç olma işi.
ME'BELE
Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer.
MEBERRAT
(Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler.
MEBERRE
(C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş.
MEBERRET
Nöbet şekeri.
MEBGA
Talep mevzii, isteme yeri.
MEBGUZ
Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş.
MEBHAS
Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. * Bir şeyin arandığı yer.
MEBHUR
Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan.
MEBHUS
Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş.
MEBHUS-ÜN ANH
Sözü geçmiş şey. Bahsolunan şey.
MEBHUT
Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
MEBİ'
(Bey'. den) Satılmış şey.
MEBİT
(Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer.
MEBİZ
(C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık.
MEBKALE
(C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer.
MEBLAĞ
Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek.
MEBLEVLE (MİBVELE)
İçine bevledilen kap.
MEBLU'
(Bel'. den) Yutulmuş.
MEBLUL
Nemli, yaş. Islak, ıslanmış.
MEBNA
Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas.
MEBNİ
Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
MEBRADE
Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan.
MEBREZ
Abdesthâne.
MEBRUD
Soğuk, soğumuş.
MEBRUK
Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne.
MEBRUR
Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan.
MEBRUZ
Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub.
MEBSEM
(C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek.
MEBSUS
Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş.
MEBSUT
Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış.
MEBSUTEN
Mebsut olarak.
MEBSUTEN MÜTENASİB
Birbirlerine nisbetli olan iki şeyden birinin artmasıyla, diğerinin de aynı nisbetle artması; veya eksilmesiyle diğerinin de eksilmesidir. Doğru orantılı.
MEBŞURE
Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın.
MEBŞUŞ
(C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış.
MEBTUN
Karnı hasta olan kimse.
MEBTUŞ
Tutulmuş. * Hışım olunmuş.
MEBTUT
Kesilmiş ve ayrılmış.
MEBTUTE
Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın.
MEB'UC
Karnı delinmiş.
MEB'US
Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen.
MEB'USÂN
f. Meb'uslar. Milletvekilleri.
MEB'USİYET
Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi.
MEBYET
Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer.
MEBZUL
Bol. Çok sarf olunan. Ucuz.
MEBZULÎ
Bolluk, çokluk, kesret.
MEBZULİYYET
Ucuzluk. Bolluk.
MEBZULİYYET-İ ELVAN
Renk bolluğu.
MEC'
Hurmayı sütle ıslatıp yemek.
MECA'
Açlık.
MECAA
Hilebazlık etmek, hile yapmak.
MECADİF
(Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri.
MECADİL
(Micdel. C.) Köşkler, kasırlar.
MECAE
(Mecâet) Açlık. Acıkma.
MECAL
Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat.
MECALÎ
(Meclâ. C.) Aynalar.
MECALİS
Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri.
MECAMİ'
(Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler.
MECAMİR
(Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar.
MECANE
Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk.
MECANİK
(Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık)
MECANİN
Mecnunlar. Deliler.
MECARÎ
(Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları.
MECAZ
Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi. Meselâ: Bazı Hadis-i Şeriflerde dünyaya nezâret eden iki melâikenin öküze ve balığa benzetildiği gibi.Edebiyat: Lügatı'nın, "Mecaz" Maddesinde şu tafsilât vardır: Bir kelime, kendi mânasında kullanılırsa; hakikat olur. Eğer bir münasebetle asıl mânasından başka bir mânada istimâl edilir ve kendi mânasında kullanılmasında "karine-i mânia" bulunursa mecaz'dır. Meselâ; tahta kelimesi ağaçtan satıh mânasına olduğu halde hakikattır. Fakat yazı levhası mânâsına kullanılır. Faraza, Muallim tarafından talebeye "tahta başına geç" denilirse, mecaz'dır. Çünkü, levhanın tahtadan yapılmış olması münasebeti ile, bir de başına geçilecek tahtanın ancak yazı tahtası olup döşeme ve tavan tahtalarının başına geçilemiyeceği karine-i mâniası ile, o kelime hakikat mânâsından mecâz mânâsına naklolunmuştur.Nakildeki münasebete alâka denilir. Alâkası teşbih olan mecazlar istiâre, başka türlü alâkası bulunanlar da mecaz-ı mürsel'dir. Mecaz-ı mürselin alâkaları teşbihten başkadır ve en meşhurları şunlardır:1- Hulul : Hakikat ve mecaz mânalarında birinin ötekine mahal olmasıdır. (Derse girildi) denildiği vakit, hâl olan dersin söylenip onun mahalli bulunan dershânenin kasdedilmesi. (Yemekhâneye indi) denilince de, mahal bulunan yemekhânenin zikrolunup yemeğe inildi, denilmek istenmesi gibi.Mânâca cüz'i bir fark ile buna, zarfiyyet, mazrufiyyet alâkası da diyebiliriz.2- Sebebiyyet, müsebbebiyyet : Hakiki ve mecazi mânâlardan birinin diğerine sebeb müsebbeb olmasıdır. "Bir muharrir, kalemiyle geçinir" cümlesinde sebeb olan kalemin zikredilip müsebbeb olan yazı ücretinin kasdedilmesi; kar yağarken söylenilen "bereket yağıyor" cümlesindeki müsebbeb olan bereketin zikredilip, sebeb olan karın murad edilmesi gibi.3- Cüz'iyyet, külliyet : Hakikat ve mecaz mânâlarından biri, diğerinin cüz'ü olmasıdır. Diğer bir tabir ile; bir şeyin bütünü kasdedilmesidir. "Marmaradan her yelkenUçar gibi neş'eli"beytindeki yelken kelimesi gibi. (ki, onun zikriyle bütünü söylenip parçası, yahut parçası söylenip bütünü bulunan kayık murad edilmiştir).4- Itlâk ve takyid : Hakikat ve mecaz mânâlarından birinin mutlak yâni umuma; o birinin mukayyed, yâni hususa delâlet eder olmasıdır. Hayvan kelimesindeki mânâ umumidir. Hayvan deyip de meselâ "At" ı murad etmek onu mukayyed bir mânâda kullanmak demek olacağından "Mecaz" olur.5- Kevniyyet : Bir şeye eski hâlinin ismini vermektir. Bir vâlidenin, yetişmiş oğluna; "bizim çocuk" demesi gibi.6- Evveliyyet : Bir şeyi sonra olacağı isim ile zikretmektir. Tıbbiye ve deniz mekteblerine yeni girmiş talebeye "Doktor ve Kaptan" denilmesi gibi.(Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikate inkılâb eder, hurâfata kapı açar. S.)
MECAZE
Cevizlik yer.
MECAZEN
Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle.
MECAZ-I MÜRSEL
Edb: Kelimenin asıl mânâsıyla mecazî mânâsı arasında benzerlik bulunmasından başka bir alâka bulunmasıyla olan mecazdır.
MECAZÎ
Mecazla ilgili.
MECAZİB
(Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar.
MECBE
Geniş ve işlek yol.
MECBEE
Mantar yetişen yer.
MECBUB
Hayası ve zekeri kesilmiş.
MECBUL(E)
(Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan.
MECBUR
Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)
MECBUREN
İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla.
MECBURÎ
Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde.
MECBURİYET
Zora tutulma. Mecburluk.
MECC
Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak.
MECCAN
Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen.
MECCANEN
Ücretsiz, parasız.
MECCANÎ
Bedavacı. Parasız.
MECCANİYET
Ücretsizlik, meccanilik.
MECD
Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar.
MECDERE
Lâyık olacak mekân.
MECDEYE
Kıtlık yeri.
MECDUD
Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu.
MECDUL
Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş.
MECDUR
Tıb: Çiçek çıkarmış kimse.
ME'CEL
(C: Meâcil) Su toplanan yer.
MECELLAT
(Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler.
MECELLE
Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir mecmua.
MECENNE
Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik.
MECER
Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük asker. * Susuzluk.
MECERRE
(Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi.
MECFER
Beli kalın olan at.
MECHEL
(C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan çöl.
MECHELE
Birini câhilliğe sevkeden şey.
MECHUD
(Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret, güç.
MECHUL
Bilinmeyen. Belli olmayan.
MECHULAT
(Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler.
MECHULİYET
Bilinmezlik, mechullük.
MECHUL-ÜL AHVAL
Kimin nesi olduğu bilinmeyen kimse.
MECHUL-ÜN NESEB
Kimin çocuğu olduğu bilinmeyen kişi.
MECHURE
Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler.
MECHURİYE
Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş.
MECİ
(Meciyyen) Gelme, geliş.
MECİD
Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
MECİDİYE
Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para.
MECL
Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması.
MECLA
(C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde kıl bitmeyen yer.
MECLEB
Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye benzer.)
MECLİS
Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina.
MECLİS-ARA
f. Meclisi süsleyen.
MECLİS-ÂRÂ
Meclisi süsleyen.
MECLİS-EFRUZ
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
MECLİS-FÜRUZ
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan.
MECLİSÎ
Meclisle alâkalı. Meclise ait.
MECLİS-İ A'YÂN
Osmanlı İmparatorluğu zamanında hükümet tarafından seçilmiş olan meclis. (Bunun karşılığı, zamanımızda, senato meclisidir.)
MECLİS-İ MEBUSAN
Halk tarafından seçilen meb'usların meclisi. Millet Meclisi.
MECLİS-İ ÜLFET
Konuşma meclisi.
MECLİS-İ VÜKELÂ
Kabine toplantısı. Bakanlar kurulu toplantısı.
MECLİSİYAN
Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar.
MECLUB
Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun.
MECLUBİYET
Tutkunluk, meclubluk.
MECLÜVV
Parlak, cilâlı. Mücellâ.
MECMA'
Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.
MECMA-I EKBER
En büyük toplanma yeri. Mahşer.
MECMA-I HAKAİK
Hakikatlerin toplandığı yer. Hakikatlerin merkezi.
MECMA-İ ALEYH
Hakkında toplanılan, ittifak edilen, birleşilen şey.
MECMA-ÜL EZDÂD
Zıtların toplandığı yer. * Mutlak hürriyet.
MECMA-ÜL KÜLL
Hepsinin toplandığı yer.
MECMECE
Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek.
MECMEDE
Buzluk, karlık.
MECMU'
Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
MECMUA
Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon.
MECMUAN
Toptan, birden, toplu olarak.
MECMUAT-ÜL AHZAB
Şeyh Ahmed Ziyaeddin-i Gümüşhanevî'nin üç ciltlik bir duâ mecmuası.
MECMUİYYET
Topluluk. Bütünlük. Tamlık.
MECNEB
Çok şey.
MECNUB
Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi.
MECNUN
Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık.
MECNUNANE
f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette.
MECNUNİYET
Delilik. Mecnunluk.
MECR
Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl.
MECRA
Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer.
MECRUH
Yaralı. Yaralanmış. * Huk: İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ.
MECRUHÎN
(Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar.
MECRUR
Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli)
MECS
Ovmak. Dibagat etmek.
MECUBE
Cevap.
MEC'UL
Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan.
ME'CUR
Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen.
MECUS
Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi.
MECUSİ
Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan "Ateşperestlere" bu isim verilmiştir. * Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse.
MECUSİYÂN
(Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar.
MECUSİYET
Mecusilik.
MECVED
Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim.
MECZİR
(C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer.
MECZUB
Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun.(Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar "Cibâli Baba kıssası" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bâzan sahvede ve daire-i akılda görünür, bâzan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir hâlinde gördüğü bir mes'eleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hatâ eder ve hatâ ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalâlete süluk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ, kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.İşte; muvakkat veya dâimi meczub olduklarından, mânen '"mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya tarafdar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imânı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'umane bir sebebiyet verirler. M.)
MECZUBÎN
(Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar.
MECZUM
(Cüzam. dan) Cüzam hastalığına tutulmuş kimse.
MECZUM
Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş. * Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.)
MECZUR
Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.)
MECZUZ
Kesilmiş, münkatı'.
MEÇ
Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç.
MED
Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu.
ME'D
Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak.
MEDA
Mesafe, nihâyet. Son.
MEDACİ'
Yatacak yerler. (Bak: Madcâ')
MEDAFİ'
(Medfa. C.) Ask: Toplar.
MEDAFİN
(Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler.
MEDAHEK
(Bak: Madhek-Mudhike)
MEDAHİL
(Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler.
MEDAİH
Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler.
MEDAİN
(Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğduğu gece bu şehirdeki büyük sarayın eyvanları yıkılmıştı.
MEDAK
Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş.
MEDAMİ'
Göz yaşları. * Gözler.
MEDAMİ'-İ HİCRAN
Hicran gözyaşları. Ayrılık gözyaşları.
MEDAR
Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
MEDARE
Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri.
MEDAR-I FAHR
İftihara sebeb olan. Övmeğe vesile.
MEDAR-I İBRET
İbret almağa yarıyan.
MEDAR-I MAİŞET
Geçim vasıtası.
MEDAR-I SENEVÎ
Dünya, güneş etrafında seyrederken çizdiği farazi dâire.
MEDAR-I TAAYYÜŞ
Maişet tedarikine sebeb olan, geçim vesilesi.
MEDARİC
(Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar.
MEDARİS
Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler.
MEDAR-ÜL AYN
Göz çukuru.
MEDAS
Harman yeri.
MEDASE
Harman yeri.
MEDAYİH
Medhe lâyık işler ve hareketler.
MEDAYİH-İ BÂHİRE
Çok açıktan birisini veya bir şeyi övmek, medhetmek.
MEDAYİN
(Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler.
MEDBEE (MEDBE)
Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd.
MEDBUG
Dibâgat olunmuş, tabaklanmış.
MEDBUR
Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh.
MEDCEN
Bulutlu gün.
MEDD İŞARETİ
Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin birleşmesi.
MEDD Ü CEZİR
Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi.
MEDDAH
(Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci.
MEDD-İ BİSAT
Kilim yayma, halı serme.
MEDD-İ NAZAR
Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz alımı.
MEDD-İ YED
El uzatma.
MEDED
İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah.
MEDEDCU
f. Meded isteyen, yardım arayan.
MEDEDCUYANE
f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette.
MEDE-D-DÜHUR
Dünyanın sonuna kadar.
MEDEDHÂH
f. Meded isteyen, yardım bekleyen.
MEDEDHÂHÎ
f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik.
MEDEDKÂR
f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren.
MEDEDKÂRANE
f. Medet ve yardım edercesine.
MEDEDKÂRÎ
f. Yardımcılık.
MEDEDRES
f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir.
MEDEDRESANÎ
Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik.
MEDE-L-BASAR
Gözün görebildiği kadar.
MEDE-L-EYYAM
Günlerin sonuna kadar.
MEDENİ
Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri.
MEDENİ-İ BİTTAB'
Doğuştan, yaradılıştan huyları ile medeni oluş. * Cenab-ı Hakkın yaratması ile tab'an iyi huylu, kibar, faziletli kimse.
MEDENİYET
Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. * İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.(Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah'ın lutfuna mazhar olanlara müyesser olur. M.N.)(Sual: Sen eskiden şarktaki bedevi aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden, kırk seneye yakındır, medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivâya sokuldun?Elcevab: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvi kanun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine israf ve sefahet.. ve sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçâre beşeri hem gayet fakir, hem gâyet tenbel eyledi. Semâvi Kur'anın kanun-u esasisi $_ $_ $ ferman-ı esasisiyle: "Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir." diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim:Birincisi : Bedevilikte beşer üç-dört şey'e muhtaç oluyordu. O üç-dört hâcatını tedarik etmiyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki garb medeniyet-i zâlime-i hâzırası su'i-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyic ve havâic-i gayr-i zaruriyeyi, zaruri hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şey'e bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek yirmiden ancak ikisi olabilir. Onsekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmağa sevk etmiş. Biçâre avâm ve havas tabakasını dâima mübarezeye teşvik etmiş. Kur'anın kanun-u esasisi olan "vücub-u zekât, hurmet-i riba" vasıtasiyle avâmın havassa karşı itâatini ve havassın avâma karşı şefkatini te'min eden o kudsi kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeğe mecbur etmiş. İstirahat-ı beşeriyeyi zir ü zeber etti!..İkinci Nükte : Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları, beşere birer ni'met-i Rabbaniye olmasından, hakiki bir şükür ve menfaat-ı beşerde istimâli iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkediyor. Meselâ Risale-i Nurdaki "Nur Anahtarı"nın dediği gibi: Radyo büyük bir ni'met iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevi şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malâyani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeğe sevk edip, sa'yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa'y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimâli lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zaruri ihtiyâcata sarf edilmeğe mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz'i misâle binler misâller var.Elhâsıl : Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semâvi dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş... İktisad ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirmeğe; zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o biçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa'y ve amelin şevkini kırıyor! Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zâyi ediyor.Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su'-i istimâl ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hâtıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasiyle intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedi suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi cehennem azâbı veriyor...İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur'an-ı Hakim'in dörtyüz milyon talebesinin intibahiyle ve içinde semâvi, kudsi kanun-u esasileriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsi esasi kanunlariyle beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saâdet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebediden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur'an-ı Mu'ciz-il-Beyan'ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!. R.N.)
MEDENK
f. Kapı sürgüsü. Kilit.
MEDER
Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle.
MEDFA'
(C.: Medâfi') Ask: Top.
MEDFEE
Deve sürüsü. Çok miktar deve.
MEDFEN
Mezar. Defnedilen, gömülen yer.
MEDFU'
Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden çıkarılmış.
MEDFUAT
(Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne.
MEDFUN
Defnedilmiş. Gömülmüş.
MEDH
Büyük bahşiş.
MEDH
Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek.
MEDHA
Övmek, medhetmek.
MEDHA
Deve kuşunun yumurtladığı yer.
MEDHAL
Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
MEDHALDAR
f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan.
MEDHAZA
(C: Medâhız) Ayak kayacak yer.
MEDHENE
Yağhâne.
MEDHİYAT
(Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler.
MEDHİYE
Birini medhetmek için yazılan yazı.
MEDHUL
(Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey girmiş olan.
MEDHUN
f. Tabaklanmış deri.
MEDHUR
Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan.
MEDHUŞ
Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş.
MEDHUŞÂNE
Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde.
MEDİ
(C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su.
MED'Î
Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış.
MEDİBB
Selin aktığı yer.
MEDİD
Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş.
MEDÎH
(Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu.
MEDÎH
Keskin.
MEDİHA
Medih için yazılan kaside, övme.
MEDİHAGÛ
f. Medheden, öven.
MEDİHASENC
f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan.
MEDÎN
Borçlu. * Kul, köle, abd.
MEDİNE
Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi.
MEDİNE-İ MÜNEVVERE
Nurlu, nurlanmış şehir.
MEDİNE-İ SELÂM
Bağdat şehri.
MEDİNET-ÜN NEBİ
Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammedin (A.S.M.) türbesinin bulunduğu Medine şehri.
MEDKUK
Döğülmüş, toz hâline getirilmiş.
MEDL
Zayıf, yeyni kimse.
MEDLEBE
Çınarlık.
MEDLUL
Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan.
MEDLULİYYET
İşâret ve delil olma hâli.
MEDMA'
(C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı.
MEDMEC
Kadeh.
MEDMUM
Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş.
MEDN
Durmak, ikamet.
MEDR
Havuzun içini sıvamak. * Düzmek.
MEDRAA
Ferâce, kaftan, çarşaf.
MEDREC(E)
(C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol. Dağ yolu.
MEDRESE
(Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ.
MEDRESE-İ YUSUFİYE
Hz. Yusuf'un (A.S.) iftira, haksızlık ve zulüm ile hapiste kalmasından kinâye olarak, İmân ve Kur'an hizmetinden dolayı tevkif edilenlerin hapsedildiği yere verilen isim.
MEDRESENİŞİN
Medreseli. Medresede oturan.
MEDRESETÜZZEHRA
(Medreset-üz Zehra) 1914'de Birinci Cihan Harbinden evvel Van'da; Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin açılması için teşebbüse geçtiği ve Artemit'te (Edremit) temelini attığı Şark Üniversitesi'nin bir adı.(Münazarat Risalesi'nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medreset-üz Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile o nurani hakikatı, bir maddî surette arıyordu. Sonra o hakikatın maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad 19 bin altun lirayı Van'da temeli atılan o Medreset-üz Zehra'ya verdi. Temel atıldı, fakat sâbık harb-i umumi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara'ya gittim, yine o hakikata çalıştım. 200 meb'ustan 163 meb'usun imzalarıyla o medresemiz -150 bin banknota iblağ ederek- o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı. Onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı. Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilayetinde tesis eyledi. Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri o âlî hakikatın maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. K.L.)
MEDRUK
Anlaşılmış, derk olunmuş.
MEDRUS
Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş.
MEDSUS
Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey.
MEDŞ
Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması.
MEDUF
Islanmış. * Dövülmüş.
MED'UV
Davet olunan. Çağırılmış. Davetli.
MED'UVVEN
Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak.
MED'UVVÎN
(Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar.
ME'DÜBE
Ziyafet. Düğün.
MEDYUM
(Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden.(Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhani bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için bâzı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere nâmı altında cinnilerle muhabere etmek gibi hattâ bâzı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen.. şimdi de medyumluk nâmı verilen bu mes'ele ile bâzı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki:Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su'-i istimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünki, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnilerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünki: Mâneviyat nâmına hakaik-ı İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habise iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bâzı büyük veliler nâmını verip İslâmiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.Meselâ: Nasılki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasiyle, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat, o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi nâmına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilâf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu misal gibi; bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat nâmına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz'i cilvesi, vahyin mazharı olan o mânevi güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünki: Esfel-i sâfilindeki bir cam parçası mânen a'lâ-yı illiyyinde olan o mânevi güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka birşey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için, Celâleddin-i Süyuti ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü süluk ile terakki ederek o mânevi güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nurun isbat ettiği gibi, peygamberin velâyetiyle bir nevi sohbeti.. kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.Fakat Nübüvvet hakikatı, velâyetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasiyle veyahut terakkiyat-ı ruhiyye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakiki peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı şer'iyyeye medar-ı ahkâm olamaz.Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilâf-ı hakikat, hem hilâf-ı edeb bir harekettir. Çünki a'lâ-yı illiyyinde ve kudsi makamlarda olanları esfel-i sâfilin hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddin-i Süyuti, Celâleddin-i Rumi ve İmam-ı Rabbâni gibi zâtların seyr ü süluk-u ruhanileri gibi seyr ü süluk ile yükselerek o kudsi zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.Rü'ya-yı sâdıkada ervah-ı habise ve şeytan peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp; Sünnet-i Seniyyeye ve ahkâm-ı Şer'iyyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyyeye muhalif ise, tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü'min ve müslüman cinni de değildir. Ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor. R.N.) (Bak: İspirtizma)
MEDYUN
Borçlu. Vereceği bulunan.
MEEKA
Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek.
MEENNE
Alâmet, nişan, işaret.
MEFAD
Fayda vermek.
MEFAFUN
Aklı ve fikri zayıf olan.
MEFAHİM
Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar.
MEFAHİR
İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler.
MEFAHİS
(Mefhas. C.) Kuş yuvaları.
MEFAİL
(Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler.
MEFAKA
Ansızın tutmak.
MEFALİS
(Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler.
MEFARİK
(Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar.
MEFARİŞ
(Mefruş. C.) Kadın eşler.
MEFASIL
(Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri.
MEFASİD
(Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar.
MEFAT
(Bak: Müfad)
MEF'AT
Yılanlı yer.
MEFATIR
Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar.
MEFATİH
(Miftah. C.) Anahtarlar.
MEFATİH-ÜL GAYB
(Bak: Mugayyebat-ı hamse) İmam-ı Razi'nin bir tefsiri.
MEFATİR
(Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler.
MEFAVİZ
(Mefâze. C.) Sahralar, çöller.
MEFAZ
Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek.
MEFAZE
(C.: Mefâviz) Çöl, sahra.
MEFDERE
Dağ keçisinin durağı.
MEF'EM
Karnı geniş olan kişi.
MEFERR
Kaçılacak yer.
MEFHAR
İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey.
MEFHARET
Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey.
MEFHAR-I KÂİNAT
(Mefhar-i Mevcudat) Kâinatın, kendisi ile iftihar ettiği zat mânâsına Hz. Muhammed'e (A.S.M.) alem olmuş bir tâbirdir.Bu tâbirin kavranabilmesi için nurâni bir bahsi naklediyoruz: "Bak, hârika bir surette hüsn-i suretle hüsn-i sireti cem'eden O Mürşid-i Umumi, O Hatib-i Kudsi; cevâhir dolu bir Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okuyor ve bütün beni âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet, pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dâir tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev-i beşere: "Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?" diye irâd ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suâle cevap veriyor...Arkadaş! Şu Zât-ı Nurâni (A.S.M.) Mürşid-i İmâni Resul-ü Ekrem, bak; nasıl neşrettiği hakikatın nuriyle, Hakkın ziyası ile, nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirerek, âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şeklini değiştirerek nurâni bir şekle sokmuştur. Evet, O Zâtın nurâni güzelliği ile kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumi içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebi ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zevâl ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtiyle, tenevvüü ile ve tagayyüratiyle, nukuşiyle tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarı ile bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı. İşte, O Zâtın telkin ettiği imân nazarı ile kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görülecekti. Fakat O Mürşid-i Kâmil'in gözü ile ve imân gözlüğü ile bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir. Evet, kâinat iman nuru ile mâtem-i umumi yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbab ve kardeş olmuşlardır. Cenâze ve ölü şeklini gösteren cemâdât, ünsiyyetli birer hayattar ve lisan-ı hâliyle hâlıkının âyâtını nâtık birer müsahhar me'muru şekline giriyorlar. Ağlayan müteşekki ve eytâm kıyafetinde görünen insan; ibâdetinde zâkir, Hâlikına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüât, tagayyürât ve nukuşu, abesiyyetten kurtuluyor. Rabbâni mektublar, Ayat-ı tekviniyyeye sahifeler, Esmâ-i İlâhiyyeye âyineler suretine inkılâb ederler.Hülâsa: İman nuriyle âlem öyle terakki eder ki: "Hikmet-i Samedâniye Kitabı" nâmını alıyor. Ve insan zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar. Za'fının kuvvetiyle, aczinin kudreti ile, ubudiyyetinin şevketi ile, kalbinin şuâı ile, aklının haşmet-i İmâniyyesi ile hilâfet ve hâkimiyyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ, acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbâb iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mâzi, enbiya ve evliyanın ziyâsı ile ziyâdar ve nurâni görünmeğe başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur'ânın ziyası ile tenevvür eder. Cennetin bostanları şekline girer. Buna binâen, O Zât-ı Nurâni olmasa idi; kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.Binaenaleyh bu kadar garib, acib, güzel kâinat için böyle târifat ve teşrifatçı bir Mürşid-i Harika lâzımdır! "Eğer bu Zât (A.S.M.) olmasa idi kâinat da olmazdı" meâlinde $ olan Hadis-i Kudsi şu hakikatı tenvir ediyor." M.N.)
MEFHAS
(C.: Mefâhis) Kuş yuvası.
MEFHUM
Kömürleşmiş olan.
MEFHUM
Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
MEFÎS
Kaçacak yer.
MEFKAD
Kaybolacak yer.
MEFKARET
İhtiyaç, zaruret.
MEFKUD
Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse.
MEFKUDİYET
Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk.
MEFKUK
(C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış.
MEFKUR
(C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan.
MEFKURE
(Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl.
MEFLUC
Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş.
MEFLUCEN
Felce uğramış olarak. Mefluc olarak.
MEFLUK
Yoksul, zavallı, biçare, miskin.
MEFLUL
Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli.
MEFRAH
Kuluçka çıkarma yeri. Folluk.
MEFRAK
(C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer.
MEFRAT
Çok büyük.
MEFRED
Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri.
MEFREŞ
Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar.
MEFRUG
(C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş.
MEFRUGÜN BİH
Bir kimseye bırakılan şey.
MEFRUGÜN LEH
Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse.
MEFRUK
Ovulmuş nesne. * Zâ'ferân ile boyanmış nesne.
MEFRUK
Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş.
MEFRUŞ
Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı.
MEFRUŞAT
(Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s.
MEFRUŞAT-I BEYTİYE
Ev eşyası.
MEFRUZ
(Farz. dan) Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş. * Var sayılan.
MEFRUZ
İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş.
MEFRUZ-ÜL EDÂ
Edâ edilmesi, ödenmesi farz olmuş.
MEFSAH
Bozma. * Feshedecek, bozacak yer.
MEFSAH
Geniş olacak yer.
MEFSAKA
(Fısk. dan) Günah işlenen yer.
MEFSEDET
Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık.
MEFSİL
(C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal.
MEFSUD
Kendinden kan alınmış kimse.
MEFSUH
Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş.
MEFSUHİYET
Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük.
MEFTAH
Hazine.
MEFTUH
Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf.
MEFTUHANE
f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti.
MEFTUK
Fıtıklı.
MEFTUL
(Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş.
MEFTUM
Sütten ve memeden kesilmiş çocuk.
MEFTUN
Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne.
MEFTUNANE
Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına.
MEFTUNİYET
Tutkunluk. Aşıklık.
MEFTUR
Füturlu, kederli, üzgün, bezgin.
MEFTURANE
f. Bitkin bir halde, bezmişcesine.
MEFTURİYET
Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik.
MEFTUT
Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış.
MEF'UL
Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab mef'uldür.
MEF'UL-Ü SARİH
Doğrudan doğruya mef'ul demektir. Bir harf-i cerle ifâde olunmaz. "Nuri dalı kırdı" cümlesinde "dal" mef'ul-ü sarihtir. "Nuri daldan düştü" dersek, bunu arapça ifâde için (min) harf-i cerri ile söyleyebiliriz. İşte böyle harf-i cerle söylenen mef'ullere, "mef'ul-ü gayr-i sarih" denir. Bunlar mef'uldeki harf-i cerlerin adına göre isim alırlar. Meselâ: Mef'ul-ü maa, mef'ul-ü fih, mef'ul-ü leh gibi.
MEFZA'
Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer.
MEFZAHA
Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey.
MEFZUL
Üstün gelen. Fazla gelmiş olan.
MEFZUR
Eskimiş. * Parçalanmış.
MEGAD
Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.
MEGAFİR
(Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar.
MEGAFON
Sesi yükseltip büyüten alet.
MEGAK
Mezar, kabir, çukur.
MEGANİM
Ganimet malları. Harbde alınan mallar.
MEGAVİL
(Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar.
MEGER
f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki.
MEGES
f. Sinek.
MEGESGİR
f. Örümcek ağı.
MEGES-İ ENGÜBİN
Bal sineği. Arı. Nahl.
MEGESRAN
f. Yelpâze.
MEGESVAR
f. Sinek gibi. Sinek şeklinde.
MEGLUL
(Bak: Maglul)
MEGMUM
(Bak: Magmum)
MEGS
(Bak: Meges)
MEGZ
(Bak: Magz)
MEH
f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay.
MEHAB
Dehşetli ve heybetli yer.
MEHABB
(Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler.
MEHABBET
(Bak: Muhabbet)
MEHABET
Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük.
MEHABİL
(Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları.
MEHACİM
(Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler.
MEHAFET
(Bak: Mahafet)
MEHAH
Tazelik, güzellik.
MEHAİL
(Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler.
MEHAK
Durgun suyun yeşilliği.
MEHAKİM
(Bak: Mahâkim)
MEHAL
Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri.
MEHALİK
(Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler.
MEHAMİD
Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler.
MEHAMİL
Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil)
MEHAMM
(Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü şeyler.
MEHAMMŞİNÂS
f. İşinin ehli. İşden anlıyan.
MEHAN
(Bak: Mühan)
MEHAN
Ağızdan akan su, ağız suyu.
MEHANE
Hakaret.
MEHANEN
Küçümsenerek, hafifsenerek.
MEHANET
Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. * Tedbiri azca olmak.
MEHANNE
Burun.
MEHAR
f. Dizgin, yular. * Devenin burnuna takılan burunluk.
MEHAR
Noksan, eksik. * Merci.
MEHARET
Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda meharet: Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir.
MEHARİC
(Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler.
MEHARİC-İ HURUF
Tecvidde: Ağızda harf seslerinin çıktığı yerler.
MEHASİN
(Bak: Mahasin)
MEHAŞ
Ev eşyası. Mal, mülk, metâ.
MEHAT
(C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. * Güzellik.
MEHATT
Menzil, konak.
MEHAVE
Doğru. * İnce olmak.
MEHAVİ
(Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası.
MEHAVİF
Korkulu yerler.
MEHAZ
Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe deve.
ME'HAZ
Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak.(Cumhur-u avâmı, bürhandan ziyâde me'hazdaki kudsiyet imtisâle sevkeder. M.)
MEHAZA
İşlek yol.
ME'HAZÎ
Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili.
MEHAZİN
Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler.
MEHBEL
Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu.
MEHBİL
(C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı.
MEHBİT
Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer.
MEHBİT-İ VAHY
Vahyin indiği kimse. Vahyin ineceği yer. Münzel-i aleyh.
MEHBUT
Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan.
MEHBUT
Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış.
MEHC
Cömert, eli açık.
MEHCEBİN
f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan.
MEHCENET
Küçük hurma ağacı.
MEHCUR(E)
(Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış.
MEHCURİYET
Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet.
MEHCÜV
Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş.
MEH-ÇE
Minâre, kubbe ve bayrak direğinin üstüne konulan küçük hilâl, ay.
MEHD
Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr kazanmak. * Hazırlanmak.
MEHD-ARA
f. Beşik süsleyen.
MEHDED
Hindibâ otu. * Acı marul.
MEHDİ
Hidâyete eren veya hidayete vesile olan. Sâhib-üz-zaman. "Hususi ve şahsi bir tarzda Allah'ın hidayetine mazhar olan, kendisine Cenâb-ı Hak tarafından yol gösterilen" mânasınadır. Bu kelime ihtida etmiş olanlar için de kullanılmıştır. Mehdi-yi Resul, Mehdi-yi muntazır da denir. Ahir zamanda gelip bütün müslümanları Hakaik-ı imâniye ve Kur'âniyeyi câmi' eserleri ile uyandıracak, dinlerini takviye ve imânlarını tecdit edecek olan ve Peygamberimizin (A.S.M.) Al'inden bir Zâttır. Hz. Peygamberimizin Mehdi hakkındaki tavsiflerinden anlaşılıyor ki; "Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden Din-i Muhammedinin (A.S.M.) ebediyyetine bir alâmet olarak her asırda, her fitne zamanında Mehdi mânâsında bir zâtı gönderip onunla Din-i İslâmı te'yid buyurmuştur." Mehdi-misâl zâtlar gelmişlerdir. Deccâl ismiyle tâbir edilen dehşetli bir şahsın, Müslümanları İslâmiyetten uzaklaştırmak ve sefâhet ve dalâlete ve dinsizliğe sevk etmeğe çalışmasına karşı, İslâmiyyeti, Kur'ânî eserleriyle müdafaa eden ve Kur'ânın ve imânın hakikatlarını izah ve isbat ile müslümanların imânlarını kuvvetlendiren, taklidi imânları tahkiki imân kuvvetine tebdil eden ve ehl-i imânı ikâz edip uyandıran ve her hâliyle Hz. Peygambere (A.S.M.) tâbi olan evliyaullahtan, mücâhid, ferid ve cadde-i Kübra-i Kur'âniye yolunda giden ve bu cadde-i kübrayı gösteren rehber-i zaman, yüksek bir zâttır. (Bak: Deccâl)(Suâl : Ahir zamanda Hz. Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslâh edeceğine dâir müteaddid rivâyât-ı sahiha var. Halbuki, şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevisini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevisine karşı mağlubdur. Şu zamanda kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdat-ı azimesi içinde nasıl ıslâh eder? Eğer Mehdinin bütün işleri harika olsa, şu dünyada Hikmet-i İlâhiyyeye ve Kavânin-i Adetullâha muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?Elcevab: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, Şeriat-ı İslâmiyyenin ebediyyetine bir eser-i himâyet olarak, her bir fesâd-ı ümmet zamanında bir müslih veya bir müceddid veya bir halife-i zişân veya bir kutb-u a'zâm veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübârek zâtları göndermiş, fesadı izâle edip milleti ıslâh etmiş. Din-i Ahmediyi (A.S.M.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müctehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mühdi, hem mürşid, hem kutb-u a'zâm olarak bir zât-ı nurâniyi gönderecek; ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenâb-ı Hak, bir dakika zarfında beynes-semâ ve-l arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülcelâl, Mehdi ile de Alem-i İslâmın zulumatını dağıtabilir ve vâdetmiştir, vâdini elbette yapacaktır. Kudret-i İlâhiyye noktasında bakılsa, gâyet kolaydır. Eğer dâire-i esbâb ve Hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar ma'kul ve vuku'a lâyıktır ki; "Eğer Muhbir-i Sâdıktan rivâyet olmazsa dahi, her hâlde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır", diye ehl-i tefekkür hükmeder. M.)
MEHD-İ UHUVVET
Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan yer.
MEHDİ-İ MUNTAZIR
(Şiilerin itikadına göre) Kıyameti bekleyen mehdi.
MEHDİ-MİSAL
Mehdiye benzer surette. Mehdi gibi hidayete vesile olan.
MEHDİ-Yİ ABBASÎ
(Hi: 120-163) Abbâsi Halifesidir. Ebu Abdullah Muhammed diye de anılır. Halife Mansurun oğludur. Meşhur ve iyiliği ile umumi kabul gören bir zat olup hususan sulh zamanında imparatorluğun inkişafı için çok çalışmıştır. Yeni yollar yaptırmış, postayı ıslâh etmiş ve Abbâsi Sülâlesinin en iyi hükümdarı olarak tanınmıştır.
MEHDİYYE
Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye. Armağan.
MEHDUM(E)
(Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık.
MEHDUR
(Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş.
MEHEBB
(C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer.
MEHEL
(C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek.
MEHENK
Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş.
MEHERE
(Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler.
MEHFAK
Bol nesne.
MEHÎB
İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. * Arslan, esed, gazanfer.
MEHÎL
Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer.
MEHÎN
Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak.
MEHÎR
f. Ay, kamer.
MEHÎRE
Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın.
MEHİST
f. Ağır, sakil.
MEHÎZ
Ayran. * Yağı alınmış yoğurt.
MEHK
İyice ezme.
MEHK
Suyun rengi yeşil olmak.
MEHL
Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme.
MEHLEKE
(C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş.
MEHLİKA
f. Güzel. Ay yüzlü.
MEHMA-EMKEN
Olabildiği kadar. Mümkün mertebe.
MEHME
(C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl.
MEHMED
Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur.
MEHMED AKİF
(1873-1936) Şiir ve manzumeyi sırf İslâmiyete hizmet için yazdı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde İstiklâl Marşı manzumesi kabul edilerek milletin mâneviyatına büyük faydalar sağladı. Çanakkale Şehidlerine hitaben yazdığı manzumesi de aynı mahiyettedir. Bu İslâm mücahidinin şiirleri Safahât isimli yedi kısımdan ibâret bir kitabda toplanmıştır. (R. Aleyh)
MEHMEDCİK
Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır.
MEHMUM
Endişeli. Düşünceli.
MEHMUSE
Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. $ sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı "Huruf-u mechure" dir.
MEHMUSEN
Gizli olarak.
MEHMUZ
Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir.
MEHMUZ-UL AYN
Kelime kökündeki ikinci harf "hemze" olursa, o kelimeye denir. Birinci harfi "hemze" olursa ona: Mehmuz-ul fâ; üçüncü harf hemzeli olur ise ona da: Mehmuz-ül lâm denir.
MEHN (MİHN)
Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik.
MEHPARE
f. Ay parçası. * Çok güzel kimse.
MEHPEYKER
Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan.
MEHR
Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk: Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli.
MEHRAK
(C: Mehârik) Sahife, sayfa.
MEHREB
Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma.
MEHREC
(Bak: Mahrec)
MEHRECAN
Eylül ayının onaltıncı günü.
MEHR-İ MUACCEL
Nikâhta erkek tarafından kız tarafına verilen ağırlık, para.
MEHR-İ MÜECCEL
Boşanma veya ölüm halinde, kız tarafına verilmesi nikâhta kararlaştırılmış olan para.
MEHR-İ MÜSEMMA
İki tarafın rızası ile nikâh bedeli olarak kararlaştırılan para.
MEH-RU
(C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel.
MEHRU'
Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi.
MEH-RUYAN
f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar.
MEH-ŞİD
f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb.
MEHTAB
f. Mâhtâb. Ay ışığı.
MEHTER
(Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. * Tanzimattan önce Pâdişah çadırını kurmağa vazifeli asker. * At uşağı.
MEHTERÂN
(Mehter. C.) Mehterler.
MEHTERHANE
f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı.
MEHTUK
(Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş.
MEHUB
Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan.
MEHUL
Yumuşak yay.
MEHUL
Benli, benekli.
ME'HUL
Ma'mur, imar edilmiş.
ME'HUZ
Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden alınmış.
ME'HUZÂT
Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı.
MEHV
İnce kılıç. * Sulu süt.
MEHVA
(C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin arası.
MEHVARE
f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret.
MEHVAT
Çöl, sahra. * İki şeyin arası.
MEHVEŞ
f. Ay gibi. * Mc: Güzel.
MEHYUM
Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş.
MEHZUL
Düşkün. Zayıf. Arık.
MEHZUM
Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan.
MEIK
Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse.
MEİN
Ağlanacak ve inlenecek yer.
MEJENG
f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen.
ME'K (MÜ'K)
(Amâk-Emâk) Göz pınarı.
MEKA
(C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların inleri ve yatakları.
MEKABİR
(Bak: Makabir)
MEKAD(E)
Yakın olmak, yakınlık.
MEKADİR
(Bak: Makadir)
MEKAHİL
(Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller.
MEKAİD
(Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler.
MEKAL
(Bak: Makal)
MEKAMİN
(Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular.
MEKÂN
(Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal.
MEKÂNE
(C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç.
MEKÂNEN
Mahal ve yer bakımından.
MEKÂNET
Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç.
MEKÂN-I BAÎD
Uzak mekân, uzay yer. (Mekân-ı baîd, yâni: İmanın faide vereceği teklif zamanı, teklif dünyası geçtikten, azab gelip çattıktan sonra iman, iman-ı yeis faydasızdır. E.T.)
MEKANİK
Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası. * Kafa yormaksızın el veya makina ile yapılan.
MEKÂNİS
(Miknese. C.) Süpürgeler.
MEKANİZMA
Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış.
MEKÂRE
Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan satın alınırdı. Bazen geçici bir zaman için, savaş bölgesindeki halktan hayvan toplanır ve belirli miktar ücret ödenirdi.)
MEKÂRİB
(Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar.
MEKÂRİH
(Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler.
MEKÂRİM
(Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.
MEKÂRİM-İ AHLÂK
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine ittiba ve imtisâl edenlerin ahlâkı.
MEKÂRİMKÂR
f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi.
MEKARÎS
(Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler.
MEKÂSİB
(Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler.
MEKÂTİB
(Mekteb. C.) Mektebler, okullar.
MEKÂTÎB
(Mektub. C.) Mektublar.
MEKÂTİB-İ ÂLİYE
Yüksek mektebler. Yüksek okullar. Üniversite ayarındaki mektebler.
MEKÂTİB-İ HUSUSİYE
Hususi mektebler. Özel okullar.
MEKÂTİB-İ İBTİDÂİYYE
İlk mektebler, ilk okullar.
MEKÂTİB-İ İ'DÂDİYYE
Yüksek mekteblere talebeyi hazırlayan, rüştiyeden sonra gidilen mektebler. Liseler.
MEKÂTİB-İ LEYLİYYE
Yatılı mektebler.
MEKÂTİB-İ RÜŞDİYYE
Orta mekteb derecesinde ve altı sınıflık olan Osmanlı Devleti devrindeki mektebler.
MEKÂYİD
(Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar.
MEKÂYİL
(Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler.
MEKAYÎS
Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler.
MEKÂZA
Şiddetli mümârese. Alışkanlık.
MEKBİR
İhtiyarlama, yaşlanma.
MEKBUD
Ciğerinde hastalık olan.
MEKBUT
Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse.
MEKD
Azlık. * İkamet, oturmak.
MEKDUR
Kederlenmiş, kederli.
ME'KEL
(Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek.
ME'KELE
(C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey.
MEKENE
Kertenkele yumurtası.
MEKER
(C.: Mükur) Bir ağaç cinsi.
MEKERR
Cenk edecek yer, savaş meydanı.
MEKFERE
Örtecek, sertredecek yer.
MEKFUF
Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. * Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş.
MEKFUF-ÜL AYN
Gözü keffolmuş. Kör, âmâ.
MEKFUL
(Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş.
MEKFUL-ÜN ANH
Kendisine kefillik edilen kimse.
MEKFUL-ÜN BİH
Kefâlet olunan kimse veya şey.
MEKHUL(E)
(Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli.
MEKÎD
Tuzağa düşen veya düşecek olan.
MEKÎDE
(C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere.
MEKÎDET
Düzen, hile, fesat.
MEKÎL
Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey.
MEKÎLÂT
(Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler.
MEKÎN
Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. * Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem.
MEKÎNET
Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık.
MEKİR
(Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
MEKÎS
Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse.
MEKK
Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek.
MEKKÂR
Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan.
MEKKÂRÎ
Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık.
MEKKE
Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir.
MEKKE-İ MÜKERREME
İlk ismi Mekke olan bu şehire, Hz. Peygamber'in (A.S.M.) gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir.
MEKKÎ
Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet veya sure.
MEKKUK
(C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile.
MEKLA'
Otlu yer.
MEKLUM
Yaralı, mecruh. Yaralanmış.
MEKMEN
(C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri.
MEKMENE
Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine.
MEKMUN
Gizli. Saklı.
MEKN
Kudret, kuvvet, güç.
MEKNAN
Bir ot cinsi.
MEKNE
(C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası.
MEKNİYYAT
(Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler.
MEKNUN
Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum.
MEKNUS
Süpürülmüş.
MEKNUZ
Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
MEKR
(Bak: Mekir)
MEKRE
(C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik.
MEKREME
İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik.
MEKREME-İ UZMÂ
Büyük ikrâm, izzet yeri.
MEKREMET-GÜSTER
Merhamet dağıtan, merhamet yayan.
MEKRUB
Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan.
MEKRUBİYET
Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.
MEKRUH
İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet.
MEKRUHA
Keder, mihnet. şiddet.
MEKRUHAT
(Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler.
MEKRUHİYET
İğrençlik, mekruhluk.
MEKRUME
(Bak: Mekreme)
MEKS
(C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak.
MEKS
Durma, eğlenme, bekleme.
MEKSEB
(C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç vasıtası.
MEKSEFE
(Bak: Miksefe)
MEKSUB(E)
Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. * Yüksekten dökülen. * Çağlayan.
MEKSUF
Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış.
MEKSUF
Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu.
MEKSUR
(Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: "İ" şeklinde kesreli okunan harf.
MEKSUR
Çoğaltılan, çoğaltılmış.
MEKŞUF
Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli.
MEKŞUF-ÜL AVRE
Görünmemesi icab eden yeri açık olan kimse.
MEKŞUF-ÜR RE'S
Başı açık.
MEKTEB
(C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul.
MEKTEB-İ ÂLÎ
Yüksek mekteb, yüksek okul.
MEKTEB-İ HARBİYE
Harp okulu.
MEKTEB-İ HUSUSÎ
Özel okul, hususi mekteb.
MEKTEB-İ İBTİDAÎ
İlk mekteb, ilk okul.
MEKTEB-İ İ'DADÎ
Osmanlılar devrindeki rüştiyeden, yani eski orta mektebden sonra gelen ve talebeyi yüksek mektebe hazırlayan tahsil devresi. Lise.
MEKTEB-İ LEYLÎ
Yatılı mekteb, yatılı okul.
MEKTEB-İ SULTANÎ
İstanbul'da Galatasaray Lisesi.
MEKTUB
Yazılı, yazılmış kâğıt.
MEKTUBAT
Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. * Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi.
MEKTUB-U SAMEDANÎ
Hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah'ın eserleri. Yeryüzü. İnsanlar, ağaçlar, çiçekler, çekirdekler, dağlar, denizler gibi çok hakikatlı mâna ifâde eden Allah'ın mektupları.
MEKTUB-U SÂMÎ
Başbakanlık (sadaret) makamından yazılan resmi mektublar.
MEKTUF
İki eli arkasına bağlanmış olan.
MEKTUM
Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan.
MEKTUMAT
(Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir.
ME'KUL
Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek.
ME'KULÂT
(Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri.
ME'KUM
Tilki ve tavşan ini ve yatağı.
MEK'UM
Ağzı bağlı deve.
MEKUR
Hileci, yalancı, dolandırıcı.
MEKYES
Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse.
MEKYUL
Kile ile ölçülmüş.
MEKZEBE
Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra.
MEKZUBE
Palavra, yalan söz.
MEKZUM
Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı.
MEL'
Seri seyr.
MELA
Gece ve gündüz.
MELA
(C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â : Meşveret. * Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy, ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak.
MELA'
Otu olmayan yer.
MELAB
Bir cins güzel koku.
MEL'AB
(La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri.
MEL'ABE
(La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak.
MEL'ABEGÂH
f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri.
MEL'ABE-İ SIBYÂN
Çocuk oyuncağı.
MELABİS
Elbiseler. Giyecek şeyler.
MELACE
Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak.
MELACİ'
(Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler.

Bearbeiten

.*Karoglan*.

Gast

4

28. August 2013
MELAGIM
Ağız çevresi.
MELAH
Atın ayağında olan verem.
MELAH
f. Çekirge.
MELAHA (MÜLUHA)
Tatsızlık, tuzsuzluk.
MELAHA (MÜLUHA)
Tuzluluk. * Güzellik.
MELAHAT
Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su.
MELAHİ
Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler.
MELAHİDE
Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar.
MELAHİF
(Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar.
MELAHİM
Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame)
MELAİB
(Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler.
MELAİK
(Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar.
MELAİK(E)
(Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.
MELAİKE-İ KİRAM
Büyük meleklerin büyükleri: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (A.S.)(... Melâike, bir ümmet-i azimedir ki; sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriyye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler. S.)(... Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o fertlerin a'za ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip Dergâh-ı İlâhiyeye takdim etmek için kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve her bir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-i hakikat olarak Muhbir-i Sâdık haber vermiş ve hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebât-ı Rabbâniyeyi tebliğ ve izhâr eden Cebrâil (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Halika mahsus olan icraat-ı İlâhiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkârâne nezâret eden İsrafil (A.S.) ve Azrâil (A.S.) ve hayat dâiresinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsânât-ı Rahmâniyeye nezâretle berâber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mâhiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i Rububiyyetin muktezasıdır. Onların ve her birinin mahsus tâifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat'idir ve şüphesizdir. Melâikeye âid başka maddeler bunlara kıyas edilsin. Ş.)
MELAİN
(Mel'un. C.) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar.
MELAİN
(Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler.
MELAK
Mala.
MELAK
Lütuf, muhabbet, sevgi.
MELAL
Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur.
MELAL-AVER
f. Usanç verici, usandıran, sıkan.
MELAM
Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik.
MELAMET
Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık.
MELAMETZEDE
(C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış.
MELAMET-ZEDEGÂN
(Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar.
MELAMİ'
(Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar.
MELAMÎ
Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak: Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan.
MELAMİH
(Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri.
MELAMİYYUN
(Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar.
MEL'AN
Dolu olan, taşkın.
MEL'ANE(T)
(La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve insan menzili.
MEL'ANETKÂRANE
f. Lânete müstehak surette.
MEL'ANET-PİŞ
f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan.
MELAS
Kaypakça olmak.
MELAS
Saracak ve dürecek yer.
MELASET
Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet)
MELASSA
Hırsız ve haydut yatağı.
MELAVET
Vakit, zaman.
MELAZ
Sığınılacak yer. Melce'.
MELAZE
Badem ağaçları olan yer.
MELAZE
f. Küçük dil.
MELAZİB
(Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar.
MELAZZ
Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler.
MELBES
Giyecek şey. Elbise.
MELBES Ü ME'KEL
Giyecek ve yiyecek.
MELBUS
Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş.
MELBUSÂT
Giyilecek şeyler. Elbiseler.
MELC(E)
Emmek.
MELCE'
Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer.
MELD
Yumuşak olmak.
MELDA
Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız.
MELDUG
(Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş.
ME'LE
(C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe.
MELE'
(C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. * Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu mekân. * Kalabalık, güruh, cemaat, topluluk. Halk.
MELED
Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik.
MELE-İ A'LÂ
Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.
MELEK
Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve güzel olan kimse. (Bak: Melâike)
MELEKA
Düz kayacak nesne.
MELEKÂT
(Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar.
MELEKÂT-I AKLİYYE
Tecrübe neticesi aklen bilinen kolaylık, tecrübeden doğan bilgililik.
MELEKE
Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese.
MELEKÎ
(Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. * Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı.
MELEK-İ MÜEKKEL
Muayyen bir işle tavzif edilmiş melek. (Bak: Melâike)
MELEK-İ SİYÂNET
Allah'ın emri ile insanları koruyan, muhafaza eden melek.
MELEKUT
Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi. (Bak: Arş)(İnsan mülk ciheti ile kalbe zarf olur, melekut cihetiyle de mazruf olur. M.N.)
MELEKUTİYÂN
Melekut âleminden olanlar.
MELEK-ÜL BİHAR
Denizlere nezaret eden melek.
MELEK-ÜL CİBÂL
Dağlara nezâret eden melek.
MELEK-ÜL EMTÂR
Yağmurla vazifeli olan melek.
MELEK-ÜL MEVT
İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.)
MELEK-ZAD
Melekten olmuş gibi, çok güzel.
MELEL
Bıkma, usanma, bezme.
MELEM
Yaramaz tenbel kimse.
MEL'EM (MİL'EM)
Ölçüsünde cimrilik yapan.
MEL'EME
Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara yırtığını bağlamak.
MELEVAN
Gece ve gündüz.
MELEZ
(Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık.
MELFUF
Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan.
MELFUFAT
(Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar.
MELFUFEN
Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey.
MELFUHA
(C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk.
MELFUZ
(Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf.
MELFUZÂT
(Melfuz. C.) Konuşulan şeyler.
MELH
Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir.
MELH
Yemeğe tuz koymak. * Çocuk emzirmek.
MELHAME
Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası.
MELHAME-İ KÜBRÂ
Büyük ve kanlı savaş, harp.
MELHEC
(C: Melâhic) Darlık.
MELHED
Kabrin çukur açılacak yeri.
MELHEM
Hurma ağacı çok olan yer.
MELHEZ
(C: Melâhız) Darlık çekecek yer.
MELHUB
(Lehb. den) Alevli, alevlenmiş.
MELHUD
(Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş.
MELHUF
Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen.
MELHUFÂN
(Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette kalanlar.
MELHUFÎN
Hasrette kalıp yardım isteyenler.
MELHUK
Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş.
MELHUZ
Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir.
MELHUZÂT
(Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller.
MELİ'
Otu olmayan yer.
MELÎH
(C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu.
MELÎH
Tatsız tuzsuz yemek.
MELİK
Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir)
MELÎK
Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.)
MELÎKÂNE
f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı.
MELÎKE
Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe.
MELÎL (MELİLE)
Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli. Melul.
MELÎS
Bir şeyi şiddetle tutmak.
MELÎS
şişman ve tenbel olan kişi.
MELÎT
Cenin.
MELİYY
Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf.
MELK
Kudret, kuvvet. Şiddet. * Mübalağa.
MELK
Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. * Vurmak.
MELKEAN
Kötü, yaramaz kimse.
MELKEME
El ile vurulan yerin yarası.
MELKUHA
(C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk.
MELKUT
Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk.
MELL
Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak, kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek.
MELLA
Zengin kimse.
MELLAH
Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen.
MELLAH
(C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci.
MELLAHA
Tuz çıkan yer.
MELLAHAN
(Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler.
MELLAHE
Tuzla.
MELLAHÎN
(Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar.
MELLASE
Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü.
MELLE
Çukur.
MELMUS
(C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş.
MELMUSAT
(Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler.
MELS
Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün.
MELS
Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek.
MELSA'
Pürüzsüz ve düz yer. * şarap.
MELSUK
Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş.
MELSUN
(C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb.
MELTAFA
Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf.
MELTEM
Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr.
MELTUT
Karışmış, mahlut.
MEL'UB
Salyalı ağız.
ME'LUF
Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş.
ME'LUFİYET
Alışıklık, ünsiyet.
ME'LUK
Deli. Divâne.
MELUL
Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun.
MELULÂNE
Acıklı ve mahzun bir hâlde.
MELUM
Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş.
ME'LUM
Kederli. Eleme, derde tutulmuş.
MEL'UN
Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş.
MELVAN
Gece ve gündüz.
MELYENE
Yumuşaklık.
MELZE
At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile ta'n eylemek.
MELZUM
Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış.
MELZUMİYET
Lüzumlu kılma. Melzumluk.
MEMALİK
(Memleket. C.) Memleketler.
MEMALÎK
(Memluk. C.) Köleler. kullar.
MEMALİK-İ HÂRRE
Sıcak memleketler. İklimi çok sıcak olan mıntıkalar.
MEMALİK-İ OSMANİYE
Osmanlı memleketi. Osmanlılara aid memleketler.
MEMAT
Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt)
MEMDUD
(Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş.
MEMDUDE
Balçıklı ve kesekli yer.
MEMDUDÎ
Tel çeken.
MEMDUH(A)
Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş.
MEMDUHAT
(Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer şeyler.
MEMDUHİYYET
Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş.
MEMEDD
(Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer.
ME'MEN
Sağlam. Güvenilir. Emin yer.
MEMERR
Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri.
MEMERR-İ NÂS
Herkesin geçtiği yol. Geçit.
MEMERR-ÜL MAHLUKAT
Mahlukatın geçtiği yer. Dünya.
MEMHUR
Mühürlenmiş. Damgalanmış.
MEMHURE
Sürülüp nadas olmuş yer.
MEMHURE
Nikâh bedeli verilmiş olan kadın.
MEMHUS
Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan.
MEMHUVV
(Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş.
MEMHUZ
Yağı alınmış yoğurt.
MEMÎL
Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme.
MEMKÛR
(C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış.
MEMKURE
Sirkeli ve sarmısaklı balık.
MEMKÛRE
Uysal, yakışıklı.
MEMKUT
Düşmanlık edilen, hased edilen.
MEMLAHA
(Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.
MEMLEKET
(C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. * Bir insanın doğup büyüdüğü yer.
MEMLU
Doldurulmuş. Dolu.
MEMLUH
Tuzlanmış. Tuzlu.
MEMLUHAT
(Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler.
MEMLUK
Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan.
MEMLUKÂNE
f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı.
MEMLUKİYYET
Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik.
MEMLUL
(Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş.
MEMNU'
Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş.
MEMNUAT
(Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler.
MEMNUİYYET
Yasaklık. Haram veya yasak oluş.
MEMNUN
(Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. * Kesilmiş.
MEMNUNEN
Sevinerek, memnun olarak.
MEMNUNİYYET
Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet.
MEMRU'
Otlu yer.
MEMSUD
Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan.
MEMSUDE
Devrik yüzlü, münkabız kimse.
MEMSUH
El ile sıvanmış, mesh olunmuş. Temas edilmiş.
MEMSUH
Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan.
MEMSUN
Mesâne hastalığına tutulmuş kimse.
MEMSUS
Dokunulmuş.
MEMSUS
Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik.
MEMŞA
(Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer.
MEMŞUK
Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at.
MEMTUL
Çekiçle döğülerek işlenmiş.
MEMTUR
Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış.
MEM'UD
Midesinde hastalık olan.
ME'MUL
Umulan. Ümid edilen. Beklenilen.
ME'MUM
İmama uyan kimse. İlerdekine uyan.
ME'MUME
Beyine ulaşan yara.
ME'MUN
Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı.
ME'MUN-ÜL ÂKİBE
Akibetinden emin. Sonu emin, korkusuz.
ME'MUR
Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.
ME'MUREN
Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek.
ME'MURÎN
(Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar.
ME'MURİYET
Me'murluk. Vazife, görev, hizmet.
ME'MURİYET-İ ASLİYE
Asıl me'murluk.
ME'MUR-ÜN BİH
Emrolunan şey.
MEMUT
Meyyit. Ölmüş.
MEMZUC
Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. * Şakalaşmak. * Oynamak.
MEN
(İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. "O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki" gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi okunabilir. Akıl sahibleri hakkında kullanılır. Mevsule, şartiye, nekre-i tâmme, nekre-i mevsule olur.
MEN
f. Ben. (Farsçada birinci şahıs zamiri) (Bak: Mâ)
ME'N
(C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç.
MEN'
Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.
MEN DAKKA DUKKA
Kapı çalanın kapısı çalınır. Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur.
MEN ENE
Ben kimim?
MEN HÜVE
O kimdir?
MEN LEHÜL HAKK
Fık: Hak sahibi olan kimse.
MEN LEM YEZUK LEM YEDRİ
Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez.
MENA
İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem)
MEN'A
Ölüm haberi. Vefat haberi.
MENAAT
Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük.
MENAAT-I MEVKİİYE
Arazi sarplığı.
MENAB
Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri.
MEN'AB
Cömert. * Hızlı yürüyen.
MENABİ'
(Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler.
MENABİ-İ AŞERE
On menba.
MENABİ-İ SERVET
Zenginlik kaynakları.
MENABİK
Batman.
MENABİR
(Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler.
MENABİT
(Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar.
MENACİL
(Mincel. C.) Ekin orakları.
MENACİM
(Mencem. C.) Terâzi kolları.
MENADİF
(Mindef. C.) Hallaç yayları.
MENADİL
(Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler.
MEN'AF
(C.: Menâif) Dağın sivri tepesi.
MENAFİ'
(Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar.
MENAFİH
(Minfâh. C.) Körükler.
MENAFİ-İ UMUMİYE
Umumi menfaatler, umumi faydalar.
MENAFİZ
(Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler.
MENAH
f. Geniş, bol, ferâh. * Dar.
MENAHE
(C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne.
MENAHİ
(Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler.
MENAHİC
(Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar.
MENAHİC-İ HÜKEMÂ
Hakîmlerin, ilm-i kelâm âlimlerinin meslekleri ve gittikleri mânevi yollar.
MENAHİL
(Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan yerler.
MENAHİR
(Menhir. C.) Burun delikleri.
MENAHİR
(Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler.
MENAHİS
(Minhas. C.) Uğursuz şeyler.
MENAHİT
(Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri.
MENAHİZ
(Minhaz. C.) Burun delikleri.
MENAÎ
(Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler.
MENAİF
Dağların sivri tepeleri.
MENAİH
(Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler.
MENAİR
(Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet.
MENAKIB
(Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri.
MENAKİB
(Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar.
MENAKİR
(Münker. C.) Günah ve kötü şeyler.
MENAKÎR
(Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı kalemleri.
MENAL
Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey.
MENAM
Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası.
MENAME
Yatak, döşek.
MENAMEN
Uyuyarak. Uykuda olarak.
MENAR
Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri.
MENARE
(C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare.
MENAS
Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt.
MENASI'
(Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer.
MENASIB
(Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler.
MENASIB-I SEYFİYE
Askerlik hizmetleri.
MENASİK
(Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz.
MENASİK-ÜL HAC
Hacı olmak için Mekke-i Mükerreme'ye gidenlerin Kâbe'yi ziyaret etme, Arafat'ta vakfeye durma, kurban kesme, ihram giyme, muayyen bir yerden bir yere kadar yürüme gibi yapılan ibadet rükünleri. (Bak: Sa'y)
MENASİM
(Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler, nişânlar.
MENASİR
(Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri.
MENASSA
Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak.
MENAŞİR
(Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları. * Mat: Prizmalar.
MENAT
Dönecek yer, merci'. * İlişip asacak yer.
MENAT
İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı.
MEN'AT
Ölüm haberi.
MENATIK
Mıntıkalar, bölgeler.
MENATIK-I BAÎDE
Uzak mıntıkalar. Uzak bölgeler.
MENATIK-I DUŞİZE-İ TAHAYYÜL
Tahayyülün bâkir mıntıkaları.
MENAVİR
(Minare. C.) Minareler.
MENAYA
(Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler.
MENAZIM
(Manzam. C.) Sıralar, diziler.
MENAZIR
Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler.
MENAZİ'
(Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler.
MENAZİL
(Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri.
MENBA'
Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
MENBAT
Suyun çıktığı yer. Menba'.
MENBEL
Tembel, uyuşuk.
MENBER
(C: Menâbir) Yüksek olacak yer.
MENBİC
Mevzi ismi. (Oraya nisbetle "menbicâni" derler.)
MENBİT
Otlu yer, otlak, çayır.
MENBUŞ
Açılmış, soyulmuş.
MENBUZ
Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk.
MENCA
(Bak: Mence')
MENCAT
Kurtulma, necât bulma. Halâs olma.
MENCE
(Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma.
MENCED
(C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık.
MENCEM
(C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden.
MENCENİK
(Bak: Mancınık)
MENCENUN
(C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı.
MENCINIK
(C: Mencınıkât) Mancınık.
MENCUB
Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh.
MENCUD
Kederli, tasalı, gamlı.
MENCUK
f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak, bayrak. * Şemsiye.
MEND
f. Kelimelerin sonuna getirilerek "sahip" mânasına edattır.
MENDEB
Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama.
MENDEME
Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer.
MENDİL
(Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete.
MENDUB
Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. * İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp ağlanan ölü.
MENDUD
Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.
MENDUF
Didilmiş, atılmış.
MENDUHA
Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas.
ME'NE
Böğür, hâsıra.
MEN'E
Dibâgat için ısladıkları deri.
MENEA
(Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat.
MENEND
(Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih.
MENFA
Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri.
MENFAAT
Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.
MENFAATBAHŞ
f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren.
MENFAATDÂR
f. Menfaat ve fayda gören.
MENFAATPEREST
f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse.
MENFED
Tükenmek, yok olup gitmek.
MENFER
Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer.
MENFES
(Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer.
MENFEZ
Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer.
MENFÎ
Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz.
MENFİYYEN
Sürgün olarak.
MENFUH
Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş.
MENFUR
Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz.
MENFUS
Yeni doğmuş çocuk.
MENFUŞ
(Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş.
MENGENE
Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet.
MENGUŞ
f. Küpe.
MENH
Burun deliği.
MENH
Verme, ihsan etme.
MENHAR
(C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha.
MENHAT
Mâni, nehyedici, engel.
MENHEB
Yağma etmek. Yağma edecek yer.
MENHEC
(C.: Menâhic) Geniş, açık yol.
MENHEC-İ SEDÂD
Doğruluk yolu. Sırât-ı müstakim.
MENHEL
(C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer.
MENHERE
(C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük.
MENHÎ
Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey.
MENHİR
(C.: Menâhir) Burun deliği.
MENHİYYAT
Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.
MENHUB
Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin.
MENHUB(E)
(Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş.
MENHUM
Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren kişi.
MENHUS
Zayıf, etsiz.
MENHUS
Kuyruğunun yanları uyuz olan deve.
MENHUS
Uğursuz. Kötü. Meş'um.
MENHUŞ
Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş.
MENHUT
Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç.
MENİ
Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.
MENİ'
Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor.
MENÎ
f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik.
MEN-İ MUHAKEME
Muhakemeyi durdurmak, muhakemeye lüzum görmeyip menetmek.
MENİE
Ölüm, mevt.
MENİHA
Hediye, armağan, bahşiş.
MENİN
Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip.
MENİŞ
f. Tabiat, huy, mizac.
MENİYYE
Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan.
MENKA'
Su toplanan çukur.
MENKAB (MENKABE)
(C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil. * Delik açılacak yer.
MENKABE
Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.
MENKAL
Nakledecek mekân.
MENKASE
Eksiklik, noksanlık.
MENKEL
Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.
MENKİB
(C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer.
MENKU'
(Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış.
MENKUB
(Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan.
MENKUB
(U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş.
MENKUHA
Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın.
MENKUL
Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan.
MENKULAT
Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel)
MENKUR
İnkâr olunmuş.
MENKUR
Delinmiş. Oyulmuş.
MENKUS
(Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan.
MENKUS
(Nüks. den) Tersine çevrilmiş. Baş aşağı edilmiş.
MENKUŞ
(Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş.
MENKUŞE
Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı.
MENKUT
(Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı.
MENKUZ
Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış.
MENMUL
(Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey.
MENN
Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak. * İki batman ağırlık. * Kudret helvası.
MENNÂ'
(Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici.
MENNAC
Çok bahşiş veren. İhsan eden.
MENNAN
İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah)
MENNANE
Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın.
MENNÂ-UL HAYR
Hayır ve iyiliğe mâni olan. Hayrı önleyen.
MENSAF
(C: Menâsıf) Her şeyin yarısı.
MENSEA
(C: Menâsi') Otu tez biten yer.
MENSEC
(Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi.
MENSEK
(C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban kesecek yer.
MENSIB
(C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece.
MENSÎ
(Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış.
MENSİC (MENSEC)
(C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası.
MENSİK (MENSEK)
(C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş kurban.
MENSİM
(C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve tırnağı.
MENSİYAT
(Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler.
MENSİYET
Unutulma, hatırdan çıkma.
MENSİYY
Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne.
MENSUB
Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan.
MENSUB
(Bak: Mansub)
MENSUBÂT
(Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları.
MENSUBÎN
(Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları.
MENSUBİYYET
Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş.
MENSUC
(Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş.
MENSUCÂT
Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar.
MENSUCÂT-I HARİRİYYE
İpek dokumalar.
MENSUH
(Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış.
MENSUK
(Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan.
MENSUR
(Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek. * Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına "mensur şiir" denir.
MENSUR
(Nasr. dan) Yardım görmüş. * Muzaffer. Zafer bulmuş. * Cenab-ı Hak tarafından her işinde nusrete mazhar olduğundan Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir ismi de Mensur'dur.
MENSUS
(Bak: Mansus)
MENŞAR
Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer.
MENŞAT
(C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe.
MENŞE'
(Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
MENŞED
İsteme, talebetme.
MENŞELE
Küçük parmağın yüzük takılan yeri.
MENŞER
Neşredilip dağıtılan yer.
MENŞUD
Matlup, istenen şey.
MENŞUR
(Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. * İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. * Bayrak. * Mat: Alt ve üst tabanları birbirine müsavi ve müvâzi (eşit ve paralel), kenarları da müsâvi ve müvâzi olup yüzleri birbirine benzeyen şekil. Prizma.
MENŞUR-U MUKADDES
Mukaddes ferman. (Kelime-i şehadet kastedilmektedir)
MENTEC
Doğuracak vakit.
MENUAT
Men'etmeler. Yasaklar.
ME'NUB
(Bak: İhcâc)
MENUC
Sütü diğer develerden sonra çekilen deve.
ME'NUF
Burunda hastalığı olup koku alamayan.
MENUN
(Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır.
ME'NUS
Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub.
ME'NUSE
Ateş.
ME'NUSİYET
Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma.
MEN'UŞ
Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş.
MENUT
Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan.
ME'NUT
Hased olunmuş kişi, mahsud.
MEN'UT
Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan.
MENVÎ
Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram.
MENVÎ-İ ZAMİR
İçindeki niyet ve maksat.
MENY
Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek.
MENZAM
(C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek.
MENZEHE
Gezinti yeri.
MENZİL
İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe.
MENZİLET
Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek yer. Hane, ev.
MENZİLGÂH
f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer.
MENZİLHANE
f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer.
MENZİL-İ KAMER
Koz: Ayın dünya etrafındaki mahreki. Bu mahrekte aynı noktaya tekrar gelmek için geçen zaman.
MENZİL-İ KÜLLÎ
Mahrekin en son noktasına kadar olan mesâfe.
MENZİLNİŞİN
f. Yerinde oturan.
MENZU'
(Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış.
MENZUF
Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan.
MENZUL
(Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli.
MENZUR
(Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş.
MENZUT
Haris kimse.
MER
f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50)
ME'R
Katı, şiddetli, şedid. * Fesad.
MER'
(C: Müru') Er, erkek. * Güzel manzara.
MER'
Ot çok olmak.
MERA
(C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve.
MERA
Boş yer. * Otsuz yer.
ME-RA
f. Beni. Benim. Bana.
MER'A
Aynalar.
MER'A
Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak.
MERAA
Ucuzluk.
MER'ABE
Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer.
MERABİ'
(Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan evler.
MERABİH
(Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar.
MERACİ'
(Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler.
MERAD
Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri.
MERADET
Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet.
MERAE
Hazmetmek. * Güzel manzara.
MERAFIK
(Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar.
MERAG
Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak.
MERAH
(C.: Merahân) Aşırı derecede sevinme.
MERAH
Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv kitabının ismi.
MERAHİL
(Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar.
MERAHİL-İ BAÎDE
Uzak konaklar. Uzak menziller.
MERAHİLPEYMA
f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse.
MERAHİM
(Merhem. C.) Merhemler.
MERAHİM
(Merhamet. C.) Acımalar, merhametler.
MERAÎ
(Mer'a. C.) Otlaklar, çayırlıklar.
MERAÎ
(Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar.
MERAK
Etsuyu. * Çorba.
MERAK
Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. * Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı.(... Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi hikmet-i İlâhiyeyi ittiham ve rahmet-i İlâhiyeyi tenkid ve Hâlik-ı Rahiminden şekva hükmünde olduğu için aksi maksadiyle tokad yer, hastalığı ziyadeleşir. L.)
MERAKÂVER
f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı.
MERAK-ÂVER
Merak verici. Merak veren.
MERAKIM
(Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler.
MERAKÎ
Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler, basamaklar.
MERAKİB
(Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler.
MERAKİB-İ BAHRİYE
Vapur, gemi, tekne, kayık vs. gibi deniz nakil vâsıtaları.
MERAKİB-İ BERRİYE
Araba, otomobil, kamyon, at vs. gibi kara nakil vasıtaları.
MERAKİD
(Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar.
MERAKİZ
Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri.
MERAL
(Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik.
MERAM
Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan.
MERAMBAHŞ
f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren.
MERAMİ
(Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları.
MERAMİR
Çok etli, şişman kişi.
MERANET
Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı.
MERARE
(C: Merâir) Öd kesesi.
MERARET
Acılık. Tatsızlık.
MERARET-İ ESARET
Esirliğin acılığı.
MERASET
şiddet.
MERASÎ
(Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler.
MERASÎ
(Mersiye. C.) Mersiyeler, ağıtlar.
MERASİD
(Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri.
MERASİM
(Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler. * Şiveler. Âdetler.
MERAŞİD
(Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar.
MERATİ'
(Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar.
MERATİB
Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
MERATİB-İ HAYAT
Hayat mertebeleri.(Birinci sual: Hz. Hızır (A.S.) hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?Elcevap : Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bazı ulemâ, hayatında şüphe etmişler.Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyeddir.İkinci Tabaka-i Hayat : Hz. Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni bir vakitte pekçok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımatiyle daimi mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyânın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velâyette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telâkki olunur.Üçüncü Tabaka-i Hayat : Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbederler. Adeta beden-i misali letâfetinde ve cesed-i necmi nuraniyetinde olan cism-i dünyevileriyle semavatta bulunurlar. Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı Uluhiyete karşı İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki isevilik şahs-ı mânevisi, Vahy-i Semâvi kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevisini öldürür; öyle de: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevilik şahs-ı mânevisini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevisini temsil eden deccalı öldürür... yâni inkâr-ı Uluhiyet fikrini öldürecek.Dördüncü Tabaka-i Hayat : Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur'anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Alem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak" diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saâdete mazhar olur.İşte Alem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat'idir. Hattâ Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hatta ben kendim Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü'ya-yı sâdıkada, taht-el-Arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat, Rus'un istilâsından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz'i rü'ya, bâzı şerait ve emârâtla, geçen hakikata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.Beşinci Tabaka-i Hayat : Ehl-i kuburun hayat-ı ruhânileridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlâk-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vâkıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri.. ve sâir ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vâkıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zâten beka-i ruha dair "Yirmidokuzuncu Söz" bu tabaka-i hayatı delâil-i kat'iyye ile isbat etmiştir. M.)
MERATİB-İ İLİM
Bilmek mertebeleri. (Bak: Dimağ)
MERAVİH
(Mirvaha. C.) Yelpâzeler.
MERAVİH
(Mirvaha. C.) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar.
MERAYA
Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları.
MERAZİBE
(Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi.
MERBA'
(C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken.
MERBAA (MURABBAA)
Dört bucaklı. * Dört katlı.
MERBA'-NİŞİN
f. Yazlıkta oturan.
MERBAT
Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke.
MERBU'
Orta boylu olan.
MERBU'
Köle, kul, memlük.
MERBUB
Köle, kul.
MERBUT
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
MERBUTAN
Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak.
MERBUTÂT
(Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler.
MERBUTİYYET
Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik.
MERC
(Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak.
MERCAN
Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi süs eşyası olarak kullanılır. Mercanlar ancak 40 metre kadar derinlikte yaşayabilirler.
MERCANE
Mercan tanesi. (Bak: Mercan)
MERCEFAN
Leğen ve ibrik.
MERCİ'
Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.
MERCİ'-İ KÜLL
Bütün işler için müracaat edilen makam.
MERCİ'-İ RESMÎ
Bir idare veya memurun bağlı bulunduğu üst makam.
MERCİ'-İ RÜ'YET
Bir işin görülmesi için başvurulan yer.
MERCU
Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan.
MERCU'
Geri döndürülmüş olan.
MERCUH
(Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede iddiaya sahib olan ise mercuh olur.
MERCUM(E)
(Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş.
MERD
Misvak ağacının yemişi. * Emmek. * Silmek. Mesh etmek.
MERD
f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri.
MERDA
Yaralılar. Hastalar.
MERDA'
(C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer.
MERDAN
(Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler.
MERDANE
f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. * Yufka açmağa yarıyan oklava. * Erkek ayakkabısı.
MERDANEGÎ
f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik.
MERDBAZ
f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. (:::).
MERDBEÇE
f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd.
MERDEGA
(C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası.
MERDEKUŞ
Merzencüş otu.
MERDÎ
f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet.
MERD-İ GARİB
Yabancı yerlere, gurbete düşmüş kişi.
MERDİVEN
(Bak: Nerdbân)
MERDİYE
(Bak: Marziye)
MERDUD
Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.)
MERDUDİYET
Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik.
MERDUD-ÜŞ ŞEHÂDET
Şahitlikleri kabul edilmiyenler. * Fâsık, yani devamlı günah işleyenler, yalan söyleyenler, müslümanları aldatan kimseler merdud-üş şehâdettir.
MERDÜM
f. İnsan. Adam.
MERDÜMAN
(Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar.
MERDÜM-AZAR
f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren.
MERDÜME
f. Gözbebeği.
MERDÜMEK
f. Küçük adam. Bebek.
MERDÜMGİRİZ
İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen.
MERDÜMHAR
f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan.
MERDÜMÎ
f. Adamlık, insanlık.
MERDÜM-İ ÇEŞM
Gözbebeği.
MERDÜMKÜŞ
f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden.
MERDÜMZAD
f. İnsan oğlu. Beni Adem.
MER'E
(Mer'et) Kadın. Zen.
MEREB
İnsan toplanan yer.ME'REBE $ (Me'ribe) : (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli bulunma. Ümitvar olmak.
MEREC
Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma.
MERED
Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak.
MEREDE
(Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler.
MEREHAN
Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak.
MEREK
Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık.
MEREMMET
Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma.
MERERE
(C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa.
MERESE
(C: Mires-Emrâs) İp.
MERFAK
Yumuşak yer.
MERFU'
Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) "u, ü, o, ö şeklinde" okunan harf.
MERFUÂT
Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler.
MERFUD
İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey.
MERG
Tükrük. * Salya.
MERG
f. Çayır. * Sebze.
MERG
f. Ölüm, mevt.
MERGÂ MERG
f. Umumi vebâ hastalığı.
MERGÂ MERGÎ
Hastalıktan dolayı umumi ölüm.
MERGAM
(C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer.
MERGAME
Kahretmek. * Galip olmak.
MERGUB(E)
Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen.
MERGUL
(Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. * Kuş sesi.
MERGZAR
f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a.
MERH
Fesâd.
MERH
Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir yeşil ağaç.
MERHA
(C: Merâhi) Değirmen yeri.
MERHA
Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın.
MERHABA
Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, "rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz" mânasında söylenir. * Nazımda medholunan kimseye hitâb olarak kullanılır.
MERHALE
(Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe.
MERHALENİŞİN
f. Seyyah, yolcu, turist.
MERHAMET
(Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.
MERHAMETBAHŞ
f. Merhamet eden. Merhametli.
MERHAMET-DİSAR
Çok merhametli, acıma hissi fazla olan.
MERHAMETEN
Acı(Zeker), merhamet ederek.
MERHAMETGÜSTER
f. Merhametli, merhamet edip acıyan.
MERHAMETPENAH
f. Merhametli.
MERHAMETPERVER
f. Merhametli, esirgeyici, acıyan.
MERHAMETPERVERANE
f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle.
MERHAMETPERVERÎ
f. Merhametlilik, esirgeyicilik.
MERHAMETŞİAR
f. Çok merhametli.
MERHAMETŞİARÎ
f. Merhametlilik, merhametli oluş.
MERHAZ
(C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer.
MERHEB
(C: Merahib) Kaçacak yer.
MERHEM
Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. * Kederi, derdi gideren.
MERHEMSÂ(Y)
f. Merhem süren. Çare ve deva bulan.
MERHEMSÂZ
f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan.
MERHEMSÂZÎ
f. Çare buluculuk.
MERHESA
(C: Merâhis) Mertebe, derece.
MERHUB
Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan.
MERHUM
(Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa kavuşmuş olan. (Vefat etmiş müslüman hakkında söylenir.)
MERHUME
Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın.
MERHUN
(Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile tamamlanan beyit.
MERHUZ
Yıkanmış, gusül etmiş.
MERİ'
(C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer.
MER'Î
Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara.
MER'Î
(Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen.
MERİC
Çalkantılı, dalgalı.
MERÎC
Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit.
MERÎD
Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri gitmiş olan.
MERİDYEN
(Bak: Hatt-ı nısf-un nehar)
MERİH
Beyaz servi.
MERİH
Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.) * Mars.
MERİK
Usfur otu.
MERİN
Hal, durum. * Ahlâk.
MERİR
(C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip.
MERİRA (MARURE)
Buğday arasında olan acı bir tohum.
MERİRE
Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır)
MERİŞ
Üzerinde kuş tüyü olan nesne.
MER'İYYAT
(Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler.
MER'İYYET
Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma.
MER'İYY-ÜL HÂTIR
İtibarlı. Sözü geçer.
MERK
Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine işlemek.
MERK
f. (Bak: Merg)
MERKAAN
Ahmak kimse.
MERKAB
Gözetleme yeri.
MERKAD
Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir.
MERKAŞ
Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması.
MERKAT
(Bak: Mirkat)
MERKEB
(Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek.
MERKEL
(C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer.
MERKEZ
(Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı. * Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.
MERKEZÎ
(Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı.
MERKEZ-İ ÂLEM
Güneş, şems.
MERKEZ-İ ARZ
Arzın merkezi. Dünyanın merkezi, iç tarafı.
MERKEZ-İ DEVR
Hareket eden bir cismin, etrafında devrettiği nokta.
MERKEZ-İ SIKLET
Ağırlık merkezi.
MERKEZ-İ TEŞRİ'
Kanun yapma merkezi.
MERKEZİYYET
İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi.
MERKU'
Eski, yırtılmış elbise.
MERKUB
(Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası.
MERKUM
Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş.
MERKUM
(Rakam. dan) Yazılmış. Adı geçmiş. Rakamla söylenmiş. Sayılmış. * Basit ve âdi insan. (Bak: Mezbur)
MERKUN
Büyük havuz.
MERKUZ
Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş.
MERKUZ
(Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış.
MERKUZİYET
Dikilme, saplanma.
MERMA(T)
Etli, şişman kadın.
MERMAHUR
Bir cins güzel koku.
MERMAK
Yaramaz nesne.
MERMARE (MERMURE)
Yumuşak vücutlu kadın.
MERMAZ
(C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer.
MERMERÎS
Zahmet, meşakkat.
MERMİ
(Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek.
MERMİYAT
(Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler.
MERMUK
Mahfuz, hıfzolunmuş.
MERMUZ
(Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan.
MERMUZAT
(Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler.
MERMUZE
(C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz)
MERN
(C: Emrân) Kürek.
MERNEA
Ucuzluk.
MERNUSA
Mübârek.
MERR
Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk.
MERRAT
Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar.
MERRE
Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre.
MERRE-İ VÂHİDE
Bir defa. Bir kere.
MERRETEN BA'DE UHRÂ
Diğerinden sonra, tekrar.
MERS
Ekmeği suyla ıslatmak.
MERSA
(C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer.
MERSAD
Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd)
MERSA-YI KOSTANTİNİYYE
İstanbul limanı.
MERSED
Arslan, esed.
MERSEN
Burun.
MERSİN (MERSİNÎ)
Mersin ağacı.
MERSİYE
Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume.
MERSİYEHÂN
f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen.
MERSİYEKÂR
f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan.
MERSUD
Birbiri üstüne yığılmış kumaş.
MERSUD
Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş.
MERSUM
(Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek, örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş.
MERSUS
Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı.
MERŞ (MARŞ)
(C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz.
MERŞA'
Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer.
MERŞE
Yuvarlak cisim.
MERŞED
Hakiki maksada ulaştıran doğru yol.
MERŞUŞ
Saçılmış, dağılmış.
MERT
f. Çevik, zinde, hareketli.
MERTA
Sür'atle yelmek. Seğirtmek.
MERTA'
Otlak, çayır, mer'a, çimen.
MERTEBA'
Dağ üstünde olan yüksek yer.
MERTEBE
Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
MERTEBE-İ ÂLİYE
Yüksek derece, âli mertebe.
MERTEBE-İ BÂLÂ
Üst derece.
MERTEBE-İ KUSVÂ
En son derece.
MERTUB
(Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş.
MERTUM
Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan.
MERTUM
Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış.
MERTUS
Bir fesleğen çeşidi.
MER'UB
(Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş.
MER'UBEN
Ürkerek, korkarak, korku ile.
MERUE
Hazmetmek.
ME'RUŞ
Yer. Arz. Yeryüzü.
ME'RUZA
Ağaç kurdunun yediği ağaç.
MERV
Bir cins güzel koku.
MERVAHA
(C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer.
MERVE
Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye "sa'y" denir.
MERVEB
(C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı.
MERVEHA
(C.: Merâvih) Ova, sahrâ.
MERVÎ
Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen.
MERVİYAT
(Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler.
MERY
Sağılır davarın memesini meshedip sağmak.
MERYEM
İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak: Zekeriyya)
MERYEM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir.
MERZ
Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak.
MERZ
f. Toprak, yer. * Sınır, hudut.
MERZA
(Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar.
MERZA'
Meme.
MERZAGA
Bataklık, çamur.
MERZAT
Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme.
MERZBAN
f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli.
MERZBUM
f. Hududu belli olan memleket.
MERZE
Hamur parçası.
MERZEGAN
f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık.
MERZENCUŞ
Bir ot cinsi.
MERZGUN
f. Tenâsül organı.
MERZÎ
(Bak: Marzi)
MERZİH
Şiddetli ses.
MERZUBAN
(C: Merazibe) Mecusiler reisi.
MERZUF
Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et.
MERZUK
Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu.
MERZUKİYYET
Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali.
MERZUL
Rezil ve kepaze edilmiş.
MERZUZ
Dövülmüş. * Parçalanmış.
MERZÜBUM
f. İklim.
MERZVAN
f. Hudut muhafızı, sınır beyi.
ME'S
İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak.
MESA
Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş batıncaya kadarki vakit.
MES'A
Çirkin yürümek.
MES'A
(C. Mesâi) "Sa'y: Çalışma" manasına mimli masdar.
MESA'
Kuyumcu eşyası.
MESAB
Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer.
MESABE
Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'.
MESABİH
(Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar.
MESACİD
Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri.
MES'AD
Merdiven. İp merdiven.
MES'ADET
Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik.
MESAET
Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme.
MESAFAT
(Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar.
MESÂFÂT-I BAİDE
Uzak mesafeler.
MESAFE
Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü.
MESAFF
(Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri.
MESAFİR
(Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları.
MESAG
Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz.
MESAG-İ KANUNÎ
Kanunen izin ve ruhsat verilmiş.
MESAG-İ ŞER'Î
Şeriatın verdiği izin.
MESAH (MÜSUHA)
Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması.
MESAHA
Genişlik. * Genişlik ölçme.
MESAHİF
Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar.
MESAİ
Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı.
MESAİB
Musibetler. * Güçlükler.
MESAİB
Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler.
MESAİB-İ DÜNYEVİYE
Dünya musibetleri ve güçlükleri.
MESAİD
(Mesâdet. C.) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar.
MESAİD
(Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri.
MESAİD
(Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler.
MESAİ-İ CEMİLE
Güzel çalışmalar.
MESAİL
Mes'eleler.
MESAİL-İ AMÎKA
Derin mevzular. Derin mes'eleler.
MESAİL-İ DİNİYE
Dinî mes'eleler.
MESAİL-İ HİLAFİYE
İhtilaf mevzuu olan mes'eleler.
MESAİL-İ HUKUKİYE
Hukuk meseleleri.
MESAİL-İ İMANİYE
İmanî mes'eleler.
MESAİL-İ ŞETTA
Dağınık mes'eleler, maddeler.
MESAİR
(Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler.
MESAJ
Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber.
MESAK
Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer.
MESAK-I KELÂM
Kelâmın sevk edildiği yer, maksad.
MESAKIB
(Miskab C.) Delme âletleri, matkablar.
MESAKIL
(Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler.
MESAKIT
(Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu yerler.
MESAKÎL
(Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri.
MESAKİN
Meskenler. Oturacak yerler.
MESAKÎN
(Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler. * Oturanlar.
MES'AL
Boğazda öksürecek yer.
MESA'LEBE
Tilkisi çok olan yer.
MESALİB
Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar.
MESALİH
(Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler.
MESALİH-İ MÜRSELE
(Bak: Maslahat-ı mürsele)
MESALİK
(Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar.
MESALL
Kabından çıkmış nesne.
MESAM
(Mesâmet) Duracak yer.
MESAMAT
(Bak: Mesammât)
MESAMİ'
(Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri.
MESAMİR
(Mismar. C.) Mıhlar, çiviler.
MESAMM
(Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler.
MESAMMÂT
(Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler.
MESAMM-ÜL CİLD
Tıb: Cilt üzerindeki küçük delikler.
MESANE
Sidik torbası. Sidik kavuğu.
MESANÎ
(Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer.
MESANİD
(Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler.
MESANİD-İ ÂLİYE
Yüksek rütbeler, âli mevkiler.
ME'SAR
(C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer.
MESARİB
(Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar.
MESARİH
(Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar.
MESARR
(Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler.
MESAS
Esas, asıl, kök.
MESATIR
(Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler.
MESAVİ
(Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.)
MESAVİ
(Mesvâ. C.) Meskenler. Haneler. Evler.
MESAVİ-İ MEDENİYYET
Medeniyyetin fenalıkları, kötülükleri. (İsraf ve sefahet gibi)
MESAVİK
Misvaklar.
MESBAA
Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer.
MESBAH
Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit.
MESBE'
Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol.
MESBERE
Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer.
MESBUK
Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. * İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan.
MESBUK
(Sebk. den) Kalıba dökülmüş.
MESBUK-UL EMSÂL
Benzerleri ve emsali önceleri de görülmüş ve geçmiş.
MESBUK-ÜL HİDME
Hizmet ve emeği geçmiş.
MESBUK-ÜZ ZİKR
Adı ve zikri geçmiş, bahsedilmiş.
MESBUT
Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş.
MESCEN
Cezaevi, zindan, hapishâne.
MESCİD
Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri.
MESCİD-İ AKSÂ
Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (A.S.) yaptırdıkları mâbed.
MESCİD-İ HARAM
Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibadet yeri. (Bak: Kâbe)
MESCUD
Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.)
MESCUM
Saçılmış, dökülmüş.
MESCUN
Hapsedilmiş.
MESCUR
Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. * Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. * Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz.
MESD
İp bükmek.
MESDUD
Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış.
MESDUL
Salıverilmiş, serbest bırakılmış.
MESED
Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ.
ME'SEDE
Arslanlı yer.
MESEKE
(C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik.
MESEL
Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye. * Dokunaklı ve mânalı söz. * Benzer. Misil. * Delil. Hüccet.
MESEL
Suyun aktığı yer.
MESELA
Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında.
MESELE
Gölgelik.
MES'ELE
Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp.
MES'ELE-İ HİLÂFİYE
Hakkında ihtilaf bulunan mes'ele. (Bak: Hilâf)
MESELEN
Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ.
MESEL-UL A'LÂ
En kıymetli, en güzel misal. En güzel ta'rif ve söz.
ME'SEM
(Me'seme) Günah. Kabahat, suç.
MESEMM
(C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek.
MESEMME
(C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek.
MESEN
Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması.
MESER
f. Soğuk, berd. * Buz.
ME'SERE
(Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve fiil.
MESERRAT
(Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar.
MESERRET
Sevinç. şenlik. Sürur.
MESERRETÂVER
f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici.
MESERRETEFZÂ
f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran.
MESERRETENGİZ
f. Sevindiren. Meserret meydana getiren.
MESFİYY
Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.)
MESFU'
Nazar değmiş.
MESFUH
Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği.
MESFUK
(Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan.
MESFUR
Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.)
MESGABE
Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık.
MESGUR
Dişi düşmüş kimse.
MESH
Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek.
MESH
El sürme. * Silme. * Abdest alırken başı ıslâk temiz el ile sığamak. * Taramak.
MESHA'
İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. * Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve zayıf olan kadın.
MESHARA
(C.: Mesâhir) Maskara.
MESHEK
Yel gidecek yer.
MESHELE
Yumuşak yer. * Alçak yer.
MESHUF
Susamış. Suya kanamamış.
MESHUK
(Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş.
MESHUN
Isıtılmış.
MESHUR
Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun.
MESHUT
Beğenilmeyen iş.
MESİH
Bir şey üzerined eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir. * İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak "İsa Mesih" denmiştir.(Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a Mesih nâmı verildiği gibi her iki deccala dahi Mesih nâmı verilmiş ve bütün rivâyetlerde Min-fitneti mesihid-deccal, min-fitneti-mesihid-deccal denilmiş. Bunun hikmeti ve te'vili nedir?Elcevab: Allahu a'lem bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm, Şeriat-ı Museviye'de bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helâl etmiş. Aynen öyle de; büyük deccal şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve "Ye'cüc ve Me'cüc"e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan Süfyan dahi, Şeriat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddi ve mânevi râbıtalarını bozarak serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesât-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve ayn-i istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz. Ş.)
MESİH
Mesh olunmuş. Başka bir şekle, hayvan kılığına girmiş. * Şuurunu kaybedecek hale gelen. Sarhoş ve şuursuz. * Acibe. Garibe. * Güzelliği olmayan. * Tuzsuz ve tatsız yemek.
MESİH
Yağ sürülmüş.
MESİHA
(C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay.
MESİHÎ
(Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik.
MESİHİYYUN
Hristiyanlar.
MESİH-ÜD DECCAL
Deccal'a da bu isim verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti görecek gözünün kör olmasındandır. * Mesih, uğursuzluğundan nâşi Deccal'ın lâkabıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima' eden kimse, yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir. (L.R.)Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 5, sh: 4172'de şu tafsilât vardır: (Yalancı bir Mesih demektir. Vârid olan hadis-i şeriflerde; Deccal; bir yalancı ve halkı aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden belli olduğu hâlde bir takım harikalar göstererek uluhiyyet da'vâ eder. Deccalın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onun hıristiyanlık taklidi altında zuhur edeceğini anlatır.) (Bak: Deccal)
MESİK
Pinti, hasis, cimri.
MESİL
Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru.
MESİL
Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir.
MESİR
Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise.
MESİRE
Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir.
MESİREGÂH
f. Seyir yeri. Seyrangâh.
MESİS
Cimâ etmek. * Yapışmak.
MESİT
Küçük sel.
MESK
(C: Müsuk) Deri.
MESKAB
Yakın olacak yer.
MESKAT
Doğum yeri. * Düşecek yer.
MESKAT
(C: Mesâk-Mesâki) Su maslağı.
MESKAT-I RE'S
Bir kimsenin doğduğu yer.
MESKEN
Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne.
MESKENE
Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek.
MESKENET
Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
MESKENET-FİKEN
f. Miskinliği gideren.
MESKENİYET
Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak.
MESKIT
Düşecek yer.
MESKUB
Kalıba dökülmüş. Akıtılmış.
MESKUB
Delikli. Delinmiş.
MESKUK
(Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş.
MESKUKAT
(Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler.
MESKUM
Hasta ve yoksul kimse.
MESKUN
İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer.
MESKUR
Sarhoş olan.
MESKUT
Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş.
MESL
(C: Mislân) Yer yarığı.
MESLAH
(C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek yer.
MESLAH
Mezbaha. Davar kesilen yer.
MESLAHA
Sınır kalesi. Derbent.
MESLEB
Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri.
MESLEBE
(C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp.
MESLEC
Karlık.
MESLEK
Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol.(Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur. $ sırrınca insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. M.)
MESLEKÎ
(Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait.
MESLEK-İ MÜTEASSİFE
Sapık meslek.
MESLES
(C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur.
MESLU'
Vücudunda ur bulunan kimse.
MESLUB
Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş.
MESLUB-ÜL AKL
Aklı alınmış. Deli.
MESLUB-ÜŞ ŞUUR
Anlayışsız, idraksiz, şuursuz.
MESLUC
Yutulmuş, bel'olunmuş.
MESLUFE
Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday.
MESLUH
Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş.
MESLUK
Kaynamış.
MESLUL
Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden kahraman. * Tıb: Verem.
MESLUS
Üç kat olan nesne. * Üçte biri alınmış.
MESLUS
Deli, divane.
MESLUT
Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
MESLUT
Mağlub. Yenilmiş. * Zayıf, cılız, arık.
MESMEL
Sığınacak yer.
MESMESE
Karıştırmak.
MESMESE (MİSMÂS)
Karışık ve mültebis olmak.
MESMU'
Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş.
MESMUA
Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan.
MESMUÂT
İşitilenler. Duyulanlar.
MESMUD
Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse.
MESMUM
Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli.
MESMUMEN
Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak.
MESMUR
Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam.
MESMUS
Zehirli.
MESNA
Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen)
MESNA
İkişer ikişer. * Derenin büklüm ve boğaz yeri. * Çalgının ikinci teli.
MESNED
Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
MESNED-İ MEŞİHAT
Şeyhül-islâmlık mertebe ve mevkii.
MESNEDNİŞİN
f. Bir mesned veya makamda bulunan.
MESNEVÎ
İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume.
MESNEVÎ-İ NURİYE
Aslı Arapça olup, sonradan tercemesi de yapılmış olan Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir eserdir.
MESNEVÎ-İ ŞERİF
Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin meşhur farsça olan eserinin ismi. (Bak: Mevlâna Celaleddin-i Rumî)
MESNEVİYYAT
(Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler.
MESNUN
Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. * Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. * Kokusu değişmiş.
MESRA
Gece vakti yola çıkma.
MESRA(T)
Çok olmak. Çok olacak yer.
MESRAH
(C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a.
MESRAT
Adet çokluğu.
MESREBE
(C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. * Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer.
MESRECE
Gece kandili konulan şişe.
MESRUBE
Uzun saç. * Saç kesecek âlet.
MESRUD
(Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş.
MESRUD
f. Sihir, efsun, büyü.
MESRUDAT
(Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler.
MESRUDE
Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi.
MESRUE
Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer.
MESRUK
Çalınmış, sirkat edilmiş olan.
MESRUR
Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
MESRURİYET
Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli.
MESS
Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek.
MESSAH
Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk.
MESS-İ HÂCET
Lüzum görülme, iktiza etme, gerekme.
MEST
Ayakkabı. * Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.
MEST
Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması. * Bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak.
MESTAN
(Mest. C.) f. Sarhoşlar.
MESTANE
Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette.
MESTÎ
f. Sarhoşluk.
MEST-İ ELEST
Elest meclisinde hitab-ı İlahî ile mest olan.
MEST-İ HARAB
Çok sarhoş olmuş kimse.
MEST-İ MÜDAM
Her zaman, devamlı sarhoş.
MEST-İ SERŞAR
Haddinden fazla sarhoş, çok sarhoş.
MEST-İ TEMAŞA
Seyretme sarhoşu. Bakıp seyretmekten sarhoş gibi olan.
MESTÎ-ÂVER
f. Bayıltıcı, sarhoş edici.
MESTÎ-BAHŞ
f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı.
MESTUR
Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış.
MESTUR
Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür)
MESTURE
Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın. (Bak: Tesettür) * Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. (Buna tahsisat-ı mesture de denir.)
MESUBAT
(Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar.
MESUBE
(C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat.
MESUBE (MUSİBE)
(C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir.
MES'UD
Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.
MES'UDANE
f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla.
MES'UDİYET
Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık.
MESUK
(Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen.
MESUK-U LEHU-L-KELÂM
Kelâmın söyleniş gayesi, garazı ve maksadı.
MESUK-UN LEH
Bir mânaya sevk olan, mânaya göre söylenen söz. Asıl mevzu (siyaka doğru) ve maksad için söylenen söz.
MES'UL
Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan.
MESULAT
Azab, ukubet. Cezâ çekme.
MESULE
(C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek.
MES'ULİYET
Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.
ME'SUM
Günahlı, suçlu, maznun.
ME'SUR
Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan.
ME'SUR(E)
Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. * Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi.
MESUS
Yavan su. * Panzehir taşı.
MESÜNN
(Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn)
MESV
Mürr dedikleri acı yemen zamkı.
MESVA
(Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt.
MESVERE
(C: Mesâvir) Minder.
MEŞ'
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak.
MEŞA
Havuç.
MEŞA'
Evlad çokluğu.
MEŞA'
Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. * Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan.
MEŞ'AB
Yol, tarik.
MEŞACİR
(Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler.
MEŞAD
Mukavemet ve galebe yeri.
MEŞAET
Taleb etme, isteme, dileme, arzulama.
MEŞAGİL
Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler.
MEŞAGİL-İ DÜNYEVİYE
Dünyâ meşgaleleri.
MEŞAGİL-İ KESÎRE
Aşırı meşguliyetler.
MEŞAGİL-İ UHREVİYE
Ahirete ait çalışmalar. Din için yapılan çalışmalar.
MEŞAHAT
(Bak: Müşahha)
MEŞAHİD
Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler.
MEŞAHİR
Meşherler. Teşhir olunan yerler.
MEŞAHÎR
Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar.
MEŞAHİR-İ ÜDEBÂ
Meşhur edibler.
MEŞAÎ
Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun)
MEŞAİL
(Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler.
MEŞAİM
(Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri.
MEŞAÎM
(Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler.
MEŞAİN
(Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler.
MEŞAİR
(Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar.
MEŞAİYYUN
(Bak: Meşşâiyyun)
MEŞAKİ
(Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar.
MEŞÂKK
Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.
MEŞÂKKA
Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak.
MEŞAKKAT
Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet)
MEŞÂKK-I HAYAT
Hayatın meşakkat, zahmet ve sıkıntıları.
MEŞ'ALE
Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek.
MEŞ'ALE-İ DİL
Gönül meş'alesi.
MEŞ'ALKEŞ
f. Meş'aleci.
MEŞAMM
(şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz.
MEŞ'AR
(C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri yerler.
MEŞARE
Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer.
MEŞARIK
Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları.
MEŞARİ'
Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar.
MEŞARİB
Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler.
MEŞARİT
(Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları.
MEŞ'AR-ÜL HARAM
Hac zamanında ziyaret edilecek muayyen yer. Cebel-i Kuzah, Müzdelife'de bir yerin ismi.
MEŞAŞ
Beyaz servi.
MEŞATÎ
(Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler.
MEŞAVÎZ
(Mişvâz. C.) Sarıklar.
MEŞAYİH
Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar.
MEŞBU'
Tok. Doymuş. Kanmış.
MEŞBUB
(C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne.
MEŞC
Karıştırmak. Haltetmek.
MEŞCER
(Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan.
MEŞCUC
Yüzü gözü yaralanmış olan.
MEŞCUN
Yarılmış.
MEŞDEN
(C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik.
MEŞDUD
(Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı.
MEŞDUH
Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş.
MEŞE
Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur.
MEŞEGÂH
f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer.
MEŞ'EME
Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz.
MEŞERE
Dış kısım.
MEŞERRE
Eyerin içine konulan yastık.
MEŞFER
(C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı.
MEŞFU'
Müşterek sınırlı gayrimenkul.
MEŞGALE
İş. Meşguliyyet. Boş durmayış.
MEŞGEL
f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ.
MEŞGUF(E)
(Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş.
MEŞGUL
(Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş.
MEŞGULİYET
Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey.
MEŞHED
Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. * İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda bir şehir adı.
MEŞHER
Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi.
MEŞHERGÂH
f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri. Sergi.
MEŞHER-İ A'ZAM
Büyük teşhir yeri. Ahiret meydanı. Haşir meydanı.
MEŞHUD
Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim. * Suç üstü yakalanan. * Göz ile görülmüş. * Cuma günü. * Kıyâmet günü.
MEŞHUDÂT
Görünenler. Seyredilenler. Hislerimizle ve gözlerimizle görüp bildiğimiz ve bazı evliyanın keşfen gördükleri.("Fütuhât-ı Mekkiye" sâhibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve "İnsan-ı Kâmil" denilen meşhur bir kitabın sâhibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhure, küre-i arzın tabakat-ı seb'asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyzâdan ve Fütuhatta Meşmeşiye dedikleri acâibden bahsediyorlar. "Gördük" diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihâtasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rü'yasını tâbir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler. Onları tâbir edecek, "Asfiyâ" denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, Asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet'in irşadiyle yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tâbir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: "Ey arkadaş! Acib bir rü'ya gördüm." O da der: "Allah hayır etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tâbiri nedir?"Uyanık arkadaşı dedi: "Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim." Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar. İkisini de dünyada mes'ud edecek altunları buldular.İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü'yâda iken ihâtasız olduğu için tâbirde hakkı olmadığından, âlem-i maddi ile âlem-i mâneviyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, "Ben hakiki maddi bir deniz gördüm." der. Fakat uyanık adam, âlem-i misâl ile âlem-i maddiyi farkettiği için tâbirde hakkı vardır ki, dedi: "Gördüğün doğrudur, fakat hakiki deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayâline deniz gibi olmuş; kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ..." Demek oluyor ki: Alem-i maddi ile âlem-i ruhâniyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen: "Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum." doğru dersin. Eğer "Odam bir meydan kadar geniştir." diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki, âlem-i misâli, âlem-i hakikiye karıştırırsın.İşte Küre-i Arz'ın tabakat-ı seb'asına dâir, bâzı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet'in mizaniyle tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibâret değildir. Meselâ, demişler: "Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var." Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervâhda küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misâli şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhânilerinde, Arz'ın tabakalarından bâzılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misâl sureten âlem-i maddiye benzediği için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tâbir ediyorlar. Alem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından hilâf-ı hakikat telâkki ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de: Alem-i maddinin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atında vücud-u misâli ve hakaik-ı mâneviye yerleşir.HATİME : Şu mes'eleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i imân-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yâni: Yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihâtasız keşfiyatı, verâset-i nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye, gaybi fakat sâfi, ihâtalı doğru hakaik-ı imâniyelerine dâir ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedatın mizânı: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve Asfiya-i Muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. M.)
MEŞHUDİYYET
Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik.
MEŞHUM
Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş. Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at.
MEŞHUN
Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu.
MEŞHUN-U MESÂRR
Sevinçler ve zevklerle dolu.
MEŞHUR
Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği.
MEŞHUR HADİS VEYA HADİS-İ MEŞHUR
Asr-ı evvelde, Ahâdi hadis kabilinden iken ikinci asırda iştihar edip, kizb üzerine ittifakları aklen tecviz olunmayan bir cemaat tarafından rivâyet olunan hadis. İlm-i yakin derecesinde karib bir surette kalbe itmi'nan verir.
MEŞHURAT
(Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler.
MEŞÎ
Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek.
MEŞÎB
İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması.
MEŞÎD
Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina.
MEŞİET
Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.
MEŞİET-İ HÂSSA-İ İLÂHİYYE
Allah'a ait, O'na mahsus meşiet, dilek, arzu ve işler.
MEŞİH
Göğsü çukur, kanbur.
MEŞİHAT
Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi.
MEŞİHAT-I İSLÂMİYYE
İslâmî işlerin ilmî mes'eleleri ile uğraşan devlet dairesi.(Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiyye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul'un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba', hem ma'kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkiyle ifa edebilsin.Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatden çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevidir ki, şûralar o ruhu temsil eder.şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevi olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevisine karşı sivri sinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.Hatta diyebiliriz, şimdiki za'f-ı diyânet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadâtdaki fevza, Meşihatın za'fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, haricde bir adam re'yini, ferdiyete istinad eden meşihate karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul-amel olur ki, bir nevi icma' veya cumhurun tasdikine iktiran eder. Böyle bir Şeyh-ül-islâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrada dâima icma' ve rey-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i âra' için, böyle bir faysala lüzum-u kat'i vardır. R.N.)
MEŞİK
İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan.
MEŞİM
Benli kimse.
MEŞİME
(C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.
MEŞİYYET
(Bak: Meşiet)
MEŞK
f. Kırba. Tulumdan yapılmış su kabı.
MEŞK
Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. * Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız.
MEŞKA
Fark edip ayıracak yer.
MEŞKÂ
şikâyet etmek.
MEŞKÛ
Şikâyet etmek.
MEŞKUK
şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen.
MEŞKUK
Yarılmış. Yarık.
MEŞKUKİYET
Şüphelilik. Şüpheli oluş.
MEŞKUL
Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at.
MEŞKUR
Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden.
MEŞKÜVV
Kendinden şikâyet olunan.
MEŞLAH
Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise.
MEŞMEŞİYE
Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât)
MEŞMUL
(Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin içinde bulunan.
MEŞMULE
şarap.
MEŞMUM
Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey.
MEŞN
Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek.
MEŞNU'
Çirkin kimse. * Buğzolunmuş.
MEŞNUF
Uzun başlı at.
MEŞRA'
Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu.
MEŞREB
Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.
MEŞREBE
(C: Meşârib) Maşrapa.
MEŞREF
İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır.
MEŞREKA
Güneşte oturacak yer.
MEŞRIK
Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı.
MEŞRIK-I NUR
Nurun kaynağı. Nurun geldiği cihet.
MEŞRIK-I TULU'
Işığın, nurun geldiği şark ciheti.
MEŞRU'
Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan.
MEŞRUA
Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan.
MEŞRUAT
(Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. * Şeriatla alâkalı şeyler.
MEŞRUB
(Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş.
MEŞRUBAT
İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. ("Hamr" denen içkiye de şarap denir.)
MEŞRUBE
İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer.
MEŞRUH
Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş.
MEŞRUHÂT
Açıklama ve izahlar.
MEŞRUİYYET
Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış.
MEŞRUM
Yarılmış.
MEŞRUT
Şartlı. Şart ile bağlı.
MEŞRUTA
Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. * Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire.
MEŞRUTÎ
Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
MEŞRUTİYYET
Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi.
MEŞŞ
Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın sütünü sağıp bazısını koymak.
MEŞŞAİYYUN
Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi olmayan imânsızlar. (Bak: İşrakiyyun)
MEŞŞAT(A)
Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan.
MEŞT
Baş tarama. * Tarak.
MEŞTA
(C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla.
MEŞTAT
(C: Meşâti) Kışlak.
MEŞTUM
Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış.
MEŞUB
Karışmış.
MEŞUK
Âşık, tutkun.
MEŞUM
Vücudu benekli adam.
MEŞ'UM
Kötü. Uğursuz. Bedbaht.
MEŞ'UMÂNE
f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına.
MEŞ'UN
Dağınık saç.
MEŞ'UR
Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak.
MEŞ'URAT
(Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler.
MEŞUŞ
Mendil.
MEŞÜVV
Müshil.
MEŞVERET
Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre)
MEŞY
Yürüme.
MEŞYEN
Yayan olarak, yürüyerek.
MEŞY-İ ASKERÎ
Asker yürüyüşü. Askerî yürüyüş.
MEŞYUHA
Yavşan otunun yetiştiği yer.
MEŞYUM
Bedeninde beni olan, benli adam.
MET'
Vurmak. * Çekmek.
MET'
Uzun ve yüce olmak.
META
Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan "Min" harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır.
META'
Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı.
METAB
Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek.
MET'ABE
(C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk.
METABİ'
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri.
METABİH
(Matbah. C.) Mutfaklar.
METAF
Tavaf edecek yer.
METAFİZİK
(Bak: Mâba'det tabia)
METAİB
Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler.
METAİB
Seçilmiş ve güzel şeyler.
METAİB-İ SEFER
Muhârebe veya yol yorgunlukları.
METAL
Lât: Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde.
METALİ'
Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde, 20 Mart'ta bulunduğu) noktasından geçmek üzere başlangıç kabul edilen daire ile bu yıldızın semavî istiva dairesi üzerindeki ara kesitleri arasında kalan kavis. * Edb: Kaside veya gazelin ilk beyitleri.
METALİB
İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler.
METALİB-İ İSTİKBAL
İstikbale aid istekler. Gelecek için olan arzu ve talebler.
METANET
Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. (Mukabili zaaf'dır) (Hak, iman ve İslâmiyet uğrunda metanet göstermek, çok kıymetli bir seciyyedir.)
METANET-İ KALBİYE
Kalb sağlamlığı.
METARIK
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler, sopalar.
META-UL GURUR
Gurur metaı. İnsanı aldatıp Allah yolundan alan dünya zevki veya menfaatı, insanlara riyakârlık için kullanılan dünya malı.
METAVİ'
(Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler.
METBENE
Samanlık.
METBU'
Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. * Hükümdar.
METBUİYYET
Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş.
METBU-U MÜFAHHAM
Hükümdar. Padişah.
ME'TEM
(C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti.
METERS
f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç.
METH
Kuyudan su çekmek ve sulamak.
METH
Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak.
METHAF
Müze.
ME'TÎ
Gelecek yer.
METİN
Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet)
METİNÂNE
f. Metanetle, sağlamlıkla.
METİT
Çulha tarağı.
METK
İğne ucu. Zeker ucu.
METL
Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek.
METN
Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası. * "Vurmak ve seyr" mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti.
METOD
Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem.
METR
Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.)
METREBE
Fakirlik, miskinlik.
METRUD
(Bak: Matrud)
METRUK
Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin bıraktığı eşya.
METRUKAT
(Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar.
METRUKE
(Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın.
METRUKİYYET
(Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık, kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama.
METS
Necisle atmak.
METT
Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak.
METTA
Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı.
METTE
f. Burgu.
METTİHA (METYİHA)
Hafif sopa. * Yaş çubuk.
MET'UB
(Ta'b. dan) Bitkin, yorgun.
METUH
Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu.
METVÎ
(Bak: Matvî)
METY
Çekmek.
MEUNET
Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir.
ME'V
Çekmek.
ME'VA
Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer.
MEV'A
Her nesnenin evveli.
MEVACİB
(C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri.
MEVACİBAT
(Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar.
MEVACİB-İ LEŞKER
Asker aylıkları.
MEVACİD
Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd)
MEVADD
(Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası.
MEVADD-I HAYATİYYE
Hayata lüzumu bulunan maddeler.
MEVADD-I İBTİDÂİYE
İlkel maddeler, ham maddeler.
MEVADD-I MUZIRRA
Zararlı maddeler. Zarar veren şeyler.
MEVADD-I MÜNCEZİBE
Cezbolunan, çekilen maddeler.
MEVADD-I NÂFİA
Faydalı maddeler.
MEVADD-I ZÜLÂLİYE
Azotlu maddeler.
MEVAHIF
Zayıf deve.
MEVAHİB
Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler.
MEVAHİB
Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube)
MEVAHİB-İ KUDRET
Cenab-ı Hakkın verdiği nimetler.
MEVAHİR
Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi)
MEVAIZ
(Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar.
MEVAİD
(Mâide. C.) Sofralar, mâideler.
MEVAİD
(Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar.
MEVAİD-İ KÂZİBE
Yerine getirilmeyen va'dlar. Yapılmayan va'dlar.
MEVAKA
Hamâkat, ahmaklık.
MEVAKIF
Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri.
MEVAKIT
(Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler.
MEVAKİ'
Mevkiler. Duracak yerler.
MEVAKİB
(Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar.
MEVAKİ-İ BAÎDE
Uzak mevkiler.
MEVAKİ-İ HARBİYE
Muhârebe mevkileri. Savaş yerleri.
MEVAKİ-İ MÜHİMME
Önemli mevkiler. Ehemmiyetli yerler.
MEVAKİN
(Mevkin. C.) Kuş yuvaları.
MEVAKİT
(Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin edilen vakitler.
MEVALÎ
Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar.
MEVALİD
Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar.
MEVALİD
(Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar.
MEVALİD-İ SELÂSE
Nebat, hayvan ve maden.
MEVALİD-İ TÜRABİYE
Topraktaki mevâlid. Mâdenler, nebatlar.
MEVAMİT
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi.
MEVANİ'
Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar.
MEVARİD
Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar.
MEVARÎS
Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar.
MEVASİK
Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler.
MEVASİM
Mevsimler. * Pazar yerleri.
MEVASİM-İ ERBAA
Dört mevsim. Rebi' (İlkbahar), Sayf (Yaz), Harif (Sonbahar), Şitâ (Kış).
MEVAŞİ
Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar.
MEVAT
(Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler.
MEVATIN
(Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler.
MEVATİ
(Mevti. C.) Ayak basılan yerler.
MEVATÎ
Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait.
MEVAZI'
(Mevzi. C.) Mevziler, yerler.
MEVAZİN
(Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler.
MEVBED
Mecusiler reisinin ulusu.
MEVBİK
(C.: Mevbikat) Korkulu yer.
MEVBİKAT
(Mevbik. C.) Korkulu yerler.
MEVBİL
Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun.
MEVC
Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre.
MEVCÂ-MEVC
Çok dalgalı. Dalga dalga.
MEVCE
Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri.
MEVCEDAR
f. Dalgalı.
MEVCENÜMUD
f. Dalga gibi.
MEVCET-ÜŞ ŞEBÂB
Gençlik çağı.
MEVC-HÎZ
f. Dalga kaldıran.
MEVCUB
Kendisine bir şey vâcib kılınmış.
MEVCUD
Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat.
MEVCUDAT
Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler.
MEVCUDAT-I BAHARİYE
Bahar mevsimindeki renk renk, çeşit çeşit varlıklar.
MEVCUDEN
Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak.
MEVCUDÎN
(Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât.
MEVCUDİYET
Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma.
MEVCUD-U HARİCÎ
Maddî vücudu bulunan eşya.
MEVCUD-U MANEVÎ
Mânevi varlık.
MEVC-ZEN
f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran.
MEVDU
(Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş.
MEVDUAT
(Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle olduğundan haramdır. (Bak: Riba)
MEVDUD(E)
Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.
MEVDUNE
(Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa.
MEVECAT
(Mevce. C.) Dalgalar.
MEVEDDET
Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek.
MEVETAN
Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi.
MEVFUR
(Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. * Edb: Aruz kalıblarından biri.
MEVH
Kuyunun suyu çok olmak.
MEVH
Avucuyla su içmek.
MEVHİBE
İhsan. Sevgi. Hediye.
MEVHİBE-İ İLÂHİYE
Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve hediyesi.
MEVHİL
(Vahl. den) Çamurlu yer.
MEVHİN
Gece yarısına yakın vakit.
MEVHUB
(C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş.
MEVHUBAT
(Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler.
MEVHUBE
Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal.
MEVHUM
Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim.
MEVHUMÂT
Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler.
MEVHUME
Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey.
MEVHUN
Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse.
MEV'İD
Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek.
MEV'İD-İ MÜLÂKAT
Buluşma yeri.
MEV'İL
Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer.
MEV'İZA
Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek.
MEV'İZA-İ DİNİYE
Dinî nasihat.
MEV'İZAKÂR
f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih.
MEVK
Örümcek, ankebut.
MEVK
Bir şeyin ucuz olması.
MEVKIF
Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon.
MEVKİ'
Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer.
MEVKİB
Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat.
MEVKİB-İ İKBAL
Talihli kafile.
MEVKİD
Ateş ocağı.
MEVKİN
(C.: Mevâkin) Kuş yuvası.
MEVKİT
(C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman.
MEVKUD
(İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan.
MEVKUF
Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı.
MEVKUFAT
(Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. * Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para.
MEVKUFEN
Mevkuf olarak.
MEVKUFÎN
(Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar.
MEVKUFİYYET
Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı olma.
MEVKÛL
(Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen.
MEVKÛLÜN İLEYH
Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil.
MEVKUM
Hüznü şiddetli olan.
MEVKUT
Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit.
MEVKUTE
Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler.
MEVKUZE
Ağaçla vurulmuş.
MEVLA
Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. * Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. * Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd olan.
MEVLANA
Efendimiz, mevlâmız mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır.
MEVLANA CAMİ
(Bak: Câmi)
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ
Hi: 672 de Belh'de doğdu. Konya'ya geldi ve yerleşti. Mühim eseri Farsça ve manzum yazdığı Mesnevi'sidir. İkişer mısralı kafiyeli şekilde olduğundan bu isim verilmiştir. Mevlevi Tarikatının piri ve serefrâzıdır.
MEVLANA HALİD
(Hi: 1192-1242) Yüzyıl evvelinin müceddidi olduğu milyonlarca irşad ettiği kimselerin şehadetiyle sabit olmuştur. Şam'da vefat etmiştir. Hz. Osman bin Affan (R.A.) soyundandır. İlim ve takvada ve her çeşit makbul vasıflarda, devrindeki en ileri âlimlerin ve velilerin fevkinde idi. Bütün ömrünü zühd ve verâ ile geçirdi. Çok âlim ve veli yetiştirdi. Nahivde, kelâmda, fıkıhda, tasavvufda kıymetli eserler verdi. O zamanda Hindistanda bulunan Kutub Abdullah Dehleviden ders almıştı.
MEVLÂ-YI KERİM
İkram sahibi olan Cenab-ı Hak (C.C.)
MEVLEVÎ
Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman.
MEVLEVİYYET
Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil bakan kadı. "Mevâli" de denir.
MEVLİD
Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume. (Bak: Süleyman Çelebi)
MEVLİD-HÂN
Mevlid okuyan.
MEVLİM
İncitip acıtan. Elem veren.
MEVLUD
Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden herbiri.
MEVLUDAT
(Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar.
MEVLUDÜN LEH
Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba.
MEVMAT
(C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı.
MEVN
Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek.
MEVR
Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. * Rücu etmek, döndürmek.
MEVRİD
Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik.
MEVRİD-İ NASS
Nass ile gelen mes'ele. Nass olan yer. Kat'i delil olan husus.
MEVRUD
(C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen.
MEVRUDÂT
(Mevrude. C.) Gelen şeyler.
MEVRUDE
(C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş.
MEVRUS(E)
Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya.
MEVRUSAT
Mirastan gelenler.
MEVS
Yıkamak.
MEVS
Ekmeği suyla ıslatmak.
MEVS
Yolmak. Traş etmek.
MEVSIK
İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme.
MEVSİL
(Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri.
MEVSİM
(C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından biri. * Zaman. Vakit. Alâmet.
MEVSİM BE MEVSİM
Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe.
MEVSİM-İ HARİF
Sonbahar, güz devresi.
MEVSİM-İ SAYF
Yaz mevsimi, yaz devresi.
MEVSİM-İ ŞİTÂ
Kış mevsimi.
MEVSUF
Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
MEVSUK
Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı. Delile dayanan hakikat.
MEVSUKAN
Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde.
MEVSUKİYET
Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl.
MEVSUK-UL KELİM
Sözlerine inanılır. Söylediği şeylere itimad edip güvenilir.
MEVSUL
Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş.
MEVSULE
Bitiştirilmiş.
MEVSUM
(Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş, isimlendirilmiş.
MEVSUME
Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak.
MEVSUT
Ortada. Vasat olan.
MEVT
Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. * Mevt, mü'minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur.(Sual: Furkan-ı Hakîm'de $ gibi âyetlerde: "Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni'mettir." diye ifham ediliyor. Halbuki zâhiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdim-ül-lezzattır... Nasıl mahluk ve ni'met olabilir?Elcevab: "Birinci Suâl"in cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkıyeye bir dâvettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bâkıyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatiyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; "o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk" denilir.İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkıye sünbülü verecektir. M.)(Sizlere müjde! Mevt: İdam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil, adem değil, tesâdüf değil, fâilsiz bir in'idam değil; belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediyye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır. M.)
MEVTA
Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler.
MEVTA'
Ayağın bastığı yer.
MEVTAÎ
Ölü gibi, ölüye benzer.
MEVT-ALUD
f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi.
MEVTAN
(Mevetan) Cansız. * Baygın.
MEVTIN
(C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer.
MEVTÎ
Ölümle ilgili, mevte ait.
MEVT-İ AHMER
Kızıl ölüm. Kanlı ölüm. Öldürülmek. * Tas: Nefse karşı koymak.
MEVT-İ EBYAZ
Ani ölüm. * Açlık.
MEVT-İ ESVED
Boğazı sıkılmak veya suya atılmak suretiyle husule gelen ölüm.
MEVT-İ HÂİL
Korkunç ölüm.
MEV'UD
Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. * Evvelden takdir olunmuş.
MEV'UDE
Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız.
ME'VUM
Koca başlı ve gövdeli kimse.
MEV'ÜF
Afete uğramış nesne.
MEVVAC
Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo.
MEVVAR
Seri, çabuk, hızlı, sür'atli.
MEVZ
Muz ağacı.
MEVZİ'
Bir şey konulacak yer.
MEVZU'
Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.
MEVZUA
Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm.
MEVZUAT
Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler.
MEVZUAT-I BEŞER
İnsanların koyup kabul ettikleri hükümler ve kanunlar.
MEVZUN
Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.
MEVZUNAT
(Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler.
MEVZUNEN
Vezinli olarak. Ölçülü olarak.
MEVZUNİYET
Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli.
MEVZU-U BAHS
Kendisinden bahsedilen. Bahis konusu.
MEY
f. şarap, içki. (Bak: şarab)
MEY'
Eriyip akma.
MEY'A
(Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti.
MEYADİN
(Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar.
MEYADİN-İ HARB
Savaş meydanları. Muhârebe alanları.
MEYAMİN
(Meymun. C.) Bereketliler, uğurlular. * Maymunlar.
MEYAMİN
(Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar.
MEYAN
(Bak: Miyân)
MEYASİR
Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.)
MEYASİR
(Meysur. C.) Kolaylaştırılmış şeyler.
MEYASİR
(Meysere. C.) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar. * Zenginlikler, servetler.
MEY-AŞAM
f. İçki içen. Şarap içen.
MEYAZİB
Oluklar. Su yolları.
MEYD
Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak.
MEYDAN
Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer.
MEYDAN DAYAĞI
Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi büyük kabahatlerden dolayı verilen bu dayak cezası, saf saf dizilen bütün talebelerin; asker ise kışladaki askerlerin huzurunda atılırdı. Cezaya çarpılacak talebe yahut asker, meydana getirilerek cezayı icab ettiren kabahatle meydan dayağının tatbiki için verilen karar okunduktan sonra serilen bir battaniye üzerine yüzükoyun yatırılır, başının ucuna ve ayaklarının üstüne kuvvetli birer hademe yahut asker oturtulur, okulun inzibât subayı, asker ise bölüğün subaylarından biri ince kızılcık sopasıyla kaba etlerine vururdu.Bu gibi cezalar, herkes ibret alıp bu suçlar işlenmemesi için herkesin gözü önünde icra edilirdi.
MEYDAN-I HARB
Savaş meydanı, muhârebe alanı, harp meydanı.
MEYDAN-I HAŞİR
Haşir meydanı. Haşrin yeri.(Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?Elcevab: $ Hâlik-ı Hakîm'in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir şey'e, çok büyük hikmetleri takmasiyle tasrih derecesinde işaret ediyor ki: Küre-i Arz; serseriyane, bâd-ı heva azim bir dâireyi çizmiyor.. belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor. Ve bir meşher-i azimin etrafında gezip, mahsulât-ı mâneviyesini ona devrediyor ki, ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir. Demek, yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şâm-ı Şerif kıt'ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak, bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arzın bütün mânevi mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o mânevi mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir. Evet Küre-i Arz; bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulât vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet, nasılki nurani bir nokta, sür'at-i hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de: Küre-i Arz; sür'atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtiyle beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır. $ M.)
MEYDAN-I İMTİHAN-I İNS Ü CÂN
İnsan ve cinlerin imtihan meydanı, yani dünya.
MEYDAN-I MAHŞER
Mahşer meydanı.
MEYEH
Su, mâ.
MEYELAN
Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuvv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillâh olur. Doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.)
MEYEZD
f. Düğün veya işret meclisi.
MEY-FÜRUŞ
f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı.
MEY-GUN
f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan.
MEY-GÜSAR
f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen.
MEYH
Kuyunun suyunun çok olması.
MEYH
şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek.
MEY-HANE
f. İçki satılan ve içilen yer.
MEY-HAR
(Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş.
MEYHEM
Hâlin nedir, nasılsın? mânasına kullanılır.
MEY-HOŞ
f. Ekşimtrak, mayhoş.
MEY-KEŞ
f. İçki içen, şarap içen.
MEYL
Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.
MEYLA
Çok budaklı ağaç.
MEYLA'
Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri.
MEYLAB
Za'ferân.
MEYLAK
Seri ve aceleci kimse.
MEYLEN
Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak.
MEYLETMEK
Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek.
MEYL-İ TAHADDÎ
Meydan okuma meyli. Üstünlüğünü göstermek fikri.
MEYLİYAT
Bir tarafa meyleden istekler.
MEYL-ÜT TAHRİB
Bozma ve yıkma isteği, meyli.
MEYL-ÜT TEFEVVUK
Üstünlük elde etmek meyil ve arzusu. (Bak: Himmet)
MEYL-ÜT TEVESSÜ'
Genişleme isteği. Genişleme meyli.
MEYL-ÜT TEZEYYÜD
Tekellüfle sözü uzatma, artırma arzusu.
MEYMENE
Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik. Uğurluluk. Kutluluk.
MEYMUM
Denize atılmış olan.
MEYMUN
Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu.
MEYN
(C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme.
MEY-PEREST
(C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen.
MEYS
Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek.
MEYSA
(C: Miyes) Yumuşak yer.
MEYSAN
Sallana sallana yürümek.
MEYSEME
(Vesm. den) Damga, damgalanmış.
MEYSERE
(C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet.
MEYSİR
Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan.
MEYSUR
Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey.
MEYSURAT
(Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler.
MEYŞ
Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe.
MEYT
(Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz.
MEYT (MİYÂT)
Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak.
MEYTE
Hayvan leşi.
MEYTEHÂR
Hayvan leşi yiyen.
ME'YUS
Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.
ME'YUSÂNE
Ümidsizlikle. (Bak: Ye's)
MEYVE
(C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş.
MEYVEBAR
f. Yemiş veren, meyveli.
MEYVECAT
(Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler.
MEYVEDAR
f. Yemişli, meyveli, meyve veren.
MEYVEFÜRUŞ
f. Meyve satan, yemiş satan. Manav.
MEYVEHA
(Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler.
MEYVE-İ DİL
Gönül meyvesi: Evlât, çocuk.
MEYVE-İ HUŞK
Kuru yemiş.
MEYYAL
Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün.
MEYYAL-İ İNHİDÂM
Yıkılmak üzere bulunan. Neredeyse göçecek durumda olan.
MEYYAL-İ İ'TİLÂ
Yükselmeğe çok meyilli ve istekli.
MEYYAN
Yalancı.
MEYYİT
(Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş.
MEYYİTÂNE
f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine.
MEYYİTE
Hayvan leşi. * Kadın cenazesi.
MEYYİT-İ MÜTEHARRİK
Hareket halindeki ölü. * Mc: Sağ olup, gayret sahibi olmayanlara söylenir.
MEYYİT-İ SÂMİTE
f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz.
MEYZ
Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere geçmek.
MEYZER
(C: Meyâzir) Peştemal.
MEZ'
Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek.
MEZ'
Evmek, acele, sür'at. * Kesmek.
MEZA
Geçti mânâsına mâzi fiilidir.
MEZA MA MEZA
Geçen geçti. Giden gitti.
MEZABBE
Keleri çok olan yer.
MEZABIT
(Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar.
MEZABÎ
Yer yarmak, kazmak.
MEZABİH
Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler.
MEZABİL
(Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler.
MEZABİR
(Mizber. C.) Kalemler, kamışlar.
MEZAD
Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık.
MEZADE
(C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık.
MEZAHİB
Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar. (Bak: Müctehid)
MEZAHİB-İ ERBAA
Dört mezheb. (Bak: Mezheb)
MEZAHİM
Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar.
MEZAHİM-İ HÂZIRA
Bu zamandaki belâlar, zorluklar, anarşik hadiseler. İçtimâi zorluklar.
MEZAHİR
Çiçekli yerler.
MEZAHİR
Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir)
MEZAK
Sür'atli yürüyen deve.
MEZAK
Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma.
ME'ZAK
(Me'zel) : Dar yer.
MEZALİK
(Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler.
MEZALİM
Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler.
MEZAMİR
Zebur kitabının sureleri. * Düdükler.
MEZAMİR
(Mızmar. C.) Koşu meydanları.
MEZAMM
Zemmetmek. Ayıplamak.
MEZAN
Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler.
MEZAN-ÜL ÎCAZ
İcaz zannedilen yerler.
MEZAR
Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber.
MEZARAT
(Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar.
MEZARE
Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet.
MEZARET
Kalbin şiddeti.
MEZAR-I ZÂR
f. Ağlayan mezar.
MEZARİ'
(Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler.
MEZARİ'
(Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar.
MEZARİB
(Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri.
MEZARİ-İ MÜNBİTE
Münbit ve verimli tarlalar.
MEZARİK
(Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar.
MEZARİSTAN
f. Mezarlık.
MEZARRE
Isırmak.
MEZAYA
Meziyyetler. İyilikler. Hasletler.
MEZAYA-YI GALİYE
Çok kıymetli, yüksek meziyetler.
MEZAYIK
Dar ve sıkıntılı yerler.
MEZBAHA
Hayvanları kesecek yer.
MEZBELE
(C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer.
MEZBELE
Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri.
MEZBUB
Sinekli.
MEZBUBE
Sineği çok olan yer.
MEZBUH
Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş.
MEZBUHÂNE
f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle.
MEZBUL
Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan.
MEZBUR(E)
Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu.
MEZC
Katma. Karıştırma.
MEZCEN
Karıştırmakla. Katma suretiyle.
MEZCETMEK
Katmak. Karıştırmak.
MEZCÎ
Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair.
MEZC-İ İTTİHAD
İttihadın verdiği imtizac. Kuvvetli birlik ve beraberlik.
MEZCUC
Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş.
MEZD
Misvak ağacının yemişi.
MEZE
Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife.
MEZEBBE
Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
MEZELLET
Alçaklık. Zelillik.
ME'ZEM
(C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı.
MEZEMMET
Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş.
MEZEN
Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf.
ME'ZENE
(C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer.
ME'ZER
(C: Meâzir) Sığınacak yer, melce.
MEZFUFE
Gönderilmiş.
MEZG
Yemeği ağızda çiğnemek.
MEZH
(Müzâh-Müzâha-Mizâh) : Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma.
MEZHAR
(C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar.
MEZHEB
Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hanefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)(Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilâçtır, tıbben vacibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su, yalnız ilâçtır; yalnız vacibdir, başka hükmü yoktur."İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiyye; mezheplere, hikmet-i İlâhiyyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup, cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzat dergâh-ı Kadıy-ül-Hâcat'ta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında, Fâtiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı A'zama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükümetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü, umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.Hem meselâ, mâdem, şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette ekser etbâı, köylü ve nim-bedevi ve amelelikle meşgul olan Şâfiî Mezhebine göre: "Kadına temas ile abdest bozulur; az bir necaset zarar verir." Ekseriyet itibariyle hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar, ittiba ettikleri mezheb-i Hanefîye göre: "Mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var."İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibariyle; ecnebi kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya mübtelâ olduğundan; san'at ve maişet itibariyle, tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında, o tecavüzata sed çekmek için, "Abdest bozulur, temas etme; namazını ibtâl eder, bulaşma" mânevi kulağında bir sada-yı semâvi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartiyle, âdât-ı içtimaiyesi itibariyle, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa mübtelâ değil, mülevves şeylerle nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için şeriat, mezheb-i Hanefî namiyle ona şiddet ve azimet göstermemiş; ruhsat tarafını gösterip, hafifleştirmiştir. "Elin dokunmuş ise, abdestin bozulmaz; hicab edip, kalabalık içinde su ile istinca etmemenin zararı yoktur. Bir dirhem kadar fetva vardır" der, onu vesveseden kurtarır. İşte, denizden iki katre sana misal... S.)
MEZHER
Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi.
MEZHERE
Çiçek yeri. Çiçek bahçesi.
MEZHÜVV
Kibirli, gururlu.
MEZİ
İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez)
MEZÎD
Çoğalma. Ziyade etme.
MEZÎK
Su ile karışık süt.
MEZİL
Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse.
MEZİLLET
Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer.
MEZİR
Fâsid olmak, fesatçılık yapmak.
MEZİR
Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan.
MEZİYYAT
(Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.
MEZİYYET
İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet.(Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu' ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avâmın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. M.)
MEZİYYET-İ İFÂDE
İfâde meziyeti.
MEZK
(Mezâk-Mezka) : Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer.
MEZK
Yarma, yırtma. Kesme.
MEZKUM
Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli.
MEZKÛR
Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: Mezbur-Merkum)
MEZL
Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek.
MEZLAKA
Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal.
MEZMERE
Çok şiddetli hareket ettirmek.
MEZMUM
Zemmolunmuş. Makbul olmı(Zeker) ayıplanmış. Kötü.
MEZMUN
(Bak: Mazmun)
MEZMUR
Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen "Zebur"un Surelerinden herbiri.
MEZNEB
(C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer.
MEZR
Fâsit olma. Bozuk olma. * Pis. * Ayrılık.
MEZR
(Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek.
MEZRAA
Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer.
MEZREVAN
Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı.
MEZRU'
(C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş.
MEZRU'
Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer.
MEZRUAT
(Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler.
MEZRUAT
Ekili olan şeyler. Ekili yerler.
MEZ'UB
Koyununa kurt gelen.
MEZ'UK
Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu.
ME'ZUN
İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.
ME'ZUNEN
İzinli olarak.
ME'ZUNÎN
(Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar.
ME'ZUNİYET
Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma.
ME'ZUNİYET-İ KAT'İYE
Kat'i mezuniyet, kesin izin.
ME'ZUNİYET-İ RESMİYE
Resmi izin ve selâhiyet.
MEZ'UR
(Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.
MEZZ(E)
Emmek, mass.
MEZZA'
(C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi.
MEZZAH
Lâtifeci, şakacı.
MEZZER
Halep vilâyetinden getirilen siyah taş.
MI'CAZ
Mak'adı büyük olan.
MIGREFE
(C: Megârif) Kepçe.
MIGŞA
Bahadır, kahraman.
MIGTAS
Burun, göz çanağı.
MIHBASA
(C: Mehâbıs) Helva küreği.
MIHBAT
Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa.
MIHBAZ
(C: Mehâbız) Hallaç tokmağı.
MIHCEN
(C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç.
MIHDAME
Hizmeti çok olan kişi.
MIHFAK
Enli yassı kılıç.
MIHKAN
(Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti.
MIHLAC
Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı.
MIHSAL
Kilit. * Zenbil.
MIHTAB
Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet.
MIHTAT
Cetvel tahtası.
MIHZAK
Makat.
MIKASS
(C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz.
MIKATTA
Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet.
MIKBES (MIKBÂS)
(C: Mekâbis) Ateş parçası.
MIKDEHA
(C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak.
MIKLA'
(Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası.
MIKLA'
Sapan.
MIKLAD
(C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine.
MIKLAT
Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve.
MIKLEB
Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri.
MIKLEM (MIKLEME)
(C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik.
MIKMA'
(C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak.
MIKMAA
(C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh.
MIKNA'
(Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü.
MIKNATIS
yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu bulunan bu mıknatıslı çubuğun şimale bakan kısmına şimal (kuzey) ucu, cenuba çekilen ucuna da cenub (güney) ucu diyoruz. * Mağnetik oluş.
MIKNATISİYYET
Mıknatıs kuvveti ve hassası.
MIKNEB
(C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası.
MIKNEVA
Hizmet eden, hizmetçi.
MIKRA'
Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet.
MIKRA'
Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır.
MIKRAME
Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal.
MIKRAZ
(C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet.
MIKTAL
(C.: Mekâtıl) Bıçkı.
MIKTARE
Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe.
MIKVEM
(C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri.
MIKVES
Yay kabı.
MIKZAF
Kayık küreği.
MIKZEF
Tanbur.
MI'LA
Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne.
MI'LAK (MA'LUK)
(C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel.
MINKARÎ
Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı.
MINTAKA
(Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
MINTAKA-İ MEMNUA
Yasak bölge.
MINTIKA-İ HARRE
Sıcak mıntıka. Ekvator iklimi olan yerler. Hatt-ı istiva mıntıkası.
MINTIKAT-ÜL BÜRUC
Burçlar mıntıkası. Coğ: Oniki burcun bulunduğu tutulma dairesi. (Bak: Büruc)
MINTÎK
Çok düzgün konuşan.
MINZAR
Röntgen. * Bakma âleti.
MIS'AD
Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör.
MI'SAM
(C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri.
MI'SAR
(C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız.
MISBAH
Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) bu isim verilmiştir.)Sabah ve sabahat maddesinden ism-i âlettir ki; sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lâmba demektir. (E.T.)
MISBAH-ÜL MESHUR
Sabahlayan, sabahlamış.
MISDAGA
Yüz yastığı.
MISDAK
(Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü.
MISDAKIYYÂT
Mısdak ilmi.
MISFAT
Süzgeç. Tasfiye âleti.
MISGAR
Sarı yüzlü.
MISKA'
(C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi.
MISKAB
Delme âleti.
MISKAL
Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif.
MISKAT
Su kovası.
MISR
(C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı.
MISRA'
Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz.
MISRÂ-İ ÂZÂDE
Edb: Başlıbaşına mânası bulunan mısra.
MISRÂ-İ BERCESTE
Edb: En güzel ve en kuvvetli olan mısra.
MISRAM
(C: Mesârim) Orak.
MISRAN
Basra ile Kufe şehirleri.
MISRÎ
(Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı.
MISTABA
(C.: Mesâtıb) Peyke, sedir.
MISTABANİŞİN
f. Sedirde oturan.
MISTAR
Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti.
MISTAR-I HİKMET
Hikmetin mıstarı.
MISVA
Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın.
MISVAT
Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti.
MISVELE
(C: Mesâvil) Harman süpürgesi.
MISYAF
Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek.
MISYED(E)
Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan.
MIŞAT
(Mışt. C.) Taraklar.
MIŞMIŞ
Zerdali, erik veya kayısı.
MIŞRAK
Güneşi bol olan yer.
MI'TA
(C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi.
MIT'AM
Çok yeyici, fazla yiyen.
MIT'AM
Çok yemek yediren.
MIT'AN
(C.: Metâin) At sürücüsü.
MI'TAR
(C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen.
MITFEHA
Kevgir.
MITHAN
Değirmen.
MITHAR
Uzağa giden ok.
MITHERE
Su kabı. Matara.
MI'TÎR
Güzel kokular sürünen.
MITLA
(C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer.
MITLAK
Sık sık kadın boşayan erkek.
MITMER
Yapı ipi.
MITRAB
Neşeli adam. Neşesi bol kimse.
MITRAK(A)
(C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç.
MITRED
(C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü.
MITREDE
Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise.
MITRÎ
Cendereci.
MITV
(C: Mitâ) Hurma salkımı.
MITVA'
Çok muti', çok itaatli.
MI'VEL
(C: Meâvi) Sivri külünk ve balta.
MIZFAR
Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz.
MIZMAR
(C.: Mezâmir) Koşu meydanı. Yarışma sahası.
MIZRAB (MIZRÂB)
(C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar).
MIZRAK
Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı.
MIZREB
Büyük çadır, oba.
MIZYA'
Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam.
MIZZ
Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
MİA
Günlük adı verilen zamk.
MİÂ'
(C.: Em'â) Bağırsak.
MİAD
Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
MİÂÎ
(Miâiyye) Bağırsakla alâkalı.
MİÂ-İ A'VER
Körbağırsak.
MİÂ-İ GALİZ
Kalınbağırsak.
MİÂ-İ İSNÂ-AŞER
Oniki parmak bağırsağı.
MİÂ-İ RAKİK
İncebağırsak.
MİAT
(Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları.
Mİ'BER
(Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı.
Mİ'BER
Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi.
MİBLA'
(Bel'. den) Obur.
MİBNAH
Heybe.
MİBRED
Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti.
MİBREE
Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet.
MİBTAN
Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi.
MİBVEL
(Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk.
MİBZA'
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
MİBZAG
Nişter, kan alacak âlet.
MİBZEL
(C: Mebâzil) Süzgeç.
MİBZELE
(C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise.
MİBZER
Tohum ekmekte kullanılan bir âlet.
MİCDAF
(C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği.
MİCDAH
(C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız.
MİCDAR
Bostan korkuluğu. Korkuluk.
MİCDEL
(C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne.
MİCENE
(C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı.
MİCENN
Kalkan, siper.
Mİ'CER
Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp.
MİCERR
Gem çenberi. * Matkap kayışı.
MİCERRE
(C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ("Bel" denir)
MİCESSE
Ağaç budamada kullanılan keskin demir.
MİCEŞŞ
El değirmeni.
MİCHAR
Yüksek sesle konuşan.
MİCLAT
Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir.
MİCMER
İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. "Buhurdan" da denilir.
MİCR
Çenber.
MİCREFE
(C: Micref-Mecarif) Ateş küreği.
MİCSED
Cesede yapışık olan elbise.
MİCVAD
Güzel şiirler söyliyen şâir.
MİCVEB
Bir şey kesmeye yarıyan demir.
MİCVEL
Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan.
MİCZAF
(C: Mecâzif) Gemi küreği.
MİCZAM
Pek keskin kılıç.
MİCZEM
Çok keskin kılıç.
MİDA'
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri.
MİDA' (MİDEA)
(C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise.
MİD'A(T)
Şehrin burcu.
MİDAD
Yazı mürekkebi. Mürekkeb.
MİDADİYE
Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası.
MİDAE
Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer.
MİDAKA (MİDAKKA)
Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan.
MİDANEM
f. Biliyorum.
MİDARE
Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.)
MİDAS
Pabuç.
MİD'AS
Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol.
MİDDE
Cerahat, irin.
Mİ'DE
(C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu.
MİDE-NÜVAZ
Mide okşayan (maydanoz).
MİDEVÎ
Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar.
MİDFA'
(C.: Medâfi') Ask: Top.
MİDHANE
Buhurdan.
MİDHAT
Medhetme, övme.
MİDHATGER
f. Övücü, medhedici.
MİDİLLİ
At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır.
MİDKAS
İpek.
MİDLES
(C: Medâlis) Def'edecek yer.
MİDMAK
Binanın iskeleti.
MİDMEK
(C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne.
MİDRA
Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.)
MİDRAR
Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken.
MİDRAS
Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev.
MİDRE
Bahadır, kahraman.
MİDREBE
Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü.
MİDVEK
Bir şey ezmekte kullanılan taş.
MİDYAN
(C.: Medâyin) Daima borç eden kimse.
MİE
Yüz. Yüz sayısı.
MİETEYN
İki yüz. (200)
MİFAD
Kebap demiri.
MİFER
Hizmetkâr, hizmetçi.
MİFEZZA
Tokmak.
MİFRAK
(C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.)
MİFRAS (MİFRÂS)
(C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir.
MİFSAD
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter.
MİFSAL
Dil, lisan.
MİFTAH
Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar.
MİFTELE
Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek.
MİFZAL
Gündelik iş elbisesi.
MİFZAL
Fazilet ve şeref sahibi.
MİG
f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut.
MİGDAD
Çok gadaplı, çok kızgın.
MİGFER
Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil ederdi. Osmanlı miğferleri çeşitli şekillerde olmakla beraber genel olarak iki kısma ayrılırdı. Bir kısmı ince bakırdan, diğer kısmı ise çelikten yapılırdı. Miğfer; tepesi sivri fes biçiminde idi. Asıl tepeye gelecek yer temrenle süslenir, temrenin ucu kâh sivri olur, bazan da lâfza-i Celâl ve bazı kere de hilâl ile son bulurdu.
MİGFERÎ
Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili.
MİGLAK
(C.: Megalik) Kilit, mandal.
MİGNAK
f. Dumanlı, sisli. Bulutlu.
MİGSEL
Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab.
MİGVEL
(C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer.
MİGZEL
(C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ.
MİH
(C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir.
MÎH
f. Çivi, mıh. Kazık.
MİHA
Yaş değnek.
MİHAD
Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek.
MİHADDE
Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta.
MİHAFFE
Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet.
MİHAH
(Muhh. C.) Beyinler. * İlikler.
MİHAİL
Resul-i Ekremin (A.S.M.) geleceğini haber veren ve bir ismi de Mişâil olan eski zaman Peygamberlerinden bir Zâttır. Kitabının 4. bab'ında: "Ahir zamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orda hakka ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden oraya birçok halk toplanıp Rabb-ı Vâhide ibadet ederler. O'na şirk etmezler." diye bahsetmiştir.(İşte şu âyet, zâhir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i Merhume nâmıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) tarif ediyor. M.)
MİHAK
(Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
MİHAL
Kuvvet. Azab. Ukubet.
MİHAMME
Yer süpürgesi.
MİHAMME
Küçük bakır ibrik.
MİHAN
(Mih. C.) Ulular, büyükler.
MİHAN
(Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar.
MİHANİKÎ KIRAET
Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.
MİHANİKİYYET
yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti.
MİHAR
(Mühür. C.) At yavruları. Taylar.
MİHAŞŞ(E)
Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap.
MİHATT
Deriden kıl ve yün yolacak demir.
MİHAZ
Çizme mahmuzu.
MİHBAZ
(C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı.
MİHBEB
Tâne tâne kesecek âlet.
MİHBERE
(C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap.
MİHCEM(E)
(C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet.
MİHDA
İçine hediye konulan kap.
MİHEK
f. Küçük çivi. * Karanfil.
MİHEN
(Bak: Mihan)
MİHENK
(Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
MİHFAR
Toprak kazan âlet. Kazma.
MİHFEN
Değirmen sepeti.
MİHFER(E)
(C.: Mahâfir) Kazma. Bel.
MÎHÎ
f. Çivi şeklinde. Çiviye âit.
MİHÎN
(Mihine) Daha büyük, daha ulu.
MÎHKADEM
f. Ayağı kırık.
MİHLA(T)
İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba.
MİHLAF
Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse.
MİHLAK
Ustura.
MİHLEB
İçine süt sağılan kap.
MİHLEB
(C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak.
MİHMAN
f. Misafir.
MİHMANDAR
f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan.
MİHMANDAR-I KERİM
Dünya misafirhanesinde kullarına yardım ve in'am eden Rabbimiz, Allah (C.C.). * Müslümanlara dünya misafirhanesinde rehberlik eden, Hazret-i Peygamber (A.S.M.)
MİHMANDARÎ
f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık.
MİHMANHANE
f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya.
MİHMANÎ
f. Mihmanlık, misafirlik.
MİHMANNEVAZ
f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan.
MİHMANPERVER
f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven.
MİHMANPERVERÎ
f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık.
MİHMANSERAY
f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya.
MİHMEL
(C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe.
MİHMER
(C.: Mehâmir) Semer atı.
MİHMEZ (MİHMÂZ)
Çizme mahmuzu.
MİHNEKA
(C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet.
MİHNET
Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak.
MİHNET-ÂBÂD
f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya.
MİHNETDİDE
f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş.
MİHNETGÂH
f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya.
MİHNETKEDE
f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya.
MİHNETKEŞ
f. Keder, eziyet ve mihnet çeken.
MİHNETZEDE
f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş.
MİHR
(Bak: Mehr)
MİHRAB
Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * Orman. * Melikin hususi makamı. * Mc: Şeytan ve hevâ ile muharebe edecek yer. * Ümit bağlanan yer.
MİHRAB-I CEMŞİD
Güneş, Şems.
MİHRACE
(Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral.
MİHRAF
Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet.
MİHRAK
Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi.
MİHRAK
Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne.
MİHRAK
(C.: Mehârik) Ağaç kılıç. * Yırtıp parçalayacak âlet.
MİHRAKÎ
Mihrak noktasına âit.
MİHRAS
(C.: Mehâris) Dibek taşı.
MİHRAT
(C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan.
MİHRAT
Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı.
MİHRBAN
f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü.
MİHRBANÎ
f. Dostluk, muhabbet, sevgi.
MİHRE
f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek.
MİHREF
(C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap.
MİHREZ
İğne, ibre.
MİHRGAN
f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı.
MİHRNAZ
f. Naz güneşi. Çok nazlı.
MİHSAD
Ekin orağı.
MİHSAF
(C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir.
MİHSAL
Keskin kılıç.
MİHSAL
Ok yapılan demir.
MİHSARRE
Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek.
MİHSERE
Süpürge.
MİHŞAH
(C.: Mehâşi) Kaba kilim.
MİHTAB
Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet.
MİHTAT
Cetvel tahtası.
MİHTER
(C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu.
MİHTERÂN
(Mihter. C.) f. Daha büyükler.
MİHTERÎ
f. Büyüklük, ululuk, azimlik.
MİHVAL
Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı.
MİHVEKA
Süpürge.
MİHVER
Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi dönen şeylerin ortasından geçen mil. Merkez. * Mat: Üzerinde bir müsbet ciheti var farzedilen sonsuz hat. * Kağnı arabasının dingili.
MİHVER-İ ÂLEM
Arzın merkezinden geçerek semâ küresini her iki tarafta kesen mevhum hat.
MİHVER-İ ARZ
Arzın kuzey ve güney kutupları arasında uzanıp, merkezden geçtiği farz olunan hat.
MİHVER-İ HAREKÂT
Askeri harekâtın yapıldığı yer.
MİHVER-İ NEBAT
Kök, gövde ve yaprakların tamamı.
MİHYAC
Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla.
MİHYAF
Tez susayan davar.
MİHYAL
Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi.
MİHYAT
İğne.
MİHZA (MİHZAB)
Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç.
MİHZAB
Boyacıların elbise boyadıkları küp.
MİHZAC
Çamaşır tokacı.
MİHZAK
Çok gülen kadın.
MİHZAR
Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan.
MÎK
Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan.
MÎK
f. Çekirge.
MİKA
Muhabbet, sevgi.
MİKAA
Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse.
Mİ'KAB
Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran.
MİK'AB
Geo: Küb. * Mat: İki defa kendisi ile çarpılan sayı.
MİK'AB
(C.: Mekâıb) Topuk mesti.
MİKÂİL
Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike)
MİKAMME
Süpürge.
MİKAT
Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer.
MİKAT
Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme ânında koyunun ayağını bağladıkları ip.
MİKAT SÜNNETİ
Hacca niyet edenin ihrama girmesi.
MİKATÎ
Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse.
MİKATT
(C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet.
MİKDAD
Demir kesme âleti.
MİKDAM
(C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden.
MİKDAR
Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece.
MİKDAR-I KÂFİ
Yeter derecede.
MİKDAR-I KAMET
Namaza başlamak için okunan kamet zamanı kadar.
MİKELE
Sofra takımı.
MİKHAL
(C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet.
MİKLEB
Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın adı.
MİKLEME
Kalemlik, kalem konacak âlet.
MİKNE
(C: Mekenât) Süpürge.
MİKNESE
Süpürge.
MİKNET
Güç, kudret, kuvvet.
MİKRA'
Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar.
MİKRAA
(C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği.
MİKRAM
Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden.
MİKRAM (MİKRAME)
(C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez.
MİKRAT
(C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak.
MİKRAZ
(C.: Mekariz) Makas.
MİKREB
(C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban.
MİKRON
Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri.
MİKROSKOP
Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet.
MİKSAHA
(C.: Mekâsih) Süpürge.
MİKSAL
Çok keskin kılıç.
MİKSAR
Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden.
MİKSEFE
(Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör)
MİKSEHA
(C.: Mekâsih) Süpürge.
MİKSİR
Çok söyleyici, çok konuşan.
MİKŞAT
Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet.
MİKTA'
Kesecek âlet.
MİKTEBE
Tabak üstüne örttükleri nesne.
MİKTEL
Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek.
MİKVAL
Çok konuşan.
MİKVED
(C.: Mekavid) Yular.
MİKVEL
Lisan. Dil.
MİKYAL
(C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği.
MİKYAS
Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek.
MİKYAS-I KUVVET
Kuvvet ölçer. Dinamometre.
MİKYAS-I MÂ
Hidrometre.
MİKYAS-I ZELAZİL
Yer sarsıntısının şiddet ve yönünü gösteren âletler.
MİKYAS-ÜL HARARE
Harâret derecesini ölçen âlet. Termometre.
MİKYAS-ÜL MÂYİAT
Sıvıların yoğunluk derecesini ölçen âletin adı.
MİKYAS-ÜR RİYAH
Rüzgâr hızını tâyin eden âlet.
MİL
İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet nakleden uzun çelik çubuk. * Selin bıraktığı en verimli münbit toprak. * Mesafeyi gösteren işaret çubukları. * Bir kilometreden fazla mesafe, uzaklık.
MİLA
Bir kap dolusu nesne.
MİLAD
(Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı.
MİLADÎ
Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir.
MİLAH
(Milh. C.) Milhler, tuzlar.
MİLAHAT
Gemicilik. Gemicilik bilgisi.
MİLAK
Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne.
MİL'AKA
(C.: Melâik) Tahta kaşık.
MİL'AKA-TIRAŞ
f. Tahta kaşık yapan.
MİLAT
Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı.
Mİ'LAT
(C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez.
MİLBEN
Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap.
MİLDEM (MİLDÂM)
Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse.
MİLDES
Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş.
MİL'E
Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz.
MİLEL
(Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar.
MİLEL-İ MÜTEMEDDİNE
Medenileşmiş milletler.
MİLEL-İ SÂİRE
Başka, diğer milletler.
MİLEZZ
Katı, şiddetli, şedid.
MİLG
Ahmak.
MİLH
(C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz.
MİLHA
Kutu. Dağarcık.
MİLHA
(Milh. C.) Tuzlar.
MİLHA
(Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş.
MİLHAB
(C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet.
MİLHAFE
Bürünecek şey. Yorgan.
MİLHE
Güzel kelâm, lâtif söz.
MİLHEZ
Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet.
MİLHÎ
(Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan.
MİLİ
f. Kedi.
MİL-İ BAHRÎ
İngiliz deniz mili. (1852 metre)
MİL-İ BERRÎ
Kara mili. (1609 metre)
MİLİS
Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti.
MİLK
Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk.
MİLKA
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik.
MİLKAT
(C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet.
MİLKAT
Cerrah cımbızı.
MİLKDAR
f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi.
MİLKED
Nesne dövecek âlet.
MİLK-İ YEMİN
Köle, cariye.
MİLLET
Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber yaşayanların hepsi.
MİLLET-İ BEYZA
Bütün Müslümanlar.
MİLLET-İ HÂKİME
Hâkim millet.
MİLLET-İ MERHUME
Müslümanlar, İslâm Milleti. (Allah'a ve onları ebedi saadete sevkeden emirlerine itaat ettiklerinden, kendileri rahmete mazhar olmuşlardır.)
MİLLÎ
(Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub.
MİLLİYET
Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. (Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur'ân ve imândır.)(Kimin himmeti milleti ise, o tek başiyle küçük bir millettir. M.)(Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zâlimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsâni var; gafletkârâne bir lezzet var; şeâmetli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız!" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir. Şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, mütayakkız davranır. Şu ise, muhâsamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: $Ve Kur'an da ferman etmiş: $ İşte şu hadis-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat'i bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki: Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor... M.) (Bak: Türk)(Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:Evvelâ: şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiyye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek mânasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet-perverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbur olmuş; demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Mâdem öyledir. Hakiki unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir. M.)
MİLLİYETPERVER
f. Milliyetini seven.
MİLSAH
(C.: Melâsıh) Keten tarağı.
MİLT
Nesebi bilinmeyen.
MİLTAN
Yağ değirmeni.
MİLTAT
Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı.
MİLVAH
Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan.
MİLVAT
Mala.
MİLZAB
(C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis.
MİM
Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin sonuna veya altına temme (bitti) yerine ve "mâlum oldu, görüldü" makamında konulan bir harftir. (Bak: Ebced)
Mİ'MAR
İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis.
Mİ'MARÂN
f. Mimarlar.
Mİ'MARÎ
(Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para.
MİMHA
Meni silmeye mahsus bez parçası.
MİMHAZA
Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.)
MİMÎ
(Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime.
MİMLAKA
Yer düzeltecek taş.
MİMLEHA
Tuzlu yer.
MİMRAZ
Hastalıklı, illetli.
MİMSAH
Yalancı.
MİMSAHA
Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil.
MİMSİZ MEDENİYET
Vahşilik, denîlik. Alçaklık. * Medeni kelimesinin, Kur'ân alfabesine göre "mim" harfini kaldırırsak, denî kelimesi kalır. Buna binaen, "mimsiz medeniyyet" de denî, alçak ve zâlim yerinde kullanılmıştır.
MİMTAR
Yağmurluk.
MİN
Arabçada harf-i cerrdir. 1- Mekân ve bir şeye başlamayı ifâde eder.Meselâ: $ "Haftadan haftaya" da olduğu gibi.2- Teb'iz için olur. Meselâ: $"Kim bir kavme benzemeğe özenirse onlardan sayılır" cümlesinde olduğu gibi. Bazılarını, bir kısmını ifâde ediyor. 3- Cinsi beyan için olur. Meselâ: $ "İşlediğiniz hayrı Allah bilir" cümlesinde "min" tebyine (açıklamaya) vesile oluyor.4- Bedel-i ivâz (karşılık) için olur. Meselâ: $ "Ahirete bedel, dünya hayatına râzı mı oldunuz" cümlesinde olduğu gibi.5- Tâlil (sebeb bildirmek) için olur. Meselâ: $ "Allah'tan korktuğu için ağlıyor." cümlesinde olduğu gibi. Önündeki kelime mef'ulün leh olur.6- İstiğrak ifadesi için olur. Gâyet, hiç bir, hiç... gibi. "Bize hiç bir yorgunluk dokunmadı" cümlesinde olduğu gibi. $ Bâzı fiiller mef'ul-ü bihini, "min" ile alır. Bu takdirde... den, dan... manası ile tercüme edilmez.7- Tahsis-i alel umum (katiyyet ifadesi) için olur. Bu da zâidedir. Meselâ: $ "Hiç kimse bana gelmedi" cümlesinde olduğu gibi. Bunlardan başka "min" harf-i icerri;fasıl mânasına, birbirine zıd iki kelimeden ikincisine dahil olur. Bâ-i cerreye, an $, fi $, ind $, alâ $'ya müradif olur. $ Rubbemâ, mânasına ve sıla olur. Lâm-ı zâide ve $ müz ve ba-i kasem yerinde de kullanılır.
MİN GAYR-I HADDİN
Had harici, edeb dışı olarak. * Haddim olmayarak.
MİN KÜLL-İL VÜCUH
Her yönden. Her cihetle.
MİN.. İLA
den... ye kadar.
MİNA
Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça.
MİNA'
(C.: Miyâni) Liman.
MİNAFAM
f. Cam mavisi, sırça renkli.
MİN'AM
Çok in'am ve ihsan eden.
MİNARAT
(Minare. C.) Minareler.
MİNARE
(C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii.
MİNA-RENK
f. Gök mavisi.
Mİ'NAS
Kız doğuran kadın.
MİN-BA'D
Bundan sonra, bundan böyle.
MİNBAZ
Hallaç tokmağı.
MİNBER
Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.) (Bak: Hutbe)(... Minber, Vahy-i İlâhinin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makâm-ı âliye çıkabilsin. S.)
MİNBEZE
Yastık.
MİNCAB
Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok.
MİNCAR
Havan. Havan eli.
MİNCEDE
Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu.
MİNCEL
(C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı.
MİNCEM
(C.: Menâcim) Terâzi kolu.
MİNCERE
Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya "necire" derler.)
MİN-CİHETİN
Bir cihetten, bir bakıma göre.
MİNCİLAB
Murdar su, pis su.
MİNDAG
Hücum edecek âlet.
MİNDAS
Yeyni avret, hafif kadın.
MİNDEF
(C.: Menâdif) Hallaç yayı.
MİNDEL
Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya.
MİNDİF
Atılmış pamuk.
MİNDİL
(C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası.
MİN-EL EVVEL
Evvelden beri.
MİN-EL EZEL
Ezelden beri.
MİN-EL KADİM
Çok evvelden. Eskiden beri.
MİN-EL MÜHLİKAT
Helâk edenlerden. Mühlik olanlardan.
MİN-EL-ARŞ İLE-L-FERŞ
Arştan yeryüzüne kadar.
MİNEN
(Minnet. C.) Minnetler.
MİNESSERA İLESSÜREYYA
(Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar.
MİN-EŞ ŞEMS
Güneşten.
MİNFAH
(C.: Menâfih) Körük.
MİNFAK
Çok fazla nafaka veren.
MİNFEHA
Peynir mayası.
MİNH (MİNHÜ)
(C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.)
MİNHA
(C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş.
MİNHA
(C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli)
MİNHAC
Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde.
MİNHAC-I HİDAYET
Doğru yol. Hidayet yolu.
MİNHAC-ÜS SÜNNET
Sünnet yolu. Sünnet caddesi. Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) gittiği, emrettiği şeriat yolu.
MİNHAR
Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan.
MİNHAS
(C.: Menâhis) Uğursuz şey.
MİNHAT
(C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet.
MİN-HAYSÜ-LAYAHTESİB
Hesab edilmedik ve umulmadık yerden veya kadar (mânasında).
MİNHÜM
Onlardan.
MİNKAA
Küçük taş çömlek.
MİNKAB
Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak.
MİNKAL
(C: Menâkıl) Çamur teknesi.
MİNKALE
Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki.
MİNKAR
(C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem.
MİNKAR-I MAHRUT
Gagaları konik biçimde ve kuvvetli olan kuşlar. (Serçe, karga gibi)
MİNKAR-I MEŞKUK
Kırlangıç ve çobanaldatan gibi gagaları kısa ve çok yarık olan kuşlar.
MİNKARÎ
Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda.
MİNKAŞ
(Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem.
MİNKAZ
Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş.
MİN-MA
(Mimmâ okunur) Şey, nesne. O şeyden.
MİNMAS
Kıl yolacak âlet.
MİNNET
İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak.
MİNNETDAR
f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet.
MİNNETDARANE
f. Minnetli olarak. Minnet eder surette.
MİNNETDARÎ
f. Minnetdarlık.
MİNNETDİDE
f. Minnet ve iyilik görmüş.
MİNNETKEŞ
(C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken.
MİNNETKEŞÂN
(Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler.
MİNNETŞİNÂS
(C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir.
MİNNETŞİNÂSÎ
f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik.
MİNSAF
(C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi.
MİNSAR (MİNSİR)
Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet.
MİNSEC
(C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı.
MİNSEE (MİNESSEE)
Asâ, sopa.
MİNSEF
(C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk.
MİNSEGA
(C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı.
MİNSER
(C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. * Kırktan elliye veya altmışa; ve yüzden ikiyüze kadar olan at.
MİNŞAA
Çulha mekiği.
MİNŞAKKA
Yarık, çukur, oyuk.
MİNŞAR
(C.: Menâşir) Testere, biçki.
MİNŞEFE
Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne.
MİNŞEGA
Ot ve yem koydukları kap.
MİNŞEL (MİNŞÂL)
(C: Menâşil) Yemek çatalı.
MİN-TARAFİLLAH
Allah tarafından. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle.
MİNTAŞ
(C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız.
MİNU
Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs.
MİNU-YU HÂK
Mezar, kabir.
MİNVAL
Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
MİN-VECHİN
Bir bakımdan, bir cihetten.
MİNYATÜR
Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca "minyatura" kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış demek olan "hurde nakış" denilirdi. (O.T.D.S.) * İnce bir san'atla yapılmış küçük resimler.
MİNZAR
Ayna. Bakma âleti. Gözlük.
MİR
Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli.
MİRA'
(Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme.
MİR-AB
f. Bir kentin su işlerine bakan kişi.
Mİ'RAC
Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine, Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i âzamı, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: "Eğer Beyt-ül Makdis'e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni: "Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül-Makdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum." İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek. Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $ diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.)
Mİ'RAC GECESİ
Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir.
Mİ'RACİYYE
Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser.
Mİ'RAC-UN NEBİ
Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) huzur-u İlâhîde yükselmesi.(Mi'râc-un Nebi : Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) Efendimizin seyr-i sülukundan ibârettir. Zât-ı Muhammediye'nin bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bütün mahlukatın Hâlikı ile umumî, küllî, ulvî bir sohbetidir.)(Mi'rac meselesi erkân-ı imaniyyenin usulünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'rac'dan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. S.) (Bak: Bast-ı zaman)
MİRADE
Mancınık taşı.
MİRADES
(C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni.
MİRAH
Sürur, neşat, sevinç.
MİR-AHUR
f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır.
MİRALAY
Alay kumandanı. Albay.
MİRAN
(C: Mârin) Vahşi canavar yatağı.
MİRAN
(Mir. C.) Beyler.
MİRAN AŞİRETİ
Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı.
MİRAR
Kerreler. Def'alar.
MİRAREN
Defalarca, birçok kere.
MİRAS
Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk.( $ olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adâlet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adâlettir. Çünki; ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını telâfi eder. Hem merhamettir, çünki: O zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, "Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir çocuk" nazariyle endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi ona, "hânedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib" nazariyle bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sûreten, az bir şey kaybeder; fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki zaman-ı câhiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenâate yol açmak ihtimali vardır. M.)
MİRASHAR
f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor.
MİR'AŞ (MER'AŞ)
Çok yüksekten uçan güvercin.
MİR'AT
Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle.
MİR'AT-ÜL AYN
Bir şeyin dış görünüşü.
Mİ'RAZ
Süs için giyilen güzel elbiseler.
Mİ'RAZ
(C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz.
MİRAZZA
Harmanı sürecek döven.
MİRBA
Ganimet malının dörtte biri.
MİRBA (MİRBÂE)
Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer.
MİRBAA
Asâ, değnek, sopa.
MİRBAT
Davar bağlanacak bağ.
MİRBED
(C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer.
MİRCEL
(C.: Merâcil) Kazan.
MİRDA
Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç.
MİRDİYAN
(Mirdiyane) Mersin ağacı.
Mİ'RE
(C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık.
MİREMME
Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı.
MİRFA(T)
İttifak etmek, bir olmak, birleşmek.
MİRFAK
Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi.
MİRFAKA
Dirsek yastığı.
MİRFED
Büyük kâse.
MİRFEŞE
Kürek.
MİRGAH
Kaymak alacak âlet.
MİRHA
İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at.
MİRHA(T)
Salıverilmiş, bırakılmış perde.
MİRHA(T)
(C.: Merâhâ) Yürüyücü at.
MİRHAZ (MİRHÂZA)
Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı.
MİR'IZZA (MİR'IZÂ)
Keçi kılının altında olan tiftik.
MİRÎ
Devlete âid. Devlet hazinesine mensub.
MİR-İ KELÂM
Güzel ve zarif konuşan.
MİRİLU
Uzayan harblerde ve askerin kifayetsizliği zamanlarında aylıkla toplanan askerler. Bunlar talimsiz, intizamsız oldukları için "Nefer-i âm: Bütün halkın cenge sürülmesi" hükmünde kalıyor, bir istifade te'min olunamıyordu. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasıyla muntazam askerî teşkilât yapılınca bu türlü asker istihdamından vaz geçilmiştir. * Hükümete ait gelir menbaları yerinde de mirilu tabiri kullanılırdı.
MİRKAK
Oklava.
MİRKAM
(C.: Merâkım) Kalem.
MİRKAT
Merdiven. Basamak. Derece.
MİRKEN
(C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen.
MİRLİVA
Tugay kumandanı. Tuğgeneral.
MİRMA(T)
(C: Merâmâ) Nişan oku.
MİRRE
Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık.
MİRRİD
Müfsid, kötü ve şerir kimse.
MİRRİH
Uzun ok. ("Pertev oku" derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı.
MİRRİH
Şâd, neşeli ve mesrur kimse.
MİRSAD
Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen.
MİRSAD
(C: Merâsıd) Geniş yol.
MİRSAD-I İBRET
İbretle seyretme yeri.
MİRSAD-I TEFEKKÜR
Tefekküre sebep olan.
MİRSAL
(C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok.
MİRSAT
Gemi demiri. Lenger.
MİRŞAH
(Mirşaha) Süzgeç.
MİRŞAHA
Eyer altına konulan keçeyi davardan almak.
MİRŞEKA
(C: Merâşik) Terzi yüksüğü.
MİRŞEM
Ekmek tozunu silecek tüy süpürge.
MİRT
(C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise.
MİRTAC
Yarış atlarının beşincisi.
MİRTAC
Kapı kilidi. * Dar yol.
MİRTAL (MİRTALE)
Bulaşmak.
MİRTAZ
Dinin yasaklarından sakınan kimse.
MİRVAHA
(C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze.
MİRVAHA CÜNBÂN
f. Yelpaze sallıyan.
MİRVED
(C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver.
MİRYE
Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri)
MİRZA
Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca kullanılmaktadır.
MİRZAB
(C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi.
MİRZAH
Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç.
MİRZAH
(C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş.
MİRZAZ
Havan eli.
MİRZEBE
(C: Merâzib) Tokmak.
MİS
f. Bakır.
MİS'
Şimal yeli, kuzey rüzgârı.
MİS'AB
(C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu.
MİSAFİR
Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim)
MİSAHA
Ölçmek, miktarını bilmek.
MİSAK
Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin.
MİSAK
Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz.
MİSAL
Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav veyahut da yâ olan) fiil veya kelime.
MİSAL-İ VAVÎ
İlk harfi "vav" olan kelime.
MİSAL-İ YAYÎ
İlk harfi "ye" olan kelime.
MİSALİYYE
Misale dair.
Mİ'SAM
Nabız yeri. Bilek.
MİSANE
Dizgin kayışı.
Mİ'SAR
(Mi'sara) Mengene.
MİS'AR (MİS'ÂR)
(C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet.
MİSAS
El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak.
MİSBAH
Yüzgeç.
MİSBAH
Lâmba. (Bak: Mısbah)
MİSBAH-I SADRÎ
Göğüs yüzgeçi.
MİSBAH-I ZENEBÎ
Balıkların kuyruğu.
MİSBAR
(C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil.
MİSBEKE
Mâden eritilip dökülecek kap.
MİSDAK
(Bak: Mısdak)
MİS'EB
Bal konulan tulum, bal tulumu.
Mİ'SELE
(Asel. den) Arı kovanı.
MİSELLE
(C: Misâl) Çuvaldız.
MİSELLÎ
Çuvaldızcı kimse.
MİSEM
Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri.
MİSENN
Bileği taşı.
MİSFAT
Süzgeç. Tasfiye âleti.
MİSFEN
Törpü.
MİSFERE
Süpürge.
MİSHA(T)
(C: Mesâhi) Demir kürek, bel.
MİSHAB
(C: Mesâhib) Sacayak.
MİSHAB
Bel âletinin sapı.
MİSHAL
Eğe, törpü gibi yontma aletleri.
MİSHANE
Taş parçaladıkları nesne.
MİSHAT
Şarap koyacak kap.
MİSHEB
Siyah at.
MİSHEL
Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin.
MİSHELÂN
Geminin iki tarafındaki iki halka.
MİSİL
(Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.
MİSİLLİ
(Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı.
MİSK
Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)
MİSK İLE ANBER
Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir).
MİSKÂ'
Sıklık vermek.
MİSKA(T)
(C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası.
MİSKAB
(C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap.
MİSKAL
Devamlı tenbel olmak.
MİSKAL
Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.)
MİSKAM
Hastalıklı, illetli.
MİSKATA
Düşürtücü ilâç veya sebep.
MİSKET
Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm vs.)
MİSKİN
Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse.
MİSKİNÂNE
f. Tenbelcesine, miskincesine.
MİSL
(Bak: Misil)
MİSLAH
Ham iken hurması dökülen hurma ağacı.
MİSLAK
Fesih, beliğ konuşan kimse.
MİSLAK
Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam.
MİSLAT
(C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi.
MİSLİYET
Benzeri ve misli olmak. Benzerlik.
MİSMA'
(C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet.
MİSMAK
Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç.
MİSMAR
Ensiz çivi, mıh. Demir kazık.
MİSMAR-I ÂHENİN
Demir kazık.
MİSMAS
Karıştırmak.
MİSMAZ
Deyyus kimse.
MİSRED
Büyük taş, çanak.
MİSSİK
Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr.
MİSTAH
Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer.
MİSTAR
(Bak: Mıstar)
MİSTİK
Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi.
MİSVAK
Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
MİSVAT
Kazan kepçesi.
MİSVAT
Ekincilerin sürgüsü.
MİSYON
Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife.
MİSYONER
Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse.
MİŞ
f. Koyun, ganem.
MİŞ'
Aşı dedikleri kızıl balçık.
MİŞA'
Kumsuz yer.
Mİ'ŞAB
Otu bol olan çayırlık yer.
MİŞAİL
(Bak: Mihâil)
MİŞ'AL
(C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp.
MİŞAR
Testere.
Mİ'ŞAR
Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir.
MİŞ'AR
Şan, şeref, haysiyet ve vakar.
Mİ'ŞAR (MİŞÂR)
(C: Meâşir) Dülger testeresi.
MİŞAT
(Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar.
MİŞ'AT
(C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil.
MİŞATİYE
Tarak kılıfı.
MİŞCEB
(C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye.
MİŞCER
(C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık.
MİŞEZAR
f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik.
MİŞHAZ
Bileği taşı.
MİŞİN
f. Meşin.
MİŞK
Aşı dedikleri kızıl toprak.
MİŞKA
Tarak.
MİŞKAS
(C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir.
MİŞKAT
İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil.
MİŞMAA
Şamdan.
MİŞMAK
Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba.
MİŞMEL
Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç.
MİŞMİŞ
Zerdali yemişi.
MİŞRAK
Her zaman güneşli olan yer.
MİŞRAT
(C.: Meşârit) Keskin bıçak.
MİŞTAT
Kış günlerinde oturulacak yer.
MİŞVAR
Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer.
MİŞVARE
Testi, çömlek.
MİŞVARGÂH
f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan.
MİŞVAZ
Sarık.
MİŞVEL
Orak.
MİŞVERE
Minder.
MİŞVEZ
(C: Meşâviz) Tülbend.
MİŞYA'
Boşboğaz. Çok konuşan.
MİŞYE
Bir yürüme çeşidi.
MİŞZEB
Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri.
MİTA'
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer.
MİTADE
Matkap başı.
MİTAM
Her zaman ikiz doğuran kadın.
MİT'AM
(C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan.
MİTAN
(C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer.
MİTAT
(Bak: Midhat)
MİTE
Bir nevi ölmek.
MİT'EM
Bir defalık ikiz doğuran kadın.
MİTHARA
(Tahâret. den) Matara.
MİTİN
f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç.
MİTİNG
İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı.
MİTOLOJİ
Fr. Efsane bilgisi.
MİTRALYÖZ
Fr. Makinalı tüfek.
MİTRES
Kapı ardınca koydukları ağaç.
MİV
f. Kıl.
Mİ'VAN
Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse.
MİVE
Meyve kelimesinin aslıdır.
Mİ'VEL
(C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma.
Mİ'VEZ(E)
(C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan.
MİYAH
(Mâ. C.) Sular.
MİYAH-I CÂRİYE
Akar sular.
MİYAH-I HÂRRE
Kaplıca suları gibi olan sıcak sular.
MİYAH-I MALİHE
Tuzlu sular.
MİYAH-I MERRE
Acı sular.
MİYAN
f. Orta, ara, vasat, meyan.
MİYANBEND
f. Kemer, kuşak.
MİYANBESTE
f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır.
MİYANE
f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci.
MİYANÎ
(Minâ. C.) Limanlar.
MİYANSER
f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç.
MİYANSERA
(Miyânserây) Avlu. Ev meydanı.
Mİ'YAR
Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
MİYERE
Taam, yemek.
MİYSERE
(C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak.
MİZ
Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak.
Mİ'ZA
Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer.
MİZ'A
Ayıracak alet. Kesecek alet.
MİZAB
(C.: Meâzib) Oluk, su yolu.
Mİ'ZAB
(C: Meâzib) Dam oluğu.
MİZAB-I BÂRÂN
Yağmur oluğu.
MİZAC
Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
MİZ'AC
Bir yerde karar etmeyen kadın.
MİZAC-DAN
f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan.
MİZACGİR
f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden.
MİZAC-I NÂZİK
İnce yaradılış. Nâzik tabiat.
MİZAD
Sürur, sevinç, neşe.
Mİ'ZAD
Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak.
MİZAE
Abdest alacak kap.
MİZAH
Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
MİZAHÎ
Mizahlı, eğlenceli.
MİZAH-NÜVİS
f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan.
Mİ'ZAL
(C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse.
MİZAN
Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
MİZAN-ÜL HARARE
Sıcaklığı, soğukluğu ölçen âlet. Termometre. (Mikyas-ul hararet de denir.)
Mİ'ZAR
(C.: Meâzir) Örtü, perde.
MİZBAH
Bıçak.
MİZBAN
(C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse.
MİZBANÂN
(Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri.
MİZBED
(C: Mezâbid) Hayvan ahırı.
MİZBER
(C.: Mezâbir) Kamış kalem.
MİZCEL
Harbe denilen küçük kılıç.
MİZDEA
Yüz yastığı.
MİZEBBE
Yelpaze.
MİZEC
Küçük süngü.
Mİ'ZEF
(Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s.
MİZEFFE
Gelin mahfesi.
MİZEK
f. İdrar, sidik.
Mİ'ZENE (MİZENE)
Ezan okunacak yer.
Mİ-ZENEND
(f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. " : Zeden" vurmak" masdarındandır.
Mİ'ZER
(C.: Meâzir) Peştemal.
MİZKÂR
Dâima erkek doğuran dişi.
MİZLAC (MİZLÂK)
El ile açılan kilit.
MİZLAKA
Uzun burunlu ışık fitili makası.
MİZMAN
f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi.
MİZMAR
Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir)
MİZMAR
(C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli at.
MİZMAR-ZEN
f. Düdük çalan.
MİZR
Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse.
MİZRA
(C: Mezâri) Yaba, kürek.
MİZRAK
(C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç.
MİZRAKA
Küçük şırınga.
MİZVAC
Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın.
MİZVED
(C: Mezâvid) Azık koyacak kab.
MİZVED
Dil, lisan.
MİZZ
Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü.
MODA
Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır.
MODEL
Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs.
MODERN
Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet)
MOĞOL
Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş bir çölde ve Sibirya ve Türkistan'ın da bazı taraflarında bulunurlar.Cengiz Hanla beraber Asyanın batı taraflarına akın ettikleri zaman, Asyanın büyük bir kısmıyla Avrupanın da bir kısmını yakıp yıkmışlardır.
MOLA
İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır.
MOLEKÜL
Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası.
MOLLA
Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi.
MOLLA CÂMİ
(Bak: Câmi)
MOLLAYANE
Mollaya yakışır şekilde. Mollaca.
MOLOZ
Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan.
MONARŞİ
Fr. Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (Kral, padişah, han v.s.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa; meşruti monarşi; olmazsa; mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsi veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşruti monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşruti monarşi devlet şekline sâhiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yâni monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adâlete uygun olabilir. Eğer meşruti monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir.
MUABBİR
(İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
MUABBİRÎN
(Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler.
MUACCEL
Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz.
MUACCELÂNE
Acele olarak. Peşin olarak.
MUACCELAT
(Muaccel. C.) Peşin ödemeler.
MUACCELE
Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım.
MUACCELEN
Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak.
MUACCİZ
Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
MUAD
Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş.
MUADADAT
Yardım etme, muvavenet etme.
MUADAT
Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet.
MUADD
Hazırlanmış. İdâd olunmuş.
MUADDEL
Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş.
MUADDIL
(Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan.
MUADDİL
Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren.
MUADELAT
(Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler.
MUADELE
Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.
MUADELET
Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik.
MUADİL
Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer.
MUAF
Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest.
MUAFAT
Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma.
MUAFESE
Tedavi etmek.
MUAFÎ
Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden.
MUAFİR
Yavaş yürüyen kişi.
MUAFİYYET
Bir hastalığa $karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma.
MUAFNAME
f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt.
MUAHAT
Kardeşlik edinme.
MUAHED
Zimmi kâfir.
MUAHEDAT
(Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar.
MUAHEDE
Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma.
MUAHEDE-İ İTTİFAKİYYE
Bir savaş çıktığında birbirlerini desteklemek üzere iki veya daha fazla devletler arasında yapılan andlaşma.
MUAHEDE-İ TİCARÎ
Yalnız ticâret işleriyle alâkalı olmak üzere devletler arasında yapılan andlaşma.
MUAHEDE-NAME
f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt.
MUAHEZ
Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen.
MUAHEZAT
(Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar.
MUAHEZE
Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid.
MUAHEZEKÂR
f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan.
MUAHHAR
Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan.
MUAHHAREN
Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak.
MUAHİD
Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı, beraber harbe giderlerdi.)
MUAHİZ
(Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden.
MUAKAB
Cezalandırılmış.
MUAKABE
Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma.
MUAKADE
(Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma.
MUAKARA
Nefret etmek.
MUAKIB
Cezalandıran. * Takibeden.
MUAKİD
Birbiriyle akid yapan, sözleşen.
MUAKKAB
(Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş.
MUAKKAD
İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü.
MUAKKID
Düğümleyen, sihir yapan, cadı.
MUAKKİB
Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden.
MUAKKİBÂT
Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih)
MUAKKİBÎN
Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler.
MUALEBE
Erkeğin, karısı ile oynaması.
MUALECAT
Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar.
MUALECE
Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek.
MUALLA
Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
MUALLAK
Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned)
MUALLEKA
(C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler.
MUALLEKAT-I SEB'A
(Yedi askı) Kur'ân henüz nâzil olmadan, câhiliyet devrinde meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe'nin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.(Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsâllerini kitabet yerine şiir ve belâğat kaydiyle muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak o kavmin mânevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlariyle idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallekat-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan nüzul etti. Nasılki, zamân-ı Musâ Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı İsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye dâvet etti: $ fermaniyle onlara meydan okuyor. Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünki: Edipleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve mânevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular. Hem, Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var. Birisi, düşmanın hırs-ı muârazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-ı şedid altında milyonlar Arabi kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim O'na ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: "Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu hâlde, ya Kur'an, bütününün altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkindedir. S.)
MUALLEKİYYET
Muallak olma, askıda oluş, boşta durma.
MUALLEL
Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli.
MUALLEM
Ta'lim görmüş, ta'limli.
MUALLEM ASKER
Tâlim görmüş asker.
MUALLÎ
Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi.
MUALLİL
Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün.
MUALLİM
Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
MUALLİMÂT
Öğretici kadınlar, kadın hocalar.
MUALLİME
Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız.
MUALLİMÎN
Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler.
MUAMELAT
(Muâmele. C.) Muameleler.
MUAMELE
(C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
MUAMERE
İmaret etmek.
MUAMİL
(Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci.
MUAMMA
(Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl.
MUAMMEM
Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan.
MUAMMER
Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı.
MUAMMERÎN
(Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler.
MUANAKA
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
MUAN'AN
An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak.
MUANAT
Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma.
MUANBER
(Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu.
MUANEDE
(Anud. dan) İnad etme, ayak direme.
MUANIK
Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan.
MUANİD
İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen.
MUANİK
(Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan.
MUANNE
Muhâlefet etmek, karşı gelmek.
MUANNİD
İnadcı. Muânid.
MUANNİF
Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan.
MUANVEN
İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı.
MUAR
Ödünç alınmış olan mal.
MUARAZA
Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi.
MUARAZA-İ BİL-HURUF
Söz, yazı veya fikir ile birisine karşı gelmek. Sözlü mücâdele. (Bak: Muallekat-ı seb'a)
MUARAZA-İ BİS-SÜYUF
Kılınçla, kuvvetle, silâhla mücadele etmek. Silâhla karşı koymak.
MUARE
Zarar etmek.
MUAREFE
Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm)
MUAREKAT
(Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar.
MUAREKE
(C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme.
MUARIZ
Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa)
MUARIZÎN
(Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler.
MUARIZ-ÜL KELÂM
(Bak: Maarîz-ül kelâm)
MUARRA
Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak.
MUARREB
Arablaştırılmış. Arablaşmış.
MUARREF
Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. * Mat: Sınırlı. Hududlu.
MUARRES
Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer.
MUARRIK
(Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç.
MUARRIZ
Dokunaklı söz söyliyen.
MUARRİF
Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman.
MUARRİFÂN
(Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler.
MUARRİYE
Hekim bıçağı.
MUASAME
Hıfzetmek, korumak.
MUASARA
(Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama.
MUASAT
İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme.
MUASERE
Fakirlik. * Zorluk, güçlük.
MUASFER
Usfur ile boyanmış nesne.
MUASIR
Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
MUASIRÎN
(Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar.
MUASÎ
İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran.
MUASKER
(Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer.
MUASSEL
İçine bal katılmış. Ballı.
MUAŞAKA
Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet.
MUAŞERE
Karışmak.
MUAŞERET
Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
MUAŞIK
(Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden.
MUAŞİR
Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan.
MUAŞİRÂN
(Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler.
MUAŞŞER
(Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler.
MUAŞŞEŞ
Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer.
MUAŞŞİR
(Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru.
MUATAT
Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek.
MUATEB(E)
Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak.
MUATİB
(İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan.
MUATTAL
Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
MUATTAR
Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı.
MUATTIL
Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren.
MUATTILA
Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
MUATTIŞ
(Atş. dan) Susatan, susatıcı.
MUATTİS
(Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı.
MUÂVAZA
İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile yapılan hileli iş. Yapmacık.
MUÂVAZATEN
Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli.
MUAVEDE(T)
(Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme.
MUAVEME
(Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma.
MUAVENAT
(Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler.
MUAVENET
Yardımcılık. Yardım. Teâvün.
MUAVENET-İ NAKDİYE
Para yardımı.
MUAVİD
Geri dönen, avdet eden.
MUAVİN
Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru.
MUAVİYE
Tilki eniği.
MUAVİYE
(Mi: 603 - 682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam'da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilâfetini ilân etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın kayın biraderi ve vahiy kâtibi idi. Beni Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denmiştir. (Bak: Emevi Devleti)(Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?El-Cevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi mâsum olmalı veyahud Hulefâ-i Râşidin ve Ömer ibn-i Abdulaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulâde bir zühd-i kalbi olmalı ki; aldanmasın. Halbuki, Mısır'da Al-i Beyt nâmına teşekkül eden Devlet-i Fatımiyye hilâfeti ve Afrikada Muvahhidin hükümeti ve İranda Safeviler devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Al-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler. M.)
MUAVVAK
(Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş.
MUAVVEC
(İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş.
MUAVVEZ
Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a.
MUAVVEZETÂN
(Muavvezeteyn) Kur'ân-ı Kerim'in son iki suresi. (Dâima okunacak gâyet lüzumlu dersleri verdiği ve her çeşit şerli işlerden Allah'a sığınmayı tavsiye ve emrettiği için bu isim verilmiştir.)
MUAVVIK
Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan.
MUAVVİZAT
(Bak: Felak)
MUAYEDE
(Îd. den) Bayramlaşmak.
MUAYENE
Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek.
MUAYENEHANE
f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer.
MUAYERE
Ayarlama.
MUAYEŞE
Beraberce hoşça geçinme.
MUAYİN
(Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan.
MUAYYEB
(C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış.
MUAYYEBAT
(Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler.
MUAYYEN
Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
MUAYYİN
(Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici.
MUAZ İBN-İ CEBEL
(Ebu Abdurrahman el Ensarî) Ashâb-ı Kirâm arasında hürmetle yâd olunan büyük fakihlerdendir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sağlığında Kur'an-ı Kerim'i cem'edip ezberleyen bahtiyarlardandır. Peygamberimiz, "Kur'ânı, Muaz İbn-i Cebel'den alınız" buyurmuştur. 157 hadis rivâyet etmiştir. Ürdün nâhiyesinde otuz yaşında olduğu hâlde ebediyete intikal etti. (R.A.)
MUAZADE
Yardım etme.
MUAZALE
Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma.
MUAZERE
İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek.
MUAZERE
Ma'zeret, özür dileme.
MUAZID
Yardım eden.
MUAZZAM
Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca.
MUAZZAMÂT
Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler.
MUAZZEB
Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan.
MUAZZEF
Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi.
MUAZZEL
Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış.
MUAZZEZ
Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş.
MUAZZEZEN
İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak.
MUAZZİ
Sabredici.
MUAZZİB
Ta'zib edin, azapla eziyet veren.
MUAZZİR
(Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren.
MUBADİL
(Bak: Mübâdil)
MUBAH
(İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
MUBAHASE
(Bak: Mübâhese)
MUBAHAT
(Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler.
MUBAHHAL
Cimri, tamahkâr, pinti.
MUBAHHAR
Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış.
MUBAREK
(Bak: Mübârek)
MUBAREZE
(Bak: Mübâreze)
MUBASARA
Görme yarışına çıkma. İki kişinin, "hangimiz evvel görüyor" diye bir yere bakması.
MUBASSIR
Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur.
MUBAŞERET
(Bak: Mübâşeret)
MUBATAŞA
İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma.
MUBATTIN
Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan.
MUBEMU
f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle.
MUBEND
f. Saç bağı.
MUBİD
Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam.
MUBİK
(C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah.
MUBİKAT
(Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik.
MUBİKAT-I SEB'A
İnsanı felâkete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah: Katil, zinâ, şarab içmek, ukuk-ı vâlideyn (yâni; sılâ-yı rahmi terk), kumar oynamak, yalan şâhidliği, dine zarar verecek bid'alara tarafdarlık. (Bak: Kebâir)
MU'BİLE
(C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni.
MU'BİR
Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş.
MUBSIR
Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir.
MUBSIRÂT
(Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem.
MUBTAL
İptal edilmiş.
MUBTIL
İptal eden.
MUCEB
İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret.
MU'CEM
İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir.
MUCER
(Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey.
MUCEZ
(İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca.
MUCİ'
(Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
MUCÎ
(Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan.
MUCİB
(Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
MU'CİB
(Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren.
MUCÎB
(Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran.
MUCİBAT
(Mucib. C.) Sebepler.
MU'CİBE
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
MUCİBE-İ KÜLLİYE
Man: Müsbet ve umumi (şumüllü) olan kaziye.
MUCİB-İ BİZZAT
İster istemez kendisi işi yapmaya mecbur olan. Serbest ve istediği gibi hareket edemeyen. (Meselâ: Güneş ışığının, güneşin kendi zâtının zaruri neticesi olması gibi.)
MUCİB-İ İSTİKRAH
Nefrete, sevmemeye sebeb olan.
MUCİB-İ TEYAKKUZ
Teyakkuzu, yâni uyanıklığı icâb ettiren.
MUCİD
Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden.(Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine fedâ et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın!.. M.N.)
MUCİD-İ HAKİKÎ
İcad etme iktidarının yegâne sahibi mânasında olarak (Allah) hakkında kullanılır.
MUCİR
(Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir)
MU'CİR
Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp.
MUCİZ
Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni.
MU'CİZ
İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan.
MUCÎZ
İcâzet veren, izin veren.
MU'CİZAT
Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler.
MU'CİZAT-I AHMEDİYE (A.S.M.)
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) mu'cizeleri. (Bak: Mu'cize)
MU'CİZAT-I SEB'A
Yedi meşhur mu'cize, yedi külli i'caz esasları.
MU'CİZBEYAN
f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim.
MU'CİZE
İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.(... Mu'cize davâ-yı nübüvvetin isbatı için münkirleri ikna etmek içindir. İcbâr için değildir. Öyle ise davâ-yı Nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır... S.)
MU'CİZ-EDA
f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan.
MU'CİZEGU(Y)
f. Mu'cize gibi söz söyleyen.
MU'CİZEKÂR
f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan.
MU'CİZNÜMA
f. Mu'cize gösteren.
MU'CİZ-ÜL BEYAN
Beyanı herkesi âciz bırakan.
MUÇİNE
f. Cımbız.
MUDA'
Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at.
MU'DAL
(Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift.
MUDAREBAT
(Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar.
MUDAREBE
(Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. (O.L.)
MUDARİB
(Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran.
MUDCER
(Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış.
MUDCİR
(Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran.
MU'DEM
Bir şeyi yitiren, kaybeden.
MUDGA
Et parçası, bir çiğnem et.
MUDHAK
Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen.
MUDHİK
Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren.
MUDHİKÂT
(Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler.
MUDHİKE
Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya.
MUDİ'
Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden.
MUDÎ
Işık verici, parlak ve ruşen olan.
MU'DÎ
Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri.
MUDÎK
(Bak: Muzîk)
MU'DİL(E)
(C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin.
MU'DİLAT
(Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler.
MUDİLL
İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
MUDİLLE
(Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.
MU'DİM
Öldüren, idam eden.
MUDİYYEN
Giderek, geçerek.
MUFAD
(Bak: Müfad)
MUFADALA
(Bak: Mufâzala)
MUFADDEL
Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş.
MUFADDIL
Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren.
MUFADDILÎN
Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar.
MUFAHHAM
(Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış.
MUFAHHAM
Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük.
MUFARAKAT
Ayrılık, ayrılmak.
MUFARRİT
(Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden.
MUFASALA
Ayrılma.
MUFASSAL
Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
MUFASSALAN
Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan.
MUFASSIL
Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden.
MUFAVVAZ
Yapılması ısmarlanmış.
MUFAVVİZ
Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan.
MUFAZ
Çok, bol. Bereketli, feyizli.
MUFAZALA
Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma.
MUFAZZAL
(Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş.
MUFAZZAZ
Gümüş kaplamalı, gümüşlü.
MUFAZZİH
Rezil eden.
MUFÎ
İfa eden, ödeyen, yerine getiren.
MUFSİH
Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan.
MUFTIR
(Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden.
MUG
(C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan.
MUGABBER
Tozlu nesne.
MUGABENE
(Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma.
MUGABESE
Karıştırmak.
MUGADDÎ
(Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı.
MUGADERE
(Mugaderet) Bırakmak, salıvermek.
MUGAFAZA
Ansızdan tutmak.
MUGALAKA
Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması.
MUGALATA
(Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
MUGALATAT
(Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar.
MUGALAZA
Düşmanlık, husumet, adâvet.
MUGALEBE
Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek.
MUGALGAL
Haber.
MUGALLAT(A)
(Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
MUGALLEB
Defâlarca mağlup olan kişi.
MUGALLÎ
(Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu.
MUGAMERE
(Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama.
MUGAMESE
Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak.
MUGAMEZE
Birini göz işaretiyle zemmetme.
MUGAMİR
Nefsini tehlikeye koyan kişi.
MUGAMMED
(Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş.
MUGAMMER
İşten anlamıyan bön kimse.
MUGAN
(Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler.
MUGANE
Ateşe tapan mecusilerin âyini.
MUGANNÎ
Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten.
MUGANNİYE
Şarkıcı kadın.
MUGAR
Düşman üzerine hücum etmek.
MUGARRAK
(Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü.
MUGARRİD
Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen.
MUGAS
Yaban narının kökü.
MUGASMER
Kaba dokunmuş kötü bez.
MUGASSAS
Kalıba dökülmüş.
MUGAŞŞÎ
(Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan.
MUGATTÎ
Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü.
MUGAVELE
Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek.
MUGAVERE
Yağma, çapul.
MUGAYEBE
Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme.
MUGAYERET
(Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma.
MUGAYİR
Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
MUGAYLAN
Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
MUGAYLANGÂH
f. Dünya.
MUGAYLANZAR
f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik.
MUGAYYEB
(C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş.
MUGAYYEBAT
(Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler.
MUGAYYEBÂT-I HAMSE
Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan beş şey:1- Kıyamet vakti, 2- Yağmurun ne zaman yağacağı, 3- Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti'dadı ve mânevi simasının ne olduğu, 4- Yarın insan hayr ve şer olarak ne kazanacağını, 5- İnsanın nerede öleceğini Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefâtih-ül gayb da denir.("Mugayyebât-ı Hamse"ye dair Sure-i Lokman'ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahvâl-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da Allah'dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla' kabildir"?Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hâssa-i İlâhiyye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tâbi olduğunun, bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet, nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnuatta zahiri esbab; kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlâhiyyeyi setretmiyecek; tâ ki, her vakit herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu mâlumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse'ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla' suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el-vukuun bir nev'iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur.Kaldı İkinci Mes'ele: Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile $ âyetinin meâl-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki: Âyet yalnız zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebâdileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül-Guyub'a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı veçhisinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı mâneviyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihazatiyle ve cihâtiyle şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe' ve medârı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:Birisi : Vahdetini ve Ehadiyetini ve Samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: "Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O'dur. Ve hem bütün zihayatın sânii O'dur."İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'ine tâbi olduğu için mâlumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.İkinci Cihet : Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisaniyle Sâniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül-gaybdan geliyor. İlm-i ezeliden başkası, kabl-el-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyyenin hücceti vardır. L.)
MUGAYYEBE
Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne.
MUGAYYER
(Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş.
MUGAYYİR
Tağyir eden, değiştiren.
MUGAZANE
Gözün yanlarında olan büklüm.
MUGAZEBE
Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme.
MUGAZELE
(Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme.
MUGAZIB
Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek.
MUGBEÇE
(C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu.
MUG-BEÇEGÂN
(Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları.
MUGBER
(Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu.
MUGBERR-ÜL HÂTIR
Hatırı kalmış, gücenmiş.
MUGBİR
Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan.
MUGF
Uyuyan.
MUGFEL
(Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış.
MUGFİL
Aldatan, iğfal eden.
MUGİDD
Gadap edici, kızgın, hiddetlenici.
MUGÎS
Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin.
MUGİŞŞ
Birisini fenalığa bırakan, aldatan.
MUG-KEDE
f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi.
MUGLAK
(Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz.
MUGLİYY
Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu.
MUGNAT
İhtiyaç.
MUGNÎ
Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden.
MUGRAK
(Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş.
MUGRE
Bulanıklık.
MUGREM
Âşık, tutkun.
MUGREMUN
Ağır borca uğratılmış olanlar.
MUGRİB
Anka kuşu.
MUGRÎL
şişmiş maktul.
MUGŞA
(Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş.
MUGTAB
Gıybet söyleyici, gıybet eden.
MUGTANEM
Ganimet olarak alınmış olan, alınan.
MUGTASIB
Gasb eden, zorla alan.
MUGTEBIT
Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse.
MUGTEDÎ
(Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen.
MUGTELİM
Hırs ve şehveti çok olan.
MUGTEMİZ
Gammazlıyan.
MUGTENEM
(Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış.
MUGTENİM
Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen.
MUGTERİB
(Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan.
MUGTERİF
Elini daldırarak avucuyla su alan.
MUGTERİK
Batan, suda boğulan, garkolan.
MUGTESİL
(Gusl. den) Yıkanan, gusleden.
MUGVE
(C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu.
MUGZİB
(Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran.
MUĞLAKAT
(Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler.
MUĞLAKİYYET
Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık.
MUHAB
Kendisinden ürkülüp korkulan.
MUHABA
Korku, perva, havf, çekingenlik.
MUHABBET
Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)(Eğer denilse: Al-i Beyt'e muhabbeti, Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar; belki, işâret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar.Elcevab: Muhabbet iki kısımdır:Biri : Mâna-yı harfiyle, yâni; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak nâmına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt'i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.İkincisi : Mâna-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamber'i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.İşte işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinde, Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık ile Hazret-i Ömer'den teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir. M.)
MUHABBETDARANE
Muhabbete yakışır şekilde.
MUHABBETKÂR
Muhabbetli, sevgi gösteren.
MUHABBETNAME
f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı.
MUHABBETULLAH
Cenab-ı Hakk'a karşı beslenen ihlâslı sevgi.(...Sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen su-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O'nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahman-ür-Rahim ismiyle hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını, o cennette sana müheyya eden ve her bir isminde mânevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'i tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. S.)(Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâsdır. Çünkü, ihlâs ile hafi şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet; mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Dâima mahbubuna tarafdardır.İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zâtlar şübehata ve itirâzata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikisinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanların ettikleri itirazât içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i imân ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velâyette, mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki, ubudiyyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yâni gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesabına ve onun nâmına, onun bir âyine-i esmâsı olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zâtı o zât hesabına kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mâna-yı ismîyle sever. Allah'ı ve Peygamber'i düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir. M.)( $ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyleki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (Celle Celâluhu) imanınız varsa elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz. Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki, Allah da sizi sevsin". L.)
MUHABERAT
Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler.
MUHABERE
Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme.
MUHABERE MEMURU
Telgrafçı.
MUHABİR
Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse.
MUHACAT
Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma.
MUHACAT
(Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme.
MUHACCE
(Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme.
MUHACCEB
Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış.
MUHACCEL
Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş.
MUHACCİL
(Haclet. den) Utandıran, tahcil eden.
MUHACEMAT
Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler.
MUHACEME
Hücum etme, saldırma.
MUHACERAT
Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik.
MUHACERE
Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak.
MUHACERET
(Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme.
MUHACET
(Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme.
MUHACEZE
Fısıldamak.
MUHACİM
Hücum eden, saldıran.
MUHACİMÎN
(Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler.
MUHACİR
Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan.
MUHACİRÎN
Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar)
MUHADAA(T)
(Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme.
MUHADAT
Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek.
MUHADDA'
Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan.
MUHADDAB
Boyanmış.
MUHADDAR
Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış.
MUHADDE
Muhâlefet, uyuşmazlık.
MUHADDE
(Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış.
MUHADDEB
Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan.
MUHADDED
Eti buruşmuş olan.
MUHADDED
Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş.
MUHADDER
(Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını.
MUHADDES
Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan.
MUHADDİD
Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran.
MUHADDİR
Şişiren, kabartan.
MUHADDİR(E)
Uyuşturucu ilâç.
MUHADDİRAT
(Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar.
MUHADDİS
Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı.
MUHADDİSÎN
Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız)
MUHADDİSÎN-İ MUHADDESÛN
Allah tarafından kendilerine ilham olunan muhaddisler.
MUHADDİŞ
Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden.
MUHADEA
Aldatmak, hilecilik, oyun etmek.
MUHADEME
Hizmet etmek.
MUHADENET
Barışma. * Veda etme.
MUHADENET
Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk.
MUHADERE
Sür'at etmek.
MUHADESE
(Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme.
MUHADEŞE
Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme.
MUHADİ'
(Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan.
MUHADİANE
f. Aldatarak, hile yaparak.
MUHADİŞ
Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı.
MUHAFAZA
Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak.
MUHAFAZAKÂR
f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan.
MUHAFAZAT
Muhafızlık, koruyuculuk.
MUHAFETE
Söyleme, yavaş okuma.
MUHAFFEF
Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan.
MUHAFFİF
(Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici.
MUHAFIZ
Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi.
MUHAFIZÎN
(Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler.
MUHAHA
Kemikten çıkan nesne.
MUHAK
(Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi.
MUHAKAT
Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye söylemek.
MUHAKAT
Bir kimseyi ahmak yerine koyma.
MUHAKEMAT
(Muhakeme. C.) Muhakemeler.
MUHAKEME
(C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek.
MUHAKEME-İ GIYABİYE
Dâvâcılardan biri veya her ikisi de bulunmadıkları hâlde mahkemece verilen karar.
MUHAKÎ
Benzeyen, benzer olan.
MUHAKKA
Çekişme. * Hak iddia etme.
MUHAKKAK(A)
(Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun.
MUHAKKAR
Hakir görülen. Hakarete uğramış.
MUHAKKİK
Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi.
MUHAKKİKANE
f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde.
MUHAKKİKÎN
Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri.
MUHAKKİR
Hakir gören, zelil ve hor gören.
MUHAKKİRÂNE
f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına.
MUHAL
İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.
MUHALAA
(Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.)
MUHALAT
(Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler.
MUHALATA
(Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma.
MUHALATÂT
Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar.
MUHALE
Dostluk, sadâkat.
MUHALEBE
Beraberce süt sağmak.
MUHALEFET
Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak.
MUHALEFET-ÜN Lİ-L HAVADİS
Cenab-ı Hakk'ın ne zâtında ne sıfâtında (mevcud olsun, mevhum olsun, muhayyel olsun), hiç bir şeye hiç bir cihette benzememesi.
MUHALESE
Bir şeyi alıp kaçmak.
MUHALESET
(Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme.
MUHALHİL
Havayı hafifleten.
MUHAL-İ ÂDİ
Herkesin anlayabileceği imkânsızlık ve muhal. Az düşünenlerin de bilebileceği, mümkün olmayan iş.
MUHALİB
Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden.
MUHALİF
Yardımcı.
MUHALİF
Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran.
MUHALİFÎN
Muhalif olanlar. Muhalifler.
MUHALLA
Süslenmiş. Süs yapılmış.
MUHALLA
Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış.
MUHALLAK
Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer.
MUHALLASA
Mevruz otu denilen bir nevi ot.
MUHALLEB
Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış.
MUHALLED
(Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan.
MUHALLEDAT
(Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler.
MUHALLEDÎN
(Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler.
MUHALLEDÛN
Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar.
MUHALLEF
Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan.
MUHALLEFAT
(Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât.
MUHALLEFE
Ölen bir adamın dul kalan karısı.
MUHALLES
Kurtarılmış. Tahlis olunmuş.
MUHALLIK
Tıraş eden. * Tıraş olan.
MUHALLÎ
Boşaltan. Tahliye eden.
MUHALLÎ
Süslendiren, yaldızlayan.
MUHALLİD
(Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan.
MUHALLİL
(Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, iltihablara yarıyan ilaç.
MUHALLİM
Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan.
MUHALLİS
(Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden.
MUHALLİT
(Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden.
MUHALÜN ALEYH
Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs.
MUHALÜN BİH
Fık: Birine havale olunan mal.
MUHALÜN LEH
Lehine gönderilen Alacaklı olan kişi.
MUHAMAT
Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek.
MUHAMERE
Karışmak. * Gizlemek.
MUHAMESE
Fısıldaşma.
MUHAMÎ
Avukat. * Himaye eden.
MUHAMMAT
Kızdırılmış nesne.
MUHAMMED
Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son peygamberi olan Hz. Muhammed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir. Hz. Muhammed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb, Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz bulunuyordu. Kendisine "Muhammed-ül Emin" deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra Kureyşin büyüklerinden olan Hz. Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)(Şu kâinatın Sâhib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlere konuşacak. Mâdem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru külli olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidâdı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev'-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti'datta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış; ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacak.. ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. M.) (Bak: Fahr-i Kâinat ve Resulullah ve Mefhar-ı mevcudat)(Zât-ı Zülcelâl (C.C.) demiş: $ Bütün ümmet, hattâ düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmi'dir.Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemâline tercüman olan Muhammed'ül Emin ünvaniyle iştihar etmişler.Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi: $ Demek Kur'an tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi idi. İşte o Zât-ı Kerimde icma-ı ümmetle tevatür-ü mânevî-i kat'îyle sabittir ki; insanların sîreten, sureten en cemili ve en halimi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secâya-yı âliyye varsa en mükemmel bir fihriste-i nuranîsidir. Bunların içindeki nokta-i i'caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzaheme eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisat ve itidal ile tamam-ı kerem ve sehavet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gâyet şefkat ile nihayet Elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyyede bir zâtta içtimâı müzayakasız inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir. Bediüzzaman)
MUHAMMED SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
MUHAMMEDÎ
Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. (Ecnebi dillerinde geçen bu mânadaki tabirlere göre Muhammedî, Muhammedîlik: Müslüman ve Müslümanlık mânasına gelmektedir.)
MUHAMMEDİYYUN
Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar.
MUHAMMEN
(Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan.
MUHAMMER
(Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş.
MUHAMMER
(Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş.
MUHAMMERE
Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne.
MUHAMMES
Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden her biri. Beşgen.
MUHAMMES
Ateş üzerinde kızdırılıp kurutulmuş. (Kavrulmuş kahve gibi)
MUHAMMES-İ MUNTAZAM
Geo: Düzgün beşgen.
MUHAMMEZ
(Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış.
MUHAMMIS
Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava.
MUHAMMİN
Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper.
MUHAMMİR
Kızdırıcı ilâç.
MUHAMMİR
(Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran.
MUHAN
Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse.
MUHANNA
Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış.
MUHANNES
Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş.
MUHANNET
Mumyalanmış, tahnit edilmiş.
MUHANNİT
Mumyalayan, tahnit eden.
MUHAREBAT
(Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar.
MUHAREBE
(C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.
MUHARECE
Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek.
MUHAREDE
Men'etmek, engel olmak.
MUHAREF
Fakir.
MUHARESE(T)
(Hirâset. den) Muhâfaza, koruma.
MUHAREŞE
Kışkırtma, halkı birbirine düşürme.
MUHAREZE
Saklamak.
MUHARİB
Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen.
MUHARİBEYN
İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib.
MUHARRAK
(Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş.
MUHARRECE
Boynunda tasması olan köpek.
MUHARREF
(Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş.
MUHARREFAT
(Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler.
MUHARREM
Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim olunmuş. (Bak: Eşhür-ü hurum)
MUHARREMÂT
Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler.
MUHARRER
Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.(Muharrer : İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir ki; ibadette muhlis veya mâbed hâdimi yahut da dünyadan azade mânalarıyla da tefsir edilmiştir. E.T.)
MUHARRERÂT
Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar.
MUHARRERÂT-I RESMİYE
Resmi mektublar veya yazılar.
MUHARRİB
Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden.
MUHARRİBÎN
(Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler.
MUHARRİC
(Bak: Tahric)
MUHARRİF
Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan.
MUHARRİK
Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
MUHARRİK
(Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan.
MUHARRİKE
Hareket veren duygu.
MUHARRİR
Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan.
MUHARRİRÎN
(Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler.
MUHARRİS
Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran.
MUHARRİSÂNE
f. Hırslandırırcasına.
MUHARRİŞ
Tırmalayan, azdıran, tahriş eden.
MUHARRİT
İshâl verici bir ilâç.
MUHARRİZ
Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden.
MUHASAMA
(Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek.
MUHASAMAT
(Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet.
MUHASAMET
(Bak: Muhasama)
MUHASARA
Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri.
MUHASARA
Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek.
MUHASEBAT
(Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri.
MUHASEBE
Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam.
MUHASEDE
(Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma.
MUHASIM
Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
MUHASIMEYN
Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse.
MUHASIMÎN
(Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar.
MUHASIR
(C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden.
MUHASIRÎN
(Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar.
MUHASIRÛN
(Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler.
MUHASİB
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib.
MUHASSAL
Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası.
MUHASSALA
(Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke.
MUHASSAL-İ KELÂM
Sözün kısası.
MUHASSAN
(Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış.
MUHASSAS
Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş.
MUHASSASAT
(Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın.
MUHASSENAT
(Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler.
MUHASSER
Hasret kalmış, tahsir olunmuş.
MUHASSIL
Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren.
MUHASSIN
Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın)
MUHASSIR
Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki.
MUHASSİL
Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk.
MUHASSİN
(Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren.
MUHASSİR
(C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara uğratan. Hasar ve ziyan verdiren.
MUHASSİRÎN
(Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar.
MUHASSİS
Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren.
MUHAŞ
Yanmış nesne.
MUHAŞŞA
Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş.
MUHAŞŞEM
Sarhoş, mest.
MUHAŞŞİ
Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen.
MUHAŞŞİ'
Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran.
MUHAŞŞÎ
(Haşyet. den) Korkutan, ürküten.
MUHAŞŞİD
Tahşideden. Bir yere toplayan.
MUHAŞŞİM
Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey.
MUHAŞŞİN
Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren.
MUHAT
Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim.
MUHAT
İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan.
MUHATAB
Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
MUHATAB İTTİHAZ ETMEK
Karşısındakilerini dinleyen. * Dinleyici kabul edip, sözünü dinliyor bilmek. * Konuşmaya lâyık görmek.
MUHATABA
Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme.
MUHATABAT
(Muhâtaba. C.) Konuşmalar.
MUHATARA
Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan.
MUHATARA-İ İZMİHLÂL
Dağılma tehlikesi.
MUHATARAT
(Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler.
MUHATIB
(Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden.
MUHATTAT
(Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış.
MUHATTATA
İstasyon.
MUHATTIT
(Hatt. dan) Çizen, resmini yapan.
MUHAVELE
İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme.
MUHAVERAT
(Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
MUHAVERE
(C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma.
MUHAVEZE
Muhalefet, uyuşmazlık.
MUHAVVEF
Korkulu. Korkutulmuş.
MUHAVVEL
Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış.
MUHAVVEN
Hâinleşen. Tahvin edilen.
MUHAVVET
Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer.
MUHAVVIT
Duvar çeken, tahvit eden.
MUHAVVİC
Muhtaç edici.
MUHAVVİF
Korkutan. Korkutucu.
MUHAVVİFÂNE
f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle.
MUHAVVİL
Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden.
MUHAVVİLE
(Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör.
MUHAVVİL-ÜL HAVLİ VE-L AHVÂL
Havli, kuvveti ve hâlleri değiştiren, başka şekle sokan Cenâb-ı Hak (C.C.)
MUHAYA
Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma.
MUHAYEE
Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma.
MUHAYENE
Belirli bir zaman için kiralama.
MUHAYYA
Yüz, vech.
MUHAYYEB
Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış.
MUHAYYEBEN
Mahrum ederek. Yoksun bırakarak.
MUHAYYEL
Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
MUHAYYELAT
(Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler.
MUHAYYEM
(Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri.
MUHAYYEMGÂH
f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh.
MUHAYYER
(Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece.
MUHAYYİB
Yoksun bırakan, mahrum kılan.
MUHAYYİBÂNE
f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına.
MUHAYYİL
Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen.
MUHAYYİLE
Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
MUHAYYİR
Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren.
MUHAYYİR
İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan.
MUHAYYİR-ÜL UKUL
Akıllara hayret veren. Akılları şaşırtan, akılları durduran.
MUHAZAH
Mukabele olmak, karşılık olmak.
MUHAZANE
Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek.
MUHAZARA
(C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme.
MUHAZARA
Yemiş olmadan henüz ham iken satmak.
MUHAZARÂT
(Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler.
MUHAZAT
Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak.
MUHAZAT
Yüz yüze gelme, karşılaşma.
MUHAZAT-I NİSA
Fık: Kadınlarla erkeklerin namazda aynı hizada aynı safta beraber durmaları (ki, bazı şartlar müvacehesinde namazı ifsad eden bir haldir.)
MUHAZELE
Hakirlik, aşağılık, rezillik.
MUHAZERE
Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak.
MUHAZÎ
(Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel.
MUHAZREB
Katı bükülmüş ip.
MUHAZZA
Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak.
MUHAZZAB
Boyanmış, tahzib olunmuş.
MUHAZZAR
Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş.
MUHAZZİ'
Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi.
MUHAZZİL
Korkutucu.
MUHAZZİL
Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden.
MUHAZZİLÂNE
f. Alçaklık ve bayağılıkla.
MUHAZZİR
Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren.
MUHBİR
Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı.
MUHBİR-İ SÂDIK
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. Diğer Peygamberlere de denebilir. Çünkü hepsi sâdık, sağlam, doğru haberleri insanlara ulaştırmışlar, kendilerine bildirilenleri aynen bildirmişler, insanları doğruluğa, felâha, hakka, hakikata, imana dâvet etmişlerdir.
MUHBİT
Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil.
MUHCEN
Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi.
MUHDA' (MIHDA')
Kiler.
MUHDAR
(Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak.
MUHDEC
İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan.
MUHDES
İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
MUHDÎ
(Bak: Mühdi)
MUHDİS
Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran.
MUHEYH
Beyincik.
MUHFES
Seri, hızlı.
MUHH
Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak.
MUHH
(C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde.
MUHIKK
(Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan.
MUHIKKANE
f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle.
MUHİBB
Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen.
MUHİBBAN
f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları.
MUHİBBANE
f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette.
MUHİBBE
Kadın sevgili. Kadın dost.
MUHİBBÎ
Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs.
MUHÎF
(Muhife) Korkunç. Korkutucu.
MUHÎL
İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden.
MUHÎLÎ
Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile.
MUHİLL
(Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran.
MUHİLL-İ ÂSÂYİŞ
Asâyişi ihlâl eden. Güvenliği bozan.
MUHİLL-İ NÂMUS
Nâmusa zarar veren, nâmusa dokunan.
MUHİN
Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden.
MUHÎS
Zindan.
MUHİSS
(Hiss. den) Hissettiren, duyuran.
MUHİŞ
Korkutan, korku veren.
MUHİT
İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
MUHİTAT
(Muhit. C.) Çevreler, muhitler.
MUHİT-İ ARZ
Dünyanın çevresi.
MUHİT-İ DÂİRE
Mat: Daire çevresi. Çember.
MUHİT-İ NİGÂH
Göz çevresi.
MUHKEM
Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.
MUHKEM KAZİYE
Huk: Kat'i ve sağlam bozulmaz hüküm. Mahkemenin en sonunda vermiş olduğu kararlar. Temyiz mahkemesince tetkik ve tasdik edildikten sonra veyahut temyiz müddeti geçen bir mahkeme kararının, mevzuunu teşkil eden hâdise hakkında, kat'i bir karine ve delil ve kanunen değişmez bir hüküm olarak kabul edilmesi. (Bak: Kaziye-i muhkeme)
MUHKEMAT
Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar.
MUHKEMAT-I KUR'ANİYYE
Mânası açık ve te'vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir mânaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya anlaşılmayan şekilde müteşabih ve muhtemel olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla aslâ te'vile muhtaç olmazlar. Bâzı şeylerin haram olması veya enbiya kıssaları (Ekasis-i enbiya) gibi.
MUHKİM
Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden.
MUHLA
Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti.
MUHLED
Saçı ve sakalı geç ağaran kişi.
MUHLES
Orta yaşlı kimse.
MUHLES
İhlâsı dâimi olan. Devâmlı hâlis olan.
MUHLEVLAK
Düz kaypak nesne.
MUHLİK
(Bak: Mühlik)
MUHLİS
Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız.
MUHLİS
Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse.
MUHLİSÂNE
f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla.
MUHLİSEN
Hâlis olarak. Muhlis olarak.
MUHMEL
Tüylü ve saçaklı nesne.
MUHMİD
Ateşin alevini bastıran.
MUHNAK
(C: Mehânik) Zayıflamış davar.
MUHNİK
(Hank. dan) Boğucu, boğan.
MUHNİS
Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.
MUHNİS
Birine verdiği sözü geri alan.
MUHRAZA
(C: Mehârız) Çöğen koyacak kap.
MUHREC
(Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti çıkarılmış.
MUHRENBIK
Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse.
MUHRENŞİM
Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi.
MUHRENZİM
Gadaplı, hışımlı, kızgın.
MUHREZ
Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi.
MUHRİB
Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden.
MUHRİB
Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi.
MUHRİBÎN
(Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler.
MUHRİCE
Çıkrıkçı.
MUHRİK
Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden.
MUHRİK-DEM
f. Nefesi yakıcı olan. Âşık.
MUHRİZ
(İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan.
MUHSAN
Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül vasıflarını câmi olan kimse.
MUHSANAT
(Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar.
MUHSANE
Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın.
MUHSAR
(Bak: İhsar)
MUHSIN
Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan.
MUHSÎ
Sayı sayan.
MUHSİN
İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden.
MUHSİNÎN
(Muhsin. C.) Muhsinler.
MUHTAC
İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
MUHTAC-I TA'RİF
Tarif edip anlatmağa muhtaç.
MUHTACÎN
(Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar.
MUHTACİYET
İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk.
MUHTAL
Mütekebbir. Kibirli.
MUHTAL
(Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci.
MUHTALE
Hileci ve dalavereci kadın.
MUHTAN
Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden.
MUHTAR
İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan kimse. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ism-i şerifi.
MUHTARİYET
Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma.
MUHTASAR
Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış.
MUHTASARAN
Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda.
MUHTASID
(Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen.
MUHTASIM
Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden.
MUHTASIRA
Kısaltma. Hülâsa.
MUHTASS
(C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan.
MUHTASSAN
Ençok, bilhassa. Daha ziyâde.
MUHTASSÎN
(Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler.
MUHTATİB
Nikâhla isteyen.
MUHTATİF
Göz kamaştıran. * Kapıp götüren.
MUHTAZAR
Hazırlanmış. * Ölüme hazır.
MUHTAZI'
Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren.
MUHTAZIÂNE
f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek.
MUHTAZIB
Renklenen, boyanan.
MUHTAZIR
Can çekişen.
MUHTAZIRANE
Can çekişiyormuşcasına.
MUHTEBA
Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.
MUHTEBER
Tecrübe ve imtihan eden, deneyen.
MUHTEBES
(Habs.den) Hapsedilmiş.
MUHTEBIT
Gece vakti dilenen.
MUHTEBİL
Delirmiş olan.
MUHTEBİR
Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen.
MUHTEBİRÂNE
f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda.
MUHTEBİS
Zorla alan.
MUHTECİB
Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen.
MUHTED
(Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş.
MUHTEDİ'
Hilekâr. Dolandırıcı.
MUHTEDİÂNE
f. Hile ve dalaverecilikle.
MUHTEFÎ
Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden.
MUHTEFİD
Seri kesici olan.
MUHTEKİR
İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr)
MUHTEKİR
Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi kabul eden. İhtikar eden.
MUHTEKİR
Yardımcı.
MUHTEKİRÂNE
f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla.
MUHTEKİRÎN
(Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular.
MUHTELEF
Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş.
MUHTELEF-ÜN FİH
Hakkında ihtilâf olunan mes'ele.
MUHTELİ'
Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın.
MUHTELİB
Hilekâr, aldatıcı, hile yapan, dalavereci.
MUHTELİC
(Halecân. dan) (Kendi elinde olmı(Zeker)) titreyen.
MUHTELİF(E)
Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
MUHTELİF-ÜL CİNS
Çeşit çeşit cinste. Muhtelif cinste.
MUHTELİK
Yalancı. Yalan uyduran.
MUHTELİK
Tıraş eden.
MUHTELİM
İhtilâm olmuş.
MUHTELİS
Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan.
MUHTELİSÂNE
f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına.
MUHTELİT
Karışmış. Karışık. Karma.
MUHTELL
Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan.
MUHTELL-ÜS SIHHA
Sıhhati bozulmuş.
MUHTEMEL
(Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul.
MUHTEMELAT
(Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler.
MUHTEMEL-ÜZ ZIDDEYN
Edb: Birbirine zıt ve iki mânâya da gelebilen ifadelere denir.
MUHTEMER
Mayalandıran. Ekşiyip kabartan.
MUHTEMÎ
Perhiz yapan. İhtima eden.
MUHTEMİR
(Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan.
MUHTENİK
(Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş.
MUHTER
Yol, tarik.
MUHTERA'
İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş.
MUHTERAAT
Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar.
MUHTEREM
Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse.
MUHTERİ'
Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri.
MUHTERİÂNE
f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada bulunarak.
MUHTERİB
(C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib.
MUHTERİBÎN
(Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler.
MUHTERİF(E)
(Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri.
MUHTERİK
Ateşle yanmış olan. Yanan.
MUHTERİS
(Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen.
MUHTERİS
İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen.
MUHTERİZ
Sakınan. Çekinen. Çekingen.
MUHTERİZÂNE
f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine.
MUHTESİB
(Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab)
MUHTEŞEM
Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük.
MUHTEŞİ'
Kendini aşağı gören.
MUHTEŞİD
Biriken, toplanan.
MUHTETIB
(Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan.
MUHTETİM
Sona erdiren. Hitâma vardıran.
MUHTETİN
Sünnet olmuş.
MUHTEVA
Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey.
MUHTEVÎ
İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan.
MUHTEVİYYÂT
İçindekiler. Kapladığı şeyler.
MUHTEZEN
Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş.
MUHTEZİN
Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder.
MUHTEZİR
Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz)
MUHTIR
(Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan.
MUHTIRA
Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere.
MUHTÎ
Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan.
MUHVİL
Bir yaş tamamlamış.
MUHYEM
(C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri.
MUHYÎ
Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i Ekremin (A.S.M.) mübarek irşadları ve iman nurları ile dirilmelerine ve o mânevî ölümden kurtulmalarına binaen Peygamberimize de (A.S.M.) Muhyî denilmiştir)
MUHYİDDİN-İ ARABÎ
(Hi: 560 - 638) İspanya'da doğmuş, Anadolu ve Arabistan'ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmi eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam'da vefat etmiştir. (K.S.)
MUHZAR
İnce belli. Beli ince olan.
MUHZIR
(Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi.
MUHZİN
(Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici.
MUÎD
Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad eden kimse.
MUİDD
Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan.
MUÎL
Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse.
MUİLL
Hasta eden.
MUÎN
Yardımcı. Muâvin. İane eden.
MUÎR
Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren.
MUİZZ
İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen.
MUJE
f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün.
MUJİK
(Rusça) Rus köylüsüne verilen isim.
MUK
f. Diken.
MUK
Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen çizme.
MUKA
Islık çalmak.
MUKA'AR
(Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük.
MUKA'ARİYET
Çukurluk, oyukluk.
MUKABBEB
(Kubbe. den) Kubbeli.
MUKABBEL
(Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş.
MUKABBIZ
(Kabz. dan) Sıkan, daraltan.
MUKABBİL
(C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden.
MUKABBİLÎN
(Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler.
MUK'ABE
Kadeh gibi çukur göbek.
MUKABEDE
şiddet ve zahmet vermek.
MUKABELE
Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
MUKÂBELE
Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak. * Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; "başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile alayım" diye şirâsına muhtaç iken tehir etmek.
MUKABELE-İ BİLHURUF
Söz ile konuşmak ve hakikatı müdafaa etmek suretiyle karşı çıkıp mukabele etmek. (Bak: Muaraza-i bilhuruf)
MUKABELE-İ BİLMİSİL
Karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak. Mukabil hareketi karşısındakine icra etmek.
MUKABELE-İ BİSSÜYUF
Silâha, kılınca sarılmak suretiyle karşı koymak.
MUKABİL
Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
MUKAD
Ağır yüklü.
MUK'AD
Kötürüm.
MUKADDED
Parçalanmış.
MUKADDEM
Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen.
MUKADDEMA
Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel.
MUKADDEMAT
(Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar.
MUKADDEMÂT-I İHZARİYE
Bir şeyi hazırlamak için önceden yapılan işler.
MUKADDEME
İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi.
MUKADDEME-İ İSTİSNAİYE
Man: İçinde istisnâ edatı olan evvelki kaziye. "Eğer güneş doğarsa gündüz olacak. Güneş doğmuştur." kaziyelerinde: "Eğer güneş doğarsa" kaziyesi Mukaddeme-i istisnâiyedir.
MUKADDEM-ÜL AYN
Gözün kenarı. Gözün pınarı.
MUKADDER
Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. Lafzan zikredilmeyip, mânen murad edildiği anlaşılan. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de, her sureden evvel "Bismillâh" yazılı olması, bize her işimizde veya her okumaya başlarken Bismillâh diye emir olduğu "mukadder" dir. Meselâ: Kur'an-ı Kerim'de ( De ki:) mânasındaki Cenab-ı Hakk'ın hitabında: "Ya Muhammed (A.S.M.), Sen kullarıma de ki!" mânası, mukadder olarak vardır. Aynı zamanda Peygamber'in (A.S.M.) yolunda olanlara ve bütün vâris-i nebi olabilen büyük hakikatlı ve veli kullara aynı emir mukadderdir. Çünkü, emir olarak hitabdır. Hitab ise muhakkak bir muhataba söylenir. Vahiy hitabında birinci muhatab ise, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. (Bak: Kader)
MUKADDERAT
(Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Kader)(Hayat, "İman-ı Bil'kader" rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki, madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı Kâinat'ın en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mâzi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekviniyeyi imtisâle müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler... Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u hârici gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayatîye mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâriciyeye münhasır olamaz; belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı. S.)(Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan "Kitab-ı Mübin"den haber veren ve işaret eden, ham nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhinin bir ünvanı olan "İmam-ı Mübin" den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var. Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddi keyfiyat ve vaziyetleri ve hey'etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namiyle tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Mâdem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi; vücudundan sonra herşey'in sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise âlemde "Kitab-ı Mübin" ve "İmam-ı Mübin"den haber veren bütün meyveler ve "Levh-i Mahfuz"dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatiyle beraber kısmen âlemin hâdisat-ı mâziyesi kuvve-i hâfızasında öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadir-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem, beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânalarını onlarda yazıyor... S.) (Bak: İmam-ı mübin)
MUKADDERAT-I HAYATİYE
Bütün canlıların hayatları müddetince geçirdikleri ve geçirecekleri tavır, hareket, şekil ve amelleri gibi hususiyetleri.
MUKADDES
(Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi.
MUKADDESÂT
(Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar.
MUKADDİM
(Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. * Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, ("mukdim-ül ayn" da derler.)
MUKADDİMAT
(Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler.
MUKADDİME
Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. Alındaki perçem.
MUKADDİME-İ KÜBRÂ
Büyük başlangıç.
MUKADDİR
Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen.
MUKADDİRÂNE
f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde.
MUKADDİRÎN
(Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler.
MUKAFFA
Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden.
MUKAFFEL
(Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli.
MUKAFFÎ
Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. (Çünkü, O'nu dünyanın hiç bir şeyi Allah'a tâbi olmaktan ayıramamış ve bütün enbiyâ ve resullerin iyi yollarını da tâkib etmiştir.)
MUKAHHİR
(Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden.
MUKALKAL
Kararsız. * Şarap, hamr.
MUKALKALE
şişe. Sürahi.
MUKALLED
(Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan.
MUKALLEF
Kalafatlanmış, taklif edilmiş.
MUKALLİB
(Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren.
MUKALLİD
Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna takan, asan. * Kuşatan.
MUKALLİDÂNE
f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına.
MUKALLİDÎN
(Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar. Boyuna takanlar.
MUKALLİS
Ağaç oynatıcı.
MUKAM
Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet.
MUKAME
İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
MUKAMEHA
Başını yukarı kaldırmak.
MUKAMERE
Kumar oynama.
MUKAMİK
Sözü boğazı içinden söyleyen.
MUKAMİR
Kumarbaz. Kumar oynatan.
MUKANAT
Karıştırmak.
MUKANFEZ
Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi.
MUKANNA'
Peçeli.
MUKANNEN
(Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. * Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan.
MUKANNİBE
Gelin süsleyen kadın.
MUKANNİN
Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan.
MUKANNİT
Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi.
MUKANTAR(A)
(Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. * Muhkem.
MUKANTARAT
(Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar.
MUKARAA
(Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir şeyin taksiminde atışmak.
MUKARAZA
Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme.
MUKAREBET
(Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık.
MUKARENET
(A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek. Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek.
MUKARİB
Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan.
MUKARİB-ÜL VÜCUD
Olması yakın, vücuda gelmesi yakın.
MUKARİN
Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan.
MUKARNES
Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe.
MUKARR
(Karâr. dan) İkrâr olunmuş. "Vardır, öyledir evet." denilmiş.
MUKARRE
Göz yaşının durması.
MUKARREB
(Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
MUKARREBUN (MUKARREBÎN)
Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
MUKARREN
Bağlanmış nesne.
MUKARRER
Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş.
MUKARRERÂT
Kararlaştırılan şeyler, kararlar.
MUKARRİ'
Azarlıyan, paylıyan, başa kakan.
MUKARRİB
Takrib eden. Yaklaştıran.
MUKARRİB-ÜL VÜCUD
Vücudunu yakın eden, yaklaştıran.
MUKARRİH
(C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç.
MUKARRİHAT
(Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar.
MUKARRİN
Birlikte bulunduran.
MUKARRİR
(Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris.
MUKARRİZ
(C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden.
MUKARRİZÎN
(Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler.
MUKARRÜN-BİH
Başka birisine âit olduğu, birisi tarafından haber verilen hak. İkrâr olunan hak.
MUKASAT
Zahmet ve eziyet çekme.
MUKASEME
(Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme.
MUKASIM
(Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden.
MUKASMEL
Asâsı çok şiddetli olan.
MUKASSA
Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek.
MUKASSAT
(Kıst. dan) Taksitli.
MUKASSATAN
Taksitli olarak, taksitle.
MUKASSEM
(Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü.
MUKASSIR
Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü yetmediği için yapmayan.
MUKASSÎ
(Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar.
MUKASSİM
(Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden.
MUKAŞŞER
(Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş.
MUKATAA
(Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. * Ekilen toprak için verilen muayyen vergi.
MUKATANE
Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek.
MUKATELAT
(Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. * Vuruşmalar, düello yapmalar.
MUKATELE
(A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.
MUKATİL
(Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan.
MUKATİLUN
(Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler.
MUKATTA'
Kesilmiş. * Parçalanmış.
MUKATTAA
(Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı.
MUKATTAAT
(Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler.
MUKATTAAT-I HURUF
Edb: Matlâsız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları. * Kısaltmalar. Tamamlanmamış cümleler. (Bak: Huruf-u mukattaa)
MUKATTAR
(Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su.
MUKATTARAT
(Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular.
MUKAVELAT
(Mukavele. C.) Mukaveleler.
MUKAVELAT MUHARRİRİ
Noter. Kâtib-i adl.
MUKAVELE
Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt.
MUKAVELENAME
Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt.
MUKAVEMET
Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
MUKAVEMET-SUZ
f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran.
MUKAVEMET-ŞİKEN
f. Mukavemeti kıran.
MUKAVERE
Zayıflamak.
MUKAVİM
Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran.
MUKAVİMÎN
(Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler.
MUKAVVA
(Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş.
MUKAVVER
Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş.
MUKAVVES
(Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü.
MUKAVVÎ
Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç.
MUKAVVİM
Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu.
MUKAYAZA
Trampa etme, değişme. Mübadele.
MUKAYEFE
Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek.
MUKAYESAT
(Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler.
MUKAYESE
(Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma.
MUKAYYED
Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
MUKAYYİ
Kay ettiren, kusturan.
MUKAYYİAT
(Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar.
MUKAYYİD
Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan.
MUKAYYİDÎN
(Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler.
MUKAZEFE
Sövüşmek.
MUKAZZEZ
Heyeti hafif olan kimse.
MUKBİL
Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar.
MUKBİLAN
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler.
MUKBİLÎN
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar.
MUKDİM
İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan.
MUKDİMÂNE
f. Gayret ve dikkatle.
MUKES'AL
İyi yonulmamış ok.
MUKHEM
Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime.
MU'KIB
Ökçeli ayakkabı.
MÛKID
Ateş yakan.
MUKILL
Malı az olan. Fakir.
MUKILLÎN
Fakirler. Muhtaç olanlar.
MÛKIN
Şüphesiz ve kat'i olarak bilen.
MÛKINÛN
Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin)
MU'KIR
Malı mülkü çok olan kimse.
MÛKIR
Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç.
MUKIRR
(Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse.
MÛKIZ
(Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran.
MUKİBB
Lüzumlu olan, icab eden.
MUKÎL
Hataları, yanlışları afveden.
MUKÎM
İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. * Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene "Misâfir" denir.) * Esmâ-i İlâhiyyeden olup "Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiç bir şeyden alâkasız olmayan" meâlindedir.
MUKÎM-ÜS SÜNNET
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Tevrat ve Zebur'daki ismi, sünnet ikame eden.
MUKÎT
Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren.
MUKKA
(C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş.
MUKLE
(C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için kullanılan taş.
MUKMAH
Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi.
MUKMEHUN
Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler.
MUKMİR(E)
(Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış.
MUKNİ'
İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran.
MUKNİA
Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli.
MUKRAZ
(Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş.
MUKREM
Bir kavmin ulusu, seyyidi.
MUKRİ'
Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan.
MUKRİB (MUKREB)
Nöbete tutulmuş at.
MUKRİF
Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi olmayan deve.
MUKRİN
Birlikte. Berâber.
MUKRİZ
(Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren.
MUKSA
Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış.
MUKSEM
(Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş.
MUKSİM
(Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden.
MUKSİT
Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen.
MUKSİTÎN
(Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler.
MUKŞA
Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş.
MUKŞAİRR
Ürperen.
MUKTASIR
Kısa kesen, uzatmıyan.
MUKTATAF
(C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme, toplama. Derlenmiş.
MUKTATAFAT
(Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler.
MUKTATIF
(İktitaf. dan) Derleyen, toplayan.
MUKTEB
(C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse.
MUKTEBES
İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan.
MUKTEBESAT
(Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler.
MUKTEBİS
(C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan.
MUKTEBİSÎN
(Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar.
MUKTEDA
Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam.
MUKTEDÂ-BİH
Kendisine tebaiyyet edilen. Kendisine uyulan.
MUKTEDÎ
Tâbi olan, uyan. İmama uyan.
MUKTEDİR
Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı.
MUKTEDİRÎN
(Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler.
MUKTEF
Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir.
MUKTEFA
(Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş.
MUKTEFÎ
Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan.
MUKTEHİM
Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham)
MUKTELA'
(Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan.
MUKTELİ'
(Kal'. den) Kökünden koparan.
MUKTERİH
Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden.
MUKTERİN
(İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden.
MUKTESEB
(Bak: Mükteseb)
MUKTESİD
İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad)
MUKTESİDAN
(Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular.
MUKTESİR
Kısa kesen, iktisar eden.
MUKTEZA
Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza)
MUKTEZA-İ HÂL
Duruma göre. İcabına göre. Hal ve vaziyetin gerektirdiğine göre.
MUKTEZA-İ HİLKAT
Yaradılışın gerektirdiği şey. Yaradılış itibariyle olan hal ve netice.
MUKTEZÎ
(Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden. Gerekli. Lâzım.
MUKTEZİYYAT
İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler.
MUKTİR
Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın.
MUKVERE
İnce, zayıf kadın.
MUKZA
Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş.
MUKZA'
Seri, hafif nesne.
MUKZI'
Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan.
MUKZÎ
Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış.
MU'LAT
(C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece.
MULEKKIN
(Bak: Mülekkın)
MU'LEM
(İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş.
MULİ'
Tutkun, düşkün, ihtiraslı.
MULİF
(Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş.
MULİM
(Elem. den) Elem ve keder verici.
MU'LİN
İlân eden. Herkese bildiren.
MUM
f. Yumuşak. * Mum.
MUMAHELE
Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık.
MUMA-İLEYH
(Mumâileyhâ) Kendisine işâret edilen. İsmi evvelce geçen.
MUMA-İLEYHİM
İsmi evvelce geçenler. * İmâ edilenler, yukarıda anlatılmış olanlar.
MUMA-İLEYHİNN
(Mumâ-ileyhâ. C.) Adı geçen kadınlar, yukarıda anılan kızlar, imâ edilenler.
MUMATELE
(Bak: Mümatala)
MUMDAR
f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan.
MUMÎL
Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren.
MUMİYAN
f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler.
MUMYA
f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. * Çok zayıf (kimse).(Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-ı Musa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ: $ Fir'avun, vezirine emreder ki: "Bana yüksek bir kule yap, semâvatın hâlini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın (A.S.) dâva ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte Î kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlik'ı tanımadığından tabiat-perest olup Rububiyyet dâva eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nâm eden şöhret-perest olup dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenâsuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillu mezarlarda muhafaza eden Mısır fir'avunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.Meselâ: $ Gark olan Fir'avuna der: "Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim" unvaniyle umum Fir'avunların tenâsuh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlud, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Fir'avunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahali-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiyye, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder. S.)
MUMZA
(Mazâ. dan) İmza edilmiş olan.
MU'NAN
Su arkı, su mecrâsı.
MUNASSAB
(Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan.
MUNAZZAF
(Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş.
MUNAZZAMA
Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli.
MUNAZZIM
Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan.
MUNDAK
Dövülüp ufalanmış.
MUNFASIL
İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış.
MUNFASIL ZAMİR
Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi.
MUNFASILAN
Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda.
MUNFASIM
Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen.
MUNFASÎ
Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan.
MUNFATIR
Yarılan, infitar eden.
MUNFAZİH
Rezil ve kepaze olmuş.
MUNİKA
Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel.
MUNİS
Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş.
MUNİSE
Hayat yoldaşı. Can yoldaşı.
MUNKABIZ
Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız.
MUNKALİB
İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen.
MUNKARIZ
İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş.
MUNSABB
(Bir denize veya nehire) dökülen, karışan.
MUNSABİG
(Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.
MUNSADI'
Yarılmış, bölünmüş.
MUNSALİH
Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan.
MUNSAMÎ
Dökülüp akıtılmış.
MUNSARIM
Kesilen, kat edilen.
MUNSARİF
(Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim.
MUNSARİH
(Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir.
MUNSIF
İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden.
MUNSIFÂNE
İnsaflıca. İnsaflılıkla.
MUNTABI'
(Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış. * Hoş görülen, güzel.
MUNTABIH
(Tabh. dan) Pişmiş, pişen.
MUNTABIK
İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun.
MUNTAFİ
Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış.
MUNTALİK
(Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli.
MUNTAMIS
Belirsiz olan. İntımâs eden.
MUNTASIF
(Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış.
MUNTASIF-I SENE
Yılın ortası. Senenin yarısı.
MUNTASIH
(Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen.
MUNTASIHÂNE
f. Nasihat dinliyerek.
MUNTASIR
Öç alan. İntikam alan.
MUNTAVİ'
Söz dinler. Muti.
MUNTAVÎ
(Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş.
MUNTAZAM
Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma.
MUNTAZAMAN
İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli olarak. Dâima.
MUNTAZAR
Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen.
MUNTAZIR
Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen.
MUNTAZIRAN
Bekliyerek, intizâr ederek.
MUNTAZIRÂNE
f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek.
MUNTAZIRÎN
(Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler.
MUNZACIR
Yüreği sıkılmış.
MUNZALİM
Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen.
MUNZAMM
Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan.
MUNZAR
Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış.
MUNZİC
Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. * Kemâle eren, inzâc eden.
MUNZİCÂT
Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar).
MUR
f. Karınca. Neml.
MURA
Kedi sesi. Kedi miyavlaması.
MURABAA
Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma.
MURABAHA
Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek. * Fâiz ile para alıp vermek.
MURABATA
Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. * Mülâzemet etmek. * Bağlamak.
MURABBA
Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme.
MURABBA'
Dört köşeli şekil. * Dörde çıkarılmış. Dörtlü. Dört şeyden olmuş. * Geo: Kare.
MURABBA-İ TÂMM
Geo: Tam kare.
MURABBANİŞİN
f. Bağdaş kurup oturan.
MURABBAYAT
(Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları.
MURABIT
Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen.
MURABITÎN
(Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler.
MURAD
İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel.
MURAD-I HAK
Allah'ın isteği ve muradı.
MURAFAA
Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak.
MURAFAKAT
Beraberlik, arkadaşlık.
MURAFIK
Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş.
MURAFİ'
(Ref'. den) Murâfaa eden.
MURAGABET
Arzu etme, dileme.
MURAGIB
Rağbet eden.
MURAHHAM
Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş.
MURAHHAS
Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse.
MURAHHASA
Ermeni piskoposu.
MURAHHASİYET
Murahhaslık, delegelik.
MURAHHİL
(Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden.
MURAÎ
(Bak: Mürâi)
MURAÎ
Riayet eden. Bakıp gözeten.
MURAKABE
Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için mâbede kapanmak.
MURAKASA
(Raks. dan) Raksetme, dans.
MURAKIB
Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a (C.C.) bağlanmış olan.
MURAKKA'
(Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış.
MURAKKAK
(Rikkat. den) İnce. İncelmiş.
MURAKKAM
(Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı konulmuş.
MURAKKAN
Bozulmuş, aradan çıkarılmış.
MURAKKIK
Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır: Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, ze, bâ, zel.
MURAKKIM
(Rakam. dan) Pusulanın iğnesi.
MURAN
(Mur. C.) Karıncalar.
MURANE
f. Karıncavâri, karınca gibi.
MURASADE
(Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma.
MURASSA'
Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı.
MURASSAAT
(Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler.
MURASSAS
Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış.
MURAVAGA
Güreşme.
MURAVAZA
Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma.
MURAZAA
(Rızâ. dan) Emzirme.
MURÇE
f. Küçük karınca.
MURD
f. Mersin ağacı.
MURDAR
f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmı(Zeker) kesilmiş hayvan.
MURDİA
Süt emziren. Süt anası.
MU'REB
Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime.
MU'RİB
İzhar edici, izhar eden, gösteren.
MURİS
Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan.
MU'RİZ
İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan.
MURTABİT
Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli.
MURTAD
(Bak: Mürted)
MURTAZ
Alıştırılmış, tâlimli hayvan.
MURTAZI'
(Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden.
MURTEZA
Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı.
MURZI'
(Rızâ. dan) Çocuk emziren.
MURZİA
(Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın.
MUS
Bıçak.
MUSA
Vasiyet olunan mal. * Menfaat.
MUSA
Beni İsrâil peygamberlerinden Hz. Musa'nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitaptan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiştir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, İsa'ya (A.S.) kadar devam etti. Yusuf'un (A.S.) soyundan Yuşa nâmındaki peygamberi yerine tâyin ederek vefat etmiştir. Mısır firavununa karşı mücadele etti. Harun (A.S.) kardeşi ve kendi veziri hükmünde idi.(Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebir'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gâyet mahsuldâr bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraatı, ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı, kudsiye; ve vasıta-ı ziraat olan "Bakar"ı ve "Sevr"i mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti, sevr'e, bakar'a ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, "İcl" mes'elesinden anlaşılıyor.İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar'ın zebhi ile ifham ediyor. S.)
MUS'A
(C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı.
MUSA BİH
Vasiyyet olunan şey.
MU-SA(Y)
f. Ustura.
MUSAARA
Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek.
MUSAB
Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan.
MUSAB
Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan.
MUS'AB
Aygır at. * Her nesnenin erkeği.
MUSABBAG
Boyalı, boyanmış.
MUSABE
Musibet, belâ, âfet.
MUSABERET
Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak.
MUSABİYET
Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma.
MUSADAKAT
(Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk.
MUSADDA'
(Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş.
MUSADDAK
Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan.(Hem zâtiyle, hem lisâniyle, hem delâlet-i hâliyle, hem kaliyle kâinatın Sâniine delâlet eden şu delil; hem hakikat-ı kâinatça musaddak, hem sâdıktır. Çünkü bütün mevcudatın vahdâniyete delâletleri, elbette vahdaniyeti söyleyen Zâtı tasdik hükmündedir. Demek söylediği da'vâ da umum kâinatça musaddaktır. M.)
MUSADDAR
(Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş.
MUSADDE
Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık.
MUSADDIK
Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden.
MUSADDİ'
Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden.
MUSADE
Avlanan canavar.
MU'SADE
(İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan.
MUSADEFE
Bulmak. * Yetişmek.
MUSADEKA
Dostluk.
MUSADEMAT
Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler.
MUSADEME
İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak.
MUSADERE
Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere)
MUSAF
Cenk, harp.

N Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


NA
Farsçada nefy edatıdır. Müsbet mânâyı menfi yapar. Kelimenin başına getirilir. Meselâ: Nâ-ehil $ : Ehliyetsiz, ehil olmayan.
NA
Arabçada "Biz" mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ $ : "Kitabımız" misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir.
NA'AB
Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi.
NA'AL
Nalbant. Nalin yapan.
NAAM
(Bak: Neam)
NA'AR
Fesad ve fitneye çalışan. * Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar.
NA-AŞNA
f. Bilinmeyen, yabancı.
NAAT
(Bak: Na't)
NAB
f. Katıksız, hâlis, saf. * Oluk. * Berrak.
NAB
(C.: Enyâb) Azı dişi. * Yaşlı deve.
NA'B
Karga veya horoz ibiği.
NA-BALİG
f. Henüz büluğa ermemiş, daha bâliğ olmamış. * Erişmemiş, yetişmemiş.
NA-BAYESTE
f. Lüzumsuz, gereksiz. Uygun ve münasib olmıyan.
NABAZAN
Nabız atması, damar vurması.
NA-BECA
f. Yersiz, uygunsuz, münasebetsiz.
NA-BEDİD
(Bak: Nâ-bercâ)
NA-BEHENCAR
f. Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz.
NA-BEHENGÂM
f. Vakitsiz, mevsimsiz, zamansız.
NA-BEHRE
f. Azim, ulu. * Karışık. * Soysuz.
NA-BEKAİDE
f. Kural ve kaideye uymayan. Kaidesiz, kuralsız, nizamsız.
NA-BEKÂR
İşsiz, işe yaramaz.
NA-BEMAHAL
f. Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. * Münasebetsiz. Yersiz.
NA-BERCA
(Nâ-bedid) Belirsiz, görünmez olan.
NA-BESÎ
f. Yokluk, adem.
NA-BESUD
f. El dokunulmamış, el değmemiş, yeni şey.
NABIZ
Atar damarın vuruşu. Şah damarının atması. Kırmızı kan damarının oynaması hali.
NÂBIZ
Hareket eden.
NÂBIZA
(C.: Nevâbız) Nabız damarı.
NABIZ-ÂŞNÂ
f. Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen.
NABIZ-GİR
f. Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen.
NABİ
Yüksek, yüce.
NABİ
Haber veren, haberci. * Urfa'lı kıymetli bir şâirin ismi. (Mi: 1626- 1712)
NABİ'
(Nâbia) (Nebean. dan) Yerden fışkıran, kaynayan, akan.
NABİGA
(C.: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse. * Sonradan şâir olan. * Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse.
NABİGAT-ÜL CA'DÎ
Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın duasına mazhar olmuş mühim bir Arab şâiridir. İran'ın fethinde bulundu. Rivayete göre Mi: 684'de İsfehan'da Rahmet-i Rahman'a kavuştu.
NABİGAT-ÜZ ZÜBYANÎ
Câhiliyet devrinde meşhur ve Suk-ı Ukaz'da hakemlik yapmış Arab şâirlerindendir. Tahminen Mi: 535-604'de yaşamıştır.
NABİL
Ok yapan. * Üstad, hâzık kimse. * Irgaç.
NA-BİNA
(C.: Na-binayan) Kör, a'mâ, gözleri görmez. Anadan doğma kör.
NA-BİNAYAN
(Na-bina. C.) Gözü görmeyenler, a'mâlar, körler.
NA-BİNAYÎ
f. Körlük, a'mâlık.
NABİT
Ağaç ve nebat gibi yerden bitip büyüyen.
NABİTE
Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk.
NABİZ
Savaşçı, muharip, savaşan.
NABUD
(Nâ-bud) f. Mâdum, yok olan, bulunmayan. * İflas etmiş. Perişan olmuş. * Sonradan yok olan.
NA-BUDMEND
f. Yoksul, fakir.
NA'BÜDÜ
Biz ibadet ederiz mânâsında fiil. ( Bak: Nun-u na'büdü)
NABZ
(Bak: Nabız)
NABZA
Damarın bir defa atması.
NABZ-AŞNA
f. Nabızdan anlayan, mizac bilen.
NABZ-GİR
f. Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen.
NABZÎ
Damarın atmasıyla ilgili.
NA'C
(C: Niâc-Neacât) Koyun.
NA-CAİZ
f. Yapılmaz, câiz değil.
NACAK
Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta.
NA'CAT
(Na'ce. C.) Dişi koyunlar.
NA'CE
(C.: Niâc-Na'cât) Dişi koyun. * Dişi sülün. * Kadına da istiare ile söylenir.
NACİ
Kurtulan. Necat bulan. * (Mi: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi "Fetva" kelimesine kadar hazırlamıştır.
NACİ'
Hazmı kolay olan yiyecek.
NACİ(YE)
Kurtulmuş, necat bulmuş. Cennetlik olan.
NACİL
Nesli kerim, şerefli olan, soyu temiz.
NACİLEYN
Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar.
NA-CİNS
f. Aynı cinsten olmayan. * Cinsi bozuk.
NACİR
Ağaçlarda yaprak saplarının dibindeki filiz.
NACİS
İyileşmez hastalık.
NACİŞ
Avı ürküterek avcının tarafına kovalayan adam.
NACİYE
(C.: Nâciyât) Sür'atli deve.
NACİZ
Hâzır.
NACİZ
Azı dişi.
NACU
f. Çam ağacı.
NACUD
f. Büyük kadeh.
NA-CUNBAN
f. Kımıldamaz. Yerinde durur. Sağlam.
NACUR
Sırça tabak.
NACÜV
f. Çam ağacı.
NA-ÇAR
f. Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan.
NA-ÇARÎ
f. Çaresizlik.
NA'ÇE
f. Yumuşak yer.
NA-ÇESPAN
f. Uygun ve yakışık olmıyan.
NAÇİZ
(Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz.
NAÇİZANE
f. Çok ehemmiyetsiz olarak. Pek ufak olarak.
NA-ÇİZÎ
f. Naçizlik, ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, değersizlik.
NA-DAN
f. Cahil, bilmez, haddini bilmez.
NÂ-DANÎ
f. Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. * Cahillik.
NÂ-DANİST
(Nâ-dâniste) f. Câhil, bilmez.
NADAR
(Nadâret) Altun.
NA-DARÎ
f. Olmamazlık, bulunmayış.
NADAS
Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama.
NA-DAŞT
f. Hayâsız, utanmaz.
NADC
Kıvam. Büluğa erme. Pişme.
NADD
Azık, rızık.
NADDAHATAN
Püsküren çifte pınarlar.
NA-DEMSAZ
f. Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz.
NA-DERİDE
f. Delinmemiş, delik açılmamış.
NADH
Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak. * Musallat olanı defetmek. * Suyun feveran etmesi, püskürmesi.
NADIC
(C.: Nevadıc) Olgunlaşmış, olmuş, kıvama gelmiş.
NADİ
Nidâ eden, haykıran, çağıran. * Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. Nitekim İslâmdan evvel Mekke'de Kureyş'in toplandığı meclis binasına "Darünnedve" denilirdi. Nâdi; orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki; bezm, meclis, mahfil, kongre tâbirleri gibidir. (E.T.)
NADİB
Geçmiş. * Hafif adam. * Yas tutan.
NADİC
Olgun meyve. * İyi pişmiş et.
NADİD
Salkımları sık olan üzüm veya muz. * İçi doldurulmuş yastık, minder, şilte gibi şeyler.
NA-DİDE
f. Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş.
NADİM
Nedamet etmiş, pişman.
NADİMÂNE
f. Pişmanlıkla, pişman olarak, nedamet duyarak.
NADİMİYET
Pişmanlık, nedamet.
NADİR(E)
Az bulunan. Seyrek.
NADİRÂT
Az bulunan şeyler.
NADİREDÂN
f. Zarif, âlim.
NADİREKÂR
f. Nâdir işler ve san'atlar yapan.
NADİREN
Nâdir ve az olarak. Çok aralıklı. Pek az bulunur.
NADİRE-PERDÂZ
f. Güzel söz söyleyen.
NADİRE-SENC
f. Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse.
NADİRET
Güzellik, parlaklık, tazelik. * Hoş ve lâtif.
NADİYE
Sudan uzak olan hurma ağacı.
NA-DÜRÜST
f. Doğru olmayan. Eğri. * Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. * Yanlış, haksız.
NA-DÜRÜSTÎ
f. Gerçek olmama, doğru olmama.
NA-EHİL
f. Ehliyetsiz, beceriksiz. Ehil olmayan.
NA-ENDAM
f. Muntazam olmıyan. Biçimsiz, gayr-ı muntazam.
NA-ENDİŞ
f. Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak.
NA-ENDİŞÎDE
f. Düşünülmemiş.
NÂ-EVS
f. Manastır, kilise.
NA'F
Sütü çok olan deve.
NÂF
f. Göbek. * Mc: Orta.
NAFAKA
Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası.
NAFAKA-İ İDDET
Fık: Kadının iddeti içinde muhtaç olduğu nafaka. Koca, boşadığı karısını iddeti bitinceye kadar infakla mükellef olduğu için bu müddet zarfındaki nafaka hakkında bu tâbir meydana gelmiştir.
NAFAKA-İ MAKZİYYE
Fık: Hâkim tarafından takdir olunan nafaka.
NAFAKAT
(Nafaka. C.) Nafakalar.
NAFATA
Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık.
NAFE
f. Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı.
NA-FERCAM
f. Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız.
NAFE-RİZ
f. Koku saçan. * Göbek düşüren.
NÂF-I ÂLEM
Mekke-i Mükerreme.
NÂF-I ŞEB
Gece yarısı.
NÂF-I ZEMİN
Zeminin ortası. Mekke-i Mükerreme.
NAFIA
Bayındırlık işleri.
NAFIK
Geçer para. Geçer akçe.
NAFIKA
(C.: Nevâfık- Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı; tarla fâresi dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan kasia dedikleri yuvasında tehlike hissederse hemen nâfıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği için nifak, münafık kelimeleri bu kelimeden gelmiştir. (Kamus).
NAFIZ
Çok titreten. Sıtma.
NAFİ
(Nefiy. den) Giderici, yok eden, nefyeden, menfi yapan.
NAFİ'
Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı. * Esma-i Hüsnâdan bir isim.
NAFİA
İnşaat işleri. * Faydalı işler. Menfaatli olanlar.
NAFİC
(C.: Nevâfic) Kaburga kemiklerinin sonu.
NAFİCE
(C.: Enfice) Misk göbeği.
NAFİH
(Nefh. den) Üfürücü, üfleyici.
NAFİKA
(Nüfeka) (C.: Nevâfık) Keler yuvalarından biri.
NAFİLE
Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş. * Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan. * Torun. * Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye.
NAFİR
Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen. * Galip olan. * Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun.
NAFİS
(Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse. * Açan ve ferahlandıran.
NAFİS
Okuyup üfüren.
NAFİS-ÜL KERB
Sıkıntı ve belâlara, göz değmesine, nazara te'sir edip kaldıran.
NAFİZ
İçe işleyen. Delip geçen. İçeri giren. * Sözü geçen, kendine itaat edilen. Te'sirli, nüfuzlu.
NAFİZ
Çok fazla titreten sıtma.
NAFİZE
Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara.
NAFİZİYET
Sözü geçerlik, nâfizlik.
NAFİZ-ÜL EMR
Emri geçip sözü dinlenilen. * Kendisine itaat edip boyun eğilen.
NAFİZ-ÜL KELİM
Sözü geçen.
NAFUR
(Nâfure) Fıskıye, fevvâre.
NAGÂH
f. Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî)
NAGAM
(Nağme. C.) Nağmeler, âhenkler, türküler.
NAGAMÂT
Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.
NAGAM-KÂR
f. Nağmeler söyleyen, ezgici.
NAGAM-PERVER
(C.: Nagamperverân) f. Türkü söyleyen, nağmeci. Nağme seven.
NAGAŞAN
Iztırab, acı.
NA-GEHAN
f. Birdenbire, ansızın, âniden.
NAGFA
Ceviz ağacına benzer bir ağacın adıdır ve Beyrut dağlarında olur; dut gibi yemiş verir.
NAGIZ
Şaşırdığında başını sallayan kimse. * Kürek başında olan kıkırdak.
NAGK
(C.: Nuguk) Karga çağırmak.
NAGL
Çürük sahtiyan.
NAGM
Gizli kelâm, gizli söz.
NAGR
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Kin tutmak. * Çömlek kaynamak.
NAGS
Kederli, gamlı olmak.
NA-GÜŞADE
f. Kapalı, açılmamış.
NA-GÜVAR
(Nâ-güvâre) f. Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. * Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey.
NAGZ
f. Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen.
NAGZ
Devekuşunun erkeği. *Başını sallayıp depretmek. * Bulutun koyu ve kesif olması.
NAĞME
(C.: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni.
NAĞME-GER
f. Türkü söyleyen, öten.
NAĞME-HÂN
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
NAĞME-HÂNÎ
f. Türkü söyleyicilik, nağme söyleyicilik.
NAĞME-HİZ
f. Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen.
NAĞME-KEŞ
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
NAĞME-PERDAZ
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
NAĞME-SAZ
f. Ahenkle söyleyen, terennüm eden.
NAĞME-SERA
f. Türkü okuyan, şarkı söyleyen.
NAĞME-ZEN
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen.
NAH
f. Göbek.
NAH
f. İp, ince ip. * Tel. * Halı, kilim.
NAH'
Kesme, boğazlama.
NAHA'
Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek. * Yemen taifesinden bir kavim. * Hâlis etmek. * Uzaklık, ıraklık.
NAHABE
(C.: Nuhab) Geçit ağzı. * Çokluk asker. * Her nesnenin iyisi.
NAHAFET
Aksırma.
NAHAFET
Zayıflık, arıklık, cılızlık.
NA-HAH
f. İstemeyerek, râzı olmayarak. Zoraki.
NA-HAK
f. Haksız, beyhude, boş.
NA-HANDE
f. Câhil, ümmi, okumamış.
NAHARİR
(Nihrir. C.) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler.
NAHASET
Esircilik. * Canbazlık.
NA-HAST
f. İsteksiz. İstenilmemiş. İstemeden.
NA-HAST
f. Kötürüm.
NAHB
Yüksek sesle ağlama. * Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak. * Seri seyr. * Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt.
NAHB
Çekip çıkarma.
NAHÇİR
f. Av hayvanı. Sayd. * Av yeri. * Yaban keçisi.
NAHÇİR-GÂH
f. Av yeri.
NAHÇİR-GİR
f. Avcı, sayyad.
NAHÇİR-VÂN
f. Avcı.
NA-HEMTA
f. Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan.
NA-HEMVAR
f. Eğri, düz olmayan. * Uymayan, mutabık gelmeyen. * Uygunsuz.
NA-HENCAR
f. Doğru olmayan.
NAHF
Aksırmak. Nefes almak.
NAHH
Davar sürmek. * İplik. * Zeyli denilen döşek. * Güç seyr. * Deve çökertmek için söylenen söz.
NAHHAM
Tamahkâr, cimri, hasis, pinti. * Boğazını temizlemek için fazlaca soluyup balgam çıkaran adam.
NAHHAS
Bakırcı.
NAHHAS
Esirci, esir ticareti yapan kimse. * Hayvan alıp satan kişi.
NAHHAT
Gururlu, kibirli.
NAHHAT
Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu.
NAHI'
Âlim.
NAHİ
(Nehy. den) Nehyeden, yasak eden, önleyen.
NAHİB
Avaz avaz ağlamak, feryad ile ağlamak.
NAHİB
Korkak, cebin.
NAHİB
(Nehb. den) Yağma eden, talan eden, önleyen.
NAHİDE
Yeni yetişmiş kız. * Zühre (Venüs) yıldızı.
NAHİF
Çelimsiz, zayıf, ince. Arık.
NAHİF
Sümkürdüğünde genizden gelen ses.
NAHİK
(Nehak. dan) Eşek gibi anıran, eşek sesli.
NAHİKA
(C.: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı.
NAHİL
Susayan kimse. * Suya kanmış kimse.
NAHİL
Kalburcu.
NAHİL
Hurma ağaçları, hurmalık. * Hurma ağacı. * Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde alayla götürülür ve gelin odalarına süs olarak konurdu. (O.T.D.S.)
NAHİL
(Nâhile) Zayıf, arık, ince.
NAHİLE
Huy, tabiat, mizac.
NAHİR
Çürümüş kemik. * İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik.
NAHİR
Burundan hırıltı çıkarma.
NAHİR
(Nahr. dan) Kesilmiş, boğazlanmış.
NAHİRAN
Atın göğsünde olan iki damar.
NAHİRE
Ayın birinci günü. * Ayın son gecesi.
NAHİRE
Ufalanmış. * Çürümüş. * Rüzgârla savrulur, yel estikçe ses verir, delik deşik olmuş kemik.
NAHİS
Vuran, vurucu. * Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz.
NAHİS
Dönmekten dolayı genişlemiş olan makara deliği.
NAHİS
Kıtlık. * Yümünsüz, uğursuz.
NAHİS
Kıtlık yılı.
NAHİSE
Koyun sütüyle karışık keçi sütü.
NAHİT
(Nahite) İnilti.
NAHİYE
Yan taraf, kenar, civar, çevre. * Küçük yer, bölge. İdari taksimatta, kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi.
NAHİZ
f. Pusu.
NAHİZ
Eti çok olan.
NAHİZ
Uçmaya hazırlanmış ve kanatları bitmiş olan kuş. * Tavşancıl yavrusu.
NAHİZGÂH
f. Pusu yeri.
NAHL
Bal arısı. * Bedelsiz bir şey vermek veya bedelsiz verilen şey. * Sövmek, iftira etmek.
NAHL
Hurma ağacı. * Gelinler için yapılan süs ağacı. * Un elemek.
NAHL SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 16. Suredir. Mekkîdir.
NAHL-BEND
f. Ağaçları budayıp tanzim eden kişi. * Balmumundan taklid süs ağacı yapan, balmumcu.
NAHLE
Bir tek arı.
NAHLE
Tek hurma fidanı. * Bir fidan.
NAHLİSTAN
f. Hurma fidanlığı, hurmalık. * Ağaçlık, fidanlık.
NAHLİYE
Hurmalar.
NAHME
Göğüsten çıkan ses.
NAHNAHA
Deveyi çökertmek.
NAHNAHA
Hırıltı ile soluma. * Öksürük.
NAHNU
Biz.
NA-HOŞ
f. Hoş olmayan, hoşa gitmeyen.
NA-HOŞ-GÜVAR
f. Hazmı zor, sindirimi güç. Tatsız.
NA-HOŞÎ
f. Nahoşluk, fenalık, iğrençlik. Hoşa gitmemeklik.
NA-HOŞNUD
f. Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun.
NAHR
Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek. * İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması. * Boyun. Boğaz çukuru. * Sadır. * Gündüzün evveli. * Namazda kıyamda iken sağ eli sol elin üstüne koymak.
NAHR
Eskimek. * Çürümek. * Parçalamak.
NAHR-ÜN NEHAR
Gündüzün evveli.
NAHR-ÜŞ ŞEHR
Ayın evveli.
NAHS
Vurmak.
NAHS
Uğursuzluk, yümünsüzlük. * Bahtsız, uğursuz.
NAHŞ
Zayıflamak.
NAHT
Sümkürmek.
NAHT
Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı. * Yontma, oyma.
NAHU
(Kürdçe) Öyle ise şöyle ki, işte.
NA-HUDA
f. Allah'tan korkmaz. * Gemi kaptanı.
NÂHUN
f. Tırnak.
NÂHUN-BE-DENDÂN
f. Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan.
NÂHUNBÜR
f. Tırnak makası.
NÂHUN-BÜRÂ(Y)
f. Tırnak makası, tırnak çakısı.
NÂHUN-TIRAŞ
f. Tırnak makası, tırnak çakısı.
NAHV
(Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön. * Misâl. * Miktar. * Kasd ve azmeylemek. * Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile Arapça kelimelerin yeri ve usulü bilinir, yani cümle tahlili yapılır.
NAHVE
Çörek otu.
NAHVET
Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
NAHVETFÜRUŞ
f. Böbürlenen, gururlanan.
NAHVÎ
Nahiv ilmine ait. Arapça gramere ait. Nahiv ilmini iyice bilen.
NAHVÎ LİSAN
Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan.
NAHVİYYUN
Kelime dizimi ve nahiv ilminin ehli olan âlimler. Arapça dil âlimleri, gramerciler.
NAHZ
Kemiğin etini ayıklama.
NAHZ
Bir şeyle dürtme.
NAHZA
Et parçası.
NAIT
Dağ. * Hemeden kabilelerinden bir kabile.
NAÎ
Kötü haber veren.
NAİB
Karga gibi çirkin sesli kuşların ötüşü.
NAİB(E)
(Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen.
NAİB-İ FÂİL
Meçhul fiilin mevzuu olan kelime ki, harekesi merfu olur. (Küsirel kalemü: "Kalem kırıldı" cümlesinde " kalem", "Naib-i fâil" olmuş ve fâilin yerine geçmiştir.)
NAİB-ÜL ÂM
Cumhuriyet müddei-i umumisi. Cumhuriyet savcısı.
NAİCE
Yumuşak yer.
NAİF
Zayıf, cılız.
NAİK
Karga ötüşü veya horoz sesi. * Çobanın koyuna bağırması.
NAİKAN
Cevzâ burcundan iki yıldız.
NAİL(E)
Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.
NAİLİYET
Ele geçirmek, murada ermek, elde etmek.
NAİM
Uyuyan, uykuda olan.
NAİM
Taze, körpe. * Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz. * Etli sebze.
NAİM
Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal. * Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası.
NAİMÂNE
f. Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına.
NAİME
Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın. * Yumuşak yapılı hayvancıklar.
NAİMÎN
(Nâim. C.) Uyuyanlar, uykuda bulunanlar.
NA-İNSAF
f. İnsafsız. İnsafı bulunmayan.
NAİR
Parlak, parlayan. * Düşmanlık, adavet.
NAİR
Haykıran, nâra atan. * Uzak. Irak, baid.
NAİRE
(C.: Nevâir) Alev, ateş. * Hararet, sıcaklık.
NAİYE
Ölüm haberi götüren, kötü haber veren.
NAİZ
Kuvvetlendiren. Kaldıran.
NAK
f. Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk $ : Gamlı, kederli.
NA'K
Karga avazı. * Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
NAK'
(C: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer. * Kuyu içinde olan su. * Deve kuşu avazı. * Feryâd etmek, bağırıp çağırmak. * Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek. * Sıcak suda haşlama. * İlâç olarak çıkarılan su. * Suda ıslanma. * Toz.
NAKA
(C.: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe.
NAKA'
Temiz olma.
NÂKA
Dişi deve. * Bir yıldızın ismi. * Sivilce.
NA-KABİL
f. Mümkün olmayan. Kabil olmayan. * Câhil, kabiliyetsiz.
NA-KABUL
f. Kabiliyetsiz, istidatsız.
NA-KÂFİ
f. Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil.
NÂKA-İ SÂLİH
Salih Peygamber'in (A.S.) bir mu'cizesi olarak kayadan çıkan devesi. (Bak: Sâlih A.S.)
NAKAİS
(Noksan. C.) Eksiklikler. Noksanlar.
NAKAKA
Kurbağaların çağrışıp ötmeleri. * Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması.
NAKAL
Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar. * Devenin tabanına ârız olur bir hastalık.
NAKALE
(Nâkıl. C.) Haberciler, nakledenler.
NA-KÂM
f. Muradına eremeyen, tali'siz. Arzusuna kavuşamayan.
NÂ-KÂMÎ
f. Mahrumiyet, bahtsızlık. isteğine kavuşamama.
NAKARAT
(Nakra. C.) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler. * Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça.
NAKARE
f. Davul, kös. Dümbelek.
NA-KÂRE
f. Bir işe yaramaz olan.
NA-KA'RYAB
f. Dibi bulunmayan, dipsiz.
NA-KASTE
f. Eksiksiz, noksansız. Tamam.
NAKAVE
Temizlik.
NAKB
(C.: Enkâb) Delmek, delik açmak. * Girmek. * Dağ içindeki yol.
NAKBA
Tabanı aşınmış deve.
NAKD
(C?: Nukûd) Madeni para, akçe. * Bir şeyin bedelini peşinen ödemek. * Para olarak bulunan servet. * Vezin ve ayarı tamam olan para. * Bir şeye hırsızlamasına bakma. * Seçmek. * Saymak.
NAKDEN
Para olarak, peşin, elden.
NAKDÎ
Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik.
NAKD-İ CÂN
En kıymetli olan şey.
NAKD-İ MEVCUD
Mevcud olan para, elde bulunan para.
NAKDİNE
Hazır ve peşin para. * Kıymetli ve değerli mal.
NAKDİNE-İ HAYAT
Hayatın kıymeti.
NA-KERDE
f. Yapılmamış, olmamış.
NA-KES
f. Hasis olan. * Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni.
NA-KESAN
(Nâ-kes. C.) Alçaklar, âdi insanlar, insaniyetsiz kimseler. * Cimriler, tamahkârlar, pintiler, hasis kişiler.
NA-KESÂNE
f. Alçakçasına. * Cimrilik ve tamahkârlıkla.
NAKF
(C: Nuküf-Enkâf) Başı dimağından yarmak. * Bakış, nazar.
NAKH
Teftiş etmek, kontrol etmek.
NAKH
Başı dimağından yarmak.
NAKIBE
(C.: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban.
NAKID
Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran. * Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan. * Dinar, dirhem.
NAKIF
Kırıcı, kıran. * Bakan, nâzır.
NAKIH
(C.: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan.
NAKIL
İleten, taşıyan, aktaran, nakleden. * Tercüme eden. * İşittiğini anlatan.
NAKILE
Nakleden. * Cereyan geçiren.
NAKIL-I AHBAR
Haberler nakleden.
NAKILMECLİS
Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz.
NAKIR
Nişana isabet eden ok.
NAKIS
Ekşi şarap.
NAKIS
Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime $ gibi. * Mat: Eksi. Negatif. (Bak: Kâmil)
NAKISAT
(Nâkıs. C.) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar.
NAKISAT-ÜL AKL
Aklı kısa. * Mc: Kadın.
NAKIS-UL İYAR
Ayarı bozuk.
NAKIYY
Pak, temiz, nazif.
NAKIZ
(Nakz. dan) Bozan, bozucu.
NAKİ
(Nakiye) Temiz, pâk. * Çok takvalı, temiz insan. * Has undan yapılmış beyaz ekmek.
NAKİ'
(C.: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap. * İçinde hurma ıslatılan havuz. * Suyu çok olan kuyu. * Kandıran, kandırıcı.
NAKİ'
Tâze. * Şifâlı devâ.
NAKİA
(C.: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek. * Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun. * Damat için hazırlanan yemek. * Ziyafet.
NAKİB
Vekil. Bir kavim veya kabilenin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı. * En eski derviş veya dede. * Müfettiş.
NAKİBE
Akıl. Nefs. * İnsan ruhu.
NAKİD
(Bak: Nakd)
NAKİH
(Nekahet. den) Hastalıktan yeni kurtulmuş olup henüz zayıf olan kimse.
NAKİHE
Nikâhlı kadın eş.
NAKİK
Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri.
NAKİL
Yol, tarik. * Bir yürüme çeşidi.
NAKİL
Nakleden, işittiğini anlatan.
NAKİL
Vazgeçen, cayan, dönen. * Çekinen, kaçınan.
NAKİLE
(C.: Nekâyil) Ayakkabıya yapılan yama.
NAKİME
Asıl, cevher. Kendi, nefis. * Nefsi mübarek olan.
NAKİR
Gadaplı, kızgın.
NAKİR
Bir insanın hem cins ve aslı. * Gayet fakir. * Bir nevi kara sinek. * Ağzı dar olan küçük kab. * Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur. * Kıymetsiz şey.
NAKİS
Bozan, çözen, üzen veya dağıtan. * Rücu eden. Dönen.
NAKİS
(Noksan. dan) Eksik. Tamam olmayan.
NAKİS
Bayağı, alçak. * Başını daima öne eğen adam.
NAKİSE
Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık. * Gıybet.
NAKİSEDÂR
f. Eksiği bulunan. Kusuru olan. Kusurlu.
NAKİŞ
Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması. * Benzer, misil.
NAKİT
Dişi keklik.
NAKİZ(E)
(Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş. * Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. (Meselâ: "Her insan hayvandır. Bazı insan hayvan değildir." kaziyeleri birbirinin nakizidir. Nakiz ile zıd beyninde fark vardır. Nakizeyn; ne cem' olurlar, ne de ma'dum. Zıddeyn; cem' olmazlar, ikisi de bir arada olmazlar, ma'dum olurlar. * Eyer ve semerden çıkan ses.
NAKİZA
Dağ içindeki yol.
NAKİZEYN
Karşılıklı iki zıt şey.
NAKKA'
Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse.
NAKKAB
(Nakb. dan) Delici, delik açıcı.
NAKKAD
(Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran. * Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran. * İmam, hatib.
NAKKAF
Temkinli kimse, iyi niyet sâhibi olan kişi.
NAKKAL
(Nakl. dan) Nakledici. * Hikâyeci. Hikâye anlatan.
NAKKAR
Müzik, çalgı. * Gagalıyan. * Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar.
NAKKARE
(Bak: Nakare)
NAKKAŞ
Nakış yapan. Duvar nakışları yapan usta. Süsleme san'atkârı.
NAKKAŞE
Nakış yapan kadın. Nakışçı.
NAKKAŞ-I EZELÎ
Ezeli Nakkaş. Ezeli olup her şeyin nakşını yapan. Allah (C.C.)
NAKL
Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek. * Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek. * Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek. * Eski mest ve çizme. * Yırtık elbiseyi yamamak.
NAKL-BEND
f. Hikâyeci. Masal uyduran.
NAKLEN
Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle.
NAKLÎ
Nakliye ile, taşıma ile ilgili. * Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat.
NAKLÎ DELİL
Şer'î hükümler için naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur'anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler ve Kur'andan herkesin istifade etmesine ait hususlar ise: Tefekkür, faziletler ve havf ü rica ve bilhassa, ahkâm-ı diniyenin hikmetlerini ve hakkaniyet delillerini görmek gibi ibret derslerine ait olup, ahkâm-ı şer'iyeye ait değildir. (Bak: Edille-i erbaa, Fetva)
NAKL-İ HADİS
Hadis-i şeriflerin nakledilmesi.
NAKL-İ SAHİH
Doğru, şüphesiz gelen haber nakli.
NAKLİYAT
Nakil işleri, taşıma işleri. * Anlatılanlardan öğrenilenler. * Nakiller.
NAKLİYAT-I ASKERİYE
Askerî kıt'aların; top, tüfek, cephane, teçhizat ve levazımatı ve her türlü seferî ihtiyaçlarıyla birlikte bir yerden kaldırıp başka bir yere gönderilmesi, nakledilmesi. Askerî nakliyat.
NAKLİYE
(C.: Nakliyat) Eşya taşıma işi. * Taşıma parası.
NAKL-ÜD DEM
Kan aktarma.
NAKM
(Nakmet) İntikam, öç alma. Eza vererek cezalandırma.
NAKNAKA
(C.: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması. * Ses.
NAKR
Oymak, kazmak. Taş oymak. * Kuşun yem toplaması. * Vurmak. * Sıklık vermek. * Ağaç üstüne nakşetmek. * Tanbur çalmak. * Üflemek. * Dille ıslık çalmak. * Parmak çıtlatmak.
NAKRA
Hususi dâvet, özel dâvet.
NAKREŞE
Gizli his.
NAKS
Nakletmek. * İfsad etmek, bozmak. * Evmek. Acele etmek. * Kimseye lâkap takmak. * Ayıplamak. * Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak.
NAKS
Eksiklik, noksan, kusur. * Azaltma, eksiltme. (Bak: Nâkıs)
NAKŞ
Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. * Resim. * Tezyin etmek. * Bedene batmış dikeni çıkarmak. * Bir şeyin esasını araştırmak. * Yaymak. * Suda ıslanmış hurma. * İpekle, sırma ile işleme. * Mc: Hile.
NAKŞ-BEND
f. Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. * Ressam.
NAKŞ-BENDÎ
f. Kalbde zikir yoluyla, tefekkür ile İlâhî sevgiyi, uyanıklığı nakşa çalışan mânâsiyle, Şeyh Bahâüddin Nakş-bendî nâmındaki azîm bir velinin kurduğu ve en ziyade hafî zikre dayanan tarikata mensub olan.(Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-ı imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevaâcid ve keramata tercih ederim."Hem demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir. Biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübradır. Velâyet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."Hem demiş ki: "Tarik-ı Nakşîde iki kanad ile sülûk edilir." Yâni: Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.
NAKŞ-I DİL-FİRİB
Gönül aldatıcı suret.
NAKŞ-I KADEM
Ayak izi.
NAKŞ-I KİLKÎ
Kalemle yapılan nakış.
NAKŞ-PERDAZ
f. Nakış yapan ressam.
NAKŞ-PERDAZÎ
f. Ressamlık.
NAKŞ-TIRAZ
f. Süslü işlemeler.
NAKT
Çıkarmak.
NAKUR
Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. Çünkü boru çalındığı zaman, içinden hava tazyiki ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği cihetle boruya "minkar" mânasıyla alâkadar olarak "nâkur" denilmiştir. Boru çalınmak, askerin seferi için hareket kumandası demek olduğu gibi, borusu ötmek de emir ve kumandasının nüfuzundan kinaye olur. E.T.)
NAKUS
Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı.
NAKVET
Bir şeyin seçkini.NAKZ : Bozmak. Çözmek. Kırmak. * Bir sözleşmeyi yok saymak. * Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak. * Parmaklarda veya âzâda oynak yerler. * Kiriş. * Palan. Deri.
NAKZ
Halâs olmak, kurtulmak.
NAKZ
(Nakazân) (C.: Nevâkız) Sıçramak. * Talep etmek, istemek.
NAKZAN
(Nakzen) Bozarak, hükmü bozulmuş olarak.
NAKZEYN
İki zıt, zıtlar. Birbirine muhalif iki şey.
NAKZ-I AHD
Anlaşmayı bozma, muâhede hükümlerini bozma. Verilen sözde durmama. (Nebz-i ahd da denir)
NA'L
Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir. * Oturulacak yerlerin en aşağısı.
NAL(E)
f. İnilti, figân. * Kamış kalem. * Kamış düdük. * Şeker kamışı.
NALAN
f. İnleyen, sızlayan, figân eden.
NA-LAYIK
f. Lâyık olmayan.
NALBANT
(Na'l-bend) f. Nal takan.
NA'L-BUR
f. Nal, çivi vs. satan veya yapan kimse. Nalbur.
NALÇE
Küçük nal. * Yemeni, çizme gibi ayakkabılara vurulan hafif demir parçaları. (O.T.D.S.)
NALE
(Bak: Nâl)
NALEKÂR
f. İnleyen, figân eden, feryad eden.
NALEKÜNAN
(Nâle-künân) f. Feryad ederek, inleyerek.
NALENDE
f. İnleyen, feryad eden, inleyici.
NALESENC
f. İnleyen, inildiyen.
NALESENCÎ
f. İnleyicilik, feryad edicilik.
NA'LEYN
Bir çift ayakkabı. * Bir çift nalın.
NALEZEN
(Nâle-zen) f. İnleyen. İnildeyen.
NALEZENAN
f. İnildiyerek, inleyerek.
NA'LÎ
Nal biçiminde olan.
NALİŞ
f. İnleme, inilti, inleyiş.
NALİŞKÂR
(Nâlişker) f. İnleyen, inildiyen.
NALİŞZEN
f. İnleyen.
NA'L-TIRAŞ
f. Ağaç ayakkabı yapan kimse. * Nalıncı.
NAM
f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres.
NA'MA
Rahatlık, nimet. Minnet, ihsan ve atiyye. İyi halde bulunmak.
NA-MA'DUD
f. Sayılmaz, çok. Sayısız.
NA-MAĞLUB
f. Yenilmez, mağlub edilmez.
NA-MAHDUD
f. Hudutsuz, sınırsız, sonsuz.
NA-MAHREM
f. Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. * Yabancı.
NA-MAHREMİYET
f. Namahremlik.
NA-MAHSUR
f. Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz.
NA-MAKBUL
f. Makbule geçmez, kabul olmayan. Kabul edilmeyen.
NA-MA'KUL
f. Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan.
NA-MA'LUM
f. Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan.
NAMAN
(Nam. C.) f. İsimler, adlar.
NA'MAN
Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı.
NA-MA'RUF
f. Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan.
NA-MARZİ
f. Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan.
NA-MATBU
f. Basılmamış, tab edilmemiş yazı.
NAM-AVER
(C.: Nam-âverân) f. Ünlü, meşhur, ad salmış.
NAM-ÂVERÂN
(Nam-âver. C.) Namlı kişiler, ad salmış kimseler, ünlüler, meşhurlar.
NAMAZ
f. İslâmın beş şartından birisidir. * Duâ. * Zikir. * Kur'an. * Kunut. * Rüku. * Salât. * Şükür. * Tesbih. * Secde. * Hamd. (Bak: Salât - Târik-üs salât)(Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. Namazın erkânı, "Fütühat-ı Mekkiye"nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlik-ı Zülcelâl tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde mânevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münâcâta mazhar olsun.Namaz; kalblerde azamet-i İlâhiyyeyi tesbit ve idame.. ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyyenin kanununa itaat.. ve nizam-ı Rabbâniye imtisal ettirmek için yegâne İlâhî bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye muhtaçtır. O vesileye müracaat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar câhil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer. İ.İ.)
NAMAZGÂH
Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır. * Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş sahaya da bu ad verilirdi. Bayramlarda ve fevkalâde günlerde kasaba ve civar köyler halkı hep birden orada toplanırlardı.
NAMAZGÜZAR
f. Namazlarını kılan, namazlarını eda eden.
NAMBERDAR
f. Şanlı, ünlü, ad salmış, meşhur.
NAMCU(Y)
(C.: Namcuyân) f. Nam arayan. * Yiğit.
NAMCUYÂN
(Namcu. C.) f. Ün arayanlar, nam arayanlar. * Yiğitler, kahramanlar.
NAMDAR
f. Ünlü, şöhretli, meşhur.
NAMDARÂN
(Namdar. C.) Ünlüler, namlılar, meşhurlar.
NAMDARÎ
f. Namdarlık, ünlülük, meşhur olma.
NAME
f. Mektub. Risale. Kitap.
NA'ME
Derinin nazik olması. * Hoş dirlikli olmak.
NAMEAVER
(Name-âver) f. Mektup götüren.
NAMEBER
f. Mektup götüren, nameâver.
NA-MEFHUM
f. Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz.
NAME-İ HİCRAN
Hicrân mektubu. Ayrılık, mektubu.
NAME-İ HÜMAYUN
Tar: Osmanlı Padişahları tarafından İslâm ve Hristiyan Hükümdarlarla Osmanlı Devletine tâbi imtiyazlı olar Mekke Şerifine, Kırım Hanına, Eflâk ve Boğdan Voyvodalarına, Erdel Kralına, Gürcü ve Dağıstan Hanlarına gönderilen mektublara verilen addır.
NAME-İ NUR
Nurun mektubu. Saadet verici mânâlar yazılı kâğıt.
NA-ME'MUL
f. Umulmadık, beklenmedik anda.
NA-MERBUT
f. Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan.
NA-MERD
f. Korkak. * İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz.
NÂ-MERDÂNE
f. Namerdcesine, alçakçasına.
NÂ-MERDÎ
f. Namerdlik, alçaklık, zillet. * Korkaklık.
NAME-RES
f. Mektup ulaştıran, mektup eriştiren.
NA-MERGUB
f. Beğenilmeyen, rağbet olunmayan.
NA-MER'Î
f. Görülmez. Mer'î olmayan.
NA-MESBUK
f. Benzeri hiç olmamış, geçmemiş.
NA-MESMU'
f. İşitilmeğe değmez. * İşitilmemiş, duyulmamış.
NA-MESTUR
f. Açık, meydanda, âşikâr. * Örtülmemiş.
NA-MES'UD
f. Mes'ud ve mübârek olmayan. Uğursuz.
NA-MEŞHUD
f. Gözle görülmemiş, şâhit olunmamış.
NA-MEŞRU
f. Meşru olmayan, şeriat harici. * Kanunsuz, uygunsuz. * Günah olan şeyler.
NA-MEVZUN
f. Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. * Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume.
NA-MEYSUR
f. Ele geçirememiş. Elde edememiş. * İşi kolaylaştırılmış.
NAM-I MÜSTEAR
Takma isim.
NAM-I ŞERİF
Mübarek isim, şerefli ad.
NAMIK
Kâtib, yazıcı.
NAMIK KEMAL
(Mi: 1840 - 1888) Tekirdağ'lı olup İslâm mücahidlerindendir. Yeni Osmanlılık hareketine vatan mefhumunu sokmuş, "Firâki, hapsi, nefyi kadr-i nâmusumla gördüm hep" diye haklı olduğunu dâima müdâfaa etmiştir. Ehl-i kemâl bir zat olduğu, davasının istikameti ve samimiyetinden anlaşılır.Hayatının sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğunun ve İslâm dünyasının kurtuluşunu "ittihad-ı İslâm" da görmüş ve bu uğurda gayret göstermiştir. Bu emelini, yazdığı " Celâleddin-i Harzemşah, Salahaddin-i Eyyubi, Yavuz Sultan Selim ve Fâtih Sultan Mehmed" isimli eserlerinde ortaya koymuştur. Mezarı Bolayır'dadır.
NAMİ(YE)
Büyüyen, artan, ürmee kuvveti olan. Nebat ve hayvandaki büyüyüp gelişme kuvveti. * Farsçada: Namlı, şöhretli, ünlü.
NA-MİHR-BAN
f. Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz.
NA-MİHR-BANÎ
f. Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik.
NAMİSA
(C.: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın.
NAMİYE
(Bak: Nami)
NAMİYEBER
f. Hayat verici.
NA-MİZAC
f. Keyifsiz, rahatsız, hasta.
NA-MİZACÎ
f. Keyifsizlik, rahatsızlık, hastalık.
NA-MURAD
f. Mahrum kalan, muradına eremeyen.
NAMUS
Irz, iffet, edeb, hayâ. * Şeriat. * Melâike. * İrade-i İlâhiyenin tecellisi. * Nizam. * Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet. * Bir kimsenin mahrem, gizli esrarı olup işleri ve hallerinin iç yüzüne vakıf ve muttali kimseye denir. * Hayırlara ait gizli hâllerin hâmil ve vâkıfı olan. Bu mânada Cebrâil Aleyhisselâm'a ıtlak olunur. Sair melâikenin vâkıf olmadıkları vahyin sırlarına vakıf ve mahrem olması cihetiyle ona namus-u ekber denilmiştir. * Hâzık. * Mahir. * Av ve tuzak. * Nemmam mânâsiyle fitneci ve koğucu. * Birisinin hilesine siper ettiği şeye ve arslan yatağına da bu mâna verilmiştir. * Temizlik, doğruluk. ( Bak: Desâtir)
NAMUSİYYE
Yatan kimselerin başkaları tarafından görülmemeleri için, yatağın etrafına çekilen perde.
NAMUSKÂR
f. Namuslu. * Doğru adam.
NAMUSPERVER
f. Namuslu.
NAMUS-U MÜCESSEM
Çok namuslu olan.
NA-MUTASAVVER
f. Hatır ve hayale gelmez.
NA-MUVAFIK
f. Muvafık gelmeyen, uygun olmayan.
NA-MÜBAREK
f. Uğursuz, meymenetsiz.
NA-MÜHEZZEB
f. Terbiye görmemiş, ıslah edilmemiş.
NA-MÜLAYİM
f. Uygun olmayan. * Çetin, sert.
NA-MÜNASİB
f. Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan.
NA-MÜSAİD
f. Elverişsiz. Müsaid olmayan.
NA-MÜSTAİD
f. Müstaid olmayan. Olgunlaşma kabiliyeti olmayan. İstidatsız.
NA-MÜTENAHİ
f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz.
NA-MÜVECCEH
f. Yöneltilmemiş, tevcih edilmemiş.
NA-MÜYESSER
f. Elden gelmeyen, müyesser olmayan.
NAMVER
(C.: Namverân) Namlı, adlı, meşhur, ünlü.
NAMZED
(Nâm-zed) f. İsteyen veya istenilen kimse. * Sözlü. Nişanlı. * Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday.
NAN
f. Ekmek.
NA'NA
(C.: Neâni-Ne'nâ') Nâne. * Uzun boylu adam.
NA'NAA
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Hızlı konuşmak, tez tez söylemek. * Katı deprenmek. * Yemeğe nane koymak.
NANCU
(Nâncuy) f. Ekmek arayan. Dilenci.
NANE MOLLA
Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir.
NANHAH
Ekmek isteyen. Dilenci.
NANHOR
f. Dilenci.
NANKÖR
f. Gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden. Nimetin şükrünü eda etmeyen, gafil.
NANPARE
f. Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. * Geçime yarayan iş.
NANPÜZ
f. Ekmekçi, ekmek pişiren.
NANÜ
f. Ninni.
NA-PÂK
f. Temiz olmayan, pis, kirli.
NA-PÂKÂN
(Nâpâk. C.) Murdarlar, pisler.
NÂ-PÂKÎ
f. Pislik, murdarlık.
NA-PAYDAR
f. Süreksiz, geçici. Sebatsız, kararsız, durmaz.
NA-PERVA
f. Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. * Sersem.
NA-PESEND
f. Beğenilmez.
NA-PEYDA
f. Görünmeyen, açıkta değil, belirsiz.
NA-PEZİR
f. Olmaz, olamaz, kabul etmez.
NA-PUHTE
f. Ham, çiğ, pişmemiş. * Mc: Acemi, tecrübesiz, toy.
NAR
(C.: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem. * Bir meyve adı. * Mc: Allahın gadabı. * Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet.
NA'R
Çağırmak. * Haykırmak. * Burun içinden çıkan ses. * Gitmek. * Firar, kaçmak. * Galeyan.
NA'RA
(C.: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma. * Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden "naracı" adı verilen birinin bağırması yerinde kullanılır bir tâbirdir. Nâra atmakla yangın münasebetiyle sokağa fırlayan halkı çiğnenmekten kurtarmak için insanî bir maksad tâkib edilmekle beraber, daha ziyade caka satılırdı. (O.T.D.S.)
NA-RAST
f. Eğri. Doğru olmayan.
NA'RAT
(Bak: Na'ra)
NARBAC
Nar aşı.
NARBÜN
f. Nar ağacı.
NARCİL
Hindistan cevizi.
NARCİS
Nergis.
NARCİSTAN
Nergislik.
NARÇİL
f. Hindistan cevizi. Ceviz-i Hindî.
NARDA
f. Lâyık değil.
NARDAN
f. Gözyaşı damlaları. * Nar tâneleri. * Mangal.
NARDENK
f. Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez.
NARDEŞİR
Tavla oyunu.
NA'RE
Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma. * Burun içinden çıkan ses.
NA'RE-ENDÂZ
f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran.
NA-REFTE
f. Gidilmemiş, geçilmemiş. Kimsenin gidip geçmediği yer.
NARENC
f. Portakal. * Turunç.
NARENCÎ
Turunç renginde.
NARENCİYE
Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.)
NARENEC
(Nârnic) Hindistan'da yetişen ve turunç ağacına benzeyen bir ağaç.
NA-RESA
f. Yetişmemiş, ham. * Uygun ve münasib olmayan.
NA-RESAYÎ
f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik. * Hamlık.
NA-RESİDE
Yetişmemiş, körpe. * Büluğa ermemiş.
NA-REŞİD
f. Kemâle ermemiş, olgunlaşmamış.
NA-REVA
Yakışıksız, reva olmayan. Münâsib ve lâyık olmayan.
NA'REZEN
f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran.
NARGİL
f. Hindistan cevizi.
NARH
(Aslı "Nirh" dir) Yiyecek maddelerine belediyenin koyduğu fiat.
NAR-I BEYZA
Akkor, beyaz ateş mânâsında olan bu tâbir fizikte: 1800 derece kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir. * Bir meyve adı.(Hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza hâlinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına câmi olan Cehennem içinde, elbette zemherir'in bulunması zaruridir. S.)
NAR-I HAYAT
Canlıya lüzumlu bulunan sıcaklık. Vücudun harareti. (Bak: Hararet-i gariziye)
NARÎ
(Bak: Nariyye)
NARİN
f. İnce, zayıf, nazik. * İç oda.
NARİS
f. Ham meyva.
NARİYYE
Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey.
NARKOTİK
yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı.
NAS
Iraklık, uzaklık.
NAS
f. İnsanlar.
NA'S
Uykusu gelmek. Uyku bastırmak.
NAS SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 114. Sure. (Bak: Muavvezetân)
NASA
Kaldırmak. * Engel olmak, men'etmek.
NASAB
Dert. * Zahmet, meşakkat.
NASAF
Hizmetçi, uşak.
NA-SAF
f. Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan.
NASAFE
Hizmet etmek.
NASAHA
Öğüt vermek, nasihat etmek.
NASAİB
(Nasibe. C.) Dikili taşlar.
NASAL
Temrenci.
NA'SAN
Uykusu gelmiş olan adam.
NASARA
Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.
NA-SAVAB
f. Doğru olmayan, yanlış.
NASAYİH
(Nasihat. C.) Nasihatlar. Öğütler.
NA-SAZ
f. Münasebetsiz. uygunsuz, uymaz.
NA-SAZÎ
f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik, uymazlık.
NA-SAZKÂR
f. Uygun görmeyen, muhâlif. * Beklenmemiş, işitilmemiş. * Münâsebetsiz işle uğraşan.
NA-SAZKÂRÎ
f. Uygunsuz iş yapma, münâsebetsiz iş görme. * Zıtlık, uygunsuzluk.
NASB
Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme. * Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.
NASBA
Doğru boynuzlu koyun ve keçi.
NASBETMEK
Kelimenin son harfinin harekesini (E) diye okutmak. * Tâyin etmek.
NASB-ÜL AYN
Göz dikilmesi. Bir şeye hırsla ve şiddetli arzu ile bakmak, göz dikmek.
NA'SEL
Erkek sırtlan. * Uzun sakallı bir kimsenin adı.
NA'SELE
Yaşlıların yürüyüşü.
NA-SENCİDE
f. Ölçülmemiş, tartılmamış. * İyi düşünülmemiş. * Değerlenmemiş.
NASERE
f. Ayarı bozuk para.
NA-SEZA
f. Münasib olmayan, lâyık olmayan.
NASFET
(Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi.
NASI'
Her nesnenin hâlisi. * şiddetli beyaz olan.
NASIBE
(Bk: Nasibe)
NASIF
Geo: Açıyı iki eşit parçaya bölen doğru. Açı ortayı.
NASIFE
(C.: Nevâsıf) Su mecrası, su yolu.
NASIH
(Bak: Nâsih)
NASIR
Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi.
NASIRÎN
(Nâsır. C.) Yardım edenler, yardımcılar.
NASİ
Unutan, nisyan eden.
NASİB
Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey.
NASİB
Nasbeden, bir şeyi bir şeye diken. * Gr: Harfi (e) diye üstün okutan.
NASİBDAR
f. Nasibi olan. Hissedar.
NASİBDAŞ
f. Hissede beraber, nasipte eş olan.
NASİBE
(C.: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş.
NASİBE
Müfrit Haricîlerden ve Emevîlerden ve Hz. Ali'ye (R.A.) çok muhalif olan zümrenin adı.
NASİC
(Nesc. den) Dokuyan, nesceden. * Düzenleyen, tertib eden, sıralayan.
NASİF
Baş örtüsü.
NASİH
(Nâsiha) (Nush. dan) Öğüt veren, nasihat eden.(...Hastalık ise birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaradanı düşün. Kabre gireceğini bil, öyle hazırlan." İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir. L.)
NASİH
Nasihat eden, öğüt veren. * İçi temiz adam.
NASİH
(Nesh. den) Battal eden, hükümsüz bırakan. * Kitabın kopyasını çıkaran.
NASİHÂNE
f. Öğüt vererek, nasihat ederek.
NASİHAT
İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt.
NASİHAT-ÂMİZ
f. İçinden öğüt alınacak söz.
NASİHATGER
f. Nasihat eden, öğüt veren.
NASİHATKÂR
f. Nasihat eden, öğüt veren.
NASİHAT-NÂPEZİR
f. Nasihat dinlemez, öğüt tutmaz.
NASİHATPEZİR
f. Nasihat tutar, öğüt tutar, öğüt dinler.
NASİK
Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid.
NASİK
(Nesak. dan) Düzenleyen, tertib eden.
NASİL
Kıl dökücü ilâç.
NASİL
Çenelerin altından boyun ile başın kavuştuğu yerde olan mafsal.
NA-SİPAS
f. Nankör. Şükretmeyen.
NASİR
Nusret eden, zafer veren. Yardımcı. Muin.
NASİR
Nesir yazan. * Saçan, yayan.
NASİYE
Çehrenin gösterişi, alın, yüz.
NASİYE-PİRA
f. Alnı süsleyen.
NASİYESÂ
f. Alnını yere süren.
NASİYE-SÂZÎ
f. Alnını yere sürme.
NASİYY
Yaş ot.
NASİYYE
Nass oluş. Kat'ilik, şüphesizlik, kesinlik. (Bak: Nass)
NASL
Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar.
NASNAA
Depretmek. * Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi.
NASR
Yardım, üstünlük, yenme, galip kılma. * Yağmurun her yeri sulaması.
NASR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'deki 110. Sure. İza-câe veya Tevdi' Suresi de denir.
NASRANİ
Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara)
NASRANİYET
Hristiyanlık.(Nasraniyet, ya intifa veya ıstıfa edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet, bir kaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor, ya intifa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyetin esasını câmi' olan Hakaik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.İşte bu sırr-ı azime Hz. Peygamber (A.S.M.) işaret etmiştir ki; "Hz. İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir." M.)
NASREDDİN
(Nasr-üd din) Dine yardımı dokunan.
NASREDDİN HOCA
(Mi: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır.
NASRULLAH
Allah'ın yardımı.
NASS
Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık olan kelâm ve âyet. Akide. * Bir haberi kimden aldığını söyleyerek, en nihayet o haberi ilk söyleyene kadar nakledilişi isbat etmek.Bazılarınca istihraç ve izhar mânâlarından me'huzdur. Bir şeyin belâğ ve nihayetine denir. Bundan başka: Delil, haber, seyr-i şedid, ref', hüccet, bürhan, zuhur mânalarına da gelir.
NASSAH
Terzi, hayyat.
NASS-I HADİS
Hadisin açık, gerçek ifadesi. Muhtemeli olmayan sağlam mânaya delâlet eden lâfız. Delil mânâsına olan "Nass-ül fukaha" bundan alınmıştır.
NASS-I KATI'
Mânâsı açık olan Kur'an âyetlerinden delil olarak gösterilen âyet.
NASSÎ
Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet. * Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan.
NASSİYE
(yun: Dogmatizm) Fls: Bir görüşün doğruluğuna peşin olarak inanan ve bu inanışlarını tenkide tabi tutmayanların düşünüş tarzı. Son heceleri .. izm ile biten görüşler, taraftarlarınca peşin olarak kabul edildiklerinden birer dogmatik görüş örneğidir. Meselâ; komünizm, materyalizm, darvinizim, birer dogmatizm mâhiyetindedirler. İslâmda zorlama yoktur, inanç için bilgi ve tefekkür esastır. Hakiki düşünce hürriyeti İslâmda vardır. İslâm dışında ...izmle biten görüşler önderlerini tartışılmaz otorite olarak kabul eder ve karşı görüşte olanlara her türlü baskı ve zulmü reva görürler.
NAST
Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak.
NA-SUDE
f. Dinlenmemiş, istirahat etmemiş.
NASUH
Hâlis. Temiz. Kesin, kat'i. * Çok nasihat eden.
NASUHÎ
(Nasuhiyye) Bozulmaz şekilde tövbe eden.
NASUR
Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık.
NASUS
(Bak: Nass)
NASUT
İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler.
NASUTÎ
Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili.
NASUTİYÂN
İnsanlar.
NA-SÜFTE
f. Delinmemiş, deliksiz.
NASYE
Her nesnenin iyisi.
NA'Ş
Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. * Cansız vücud.
NA-ŞAD
f. Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli.
NA-ŞADÎ
f. Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık.
NA-ŞAYESTE
f. Lâyık olmayan. Lâyık değil.
NAŞIT
Büyük yoldan ayrılan küçük yol. * Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. * Neşeli ve şen adam.
NAŞİ
Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş. * Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle. * Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey. * Yetişmiş oğlan veya kız.
NAŞİB
Hâfız. * Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne.
NAŞİD(E)
(Neşide. den) Şiir söyleyen, şiir okuyan, şiir yazan.
NAŞİE
Delil. Zuhur. * Gündüz veya gecenin evvelki saati. * Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal.
NA-ŞİKİB
f. Sabırsız.
NA-ŞİKİBÂNE
f. Sabırsızlıkla.
NA-ŞİKİBÂNÎ
f. Sabırsızlık.
NA-ŞİKİBÎ
f. Sabırsızlık.
NAŞİLE
Eti az olan.
NA-ŞİNAS
f. Bilmez, câhil. * Tanımaz olan, tanımayan.
NA-ŞİNİDE
f. Duyulmamış, işitilmemiş.
NAŞİR
Neşreden, yayan. * Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör.
NAŞİRE
(C.: Nevâşir) Kolu açan adale. * Kuruyup yağmurdan yeşeren ot.
NA-ŞİTA
f. Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma.
NAŞİTAT
Meleklerden bir tâife.
NAŞİZ
Karısına karşı çok zâlim olan koca. * (Kalb) heyecanla coşma. * Kalkmış, kabarmış, atan (damar).
NAŞİZE
Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. * Kabarmış, şişmiş.
NA-ŞÜKÜFTE
f. Açılmamış, taze.
NA-ŞÜSTE
f. Yıkanmamış.
NA'T
Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı medhederek yazılan kaside.
NAT' (NATA'-NIT')
(C.: Nütu'-Entâ') Sahtiyan döşek. * Zahir olmak, âşikâre olmak, görünmek.
NATAFAN
Suyun seyelân etmesi, akması.
NATAFE
(C.: Nutuf) Küpe.
NATAKTE
Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır)
NA-TAMAM
f. Tamamlanmamış, bitmemiş, yarı kalmış.
NA-TAMAMÎ
f. Eksiklik, noksanlık.
NATEF
Bulaşmak. * Fâsid olmak, bozulmak.
NA-TERAŞ
Mc: Terbiye görmemiş, kaba saba. Yontulmamış.
NATES
(C.: Entâs) Üstad, âlim.
NA-TEVAN
f. (Bak: Na-tuvan)
NATFE
(Nıtfe) : Kabarcık. * Ufacık sivilce.
NATH
Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması.
NAT'-I ZEMİN
Yer yüzü. Sath-ı Arz.
NATIF
Beyaz kaba helva.
NATIH
(C.: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan. * Keder, sıkıntı, elem, mihnet.
NATIK
Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen. * Altın ve gümüş gibi olan mal.
NATIKA
(Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti.
NATIKA-İ CEMİYET
Cemiyetin nâtıkası, yâni: Söz söyleme kudreti.
NATIKAPERDAZ
f. Düzgün ve te'sirli söz söyleyen.
NATIKIYYET
Konuşmaklık, söz söylemeklik.
NATIR
(Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi.
NA-TIRAŞ
f. Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba.
NATIS
Bilgili, faziletli adam.
NATİH
(Nâtıh) : (C: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan. * Şiddetli emir.
NATİHA
(C.: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar.
NATİŞ
Kuvvet ve hareket.
NATM
Ulaştırmak, vardırmak.
NATNAT
(C.: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse.
NATNATA
Çok söylemek, çok konuşmak. * Çekmek.
NATS
Nadas.
NATŞ
şiddet. Kuvvet.
NATŞAN
Susuz kalmış kişi.
NATUH
Çok süsen hayvan.
NATUK
(Nutk. dan) Güzel ve düzgün söz söyliyen.
NATUL
İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su.
NATURA
Lât. Her canlının yapılış hususiyeti, bünye, yaratılış hali.
NA-TUVAN
(Nâtüvân) f. İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz.
NA-TUVANÎ
f. Güçsüzlük, zayıflık, kuvvetsizlik.
NATÜRALİZM
(Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş.
NATV
Iraklık, uzaklık, bu'd.
NAUR
Kanı durmayan damar. * Değirmen kanadı. * Döndükçe gıcırdayan dolap.
NAURE
(C.: Nevâir) Bostan dolabı.
NAUS
Yüksek yer.
NAUS
f. Manastır, kilise.
NA-ÜMİD
f. Ümidsiz. Ümidi kırılmış.
NA-ÜMİDÎ
f. Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet.
NA-ÜSTÜVAR
f. Dayanıksız, sağlam olmıyan. * Münasebetsiz.
NAV
f. Küçük gemi. Sandal, kayık. * İçi oyuk şey.
NAVDÂN
f. Oluk.
NAVE
f. Hamur teknesi.
NAVEK
f. Ok.
NAVEK-ENDAZ
f. Okçu. Ok atıcı.
NAVEK-İ KALBÎ
İçten, kalbden çekilen âh.
NAVER
f. (C.: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil.
NAVERÂN
(Naver. C.) Olabilir şeyler, mümkün olan şeyler.
NAVERD
f. Savaş, harb, dövüş, ceng.
NAVERDGÂH
f. Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı.
NAVERDHÂH
f. Savaş isteyen, muharebe arzulayan.
NAVİ
f. Üç direkli gemi. * İçi oyuk olan şey.
NAVİCE
f. Murdar, pis, habis, mülevves.
NAVUS
(C.: Nevâyis) Kâfirlerin ve Mecusilerin mevtalarını koydukları yer.
NAY
Ney. Kamış düdük. (Bak: Ney)
NA'Y
Ölüm haberi getirmek.
NA-YAB
f. Bulunmaz. * Benzeri olmaz. Nâdir. Ender.
NAYBAN
f. Ney çalan.
NAY-ÇE
f. Küçük ney.
NA'YE
Birisinin öldüğünü bildiren söz. * Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz.
NA-YESTE
f. Lâyık olmıyan.
NAYİ'
Susuz. * Mâil, eğik.
NAYÎ
f. Ney çalan.
NAYÎ
Uzak.
NAYİBE
(C.: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ. * Zahmet, meşakkat. * Şiddet.
NAYİHA
Yas tutan kadın.
NAYİL
Atâ, bahşiş, hediye.
NAYİN
f. Kamıştan yapılmış, sazdan yapılmış.
NAYVEŞ
f. Ney gibi.
NAYZEN
f. Ney çalan.
NAZ
f. Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. * Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. * Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. * Yalvarma, rica.(İşte ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Uluhiyete karşı secde etmeğe bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini arşa müsavi tutar, katre gibi makamını deniz gibi evliyanın makamatı ile iltibas eder; kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsız hodfüruşluğa ve birçok müşkülâta düşer. L.)
NA'Z
Münteşir olmak, yayılmak. * Kıvama gelmek.
NAZAD
(C.: Enzâd) şeref. * Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer.
NA-ZAD
(Na-zade) f. Doğmamış. * Olmayacak.
NAZAFET
Pâklık, temizlik.
NAZAH
(C.: Enzâh) Havuz.
NAZAİF
(Nazif. C.) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler.
NAZAİR
Nazire. Nazireler. Benzerler, örnekler.
NAZAN
f. Nazlı. Nazdar.
NAZAR
Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek. * Gözdeğmesi. * İltifat. * İtibar.
NAZAR
(Nazaret) Altın. * Tazelik.
NAZARAN
Nisbeten, nisbetle kıyaslı(Zeker). * Bakarak, görerek.
NAZAR-BÂZ
f. Neşe ile bakan.
NAZAR-ENDAZ
f. Göz atmak. Göz atan, bakan, nazar eden.
NAZAR-FİRİB
f. Göz aldatan.
NAZAR-GÂH
f. Bakılan yer. Nazar edilen yer.
NAZAR-I HARAM
Haram nazar. Nâmahremlere bakmak. (Bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?" Dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafii'nin (R.A.) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir. Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su'-i istimalât ile israfa girer. Haftada bir kaç def'a gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su'-i nazardan su'-i istimalât, umumi bir unutkanlık hastalığını netice vermeğe başlıyor. Herkes, cüz'î küllî o şekvadadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdiyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin te'vili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: "Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor." Demek bu hastalık dehşetlenecek bazılarda o su'-i nazarla hıfz-ı Kur'an'a sed çekilecek; o hadisin te'vilini gösterecek. $ K.L.)
NAZAR-I SAN'AT-PERVERANE
San'atkârane bakış.
NAZAR-I ŞÂRİ'
İlâhi nazar.
NAZAR-I ŞUHUD
Şâhidlerin, şehâdet edenlerin görmesi ve tetkikleri.
NAZAR-I TAKDİR
Kıymet biçme bakışı, takdir bakışı.
NAZARÎ (NAZARİYE)
Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi.
NAZARİYYÂT
(Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.
NAZAR-RÜBÂ
f. Göz çeken.
NAZBALİN
f. Yastık.
NAZBALİŞ
f. Yastık.
NAZC
Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme. * Büluğa erme. Bâliğ olma.
NAZC-I KABL-EL VAKT
Zamanından önce büluğa erme.
NAZD
Her şeyi yerli yerine koymak.
NAZDAR
f. Nazlı. Naz yapan. Şımarık. * Meşhur bir cins lâle.
NAZEKÎ
Nâziklik, incelik.
NAZENDE
f. Nazlı, naz edici, naz yapan.
NAZENİN
f. İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı
NAZH
Bulaşmak.
NAZH
Su serpmek, su saçmak. * Suyun çok olması. * Suyun, pınarından çıkıp akması. * Defetmek, kovmak.
NAZH
Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma.
NAZHA
Yağmur.
NAZIC
Olgun, pişmiş, kıvama gelmiş, yetişmiş.
NAZIH
(C.: Nevâzıh) Deve ile su çekilen kuyu.
NAZIM
Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen.
NAZIMÂNE
f. Nazım olana yakışır surette.
NAZIMÎN
(Nâzım. C.) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar.
NAZIR
Taze, tazeleşen.
NAZIR
(C.: Nüzzâr) Nazar eden, bakan. * Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis. * Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan. * Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayin olunan zat. (Ist. Fık. K.)(Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bâhusus zihayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır. M.)
NAZIRA
Nazar eden, nezaret eden, bakan. * Göz.
NAZIRA-HÂN
f. Bakarak taklid eden.
NAZIYY
(C.: Enzâ) Boğaz.
NAZİ'
Çekici kimse. * Husumet eden, düşmanlık eden.
NAZİAT
Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar. * Nez'edenler. Çekip koparanlar.
NAZİAT SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 79. Suresidir. Sâhire ve Tâmme Suresi de denir.
NAZİC
Pişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış, kıvamına ermiş.
NAZİD
(Nazide) Tertibli, nizamlı, yerli yerinde. * Minder yastık vs. gibi ev eşyası.
NAZİF(E)
Temiz, pâk, nazik.
NÂZİK
f. Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. * Ehemmiyet verilmesi icab eden. * Tehlikeli husus.
NÂZİKÂNE
f. Nazik kimseye yakışır şekilde, kibarlıkla, terbiyelice.
NÂZİK-BEDEN
f. Vücudu, bedeni nâzik olan.
NÂZİK-EDÂ
f. Nâzik tavırlı, kibar.
NÂZİK-ENDÂM
f. Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı.
NÂZİK-GÜZİN
f. Çok nâzik. Seçkin, nâzik.
NÂZİK-HULK
Yaradılışı ve tabiatı nâzik olan.
NÂZİKÎ
f. Nâziklik. Nezaket.
NÂZİK-TEN
f. Nâzik vücudlu.
NÂZİK-TER
f. Çok nâzik.
NÂZİK-TERİN
f. En nâzik, daha nâzik.
NÂZİL
(Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan.
NÂZİLE
Belâ, sıkıntı. * İnme, nüzul. * Nezle hastalığı.
NAZİM
Sıra sıra, dizi dizi olan şey.
NAZİR
Tâze. * Altın.
NAZİR(E)
Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen. * Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer.
NAZİRE
Mühlet vermek, tehir etmek.
NAZİREGÛ
f. Nazire söyliyen.
NAZİYE
Kenarı az olan çanak.
NAZİZ
(C: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su. * Az yağmur. * Az az akmak.
NAZL
Ok atmak.
NAZM
Sıra, tertib. * Kafiyeli, vezinli, söz, şiir. * Dizili olan şey. * Kur'an âyetleri.
NAZMEN
Nazım olarak, manzume halinde. Sıralı ve tertibli olarak.
NAZM-I CELİL
Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz. * Kur'an-ı Kerim'in bir vasfı. * Celil olan Cenab-ı Hakk'ın nazmı.
NAZM-I LAFZ
Kelâmın, lâfız esas alınarak düzenlenmesi.
NAZMİYYAT
(Nazm. C.) Manzum yazılar.
NAZNAZA
Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi.
NAZ-PERDAR
f. Birinin nazını çeken.
NAZ-PERDARÎ
f. Naz çekme.
NAZPERVER
f. Naz eden, naz yapan.
NAZ-PERVERD
(Nâzperverde) f. Naz içinde büyümüş, nazlı.
NAZR
(Nazir) : (C.: Enzur) Altın.
NAZRA
(Bir tek) bakış.
NAZRAGÂH
f. Gözle bakılan yer, bakış yeri. Göz önü.
NAZRAKÜNÂN
f. Seyrederek, bakarak.
NAZRE
Cin gözü. * Nazarı değen adam.
NAZRET
Tazelik, tarâvet.
NAZUME
Bir cins renkli kumaş.
NAZUR
(C.: Nevâzır) Gece bekçisi.
NAZÜKÎ
f. Nâziklik, incelik.
NAZZ
(Nâzz) : Dirhemler ve dinarlar.
NAZZAM
En çok nazmedici, en güzel nazmedici, en güzel tanzim eden.
NAZZARE
Bir şeye bakan kavim.
NE
f. "Değil, yok," mânasına nefy edâtıdır.
NEAB
Karga yavrusu. * Horoz veya karga gibi ötme.
NEAİM
(Neâme. C.) Deve kuşları.
NE'AL
Nalbant.
NEAM
Evet, olur mânâsında cevap edâtıdır. * Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir. * At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir.
NEAMA'
Nimetler. İhsan, atiyye. * Rahatlık. Refah-ı hâle sebep olan şey.
NEAMAT
(Neâme. C.) Deve kuşları.
NEAME
(C: Neâm-Neamât) Deve kuşu. * Cemaat. * Gölgelik, gölgelenecek yer.
NEAM-LA
Evet, hayır. " Doğru fakat, mes'elenin içinde senin hatırına gelmeyen şu da var." mânâsınadır.
NE'AR
Baş kaldıran, âsi, kafa tutan, serkeş.
NEAYİM
Menazil-i kamerden dört nurlu yıldızın adı.
NE'B
(C: Niyeb) Sâfi nesne. * Yaşlı dişi deve.
NEB'
Suyun çıkıp akması. * Bir ağaç cinsidir ve yay yaparlar, budaklarından da ok yapılır.
NEB'
Gizli ses.
NEB'A
Yay yapacak yer.
NEBA'
Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması. * Akçaağaç.
NEBAA
Oturacak yer, kıç, mak'at.
NEBAC
Sesi yüksek olan.
NEBAGAT
Meydana çıkma.
NEBAH
(Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması. * Yılan seslenişi. * Keçi ve geyik inleyişi.
NEBAHE(T)
(Nebahat) şeref, şan, onur, itibar. * şan, şeref ve itibar sâhibi.
NEBAİL
(Nebile. C.) Yüceler, ulular, yüksekler.
NEBAİR
(Nebire. C.) Torunlar.
NEBALE(T)
Zekâ, fazilet ve neciblik sâhibi olmak. * Büyüklük, azamet. * İyi olmak. * Cömertlik, elaçıklık. * Okçu, ok yapıp satan. Okçuluk.
NEBAT
(C: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki. * Yemen diyarında bir kabile adı.
NEBAT
Acem fellahlarından bir kabile.
NEBATÂT
(Nebât. C.) Nebâtlar, bitkiler.
NEBATÎ
Nebat cinsinden, nebata mensup ve nebata ait, yerden biten cinsinden olan.
NEBATİYYUN
Botanik bilginleri, botanik âlimleri.
NEBBAC
Sesi sert olan.
NEBBAH
Havlayıcı.
NEBBAL
Ok yapıp satan kimse. Okçu.
NEBBAR
Fasih dilli, güzel konuşan adam.
NEBBAŞ
Mezar soyucu, kefen soyucu.
NE'BE
(C: Nâibat) Musibet, belâ.
NEBE'
Haber. (Peygam)
NEBE' SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 78. Suredir. Amme Suresi de denir.
NEBEAN
Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak.(Demek ki şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. S.)
NEBE'-AVER
f. Haber getiren.
NEBEHRECE
Geçmez bakırlı para. Sahte akçe. * Her nesnenin kötüsü.
NEBEKE
(C: Nübük-Nebâk) Tepe.
NEBERD
f. Muhârebe, savaş, harb, ceng.
NEBERD-AZMÂ
f. Çok muhârebelerde bulunmuş tecrübeli kimse.
NEBERDE
f. Savaşçı, muhârib.
NEBERDGÂH
f. Savaş yeri, muharebe sahası.
NEBERD-PİŞE
f. Harb etmeyi sanat edinmiş kimse. Savaşçı.
NEBEVÎ
Nebiye ait. Peygambere dâir. Peygamberle alâkalı.
NEBEZ
(C: Enbâz) Lâkab.
NEBG
Un öğütülürken tozan un. * Görünmek, zâhir olmak.
NEBH
Bir şeyi tenbih etmek, unuttuğunu hatırlatmak. * Ansızın bulunan. Yitik. * Ansızın yitirmek. * Uykudan uyanmak. * Şerefli olmak. * Meşhur olmak, ün salmak.
NEBH
Köpeğin ürüyüp uluması.
NEBH
(C: Nevâbih) Kabarcık. * Toprak.
NEBHA
Yüksek, beyaz yer.
NEBİ
Haber getiren. Peygamber. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettiren Peygamber. (Bak: Resül)
NEBİB
(C: Enbüb) Boğum, kamış boğumu.
NEBİH
İt avazı, köpek uluması.
NEBİH
(Nebihe) Namlı, şanlı şerefli.
NEBİK
(C: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi.
NEBİL
(Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi. * Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu. * Bilgili ve faziletli kimse.
NEBİLE
Büyük, iri. (Bak: Nebil)
NEBİR
(Nebire) Torun.
NEBİSE
Kuyu toprağı. Irmak toprağı.
NEBİSE
Kız torun.
NEBİT
Muhkem, sağlam, katı.
NEBİ-Yİ EFHAM
En büyük, en kıymetli olan Hz. Peygamber (A.S.M.)
NEBİYY
Yükseklik. * Yol.
NEBİYYÜ-L HARAM
Mescid-i Haram Nebisi meâlinde. Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi.
NEBİYYÜ-R RAHMET
Bütün âlemler için Rahmete vesile olduğundan peygamber Efendimiz için söylenmiş bir isimdir.
NEBİYYÜ-T TEVBE
Resül-i Ekremin (A.S.M.) bir ismi. (Ümmetinin tevbelerinin kabul edileceğine işâreten bu isim verilmiştir.)
NEBİZ
(C: Enbize) Hurma şarabı. * Yola bırakılıp atılan çocuk.
NEBK
Yazmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. * Düz etmek, düzleştirmek.
NEBL
Ok. Ok hazırlamak.
NEBR
(Nibr) : (C: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek. * Yukarı kaldırmak, yükseltmek.
NEBRAS
(Nibrâs) (C.: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba. * Mc: Nur merkezi.
NEBRE
Demir parçası.
NEBS
Söylemek.
NEBS
Yeri kazma, toprağı kazma. * Eser, nişan.
NEBŞ
Gömülü bir şeyi yerden çıkarma. * Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma.
NEBT
Suyun yerden çıkıp akması.
NEBT
Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme. * Ot.
NEBTA
Yanları beyaz olan dişi koyun.
NEBV
Sakız.
NEBVE
(Nebâve) Yüksek yer. * Yükseklik.
NEBVE
Uzaklaşmak. * Ok hedefe varamamak. * Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması. * Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması. * Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması.
NEBZ
(Nebezân) : Damarın hareket etmesi.
NEBZ
Bir kimseyi ayıplamak. Kötü lâkabı takmak, istihzâ etmek. * İhtiyarlık işareti belirmek.
NEBZ
Bırakmak. * Az miktar, cüz'i.
NEBZE
Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı.
NEBZ-İ AHD
Muâhedeyi feshetme.
NECA
Evmek. Acele etmek. * Halâs olmak, kurtulmak.
NECA
Göz değmek.
NECABET
Neciblik, temiz soyluluk. Huy temizliği.
NECADET
Kahramanlık, efelik, yiğitlik.
NECAH
Ses, sadâ.
NECAH
Zafer bulmak, murâda ermek, ihtiyaçlarını te'mine muvaffak olmak.
NECAİB
(Necib. C.) Şerefli, necib, asil, temiz kimseler.
NECARE
Dülgerlik, neccarlık.
NECASET
Pislik, kazurat, murdarlık. (Bak: Habes)
NECASET-İ GALİZA
Pisliği hakkında şer'î bir delil mevcut olup hilâfına başka bir delil bulunmayan necasettir. ( Lâşe gibi)
NECASET-İ GAYR-İ MER'İYE
Câmid, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde görülmeyen herhangi bir pis maddedir. Görünmez halde olan pisliktir. (İdrar gibi)
NECASET-İ HAFİFE
Hanefî mezhebine göre pis olduğuna dair şer'î bir delil mevcud olan şeydir. Diğer bir tabire göre murdar olmadığı rivayet edilen şeydir. (Eti yenen hayvanların bevilleri gibi.) Bedenin veya elbisenin dörtte birinden az miktarı namaza mani olmaz.
NECASET-İ KALİLE
Katı şeylerden ise miskalden; sıvı ise el ayası sahasından geniş olan necaset, namaza mânidir. Bu miktardan fazlası necaset-i galizadır.
NECASET-İ MER'İYE
Hacmi olan veya kuruduktan sonra görünen herhangi bir pis maddedir. (Akmış kan gibi)
NECASETTEN TAHARET
Pislikten temizlenmek. (Bak: Taharet)
NECAŞE
Süratle yürümek, hızlı yürümek.
NECAŞİ (NİCÂŞİ)
Habeş Meliki olan "Eshame" nin lâkabıdır. Kamus Şârihinin dediğine göre, mutlaka bu isim, Habeş Meliklerinin has isimleridir.
NECAT
Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar.
NECATÎ
Kurtulmaya ait, kurtulmakla ilgili.
NECB
Ağaç kabuğunu soymak.
NECCAD
Yorgancı. Yatak, yastık, yorgan gibi şeyler yapan.
NECCAH
Yorgancı.
NECCAR
Doğramacı. Marangoz. * Dülger.
NECCAŞ
Hayvan sürücüsü.
NECCİNA
Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua).
NECD
Açık ve işlek yol. * Yüksek yer. * Minder, döşeme gibi oturacak şeyler. * Ağaçsız mekân. * Hâzık ve mâhir kılavuz. * Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa. * Hasma galip gelmek. * Çok terlemek. * Meme. * Suudi Arabistan'ın doğu mıntıkası.
NECDET
Yiğitlik, şecaat, kahramanlık. * Harp ve kıtal. *Yeis, korku.
NEC'E
Şiddetli nazar. Şiddetli bakış.
NECEB
Ağaç kabuğu.
NECEF
(Necefe) : (C: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt. * Irakta bir şehrin adı.
NECEFE
Büyük askı kandil.
NECEL
Büyük gözlülük. İri gözü olmak.
NECER
Koyun ve devenin suyu içip kanmaması.
NECES
Murdarlık, pislik, necâset.
NECEŞ
Değeri artırmak için almak. * Bir kumaşın pahasını artırmak. * Dağılmış şeyleri bir yere toplamak. * Örtmek, setretmek.
NECH
Men' ve reddetmek.
NECİB
Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı.
NECİB
Cömert, kerim kişi.
NECİBE
Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde.
NECİD
Kahraman, bahadır. * Arabistan'da bir memleket ismi. * Münbit yer. Fitne ve nifak yeri olan memleket. * Arslan.
NECİF
(C: Nicef) Geniş temrenli olan ok.
NECİH
Su sesi.
NECİH
Galip ve muzaffer. * Sabırlı. * Sağlam rey.
NECİL
(Necile) Soyu temiz. Soylu. * Ağaç yaprağından bir cins.
NECİRE
Bulamaç aşı.* Kızgın taş ile kızdırılmış su. * Kârgir duvar. * Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. * Çulhaların beze sürdükleri haşil.
NECİS
Pis, necasetli, murdar. * Şifa bulmaz dert. (Bak: Habes)
NECİS
Temiz olmayan. Pis.
NECİS
Yavaş hareketli insan veya hayvan. * Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek. * Gizlenen sır, nişan. * Bir nevi yeşillik.
NECİSE
Kuyudan çıkardıkları toprak.
NECİS-ÜL AYN
Pisliğin ta kendisi.
NECİY
Sırdaş, sır saklayan.
NECİYYA
(Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek.
NECİYYULLAH
Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. (Devamlı Cenab-ı Hakk'a karşı teveccühle meşgul ve münacatla, İlâhî feyizlerle inşirah bulan meâlindedir.)
NECL
(C: Encâl) Oğul, evlât, çocuk. * Kuşak, nesil, sülâle. * Atmak. * Ayak ucuyla vurmak. * İstihrac etmek, meydana çıkarmak. * Yerden çıkan su.
NECL-İ NECİB
Soyu temiz çocuk.
NECM
(Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) * Belirli olan vakit. (Araplar, vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi) * Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.* Belirli vakitte yapılan vazife. * Kur'an-ı Kerim. * Ceste ceste, kısım kısım oluş. * Kur'an-ı Kerim'in her defa inzal edildiği kısım. * Huk: Bir borcun taksitlerini ödemek için hulül eden muayyen borç.
NECM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir.
NECM Ü HİLÂL
Yıldız ve ay.
NECMEDDİN
(Bak: Necm-üd din)
NECMEDDİN-İ KÜBRA
(Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî.Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Ettâmmet-ül Kübra" lâkabı verilmiş, sonradan sadece "Kübra" denilmiştir. Moğolların Harzem'i istilâsında şehri terk etmeyerek, onlara karşı kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. (K.S.)
NECMÎ
Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı.
NECM-İ DIRAHŞAN
Parlayan yıldız.
NECM-İ SÂKIB
Karanlığı delerek geçen parlak yıldız.
NECM-ÜD DİN
(Bizde daha çok Necmeddin şeklinde telâffuz olunur) Dinin necmi, yıldızı meâlindedir.
NECNECE
Geriye döndürmek. * Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek. * Zayıf etmek, zayıflatmak.
NECR
Ağaç yonmak. * Şiddetli sevk. * Asıl. * Renk. * Halâs, kurtuluş.
NECRAN
Susuz. * Kapı ökçesi. ("süve" denir). * Yemen diyarında bir yerin adı.
NECS
Yerden define çıkarmak. * Kuyuyu ayıklamak.
NECS
(Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey.
NECŞ
Avı yatağından çıkarma. * Dağılmış parçaları toplamak.
NECV
(C: Nicâ) Yüzmek. * İki kişi arasında olan sır. * Karından çıkan necis.
NECVA
Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak. * Ağız koklamak. * İki kişi arasındaki sır.
NECVE
Tümsek, yüksek yer.
NECZ
Bitip tükenmek. * İhtiyaç bitirmek. * Vâdeyi yerine getirmek.
NED'
Dikkat etmek.
NEDA
Rutubet, çiğ, nem.
NEDAİD
(Nedid ve Nedide C.) Emsâller, akranlar, eşler.
NEDALET
Kir, pislik. * Çalma, sirkat etme, aşırma.
NEDAMET
(Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.
NEDAMETGÂH
f. Pişmanlık yeri.
NEDAMETKÂR
f. Nedamet eden. Pişman olan.
NEDAMETKÂRÎ
f. Pişmanlık, nâdim oluş.
NEDAN
f. Bilmeyen, bilmez.
NEDARET
Tazelik, parlaklık, letafet, taravet.
NEDAVET
Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet.
NEDB
Dua etmek.
NEDBE
(Bak: Nedebe)
NEDD
Gitmek. * Kaçmak.
NEDDAF
Hallâç. Pamuk atan kimse.
NEDEBE
Yara izi.
NEDEM
Pişman olma, nedamet, pişmanlık.
NEDF
Pamuk ditme, pamuk atma.
NEDG
Kılıçla veya sözle taan etmek, çekiştirmek.
NEDH
Men'etmek, engel olmak.
NEDH
Geniş yer.
NEDHE
(Nüdhe) : Çokluk, fazlalık.
NEDİ'
Ateş veya kül içinde pişmiş olan.
NEDİB
Yara izi kalan âzâ.
NEDİD(E)
(C.: Nedâid) Emsâl, akran, eş.
NEDİF
Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün.
NEDİM
(C.: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. * Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan. * Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren.
NEDİME
Kadın nedim. * Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı.
NEDİS
Akıllı kişi.
NEDL
Kir. * Hırsızlık.
NEDM
Pişman olmak.
NEDMAN
Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma.
NEDRET
Azlık, seyreklik, az bulunmak.
NEDS
Huruç etmek, çıkmak.
NEDS
Akıllılık. * Taan etmek, çekiştirmek.
NEDŞ
Her nesneyi eritip sormak. * Pamuk atmak.
NEDVE
Yaşlık, nemlilik. * Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek. * Konuşmak.
NEEC
Yel esmek, rüzgâr esmek. * Yalvarmak, tazarru etmek.
NEED
Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat.
NEF'
Fayda, yararlılık. * Fls: Faydacılık. Yani: Bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. Kudsi dinimiz olan İslâmiyette ise: Bir şeyin doğru veya yanlış; iyi ve kötü olması, Allahın emir ve nehyine tâbidir.
NEF U ZARAR
Kâr ve zarar.
NEFAD
(Nefed) Bitip tükenmek, yok olmak.
NEFAİS
(Nefise. C.) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler.
NEFAİS-PEREST
f. Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven.
NEFAK
(C.: Enfâk) İki kapılı ev.
NEFASET
Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak.
NEFAZ
Geçme, işleyip öte tarafa geçme. * Sözü geçme, sözü dinlenme.
NEFAZ
Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak.
NEFC
Çıkmak, huruc etmek.
NEFD
Tükenmek, bitmek. * Geçici ve fâni olmak.
NEFEAN
Faydalı olarak.
NEFEAN Lİ-L-UMUM
Herkes için faydalı oluş.
NEFED
Bitirme, tükenme, bitirilme.
NEFEHAT
(Nefha. C.) Esintiler. Üfürmeler.
NEFEL
Düşmandan alınan mal, ganimet. * Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat.
NEFER
Bir kişi, tek kişi. * Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere "Reht" denir.)
NEFERÂT
(Nefer. C.) Neferler, askerler, erler.
NEFES
Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma. * Uzun söz. * Bolluk. * Hased etmek. *Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz.
NEFEZA (NEFZA)
(C: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim.
NEFEZAN
Sıçramak.
NEFFA'
(Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse.
NEFFAC
Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur. * Şişkin.
NEFFAH
Hayır sâhibi ve iyiliksever kimse. * Kokusu çok.
NEFFAS
Sihir yapan, üfüren, üfürükçü.
NEFFASÂT
(Neffâse. C.) Neffâseler, büyücü kadınlar.
NEFFASE
(C: Neffâsât) Büyücü kadın.
NEFFATA
Neft yağı çıkan pınar.
NEFH
Üflemek, şişmek, üfürük. * Kaba kuşluk vaktine varmak.
NEFH
Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek.
NEFHA
Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku.
NEFHA
Üfürmek. Üfürük. * Şişmek. * Kabarık olan.
NEFH-İ SUR
İsrafil Aleyhisselâm'ın Kıyamet gününde "Sur' denilen boruyu üflemesi. * Kıyamet kopması. (Bak: Acbüzzeneb)
NEFİ
(Bak: Nefy)
NEF'Î
Menfaat ile alâkalı, faydacı. * Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde bir hicviyesinden dolayı boğdurulup denize atılmıştır.
NEFİF
Hevâ.
NEFİR
Cemaat, topluluk. * Harp için seferber olan cemaat.
NEFİS
(Bak: Nefs)
NEFİS(E)
Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi.
NEFİS-PEREST
Şeriat kanunlarına aykırı olarak, ahlâk kaidesini tanımadan nefsinin isteklerine uyan. Nefsine taparcasına düşkün olan.
NEFİS-PERVER
f. Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün.
NEFİT
Kaynamak, galeyan.
NEFİTE
Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak.
NEFİY
(Bak: Nefy)
NEF'İYYET
(Nef'î) Fls: Faydacı, faydacılık.
NEFİZ (NEFEZE)
Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek. * Sözü geçer olmak.
NEFK
Helâk olmak.
NEFL
Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile. * Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek. * Yemin etmek.
NEFR
Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "Nüfur" da bu mânâdandır. Fakat "Nüfur" tek başına kaçıp kurtulmak için menfi bir harekette kullanıldığı hâlde; "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmakta kullanılır. Ve böyle çıkıp toplanan cemaate "nefir", herbirine de "nefer" denilir.İmamın, halkı cihada dâvet ve tahrik etmesine de "istinfar" tâbir olunur ki, lisanımızın şimdiki ıstılâhında "seferberlik emri", frenklerde de "mobilizasyon" yâni, halkı yerinden oynatma tâbir edilir. (E.T.)
NEFRET
Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası.
NEFRETBAHŞ
f. İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren.
NEFRİN
Lânet, beddua. * Söğüp saymak.(Hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıylae o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tağutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklid edip ittiba' edenlere binler nefrin ve teessüfler. L.)
NEFRİN-HÂN
f. Sövüp sayan.
NEFRİN-KÜNÂN
f. Lânet okuyan, sövüp sayan.
NEFS
(Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. * Hamiyet.(Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.)
NEFS
Üfürmek, üflemek.
NEFS
Gülme hususunda ifrata gitmek. * Çok fazla gülmek.
NEFSA
(C.: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa.
NEFSANÎ
Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
NEFSANİYET
Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin.
NEFSÎ
Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair.
NEFS-İ AMEL
Amelin ta kendisi.
NEFS-İ EMMARE
İnsanın çirkin ve şeytanın teşviklerine itirazsız ve mücahedesiz tâbi olması hâli.(Nefs-i emmârenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz İslâmiyete istinad iledir. O habl-ül metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdat iledir. H.)(Bir zaman evliya-yı azimeden; nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassüngâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören; ve mücahedeyi, âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevi nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki, o mübârek zatlar, hakiki nefs-i emmareden değil; belki mecazi bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbani dahi bu mecazi nefs-i emmareden haber veriyor.Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip, veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. K.L.)
NEFS-İ HAYVANÎ
Hayvanî istekler. Canlılardaki yaşama ve hareket kuvvetleri.
NEFS-İ İHBAR
Tam haber. Haberin tam esası.
NEFS-İ LEVVAME
Kötülüğü işledikten sonra fenâlığını hatırlayarak insanı rahatsız eden pişmanlık hâli ve vicdan rahatsızlığı. * İnsanın, kendine ait kötülük ve günahını görüp fenalığını bilen ve hayra meyleden iradesi.
NEFS-İ MARDİYE (MARZİYYE)
Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefis. Rabbinin indinde makbul olan nefis.
NEFS-İ MUTMAİNNE
İyiliği kötülükten ayırt ettirerek insanlık vazifesini tanıttıran ve vicdanına rahatlık veren hâl. İnsanı Allah'a yaklaştıran hâl. Günaha meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş ve güzel ahlâk ile muttasıf olarak kurb-u İlâhiye itmi'nan ve istikrar kazanmış olan insan iradesi. Nefsin, Allah'ın emirleri altına sakin ve şehevâta muâraza ederek ıztırabdan kurtulmuş olma hâli.
NEFS-İ MÜLHEME
Tas: Lüzumu hâlinde Cenab-ı Hak tarafından kendisine hakikatlar ilham edilen, tasaffi ve tekâmül etmiş nefis.
NEFS-İ MÜTEKELLİM
Gr: Birinci şahıs. (Bak: Mütekellim-i vahde)
NEFS-İ NÂTIKA
Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu.
NEFSÎ NEFSÎ
Benim nefsim, nefsim nefsim mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir.
NEFS-İ RÂDİYE
f. Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi.
NEFS-ÜL EMİR
Hakikatın kendisi. İşin hakikatı.
NEFŞ
Açmak. * Yapmak. * Yün ve pamuk atmak. * Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması.
NEFŞELE
Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak.
NEFT
Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır.
NEFT (NEFİT)
Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması. * Galeyan.
NEFTA
(Nifta) (C: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık.
NEFTÎ
f. Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil.
NEFUH
Sütü sağılmadan çıkıp akan deve.
NEFUR
Ürken, ürküp kaçan. * Herkese iyiliği dokunan kimse.
NEFUZ
Çocuk düşüren kadın.
NEFY
Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek. * Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. Müsbetin zıddı, menfi olan. Bir şeyin yokluğunu veya olmadığını iddia. (Bak: İnkâr)(İşte küffarın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ: Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ayı görmediğinden nefyetse, iki şâhidin isbâtiyle o cemm-i gafirin nefiy ve ittifakı sukut eder. L.)(Nefiy dahi iki kısımdır.Birisi: "Has bir mevkide ve hususi bir cihette yoktur." der. Bu kısım ise, isbat edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.İkinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imani ve kudsi ve âmm ve muhit olan mes'eleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise... hiçbir cihetle isbat edilmez. Belki kâinatı ihata edecek ve âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temâşâ edecek bir nazar lâzımdır; tâ o gibi nefiyler isbat edilebilsin. Ş.)
NEFY EDÂTI
Arabçada "Lâ", Farsçada "Nâ" gibi olumsuzluk bildiren edât.
NEFYAN
Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan.
NEFY-İ EBED
Bir daha dönmemek üzere nefyedip sürme.
NEFY-İ MÜLK
Bir malın başkasına ait olduğunu söyleme.
NEFZ
Saçma, yayma. Neşretme. * Silkmek. * Nazar etme, bakma.
NEGATİF
Fr. Mat: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. * Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi)
NEGÜHİDE
f. Çirkin, kötü.
NEHA
Pek akıllı adam. * İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.)
NEHABİK
Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen.
NEHABİR
(Nühbur. C.) Kum yığınları, kum tepeleri.
NEHAFE
Zayıflık.
NEHAFE
Tıksırmak, aksırmak. * Nefes verip almak.
NEHAK
Eşek anırtısı.
NEHAKE(T)
Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * Keskinlik.
NEHAMÎ
Demirci.
NEHAR
(C.: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. * Toy kuşunun yavrusu. * Altın.
NEHAREN
Gündüzün. Gündüz vakti.
NEHAR-I EBYAZ
Gündüzün beyazlığı, gündüze benzeyen beyazlık. Beyazlığın parlaklığı.
NEHAR-I ÖRFÎ
Güneşin tuluundan gurubuna - doğuşundan batışına - kadar olan zaman.
NEHAR-I ŞER'Î
Fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar olan müddet.
NEHARÎ
Gündüzlü, gündüz ile alâkalı. * Yatılı olmayan mekteb veya talebe.
NEHAVE
(Et) çiğ olmak.
NEHB
Yağma, yağmacılık, çapul. * At oynatmak, koşturmak. * Kahr ile bir kişinin malını elinden almak.
NEHBE
Kapmak.
NEHBER
Helâk olacak yer.
NEHC
Yol, usul. * Doğru yol.
NEHD
İri gövdeli ve karınlı at.
NEHDA'
İyi otlar yetişen kumlu arâzi.
NEHDAN
Dolu, dolmuş.
NEHEC
(C: Menâhic) Yol, tarik. * İstikâmet.
NEHEL
Susuz olmak. * İçmenin evveli. * Yaşlı, ihtiyar. * Semiz etli deve.
NEHEM
(Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris.
NEHENG
(C.: Nehengân) f. Timsah.
NEHENGÂN
(Neheng. C.) f. Timsahlar.
NEHER
Genişlik, bolluk. * Nehir, ırmak.
NEHHAB
(Nehb. den) Yağmacı, çapulcu.
NEHHAC
(Nehc. den) Kılavuz, rehber, mürşid. Doğru yolu gösterici.
NEHHAL
Toprak kazan, kazıcı.
NEHHAM
Yüksek ve gür sesli kimse. * Arslan.
NEHHAS
Esirci.
NEHHAS
Nehs'in mübalağası. * Bir kişinin lakabı.
NEHHAT
Yüce avazlı, gür sesli kişi.
NEHHAT (NÜHHAT)
Çalıştırılan sığır. * İnce. * Hımar, eşek. * Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması.
NEHİB
İnlemekle ve ses ile olan ağıt.
NEHİB
(Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü. * Yağmacı, çapulcu.
NEHİDE
Kalın kaymak.
NEHİF
Zayıf.
NEHİH
Boğaz içinden gelen ses.
NEHİK
Anırtı, eşek anırtısı.
NEHİK
Bahâdır, kahraman. * Arslan. * Keskin kılıç. * İyi huylu kimse.
NEHİM
Aç gözlü, doymaz. * Yırtıcı. * Arslan kükremesi.
NEHİR
Burun içinden çıkan ses, hırıltı.
NEHİRE
Ayın evveli.
NEHİRE
Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş. * Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir)
NEHİT
Eşek anırtısı. Hımar avazı.
NEHİT
İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek, nefes alıp vermek.
NEHİTE
(C.: Nehâyet) Tabiat.
NEHİY
Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
NEHİZET
Tabiat. * At kulağına benzer dokunmuş nesne.
NEHK
Zayıf etmek, zayıflatmak. * Eskitmek. * Mübâlağa etmek.
NEHK
Eşek bağırışı.
NEHME
Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu.
NEHMET
Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet.
NEHNEHE
Dar kaftan, dar elbise.
NEHR
Çay, ırmak. * Vüs'at, bolluk. Genişlik.
NEHR
Boğazlamak, kesmek. * Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak. * Sadr, göğüs.
NEHREN
Nehirden. Nehir yoluyla.
NEHREYN
İki nehir.
NEHRÎ
(Nehriye) Nehirle ilgili, nehre ait.
NEHR-ÜS SEMA
Samanyolu. Kehkeşan.
NEHS
Kabzetmek, almak. * Yılan sokması. * Eti ön dişiyle almak.
NEHS
Çok yaramaz nesne.
NEHSEK
Yaban havucu.
NEHŞ
Yılan sokmak. * Almak, kabzetmek. * Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak. * Et almak.
NEHŞEL
Kurt, zi'b. * Çakır. * Erkek ismi.
NEHT
Çağırmak. * Ses, avaz. * Men'etmek, engel olmak.
NEHT
Yontmak. Oymak.
NEHUD
f. Nohut.
NEHUR
Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve.
NEHUS
(C.: Nehâyıs) Gebe eşek.
NEHUSET
(Bak: Nühuset)
NEHVA
Bir şey kasdetmek. Bir şey söylemeği istemek. * Bir şey yapmağa evvelden hazırlanmak.
NEHY
(Bak: Nehiy)
NEHYİ AN-İL MÜNKER
Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemekten men'etmek, haram işleri yaptırmamak ve buna çalışmak.
NEHZ
Vurmak. Dövmek. * Haykırmak.
NEHZ
Süngü demirini inceltmek. * Kemik üstündeki eti soyup gidermek. * Çok et.
NEHZ
Durmak, kıyam. * Def'etmek, kovmak. * Yakın olmak. * Berkitmek için devenin memesine eliyle vurmak. * Dolması için kovayı suya vurmak.
NEHZ
Ayağa kalkmak, deprenip kalkmak, hareket.
NEHZAT
Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma.
NEİB
Karga sesi. * Ağaçtan yemiş indirmek. * Süt sağmak.
NEK'
Dizine ayağın arkasıyla vurmak. * Def'etmek, kovmak.
NEK'A
Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap. * Her kırmızı olan şey.
NEKÂ'
Yarayı kaşımak. * Soymak. * Çok azap etmek, acı çektirmek.
NEKAB
Devenin tabanı aşınmak.
NEKABET
Muayyen zümrelerin başları. * Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol.
NEKÂBET
Dönme, vazgeçme, cayma.
NEKABET-İ ULEMÂ
Âlimlerin başı olma.
NEKAD
(C.: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun. * Büyümesi geç olan çocuk. * Ağızda dişler çürüyüp ufanmak. * Davarın tırnağı soyulup yüzülmek.
NEKAHET
Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.
NEKAİS
(Nakise. C.) Nakiseler. Noksanlar.
NEKAİZ
(Nakize. C.) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler.
NEKÂL
Şiddetli azab. İşkence ve ukubet. * İbret.
NEKAM
(A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak.
NEKÂRE
Güçlük, zorluk. * Belirsizlik.
NEKAVE(T)
Her şeyin iyisi, seçkini. * Temizlik, paklık.
NEKAVET-İ VİCDÂN
Vicdan temizliği.
NEKÂYAT
Çarklar. * Vakitler.
NEKAYİ'
(Nakia. C.) Ziyâfetler.
NEKAZ
(C: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi.
NEKB
Musibet ve kedere uğrama. * Meyletmek, eğilmek. * Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek.
NEKBA
Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına.
NEKBE
(C.: Nekebât) şiddet, meşakkat. * Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat.
NEKBET
(C.: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. * Musibet, felâket. * Düşkünlük.
NEKBETHANE
f. Tâlihsizlik yuvası. * Mc: Dünya.
NEKBETÎ
f. Tâlihsiz, bahtsız, şanssız, uğursuz.
NEKBETZEDE
f. Felâket görmüş, musibete uğramış.
NEKD
(Nekâde) (C.: Enkâd) Hayırsız olmak.
NEKDA'
Sütü olmayan deve.
NEKEB
Hastanın iyileşmesi. * Devenin omuzlarında olan bir hastalık.
NEKED
Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet.
NEKEFE
(C.: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez.
NEKEL
Kuvvetli kişi.
NEKES
(Nâ-kes) Cimri, tamahkâr, hasis.
NEKESAN
Ardına dönmek.
NEKF
Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek. * Kuyudan su çekmek. * Arlanmak.
NEKH
(Nikâh) (C.: Enkihe) Tezevvüc, evlenme, cimâ etme. * Akit.
NEKHET
(Bak: Nükhet)
NEKİB
Deve, at ve eşek ayaklarının dâiresi.
NEKİB
(C.: Nukabâ) Halkın iyisi. * Kâhya. * Kefil. * Müfettiş, kontrolcü.
NEKİBE
Nefsi mübârek.
NEKİR
Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan. * Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)
NEKİRE
(C.: Nekerât) Belirsiz.
NEKİSE
Hilâf, ters. * Nefs.
NEKKAD
Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse. * Paranın sağlamını kalpından ayıran. * İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam etmiyenlere tenbihat, icra ve devamsızlıkları tesbit eden vazifeli kişi.
NEKKAR
Ağaçkakan kuşu. * Değirmenci. * Çok hayırlı. * Çok kokulu.
NEKL
Yular. At gemi. * Ezâ, cefâ etmeğe ve işkence yapmağa yarayan şey.
NEKMET
(Bak: Nikmet)
NEKR
Zeki, akıllı kimse. Pek zeyrek olan. * Dehâ, fetânet.
NEKRE
Belirsiz olan. * Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin. * Garip ve gülünç fıkralar. * Hoş sohbet ve hazır cevap kimse. * Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i tarifsiz) isim.
NEKRE-GÛ
f. Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen.
NEKRE-İ MEVSULE
İki kelime veya mânâyı birbirine bağlayan kelime.
NEKRE-İ TÂMME
Mübhem mânâ ifade eden kelime.
NEKS
Çok çekinmek, kaçınmak.
NEKS
Sözünden dönmek. * Bozmak. Çözmek. * Üzmek. * Dağıtmak. * Münhal ve muhtel olmak.
NEKS (NÜKÜS)
Başaşağı etmek, ters döndürmek. * Aynı hastalığın geri gelmesi. (Bak: Nüks)
NEKŞ
Kuyunun çamurunu temizlemek. * Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak. * Bir şey üzerine gelip toplanmak.
NEKT
(C: Nikât) Süngüyü yere vurmak. * Taan etmek, çekiştirmek.
NEKÜS
(Nekis - Neküs) Baş aşağı etmek.
NEKZ
Gayret etme, uğraşma, çok çabalama.
NEKZ
Vurmak. * Kovmak, def'etmek. * Yılan sokmak. * Azalmak. * Suyun, yer tarafından emilmesi.
NELL
Yüz üstüne bırakmak.
NEM
f. Rutubet, az yaşlık. Hafif ıslaklık.
NEMA
Gelişme, büyüme. * Uzamak, artmak, çoğalmak, üremek. * Faiz.
NEMADÂR
f. Çoğalan, ziyadeleşen. Artan, büyüyen.
NEMAİK
(Nemika. C.) Mektuplar.
NEMAİM
(Nemime. C.) Dedikoducular, çekiştiriciler.
NEMARIK
(Nemraka. C.) Yastıklar.
NEMAS
Kılın ince olması.
NEMAT
(C: Enmut-Nimât) Usul, tarz. * Yol, tarik. * Örtü, ihram. * Topluluk, insan cemaati. * Döşek yüzü, yatak yüzü.
NEMAT-I TAKRİR
Söyleme tarzı.
NEMÇE
Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi.
NEMDAR
f. Nemli, ıslak, yaş, rutubetli.
NE'ME
Nağme, ses.
NEMED
f. Keçe.
NEMEDÎN
f. Keçeden yapılma.
NEMED-PÂRE
f. Keçe parçası.
NEMED-PUŞ
f. Keçe giyen. Derviş.
NEMED-ZÎN
f. At eğeri altına konulan keçe.
NEMEK
f. Tuz. Milh. * Lezzet, tat. * Bağlılık, hak.
NEMEK-ÇEŞ
f. Tadına bakma, tatma.
NEMEK-DÂN
f. Tuzluk, tuz kabı.
NEMEK-EFŞAN
f. Tat veren. Lezzetlendiren. * Tuz serpen.
NEMEK-HARAM
f. Tuz haini. * Mc: Nankör.
NEMEK-HELÂL
f. Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse.
NEMEKÎN
f. Tuzlu, lezzetli, tadı yerinde. * Tuzlu gözyaşı.
NEMEK-PERVER
f. Sâdık ve bağlı kimse.
NEMEK-SUD
f. Tuzlanmış, tuza bastırılmış, tuzlu şey. * Pastırma.
NEMEK-ŞİNÂS
f. Tuz tanıyan. * Mc: İyilik bilen.
NEMEŞ
Dağınık, parçalanmış şeyleri toplamak. * Nakış hatları. * Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar.
NEMF
Küçük kurt (böcek).
NEMGA
Çocukların beyni deprendiği yer. * Dağ üstü.
NEM-İ DİDE
Göz yaşı.
NEMİDANEM
Bilmiyorum.
NEMİDİDEM
Görmüyorum.
NEMİKA
(C.: Nemâik) Mektub. Name.
NEMİME
Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme.
NEMİMEKÂR
f. Koğucu, fitneci, dedikoducu, münafık.
NEMİN
Fısıltı. * Koğucu.
NEMİR
(C.: Nümur) Kaplan.
NEMİR
Tatlı su.
NEMİRE
Dişi kaplan. * Yün kaftan.
NEMİS
Bittikten sonra yine biten ot.
NEMK
Yazmak. * Düzeltmek.
NEMKEŞİDE
f. Islak, nemli, yaş, rutubetli.
NEML
Karınca.
NEML SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 27. Sure olup Süleyman Suresi de denir. Mekkîdir.
NEMLE
Bir tek karınca. * Vücutta olan karıncalanma.
NEMM
Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk.
NEMMAL
Koğucu, dedikoducu, münafık.
NEMMAM
(Nemmas) : Koğuculuk ve nemimecilik eden. Dedikoducu.
NEMNAK
f. Nemli, yaş, ıslak.
NEMNAKÎ
f. Nemlilik, ıslaklık, yaşlık, rutubet.
NEMREKA
(C.: Nemârık) Yastık.
NEMRUD
Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâbil'in müessisi ve hükümdarı olup, en evvel hükümranlık ve tecebbür eden bu olduğu mervidir. (Bak: Enaniyet)
NEMS
Süt ve yağın ekşimesi. * Ekşimek ve kokmak. * Sırrı ketmetmek, gizlemek.
NEMŞ
f. Hile, oyun, dalavere, desise.
NEMY
Kaldırmak. * Yetiştirmek.
NE'NEE
Zayıflık.
NE'NEHAVA
Anason, kimyon.
NENG
f. Ayıp, utanma, hayâ etme. * Ün, şöhret, nam.
NER
f. Erkek, er.
NERBDAN
f. Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm yerine hafifletilmişi olan nerdbân denilmiştir.)
NERE
f. Dalga. * Erkek.
NERE-İ ÂB
Su dalgası.
NERGİS
(Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır.
NERGİS-DÂN
f. Nergis saksısı.
NERGİSÎ
f. Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi.
NERİMAN
f. Pehlivan, yiğit, kahraman.
NERİMANÎ
f. Nerimanlık, kahramanlık, yiğitlik.
NERM
(Nermi - Nermin) f. Yumuşak.
NERM NERM
f. Yavaş yavaş, âheste âheste.
NERM-ÂHEN
f. Gevşek şey.
NERMDİL
f. Yüreği yumuşak. Merhametli.
NERMGÛ
f. Yumuşak sözlü.
NERMÎ
f. Gevşeklik, yumuşaklık.
NERMİN
f. Yumuşak.
NERMİYET
Yumuşaklık, gevşeklik.
NERMLİGAM
(Nerm-ligâm) f. İtaatli, muti, söz dinler. * Başı sert olmayan at.
NERMSAZ
f. Yumuşak adam.
NERRE-ŞİR
f. Erkek arslan.
NESA
(C.: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar. * Te'hir etmek, sonraya bırakmak.
NESAİ
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
NESAİC
(Nesice. C.) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular. (Bak: Nesc)
NESAİH
(Nesâyih) (Nasihat. C.) Nasihatler, öğütler.
NESAİK
(Nesike. C.) Kesilen kurbanlar.
NESAİM
(Nesim. C.) Hafif ve lâtif rüzgârlar.
NESAİS
(Nesise. C.) Fesatlık için yapılan fısıltılar.
NESAK
Tarz, usul, yol, şekil, üslub.
NESAK-I VÂHİD
Tek şekilde, tek tarzda, tek biçimde.
NESAKSÂZ
f. Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren.
NESAR
(C.: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir.
NESC
(Nesic) Dokunuş, dokuma. * Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, et vesâir kısımların yapılışı gibi)
NESCÎ
Nesc ile alâkalı.
NESCOLMAK
Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi)
NES'E
Veresiye alma. Vade ile alma. * Tehir etmek.
NESEB
Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat.
NESEBEN
Soyca, sülâlece, soy bakımından.
NESEBÎ
Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı.
NESEL
Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü. * İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol.
NESEM
Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet. * Rüzgârın lâtif, hoş esmesi.
NESEME
(Nesme) : (C: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı.
NESEVÎ
(Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık.
NESEVİYYET
Kadınlık.
NESF
Bir yapıyı temelinden yıkma.
NESFE
Dökülmüş ve saçılmış un.
NESG
Gitmek. * Almak. * Ağaç kesildiğinde çıkan su. * Vurmak. * Dürtmek.
NESH
Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır. (İtikada ait olan ve zamanla değişmeyen hükümlerde nesih olmaz, bunlar sabit birer hakikattırlar.) * Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak. * İbtal etmek, hükümsüz bırakmak, değiştirmek. * Nakletmek, kaldırmak, bir şeyi zâil kılmak. (Güneşin, gölgeyi giderdiği gibi.)
NESHÎ
Nesihle alâkalı, neshe ait. * Bir cins yazı.
NESİ'
Te'hir, sonraya bırakma.
NESİ'
(C.: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap. * Unutkan. * Unutulan. Unutulmuş olmak.
NES'Î
Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar.
NESİB
Asil kadının vasfı. * Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi.
NESİC
(C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş.
NESİCE
(C: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey.
NESİE
Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak.
NESİF
İki kişi arasındaki sır.
NESİG
Ter.
NESİK
Düzenli, tertibli, nizamlı * Süslü, bezenmiş, donanmış.
NESİKE
Hak yoluna kesilen kurban. * Altın veya gümüş külçesi. (Bak: Akika)
NESİL
Kazıldığında çıkan kuyu toprağı.
NESİL
Erimiş mumsuz bal.
NESİL
(Bak: Nesl)
NESİM
Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr.
NESİMÎ
Hafif hafif ve lâtif bir tarzda esen rüzgârla ilgili.
NESİM-İ NEVBAHÂR
İlkbahar rüzgârı, tan yeli.
NESİM-İ SEHER
Lâtif sabah rüzgârları.
NESİM-İ SUBH
Sabah rüzgârı.
NESİM-İ SUBH-DEM
Sabah vakti esen rüzgâr, sabah rüzgârı.
NESİR
Hayvan aksırması.
NESİRE
Kuyu toprağı.
NESİS
Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması.
NESİS
Aşırı derecedeki açlık. * İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati. * Son nefes.
NESİSE
(C.: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı.
NESK
Bir kelâmı başka kelâma atfetmek.
NESL
Kuyudan toprak çıkarmak. * Sadaktan ok çıkarmak.
NESL
Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk. * Çocuk hâsıl etmek. * Kıl yolmak. * Mumsuz, süzme bal.
NESLAN
Çok yelmek. Evmek.
NESLE
Geniş gömlek.
NESME
Fık: Satın alınan köle.
NESNAS
Koğuculuk eden kişi. * Maymun.
NESNE
şey, herhangi bir şey.
NESR
Hamele-i Arş'tan olan bir melek. * Akbaba, kartal. * Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. * Yarayı deşmek. * Kuşun, eti didiklemesi. * Birinin aleyhinde konuşmak. * Güneyde bir parlak yıldız. Buna Nesr-ül vâki' denir. Batıdaki yıldıza ise: Nesr-üt-Tair denir. * Atın tırnağının içi veya tırnağın üstündeki et.
NESR
(Nesir) Çoğaltmak, saçmak, yaymak. * Manzum olmayan söz veya yazı.
NESRE
Büyük geniş gömlek. * Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması. * Menazil-i kamerden iki yıldız.
NESREN
Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı. * Çoğaltmak suretiyle.
NESRİN
Yabani gül.
NESS
İfşa etmek, açıklamak. * Gayret ve hamiyyet etmek.
NESS
Sürmek, sevk. * Kurumak.
NESSABE
Nesepleri iyi bilen kimse.
NESSAC
Dokuyucu, dokuyan, çuhacı.
NESSAF
Gagası büyük bir kuş.
NESSAR
Dağıtan, saçan, neşreden. * Parlatan.
NEST
Sâkin olmak.
NESTEİNU
Biz senden yardım, inayet dileriz, istiane ederiz meâlinde duâ.
NESTER
(Nesteren-Nesterin-Nesterun) f. Ağustos gülü, yaban gülü.
NESTERİNZAR
f. Gül bahçesi. Güllük.
NESUC
Üstünde yük doğru durmayan deve.
NESV
İzhar etmek, göstermek, açıklamak.
NESY
Unutma, nisyan. * Unutulmuş.
NESYEN MENSİYYEN
Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış.
NE'Ş
şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak.
NEŞ'
Bir nesneyi zorla çekmek.
NEŞ' (NÜŞU')
Yiğit olmak. * Yüksek olmak. * Rüzgâr esmek. * İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak.
NEŞA
Nişasta.
NEŞABET
Okçuluk san'atı.
NEŞAİD
(Neşide. C.) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar.
NEŞAK
Burna su ve sâire çekme. Burunla çekme.
NEŞAME
Yüksek beyaz bulut.
NEŞASA
Beyaz yüksek bulut.
NEŞASTEC
Nişasta.
NEŞAT
Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak.
NEŞAT-ÂVER
f. Sevinç ve sürur getiren.
NEŞAT-BAHŞ
f. Sevinç ve neşe bağışlayan.
NEŞAT-EFZA
f. Neşe ve sevinç artıran.
NEŞÂT-ENGİZ
f. Sevinç uyandıran.
NEŞB
(İğne ve diken) batma, girme.
NEŞC (NEŞİC)
(C.: Enşâc) Sesli sesli ağlamak. * Ses.
NEŞD
Talep etmek, istemek. * Yüksek yerde düz yer olmak. * Kaybolan şeyi aramak. * Bir şeyi gereği gibi bilmek.
NEŞ'E
Gönül açıklığı, sevinç. * Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. * Yiğit olmak. * Yüksek olmak.
NEŞEB
Mal, mülk.
NE-ŞEBEM
f. Ben karanlık gece gibi nursuz değilim (meâlinde.)
NE-ŞEBPERESTEM
Karanlık ve zulümatı seven ve isteyen değilim.
NEŞEF
İçmek. * Sinmek. * İçine girmek, dühul etmek.
NEŞEFE
(C.: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş.
NEŞ'E-İ UHRÂ
Ölümden sonra mahşerde yeniden dirilmek. Buna "Neş'e-i sâniye" de denir.
NEŞ'E-İ ULÂ
İlk hayat. Ruhun bedene girmesi. Dünyaya gelmek.(...Peygamber'in (A.S.M.) emrettiği gibi, " Neş'e-i ulâyı gören adam, neş'e-i uhrâyı inkâr edebilir mi?" Çünkü ikinci teşekkül, yâni ikinci yapılış birinci teşekkülden daha kolaydır. İ.İ.) (Bak: Taaccüb)
NEŞ'E-İ ULYÂ
Ahiretteki yüksek dereceli hayat, âhiret hayatı.
NEŞ'E-NİSAR
f. Neşe dağıtan.
NEŞER
Dağılmış, intişar etmiş, münteşir.
NEŞ'ET
Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak.
NEŞ'ET-İ UHRÂ
(Bak: Neş'e-i uhrâ)
NEŞ'ET-İ ULÂ
(Bak: Neş'e-i ulâ)
NEŞ'E-YAB
f. Keyifli, neşeli, sevinçli.
NEŞF
İçmek, suyu emerek içmek. * Sızmak. Sünger gibi sızmak. * Suyu çekmek.
NEŞG
Aşk galebe edip haykırıp çağırmak. * Tâlim etmek.
NEŞİDE
Manzume. Şiir. * Yüksek sesle okunan şiir. * Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ.
NEŞİDEHÂN
f. Neşide okuyan.
NEŞİL
Çömlekte pişmiş et.
NEŞİR
Dağıtma, yayma, herkese duyurma.
NEŞİŞ
Kaynayan şeyden çıkan ses.
NEŞİT
Neş'eli, sevinçli, şenlikli. Faal.
NEŞİTA
Bir şeyin, aramaksızın bulunması. * Ansızın bulunan nesne. * Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet.
NEŞK
Burna çekme.
NEŞL
Taan etmek. * Cezbetmek, kendine çekmek.
NEŞM
Zerdali ağacı gibi bir ağaç. * Bir çiçek cinsi.
NEŞNEŞE
Koyun derisini yüzmek. * Zırh sesi. * Su kaynarken ötüp ses çıkmak.
NEŞR
Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak. * Başıboş cemaat. * Bulutlu günde yel esmek. * İzhar etmek. * Katetmek. * Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak.
NEŞREN
Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak.
NEŞRÎ
Neşir ile alâkalı.
NEŞR-İ SUHUF
Sahifelerin neşri. * Haşirde, insanların hesab görülmek için dirildiklerinde amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin amelinin belli oluşu.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, surenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisaniyle gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakimâne, Hafizâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi yapan O'dur ki, der: $Başka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. S.)
NEŞRİYÂT
Gazete, kitap, radyo ve sâir vasıtalarla neşrolunmuş, yayılmış şeyler.
NEŞRİYÂT-I KÂZİBE
Yalandan, uydurma sözler.
NEŞŞ
Kaynamak, galeyan. * Her nesnenin yarısı. * Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak. * Yirmi dirhem. * Karıştırmak.
NEŞŞAB
Okçu, ot atan.
NEŞŞABE
Ok yapıcılık, ok yapma sanatı.
NEŞŞAF
Bir şeyi kendine çeken. * Emen.
NEŞŞAL
Pişmemiş yemeğe saldıran.
NEŞT
Yılan sokmak ve ısırmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Çözmek. * Çıkarmak. * İpi bağlamak.
NEŞTER
Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı.
NEŞUR
Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan.
NEŞUT
Bir balık cinsi. * Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu.
NE-ŞÜKÜFTE
f. Açılmamış.
NEŞV
f. Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. * Yeniden hayata gelmek.
NEŞV Ü NEMA
Büyümek ve gelişmek.
NEŞVAN
Sarhoş.
NEŞVAR
Davar gevişi.
NEŞVAT
(Neşvet. C.) Keşifler, neş'eler, sevinçler.
NEŞVE
(Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. * Büyümek ve yetişmek. * Koklamak. * Rayiha. * Bir şeyi tekrarlamak. * Mest ve sarhoş olmak. * İyice duyup vâkıf olmak.
NEŞVEBAHŞ
f. Keyif ve neşe veren. Neşelendiren.
NEŞVEDÂR
f. Keyifli, neşeli.
NEŞVEGÂH
f. Neşe ve keyif yeri.
NEŞVEMEND
f. Keyifli, neşeli.
NEŞVERÜBA
f. Neş'e verici.
NEŞVET
Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu.
NEŞVEYAB
f. Neşeli, keyifli.
NEŞZ
(C.: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer.
NETA
(Nütü') Yaranın şişmesi. * Yüksek olmak.
NETAİC
(Netayic) (Netice. C.) Neticeler.
NETANE
Çirkin kokmak, pis kokmak.
NETB (NÜTÜB)
Büyük olmak, gövdeli olmak.
NETC
Doğurmak.
NETF
Kıl yolma.
NETG
Alayla gülmek. * Bir kimseyi ayıplamak.
NETH
Koparmak. * Çıkarmak.
NETH
Terlemek, sızmak.
NETİCE
(C.: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa. * Döl, evlâd.
NETİCEBAHŞ
f. Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren.
NETİCE-İ HAYAT
Hayatın neticesi ve gayesi.
NETİCE-İ HİLKAT
Yaratılışın sonu, gayesi. Yaratılmanın neticesi.
NETİCE-İ KELÂM
Sözün kısası.
NETİCE-İ MA'KÛSE
Aksi netice, ters netice.
NETİCEPEZİR
f. Son bulmuş, neticelenmiş.
NETK
Atmak. * Yüzmek. * Kendine çekmek, cezbetmek. * Depretmek, silkmek, harekete geçirmek. * Oğlu ve kızı çok olmak.
NETK
Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek.
NETL (NETEL)
Önüne çekmek. * Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek.
NETN
Fena kokmak. Kötü, kerih koku.
NETNUN
Bir ağaç cinsi.
NETR
Cezbetmek, kendine çekmek. * Taan etmek, çekiştirmek. * Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak.
NETS
Deri yüzmek. * Bir şeyin yerinden ayrılması.
NETŞ
Çıkarmak. * Yolmak.
NETUC
Çıkma. *Ağaç posası.
NEUR
Çivit.
NEUZÜ
Sığınırız meâlinde fiil.
NEUZÜ-BİLLÂH
Allah'a sığınırız, Allah korusun.
NEV
f. Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış.
NEV'
Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.
NEVA
f. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. * Musikide bir makam ismi. * İntizamlı hâl. * Azık, zahire, rızık.
NEVA
Bir yerden bir yere nakletmek. * Hıfzetmek, korumak. * Sohbet etmek.
NEVABIZ
(Nâbıza. C.) Nabız damarları.
NEVABİG
(Nâbiga. C.) Şerefli ve ulu kimseler. * Sonradan şâir olan kişiler.
NEVABİT
(Nabite. C.) Nebatlar. Bitkiler. * İmar ve ihdas. * Dünya ahvâlinden habersiz. * Taze, genç kimse.
NEVACİZ
(Nâciz. C.) Azı dişlerinin arkasındaki altlı üstlü bulunan dişler.
NEVAD
f. Zarar, ziyan, hasar. * Mahzen. * Dil.
NEVADE
Torun.
NEVADİ
(Nâdi. C.) Toplantılar, meclisler.
NEVADİR
Az olanlar, nâdirler.
NEVAFİL
(Nâfile. C.) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
NEVAFİS
(Nefsâ. C.) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar.
NEVAGER
f. Okuyucu, hânende.
NEVAH
Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir.
NEVAHİ
(Nahiye. C.) Taraflar, yanlar, nahiyeler.
NEVAHİ
(Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler. * Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar.
NEVAHİ-İ KAZA
bir kazâya bağlı olan nahiyeler.
NEVAHİ-İ MEKKE
Mekke civarı. Mekke'nin yakınları, nahiyeleri.
NEVAHT
f. Okşama. * Saz çalma.
NEVAHTE
f. Okşanmış. * Saz çalmış.
NEVAHTEN
f. Çalgı veya saz çaldırmak.
NEVAÎ
f. Ahenkle, makamla ilgili.
NEVAİB
(Naibe. C.) Musibetler, kazalar, belâlar.
NEVAİB-İ EYYAM
Günlerin belâları.
NEVAİR
(Naure. C.) Bostan dolapları.
NEVAİR
(Naire. C.) Ateşler, alevler.
NEVAKET
Hamakat, ahmaklık.
NEVAKIS
(Nâkis. C.) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar.
NEVAKIS
(Noksan. C.) Eksiklikler, noksanlar.
NEVAKİS
(Nakus. C.) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar.
NEVAL(E)
Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib. * Yiyecek içecek. * Bir tek porsiyon.
NEVALE-ÇİN
f. Yiyecek toplayan, kısmetini alan.
NEVAMİS
(Namus. C.) Namuslar, kanunlar, şeriatlar. (Bak: Desâtir)
NEVAMİS-İ İLÂHİYE
İlâhî kanunlar. (Bak: Şeriat-ı fıtriye)
NEV-AMUZ
f. Acemi. Yeni alışan.
NEV'AN
Cins bakımından, çeşitçe. * Biraz.
NEV-A-NEV
f. Yeni yeni.
NEV'AN-MA
Bir dereceye kadar, bir bakıma göre, bir suretle.
NEVAR
(C.: Niver) Ürkmek, korkmak.
NEV-ARUS
(C.: Nev-arusân) f. Yeni gelin.
NEVA-SAZ
f. Çalgıcı, okuyucu.
NEVASİ
İyi cins bir beyaz üzüm.
NEVASİ
(Nâsiye. C.) Alınlar. * Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular.
NEVAT
Çekirdek, hurma çekirdeği. * Yirmi veya on adet. * Bir veya on okka altın. Beş dirhem altın. * Düşman.
NEVATIH
şiddetler.
NEVATIR
Kirişi kesik olan yay.
NEVATİ
(Nevtî. C.) Gemiciler.
NEVATİR
(Nâtur. C.) Hamam hademeleri. * Bostan bekçileri.
NEVAYE
Devenin semiz olması.
NEVA-Yİ NEY
Ney sesi.
NEV-AYİN
f. Yeni tarz, yeni üslub. * Yeni üslub çıkaran.
NEVAZ
f. Okşayıcı, taltif edici, iyi edici. (Bak: Nüvaz)
NEVAZENDE
f. Okşayan, okşayıcı.
NEVAZIC
(Nâzıc. C.) Kıvama gelmişler, olgunlaşmışlar.
NEVAZİL
Nezleler. * Hâdiseler. Belâlar.
NEVAZİŞ
(Nüvaziş) f. Okşayış, iltifat.
NEVAZİŞGÂR
f. Gönül alan, okşayan. İltifat eden.
NEVAZİŞGÂRANE
f. Gönül alarak, okşayarak, iltifat ederek.
NEVB
Yakınlık. * İsabet.
NEVBAHAR
f. İlkbahar.
NEVBAHAR-I ÖMR
Ömrün ilkbaharı.
NEVBAHARÎ
f. İlkbaharla ilgili.
NEVBAVE
f. Yeni yeşillik. * Turfanda yemiş. * Hediye, armağan.
NEVBE
(C.: Nüveb) Nöbet.
NEVBENEV
f. Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye.
NEVBER
f. Turfanda meyve. * Memeleri yeni belirmeye başlamış kız.
NEVBET
Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş.
NEVBETÎ
f. Mehter başı.
NEVBET-ZEN
f. Belirli vaktin geldiğini bildiren, nöbet çalan.
NEVBÜNYAN
f. Yeni yapılı, yeni yapılmış.
NEVBÜRİDE
f. Yeni koparılmış, yeni kesilmiş.
NEVCAH
f. Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. * Tahta yeni oturmuş (padişah).
NEVCET
Fırtına.
NEVCİVAN
f. Genç, delikanlı.
NEVCİVANÎ
Gençlik, delikanlılık.
NEVDEL
Sarkık ve sülpük olmak.
NEVE
Torun.
NEVED
f. Doksan. 90
NEVEND
(Nevende) f. Postacı. Atlı postacı. * Hızlı giden at.
NEVERD
f. Dönen, gezen, dolaşan.
NEVESAN
Kımıldama, hareket etme.
NEVEY
(Nevât. C.) Çekirdekler.
NEVEYAT
(Nevâ) Nüveler, çekirdekler.
NEVF
(C.: Envâf) Hörgüç. * Uzun ve yüksek olmak.
NEVFEL
Deniz, derya, bahr. * Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan.
NEVFELE
Tuzluk.
NEVFER
Nilüfer çiçeği.
NEVGÜŞADE
f. Yeni açılmış.
NEVH
Yükseltmek, yüceltmek. * Kuvvetli ve kavi olmak.
NEVH (NEVHA)
Ağıt etmek. * Bağırıp çağırarak sesle ağlamak.
NEVHA
Ölüye sesli ağlamak. * Nağme ile güvercin ötmesi.
NEVHAST
Taze ve genç hayvan.
NEVHAT
Sakalı yeni çıkmış genç.
NEVHEVES
(C.: Nevhevesân) f. Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. * Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen.
NEVHİZ
f. Genç, taze. * Yeni çıkmış, yeni yetişmiş.
NEVİ
f. Yenilik.
NEV'Î
Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
NEV'-İ BEŞER
İnsanlar, beşer nev'i.
NEV-İ BEŞER
(Bak: Nev')
NEV'İ ŞAHSINA MÜNHASIR
Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan.
NEV-İCAD
f. Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş.
NEVİD
f. Müjde, beşaret, iyi ve sevinçli haber.
NEVİN
f. Yeni, yepyeni, yeni şey.
NEV-İNAN
f. Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at.
NEVİS
Kuvvet.
NEVK
f. Sivri uç.
NEVKA
Ahmak, akılsız kimse.
NEVKAR
f. Acemi. İşe yeni başlamış.
NEVK-İ MÜJGÂN
Kirpiklerin ucu.
NEVL
Yolcuların verdiği vapur parası. Gemi kirâsı. * Bahşiş, atiyye.
NEVM
Uyku. Uyumak. Rüya. * Sönmek. Sükun. (Bak: Kaylule)
NEVM-ÂLUD
Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş.
NEVMÎ
Uyku ile alâkalı, uykuya âit.
NEVMİD
f. Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış.
NEVMİDÂNE
f. Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak.
NEVMİDÎ
Ümidsizlik, cesaret kırıklığı.
NEVNİHAL
f. Taze fidan, yeni filiz.
NEVNİYAZ
f. İşe yeni başlayan.
NEVPEYDA
f. Yeni çıkma.
NEVR
(C.: Envâr) Parlaklık. * Ağaç çiçeği. Tomurcuk.
NEVRAH
f. İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. * Yeni yol.
NEVREC
(Nevâric) Kağnı.
NEVRED
f. Gezen, yol alan, dolaşan.
NEVRES
Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.
NEVRES
(Nevrese) f. Yeni yetişmiş, yeni yetişen, yeni biten. * Genç, taze.
NEVRESİD
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme.
NEVRESİDE
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. * Tâze, genç.
NEVRESİDEGÂN
(Nev-reside. C.) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler.
NEVRESM
f. Yeni çıkma. * Yeni moda.
NEVRESTE
(C.: Nevrestegân) f. Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş.
NEVROZ
Fr. Tıb: Sinir sistemi bozukluğu. Sinirlilik hastalığı.
NEVRUZ
f. Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır.
NEVRUZİYE
Nevruz gününe âit olan. Hususan o gün için yazılan, söylenen manzume.
NEVRÜSTE
f. Yeni yetişme.
NEVS
Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme.
NEVS
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Kaçmak, firar etmek. * Vahşi hımar, yabani eşek.
NEVSALE
f. Genç. Küçük. Tâze.
NEVSEFER
f. Yeni yolculuğa çıkan.
NEVŞ
Bir şeyi el uzatıp almak ve istemek. * Yürümek. * Sür'atle deprenip kalkmak. * Alıp yemek.
NEVŞAH
f. Yeni dal. * Yeni bitmiş geyik boynuzu.
NEVŞE
f. Genç hükümdar. * Yeni damat.
NEVŞÜKÜFTE
f. Yeni açılmış (çiçek).
NEVT
(C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma.
NEVTA
Göğüste olur bir verem.
NEVTÎ
Gemici.
NEV'UMMA
Bir derece, bir suretle.
NEV'UN MÜNHASIRUN FİŞ-ŞAHS
Nev'i şahsına münhasır. Başka bir benzeri olmayan.
NEVÜR
Çivit. * Damga için kullanılan içyağı isi.
NEVVAB
Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören.
NEVVAH(E)
Ağlayan, çığlık koparan.
NEVVAR(E)
Nurlu, aydın. Aydınlık.
NEVZ
(C.: Envâz) Dere, vâdi.
NEVZAD
f. Yeni doğmuş. * Yeni doğmuş çocuk.
NEVZEMİN
f. Yeni çeşit, yeni tarz.
NEVZUHUR
f. Yeni çıkma. Yeni zuhur etme.
NEY
Kamıştan yapılan damaksız düdük. * Kamış kalem. * Mc: Kâmil insan. * Farsçada : Yokluk. (Bak: Nay)
NE'Y
Uzak olmak.
NEY'
Susuzluk. * Meyletmek, eğilmek.
NEYB
Dişle ısırmak.
NEYÇE
f. Küçük ney.
NEYDELAN
Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur.
NEYELAN
İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma.
NEYFAK
Tilki derisinden olan kürk.
NEYH
Vücudun kemikleri taze iken pekişmek.
NEYİSTAN
f. Kamışlık, sazlık.
NEYK
Cima etmek.
NEYL
Merama erme. İsteğe ulaşma. * Ulaşılan şey.
NEYNÜFER
Nilüfer çiçeği.
NEYPARE
f. Kamış parçası.
NEYRENC
(C.: Neyrencât) Tılsım.
NEYRENCÂT
(Neyrenc. C.) Tılsımlar.
NEYRİB
Koğuculuk, dedikoduculuk.
NEYRUZ
Yaz günü.
NEYSEB
Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları.
NEYSİTAN
f. Sazlık, kamışlık.
NEYŞEKER
f. Şeker kamışı.
NEYT
İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek.
NEYT
Cenaze. * Ölüm. * Duâda tazarru etmek. * Tıb: Kalbin asılı olduğu damar. * Derinliği adam boyu miktarı olan kuyu.
NEYTAL
(C: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat. * Kova. * İçki ölçeği.
NEYY
Pişmemiş çiğ et vs. * Devenin semiz olması. * Semiz ve besili deve.
NEYYİF
Küsur. Ziyade. Artık. Fazla. * İhsan. * Yakın.
NEYYİR
(Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim. * Yıldız. Cisim halindeki nur. * Güneş, şems.
NEYYİRAT
(Neyyir. C.) Nurlular, nur saçanlar.
NEYYİREYN
Cisimlenmiş iki nur, yâni: Güneş ile Ay.
NEYYİR-İ ASGAR
Ay. Kamer.
NEYYİR-İ A'ZAM
Güneş, şems.
NEYZ
Çok olmak.
NEYZAR
f. Kamışlık, sazlık.
NEZ'
Çekip koparmak, ayırmak. * Can çekişmek. * Çekip almak. Kuyudan kovayı çekip çıkarmak. * Saymak. * Kaldırmak, yok etmek.
NEZ'
Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak.
NEZA'
Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer.
NEZAFET
Temizlik, paklık, pakizelik.
NEZAHET
Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat.
NEZAİR
(Nazire. C.) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar.
NEZAKET
Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
NEZALE
Sefillik. * Hasislik.
NEZARE
Korkutmak.
NEZARE
Azlık. Kıllet.
NEZARET
(Nedâret) Tazelik. Parlaklık. Letafet.
NEZARET (T)
(Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış. * Nâzırlık etmek. Göz etmek. * Tenezzüh. * Reislik. * Vekillik, nâzırlık, bakanlık.
NEZAZA
Az olmak, kıllet. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri.
NEZB
Çağırmak. * Ses, sadâ, savt.
NEZD
f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır)
NEZDİK
f. Yakın, karib.
NEZE
Hafif deve.
NEZEL
Menzil, mekân.
NEZELE
Akmak, seyelan.
NEZEVAN
Atlama, sıçrama.
NEZF
Kuyunun suyunu tamamen boşaltma. * Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme.
NEZG
İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese.
NEZGA
Taan etmek, çekiştirmek.
NEZH
(Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık. * Hiçbir kötü hareketi olmamak. * Kerim, pak, pâkize.
NEZİA
(C.: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın.
NEZİB (NEZÂB)
Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses.
NEZİF
(Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse. * Sarhoş kimse.
NEZİH
(Nezihe) Pâk, temiz. (Bak: Nezh)
NEZİHÂNE
f. Temizce, iyice, güzelce.
NEZİL
Menzil, mekân.
NEZİL
Misafir. İnen, konan.
NEZİR
(Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ("Beşir" in zıddıdır) * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup Allaha (C.C.) inanıp itaat etmeyenlere cehennemden haber verdiği için "Nezir" denmiştir.
NEZİRE
Nezredilmiş olan şey, adak.
NEZK
Yaramaz söz. * Süngü ile vurmak.
NEZK $
Hafiflik. * Acele. * Sebkat.
NEZLE
(C.: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık. * Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması.
NEZR
Suâlde ısrar etmek. * Az miktar, azlık.
NEZR
Adak adamak. * Fık: Cenab-ı Hakka ta'zim için mübah bir fiilin yapılmasını deruhde etmek, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacib kılmaktır.
NEZUR
Evlâdı az olan kadın.
NEZV
Sıçramak.
NEZZ
Hafif zeki kimse. * Susuz nadas.
NEZZAM
Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen.
NEZZARE
Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden.
NIHLE
(C.: Nihal) Millet. * Yol. * Diyânet. * Bahşiş, atâ. * Dâva.
NIHV (NİHÂ)
(C.: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu.
NIKBE
(C.: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet.
NIKK
Kurbağa sesi.
NIKMET
(Bak: Nikmet)
NIKRİS
(Nıkrîs) (C.: Nekaris) Ayak ağrısı.
NIKY
İlik.
NI'ME
(C.: Niam) Mal. * Sanat.
NISA'
Bir cins beyaz elbise.
NISAF
Bir şeyi tam olarak ikiye bölme.
NISF
Yarım, yarı.
NISFET
(Bak: Nasfet)
NISF-I KUTR
Dairenin merkezinden geçen ve onu iki eşit kısma ayıran doğru çizginin yarısı. Yarı çap.
NISFİYET
Yarımlık. Yarı yarıya bölme.
NISF-ÜL LEYL
Gece yarısı.
NISF-ÜN NEHAR
Öğle vakti, gündüzün ortası. * Meridyen.
NISH (NISÂH)
Terzilik. * Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak.
NIT'
Ağız tavanının pütür yerleri.
NITAB
Baş. * Boyun damarı.
NITAF
Ter.
NITNIT
Uzun boylu adam.
NIZAR
(C.: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir.
NIZV
(C.: Nuzuv, Enzâ') Gitmek. * Sebkat etmek. * Kesmek, kat'etmek. * Çekip çıkarmak. * Bırakmak. * Zayıf deve. * Eski elbise.

f. Nefy edatıdır. (Bak: Na-Ne)
NİAC
(Na'ce C.) Dişi koyunlar.
NİAL
(Na'l. C.) Ayakkabılar, pabuçlar. * Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar.
NİAM
(Ni'met. C.) İyilikler. Yiyecekler. Nimetler. * Hidayetler.
NİAM-I ESASİYE
Esas nimetler, en lüzumlu maddeler. İman, din gibi en kıymetli İlâhi ihsanlar.
NİBAH
Köpek havlaması.
NİBAL
Küçük tepe. * (Nebl. C.) Oklar.
NİBRAS
(Süryânice) Lâmba, çıra.
NİBZ
Hurma ağacının dış kabuğu.
NİCAD
Kılıç bağı.
NİCAF
Kapının üst eşiği.
NİCAR
Asıl.
NİDA'
Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
NİDAL
(Nizâl) Özür beyan ederek bir zararı def etmek.
NİDD
Aynı, eş. Benzer, denk.
NİDRE
Et parçası.
NİFA'
Menfaat, fayda.
NİFAK
Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
NİFAKÎ
Nifakla alâkalı.
NİFAR
İntikal etmek, göçmek. * Dağılıp kaçmak. * Ürkme, korkma, çekinme. * Nefret gösterme.
NİFAS
Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına "Nüfesâ" da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder.
NİFAZ
Çocuğa sarılan bez. Çocuk bezi.
NİGÂH
(Nigeh) f. Bakmak, nazar etmek. Bakış.
NİGÂHBAN
Bekçi. Gözcü. Gözleyen.
NİGÂHBANÎ
f. Bekçilik, gözcülük.
NİGÂHDAR
f. Bekçi, gözcü. * Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı.
NİGÂH-I GAZAB
Öfkeli bakış, kızgınlık bakışı.
NİGÂH-I HAYRET
Hayret bakışı.
NİGÂH-I TEDKİK
Araştırma bakışı, tedkik etme nazarı.
NİGÂH-I TEGAFÜL
Hâli ve gayeyi anlamazlıktan gelen bakış.
NİGÂL
f. Ateşli kömür parçası.
NİGÂR
f. Güzel yüzlü sevgili. * Nakış. Resim. * Nakşeden. * Put, sânem. * Resmi yapılmış, resmedilmiş.
NİGÂRENDE
f. Ressam.
NİGÂRHANE
f. Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. * Ressamların çalıştıkları atölye. * Puthâne. * Güzelleri çok olan yer.
NİGÂRİN
f. Resim gibi güzel sevgili. * Resimlerle ve nakışlarla süslü.
NİGÂRİSTAN
f. Resim ve heykel sergisi. * Güzelleri çok olan yer. * Puthane.
NİGÂRİŞ
f. Resim yapma. Tasvir yapma.
NİGÂŞTE
f. Resmolunmuş. Musavver. * Yazılmış.
NİGEH
(Bak: Nigâh)
NİGEHBÂN
f. Gözcü, gözetici, bekçi.
NİGEHBÂNÎ
f. Bekçilik, gözcülük.
NİGEHDÂR
f. Gözcü, bekçi. * Saklayıcı, koruyucu.
NİGEH-ENDÂZ
f. Bakan, bakıcı, bakıveren.
NİGERAN
f. Bakıveren, bakıcı.
NİGİN
f. Mühür, hâtem. * Yüzük.
NİGİNDÂN
f. Yüzük mahfazası, yüzük kutusu.
NİGİNSÂY
f. Mühür kazıcı. Hakkak.
NİGU
f. Güzel, iyi, hasen.
NİGUHÂH
f. Hayır temenni eden, iyilik isteyen.
NİGUHİDE
f. Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş.
NİGUHİŞ
f. Çekiştirme, gıybet, zemm.
NİGUN
f. Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. * Ters, uğursuz, aksi.
NİGUNBAHT
f. Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız.
NİGUNSÂR
f. Başaşağı.
NİH
f. (Nihâden: "Koymak" mastarından emir kökü) Koy. * Memleket, şehir, belde.
NİHA (NİYÂHA)
Yas tutmak.
NİHAB
(Nehb. C.) Çapullar, yağmalar.
NİHAD
f. Huy, tabiat, hilkat, bünye, yaratılış.
NİHADE
f. Konmuş, konulmuş.
NİHADÎ
f. Yaradılışta olan, fıtrî.
NİHAF
(Nahif. C.) Cılız, zayıf kimseler.
NİHAÎ
(Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu.
NİHAL
f. Taze, düzgün. Fidan, sürgün.
NİHALAN
(Nihal. C.) f. Taze fidanlar, sürgünler.
NİHALE
f. Yeni, taze fidan. * Avcı korkuluğu. * Sahan altlığı. * Döşenecek şey. Döşeme.
NİHALÎ
f. Sahan altlığı.
NİHAL-İ ZARİF
İnce, güzel dal.
NİHALİSTAN
f. Fidanlık.
NİHAN
f. Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. * Sır.
NİHANHANE
f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
NİHANÎ
f. Gizlilik, saklılık.
NİHAS
Kağnı tekerleğinin etrafına takılan çenber, yuvarlak demir. * Kavafların kullandığı nesne.
NİHAS
Asıl. Tabiat.
NİHAVEND
İran'ın batı tarafında meşhur bir şehir adı. * Musikide bir makam.
NİHAVENDÎ
f. Nihavend şehrine ait. Nihavendli.
NİHAYET
Son, uç, son derece. * Çok.
NİHAYET-İ AZM
Kemik ucu.
NİHAYET-PEZİR
Son bulan. Nihâyet bulur olan.
NİHAYET-ÜL EMR
İşin nihayetinde, işin sonunda. Netice.
NİHAYET-ÜN NİHAYE
En sonunda. Akıbet.
NİHLE
Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye. * Millet. * Yol. Tarik. * Diyânet. Mezheb.
NİHRİR
(C.: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse.
NİHVAR
f. Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam.
NİHY
Gölcük.
NİJAD
f. Nesil, soy, neseb. * Cibilliyet, tabiat.
NİJM
f. Bazı kış sabahları inen koyu sis.
NİK
f. İyi, güzel, hoş.
NİK
(C.: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi. * Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse.
NİK Ü BED
İyi ve kötü.
NİKAB
Yüz örtüsü, peçe, perde.
NİKABE (NEKABE)
Kâhyalık. * Ululuk.
NİKÂBET
Rüzgârın ters yönlerden esmesi.
NİKÂH
Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede)
NİKÂH-I DÂHİLÎ
İçerden evlenme, akrabadan kız alma.
NİKÂH-I HÂRİCÎ
Dışardan evlenme, akraba hâricinden kız alma.
NİKÂH-I MUT'A
Bir zamanlık, geçici nikâh olup meşru değildir.
NİKÂH-I SAHİH
Sıhhat şartlarını cami' olan nikâh.
NİKAHTER
(Nik - ahter) f. Tâlihli, şanslı, mutlu.
NİKAL
Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi.
NİKÂL
Dizgin demiri.
NİKÂL
f. Ateşli kömür parçası.
NİKAM
(Nikmet. C.) İntikamlar, öc almalar.
NİKAN
(Nik. C.) f. İyiler, iyi kimseler.
NİKAR
İnat. Kin.
NİKAŞE
Nakış yapma san'atı. Nakışçılık.
NİKAT
(Nokta. C.) Noktalar.
NİKÂT
(Nükte. C.) Nükteler. İnce mânâlar. * İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler.
NİKÂYET
Düşmanı kılıçtan geçirme.
NİKBAHT
(Nîk-baht) f. Bahtlı, tâlihli, şanslı.
NİKBAZ
(Nîk-bâz) f. Davranışları ve işleri iyi olan.
NİKBİN
(Nîk-bin) f. İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören.
NİKDA
Yaş kanbel otu.
NİKENDİŞ
(Nîk-endiş) f. Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen.
NİKFERCAM
(Nîk-fercâm) f. Sonu, âkıbeti hayırlı ve iyi olan.
NİKHASLET
(Nîk-haslet) f. Ahlâkı ve huyu iyi olan.
NİKHU
f. Güzel huylu, iyi huylu.
NİKÎ
f. İyilik, iyi olma.
NİKKİRDAR
(Nîk-kirdâr) f. Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan.
NİKL
(C.: Enkâl) Köstek. * Kayd. * Dizgin demiri.
NİKMANZAR
(Nîk-manzar) f. Görünüşü ve manzarası güzel olan.
NİKMET
Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
NİKNAM
f. İyi nam kazanmış, iyi ünlü.
NİKNİHAD
(Nîk-nihâd) İyi huylu.
NİKS
Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek.
NİKS
Ters doğan çocuk. * Zayıf ve cılız adam.
NİKTER
(Nik-ter) f. Çok beğenilmiş, çok iyi.
NİK-TERİN
f. Çok iyi, hepsinden iyi olan.
NİKU
Güzel, iyi, hoş.
NİKUBAHT
f. Bahtı açık.
NİKUKÂR
f. İşleri doğru ve iyi olan, iyi işli.
NİKUYÎ
f. Güzellik, iyilik.
NİKZ
(C.: Enkaz) Bina yıkıntısı.
NİL
Mısır'ın bir nevi hayat menbaı olan en büyük nehrinin ismi.(Nil-i mübarek, Cebel-i Kamer'den çıktığı gibi, Dicle'nin en mühim bir şubesi, Van vilâyetinden Müküs nahiyesinden, bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat'ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyyeden olan: $ kat'i delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki arz lâfzı, toprak demektir. Demek o su, çok yumuşaktır; üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder. S.)
NİL
Vesime adı verilen boya otu. * Çivit boyası.
NİLE
f. Çivit.
NİLÎ
Mavi, çivit rengi.
NİLÎ PERDE
Gökyüzü, sema.
NİLU-BERG
f. Nilüfer.
NİLÜFER
f. Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. * Bursa yakınlarında akan bir akarsu.
NİM
Eski kürk. * Bir ot cinsi.
NİM
f. Yarım, nısf, buçuk, yarı.
NİMAL
(Neml. C.) Karıncalar.
NİMAR
(Nimr. C.) Kaplanlar.
NİMAT
(Nemat. C.) Örtüler, ihramlar.
NİMBİSMİL
f. İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan.
NİME
f. Yarım, nısf, yarı.
Nİ'ME
Ne iyi, ne âlâ, ne güzel.
NİME NİME
f. Parça parça, yarım yarım.
NİME-İ RUZ
Günün ortası. Yarım gün.
Nİ'ME-L MATLUB
Tam aradığımız. İsteyip aradığımızın en âlâsı.
Nİ'ME-L MEVLA
Ne iyi sâhib ve mâlik, ne iyi Allah (C.C.)
Nİ'ME-L VEKİL
Ne güzel, ne iyi vekil.
Nİ'ME-L VESİLE
Ne güzel sebeb, ne âlâ vesile.
Nİ'ME-R RAKİB
Ne iyi gözetici, koruyucu.
NİME-RUZ
(Bak: Nime-i ruz)
Nİ'MET
(Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık.(Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, dâima rahatsız olursun. Çünkü noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile dâimâ evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altındadır. Senin işin O'nun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi defeder. Zira nimet zâil olduğundan Mün'im-i Hakiki, onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın. M.N.)
Nİ'MET-İ İLÂHİYE
Allah'ın nimeti. Allah'ın verdiği nimet.
Nİ'MET-ŞİNAS
f. Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan.
NİMGERM
f. Pek sıcak olmayan. Ilık.
NİMHAB
f. Yarı uykulu, mahmur.
NİMHANDE
f. Gülümseme, tebessüm.
NİMKÜŞTE
f. Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan.
NİMLAHZA
f. Yarım bakış. Gözucuyla bakış. * Çok kısa zaman.
NİMMANZUR
f. Yarı görülen. Bulanık olarak görülen.
NİMMEST
f. Sarhoşça.
NİMMUZLİM
f. Yarı karanlık.
NİMMÜRDE
f. Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan.
NİMNİGÂH
f. Yarı bakış. Gözucuyla bakma.
NİMNİME
Birbirlerine yakın çizgiler. * Tırnakta olan beyazlık.
NİMNİMETEYN
Tırnak işareti.
NİMPUHTE
f. Tam pişmemiş, yarı pişmiş.
NİMR
(C.: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan.
NİMRE
Dişi kaplan.
NİMRES
f. Yarı ham, yarı olgunlaşmış olan.
NİMRUZ
f. Yarı gün, öğle.
NİMS
Firavun faresi dedikleri küçük hayvan. * Sansar.
NİMS
Bir ot cinsi.
NİMSÜFTE
f. Yarım olarak söylenmiş, tam denmemiş.
NİMŞEB
f. Geceyarısı.
NİMTEN
f. Mintan.
NİMZİNDE
Yarı canlı. Ölü ile diri arası.
NİMZULMET
f. Yarı karanlık.
NİNAN
(Nun. C.) Balıklar, semekler.
NİR
(C.: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu. * Bez damgası. * Irgaç.
NİRAN
(Nur ve Nâr. C.) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar.
NİRENC
(C.: Nirencât) Düzen, hile. * Resim, taslak.
NİRENG
f. Düzen, hile, aldatmaca. * Taslak, resim. * Büyü, efsun.
NİRU
f. Kuvvet, güç, zor.
NİRUMEND
f. Güçlü, kuvvetli, zorlu.
NİRUMENDÎ
f. Kuvvetlilik, zorluluk, güçlülük.
NİS'
(C.: Ensu') Gizlemek. * Gitmek. * Sarkık olmak. * Kuzey rüzgârı.
NİSA
(C.: Nisvân) Kadınlar.
NİS'A
(C.: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan.
NİSA SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi.
NİSAB
Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had. * Fık: Altının nisabı: 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram); koyun ile keçinin 40 adet; sığır, manda 30; ve devenin nisabı da 5'dir. * Bir mecliste görüşmeye başlanabilmek, yahut karar verebilmek için bulunması şart olan âza sayısı. * Hisse, nasib. * İstenilen had, derece. (Bak: Zekât)
NİSAB-I EKSERİYET
Ekseriyet derecesi. Çoğunluk derecesi.
NİSACET
Dokumacılık.
NİSAÎ
(Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir.
NİSAL
(Nasl. C.) Ok ve kargı gibi şeylerin uçlarındaki sivri demirler.
NİSAR
Saçmak, dağıtmak. * İ'ta etmek. Vermek.
NİSAR
Saçan, saçıcı mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar $ : Işık saçan.
NİSARÇİN
f. Saçılan şeyleri toplayan.
NİSBET
Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
NİSBETEN
Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle.
NİSBÎ
(Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslı(Zeker) olan. Nisbete, ölçüye göre.
NİSEB
Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler.
NİST
f. Değildir, yoktur.
NİSTÎ
f. Yokluk, adem.
NİSUN
(Nisvan. C.) Kadınlar.
NİSVAN
(Nisa. C.) Kadınlar. Nisalar.
NİSVAN-I ZELİL
Ahlâken ve dinen düşmüş, zelil olmuş kadınlar.
NİSVÎ
Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı.
NİSYAN
Unutmak, hatırdan çıkarmak.
NİSYAN-İ EBEDÎ
Ebedî unutma.
NİŞ
f. (Arı, akrep gibi böceklerde olan) İğne. * Diken. * Ağu, zehir.
NİŞA
f. Nişasta.
NİŞAD
Bir kimseye yemin vermek.
NİŞAN(E)
f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. * Tuğra. * Ferman.
NİŞANDE
Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey.
NİŞANE
(Bak: Nişan)
NİŞANE-İ TASDİK
Kabul edildiğine dâir işaret, tasdik işareti. * Mu'cizeler.(Kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı (olduğunu) ihbar eden 124 bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan 124 milyon evliyanın aynı hakikata şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat'i delilleriyle o enbiya ve evliyanın aklen ilmelyakîn derecesinde isbat ettikleri ve yüzde doksandokuz ihtimal-i kat'i ile "idam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaatledir" diye ittifaken haber veriyorlar. S.) (Bak: Muhbir-i sâdık)
NİŞANGÂH
f. Hedef yeri. Nişan tahtası. * Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım.
NİŞDE (NİŞDÂN)
Talep etmek, istemek. * Söz vermek, and vermek.
NİŞDET
Araştırıp sorma. * Kaybolan bir şeyi arama.
NİŞE
f. Çoban düdüğü. Kaval.
NİŞEST
f. Oturan.
NİŞESTE
(C.: Nişeste-gân) f. Oturan, oturmuş.
NİŞESTE-GÂN
(Nişeste. C.) f. Oturanlar, oturmuş olanlar.
NİŞESTGÂH
f. Oturacak yer.
NİŞHAR
f. Diken batmış, iğnelenmiş.
NİŞİB
f. (Yukarıdan aşağıya) iniş.
NİŞİB Ü FİRAZ
İniş ve yokuş.
NİŞİBGÂH
f. Çukur yer.
NİŞİMEN
f. Oturacak yer.
NİŞİMENGÂH
f. Durak, yurt. Toplanılacak yer.
NİŞİN
f. "Oturan, oturmuş" gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir.
NİŞİNENDE
f. Oturan, oturucu.
NİŞTER
f. Hekim bıçağı, neşter.
NİŞVE
Koklamak. * Bilmek. * Haber vermek.
NİTA'
(C.: Nutu') Deri döşek.
NİTAC
Yavrulama, yavru doğurma.
NİTAF
(Nutfe. C.) Saf ve duru sular.
NİTAH
Tos vurma, toslaşma. Boynuzla vurma. * Vuruşup kavga etme.
NİTAK
Kemer, kuşak. * Kuşak yeri. * Peştemal.
Nİ'TAL
Kova.
NİTASÎ
Anlayışlı tabib, doktor.
NİVA
Düşmanlık. * Besili, semiz deve.
NİVE
f. İnleme, ağlama, sızlanma.
NİVEND
f. İdrak, anlayış, akıl.
NİVER
f. Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller.
NİYA
(C.: Niyâgân) Dede, cedd.
NİYABE
Nöbet.
NİYABET
Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
NİYAGÂN
(Niyâ. C.) Dedeler, ceddler. Ecdad.
NİYAM
f. Kılıf, kın. Kılıç kını.
NİYAM
(Nâim. C.) (Nevm. den) Uykuda olanlar, uyuyanlar.
NİYAMGER
(C.: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr.
NİYAR
(Nâr. C.) Ateşler.
NİYAT
(Niyâta) Bir damar ismi (yürek onunla bağlıdır.)
NİYAT
(Niyet. C.) Niyetler.
NİYAZ
f. Yalvarma, yakarma. Dua. * Rağbet ve istek. * Hâcet, ihtiyaç.
NİYAZİ-İ MISRÎ
(Mi: 1618 - 1694) Malatya'nın Soğanlı köyünde doğdu. Şâir ve tasavvufçu olup Halvetî tarikatının Niyaziye veya Mısriye şubesini kurmuştur. Mısır'da Câmi-ül-Ezher'de tahsil gördü. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokollu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale-i Hasaneyn, Mevâid-ül İrfan ve Avâid-ül İhsan, Hidayet-ül İhvan, Mektubat gibi eserleri ve bir de şiirlerini cami' divanı vardır.
NİYAZKÂR
f. Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan.
NİYAZKÂRÂNE
Yalvararak, niyaz ederek. * Muhtaç olarak, muhtaçlıkla.
NİYAZMEND
(C.: Niyazmendân) f. İhtiyacı olan, muhtaç. * Yalvaran, yakaran, niyaz eden.
NİYERE
(Nâr. C.) Ateşler.
NİYET
Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi. * Fık: Yapılan bir vazife ile Cenab-ı Hakk'a taatta bulunmayı ve O'na mânen yaklaşmayı kasdetmektir.(Niyet, ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ve keza niyette öyle hâsiyet vardır ki; seyyiâtı hasenâta ve hasenâtı seyyiâta tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâsdır. Öyle ise necat, halâs ancak ihlâs iledir. İşte bu hasiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binâendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezâiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, dâimî bir şâkir olur. Şükür sevabını kazanır. M.N.)
NİYLEC
Çivit.
NİYY
Çiğ, olmamış, ham.
NİYYAT
(Niyet. C.) Niyetler.
NİZA
Cima etmek.
NİZA'
Çekişme, kavga. (Dünya öyle bir meta' değil ki; bir niza'a değsin. "Çünki fani ve geçici olduğundan kıymetsizdir." Koca dünya böyle ise dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın. M.)
NİZA-İ LAFZÎ
Boşuna çene yarıştırma. Sözle yapılan kavga.
NİZAL
Nişan, işaret, alâmet.
NİZAM
Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.
NİZAMÂT
(Nizam. C.) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler.
NİZAMÂT-I LÂZİME
Lüzumlu, gerekli nizamlar.
NİZAMEN
Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak.
NİZAM-I ÂLEM
Kâinatta Allah'ın koyduğu umumi nizam. (Nizam-ı âlem saadet-i ebediyeye işaret ediyor. S.) (Bak: Delil-i inayet)
NİZAM-I CEDİD
Yeni nizam. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizamla yetiştirilen bir askerî teşkilât.
NİZAMÎ
Düzenli, tertipli, usulüne uygun. * Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı.
NİZAMİYE
İlk askerlik devresi. * Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire. * Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı.
NİZAM-ÜD DİN
(Nizameddin) Dinin nizam ve düzeni.
NİZAR
Zayıf, arık, düşkün, bitkin.
NİZAR
Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz.
NİZARET
f. Zayıflık, arıklık.
NİZE
Mızrak.
NİZEDÂR
f. Mızraklı. Kargılı. Süngülü.
NİZEK
f. Câriye. * Küçük mızrak, süngü.
NİZEZEN
f. Mızrakla vuran. * Mızrakçı.
NİZK
Küçük süngü.
NOBRAN
Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan.
NOKSAN
(Nuksan) Eksik, kusurlu, nâkıs. * Eksiklik, azlık. Eksilme, azalma. * Yokluk.
NOKSANÎ
Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı.
NOKSANİYET
Eksiklik, noksanlık.
NOKTA
(Nukta) Benek. * Durak, mevki. Mahâl. * Göze ârız olan leke. * Durak işareti. * Tek karakol, tek nöbetçi. * Yazıdaki durak işâreti. * Mat: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil.
NOKTA-İ BİNİŞ
Gözbebeği.
NOKTA-İ GALEYÂN
Suyun buhara çevrildiği harâret derecesi.
NOKTA-İ İSTİMDAD
Yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyaç.
NOKTA-İ İSTİNAD
Dayanma ve güvenme noktası. Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan fıtri ihtiyacı.
NOKTA-İ MİHRAKİYE
Yanma noktası. Odak noktası. * Çok Esmâ-i İlâhiyyenin tecellisinin toplandığı nokta.
NOKTA-İ NAZAR
Görüş, bir nevi fikir. (Bak: Rasyonalizm)(Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve imân; vahdete, âhirete, Uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü'd-din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiş fakat hakiki hikmet olan Ulûm-u Aliye-i İlâhiyye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkıkin-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki, akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.Hem herbir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat'iyyesi, Kur'anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz:Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazariyle bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazariyle bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaif, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin: Semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi... bütün mu'cizat-ı san'atının meşheri, sergisi... bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyyenin mahşeri, ma'kesi.. hadsiz Hallâkıyet-i İlâhiyyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-i sagiresinden cevvadâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işliyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtin-i dâimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte Arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim; semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semâvata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. O'nu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren: $ diyor. İşte sair mesâili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'an'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.)
NOKTA-İ TEKATU'
Kesişme noktası.
NOKTA-İ TELÂKİ
Karşılaşma noktası. Uygun ve karşılıklı nokta. Buluşma noktası, yeri. * Münâsebet. Uygunluk.
NOKTA-İ TEMAS
Değme noktası. Temas etme noktası.
NOKTA-İ ZERRİN
Güneş. Altun nokta.
NOKTATEYN
İki nokta.
NORMAL
Fr. Kanun, usul ve âdetlere uygun olan. Uygun. * Mat: Bir eğri çizgiye teğet olan doğrunun değme noktasından bu doğruya çizilen dik çizgi.
NOTA
(İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı. * Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret. * Resmi ve siyasi mektup, muhtıra. * Mülâhazat. * Hesap pusulası. * Müziğe ait yazı.
NUAA
Yumuşak ot.
NUAK (NAİK)
Çobanın koyuna haykırıp çağırması.
NUAS
Uyuklama, uyuşukluk. (Bak: Nüas)
NUF
f. Yankı. Aks-i sadâ.
NUFAHA
Su üzerindeki kabarcık.
NU'FE
Erkeklerin iki yanına sallanan saçı.
NUGAŞİ
Kısa boylu adam.
NUGBE
(C.: Nugab) Bir içim su.
NUGER
f. Köle, kul.
NUGERÎ
f. Kölelik, kulluk.
NUGNUG
(C.: Negânig) Boğaz içinde olan et. * Kulak içinde fazlalık olan nesne.
NUGRE
(C.: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı.
NUGZ (NAGZ)
Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak.
NUH (ALEYHİSSELÂM)
Kur'an-ı Kerim'de adı geçen bir peygamber ismi. (Elli yaşında iken kavmini imana dâvete memur edilmiş ve kavmi kendisini dinlemediğinden, iman etmeyenlere ceza olarak dünyayı kaplayan su tufanı olmuş ve zâlimler mahvolmuşlar; iman edenler Nuh Peygamber'in (A.S.) yaptığı gemiye alınarak kurtulmuşlardır.)
NUH SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 71. Suredir ve Mekkîdir.
NUHA'
Boyun kemiği içindeki murdar ilik.
NUHAA
Tükürmek.
NUHAME
Balgam.
NUHAS
Bakır. Bakır para. * Kızgın mâden. * Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre. * Dumansız alev. * Bir şeyin aslı. * Tütün.
NUHASÎ
Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan.
NUHAT
Hıçkırma.
NUHAT
Nahiv (gramer) âlimleri.
NUHBE
Herşeyin seçkini, iyisi. * Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide. * Korkak.
NUHBE-İ ÂMÂL
Mefkure, ideal. Emellerin en sonu.
NUHÎ
Nuh (A.S) ile ilgili. * Pek eski.
NUHL
Karşılıksız hediye ve hibe.
NUHLA
Atiyye, hediye.
NUHRE
Burun deliği.
NUHRE
Kemik dokusunun çürümesi.
NUHRUB
(C.: Nehârib) Kaya yarığı. * Arı kovanı. * Arı sesi.
NUHT
Çocukla birlikte karından çıkan su.
NUHUL
Zayıflık, arıklık.
NUHUR
(Nahr. C.) Ayların evvelleri. * Göğüsler. (Bak: Nahr)
NUHUSET
Uğursuzluk.
NUHUST
f. Birinci, ilk, evvel.
NUHUSTÎN
f. Birinci, ilk, evvel.
NUHUSTZÂD
f. İlk doğmuş olan. Evvel doğan.
NUK
(Naka. C.) Dişi develer.
NUK
f. Okun ucu, temren. Kuş gagası. * Gaga gibi sivri uçlu olan şey.
NUKA
Her şeyin kötüsü.
NUKAA
Birşeyi ıslamada kullanılan su.
NUKAT
(Nokta. C.) Noktalar.
NUKAVE
Temizlik, paklık. * Her şeyin iyisi, seçkini.
NUKAYE
Her nesnenin iyisi.
NUKAZ
Küçük serçe kuşu.
NUKAZA
Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne.
NUKBE
(C.: Nukab) Yol. * Yırtık, delik. * Paçasız don. * Levn, renk. * Pas.
NUKRE
Külçe hâlinde gümüş. * Ense çukuru.
NUKRE-İ KAFA
Ense çukuru.
NUKSAN
Eksilmek, noksanlaşmak.
NUKTA
(C.: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta.
NUKUD
(Nakid. C.) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.
NUKUD-I MEVKUFE
Vakfedilen paralar.
NUKUL
Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler.
NUKUŞ
Resimler, nakışlar.
NUKZ
(C.: Enkâz) Binâ yıkıntısı.
NUL
f. Kuş gagası.
NU'M
Sürur, neşe, sevinç, neşat.
NU'MAN
(Niam. C.) Dört ayaklı hayvanlar. * Kan. * İmam-ı Azam Hazretlerinin adı. * Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği.
NUMİD
f. (Bak: Nevmid)
NUMRUKA
(C.: Nemarik) Küçük yastık.
NUMUD
(Bak: Nümud)
NUMUDE
f. Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Bak: Nümune)
NUN
Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir. * Divid, kalem. * Kılıcın ağzı. Kılıç. * Çene çukuru. * Balık, semek.
NUN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 68. sure ve Kur'anda müteşabih ve şifre olan bir harf.(Bütün kalemlerin ve tastir ve kitapların aslı, esası, ezelî me'hazı ve sermedî üstadı Kader'in kalemi ve Nur ve İlm-i Ezelî'nin nuruna işaret eden bir kelimedir. Ş.)
NU'NU
Uzun boylu adam.
NUN-U MÜTEKELLİM-İ MAA-L GAYR
Mütekellim-i maalgayrın "nun" harfi. Fiildeki cemi' sigasındaki nun. (Bak: Mütekellim-i maalgayr)
NUN-U NA'BÜDÜ
(Bak:Na'büdü) (Arkadaş! deki un ifade ettiği cem' ve cemaat; fikri ve kalbi ayık olan musallinin nazarında, sath-ı arzı bir mescid şekline getirir ve bütün mü'minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları havi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir. M.N.)
NU'NUA
Devenin boyun eti. * Horozun boyun tüyü.
NUR
Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. * Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber. * Zulmeti def eden, şule, ışık. (Bazılarınca ziya, nurdan daha sağlamdır ve daha hastır. Nur; dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki nevidir. Dünyevi olanı da iki çeşittir: Biri: Envar-ı İlâhiyeden intişar eden nurdur. Akıl ve Nur-u Kur'an gibi. İkincisi: Görmekle hissedilir ki, nurlu cisimlerden ibarettir, güneş, ay ve yıldız gibi... Uhrevi nur: $ ilâ âhir.. âyet-i kerimesinde mensus olan nurdur. Nur, âlemin mânen aydınlığına sebep olan Hazret-i Peygamber'e de (A.S.M.) denir. $ âyetinde beyan olunduğu gibi eşyanın hakikatını olduğu gibi beyan eden şeye de "nur" denir. Meşhur bir zata "Nuri" denmiştir; bunun sebebi her ne zaman vaaza ve nasihata başlasa gayb âleminden nurun şimşek gibi parıltısı ona tecelli ederdi. L.R.)
NUR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi.
NURAN
Nurlu, parlak.
NURANÎ
Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver.
NURANİYYET
Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk.
NURBAHŞ
f. Işık saçan, aydınlatan, parlatan.
NURCULUK
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile Türkiye'de başlayan dinî bir hareket ve faaliyettir. Bu hareketin en mühim istinad noktası, Risale-i Nur namındaki eserlerdir.Risale-i Nur eserleri 1926 - 1949 seneleri arasında yazılmıştır ve Kur'anın bu asra bakan mânevî bir tefsiridir. Bilhassa iman ve İslâm esaslarını ve Kur'anın hikmetlerini izah ve isbat eder.Siyasî ve dünyevî cem'iyetçilikten mücerred; ve aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlık ile gönüllerde kurulan nur irfan müessesesi mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara: "Risale-i Nur Talebesi"; kısaltılmış şekli ile "Nur Talebesi" veya "Nurcu" denilmektedir.Daha başka bir tarif ile Nurcu : Risale-i Nur Külliyatı'nı okuyanların meydana getirdiği maddîlikten, teşkilâttan, cemiyet kademelerinden mücerred, aynı eserleri okumaktan doğan mânevî alâkadarlıktan ibaret olan ekol mensublarına da Nurcu denmektedir.Risale-i Nur ve Talebeleri, Âlem-i İslâma, hattâ dünyanın her tarafına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sayılı yazısına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu'nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında:"Nurculuk: Bir tarikat veya bir mezheb olmayıp, Said Nursî adındaki zâtın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Kur'an-ı Kerim âyetlerini ele alarak, Risale-i Nur namıyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır." şeklinde beyan edilmiştir.
NU'RE
(C.: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek.
NUREFŞAN
f. Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren.
NUR-FEŞAN
(Bak: Nurefşan)
NURİ
Nura mensub, nura ait. * Erkek ismidir.
NUR-İ AYN
f. Göz nuru. * Pek sevgili olan.
NUR-İ ÇEŞM
Göz nuru. Gözün iyi görür olması. * Mc: Saadet.
NUR-İ İMAN
İman nuru. Kur'an ve kâinat hakikatlarının görünmesine ve bulunmasına vesile olan imanın mânevi nuru.
NUR-İ KASD
Kasd ve irâdenin nuru. Kasd ve iradeden gelen parlaklık. Bir istek ve kasıtla yapıldığına âit alâmet ışığı.
NUR-İ MÜBİN
Mübin olan nur. Aşikâr ve açıklayıcı olan ve hak ile batılı ayıran nur. Bilhassa iman ve Kur'an ilminin mânevi nuru.
NUR-İ MÜCESSEM
Çok parlak ve güzel olan. Canlı kılığına girmiş gibi olan nur.
NURİYE
Nura âit, nura mensub. * Kadın ismidir.
NURPAŞ
f. Nur saçan, nur saçıcı.
NURTAL'AT
Nur yüzlü.
NUR-UL ENVÂR
Nurların nuru.
NURUN ALA NUR
Daha âlâ, daha iyi, nur üstüne nur.
NUSAHA
(Nasih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
NUSARA
(Nasir. C.) Yardımcılar.
NUSB
(C.: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem. * Zehir, ağu. * Belâ, musibet. * Put, sanem, heykel.
NUSH
Nasihat, ögüt.
NUSHA
(Bak: Nüsha)
NUSRET
(Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak.
NUSSA
Saç kırpıntısı.
NUSSAH
(Nâsih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler.
NUSSAR
(Nâsır. C.) Yardımcılar.
NUSU'
Çok beyaz olmak. * Hâlis olmak.
NUSUL
Huruç etmek, çıkmak. * Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır) * (Nasl. C.) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler.
NUSUS
(Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass)
NUŞ
f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ.
NUŞA NUŞ
f. İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek, defalarca içerek, içe içe.
NUŞADUR
f. Nişadır.
NUŞDARU
f. Panzehir. * Tiryak. * şarap.
NUŞE
f. şâd ve sevinçli. Mesrur olan.
NUŞENDE
(C.: Nuşendegân) f. İçki içen kimse.
NUŞHAND
f. Tatlı gülüşlü.
NUŞİDEN
İçmek mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir.
NUŞİN
f. Lezzetli, tatlı.
NUŞİRVAN
İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur.
NUTFE
(C.: Nütef) Parmak ile yolunan şey.
NUTFE
Duru ve sâfi su. * Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi. * Taşmış, dökülmüş su. * Deniz.
NUTÎ
(C.: Nevâti) Gemici.
NUTK
(Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. * Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
NUTK-U İFTİTAHÎ
Açış nutku.
NUTU'
(Nat'. C.) Meşinden yapılmış döşekler. * Sofra bezleri.
NUTUF
(Nutfe. C.) Nutfeler, dölsuları, spermalar.
NUTUH
Boynuzuyla vuran davar.
NUUMET
Yumuşaklık.
NUUT
(Na't. C.) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler.
NUYAN
f. Şehzâde. Pâdişah oğlu.
NU'Z
Hicaz'da yetişen misvak ağacı.
NUZAR
Altın. * Her nesnenin hâlisi ve iyisi. * Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.NUZC $ (Nazc) Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması. * Etin kemikten dökülür derece pişmesi.
NUZERA
(Nazir. C.) Akranlar, eşler.
NUZUB (NAZAB)
Sinmek. * Iraklık, uzaklık. * Suyun, toprak tarafından emilmesi.
NÜAME
Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver.
NÜAMÎ
Güney rüzgârı.
NÜANS
Fr. İnce fark.
NÜAS
Uyuklama, uyku gelip basma. * Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek.
NÜASÎ
Uyuklama ile ilgili.
NÜBAH
Havlama.
NÜBEA
(Nebi. C.) Nebiler, peygamberler.
NÜBELE
(C.: Nübel) İstincâ taşı. * Kesek parçası.
NÜBLE
İhsan, atiyye. Fazl.
NÜBTA
Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık.
NÜBU'
Suyun, yerden çıkıp akması.
NÜBUB
Bitmek.
NÜBUT
Suyun, yerden çıkıp akması.
NÜBÜVVET
(Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak. (Bak: Muhammed (A.S.M.) - Resül)(.... Hem mâdem nev-i beşerde Nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât -Nübüvvet dâva edip mu'cize gösterenler - gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyyet ile Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünkü İsa (A.S.) ve Musa (A.S.) gibi umum resüllere nebi dedirten ve risâletlerine medar olan delâil ve evsâf ve vazifeler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resül-i Ekrem'de (A.S.M.) daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuddur... M.)(Enbiya-yı Sâlifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muâmeleleri hakkında yalnız zaman ve mekânın tesiriyle bazı hususat müstesnâ olmak şartiyle yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha yüksek bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh nübüvvet mertebesine nâil olanların hey'et-i mecmuası mu'cizeleriyle vesair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile nev-i beşerin sinni kemâle geldiğinde Üstad-ül beşer ünvânını taşıyan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sıdk-ı nübüvvetine ilân-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (A.S.M.) bütün mu'cizeleriyle Saniin vücub ve vahdetini nurlu bir bürhan olarak âleme ilân etmiştir. O Zat'ın (A.S.M.) ahvâl ve harekâtı birer birer yani tek tek O'nun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse hey'et-i mecmuası O'nun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki; şeytanları bile tasdike mecbur eder.İ.İ.)(Bil ki nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak saadetin fihristesidir. İman bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhâlifindedir... M.N.)
NÜBÜVVET DA'VA ETMEK
Peygamber olduğunu bildirip doğruluğunu isbat için deliller göstermek, peygamberliğini ileri sürmek.
NÜBÜVVET-PENAH
Peygamber, nebi. Nübüvvet kendisine istinad eden zât.
NÜC'A
Otlu yer istemek.
NÜCEBA
(Necib. C.) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler.
NÜCEBE
Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan.
NÜCEYM
Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız.
NÜCH (NECÂH)
Zafer bulmak. Hâlâs olmak. Kurtulmak. İhtiyaçlarını giderip zafer bulmak.
NÜCME
Bir ot cinsi.
NÜCU'
Yemeğin hazmolup sindirilmesi. * Eser yapmak. * Duhul etmek, girmek.
NÜCUM
(Necm. C.) Yıldızlar.
NÜCUM
Tulu' etmek, doğmak. * Görünmek, zuhur etmek.
NÜCUMÎ
Yıldızlarla ilgili. * Yıldızlarla uğraşan.
NÜCUM-PEREST
f. Yıldıza tapanlar.
NÜCUM-U SÂKIBE
Işığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar.
NÜCUM-U SEYYARE
Seyyar, gezici yıldızlar.
NÜDA
(C.: Endâ-Endiye) Yağmur. * Boğaz ıslatıcı nesne. * Çiy, rutubet. * Atâ, bahşiş. * Sesin uzaklara gitmesi.
NÜDBE
Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak.
NÜD'E
Mal çokluğu. * Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı. * Et köpüğünün üstü. * İç yağı.
NÜDEMA
(Nedim. C.) Nedimler.
NÜDFE
Atılmış az nesne. * Sağılmış az süt.
NÜDGA
Tırnak sonunda olan beyazlık.
NÜDHA
Genişlik, vüs'at.
NÜDUB
(Nedebe. C.) Yara izleri, nedbeler.
NÜFASE
Diş arasında kalan yemek parçası.
NÜFAZ (NÜFÂZE)
Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne.
NÜF'E
(C.: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot.
NÜFESA
Loğusa kadın.
NÜFFAHA
(C.: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı.
NÜFHA
Yüce beyaz tepe.
NÜFTURE
(C.: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot.
NÜFUK
Helâk olmak.
NÜFUR
Ürküp kaçma, dağılma, firar etme. * İntikal etme. * Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri.
NÜFUS
(Nefs. C.) Nefisler, canlar, şahıslar.
NÜFUS-U SEB'A
1- Nefs-i emmare, 2- Nefs-i levvame, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdiye, 6- Nefs-i mardiyye, 7- Nefs-i sâfiye. (Bak: Nefs)
NÜFUŞ (NEFÂŞ)
Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları.
NÜFUZ
Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan.
NÜFZ
Arka ve kürek eti.
NÜFZA
Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan.
NÜGAK (NAGİK)
Çobanın koyuna çağırıp haykırması.
NÜH
f. Dokuz.
NÜHA
Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men.
NÜHAB
Deve öksürüğü.
NÜHAK
Eşek anırtısı.
NÜHALE
Kepek.
NÜHAM
Bir kuş cinsi.
NÜHAME
Tükrük.
NÜHAS
Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs)
NÜHAT
Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan.
NÜHATE
Yonga. Talaş.
NÜHAZ
Deve öksürüğü. * Devenin göğsünde olan bir hastalık.
NÜHAZ
Yokuş. * Güç yer.
NÜHBE
(C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi.
NÜHBE
Gadapla ve kahirle cebren alınan mal.
NÜHBUR
(C.: Nehâbir) Kum yığını.
NÜHS
Dağ.
NÜHS
Kuş ismi.
NÜHU'
Kusmak.
NÜHUD
Atın iri gövdeli olması.
NÜHUD
(Nühuz) Kalkmak, kıyam etmek, yerinden yükselmek. * Şiddetle muharebe etmek.
NÜHUL
Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul)
NÜHUR
Ayların evvelleri.
NÜHUR
f. Göz, basar, ayn.
NÜHUR
Akarsular, nehirler, ırmaklar.
NÜHUR
(Nahr. C.) Kurbanlar.
NÜHUSET
Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı)
NÜHUST
f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan.
NÜHUZ
Hareket etme, deprenip kalkma.
NÜHÜFT
f. Saklı, gizli.
NÜHÜFTE
f. Saklı, gizli.
NÜHÜFTEGÎ
f. Gizlilik, saklılık.
NÜHÜM
f. Dokuzuncu.
NÜHÜVE
(Et) çiğ olmak.
NÜHYE
(C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son.
NÜHZA
Devenin göğsünde olan bir hastalık.
NÜHZE
Fırsat.
NÜKAF
Deveyi öldüren bir verem.
NÜKAH
Tatlı soğuk su.
NÜKAS
Devenin dudağında olan bir hastalık.
NÜKAT
(Bak: Nikât- Nüket)
NÜKET
(Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler.
NÜKHET
Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime.
NÜKKE
Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve.
NÜKR
Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr.
NÜKRE
Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi.
NÜKS
Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi.
NÜKTE
İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla vurup eser bırakmak.
NÜKTE-ÂMİZ
f. Nükte karıştıran.
NÜKTEBÎN
f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki.
NÜKTEDÂN
f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse.
NÜKTEDÂNÎ
Nüktecilik, nüktedanlık.
NÜKTEDÂR
f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan.
NÜKTEGU
f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen.
NÜKTEGUYÎ
f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme.
NÜKTEPERDAZ
(C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan.
NÜKTEPİRA
f. Nükteye süs veren.
NÜKTESENC
(C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan.
NÜKTEVER
f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen.
NÜKU'
Kısa boylu kadın.
NÜKUB
Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler.
NÜKUL
Vazgeçme, geri dönme, cayma.
NÜKUS
Ardına dönmek.
NÜLK
Alıç adı verilen dağ yemişi.
NÜMA
f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır.
NÜMAYAN
f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan.
NÜMAYANTER
f. Fazla görünen, en çok görünen.
NÜMAYENDE
f. Gösterici.
NÜMAYİŞ
.f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri.
NÜMAYİŞGÂH
f. Gösteri yeri.
NÜMAYİŞKÂR
f. Gösterişli.
NÜMRUK (NÜMRUKA)
(C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı.
NÜMUD
f. Gösteren, görünen, benzeyen.
NÜMUDAR
f. Görünen. * Nümune, örnek.
NÜMUDE
f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş.
NÜMUN
f. Gösteren, benzer, müşabih olan.
NÜMUNE
f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey.
NÜMUNEHANE
f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze.
NÜMUNE-İ İMTİSAL
Örnek tutulacak şey.
NÜMUR
(Nimr. C.) Kaplanlar.
NÜMUZEC
Enmuzec. Örnek, nümune, misal.
NÜMÜVV
Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek.
NÜMÜVV-Ü TABİÎ
Normal şartlar altında büyüyüp gelişme.
NÜMY
Pul.
NÜSAFE
Buğdaydan ayrılan saman.
NÜSAH
Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.
NÜSAL
Hayvandan dökülen tüyler.
NÜSARE
Saçılan şey. * Yemek döküntüsü.
NÜSHA
(C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı).
NÜSHA-İ KÜBRA
Büyük sahife. Kâinat, dünya, çok manayı ifade eden âlem.
NÜSHA-İ SUĞRA
Küçük sahife, küçük nüsha. Küçük mâna ifade eden, küçük mahluk, âlemin küçük bir nüshası mânasında insan.
NÜSHATEYN
İki nüsha.
NÜSU'
Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması.
NÜSUL
Tüy dökme.
NÜSUR
(Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş).
NÜSUR
(Nesr. C.) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar. * Çok çocuk doğuran kadın.
NÜSÜK
(Nüsk) Allah için ibadet etmek.
NÜSÜSE
Kurumak.
NÜŞAB
(Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar.
NÜŞABE
(C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok.
NÜŞAFE
Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük.
NÜŞARE
Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga.
NÜŞBE
Sırnaşık. Ciddi olmayan adam.
NÜŞHAR
f. Geviş.
NÜŞK
Buruna birşey koymak. * Koklamak.
NÜŞKA
Davarın boynuna takılan ip.
NÜŞRE
Sihir, efsun.
NÜŞU'
İlâç içirmek.
NÜŞUB
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek.
NÜŞUH
Az miktar su.
NÜŞUK
Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme.
NÜŞUR
Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler.(Nüşur, neşir gibi bâzan müteaddi, bâzan lâzım olur. Müteaddi olursa bir şeyi açıp yaymak mânasına gelir ki, lisanımızda neşr ve neşriyat ve menşur bu mânadandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zaman ise ölmüş bir şeyin dirilip kalkması mânasınadır ki, Kur'anda nüşur, ekseriyetle bu mânayadır. (E.T.)
NÜŞUS (NEŞS)
Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek.
NÜŞUT
Tohumun baş vermesi, uç göstermesi.
NÜŞUTA
Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.)
NÜŞUZ
Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi.
NÜŞUZE
Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın.
NÜTAC
Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü.
NÜTU
Yumru, çıkıntı. * Yumruluk.
NÜTUC
Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan.
NÜUB
Seri seyir.
NÜUME
Yumuşaklık.
NÜUT
(Bak: Nuut)
NÜÜTÎ
(C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan.
NÜV'
Açlık.
NÜVAH
Ölü için sesle ağlama.
NÜVAHT
f. Çalgı çalma.
NÜVAT
(Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler.
NÜVATÎ
(C.: Nüvâta) Gemici, mellah.
NÜVAZ
f. "Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir.
NÜVB
Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü.
NÜVBE
Yetişmek. * Siyahi bir kabile.
NÜVE
Çekirdek, asıl, menba. (Sayısız hatemlerden canlı mahlukata vaz' edilen hayat hâtemine bakınız. Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle kâinata küçük bir misaldir. Şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir. Kevn ve vücuda bir nüvedir ki; Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zihayat, gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücutlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zihayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez. M.N.)
NÜVEYT
Çekirdekçik.
NÜVİD
f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir.
NÜVİD-İ VASL
(Nevid-i vasl) Kavuşma müjdesi.
NÜVİS
f. Yazan, yazıcı.
NÜVİSENDE
f. Yazıcı, kâtib.
NÜVİŞT
f. Yazılı, yazılmış. * Mektub.
NÜVNE
Çene çukuru.
NÜVRE
Alçı taşı. * Kireçten yapılan.
NÜVVAR
(C.: Nevâre) Ağaç çiçeği.
NÜY'E
Ham ve çiğ olmak.
NÜYUB
(Nâb. C.) Azı dişleri.
NÜZ'
Erkek ister kösnek davar.
NÜZA
Koyunda olan öldürücü bir hastalık.
NÜZERA
(Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar.
NÜZFE
(C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î.
NÜZHET
f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud.
NÜZHET-EFZÂ
f. Eğlenceli ve gönül açacak yer.
NÜZHET-FEZÂ
(Bak: Nüzhet-efza)
NÜZHET-GÂH
Seyir yeri, gezinti, eğlence yeri.
NÜZHET-PEZİR
f. Safa ve neşe bulmuş olan.
NÜZL
(C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek.
NÜZU'
Çekilmiş. * Su çeken deve.
NÜZUL
İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.
NÜZUL-İ SEFİNE
Geminin denize inişi.
NÜZUR
Korkutmak.
NÜZUR
(Nezir.C.) Nezirler, adaklar. (Bak: Nezr)
NÜZÜ' (NEZ')
İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak.
NÜZZAR
(Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar.


O Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


OBA
Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı.
OBJEKTİF
Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı.
OBÜS
Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.
OCAK İMAMI
Tar: Yeniçeri Ocağı'nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.
OD
t. Ateş, nar.
OFİS
Fr. Yazıhane, daire, büro.
OĞLAK
Keçi yavrusu.
OK
Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir. (O.T.D.S.)
OKİYYE
(Veya hemzenin hazfı ile "Vekiyye") Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer'an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir. (Bak: Direm)
OKKA
t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm)
OKYANUS
Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı.
OLİGARŞİ
Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.
OPERASYON
Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat.
ORAN
Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif.
ORDU
t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi. * En büyük askerî birlik. * Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi. (Maarif Ordusu, İlim Ordusu gibi mecazî olarak da söylenir.)
ORDU (URDU) DİLİ
Pakistan'da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.
ORDUGÂH
f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri.
ORDU-YU MÜBLÂ
Perişan edilmiş, dağıtılmış ordu.
ORGAN
t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * Âlet.
ORGANİZASYON
Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât.
ORHAN GAZİ
(Mi: 1288 - 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli'ye geçtiler. Türbesi Bursa'dadır. (R. Aleyh)
ORİJİNAL
Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan.
ORSA
Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele.
ORTODOKS
Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.
ORUÇ
(Bak: Savm - Ramazan)(Oruç en gafillere ve mütemerridlere za'fını ve aczini, fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtası ile midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkata muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin fir'avunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise... M.)
OSMAN (R.A.)
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere'den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr'den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın üçüncü halifesi ve damadıdır. Hazret-i Osman (R.A.) çok zengindi. Bütün malını Peygamberimiz ve İslâmiyet için feda etti. Çok hayâ ve hilm sahibi idi. Peygamberimizin (A.S.M.) iki kızı ile evlenmek nasib olduğu için kendisine "Zinnureyn" nâmı da verilmiştir. Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) toplayıp cem'ettiği Kur'ân-ı Kerim nüshalarını teksir ederek mühim merkez ve vilâyetlere gönderdi. Sekseniki yaşında şehid edildi. (R.A.)
OSMANÎ
(Osmaniye) Osman'a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.
OSMANİYÂN
(Osmanî. C.) Osmanlılar.
OSMANLI
Osmanlı Devleti teb'asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mi: 1288'de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.
OSMANLICA
Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir.
OST
(Bak: Heme ost)
OTAĞ
Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine "Otağ-ı Hümayun", sadrazamınkine ise "Otağ-ı Asafî" denilirdi.
OTOMATİK
Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen.
OTORİTE
Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser.
OZAN
t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi.

Ö Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler

ÖMER (R.A.)
Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere'den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya'ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek.
ÖMER BİN FARID
(M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.
ÖMER HAYYAM
Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran'ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.
ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ
(Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer'in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer'di. Malatya'yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)
ÖMR
Yaşama, hayat, yaşayış.
ÖMRE
(Bak: Umre)
ÖMR-Ü CAHİM
Cehennem hayatı.
ÖMR-Ü CÂVİD
Ebedî hayat.
ÖMR-Ü GÜZEŞTE
Geçmiş ömür. Geçmiş hayat.
ÖMR-Ü HAZİN
Hazin ömür. Hüzünlü hayat.
ÖMR-Ü SÂNİ
İkinci hayat, âhiret hayatı.
ÖMR-Ü TAVİL
Uzun ömür.
ÖMR-Ü ZÂİL
Geçici ömür, fani hayat.
ÖRF
İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma'ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi' olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer'an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir.
ÖRFEN
Örf bakımından, âdetlere göre.
ÖRFÎ
Âdete âit ve onunla alâkalı.
ÖRFÎ İDARE
(İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.
ÖRF-İ NÂS
f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri.
ÖRFİYAT
Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.
ÖŞR-Ü MİŞAR
Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.
ÖŞR-Ü MİŞAR-I AŞİR
Binde bir.
ÖŞÜR
Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.
ÖZÜR
Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.
ÖZÜRHÂH
f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen.



P Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler

Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında "b" harfi gibi iki sayısına tekabül eder.
PÂ (PÂY)
f. Ayak. * Takat, mukavemet. * İz.
PÂ-BEND
Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir. * Engel, mâni.
PÂ-BEND-İ TERAKKİ
İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek.
PÂ-BERCÂ
Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.
PÂ-BERCÂ-Yİ HAREKET
Hareket etmek üzere bulunan, âmâde.
PÂ-BE-RİKÂB
Hareket etmek üzere olan.
PÂ-BESTE
f. Ayağı bağlı. Hareketsiz.
PÂ-BUS
f. Ayak öpen.
PÂ-BÜREHNE
f. Yalın ayak.
PÂ-CÂME
f. Şalvar, don, çakşır. Pijama.
PAÇAN
f. Saçan, saçıcı.
PAÇAVRE
f. Paçavra, kirli bez.
PA-ÇE
f. Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. * Koyun, keçi ve sığır ayağı. * Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek.
PAÇEK
f. Tezek, mayıs.
PAÇENG
f. Küçük pencere. * Baca, menfez delik.
PA-ÇİLE
f. Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı.
PAD
f. Saklayan, hıfzeden. * Büyük, ulu. * Bekleyen, muhafaza eden, koruyan.
PA-DAM
f. (Ayaktan yakalayan) Kuş tuzağı.
PADAŞ
(C.: Padaşân) f. Mükâfat, ecr. * Yoldaş. Yol arkadaşı.
PADAŞÂN
(Padaş. C.) f. Arkadaşlar, ayakdaşlar. * Mükâfatlar.
PADAV
f. Kocakarı.
PADE
f. Eşek ve sığır sürüsü. * Çoban sopası. * Yayla.
PADERGİL
(Pâ-der-gil) f. Ayağı çamurda. * Mc: Davranamaz. * Sıkıntıda.
PADERHAVA
(Pâ-der-hava) f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
PADERİKAL
(Pâ-der-ikal) f. Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz.
PADERPA
(Pâ-der-pâ) : f. Ayak ayağa. Yanyana.
PA-DEŞ
f. Mükâfat.
PADGÂNE
f. Yüksek dam. * Kapı içinde olan pencere.
PADİŞAH
(Pâdşâh) f. Büyük hükümdar, sultan. Cihan sahibi. Zararı def' eden, ıslah eden, muslih.
PADİŞAH-I SÂNİ
İkinci padişah.
PADİŞAHÎ
f. Padişahla ilgili, padişaha ait.
PADZEHR
f. Panzehir.
PAFERSUD
(Pâ-fersud) f. Ayağı incinmiş, aşınmış olan.
PAGANDE
f. Atılmış pamuk. * Atılmış pamuktan yapma yumak.
PAGUŞ
f. Suya dalma.
PA-HAST
f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan.
PAJEH
f. İnleme, inilti.
PAJİR
f. Panzehir.
PAK
f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi.
PAKAN
(Pâk. C.) f. Temizler, pâklar. * Mc: Veliler, evliya.
PAKÂR
f. Tahsildar.
PAKÂRÎ
f. Tahsildarlık.
PAK-BAZ
(C.: Pâk-bâzân) f. Temiz oynayan. * Mc: Sadakatli âşık.
PAKDAMEN
f. Eteği temiz. * Mc: Namuslu.
PAK-DAMENÎ
f. "Eteği temiz oluş" * Mc: Namusluluk.
PAKEND
f. Yakut. * şarap, bâde.
PAKİ
f. Temizlik, paklık. * Ustura.
PAKİZE
f. Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız.
PAK-MEŞREB
Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan.
PAKT
Fr. Akid, sözleşme, andlaşma. Siyasi anlaşma.
PA-KUB
f. Çengi.
PAK-ZAD
f. Temiz asıllı. Aslı temiz olan.
PALA
f. Yedek at. * Asılmış, asılı. * Süzgeç.
PALA
Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.
PALAD
(Pâlâde) f. Yedek at.
PALADE
f. Kötü söyleyen, ayıp arayan.
PALAHENG
f. Yular, dizgin. * Av veya suçlu bağlanacak kement. * Kemer. * Tazı boynuna geçirilen ağaç halka.
PALAMAR
Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat. * Büyük halat. (O.T.D.S.) * Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)
PALAN
f. Palan, semer, eğer.
PALAN-DUZ
f. Semerci, palancı. Semer diken.
PALANÎ
f. Semerci.
PALAR
f. Çatı direği.
PALAS PANDIRAS
Hemen, birden bire, hazırlıksız, habersiz.
PALAVAN
(Pâlâven) f. Süzgeç, helvacı süzgeci.
PALAVRA
(İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz.
PALAY
f. (Bak: Pala)
PALDÜM
f. Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış.
PALENG
f. Postal. Çarık.
PALENG-İ FERSUDE
Eski çarık.
PALİDE
f. Süzülmüş, durulmuş. * Ziyade olmuş, büyümüş.
PALİKANE
f. Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı.
PALİKARYA
Mc: Kabadayı, yiğit, cesur. * Rum gençleri.
PALUDE
f. Süzülmüş, saf hâle getirilmiş.
PALUŞ
f. Karışık.
PALVANE
f. Dağ kırlangıcı.
PALVAYE
f. Dağ kırlangıcı.
PA-MAL
f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.,
PA-MAL-İ ADÜV
Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş.
PAN
Yun. "Bütün, karşı" mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir $ : Zehire karşı ilâç.
PANAYIR
Yun. Yılda bir - iki defa muayyen bir yerde kurulan ve bir müddet devam eden büyük pazar.
PANDOMİMA
Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi. * Sessiz tiyatro oyunu.
PANDOMİMA KOPMAK
Karışıklık çıkmak. * Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.
PA-NİHADE
f. Ayak koymuş, ayak basmış. Gelmiş, ulaşmış, vâsıl olmuş. * Doğmuş, tevellüd etmiş.
PAN-İSLAMİZM
Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti.
PANO
Fr. Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha.
PANZDE(H)
f. Onbeş.
PANZEHİR
Zehire karşı ilâç.
PAPA
İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.
PAPAĞAN
İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş.
PAPEZ
f. İnişi ve yokuşu olan yer.
PAPURE
f. İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban.
PA-PUŞ
f. Ayak örten. Ayakkabı, pabuç.
PAR
f. Geçen yıl, bıldır. * Para.
PARAFE
Fr. Kısa imza, işâret.
PARAGRAF
Yun. Düz yazıda bölümlerden herbiri.
PARALEL
Yun. Müvazi. * Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.
PARANTEZ
Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.
PARAV
f. Kocakarı, acûze.
PARAVAN(A)
İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler. * Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde. * Gizleme vasıtası.
PARAZİT
Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması. * Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.
PARÇE
f. Ufak şey, küçük nesne, parça.
PARDUZ
f. Eskici, yamacı.
PARE
f. Cüz, parça. Kesinti. * Para. Kuruşun kırkta biri. * Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. * Sayı, bölük. * "Parça" mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre $ : Ay parçası. * Güzel. Yek-pâre $ : Tek parça, bir parça.
PARE-DUZ
f. Eskici, yamacı.
PA-RENC
f. Ayak teri. Ücret.
PARE-PARE
f. Parça parça.
PARGÎ
f. Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. * Orospuluk.
PARİN
(Pârine) f. Geçen yılki, geçen sene olan, bıldırki.
PARİR
f. Dayak, destek, direk.
PARLAMENTO
İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.
PARS
f. Dine bağlı kimse. * Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. * Fars milleti, İran kavmi.
PARSAL
f. Geçen yıl, bıldır.
PARSE
f. Dilencilik.
PARSEL
Fr. Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası.
PARSENG
f. Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey.
PARTİZAN
Fr. Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse.
PARU
(Pârub) f. Kocakarı, acûze.
PARULE
f. Şakacı, lâtifeci. * Yonga. * Hayırsız ve işe yaramaz kişi.
PARYAB
f. Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin.
PAS
f. Gecenin sekizde biri. * Gözetleme, bekleme. * Keder, hüzün, gam. * İç sıkıntısı.
PA-SAR
f. Tekme. Tepme.
PASBAN (PÂSUBAN)
f. Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi.
PASBANÎ
f. Bekçilik.
PASDAR
f. Gece bekçisi.
PASDARÎ
f. Bekçilik, gözcülük.
PA-SEBÜK
f. İşine sarılmış, ayağına çabuk.
PASEK
f. Esneme, esneyiş.
PA-SİTADE
f. Ayakta duran. Kaim.
PASKAL (PASCAL)
Fr. Hristiyanlıkta dindarlığı ile beraber fizik, edebiyat, hesap, hendese ve felsefede (Milâdi 17. asırda) büyük bir âlim olarak tanınmıştır.
PAS-PAR
f. Tekme.
PASTORAL
Yun. Kır hayatına, köy âlemine dair yazılan manzume.
PASUH
f. Karşılık, cevap.
PASUHGÜZAR
f. Cevap veren, karşılık veren.
PASUHŞİNEV
f. Cevabı dinleyen.
PA-SÜVAR
f. Yaya olan, yaya, piyade.
PASVAN
f. Gece bekçisi.
PAŞ
f. "Serpen, saçan, dağıtan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır.
PAŞ PAŞ
f. Parça parça, ufak ufak. * Dağınık.
PAŞA
Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden "mir-i liva" ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül ümera rütbelerine tahsis edilmiştir. Damat Paşa, Ağa Paşa, Vali Paşa o cümledendir.Paşa kelimesinin aslı hakkında pek çok ihtilâf vardır. Lügat erbabının bazıları, Farsça "Pây-i şah" lâfzından değiştirilmiş olduğunu; bâzıları da Türkçede büyük birâder mânasına gelen "Beşe" kelimesinin telâffuzunun zamanla "paşa"ya değiştiğini; bir kısmı da evin, ailenin büyüğü, reisi anlamına gelen "Baş ağa" dan tahrif edildiğini yazarlar. Ayrıca Türklerde büyük evlâda da paşa derler. Paşa tâbiri, hürmet ifadesi olarak, ulema ve meşâyihten bazılarına da verilmiştir. Bugün dilimizde generâl anlamına kullanılır. (O.T.D.S.)
PAŞALI
Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar.
PAŞAN
f. Saçan, saçıcı.
PAŞAZÂDE
Paşa oğlu.
PAŞENDE
f. Saçan, dağıtan, saçıcı.
PAŞİB
f. Basamak, merdiven.
PAŞİDE
f. Saçılmış, serpilmiş, dağılmış.
PAŞNA
f. Topuk, ökçe.
PAŞNİN
f. Ağaç ve tahta parçaları.
PATİLE
f. Tencere.
PATİNÎ
f. Harman yabası.
PATRİK
Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.
PATRİKHANE
Patrik adı verilen Rum başpapazının oturduğu yer.
PATRİKLİK
Osmanlı saltanatı zamanında muhtelif gayr-i müslimlerin dinî ve medenî bazı işlerini idare eden makamlar.
PA-YAB
f. Kuvvet, kudret, tâkat. * Su birikintisi. * Havuzun dibi. * Kuyu basamağı. * Son, nihayet.
PAYAN
f. Kenar, son nihayet, uç. * Tas: Ehl-i tarikatın ulaşacağı birlik âlemi. * Akıbet.
PAYBAF
f. Çulha.
PAYBEND
f. Ayakbağı. * Mani, engel. * Köstek.
PAYBESTE
f. Hareketsiz. Ayağı bağlı.
PAYDAR
(Pâyidar) f. İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. * Sağlam. Muhkem. * Sermedî. * Bedi. '* Sâbit.
PAYDARÎ
f. Devamlılık, süreklilik.
PAY-DER-GİL
f. Ayağı çamurda. * Sıkıntıda, dertte. * Mc: Davranamaz.
PAY-DER-HAVA
f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
PAYDOS
f. Tatil, teneffüs, serbestlik.
PAYE
f. Rütbe, derece. * Merdiven ayağı. * İlim sahibi olanların bir derecesi.
PAYEDÂR
f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı.
PAYEDÂRÎ
f. İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık.
PAY-EFZAR
f. Ayakkabı.
PAY-ENDAZ
f. Ayak atan, ayak atmış. * Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. * Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş.
PAYENDE
(C.: Payendegân) f. Payanda, destek, dayak. * Duran, sürekli.
PAYENDEGÎ
f. Devamlılık, süreklilik.
PAY-FERSUD
f. Ayağı incinmiş, aşınmış.
PAYGÂH
f. Derece, mertebe, rütbe.
PAYİN
f. Aşağı. Aşağı taraf. * Merdivenin ilk basamağı.
PAYİTAHT
(Bak: Pâytaht)
PAYİZ
f. Güz, sonbahar. * Yaşlılık, ihtiyarlık. * Eski, köhne, yıpranmış.
PAYKUB
f. Ayak vuran. * Mc: Rakseden, köçek.
PAYMAL
(Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş.
PAYMÜZD
f. Bahşiş, ayak teri.
PAYTAHT
(Pâyitaht) f. Merkez-i hükümet, başşehir, başkent.
PAYÛE
(Bak: Pâ)
PAYZAR
f. Ayakkabı, pabuç.
PAYZEDE
f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
PAYZEN
.f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri. * Suçlu. * Esir. * Hizmetçi, uşak.
PAZAC
f. Ebe kadın. * Dadı, sütnine.
PA-ZEDE
(Bak: Pâyzede)
PAZEN
f. Pezevenk.
PAZİN
f. Gecenin bir kısmı.
PAZİR
Destek, payanda, dayak.
PAZUBEND
(Bak: Bâzubend)
PEÇE
Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü. (Bak: Tesettür)
PEÇE
(C.: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. * Oğlan, çocuk. * Sarmaşık bitkisi.
PEÇEGÂN
(Peçe. C.) f. İnsan veya hayvan yavruları.
PEÇEL
f. Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam.
PEDAGOG
Yun. Çocuk terbiyecisi, mürebbi.
PEDE
f. Çakmak, kav. * Kavak ağacı.
PEDENDER
f. Üvey baba. Babalık.
PEDER
f. Baba.
PEDERÂNE
f. Babaya yakışır tarzda, pedercesine.
PEDERÎ
f. Babalık, pederlik.
PEDERZE
f. Çıkın, bohça.
PEDİD
f. Aşikâr, görünür, açık, belli.
PEDME
f. Nasib, kısmet. Pay, hisse.
PEDRUD
f. Vedâlaşma.
PEHİN
f. Çok enli.
PEHLE
f. Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad.
PEHLEV
f. Şehir, belde. * Yiğit, kahraman.
PEHLEVAN
f. Pehlivan. Yiğit. Kahraman. Güreşçi.
PEHLEVANÎ
f. Pehlivanlık, güreşçilik, yiğitlik, kahramanlık.
PEHLU
f. Vücudun iki yanından biri, yan.
PEHN
f. Enli, geniş, yassı. * Genişlik, enlilik.
PEHNA
f. Genişlik, enlilik. * Enli, geniş, yaygın.
PEHNANE
f. Beyaz pide. * Bir cins maymun.
PEHNAVER
f. Pek geniş. Pek açık. * Soluk, solmuş.
PEHNAVERÎ
f. Enlilik, genişlik. Vüs'at.
PEJGALE
f. Pay, hisse. * Yırtık, yama.
PEJM
f. Sis, duman.
PEJMAN
f. Pişman, nâdim. * Kederli, hüzünlü.
PEJMÜRDE
f. Dağınık. * Eski, yırtık. * Perişan. * Buruşuk, buruşmuş.
PEJMÜRDE-HAL
f. Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan.
PEJUH
f. Araştırma, soruşturma.
PEJUHENDE
f. Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis.
PEJUHİDE
f. Çok akıllı, olgun, bilgili.
PEJULİDE
f. Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış.
PEJVİN
f. Kirli, pis. Çirkin.
PELADE
f. Fesatçı. Müfsid.
PELAS
f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs.
PELE
f. Terazi kefesi.
PELİD
f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse.
PELİTE
f. Lâmba veya kandil fitili. Fitil. * Yaralarda kullanılan fitil.
PELLE
f. Derece. * Merdiven.
PELME
f. Yazı tahtası.
PELUS
f. Hilekâr. Hile yapan.
PELVAS
f. Yaltaklanma.
PENAGÂH
f. Sığınacak yer. Sığınak. Melce'.
PENAH
f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta.
PENAH-ÂVERDE
f. Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci.
PENAHENDE
f. Sığınan, iltica eden.
PENAHGÂH
f. Sığınacak yer, melce.
PENAHÎ
f. Sığınma.
PENAHİDE
f. Sığınmış, iltica etmiş.
PENAM
f. Gizli, saklı. Örtülü.
PENBE
f. Pamuk. * Açık kırmızı renk.
PENBEZÂR
f. Pamuk tarlası.
PENBEZEN
f. Hallaç. Pamuk atıcı.
PENC
f. Beş.
PENCAH
f. Elli. (50)
PENCAHSÂLE
f. Elli yaşında.
PENCGANE
f. Beşli, beşten ibâret, beş tâneli.
PENCİŞ
f. İncinme.
PENCKUŞE
f. Beş köşeli. Muhammes.
PENCPAY
f. Beş ayaklı. Yengeç.
PENCRUZE
f. Beş günlük. * Süreksiz, pek az.
PENCSALE
f. Beş yaşında.
PENCŞENBİH
f. Beşinci gün. Perşembe.
PENCÜM
f. Beşinci.
PENCÜMİN
f. Beşinci.
PENÇE
f. El ayası ile beş parmağın tamamı. * Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. * Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. * Mc: Kuvvet. Savlet, satvet.
PENÇE-İ KAHR
Kahir pençesi. Mahveden el.
PENÇEZEN
f. Pençe vuran, düşman.
PEND
f. Nasihat, vaaz, öğüt.
PENDİMİ GUŞ ETTİ
Nasihatımı dinledi.
PENDKÂR
(C.: Pendkârân) f. Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren.
PENDNÂME
f. Öğüt kitabı.
PENDUZ
f. Çuvaldız.
PENİR
f. Peynir.
PER
f. Kanat.
PERAKENDE
f. Dağınık. Dağıtma. * Azar azar yayılan veya satılan.
PERAKENDEGÛ
f. Saçma sapan konuşan. Saçmalayan.
PERANDAH
f. Sepilenmiş deri sahtiyan.
PER-AVER
f. Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan.
PERÇEM
f. Kâkül. * Tepede bırakılan saç. * Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler.
PERD
f. Kıvrım, büklüm, kat.
PERDA
f. Yarın.
PERDAHT
f. Cilâ. Parlaklık, parlama. * Düzleme, temizleme.
PERDAHTE
f. Cilâlanmış, parlatılmış. * Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş.
PERDAR
f. (Bak: Berdâr)
PERDAZ
f. Tertib eden, düzenleyen, düzeltici.
PERDE
f. Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. * Mc: Irz, namus, iffet.* Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. * Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. * Ekran, sinema perdesi. * Tıb: Aksu. * Mc: Gaflet. Basiretsizlik. (Bak: Esbabperest.)
PERDE YIRTILMAK
Hayasızlık etmek, utanmazlık.
PERDEBERDAR
f. Perde kaldırıcı. Perde açıcı.
PERDEBER-ENDAZ
f. Perdeyi kaldırıp atan. * Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız.
PERDEBİRUN
f. Utanmaz, açıksaçık konuşan.
PERDEBİRUNÂNE
f. Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce.
PERDEDÂR
f. Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan.
PERDEDÂR-I FELEK
Ay, kamer.
PERDEDER
f. Perde yırtan. Utanmaz, hayâsız.
PERDEGÎ
(C.: Perdegiyân) f. İyi örtünmüş ve namuslu kadın.
PERDE-İ CÜMUD
Donmuş, katı perde. * Mc: Alem, tabiat. * Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde.
PERDE-İ NİLGÜN
Gökyüzü, sema.
PERDE-İ TÜRABİYE
Toprak perdesi, yer yüzü.
PERDEKÂR
f. Perdeli. Perde ile örtülü yer.
PERDEKEŞ
f. Perde çekici, örtücü. Engel, mâni.
PERDENİŞİN
f. Perde arkasında oturan. * Mc: Namuslu, temiz.
PERDEPUŞ
f. Örten, örtücü.
PERDESERÂ
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. * Saz çalan, çalgıcı. * Küçük çadır.
PERDESERÂY
f. Küçük çadır. * Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan.
PERDEŞİNÂS
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
PERE
f. Uç, kenar.
PERE-İ BİNÎ
Burun ucu.
PERE-İ KÛH
Dağ eteği.
PEREND-AVER
f. Çok keskin kılınç, pala veya hançer.
PERENDE
f. Uçan, uçucu. * Av kuşu. * Çark gibi dönerek atılan takla.
PERENDEBÂZ
f. Takla atan kimse. Cambaz.
PERENDEK
f. Küçük tepe.
PERENDİN
f. İpek elbise, ipek kumaş veya ipek mendil.
PERENDUN
f. Evvelki gece.
PERENDUŞ
f. Dün gece.
PERENDUŞİNE
f. Dün geceki şey.
PERENDVAR
f. Evvelki gece.
PERENG
f. Suyu iyi verilmiş kılınç.
PEREST
(C.: Perestân) f. Tapan, tapınan, taparcasına seven.
PERESTAN
f. Ocak, fırın.
PERESTAN
(Perest. C.) f. Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler.
PERESTAR
(C.: Perestarân) f. Hizmetçi. * Kul. * Tapan, tapıcı. * Dalkavuk.
PERESTARÂN
(Perestar. C.) f. Kullar, köleler. * Hizmetçiler. * Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. * Tapanlar, tapıcılar.
PERESTAR-I HAYÂL
Şâir, ozan.
PERESTARÎ
f. Hizmetçilik. * Kulluk. * Tapıcılık. * Dalkavukluk.
PERESTİDE
f. Sevgili, mahbub, sevilen.
PERESTİŞ
f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek.
PERESTİŞKÂR
İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.
PERGÂL
f. Pergel.
PERGÂLE
f. Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. * Parça.
PERGÂM
f. Döl yatağı. Rahim.
PERGÂR
f. Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet.
PERGÂRVÂR
f. Pergel gibi.
PERGAZE
f. Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı.
PERGEM
f. İşsiz güçsüz, boşta dolaşan adam.
PERGUL
f. Bulgur. * Bulgur pilavı. * Un helvası.
PERGUNE
f. Yakışıksız, çirkin.
PER-GÜŞA
f. Kanat açıcı, uçucu. * Keskin uçucu.
PERH
f. Hisse, pay. * Değersiz mal.
PERHAŞ
f. Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga.
PERHAŞCU(Y)
f. Muharib, savaşçı. Kavgacı.
PERHİDE
f. İşaret olunmuş.
PERHİZ
f. Sakınmak, çekinmek. * Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. * Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak.
PERHİZKÂR
Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.
PERHUN
f. Pergelle çizilmiş çember, dâire, halka.
PERHÜDE
f. Saçmasapan söz, hezeyan. * Ateşten dolayı sararmış eşyâ.
PERİ
f. Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. * İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. *Mc: Güzel insan. Güzel kimse.
PERİ PEYKER
Peri yüzlü güzel.
PERİ-ÇİHRE
f. Peri yüzlü, güzel yüzlü.
PERİDE
f. Uçmuş. *Solmuş, soluk.
PERİDERENG
f. Rengi uçmuş, solmuş.
PERİ-İ MELÂHAT
Güzellik perisi.
PERİR
f. Evvelki gün.
PERİ-RU
f. Peri gibi güzel yüzlü.
PERİŞAN
f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı.
PERİŞANHÂTIR
f. Dalgın, düşünceli.
PERİŞANÎ
f. Perişanlık, dağınıklık. * Düzensizlik, bozgunluk. * Yoksulluk, fakirlik.
PERİZ
f. Haykırma, bağırma. Feryâd. * Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot.
PERİZE
f. Ateşte pişirilen ekmek. * Kırmızı altun.
PERMER
f. Ümid etme, umma, bekleme. İntizar.
PERMUN
f. Süs, bezek.
PERNİH
f. İnce düz taş.
PERNİYAN
f. Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş.
PERNUN
f. İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş.
PERRAN
f. Uçan, uçucu.
PERSONEL
Fr. Şahsa dâir. Şahsî. * Bir işte çalışanların hepsi.
PERTAB
f. Atılma, sıçrama. * Hız almak için geriden koşarak atılma. * Uzağa düşen ok veya başka bir şey.
PERTEV
(Pertav) f. Ziya, ışık. * Atılma, sıçrama, hız.
PERTEV-ENDÂZ
Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.
PERTEV-FEŞAN
Işık saçan, ziya saçan.
PERTEV-İ MİHR
Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı.
PERTEV-SUZ
Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.
PERUŞ
f. Küçük çıban, sivilce.
PERVA
f. Korku, çekinmek. * Alâka, ilgi, bağ. * Takat. * Durup dinlenmek. * Bilmek. * Vesvese. * Kayd. * Iztırab. * Terk, feragat. * Hayran, şaşmış. * Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. * Gussalanmak. (L.R.)
PERVANE
f. Fırıldak çark. * Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. * Haberci, kılavuz.
PERVANEGÂN
(Pervane. C.) Gece kelebekleri.
PERVANEK
f. Karakulak adı verilen bir hayvan. * Ask: Öncü, pişdâr.
PERVAR
f. Besili, beslenmiş.
PERVAS
f. El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama.
PERVAZ
f. Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. * Nur. * Karargâh. * Saçmak. * Hücre. * Saçak. * Ayna. Dolap. * İnce, uzun tahta. * Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır.
PERVAZE
f. Kır gezisi için hazırlanan yemek. * Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı.
PERVAZGÂH
f. Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı.
PERVAZ-I BERDÂR
Yükselip uçan. Uçarak dolaşan.
PERVER
(Pervar) f. "Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan" mânâsında birleşik kelimeler yapılır.
PERVERÂN
(Perver. C.) f. Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler.
PERVERDE
f. Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş.
PERVERENDE
f. Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. * Terbiye edici, yetiştirici.
PERVERÎ
f. Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye.
PERVERİŞ
f. Besleme, besleyiş. Beslenme. * Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. * İlerleme, terakki.
PERVERİŞYÂB
f. Beslenen. * Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen.
PERVERİŞYÂFTE
f. Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş.
PERVİN
f. Ülker denilen yedi yıldızın tamamı.
PERVİZ
f. Üstün, galib, muzaffer. * Elek. Süzgeç. * Güzellik. * Balık. * Cilve. * Tar: İran Hükümdarı Husrev'in lâkabı.
PERVİZEN
f. Elek, kalbur.
PERVİZ-İ FELEK
Güneş, şems.
PES
f. Arka, art, geri. * Öyle ise, imdi...
PES Ü PİŞ
Arka ve ön.
PESADET
f. Veresiye alışveriş.
PESAVEND
f. Kafiye.
PESEND
f. Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık.
PESENDÂNE
Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle.
PESENDİDE
f. Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab.
PES-İ DİVÂR
Duvarın arkası.
PES-İ PERDE
Perde arkası.
PESİN
f. Sonraki, gerideki, en son.
PESMANDE
f. Geri kalmış, geride bulunan, bâkiye. * Artmış, artık.
PESMANDE-HOR
f. Artık yiyen.
PESPERDE
f. Perde arkası, gizli iş.
PESREV
f. Arkadan gelen. * Uşak, hizmetçi.
PEST
f. Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. * Sesi galiz, kalın ve korkunç olan.
PESTBAHT
f. Talihsiz. Bahtı fenâ olan.
PESTÎ
f. Alçaklık, âdilik, zillet.
PESTPAYE
(C.: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.
PESTPERDE
f. Alçak ve hafif sesle.
PESTSADA
f. Hafif ses.
PEŞE
(Bak: Peşşe)
PEŞİMAN
f. Pişman. Nâdim.
PEŞİMANÎ
f. Pişmanlık, nedamet.
PEŞİN
f. Nakdî para. * Önceden, önce.
PEŞİNÂT
f. Peşin verilen paralar.
PEŞİZ
(Peşize) f. Akçe, mangır. Pul. * Balık pulu.
PEŞKEŞ
(Pişkeş) f. Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek.(Bir şeyde mehâsin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiât olsa, avâma taksim ederler! M.)
PEŞLENG
f. Geri kalan, geri kalmış.
PEŞM
f. Yapağı, yün. * Keten helvası.
PEŞMİN
(Peşmine) f. Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. * Sâde ve süssüz elbise.
PEŞREV
f. (Aslı: Pişrev) Önde giden. * Türk müziğinde bir saz eseri. * Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. * Bir çeşit ok.
PEŞŞE
f. Sivrisinek.
PEŞŞEGİR
f. Sinek avlıyan. * Mc: İşsiz güçsüz, boş gezen kimse.
PETER
f. Düz maden levha.
PETGİR
f. Kıl elek.
PEY
f. İz, işaret, nişan. * Ard, arka, akab.
PEYAM
(Peygam) f. Haber.
PEYAM-ÂVER
(C.: Peyamâverân) f. Haber getiren.
PEYAM-BER
f. Haber getiren. Peygamber.
PEYAM-I HASRET
Hasret, özleyiş haberi.
PEY-A-PEY
f. Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. * Azar azar, tedricen, peyderpey.
PEYDA
f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan.
PEY-DER-PEY
f. Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar.
PEYEMRES
f. Haber getiren, haber ulaştıran, haberci.
PEY-ENDER-PEY
f. Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar.
PEYGAM
(Bak: Peyam)
PEYGAMAVER
(Peygam-âver) f. Haber getiren, haberci.
PEYGAMBER
(Peyamber) f. Allah'tan haber getiren. Allah'ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. (Bak: Mefhar-ı kâinat, Muhammed (A.S.M.), Nübüvvet, Resül)
PEYGAMBERÂN
(Peygamber. C.) Peygamberler.
PEYGAMBERÎ
f. Peygamberlik. * Peygamberle alâkalı.
PEYGAR
f. Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga.
PEYGARE
f. İftira.
PEYGULE
f. Köşe, bucak.
PEYGULEGÜZİN
Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan.
PEYGULE-İ NİSYAN
Unutulma köşesi.
PEYGUN
f. And, şart, ahd, peyman.
PEYK
f. Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. * Haber ve mektup getirip götüren.
PEYKAN
Okun ucundaki sivri demir.
PEYKE
f. Tahta sedir.
PEYKER
f. Yüz, çehre, surat.
PEYK-İ FELEK
Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki.
PEYM
f. Haber.
PEYMA
f. Ölçen, ölçücü.
PEYMAN
f. And, yemin, muahede, ahitleşmek.(Cihet-ül vahdet-i ittihadımız, tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü'min ilâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda bunun mühim bir sebebi maddeten terakki etmektir. H.Ş.)
PEYMANE
f. Büyük kadeh. * Ölçek, kile. * Şarap bardağı.
PEYMANEKEŞ
f. İçki içen.
PEYMANE-ŞİKEST
f. Kadehi kırık.
PEYMAN-ŞİKEN
(Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen.
PEYMAY
f. Tartıcı, ölçücü.
PEYMUDE
f. Ölçülmüş.
PEYREV
f. Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan.
PEYSİPER
f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
PEYUG
(C.: Peyugân) f. Gelin.
PEYUGAN
(Peyug. C.) Gelinler.
PEYVEND
f. Ulaşma, varma, vasıl olma. * Bağ, alâka.
PEYVEST
f. Ulaşma, vasıl olma, kavuşma.
PEYVESTE
f. Her zaman, dâima. * Ulaşmış, ermiş. * Bitişik, muttasıl.
PEYVESTEGÎ
f. Bitişme, ulaşma, bitişiklik.
PEZİR
f. Kabul eden, olan, olabilen. * "Söz dinleyici, emir tutan" mânasında birleşik kelimeler yapılır.
PEZİRA
f. Kabul eden.
PEZİRAY-HİTAM
Sona eren, biten, hitam bulan.
PEZİRE
f. Karşılama, karşılayış.
PEZİRİŞ
f. Kabul edilmiş. Kabul ediş.
PILAÇKA
(Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul.
PIRLANTA
İtl. Çok tıraş edilmiş, foyasız parlak elmas. Taşı pırlanta olan.
PİÇ
f. Büklüm, kıvrım, dolaşık. * Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. * Aslına benzemiyen. * Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. * Sarmaşık. * Vida.
PİÇ Ü TAB
Iztırab ve sıkıntı.
PİÇAN
f. Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım olan.
PİÇ-A-PİÇ
f. Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım.
PİÇİDE
f. Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış.
PİÇİDEMUY
f. Saçı kıvrılmış.
PİÇİŞ
f. Büklüm, kıvrım.
PİÇ-PA
f. Yengeç.
PİÇTAB
f. Sıkıntı, telâş. * Şaşkınlık.
PİH
f. Göz çapağı.
PİH
f. İçyağı. Şahm.
PİH-SUZ
f. "Yağ yakıcı": Toprak kandil.
PİJUH
(Bak: Pejuh)
PİL
f. Fil.
PİL
f. Topuk, ökçe. * Çelik çomak oyunu. * Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler.
PİL-BÂN
f. Fil besleyen, filci.
PİLE
f. İpek kozası. İpek.
PİLESTE
f. Fildişi.
PİL-TEN
Fil gibi iri, fil vücutlu.
PİLVAYE
f. Kırlangıç.
PİL-ZUR
f. Fil gibi kuvvetli, fil kuvvetinde.
PİNDAR
Sanma, zannetme. * Böbürlenme.
PİNE
f. Yama.
PİNEDUZ
Yamacı. * Ayakkabı tamircisi, eskici.
PİNEDUZÎ
f. Eskicilik, yamacılık.
PİNEDUZLUK
Yamacılık. Eskicilik.
PİNGAN
f. Fincan, tas.
PİNGANÇE
f. Küçük fincan.
PİNHAN
f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.
PİR
f. Yaşlı, ihtiyar. * Reis. * Bir tarikatın kurucusu. * Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi.(Kur'an-ı Hakim; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların mânevi kemâlatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevi kemalât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mucizesi olan saatı; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikata lâtif bir işârettir ki: San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pir ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm) ... S.)
PİR Ü BERNA
İhtiyar ve genç.
PİRA
f. Süsleyici, düzenleyici, donatıcı.
PİRAHEN
(Pirehen) f. Gömlek. Kamis.
PİRAHEN-İ İSMET
Namus perdesi.
PİRAMEN
f. Çevre, etraf, yan.
PİRAMUN
f. Yan, etraf, çevre.
PİRAN
(Pir. C.) f. İhtiyarlar, yaşlılar.
PİRASTE
f. Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü.Pirastegî $ . f. Düzen, intizam.
PİRAYE
f. Zinet. Süs.
PİRAYEBAHŞ
f. Süsleyici, süs veren.
PİRAYENDE
f. Süsleyici, donatıcı.
PİRAYİŞ
f. Düzen, nizâm, intizam, tertib. * Süs, zinet.
PİREHEN
f. Gömlek.
PİREZEN
f. Kocakarı, acuze.
PİRÎ
İhtiyarlık. Kocamışlık.
PİR-İ FANÎ
Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar.
PİR-İ MOĞAN
(Pir-i muğan) Meyhaneci. * Mc: Mürşid.
PİRİSTU
(Piristuk) f. Kırlangıç kuşu.
PİRİSTUBEÇE
f. Kırlangıç kuşu yavrusu.
PİRSAL
f. Kocamış, ihtiyar, yaşlı.
PİRUZ
f. Uğurlu, hayırlı.
PİRUZÎ
f. Uğurluluk, hayırlılık.
PİRZEN
f. Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın.
PİSE
f. Saksağan. * Alaca renk.
PİSTAN
f. Meme.
PİSTE
f. Fıstık.
PİSTER
f. Yatak, döşek.
PİŞ
f. Huzur, ön, ileri taraf.
PİŞADEST
f. Peşin para ile alış veriş. * İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para.
PİŞAHENG
(Piş-âheng) Önde giden, öne düşen.
PİŞAN
f. En ön, en ileri.
PİŞANÎ
f. Alın, cebin.
PİŞANÎDÂR
f. Yüzsüzlük yaparak işini beceren.
PİŞBİN
f. İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı.
PİŞDAR
f. Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. * Önde giden. Önayak olan. * San'at, meslek. * Kumandan. * Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren.
PİŞE
f. İş, kâr. Meşguliyet. * Alışkanlık, huy, âdet. * Meslek, san'at. * "Huy edinmiş, alışmış" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe $ : İyi şeyleri âdet edinmiş olan.
PİŞEGÂH
f. İş yeri. Fabrika.
PİŞEGÂN
(Pişe. C.) f. Meslekler, san'atlar. İşler. * Huylar, âdetler, tabiatlar.
PİŞEGER
f. San'atkâr işçi.
PİŞEKÂR
f. Sanatkâr, oyuncu.
PİŞEVER
f. Sanat ehli, işçi.
PİŞ-GEH
f. Ön, huzur.
PİŞ-GİR
f. Havlu, peşkir.
PİŞHANE
f. Balkon. * Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası.
PİŞHAYME
f. Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı.
PİŞÎ
f. İlerleme, üstünlük, tefevvuk. * Önünü gören, ileri görüşlü.
PİŞ-İ NAZAR
Göz önü.
PİŞ-İ NAZARA GETİRMEK
Göz önünde bulundurmak.
PİŞİGÂH
Huzur.
PİŞİN
f. Peşin, önce, önden. * Evvelki, eski. * Önden verilen.
PİŞİNÎ
(C.: Pişiniyan) f. Evvel zaman adamı.
PİŞKEŞ
f. Hediye, armağan, hibe.
PİŞ-MÜZD
f. Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para.
PİŞNEMAZ
f. İmam.
PİŞNİHAD
f. Usûl, kanun. * Temel, esas.
PİŞREV
f. Önden giden.
PİŞTAHTA
f. Çekmece. Küçük sandık. * Mal serilen yer, vitrin.
PİŞVA
(Pişuva) f. Reis, baş. Hâkim. * Mukteda, imâm.
PİŞVAYAN
(Pişvay. C.) Reisler, başkanlar. Hâkimler.
PİYADE
Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi. * Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri. * Yaya.
PİYALE
f. Kadeh. Şarap bardağı.
PİYAZ
f. Soğan. * Zeytinyağlı ve sirkeli fasulye haşlaması.
PLAN
Fr. Yapı, makine, bina...gibi yapılacak şeylerin ayrı ayrı parçalarını kâğıt üzerinde gösteren çizgilerin hepsi.
POLAT
(Pulat da denir) Çelik. * Mc: Sağlam, sert.
POLİTİKA
İtl. Memleket işlerini idare için tutulan ölçülü yol. Siyaset.
POST
f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki.
POSTA
İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi. * Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri. * Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan vasıta. * Takım, kol. * Hizmet nöbetinde bulunan er. * Sefer.
POSTİN
f. Kürk.
POSTİNDUZ
f. Kürk diken.
POSTİNPUŞ
f. Kürk giyen.
POSTNİŞİN
Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen.
POT
t. Irmakları geçmek için kullanılan sal. * Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.
POT KIRMAK
Farkında olmı(Zeker) karşısındakine dokunacak söz söylemek.
POTA
f. Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur.
POZ
Fr. Fotoğraf alınırken kendine düzen vermek, tavır takınmak. Kımıldamadan durduğu halde kalmak.
POZİSYON
Fr. Vaziyet, durum, duruş.
POZİTİF
Fr. Tecrübe neticesine dayanan, müsbet, isbatlı. Negatifin zıddı.
POZİTİVİST
Fr. Fls: Pozitivizm taraftarı.
POZİTİVİZM
Fr. Fls: Hakikatın yalnız tecrübe ve müşahede ile vakıalara istinaden tam olarak bilineceği iddiasında olan felsefe sistemi. (Bak: İsbatiyecilik)
PRANGA
İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir. * Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır. * Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.
PRENS BİSMARK
(1815 - 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber'i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.
PRENSİP
Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi * Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan.
PROGRAM
Fr. Yapılacak işler için önceden hazırlanmış tasarı. Plân.
PROJE
Fr. Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel.
PROJEKSİYON
Fr. Kuvvetli ışık âleti.
PROPAGANDA
Fr. Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat.
PROTEİN
Lât. Tıb: Albüminli besleyici madde.
PROTESTANLIK
(Prutluk) Papayı Hristiyanların başı olarak tanımayıp ruhaniyetini kabul etmeyen bir Hristiyanlık mezhebi. (Bak: Nasraniye)
PROTON
yun. Atom çekirdeğinde pozitif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet)
PRUTLUK
(Bak: Protestanlık)
PSİKOLOG
Fr. Ruhiyatçı, ruh ilmiyle uğraşan.
PSİKOLOJİ
Fr. Ruhiyat, ruhî hâdiseleri tetkik eden ilim kolu.
PSİKOZ
Fr. Tıb: Akıl hastalıklarının umumi adı.
PU
(Puy) f. Araştırma, arama. * Koşma.
PUÇ
f. Kaba, çirkin. * Boş ve faydasız şey. * İçi boş.
PUÇ-MAGZ
f. Boş kafalı.
PUHTE
(C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan.
PUHTEGÂN
(Puhte. C.) Olgun kimseler, pişkin kişiler.
PUHTEGÎ
f. Olgunluk, kemalât, pişkinlik.
PUJİNE
f. Kantar.
PUL
f. Para.
PULAD
f. Çelik.
PULADBÂZU
f. Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit.
PULADSENC
f. Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen.
PUR
(C.: Purân) Oğul. Evlâd.
PURÂN
(Pur. C.) Oğullar, veledler.
PUR-İ DUHT
Hemşirezâde, yeğen.
PURMEND
f. Evlâd sahibi.
PUSİDE
f. Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük.
PUŞ
f. "Örten, giyen, giyinmiş" mânasına birleşik kelimeler yapılır. * Örtü, elbise, zırh.
PUŞE
(Bak: Puşide)
PUŞENDE
f. Örten. Örtücü.
PUŞENDE-İ HATÂ
Ayıp örten.
PUŞİDE
(Puşe) f. Örtülmüş. * Örtü. * Örtülü, gizli.
PUŞİDE-ÇEŞM
f. Örtünecek, giyilecek şey. * Örtü.
PUŞİDENÎ
f. Örtünecek, giyilecek şey. Örtü.
PUŞİDE-RAZ
f. Sırrı gizli.
PUŞİŞ
f. Örtecek şey. Örtü.
PUT
Allah'tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.
PUTE
Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası. * İçinde mâden eritilen tava.
PUT-PEREST
f. Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. (Bak:Büt-Perest)
PUYA(N)
f. Koşan. Seğirten.
PUYAN OLMAK
Koşmak. Batmak. Dalmak.
PUYE
f. Koşma, seğirtme.
PUYEGER
f. Koşucu.
PUYENDE
f. Koşan. Seğirtici. Koşucu.
PUZEN
f. Nadas edilmiş, sürülmüş tarla.
PUZİNE
f. Maymun.
PUZİŞ
f. Özür, mâzeret.
PÜL
f. Köprü.
PÜLPÜL
f. Karabiber.
PÜNÇÜŞK
f. Serçe.
PÜR
f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik.
PÜR-ÂMÂL
İstek ve emellerle dolu.
PÜR-ÂTEŞ Ü HEVL
Ateş ve korku dolu.
PÜR-BÂD
f. Kibirli. * Çok rüzgârlı.
PÜR-BİM
f. Korkmuş.
PÜR-ÇİN
f. Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık.
PÜR-DİL
(C: Pür-dilân) f. Yürekli, cesur.
PÜR-DİLÂN
(Pür-dil. C.) f. Cesurlar, yürekli kimseler.
PÜR-DUD
f. Çok tüten, çok dumanlı.
PÜR-EMVÂT
Ölüler dolu.
PÜR-ENVÂR
(Pür-nur) Çok parlak, çok nurlu.
PÜR-FER
f. Çok parlak. Çok aydınlık.
PÜR-GAZAB
f. Çok kızgın ve hırslı.
PÜR-GÛ
f. Çok söyliyen, çok konuşan.
PÜR-GUBÂR
f. Çok tozlu. Toz içinde.
PÜR-HÂNDE
Neş'e dolu, çok gülme ve sevinç dolu. Sevinçli, neşeli.
PÜR-HAYÂL
f. Hayal ile dolu.
PÜR-HAZÂN
f. Sonbahara uğramış, solup sararmış.
PÜR-HEVES
f. Çok hevesli. Heves dolu.
PÜR-HEYECÂN
f. Heyecan dolu. Çok heyecanlı.
PÜR-HUN
Kan içinde. Kan dolu.
PÜR-KİNE
f. Düşmanlık ve gazab dolu.
PÜR-NÂR
Çok ateşli. Çok kızgın. Ateş dolu.
PÜR-NÂZ
Çok nazlı.
PÜR-NEVÂL
Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek.
PÜR-NUR
(Bak: Pür-envar)
PÜR-PAYE
f. Kırkayak.
PÜR-SÂLE
f. Yaşlı. Yaşı dolgun.
PÜRSAN
(Pürsâ) f. Soran, sorucu.
PÜRSİŞ
f. Soruş, sorma, sual ediş.
PÜRSİŞ-İ HÂTIR
Hatır sorma.
PÜR-SUZ
f. Çok yakıcı. Çok yanık.
PÜR-ŞA'ŞAA
Çok gösterişli, şa'şaa dolu.
PÜR-TEMKİN
f. Çok ağır başlı. Çok temkinli.
PÜRYAN
f. (Bak: Biryan)
PÜSENDER
f. Üvey oğul. Üvey evlâd.
PÜSER
(C.: Püserân) f. Erkek çocuk, oğul.
PÜŞT
f. Sırt, arka.
PÜŞTE
f. Tepe, yığın.
PÜŞTE-İ BAĞ
Çimenlik, çayırlık.
PÜŞTER
f. Arka, sırt.
PÜŞTİBAN
f. Payanda, destek, dayanak. * Yardımcı, muin.
PÜŞTİVAN
f. Destek, dayanak, payanda. * Yardımcı.
PÜŞTMAL
f. Peştemal.
PÜŞT-PA
f. Ayak tabanı.
PÜŞTVARE
f. Bir hamal yükü. Bir arkalık yük.



R Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


RA
f. İsim veya zamirin sonuna ilâve edilirse, Türkçedeki i, im, in, a, e eklerinin yerine kullanılır. Meselâ:Hâne: Ev. Hâne-râ: Evi, evin, eve.Tû: Sen. Tû-râ: Seni, senin, sana.
RA
Kur'an alfabesinde onikinci harftir. Ebced hesabında 200 sayısına işaret eder. Bu harfe "Rı" denildiği gibi, "Ra-i mühmele" de denilir. Bazı tarih kayıtlarında" Rebi-ül Evvel" ayına işaret olarak geçer.
RA'
şiddetle sürmek.
RA'
Küçük kene.
RAA'
Boğazına hizmet eden adi insan.
RAABE
Genişlik, vüs'at. * Büyük olmak.
RA'AD
Geveze kimse. Çok konuşan adam. * Torpil balığı.
RAALE
Hamakat, ahmaklık.
RAAŞ
(Ra'şe-Ra'şen) Titretmek.
RA'B
Doldurmak. * Efsun, (sihir yapanlar okurlar.)
RAB'
Vasat, orta boylu. * Avlulu ev.
RAB'AT
(C.: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu. * Orta boylu kimse.
RABB
Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.) * Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend. (Kur'an-ı Kerim'de bu "Rabb" ismi ile Cenab-ı Hak 846 def'a zikredilir.) (Bak: Âlem)( Yâni : Herbir cüz'ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasiyle terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz'lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Evet Cenab-ı Hak herşey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki mânevi bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve mânilerini def'eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk'ın terbiyesidir. Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı, münferiden ve müçtemian Hâliklarının kanununa imtisalen, muayyen olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir. " Yalnız bedbaht insanlar müstesna!" İ.İ.)
RABB
Üveybaba.
RABBANÎ
(Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.
RABBANİYYUN
(Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar.
RABBAT
Kadınların efendileri, sâhipleri, kocaları.
RABBE
Üveyana.
RABBENA
Ey bizim Rabbimiz! Ey Sâhib-i Hâlikımız! Ey bizi terbiye edip besleyen sâhibimiz! (meâlinde).
RABBÎ
Ey benim Rabbim.
RABBİ YESSİR VELÂ TÜASSİR
Ey Rabbim! Kolaylaştır, zorlaştırma, bana imdad eyle, yardım eyle (meâlinde).
RABB-ÜD DÂR
Ev sâhibi.
RABB-ÜL ÂLEMÎN
Bütün âlemlerin Rabbi. Her âlemi doğrudan doğruya Rububiyyeti ile tâlim, terbiye, tedbir ve idâre eden Cenab-ı Hak.(Kur'an-ı Kerim) (bazan iki kelimede, meselâ... Rabbüke tabiri ile ehadiyyeti ve Rabb-ül âlemîn ile vâhidiyyeti bildirir. Ehadiyyet içinde vâhidiyyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi; güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün göz bebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar. M.N.)(Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zabteder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rabb olamaz. S.)
RABB-ÜL ERBAB
Bütün sâhiblerin, terbiyecilerin Rabbi, Allah. (C.C.)
RABB-ÜL MAL
Mal sâhibi. Sermaye sâhibi.
RABE
Yoğurt damızlığı.
RABEA
Devenin katı katı yelmesi.
RABIT(A)
Rabteden, bağlayan, bitiştiren. * Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip. * Nefsini dünyadan men edip âhirete, Allah'a (C.C.) bağlanmak. * Tertip, sıra, düzen, usûl.(...Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyyeyi iktiza eder. Evet inkâr edemezsin ki: Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir râbıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telâkki edersin. M.)
RABITABEND
f. Rabtedici, bağlayıcı.
RABITA-İ İMAN
İman bağı, insanları hususan iman edenleri birbirine bağlayan iman.
RABITA-İ MEVT
Ölümünü düşünüp dünyanın fani olduğunu mülâhaza edip nefsin desiselerinden kurtulmak.
RABITA-İ ŞEYH
Tarikat-ı Nakşiyede, müridin hayalen şeyhinin huzurunda kendini tasavvur etmesine denir.
RABIZ
Koyun ağılı.
RABİ'
Dördüncü.
RABİA
(Müe.) Dördüncü. * Saatteki sâlisenin altmışta biri.
RABİA-İ ADEVİYE
(Hi: 95 - 185) Basra'lı bir hatun. Bütün hayatını dine hizmet için vakfetmiş, zengin kimseler evlenmek teklifinde bulundukları halde; "Allah'ı anmaktan, dine hizmetten beni alıkor" fikri ile reddetmiş, fakirliği ve istiğnayı kabul edip dine hizmetten vaz geçmemiştir. Talebe okutmuş meşhur bir veliyedir. (R. Aleyha)
RABİAN
Dördüncü olarak.
RABİB
Yoğurt.
RABİH(A)
(Ribh. den) Kârlı, kazançlı, faydalı.
RABİ-İ AŞER
Ondördüncü.
RABİT
Bağlı, bağlanmış, merbut.
RABİYE
(C.: Revâbi) Yüce, yüksek yer.
RABT
Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. * Nizam vermek, intizam bulmak. * Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
RABT EDATI
Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi)
RABT-I KALB
Kalb bağlama, gönül bağlama.
RABTİYYE
Rabtiye. * Bağlayacak şey.
RAC
f. Mide.
RA'C
Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları.
RACİ
Rica eden, eden, uman, yalvaran. Niyaz eden. Ümitli.
RACİ'
(Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden. * Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik. * Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.
RACİBE
(C.: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu.
RACİFE
Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha.
RACİH
Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan. * Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf.
RACİHA
Tercihli, daha önce diğerlerinden üstün.
RACİH-İ MERCUH
Bürhan ve delillerin tercih ve üstünlük esasları.
RACİL
Yaya olarak, yürüyerek.
RACİLEN
Yaya. Piyade. * Mc: Cahil, bilgisiz.
RACİN
Adama alışmış davar.
RACİYANE
f. Rica ederek, yalvararak.
RAD
f. Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli.
RA'D
Gök gürültüsü. * Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı. * Tehdit etmek, korkutmak.(Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz... Lemeat'tan)
RAD'
Men'etmek, engel olmak. * Bırakmak, terk etmek. * Güzellik eseri. * Kına.
RA'D SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 13. Suresi.
RA'D U BERK
Gök gürültüsü ve şimşek.
RADAF
Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş.
RADAFE
(C.: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.)
RADD
Süt ile pişmiş hurma. * Vurmak, dövmek.
RÂDD
(Redd. den) Geri döndüren, reddeden, geri bırakan.
RADDE
Derece. Rütbe. Sıra. Kerte. Mertebe. * Aşağı yukarı. * Fayda, menfaat. * Çizgi, hat.
RÂDD-ÜS SELÂM
Başkasının verdiği selamı alan.
RADE
Faide, menfaat.
RA'DE
Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur)
RA'DENDAZ
(Ra'd-endaz) f. Gürleyen, gürleyici. Gök gürültüsü gibi gürleyen.
RADGA
(C.: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık.
RADH
Az bir şey verme. Az verilen şey. * Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal.
RADHE
(C.: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi. * Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.)
RADI'
(Rıda'. dan) Süt kardeş. * Süt emen çocuk. * Levmedilen kimse.
RA'D-I KASIF
Korkunç gök gürültüsü.
RA'D-I KAZA
Kaza yıldırımı, kaza şimşeği.
RADIYALLAHÜ ANH
Allah (C.C.) ondan razı olsun, mealinde duâdır. Aslında Allah ondan razı oldu demektir.(Sahabe-i Kiram Hazeratına Radıyallahu Anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânada söylemek muvâfık mıdır?Elcevab: Evet denilir. Çünki Resul-i Ekrem'in bir şiarı olan Aleyhissalâtü Vesselâm kelâmı gibi Radıyallahu Anh terkibi, Sahabeye mahsus bir şiar değil, belki Sahabe gibi veraset-i nübüvvet denilen velâyet-i kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şâh-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemâda sahabeye, Radıyallahu Anh; Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîne, Rahimehullah; onlardan sonrakilere, Gaferehullah; ve Evliyaya, Kuddise Sırruhu denilir. M.)
RADIYALLAHÜ ANHA
(Kadın için) Allah ondan razı olsun.
RADIYALLAHÜ ANHÜM
Allah onlardan razı olsun.
RADIYALLAHÜ ANHÜMA
Allah onların ikisinden razı olsun.
RADİ
(Râdiye) Razı olan, rıza gösteren, itaat eden.
RADİ'
(C.: Ruzâa-Ruzâ) Süt emen çocuk.
RADİB
Zayıf yağan yağmur. * Sidre ağacından bir cins.
RA'DİD
Korkak.
RADİF
Kızmış taşla ısıtılan süt. * Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.)
RADİF
Binicinin ardına binen kişi.
RADİFE
Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.)
RADİG
Ahmak, akılsız kimse.
RADİN
Za'feran çiçeği.
RA'DİN
Gürleyen. * Gürültülü.
RADİYEN
Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle.
RADK
Her nesnenin evveli.
RADM
Binayı taşla yapmak ( O binaya "razim" derler.)
RADM
Büyük set.
RADME (RADMÂ)
Büyük taş.
RADUA
Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun.
RADYASYON
(Fr. Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması.
RAFIZ
Terk eden. Salıveren. Bırakan.
RAFIZA
Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse. * Asker kaçağı güruhu. * Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar.
RAFIZÎ
(Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan.
RAFIZİYYUN
(Rafızî. C.) Rafızîler.
RAFİ'
Yükseltici. Hâmil. Sâhib. Kaldırıcı, kaldıran. * Esma-i İlâhiyedendir.
RAFİA
Yükselten. * Kaldırmak için destek.
RAFİDAN
Dicle ve Fırat ırmakları.
RAFİDE
Binanın direği.
RAFİH
Rahat içinde ve refahla yaşıyan.
RAFİT
Nikâh. Cima. Fuhşiyyat.
RAFİ-ÜD DERECAT
Dereceleri yükselten. Allah. (C.C.)
RAFZ
Bırakma. * Rafızîlik.
RAG
f. Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. * Dağ eteği.
RAGABAT
Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar.
RAGAD
Refah, genişlik, kolaylık. * Geçim kolaylığı.
RAGAME
(C.: Rugâm) Toprak.
RAGBA'
Rağbet etmek.
RAGD
Maişet genişliği, geçim bolluğu.
RAGIB
(Râgıbe) (Ragbet. den) İsteyen, rağbet eden.
RAGIM
Galebe eden, galip olan.
RAGIYE
Dişi deve.
RAGİB
İçi geniş olan nesne.
RAGİBE
Rağbet olunan veya rağbetle istenilen şey. * İhsan, hediye.
RAGİD
Süt bulamacı.
RAGİF
Pide. Yufka.
RAGİFE
Sütlü bulamaç.
RAGMİYYAT
Aksine, rağmına, inadına, zıddına yapılan işler.
RAGN
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
RAGS
Nimet. Lütf-u İlâhî. Bereket. Hayır. * Çoğalmak ve uzamak.
RAGSA'
İçinden sütün aktığı meme içindeki damar.
RAĞBET
(Ragbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla dua etmek, teveccüh etmek.
RAĞBETEN
Rağbet ederek, istekle.
RAĞBET-İ UMUMİYE
Umum tarafından rağbet edilip beğenilme. Herkes tarafından istenme.
RAĞM
(Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek.
RAĞMEN
Aksine olarak, inadına, zıddına olarak, zoraki.
RAĞMEN ALÂ-ENFİHİ
Tahkir maksadıyla, birinin kibrini, burnunu kırmak için.
RAĞMEN Lİ-ENFİHİ
(ve alâ rağmihi) Zoraki ve mahsus tahkir ve tezlil için olan hareket.
RAH
(C.: Rayâh) Şarap, içki, hamr. * El ayası mânâsına olan "Râha'nın C." * Gitmek.
RAH
(Reh) f. Yol. Tarz. Usûl. Meslek.
RAH
f. Zan, sanma. Kaygı, keder.
RAHA
Değirmen.
RAHABE
Genişlik, vüs'at.
RAHAH
Davanın tırnağının geniş ve büyük olması.
RAHAL
(C.: Rihâl) Semer. Palan.
RAHAMET
Rahim hastalığı.
RAHASA
Yumuşaklık.
RAHAT
Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih. * Dinlenmek. * El ayası.
RAHAT-EFZA
f. Rahat arttıran.
RAHAT-I DİL
Gönül rahatı.
RAHAT-NİŞİN
f. Rahat eden, rahat oturan.
RAHCEN
Ağırlık, sıklet. * Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
RAHDAN
f. Yol bilen.
RAHE
Avuç içi, el ayası.
RAHF(E)
Kaymak. * Elde durmaz derecede sıvı olan hamur.
RAH-I HAK
Hak yolu.
RAH-I NECAT
Kurtuluş yolu.
RAH-I RAST
Doğru yol.
RAH-I VATAN
Vatan yolu.
RAHİ
Rahat yürüyüşlü binek. * Sâkin, rahat.
RAHİ
f. Yola ait, yolla alâkalı, yola dâir.
RAHİB
Bol, geniş. * Obur, çok yiyen kişi.
RAHİB
Kendisinden korkulan şey. Korkulu.
RAHİB
Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan. * Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş. * Aslan.
RAHİBAN
(Râhib. C.) Râhibler. Keşişler.
RAHİBE
Kadın rahib.
RAHİB-ÜR RÂHE
Cömert, eli geniş.
RAHİH
Yumuşak, sulu balçık.
RAHİK
Safi şarap, Cennet şarabı.
RAHİL
Göç. Göçme, hicret etme.
RAHİL
(C.: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine "hamel" derler.)
RAHİL
Göç eden, göçen, ölen, rıhlet eden.
RAHİLE
Yük hayvanı. * Yük getiren deve. * Topluluk, kafile. * Üzerine binilen deve.
RAHİLEZEN
f. Yük hayvanını süren.
RAHİM
(Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde yetiştiği ve dişi canlılara mahsus organ. * Karabet, akrabalık.
RAHİM
(Rahm. dan) Rahmet edici, acıyan, merhamet eden.
RAHİM
(Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. (Kur'an-ı Kerim'de bu isim 220 defa zikredilir.)
RAHİM(E)
Hafif sesli, lâtif sözlü kız.
RAHİMALLAH
Allah rahmet eylesin.
RAHİMANE
Şefkat ederek, acı(Zeker). Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda.
RAHİME
Rahmet eylesin.
RAHİMEHULLAH
Allah ona merhamet eylesin, Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır.
RAHİMEHUMALLAH
Onların ikisine de Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır.
RAHİMEHUMULLAH
Allah onlara rahmet eyleye meâlinde duadır.
RAHİMÎN
(Rahîmûn) Merhametliler, acıyıp esirgeyenler, rahmet edenler, şefkat edenler.
RAHİMİYYET
(Bk: Rahmaniyet)
RAHİN
Rehin veren, malını rehine koyan. *Sâbit, dâim, devamlı. * Devenin ve adamın zayıfı.
RAHİS
Ucuz, yumuşak elbise. * Ansızın ölüm.
RAHİYE
(C.: Revâhi) Bal arısı.
RAHİYYE
Yolluk. Yol masrafları.
RAHK
Sarmak, istilâ etmek.
RAHL
(C.: Rihâl) Semer, palan. * Yağmurluk ve saire gibi yol levâzımı.
RAHL (RIHL)
Göçmek, irtihal etmek.
RAHLÂ'
Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun. * Yalnız arkası kara olan deve.
RAHLE
Küçük masa.
RAHLE-İ TEDRİS
Üzerine ders verilen veya alınan rahle. * Bir âlimden alınan ders.
RAHM
Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek. * Hısımlık, karabet, akrabalık.
RAHM Ü ŞEFKAT
Merhamet ve şefkat etmek.
RAHMA'
Başı beyaz olan dişi koyun.
RAHMAN
Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah)
RAHMAN SURESİ
(Errahman Suresi de denir.) Kur'an-ı Kerim'in 55. suresidir. Bu sureye Arus-ül Kur'an da denilmiştir. Mekkîdir.
RAHMANÎ
Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan.
RAHMANİYYET
Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu.(Yâni: Gözümüzle görüyoruz, birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahimiyyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi' bir mahzen yapmış. Ve zemini devr-i senevîsinde bir ticaret gemisi hükmünde her sene âlem-i gaybdan levâzımat-ı insaniyye ve hayatiyyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi; ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir. Bizi gayet rahimane beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştihalar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş...Evet, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır. Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duyguları ile bir sofra-i nimet gibi koca cismâni âlemde hadsiz nimetlerinden istifade eder. Ve öyle bir insaniyet bize lutfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleri ile hem maddi hem mânevi âlemin nihâyetsiz hediyelerinden zevk alır. Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki; âlem-i gayb ve âlem-i şehâdetin nihâyetsiz hazinelerinden nur alır. Ve öyle bir iman hidayet etmiş ki, dünyâ ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envarından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder. Güyâ Rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak olan anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.İşte böyle dünyayı ve âhireti ve her şeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, Vahidiyyet içinde bir Ehadiyyetin cilvesidir.Yani nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihâta etmesi ile Vahidiyyete bir misâl olduğu gibi, parlak ve şeffaf her bir şey dahi kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misâlini almakla Ehadiyete bir misâl olduğundan elbette o ihâtalı ziyayı gören adam, arzın güneşi vâhiddir, bir tektir diye hükmeder. Ve her parlak şeyde hatta katrelerde güneşin ışıklı, harâretli aksini müşâhede eden o adam, güneşin ehadiyyetini, yâni; bizzat güneşi sıfatları ile "her şeyin yanındadır ve her şeyin âyine-i kalbindedir" diyebilir.Aynen öyle de: Rahmân-ı Zülcemâlin geniş rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihatası o Rahmânın Vahidiyetini ve hiç bir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi, her şeyde hususan her bir zihayatta ve bilhassa insanda o cemiyetli Rahmetin perdesi altında o Rahmânın ekser isimlerinin ışıkları ve birnevi cilve-i zâtiyyesi bulunarak, her ferdde bütün kâinata baktıracak ve münâsebettarlık verecek bir cem'iyyet-i hayatiye vermesi dahi, O Rahmânın ehadiyyetini ve herşeyin yanında hâzır ve herşeyin her şeyini yapan (O) olduğunu isbat eder.Evet nasıl ki, O Rahmân, o rahmetin vahidiyyetiyle ve ihatası ile kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de ehadiyyetin cilvesi ile her bir zihayatta, hususan insanda bütün nimetlerin nümunelerini o ferdde toplayıp o zihayatın âlât ve cihâzâtına geçirip tanzim ederek mecmu-u kâinatı (parçalanmadan) o tek ferde bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesi ile dahi cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.Hem nasıl ki, bir kavunun (meselâ) her bir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat, elbette odur ki, o kavunu yapar. Sonra ilminin hususi mizanı ile ve hikmetinin ona mahsus kanunu ile o çekirdeği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiç bir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir. Aynen öyle de: Rahmaniyyetin tecellisi ile kâinat bir ağaç, bir bostan; ve zemin bir meyve, bir kavun; ve zihayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan elbette en küçük bir zihayatın Hâlikı ve Rabbi bütün zeminin ve kâinatın Hâlikı olmak lâzım gelir.Elhâsıl: Nasıl ki, ihâtalı olan Fettahiyet hakikatı ile bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle isbat eder. Öyle de, her şeyi ihata eden Rahmaniyyet hakikatı dahi vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zihayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiç birini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesi ile bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyyeti gösterir. Ş.)
RAHME
(C.: Ruham) Kartal. * Rahmet, muhabbet.
RAHMET
Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur.(...Sâni-i Âlem'in her şeyi içine almış ve her şeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet -i vâsiası vardır. Vâlidelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının sühulet-i rızkları, o rahmet deryasından bir katredir. M.N.)
RAHMETEN-Lİ-L-ÂLEMİN
Bütün âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
RAHMET-İ BÎPAYAN
Sonsuz rahmet.
RAHMETULLÂHİ-ALEYH
Allah'ın (C.C.) rahmeti onun üzerine olsun meâlinde vefat etmiş müslümanlar için söylenen duâ.
RAHMİ
Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik.
RAHMUT
Mübalağa ile esirgemeklik.
RAHNAME
f. Yol ve yön gösteren kâğıt. Harita.
RAHNE
f. Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. * Yara. * Bozukluk. Zarar.
RAHNEDÂR
f. Eksiği, bozuğu olan. * Zarara uğramış. * Yıkığı olan.
RAH-NÜMA
f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Rehnüma)
RAHREV
f. Yolcu.
RAHS
Yıkamak. * Yumuşak.
RAHŞ
Gösterişli, güzel at. * Rüstem adlı bir pehlivanın atı.
RAHŞA
(Rahşân) f. Parlak.
RAHŞENDE
f. Parıldıyan, parıldayıcı.
RAHŞİŞ
f. Parlayış.
RAHT
(C.: Ruhut) Binek atlarına vurulan eyer, takım. * Pencere ve kapıların menteşe takımı. * Yol levazımı. * Döşeme ve ev takımı.
RAHT-I ARUS
Gelin eşyası.
RAHT-I HÜMAYUN
Padişahın mücevherli eyer takımı.
RAHTLAMAK
Ata raht ve takım takmak.
RAHUM
Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve.
RAHV
Gevşek, sölpük, rahâvetli.
RAH-VAR
f. Sarsmadan yürüyen at, rahvan at. * Atın sarsmadan yürüyüşü.
RAHVE
(Bak: Rihve)
RAHYAN
Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi.
RAHYE
Düz meydan.
RAHZ
Yıkamak.
RAHZEN
f. Yol vuran. Yol kesen. Eşkiyâ, haydut.
RAHZENÎ
f. Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik.
RAİ
Çoban. * Gözetleyici ve koruyan kimse. * Vâli. * Güvercin kuşundan bir kısım.
RAİ
(Rü'yet. den) Görücü, gören. * Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub.
RA-İ MÜHMELE
Noktalı ze'den ayırmak için "rı" harfine verilen bir ad.
RAİB
Göz bağlayıcı, büyücü. * Doldurucu.
RAİB
Korkmuş. * Semizliğinden yağı damlar olan. * Dolu.
RAİC
Revaçta olan, sürümü olan. Rağbet bulan.
RAİC-İ MAL
Malın değeri.
RAİC-İ VAKT
Bir şeyin şimdiki değeri.
RAİD
Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse. * El değirmeni.
RAİD
Gürleyen, gürüldeyen.
RAİDE
(C.: Revâid) Gürleyen bulut. * Sözü çok olan kişi.
RAİF
Önde giden at. ("pişnek" derler) * Burun ucu. * Dağ burnu.
RAİF
Merhametli, re'fetli.
RAİK(A)
Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız.
RAİN
Muhkem, sağlam yapılı, berk yer.
RAİŞ
Huk: Rüşvet veren kimse ile rüşvet alan arasında vasıtalık eden kimse.
RAİYANE
f. Çobanca. Çobanlığa ait.
RAİYYE
(C.: Raâyâ) Saklı, mahfuz.
RAİYYET
Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar. * Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü.
RAİYYET-PERVER
f. Halka iyi bakan, iyi idare eden. İnsanların ihtiyacını te'min eden, onların iyiliğini seven ve onlar için iyilik isteyen.
RAİZ
(Râyiz) Öfkeli, kızgın.
RAK
Erkek yengeç.
RAK'
Eğilmek.
RAK'
Kaftana yama vurmak. Elbiseyi yamamak.
RAKAAT
Hamâkat, ahmaklık.
RAKABAT
(Rakabe. C.) Boyunlar. Ense kökleri. * Köleler, câriyeler. Kullar.
RAKABE
Ense kökü, boyun. * Kul, köle, câriye.
RAKADAN
Oynayıp sıçrama.
RAKAHA
Ticaret. * Kesb, kazanma.
RAKAK
Üstü yumuşak, altı sert olan düz yer.
RAKAM
Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret. * Yazı yazmak.
RAKAM
Bütün satıcı, bütün satan.
RAKAMÎ
Rakam ve sayıya ait. Rakamla alâkalı.
RAKAMKEŞ
f. Rakam atan. Yazan çizen.
RAKAMZEDE
f. Yazılan, söylenen. Yazılmış.
RAKAMZEN
f. Yazıcı, yazan. Kayıt ve işâret eden.
RAKAN
(Rakun) Za'feran çiçeği. * Kına.
RAKB
Muntezir olmak, beklemek.
RAKD
Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi olma.
RAKDE
Uyku. Berzah.
RAKIB
Gözeten, bekleyen.
RAKIDE
Mertek adı verilen uzun ince ağaç.
RAKIM
Belâ, musibet. Zahmet. Dâhiye.
RAKIM
Bir yerin deniz seviyesinden yükseklik derecesi. Kod. * Rakam yazan. Çizen. Tahrir eden, yazan.
RAKİ'
Rüku' eden. Huzur-u İlâhîde eğilen.
RAKİ'
Ahmak kimse. * Gökyüzü.
RAKİAN
Rüku' ederek, huzur-u İlâhîde eğilerek. Rüku' etmek suretiyle.
RAKİANE
f. Rüku' eder gibi. Eğilerek.
RAKİB
Binen. Binici. * Herhangi bir nakil vasıtasına binmiş olan.
RAKİB
(Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten. * Bekçi. * Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri. * Esma-i Hüsna'dandır.
RAKİBAN
(Rakib. C.) f. Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. * Bekçiler.
RAKİBEN
Binmiş olarak, binerek.
RAKİD(E)
Hareketsiz, durgun.
RAKİK Ü NİZÂR
İnce ve zayıf.
RAKİK(A)
(Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. * Köle, câriye.
RAKİK-ÜL KALB
Yufka kalbli, çok merhametli, ince duygulu.
RAKİM
Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha. * Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi. * Ashab-ı Kehf'in isim ve kıssalarının yazılı bulunduğu kitabe.
RAKİME
Yazılmış kâğıt. Mektub.
RAKİS
Yol gösteren, kılavuz. * Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi.
RAKK
Kitap, sahife. * Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası. * Tomar. * Yama.
RAKKA
Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi. * Bir yerin adı.
RAKKAS
Oynayan, dans eden, köçek.
RAKKASÂNE
f. Oynar şekilde. Raksederek.
RAKKASE
Oynayıp dans eden kadın.
RAKLE
(C.: Rikal) At sürüsü. * Uzun hurma ağacı.
RAKM
Yazmak. * Mühür yapmak.
RAKME
Derenin kenarı. * Bahçe.
RAKMİYYAT
Medine yakınında bir yere nisbet edilen oklar.
RAKRAK
Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu.
RAKRAKA
Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın.
RAKRAKA
Su dökmek. * Su gelip gitmek. * Parlamak. * Suyun akması.
RAKRAKAN
Serap.
RAKS
Sıçrayarak oynamak, dansetmek.
RAKSÂN
Rakseden, dans eden, oynayan.
RAKS-I MÜKERRER
Tekrar tekrar yapılan raks. Döne döne oynama.
RAKSKÜNÂN
f. Raksederek, raksede ede, oynı(Zeker), oynıya oynıya.
RAKŞ
Nakşetme, süsleme.
RAKŞA'
(C.: Rukaşâ) Alaca yılan. * Süslü kadın.
RAKUD
(C.: Revâkıd) Derinliği fazla olan küp.
RAKY
Yükselmek, terakki etmek.
RAL
(C.: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu.
RA'L
Koyunun kulağından kesilen parça.
RA'LA'
(C.: Rual) Akılsız kadın. * Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun.
RA'LE
(C.: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü. * Hurma ağacının uzunu.
RAM
f. İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad.
RAMAD
Kül, ateş külü.
RAMAK
Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri. * Çok az şey.
RAMAS
Göz çapağı.
RAMAZ
Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak. * Kesinleştirmek.
RAMAZAN
Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. Kur'an-ı Kerim'in nâzil olmağa başladığı oruç ayı. Arabî ve Kamerî olan takvime göre 9. ay. Oruç tutanın günahlarını yaktığı, mahveylediği için bu isim verildiği rivayet edilir.(Ramazan-ı Şerif'te mü'minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevi sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübârek ayda oruç vasıtasiyle çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumâne gülüyorlar. M.)(İşte Ramazan-ı Şerif, âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevi hasılat için gâyet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a'mâl için, bahardaki mah-i nisandır. Saltanat-ı Rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsi bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek, içmek gibi nefsin gafletle hayvani hâcatına ve mâlâyani ve hevâperestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevi hâcâtını muvakkaten bırakmakla uhrevi bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir. Evet, Ramazan-ı Şerif; bu fani dünyada, fani ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bakiyeyi tazammun eder, kazandırır.Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur'ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i katıadır. M.)
RAMAZANİYE
Ramazana ait. Ramazan hakkında. * Ramazan ayına dair medhiye veya kaside.
RAMETMEK
Boyun eğdirmek, itaate getirmek.
RAMİ
(Remy. den) Ok, mermi v.b. şeyler atan atıcı.
RAMİ
f. Çok itaatkâr olan.
RAMİH
Süngü batıran, mızrak saplayan.
RAMİK
Miskle karıştırılan siyah bir madde.
RAMİLE
Yelmek. * Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı.
RAMİS
Toprağı her yöne sürüp savuran rüzgâr.
RAMİŞE
İyilik, gökçelik, hasene.
RAMİŞGER
f. Çalgıcı. Saz çalan.
RAMK
Nazar etmek, bakmak.
RAMPA
Fr. İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. * Şose veya demiryolundaki yokuş. * Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set.
RAMPACI
Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek için güverteye yayılan silâhendazlar.
RAMT
Ayıplama.
RAMUZ
Deniz.
RAN
f. Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. * Kelimenin sonuna getirilerek. " Süren, sürücü" mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân $ : Hüküm süren.
RAN
(Reyn. den fiil) Kalb katılaşması, lekelenmek. Kalbin kasavetlenmesi. * Pas, kir. (Bak: Reyn)
RA'N
(C.: Ruun-Riân) Ahmaklık. * Sarp dağ. * Önüne sivrilmiş dağ burnu.
RA'NA
İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan.
RANEC
Hindistan cevizi.
RANİN
f. Pantolon. şalvar. Don.
RAPOR
Fr. Bir tedkik neticesini bildiren yazı.
RAPÖRTAJ
(Bak: Röportaj)
RA'RA'
(C. Raâri') Kötü, alçak kimse. * Yaramaz gönüllü. * Çok uzun boylu adam. * Güzel itidalde olan kimse.
RA'RAA
Suyun şiddetle akması. * Depretmek. (Çocuk) büyümek. * Bitirmek.
RA'S
Yorulduğunda yab yab yürümek. * Birşeyi silmek.
RA'S
Boyanmış renkli yün. * Süt vermek. * Süt içmek.
RAS'
Yapışmak.
RA'SA'
Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun.
RASAA
(C.: Rusâ) Bal arısının yavrusu.
RASAD
Gözetlemek, beklemek, pusuda olmak.
RASADGÂH
f. Bekleme yeri, gözetleme yeri. Gözlemevi.
RASADHÂNE
f. Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer.
RASAF
Kaldırım. Kaldırım taşları.
RASAFE
(C.: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş.
RASAFET
Dayanıklılık, sağlamlık.
RA'SAN
Yorgunluktan dolayı yab yab yürümek.
RASANET
Sağlamlık, dayanıklık. * Sabit, muhkem, metin.
RASAS
Kurşun, kalay, lehim.
RASAS-I MÜZAB
Eritilmiş kalay.
RASASÎ
Kalaycı. * Kurşun renginde olan.
RASD (RUSUD)
Yol gözlemek.
RA'SE
(C.: Riâs) Kulağa takılan küpe.
RASF
Oka kiriş sarmak. * Birbirine zammetmek. * Kaldırım döşemek.
RASĞ
Bilek, elbileği.
RASID
(C.: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan.
RASIDÂN
(Râsıd. C.) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler.
RASİ'
Hırs ve tama eden.
RASÎ
Kımıldamıyan, sâbit. * Lenger atmış olan gemi. Demirlemiş gemi.
RASİA
(C.: Rasâyi) Halka.
RASİB (RÂSİBE)
Tortulaşan, dibe çöken.
RASİD
Muntazır, bekleyen kimse. * Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar.
RASİF
Dayanıklı, sağlam, muhkem. * Taş temel, rıhtım. * Denizin yüzüne çıkmış kayalar.
RASİFE
Su içinde yapılan sed. Rıhtım.
RASİH(A)
(C.: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam. * Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan. * İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.
RASİHÂNE
f. Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle.
RASİHUN
(Rasihîn) (Râsih. C.) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar. * Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar.
RASİM
Resim yapan, çizgi çizen. * Akar su.
RASİME
Âdet. Eskiden kalma âdet.
RASİN
Andız otu.
RASİN
Sağlam, dayanıklı. * Sabit hüküm.
RASİYE
(C.: Revâsi) Büyük dağ.
RASN
İkmal etmek, tamam etmek, muhkem kılmak.
RASRAS
Sağlam ve sert yer.
RASRASA
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
RASS
Binayı sağlamlaştırmak. * Birbirine darlık getirmek. * Bazısını bazısına ulaştırmak.
RASSAD
(Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen.
RASSAS
Kalaycı.
RAST U ÇEP
f. Sağ sol, sağdan soldan.
RASTAN
(Râst. C.) Doğru olanlar. Haklı kimseler.
RASTBÎN
f. Herşeyin hak ve doğrusunu görüp farkeden.
RASTGÛ
(C.: Râstguyân) f. Doğru konuşan, hak konuşan.
RASTÎ
f. Doğruluk, gerçeklik.
RASTKÂR
f. Doğru adam.
RASYONALİZM
Fr. Fls: Akliyecilik. Her şeyin yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş. (Bak: Felsefe)(Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyyete baktığı için hakaiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usul-id din ve ülemâ-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mâhiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler. Hem her bir şey, iki nazar ile bakıldığı vakit iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiç bir hakikat-ı kat'iyyesi Kur'anın hakaik-ı kudsiyyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz.Meselâ : Küre-i arz, ehl-i hikmet nazarı ile bakılsa, hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'ân nazarı ile bakıldığı vakit hakikatı şöyledir ki; semere-i âlem olan insân, en câmi, en bedi' ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan beşik ve meskeni olan zemin semaya nisbeten maddeten küçüklüğü ile ve hakareti ile beraber, manen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizat-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet Rabbaniyenin mahşeri, ma'kesi; hadsiz hallakıyet-i İlâhiyenin, hususan, nebatat ve hayvânâtın, kesretli enva-ı sagiresinden cevadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.İşte arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'an-ı Hakim semâvata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren $ diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et. Ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatları Kur'anın parlak, ruhlu hakikatları ile müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür. S.)(...Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi "aklımız bize yeter" deyip sana ittiba'dan istinkâf mı ederler? Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başı ile ona yetişemez...Yahut inkârlarına sebeb, tâgi zâlimler gibi hakka serfüru etmemeleri midir? Halbuki mütecebbir zâlimlerin rüesaları olan fir'avunların, nemrudların âkibetleri mâlumdur... S.) (Bak: İsbatiyecilik)
RASYONEL
Fr. Fls: Akla uygun, hesaplı, ölçülü, biçili.
RA'ŞAN
Titreme, titreyiş.
RA'ŞE(T)
Titreme, titreyiş. * Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak.
RA'ŞEAVER
(Ra'şe-âver) f. Titretici.
RA'ŞEDAR
f. Titreyen, ürken.
RA'ŞE-İ DEST
El titremesi.
RA'ŞEVER
f. Titretici.
RAŞİ
Rüşvet veren.
RAŞİD(E)
(Rüşd. den) Hak dinini kabul eden, doğruya giden, rüşde erişmiş olan. * Akıllı.
RAŞİDÎN
Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar.
RAŞİH
Yürüyebilen geyik yavrusu.
RAŞİN
Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse.
RAT'
(Bak: Ret')RATA' : Hamakat, ahmaklık.
RATABET
(Ratb. dan) Rutubet, nem, yaş.
RATANET
Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma.
RATB
Rutubet, nemlilik yaşlık. * Rutubetli, yaş. * Yaş hurma. * Mülâyim, yumuşak.
RATBE
(C: Ritâb) Genç ve güzel sevgili. * Yonca otu.
RATB-ÜL LİSÂN
Yumuşak sözlü. Mülâyim lisanlı.
RATH
Yoğurmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
RATIB
Islak, nemli, çok yaş, rütübetli. Tâze.
RATIK
Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak. * Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek.
RATIK
Bir şeyin yarığını bitiştiren, yırtığını kavuşturup birleştiren.
RATİB
Tertib edip sıraya koyan.
RATİBE
(C.: Revâtib) Maaş. Vazife.
RATİBEHÂR
f. Vazifeli. Görevli.
RATİC
Çam sakızı.
RATİN
Reçine. Çam sakızı.
RATİT
Avaz, ses. * Ahmak, akılsız kişi.
RATİYAN
(Râtiyâne) f. Çam sakızı, reçine.
RATK
Ulaşmak, yetişmek.
RATL
(Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir.
RATRAT
Bir nevi pelte. * Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su.
RATS
El ayasıyla vurmak.
RAUF
Çok acıyan, esirgeyen, merhamet sâhibi. * Esmâ-i İlâhiyedendir.
RAUFE
Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş. * Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş.
RAUK
Süt süzeği.
RAUM
Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun.
RAUS
İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi.
RAV'
Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf.
RAVH
Rahatlık. Rahmet ve kolaylık. * Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa. * Koklamak.
RAVHULLAH
Allah'ın verdiği rahatlık.
RAVİ
Rivayet eden. İnsanlara haberleri nakleden. * Hadis nakleden. * Söyleyen, anlatan.
RAVİ-İ HADİS
Hadis rivayet eden.
RAVİ-İ KISSA
Bir hâdiseyi hikâye eden. Hikâye anlatan.
RAVİYAN
(Râvi. C.) Rivayet edenler. Hikâye anlatanlar.
RAVİYE
Su taşıyan hayvan.
RAVUK
Süzek, süzgeç.
RAVVAH
Rahat ettirmek. (Bak: Ravh)RAVZ : Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler.
RAVZA
Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer.
RAVZA-İ CİNÂN
Cennet bahçeleri. Cennetlere giden yol.
RAVZA-İ MUTAHHARA
Fahr-i Kâinat Aleyhi Efdal-üs-Salavat ve Efdal-üt-tahiyyât Efendimizin Kabr-i Şerifiyle Minberin arasındaki saha.
RAVZA-İ RIDVÂN
Cennet.
RAVZAT
(Ravza. C.) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler.
RAY
Re'y, fikir, Hüküm ve itikad. (Bak: Re'y)
RA'Y
Teslim olma. * Otlatma, gütme. Otlama.
RAY'AN
Her nesnenin evveli.
RAYAT
(Râyet. C.) Bayraklar.
RAYB
şek, şüphe, reyb.
RAYB-EL MENUN
Zamanın hâdiseleri. * Ölüm. * Iztırab veren hâdiseler.
RAYET
Bayrak, alem, livâ, sancak. * Gerdanlık.
RAYGAN
f. Parasız, bedâva. * Pek fazla, pek çok.
RAYİ'
Acib nesne. * Cömert kişi.
RAYİC
(Bak: Râic)
RAYİHA
Koku, hoş koku.
RAYİHADAR
f. Kokulu. Hoş kokulu.
RAYİHANİSAR
f. Koku saçan.
RAYİK
Acib ve hâlis nesne.
RAYİŞ
(Bak: Raiş)
RAYİZ
Seyis.
RAZ
f. Gizli sır, saklı şey. * Mimar. * Marangozların işini tanzim eden.
RAZ PUŞ
f. Sır saklayan, sır gizleyen.
RAZAN
f. Gizli sırlar, gizlilikler.
RAZ-AŞNA
f. Bir sırrı bilen.
RAZ-DAN
f. Sırrı bilen, sırra ortak olan dost.
RAZI
Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden. * Boyun eğen, itaat eden.
RAZ-I NİHAN
Gizli tutulan sır.
RAZIA
Emzikli, çocuklu kadın.
RAZIK
Rızık veren; yiyecek, içecek, giyecek gibi canlı mahlukata lüzümu bulunan her çeşit ihtiyacını te'min edip veren. (Allah)
RAZIK-I HAKİKİ
Hakiki rızık veren. Hiç bir vasıtaya ihtiyacı olmadan en güzel nimetleri yaratan ve bütün rızıkları ancak kendisi veren Allah (C.C.)
RAZİYANE
(Rezene) Dere otu nev'inden bir nebat adı.
RAZİZ
Dökülmüş ve parçalanmış.
RAZRAZ
İri vücutlu kimse. * Dökülmüş ve ufanmış taş.
RAZZ
Kesmez âlet.
RAZZE
(Razz. dan) Ezen, ezici.
REALİST
Fr. Fls: Hakikatçı. Nefs-ül emre uygun düşünen. Realizm taraftarı.
REALİTE
Fr. Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Bak: Rasyonalizm)
REALİZM
Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri.
REAYA
(Raiyet. C.) Bir kimsenin emri altında bulunanlar. * Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk. * Hristiyan tebaa. * Bütün halk.
RE'B
Mantar. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek, düzeltmek.
REB'
Ev, arazi. Barınılan, iskân olunan yer.
REBA'
Uzunluk.
REBABE
(C.: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut.
REBACE
Bönlük, ahmaklık, biladet.
REBAH
Faide, menfaat. * Kediye benzer bir canavarın adı.
REBAİYE
(C.: Rebâıyyât) Seniyye ile nâb arasında olan dört diş.
REBAZ
Şehrin yarısı ve etrafı. * Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri. * Koyun ağılı. * "Göden bağırsak" denilen büyük bağırsak.
REBAZE
Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse.
REBBİ
İlmiyle amel eden kişi.
REBEB
Tatlı ve çok su.
REBELE
(Buğday) Çok olmak.
RE'BELE
Cür'et, ikdam.
REBEZ
Ayağı hafif. Hızlı yürüyüşlü.
REBEZE
(C.: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü.
REBİ'
Yaz günü. * Küçük nehir.
REBİB
(C.: Rebâib) Üvey oğul. * Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe)
REBİBE
Üvey kız. * Dadı.
REBİE
(C.: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi.
REBİH
Organları sülpük ve sarkık olan iri insan.
REBİÎ
Bahara ait, baharla ilgili.
REBİ-İ EVVEL
İlkbahar. Çiçeklerin açıp otların bittiği mevsim. (Bak: Rebi-ül Evvel)
REBİ-İ SÂNİ
Sonbahar.
REBİKA
İp ile bağlanan davar.
REBİKE
Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek. * Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek. * Bulamaç aşı.
REBİL
(C.: Rubul) Yoğun, semiz, besili. * Yer kuruyunca biten bir ot. * Uyluğun iç yanı.
RE'BİL
Câriye, kadın esir.
REBİLE
Semizlik, besililik.
REBİS
Bahadır, kahraman. * Meşakkat.
REBİ-ÜL AHİR
(Rebi-i Sâni) Kamerî ayların dördüncüsü.
REBİ-ÜL EVVEL
Arabî ayların üçüncüsü.
REBİZ
Semiz ve kuyruğu büyük olan koç.
REBİZ
Koyun sürüsü.
REBK
Karıştırmak.
REBRAK
Tilki üzümü.
REBREB
Yaban sığırı sürüsü.
REBS
El ile vurmak.
REBS
Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek.
REBSA'
Müenneslik özelliğindendir. * Katı nesne.
REBT
Şişmek. * Terbiye etmek. * Uyusun diye çocuğun yan taraflarına yab yab vurmak.
REBUB
Üvey oğul. * Üvey baba.
REBUN
Pey akçesi, pey olarak verilen para.
REBUZ
Büyük.
REBVET
(Rubve - Ribve - Rebâvet) Yüce, yüksek yer.
REC'
Geri döndürmek. * Döndürülmek. * Yağmur. * Menfaat, fayda. * Rücu' etmek veya ettirmek.
RECA
Kenar, yan. Taraf.
RECA
Emel, ümit, yalvarmak. * Cânib, taraf. * İstek, arzu, dilek.
REC'A
Geri gelme, dönüş. * Öldükten sonra tekrar diriliş.
RECAC
Her şeyin zayıfı.
RECAH
(C: Rucah) Oturak yeri etli ve büyük olan kimse.
RECAİ
Ricacı. Ricayla ilgili. Dua ve yalvarmağa, ümide dair.
RECALE
Yayan yürümek.
RECAZE
Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler.
RECC
Deprendirmek. Sarsılmak. Gidip gelmek.
RECCA'
Hörgücü büyük dişi deve.
RECEB
Azametli, heybetli. Ta'zim etmek. * Cennet'te bir nehir ismi. * Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi. * Erkek ismi.
RECEBAN
Receb ile Şaban ayları.
RECEFAN
Şiddetle sarsılma, sallanma. * Şiddetle gürüldeme. Şiddetli ıztırab, büyük acı.
RECEFE
Zelzele. * Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir. (Bak: Mürcif)
RECEL
Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması. * İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak.
RECEN
Hapsetmek.
RECEZ
Vezni altı defa müstef'ilün'den ibaret olan bir nevi şiir veya bahire denir. * Kaside tarzında yazılan manzume. (Bak: Kaside, Ercüze)
RECF
Şiddetle sarsmak veya sarsılmak.
RECFE
(C: Recefât) Zelzele, deprem.
RECİ'
Necis, pislik. Terslemek.
RECİF
Şiddetli ıztırab.
RECİL
Çok yürüyen.
RECİM
(Recm. den) Taşlanmış, taşa tutulmuş. * Lânetlenmiş, mel'un.
RECİN
Devecilerin ini.
RECLA'
Katı, sağlam, sert. * Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel)
RECLAN
(C.: Raclâ-Rıccâl) Yayan kimse.
RECM
Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek. * Atılan taş. * Kabre taştan nişan dikmek. * Şeytan üzerine atılan nücum. * Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek. * Zan ve kıyas etmek. (L.R.)
RECMETMEK
Taşlamak, taşlamak suretiyle öldürmek. * Mc: Aleyhte konuşmak.
RECRACE
Asker kalabalığı. * Ses çokluğu.
RECRECE
Sarsılma, titreme, sallanma.
RECS
(Recse) şiddetli gök gürültüsü. * şiddetli ses.
RECSAN
Gök gürlemesi sesi.
RECÜL
Yetişkin erkek. Bir işin ehli. Er kişi. Adam.
RECÜLE
Giyiniş ve hareketleriyle kendini erkeklere benzeten kadın.
RECÜLET
Erlik, erkeklik.
RECÜLİYET
Erkeklik, erkek olmak. * Cesâretlilik, erişkenlik.
RED'
Geri verme, reddetme.
REDA'
(Redaet) Süt emmek.
REDA'
Önleme, men'etme, yasaklama.
REDAET
Kötülük, fenalık, bayağılık.
REDAH
(C.: Rudüh) Dolu büyük çanak. * Etli ve şişman kadın.
REDANE
Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka.
REDD
Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek. * Bir şeyin karşılığını icra etmek. * Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin tutukluğuna denir. * Cerhetmek. * Kötü ve fena şey.
REDDET
Güzellikler arasında nazara çarpan çirkinlik. * Bir defa reddediş.
REDD-İ CEVAB
Suâlin cevabını vermek.
REDD-İ HÂKİM
Taraf tutan hâkimi kabul etmeyip reddetmek.
REDD-İ KELÂM
Söze itiraz etme, karşılık verme.
REDD-İ SELÂM
Selâm verenin selâmını almak.
REDDİYE
Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.
REDE
Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası.
REDEN
Hazz denilen kumaş. * Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses. * İplik eğirmek.
REDİ
(Rediye) Fenâ, kötü, bayağı.
RED'-İ CEYB
Mc: İçinden sıkıntıyı atma.
REDİF
Arkadan gelen, birisinin ardından giden. * Birbiri ardınca zuhur etmek. * Terhis olup ihtiyata geçen asker. * Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.
REDİG
Yere vurulmuş. * Nâdan, ahmak.
REDİM
Eski, köhne kaftan.
REDM
(C.: Rüdum) Bir şeyin önüne sed yapma. * Bir şey dâimi olmak ve akmak. * Pencere, kapı ve delik gibi yerleri tıkama. Tamâmen kapama. * Zülkarneyn seddinin ismi.
REDM-İ AZİM
Zülkarneyn Seddi'nin ismi.
REDS
Taş atmak.
REDYAN
Davar yelmek.
REE
(Bak: Rie)
REEL
Fr. Gerçek, hakiki, sahici.
REF'
Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma. * Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak.
REFAGAT
Bolluk içinde geçinme.
REFAH(ET)
Bolluk, rahatlık.
REFAKAT
Arkadaşlık, beraberlik.
REFD
Atâ etmek, hediye vermek. * Yardım etmek. * Büyük kadeh.
RE'FE
Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek.
REFENN
Kuyruğu uzun olan at.
REFES
(Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek. * Kinâye olarak. * Cimâ, nikâh. * Fuhşiyyât.
RE'FET
Merhamet, acımak. * Yüce.
RE'FETLÜ
Eskiden kumandanlara, serdarlara mahsus resmi ünvan.
RE'FETMEÂB
f. Çok merhametli.
REFEZ
Bölük bölük olan cemaat. (C: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su.
REFF
Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf.
REFH
Yağlanmak.
REFHAN
(Refâh. dan) Varlık içinde yaşıyan.
REFİ'
Yüksek, bülend, âli, yüce.
REF'-İ CİDAL
Kavga ve çekişmeye son verme.
REF'-İ İMTİYAZ
İmtiyazın, sınıflamanın kalkması. Aynı hakka sahip herkese aynı muâmele yapılması.
REFİF
(Ateş) Parlamak.
REFİG
Bolluk ve rahat içinde geçinen adam.
REFİH
Rahatlık ve huzur içinde geçinen. Refah ve rahat ile yaşıyan.
REFİK(A)
Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.(Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklid eder, refikasını, hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyânetine bakıp, " Ebedi arkadaşımı kaybetmiyeyim" diye takvaya girer. Veyl o erkeğe ki: Saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. L.)
REFİK-İ A'LÂ
En iyi, en yüksek refik. Cenab-ı Hak (C.C.)
REFİK-İ RÂH
Yol arkadaşı.
REFİL
Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen. * Ahmak kimse. * Kuyruğu uzun at.
REFİŞ
Ağaç kürek. * Dövmek.
REFİ'-ÜD DERECÂT
Derece ve itibarı yüksek olan.
REFİ'-ÜL KADR
Şanı, kadri, değeri yüce olan.
REFİZ
(Rafz. dan) Atılmış, bırakılmış, terkedilmiş. Metruk.
REFL
Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak.
REFORM
Fr. Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların insanlarına her cihetle cevap verecek câmiiyette olduğundan ve ilmi esaslara dayanmış olarak asliyetini muhafaza ettiğinden, İslâm dininde reform olamaz. Ancak dinde yeni izah ve isbat şekli vardır. (Bak: Müceddid, Ehl-i bid'a)
REFREF
Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. * Cennet.
REFREFE
Kuşun kanatlarını oynatıp açması.
REFS
Ayakla vurmak.
REFS
Edeb hârici söz söyleme. * Kadınlara lâf atma.
REFSE
Tokuşmak.
REFŞ
Küçük kazma. * Çapa. * Büyük kulaklık. * Kulağı büyük olma.
REFT
Bir şeyi ufalı(Zeker) kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama.
REFT
f. Gitmek, yürümek. * "Gitti" mânasında fiildir.
REFTAR
f. Gidiş, salınarak yürüyüş.
REFTE
f. Gitmiş.
REFTE REFTE
f. Git gide, azar azar.
REFTEN
f. Gitmek.
REFUŞE
f. Lâtife, şaka. * Suç, günah.
REFV
Sabretmek. * Korkudan emin etmek. * Islah etmek, düzeltmek.
REFZ
Terketmek.
REG
f. Damar.
REGABE
Yumuşak arazi.
REGAD
Varlık, genişlik.
REGAİB
(Ragibe. C.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek.
REGAİB GECESİ
Receb ayının ilk perşembe gününün akşamı (Cuma gecesi).
REGAMİ
Çekirge çokluğu.
REG-İ CÂN
Can damarı, şah damarı.
REH
f. Yol, kaide, tarz, usul. (Bak: Râh)
REHA
f. Kurtuluş, kurtulma. Halâs. * Urfa şehrinin eski ismi. (Bak: Rüha)
REHA'
Geçim bolluğu. * Genişlik, gevşeklik, pörsüklük, yumuşaklık.
REHA'
Geniş yer.
REHABE (RİHÂBE)
Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik.
REHABİN(E)
(Ruhban. C.) Râhibler. Ruhbanlar.
REHAFE
İncelik.
REHAFEŞAN
f. Kurtarıcı.
REHAH
Yumuşak. * Geniş.
REHAİN
(Rehine. C.) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar.
REHAK
Gaşyetmek, sarıp bürünmek. Bir adamın arkasından yaklaşıp çatmak. * Haramlara ve menhiyata dalıp, hep onunla uğraşmak. (E.T.)
REHAKÂR
(C.: Rehakâran) f. Kurtarıcı.
REHAMET
Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması.
REHAN (RİHÂN)
Bahadırlık, kahramanlık. * Denemek, tecrübe etmek. * At yarıştırmak, müsabaka.
REHASET
Tazelik, yumuşaklık, incelik. * Ucuzluk. * Bir işi gevşek tutma.
REH-AVERDE
f. Yolcunun getirdiği hediye.
REHAVET
Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık.
REHAVÎ
f. Urfa'lı.
REHAYAB
f. Kurtulan. * Yolcu olan.
REHAYAFTE
f. Kurtulmuş.
REHAYÎ
f. Kurtulma, halâs, necat.
REHB
Korku. Havf.
REHBANİYYET
Râhiblik. Papazlık.
REHBELE
Yelmek.
REHBER
f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Mürşid)(...Hem Rabb-ül-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-ı istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan; bir rehber vasıtasiyle yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzami bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur'an vasıtasiyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden yine bilbedahe O Zâttır... S.)
REHBERÎ
Kılavuzluk, rehberlik.
REHBET
Fazla korku, yılmak, çekinmek.
REHBETEN
Korkup çekinerek, çekingenlikle.
REHC
Toz, gubar. * Fitne.
REHD
Bastırarak ezme.
REHDEN
(C.: Rahâdin) Serçeden büyük bir kuş.
REHEB
Korkmak, yılmak. Çekinmek. * Korku, havf.
REHEBUT
Çok korkmak.
REHEC
Toz.
REHF
Keskinleştirmek, bilemek.
REH-GÜZER
(Reh-güzâr) : f. Geçilen yol. Yol üstü. Geçit.
REHHAS
Kârgir bina yapan.
REH-İ NAREFTE
Gidilmemiş yol.
REHİDE
f. Sıkıntı ve dertten kaçmış olan.
REHİN
(Rehn-Rehine) Bir şeyin yerine teminat olarak tutulmuş olan şey, rehin edilmiş. * Mevkuf ve mahpus kılmak.
REHK
Aradan yetişip yaklaşma. * Yürüme. * şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma. * Kötü şeylere düşkünlük.
REHKET
Güçsüzlük, kuvvetsizlik, zayıflık.
REHL
Sülpük olmak. Kendini salıvermek. * Acı çekmek, muztarib olmak. * Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak.
REHLET
şişkinlik, şişme.
REHMET
Yağmur, rahmet.
REHN
Sâbit ve dâim olmak. *Devamlı oluş. * Hapsetmek.
REHNEVERD
f. Yola çıkan. Yolcu.
REHNÜMA
f. Yol gösteren. Kılavuz.
REHNÜMUN
Rehberler, yol göstericiler.
REHNÜMUNÎ
f. Kılavuzluk, rehberlik.
REHPEYMA
f. Yol ölçen.
REHPEYMAYÎ
f. Yolculuk.
REHREHE
Parlamak.
REHREV
f. Yolcu. Yola giden.
REHS
Kârgir bina yapmak. * Bir nesneyi çok sıkmak.
REHS
Bir şeyi ayakla çiğniyerek ezme.
REHŞ
Asmacık.
REHT
(C.: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık. * Kavim, kabile. * Ondan az olan adamlar. * Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler)
REHV(E)
(C.: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer. * Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır) * Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark. * Üveyik kuşu. * Arası açılmış ve ayrılmış.
REHVAC
Kebabı iyi pişirmek.
REHVECE
Sür'atle gitmek.
REHYAB
f. Yolunu bulabilen, girebilen.
REHYAT
Acizlik. * Zayıflık, süstlük. * Bir dengi birinden ağır etmek.
REHZ
Hareket etmek.
REHZEN
f. Yol kesen, haydut, eşkiya.
REİM
(C.: Arâm) Beyaz geyik.
REİS
Baş, başkan.
REİS-İ ÂLEM
Âlemin reisi. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. (Bak: Mefhar-ı Kâinat)
REİS-İ KABİLE
Kabile reisi.
REİS-İ VÜKELÂ
Vekillerin başı. Başvekil. Başbakan.
REİS-ÜL KÜTTAB
Eskiden Hâriciye Nâzırı, Dışişleri Bakanı.
REJİM
Fr. Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. * Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz.
REKABET
Kıskanmak. * Hıfzetmek. * Gözetmek. * Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak. * Kendi işini yürütmeğe çalışmak.
REKAİK
(Rakik. C.) İnce ve nâzik olan şeyler.
REKAKET
Kekeleme, dil tutukluğu. * Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. * Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. * El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. * Gevşeklik, zayıflık, dermansızlık.
REKAM
Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne.
REKANET
Vakarlılık, ağırbaşlılık.
REK'AT
(Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak. * Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü.
REK'ATEYN
İki rekât.
REK'AT-I SÂNİYE
İkinci rekât.
REK'AT-I ULÂ
Birinci rekât.
REKB
Atlılar alayı, süvari takımı. * Diz ile vurmak. Dizi vurmak.
REKD
Kımıldamamak, durgun olmak.
REKEAT
(Rek'at. C.) Rekâtlar.
REKEB
(C.: Erkâb) Kasığın kıl bittiği yeri.
REKİK
Dili tutuk, kusurlu, peltek. * Rey ve idraki zayıf olan. * Gayret ve namusu olmayan. * Zayıf, kuvvetsiz.
REKİK-ÜL LİSÂN
Dili tutuk. Peltek. Kekeme.
REKİN
Yüce, yüksek, âli. * Ağırbaşlı, ciddi, vakarlı.
REKİZ
(Rekz. den) Sağlam. * Gizli, gömülü define.
REKK
İlzâm etmek, susturmak. * Birbiri üstüne bırakmak.
REKL
Ayağıyla vurmak.
REKM
Biriktirme, yığma.
REKME
Cem'olmuş, toplanmış. * Yön, cânip. * Parça, cüz'.
REKN
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
REKS
(Rekkese) Geri döndürmek, çevirmek, tepesi aşağı etmek.
REKTÖR
Fr. Üniversitenin başkanı.
REKU'
Sâkin olmak. * Kesilme.
REKUB
Erkeğinin ölümünü bekleyen kadın. * Evlâdı durmayan avret. * Kalabalıktan suya yaklaşamıyan deve.
REKUB
Binek hayvanı, binilecek şey.
REKUD
Uyumuş.
REKVE
(C.: Rukâ-Rekavât) İbrik.
REKYE
(C.: Rekâyâ-Rekâ) Örülmemiş kuyu.
REKZ
Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
REKZ
Harıl harıl ayak ile tepmek. Hayvana tekme ile vurmak. Kakıvermek. * Kaçmak. Seğirtmek, koşmak. * Hicret. Gaza.
REKZ-İ ALEM
Bayrağı bir yere dikme.
REKZ-İ HİYÂM
Çadır kurma.
RE'L
(C.: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği.
REM
f. Titreme. * Ürkme. * Sürü.
REMA
Bir yerde ikamet eylemek. * Ziyade olmak. * Riba, faiz. * Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek.
REMAD
Kül. (Bak: Ramad)
REMADET
İnsan veya hayvan kırımı.
REMAK
Bedende ruhun bakiyyesi. * Koyun sürüsü.
REMAN
(Remen) f. Sürü. * Ürken, ürkücü.
REMAS
Göz pınarında toplanan çapak.
REMAZ
Güneşin harâretinin çoğalması.
REMAZE
Oturak yeri. * Zina eden kadın.
REMD
Helâk olmak. * Gözün çapaklanması. Göz hastalığı.
REME
Ürkek, ürken. * İyi nesne.
REMED
Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı.
REMEKE
(C.: Rimâk-Ramek-Ramekât-Ermâk) Kısrak.
REMEL
(C.: Ermâl) Yelmek. * Yağmurun az yağması. * Vahşi sığırın ayağında olan hatlar.
REMENDE
f. Ürkek, ürkücü.
REMES
(C.: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal. * Kalan süt artığı.
REMG
Bâtıl etmek. * Baş yarmak.
REMGERDE
f. Titremiş. * Ürkek, ürkmüş.
REMH
Süngü ile vurmak. * Tekme vurmak.
REMİ
(C.: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut.
REMİDE
f. Ürkmüş, korkmuş, çekingen.
REMİM
f. Kemiğin çürümesi. Çürük.
REMİYYE
Bir nesne ile atılmış olan av.
REMK
Durmak, ikâmet. * Boz renk.
REML
(Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu. * Filistin'de bir kasaba.
REMLA'
Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun.
REMLÎ
(Şihâbüddin Remlî) (Mi: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında salâvatları ile meşhurdur. Fıkh ve tevhide, tasavvufa dair manzumeleri vardır. " İmam-ı Remlî" diye anılır.
REMM
Islah etmek, düzeltmek. * Yemek, ekletmek.
REMMA'
Beyaz tenli kadın.
REMMAA
Oturak yeri. * Çocukların başındaki oynak yer.
REMMAH
Mızrakçı, süngücü.
REMMAZ
(Remz. den) İşaretlerle konuşan.
REMRAM
Bir ağaç cinsi. * Yazın biten bir ot.
REMS
Sürtme odunu. * El ile meshetmek. * Islah etmek, düzeltmek.
REMS
(C.: Rumus) Mezar, kabir.
REMY
Atma. Tüfek atma.
REMZ
İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme.
REMZA'
Güneşin tesiriyle kızmış taş.
REMZEN
İşaretle. Remz olarak.
REMZÎ
İşarete ait, işaretle alâkalı.
REMZŞİNAS
f. Bir maksad anlatan şekil, resim vb. * Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen.
RENA
Nazar olunan, bakılan.
RENAK
Mastar. * Suyun bulanık olması. * Kederli olmak, mükedder olmak.
RENANET
İnleme.
RENC
f. Sıkıntı, zahmet, eziyet. * Ağrı, sızı. * Öfke, gazab, hışım.
RENC-BER
f. (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. * Çiftçi.
RENCİDE
f. İncinmiş, kırılmış.
RENCİDEGÎ
f. İncinip hatırı kırılmış olma. * Dertlilik, kederlilik.
RENCİDEHÂTIR
f. Gücenmiş, hatırı kırılmış.
RENCİŞ
f. Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder.
RENCUR
f. İncinmiş. Sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta.
RENCURÎ
f. Dertlilik, rahatsızlık, hastalık. İncinmiş olma.
REND
Mersin ve defne ağaçları.
RENDE
f. Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. * Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona benzer maddelerden yapılan âlet.
RENDELEMEK
Pürüzlerini gidermek. Rende ile düzlemek, pürüzlü yerlerini kazımak. Rende ile ufalamak.
RENDİDE
f. Rendelenmiş, ufalanmış.
RENEM
Avaz, ses, savt. * Ayrılmak.
RENEVNA
Dâim sâkin olmak, devamlı durmak.
RENF
(Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak.
RENG
f. Renk, levn. * Suret, şekil. * Oyun, hile, dalavere.
RENG Ü BU
Renk ve koku.
RENG-AMİZ
f. Renk renk, çeşitli renkli.
RENGÂRENG
f. Renkli, çeşit çeşit.
RENG-AVER
f. Dalavereci, hilekâr.
RENGİN
f. Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif.
RENİM
Türkü söylemek.
RENİN
Bağırma, haykırma. * İnleme, inilti.
RENK
Bulanık su.
RENNA'
Devamlı kadınlara bakan kimse.
RENNAN
Çok ses çıkaran, inleyip duran. Çınlıyan.
RENNE (RİNNE)
Avaz, ses, savt.
RENV
Bakma hususunda mübâlağa etmek.
RE'REE
Gözü tez tez döndürmek. * Koyun çağırmak.
RES
f. (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) "Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
RE'S
Baş, kafa. * Tepe. Uç. * Başlangıç. * Reis.
RESA
f. Yetişen, erişen. Yetiştiren.
RE'SA
Başı ve yüzü siyah olan koyun.
RESA'
Şiddetli hırs.
RESA'
Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe "resise" derler.)
RESAE
Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak.
RESAG
Devenin ayaklarında olan gevşeklik.
RESAİL
(Risale. C.) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar. * Dergiler, mecmualar.
RESAİL-ÜN NUR
Nur Risaleleri. (Bak: Risale-i Nur)
RESALET
Saçı salıverme. * Deveyi eşkin yürütme. (Bak: Risalet)
RESAN
Ulaştırı yağan yağmur.
RESAN
f. (Residen mastarından) "Yetişenler, ulaşanlar, getirenler" mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır.
RESANE
f. Teessüf. * Hasret.
RESANEHÂR
f. Hasret çekici.
RESANENDE
f. Ulaştırıcı, getirici.
RESANET
(Bak: Rasanet)
RESAS
(Bak: Rasas)
RESASET
Eskilik, köhnelik. Yıpranmış olma.
RESATİK
(Rustâk. C.) Köyler, çiftlikler.
RESD
Eşyaları birbiri üstüne yığmak.
RESED
Ev eşyası.
RESED
f. Lâyık, şâyan, şâyeste.
RESEL
(C.: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat.
RESEM
Atın üst dudağında olan beyazlık.
RESEN
(C.: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak. * İp, halat, urgan.
RE'SEN
Kendi başına, bizzat. * Kimseye danışmadan. Müstakil olarak. * Doğrudan doğruya.
RESENBAZ
f. İple oynayan. İp cambazı.
RESENBEND
f. Halat atmış, halatla bağlı.
RESF (RESFÂN)
Ayağı köstekli gibi yürümek.
RESH
Âcizlik, zayıflık. * Uyluk etleri az olmak.
RESH
Bir şeyin, yerin sabit olması.
RESİBE
(C.: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık.
RESİDE
f. Erişmiş, ulaşmış, yetişmiş.
RESİDE-İ HİTÂM
Sona ermiş, hitâm bulmuş, bitmiş.
RESİF
Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar.
RESİL
(C.: Rüsül - Rüselâ) Elçi.
RESİM
Bir çeşit deve yürüyüşü.
RESİS
Sâbit, devamlı. * Bakıyye, artık. * Akıllı, zeki kimse. * Sahih olmayan haber. * Aşk-ı muhabbetin ibtidası. * Hastalık başlangıcı.
RESİS
Yaralı, mecruh. * Köhne, eski. Eskimiş, yıpranmış.
RESİYY
Hayır veya şerde musırrâne direnen. * Çatıyı ayakta tutan direk.
RESL
Kıvırcık olmayan saç.
RESM
(Resim) Yazma, çizme, desen. * Eser, iz, nişan, alâmet. * Suret. * Tertib. Tarz, üslub. * Fotoğraf resmi. * Âdet, usul, tavır, davranış. * Alay, merâsim. * Man: Bir şeyi başkalarından ayırdeden tarif.
RESMEN
Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından. * Kat'i olarak anlaşıldığına göre. * İsteye isteye. Bile bile. * Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak.
RESMÎ
Devlet adına veya devlet tarafından. * Ciddi. Çok sert. * Resme, yazıya, çizgiye ait. Resme dair.
RESM-İ GEÇİT
Askerî bir kıt'anın yahut bir mektebin talebelerinin gösteri mahiyetinde geçişi. Geçit resmi.
RESM-İ GÜMRÜK
Gümrük vergisi.
RESM-İ KADİM
Eski usûl.
RESM-İ KÜŞAD
Yeni yapılan mekteb, fabrika, kışla, hükümet konağı, demiryolu vs. gibi şeylerin umuma açılışı yerinde kullanılan bir tâbirdir. Yeni tabirde " Açılış töreni" demektir.
RESMİYÂT
Resmî olan işler.
RESMİYET
Resmîlik. Resmî olmaklık.
RESS
Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu. * Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı. * Maden. * Dere. * İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek.
RESSAM
Resim yapan, resim çizen.
RESSE
(C.: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne. * Ev eşyasından eskiyip atılanı.
RESSE
Avcıların gizleneceği yer. * Hastalığın başkasına bulaşması.
RESTE
(C.: Restegân) f. Kurtulmuş.
RESTEGÂN
(Reste. C.) f. Kurtulmuş olanlar.Restgâr : f. Kurtulan.
RESTGÂRÎ
f. Kurtulma, necat.
RESTORASYON
Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri.
RESÜL
Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettirirse, ona Nebi denir. * Haberci. * Huk: Tasarrufta hakkı olmaksızın, birisinin sözünü olduğu gibi bir başkasına bildiren kimse. * Elçi.
RE'S-ÜL MAL
Ana para, sermâye, kapital. * İnsan ömrü, hayat.
RE'S-ÜL MAL
Ana para, sermaye, kapital. * İnsanın ömrü. Hayat.
RESÜL-İ EKREM (A.S.M.)
(Bak: Muhammed (A.S.M.)
RESÜLULLAH
Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamber. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
RESÜL-ÜL MELÂHİM
Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Cenk ve muharebe ile de vazifeli olduğundan ümmeti ve kendisi din için, dinin ihyası uğrunda büyük muharebelere mükellef olduğundan bu isim ile de yâd edilmiştir.
RESÜL-ÜR RAHAT
Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismidir. Kendisine tâbi olup onun getirdiği hakikatları tasdik ve iman ile insanlar büyük nimetlere ve rahatlara mazhar olduklarından kendisine bu isim verilmiştir. Ve kendisi buyurmuştur ki: "Ben dinin doğruluğu ve kolaylığı için peygamber gönderildim." ... İnsanlara en büyük selâmeti ve rahatı bahş eden Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) getirdiği İlâhî hakikatlar, beşeriyeti Cemalullâh'a ulaştırır ve en büyük rahata kavuşturur. (D.H.)
RESÜL-ÜR RAHMET
Peygamberimize (A.S.M.) verilen bir isim. Çünkü bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmeten lil-âlemîn'dir.
RESVE
(C.: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı.
RESY
Sâbit olmak, devamlı olmak.
RESYE
Romatizma.
REŞA'
Yürüyebilen geyik yavrusu.
REŞAD
Hak yolda yürümek. Doğru yolda olmak. Doğru yolu bulup ondan sapmamak. * Aklın kuvvetli olması.
REŞAD-PENAH
Reşada sebep olan. Kurtuluşa sebep.
REŞAHAT
(Reşehât) (Reşha. C.) Reşhalar. Sızıntılar, serpintiler.
REŞAHAT-İ İHTİYAR
İstekle yapılma alâmetleri. İhtiyar sızıntısı, yâni bir irade ve tercih ile yapıldığını gösteren alâmetler.
REŞAHAT-İ KALEM
Kalem sızıntısı, kalemden dökülen fikirler, yazılar.
REŞAK
Helâk etmek. * Atmak.
REŞAKAT
Bel inceliği. * Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk.
REŞAŞ
(Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur.
REŞAŞAT
Su sızıntıları, serpintiler.
REŞAŞET
Su serpintisi. * Emmek, emerek içmek.
REŞAT
(Bak: Reşad)
REŞED
Hayır. Rahmet. Hidayet.
REŞEHAT
(Reşha. C.) Reşhalar, damlalar, sızıntılar.
REŞEM
İlk evvel çıkan ot.
REŞEN
Tar: Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı.
REŞF
Suyu dudakları ile emmek, emerek içmek.
REŞH
Sızma, terleme, sızıntı.
REŞHA
Damla, katre. Sızıntı, ter, rutubet, yaşlık.
REŞHAPÂŞ
f. Damla saçan.
REŞHARİZ
f. Damla döken.
REŞHAYÂB
f. Sızıntı bulmuş.
REŞİD(E)
Doğru yolda giden, hak yolunda olan. * Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun. * Büluğ çağına girmiş kimse. * Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden. * Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, istediği gibi meşru yolda sarfedebilen kimse.
REŞİDİYYE
Reşid olanla ilgili. * Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı.
REŞİH
Ter.
REŞİK
Boyu, endamı lâtif ve güzel olan.
REŞK
Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren.
REŞK-ÂVER
f. Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran.
REŞK-ENDÂZ
f. İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı.
REŞK-İ ÂLEM
Herkesi kıskandıracak kadar üstün durumda olan.
REŞKİN
f. Kıskanç. Kıskanan. Hased eden. Hâsid.
REŞK-SAZ
f. Gıpta ettiren, imrendiren.
REŞN (RÜŞÜN)
Köpeğin, başını kaba sokması.
REŞRAŞ
Kavak ağacı. * Su veya yağ damlayan kebap. * Su saçmak.
REŞREŞ
Yumuşak döş kemiği.
REŞŞ
Serpmek, püskürtmek. * Serpinti, serpintili yağmur, çisilti.
REŞV
Rüşvet almak.
RET'
(Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek. * Oynamak.
RETAİM
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
RETC
Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi.
RETEB
Zahmet. Şiddet. * Şehadet parmağı ile orta parmak arası.
RETEC
(Ritâc) Büyük kapı.
RETED
Defne ağacının yaprağı.
RETEH
Bündük-i Hindî denilen yuvarlak taş.
RETEL
Muntazam, hoş. Gönül çeken.
RETEME
(C.: Ratem) Bir ağaç cinsi.
RETİME
(C.: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik.
RETK
Yırtığı onarmak, yarığı düzeltmek, bitiştirmek.
RETK (RETKÂN)
Adımların birbirine yakın olması. * Deve kuşunun sür'atle gitmesi.
RETK Ü FETK
Noksanları düzelterek idare etme. * Ayırmak ve bitiştirmek. * İyi idare etme.
RETL
(Diş) seyrek olmak. * Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak.
RETM
Kırmak.
RETN
Karıştırmak.
RETT
şerif, seyyid.
RETV
Kuyudan kova çekmek.
RETVE
Adım. Hatve.
REUM
Yavrusunu seven deve. * Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun.
REV
f. (Reften mastarının emir kökü) "Giden, yürüyen" mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev $ : Önde giden.
REV'
Korku, halecan. Ürkmek. * Nefsanî hareket.
REVA
f. Lâyık, uygun. Meydana gelmek. * Gidici.
REV'A
Korkak kadın. * Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' : Tatlı.
REVABIT
(Rabıta. C.) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler. * Düzenler, sıralar, tertibler.
REVAC
Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
REVACDÂR
f. Sürümlü ve revâcda olan mal.
REVADAŞTE
f. Uygun bulmuş.
REVAH
Öğleden akşama kadar olan vakit. * Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e.
REVAHİ
(Râhiye. C.) Bal arıları.
REVAHİL
(Râhile. C.) Yük hayvanları.
REVAİD
Göçebe topluluk.
REVAİH
(Bak: Revâyih)
REVAK
(Rivak) Ev önündeki saçak. * Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer.
REVAK-I UHREVİYE
Âhirete açılan yer, mezar. * Cennet bahçesi. Âhiretin mukaddemesi.
REVAKİD
(Râkid. C.) Durgun olanlar.
REVAK-ÜL AYN
Kaş.
REVALVER
(Bak: Rovelver)
REVAN
f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz.
REVAN-BAHŞ(A)
f. Canlandırıcı, can bağışlayıcı.
REVANE
f. Yürüyen, giden.
REVAN-I TABİAT
Âlemin canlılığı, akıcılığı, hareketli oluşu.
REVANİ
f. Değerli, rağbetli revaçlı. * Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi.
REVANİ-FÜRUŞ
f. Revanici. Revani satan.
REVASİ
(Râsiye. C.) Büyük dağlar.
REVASİB
(Rüsub. C.) Tortular.
REVASİB-İ REMLİYE
Kum tortuları.
REVASİM
Akarsu.
REVASİR
(Reysar. C.) Reçeller.
REVATİB
Vazifeler, maaşlar. * Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler.
REVAYİH
(Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih)
REVAZİN
(Revzen. C.) f. Pencereler.
REVB (RUB)
Sütün yoğurt olması.
REVBAN
(C.: Rübâ) Sütün yoğurt olması. * Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar.
REVC
(Revac) Geçmek. * Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması.
REVENDE
f. Giden, gidici. * Çok yürüyen.
REVENDEGÂN
(Revende. C.) f. Yürüyenler, gidenler.
REVG
Talep etmek, istemek. * Yönelmek, eğilmek, meyletmek.
REVGAN
f. Yağ. * Hafif hafif esen rüzgârın verdiği serinlik, rahatlık. * Üstü yağ gibi kayan parlak nesne. * Parlak deri.
REVGANDÂN
f. Yağ kandili.
REVGAN-I ZEYT
Zeytinyağı.
REVGANİ
f. Revani tatlısı.
REVH U REYHAN
Rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk.
REVH(A)
İç açıklığı. Rahat. * Rahmet. * Hafif esen rüzgârın verdiği tatlılık, canlılık. (Bak: Ravh)
REVHANÎ
İyi ve pâk olan, ferahlık veren yer.
REVHANİYET
Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük.
REVHAT
Öğlen vaktinden akşama kadar gitmek.
REVHULLAH
(Bak: Ravhullah)
REVİR
Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri. * Bölge, mıntıka.
REVİŞ
f. Gidiş, hal, tavır. * Tutum, yol.
REVİY
Edb: Kafiye olan kelimenin son harfi. Şiirde kafiye harfi.
REVİYYET
(C.: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme.
REVK
(C.: Ervâk) Perde, hicâb. * Boynuz. * Ev önü. * Saf, hâlis, katıksız.
REVK-UŞ ŞEBAB
Gençlik başlangıcı.
REVM
Maksad. Taleb, istek. * Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke.
REVNAK
f. Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet.
REVNAK-BAHŞ
f. Güzellik, tazelik ve parlaklık veren.
REVNAK-DÂR
f. Parlak, lâtif, güzel, hoş.
REVNAK-EFZA
f. Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren.
REVNAK-I BAHAR
Baharın güzellik ve tazeliği.
REVNAK-I CEMAL
Yüzün güzellik ve parlaklığı.
REVNAK-NÜMA
f. Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren.
REVNÜMA
(Ru-nüma) f. Zuhur eden, kendini gösteren. * Yüz görümlüğü.
REVS
Sabit olmak.
REVSE
Pislik. * Fışkı, tezek.
REVV
Çift, karı-koca, zevc.
REVY
(Davar) Suya kanmak.
REVZ
Sınamak, denemek, tecrübe.
REVZAT
(C.: Ravz-Ravzât-Riyaz-Rizât) Çayırlı, çimenli ve sulu yer. * Bostan.
REVZEKE
(C.: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak.
REVZEN
(C.: Revâzin) Pencere.
REVZENE
(C.: Revâzin) Pencere.
REVZEN-İ MAHLU
İndirilmiş pencere.
RE'Y
Görüş, görmek, rey. Hüküm ve itikad. Kıyas etmek. Bir iş hakkında söylenen söz, fikir.
REY'
Arpa, buğday, tahıl. * Rücu', geri dönme, avdet. * Ziyade, çok.
REYAH
(Râh. C.) şaraplar. * Gökçek kokulu küçük bir kuyu.
REYB
(Bak: Rayb)
REYC
Akça, para, pul. * Örtülmüş ve kilitlenmiş olan büyük kuyu.
REYDE
(C.: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı. * Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr.
REYEAN
Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme. * Her şeyin evveli, tazelik zamanı.
REYEAN-I ŞEBAB
Gençlik çağı.
REYHAN
Hoş güzel koku. * Rızık ve maişet, rahmet. * Ekin yaprağı. * Fesleğen denilen kokulu bir ot.
REYHANÎ
Fesleğen gibi ince nakışlı. * Divanî hat da denilen bir yazı tarzı.
REYHEKAN
Za'feran.
RE'Y-İ ÂM
Umumun re'yi, ekseriyetin fikri. Umumun görüşü.
RE'Y-İ SÂLİM
Doğru fikir ve düşünce.
REYK
Her nesnenin evveli ve efdali, iyisi.
REYM
Alçak yer. * Kabir. * Derece. * Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik. * Ziyâde çok, fazla.
REYN
Leke, kir, pas. * Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması. * Uyku, mestlik galebe etmek. * Çıkması mümkün olmayan şey.
REYS
(Reysân) Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
REYS
Eğlenmek, eğlendirmek.
REYŞ
Ok yeleklemek.
REYTA
(C.: Riyat-Riyâtâ) Car denilen örtü.
RE'Y-ÜL AYN
Kendi gözüyle görerek.
REYYA
Güzel koku.
REYYAN
(C.: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş. * Sarhoş.
REYYE
Çokluk, fazlalık, kesret.
REZ
f. Bağ kütüğü, asma.
REZA'
(Bak: Reda')
REZAAT
Süt emme.
REZAG
Sıvı balçık. * İnce çamur.
REZAHAT
Yorulmak. * Hali yaramaz, vaziyeti kötü olmak.
REZAİL
(Rezile. C.) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler.
REZALET
Utanç verici şey. Utanılacak hal. * Alçaklık, rezillik. * Maskaralık. * Arsızlık.
REZAN
Ağır, ciddi, vakarlı, ağırbaşlı ve temkinli kimse.
REZANET
Ağırbaşlılık, vakarlılık, temkinlilik, ciddilik.
REZAYA
(Rezie. C.) Musibetler, belâlar.
REZAYİL
(Rezile. C.) Çörçöp. * Faydasız ve asılsız nesne.
REZAZ
Zayıf yağan yağmur.
REZBAN
f. Bağ bekçisi, bağcı.
REZEME
(C.: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses.
REZEN
(C.: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer.
REZİE
(C.: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ.
REZİL
Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz.
REZİL Ü RÜSVA
Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan.
REZİLE
(C.: Rezâil) Fenâ ve kötü huy.
REZİM
Arslan kükremesi.
REZİN
Vakarlı, temkinli, ağır başlı, sağlam.
REZİZ
Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi.
REZM
f. Cenk, muharebe, çarpışma, savaş.
REZM
Akmak, seyelân.
REZM
Deve avazı. * Gök gürlemesi. * Cem'etmek, toplamak.
REZMGÂH
f. Savaş meydanı, muhârebe sahası.
REZMÎ
f. Savaşla ilgili.
REZMYUZ
f. Savaşçı, kavgacı, muhârib.
REZN
Koparmak.
REZN
Bir şeyi kaldırıp ağır mı hafif mi diye görmek.
REZZ
Bir şeyi yere batırmak. * Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi.
REZZAK
Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah)
REZZAKANE
f. Rızık verene, rezzaka yakışır surette.
REZZAKİYET
Her mahluka münasib rızkını verici olmak.
REZZAZ
Pirinç satan. Pirinç satıcı.
REZZE
İçine kilit sokulan kapı razzesi.
RI
Kur'an alfabesinin onuncu harfi olup, ebcedî değeri 200'dür.
RIAS
Tâç.
RIBH
(Bak: Ribh)
RIBKA
(C.: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip.
RID'
Yardımcı, muavin. * Gözleyici.
RIDA'
(Bak: Red'a)
RIDDİDÎ
Reddetmek.
RIDDİS
(Mübalağa ile) Taş atan.
RI'DE
Titremek, hareket etmek.
RIDFE
(C.: Ruzuf) Diş aşığı kemiği.
RIDVAN
Memnunluk, razılık, hoşnudluk. * Cennet'in kapıcısı olan büyük melek.
RIDVANULLAHİ ALEYH
Allah ondan razı olsun meâlinde dua.
RIFK
Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket. (Zıddı: unf)
RIFKÎ
(Rıfkıye) Yumuşaklıkla, tatlılıkla ilgili.
RIHAL
Büyük halı.
RIHLET
(Bak: Rihlet)
RIHTIM
f. Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı.
RIHV (RAHV)
Yumuşak.
RIHVET
Gevşek ve sölpük olma. Rahavet.
RIKA
Darbolunmuş dirhem.
RIKA
Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları. * Kısa mektublar. * Yamalar. * İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler.
RIK'A
Kur'an-ı Kerim'in harfleri ile bir yazı çeşidi.
RIKAK
Yer yarığı.
RIKK
(C.: Erkâ) Kul, abd. * Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet. * Yufka nesne.
RIKKIYYET
Kölelik, kulluk.
RIŞK
Atılan ok.
RITANE
Arap lisanından başka dille konuşmak.
RITL
(Bak: Ratl)
RI'VE
Depretmek.
RIYY
Suya kanmak. * Beni Amir vilâyetinde bir dağın adı.
RIZA
Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği.
RIZA-CU
f. Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen.
RIZA-DÂDE
f. Razı olmuş, kabul etmiş.
RIZAEN
Razı olarak.
RIZAEN-LİLLÂH
Allah rızası için.
RIZAM
Büyük kaya parçası.
RIZA-YI BÂRİ
Allah'ın rızası.
RIZA-YI İLÂHÎ
Allah'ın kulundan memnun olması. Her hangi bir hareketinde mü'minin en yüksek derecesi.(Rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in'ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez. M.)
RIZA-YI TARAFEYN
İki tarafın isteği.
RIZK
Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet. Allah'ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet.(Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat'i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dik-ı mâişeti; hem, zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkusen mütenasiptir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur. S.)(Rızk ise; hayattan sonra ni'metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem'iyetli bir mâdeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ her vakit Rezzak-ı Kerim'in dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa muayyen olsa idi, mâhiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı. Ş.)( $ sarahatiyle; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd ediyor. Evet, rızk ikidir:Biri hakiki rızktır ki, onunla yaşıyacak. Bu âyetin hükmü ile o rızk, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, su-i istimâlât ile hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsiyle tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızk, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. R.N.)
RIZVAN
(Bak: Rıdvan)
RİA
Yüksek yer.
RİA
(Râî. C.) Çobanlar.
RİAT
(Rie. C.) Akciğerler.
RİAYET
İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.
RİAYETEN
Saygı ve hürmet göstererek. Sayarak. Hürmet ederek. * Tâbi olarak.
RİAYETKÂR
f. Hürmetkâr, itaatkâr. Sevgi ve saygı gösteren.
RİB'
Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması.
RİBA
Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir. * Faiz. * Muamelede meşru miktardan tecavüz. * Bir şeyin artması, çoğalması. * Verilen borç para veya mal karşılığında kâr isteyip zarara ortak olmamak suretiyle hâsıl olan haram kazanç. (Bak: Faiz)
RİBA
Bahar evleri, çadırlar. Arazi. * Yaz yağmurları.
RİBAB
Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı.
RİBABE
Ahd, söz, yemin, misak.
RİBAC
Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı.
RİBAH
(Ribh. C.) Kazançlar, kârlar, ticaretten elde edilen kârlar.
RİBA-HAR
f. Faizle para işleten, tefeci.
RİBA-İ FAZL
Tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında fazlasıyla satılması. Meselâ: Bir kilo buğdayı aynı cins bir kilo yüz gramla değiştirmek gibi.(Beşerin hayat-ı içtimaiyesinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir. Birisi: "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne..." İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim.." Bu iki kelimeyi de idame eden; cereyan-ı riba ve terk-i zekâttır. Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki; o da vücub-u zekâttır. İkinci kelimenin devası hürmet-i ribadır. Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya: "Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müdhişini yemeden dinlemeli. M.)(Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef'i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm'a zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşerin refahı nazara alınmaz, zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. M.)
Rİ'BAL
(Ri'bân) Arslan.
RİBAT
(C.: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke. * Bağ, ip. * Sağlam yapı.
RİBATET
Kalb kuvveti. * Tahammül, sabır. * Kalbi sağlam olma.
RİBATÎ
Hancı, odacı.
RİBBÎ
(C.: Ribbiyyun) Büyük kalabalık.
RİBBİYYUN
(Rabb. dan) Âlimler, fakihler. * Büyük topluluk.
Rİ'BE
(C.: Riâb) Sihir.
RİBET
(C.: Riyeb) şüphelilik. şüpheye düşme.
RİBH
Kâr, kazanç. * Fâiz.
RİBHALE
Azası büyük olan, organları iri olan.
RİBH-İ TİCARÎ
Ticaret kazancı.
RİBKA
Kement. Kement bağı. İlmekli ip.
RİBZE
Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası.
RİCA
Yalvarmak, niyaz eylemek. * Canib. Taraf. (Bak: Recâ)
RİCAL
(Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar.
RİCALEN
Yaya olarak. Yayan. * Erkek olarak.
RİCAL-İ DEVLET
Devlet adamları, devletin ileri gelenleri. Devlet ricali.
RİCAL-İ GAYB
Her devirde bulunan ve herkesçe görülmeyen ve bilinmeyen ve Allah'ın (C.C.) emirlerine göre çalışan mübârek, büyük zatlar. Ricâlullâh.
RİCALULLAH
Mânevi kudret ve kuvvet sahipleri olan evliya. (Bak: Ebdal)
RİCAM
Büyük taş.
RİCANAME
f. Bir iş için yazılan rica mektubu.
RİC'AT
Geri dönme, çekilme, kaçma, vazgeçme.
RİC'Î
Geri dönmeye ait ve mensub. * Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir.
RİCL
Ayak, kadem.
RİCLE
Semizlik otu.
RİCL-ÜL BAHR
Körfez.
RİCS
Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık.
RİCZ
Azab, vesvese. * Maddi ve mânevi pislik. * Puta tapma.
RİÇAL
f. Reçel.
RİÇAR
f. Reçel.
RİDA
Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. * Akıl. İlim. Seha. * Zinet. Parlaklık veren şey. * Hırka.
RİDAS
Taş atmak.
RİDA-YI MEMAT
Ölüm örtüsü.
RİDDET
İslâm dininden dönme. İrtidad. * Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması.
RİDF
(C.: Erdâf) Arka.
RİDFAN
Gece ve gündüz.
RİE (RE')
Akciğer.
RİETEYN
İki akciğer.
RİF
(C.: Eryâf) Mâmur, bayındır yer. * Ekini bol ve ucuz olan yer.
RİFA'
Ekini tarladan getirip harman yerine ilettikleri vakit.
RİFADE
Yara üstüne sarılan bez. * Ziyâfet.
RİFAS
Ayakla vurmak, tepmek.
RİF'AT
Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak.
RİFD
(C.: Erfâd - Rufud) Atâ, hediye, bahşiş. * Yardım, muavenet.
RİG
f. Kum. * Toz.
RİH
Rüzgar, yel. * Sızı, romatizma. * Mc: Galebe, kuvvet. Rahmet. * Devlet. Hoş ve iyi şey. * Koku.
RİHAL
(Rahl. C.) Deve palanları.
RİHALE
At semeri, eyer.
RİHAT
Kayış yapımında kullanılan deri.
RİHLET
Geçmek. Göç etmek, göçmek. Ölmek.
RİHME
(C.: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi.
RİHS
(C.: Revâhıs) Alçak duvar.
RİHTE
f. Dökülmüş, akıtılmış.
RİHTE-GER
(C.: Rihte-gerân) Dökmeci.
RİHVE
(Ruhve) Rehâvetli, gevşek. * Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli.
RİHVE-İ MECHURE HARFLERİ
Dad, zı, zel, gayın, ze, vav, yâ, elif.
RİHVE-İ MEHMUSE HARFLERİ
Fe, ha, se, he, şın, hı, sad, sin Bu harflerde sesin kemâli ile nefes birlikte akar. Rehavet ve hems sıfatı, zayıf sıfatlardır, bunun için rehavet sesin kâmilen akmasını, hems de nefesin kâmilen akmasını icabettirir.
RİK
Salya. Ağız suyu.
RİKAB
(Rakabe. C.) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler. * Boyun, ense kökü.
RİKÂB
Özengi. * Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı.
RİKÂBDAR
Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi.
RİKÂBÎ
Binici, binen.
RİKASE
Davar bağlanan yer.
RİKAZ
Yer altında bulunan madenler. * Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal.
RİKBE
(C.: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)
RİKK
(C.: Rikâk-Rekâik) Yağmur çisintisi.
RİKK
Kulluk, ubudiyet. * Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb. * Yufka, yumuşak nesne.
RİKKAT
Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık.
RİKKAT-ÂMİZ
Acıma veren, kalbe hüzün verecek olan, acındıran.
RİKKAT-ÂVER
f. Acıma ve merhamet uyandıran.
RİKKAT-ENGİZ
f. Acıklı.
RİKKAT-İ CİNSİYE
Cinsi şefkat. İnsanın kendi cinsinden olana acıması.
RİKKAT-İ KALB
Kalb rikkati, kalb yufkalığı.
RİKKAT-YÂB
f. Acıyan, merhamet eden.
RİKS
Adam topluluğu. * Pis, necis.
RİKZ
Gizli söz.
RİM
(C.: Arâyim) Beyaz geyik.
RİM
f. İrin.
RİMA
Atmak. * Atışmak. * Bırakmak.
RİMAH
(Rumh. C.) Mızraklar, kargılar, süngüler.
RİMAHA (REMUH)
Tepici davar, tepen davar.
RİMAHAT
Mızrakçılık sanatı.
RİMAK
Nifak, ayrılık. * Darlık.
RİMAL
(Reml. C.) Kumlar.
Rİ'MAM
Sevmek.
RİMAN
Eğilip meyletmek.
RİMAYET
Ok, gülle, kurşun gibi şeyleri atmada mâhir olma. Atıcılık.
RİMDİDA'
Gül.
RİME
f. Çapak.
RİME-İ ÇEŞM
Göz çapağı.
RİMM
(Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi. * Yer. * Çok mal.
RİMME
(C.: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik.
RİMNAK
f. Murdar, pis. * İrinli.
RİMS
Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot. * Islah etmek, düzeltmek.
RİND
f. Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. * Laübali meşreb feylesof. * Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse.
RİNDÂN
f. Kalenderlik. * Rindler.
RİNDÎ
f. Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık.
RİR
Fâsid, bozuk, yaramaz.
RİS
f. Öfke, gazab, gayz.
RİSAİL
(Bak: Resail)
RİSALE
Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.
RİSALE-İ NUR
f. Nurun Risalesi. Kur'an'dan alınan âyetlerin tefsiri ile tahkikî iman dersi veren kitap. Büyük mücahid Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri.(Risale-i Nur'un vazifesi:... Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla, gayet kat'i ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur'ana hizmet etmektir. Ş.)
RİSALET
Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.
RİSALET-PENAH
Risaletin kendine istinad ettiği Hazret-i Muhammed (A.S.M.). (Risalet-meab da denir)
RİSALET-ÜN NUR
Risale-i Nur tabirinin Arapçası. (Bak: Risale-i Nur)
RİSAR
(C.: Ravâsır) Reçel. * Turşu.
RİSDE
İnsan cemaatı, insan topluluğu.
RİSE
Miras yemek.
RİSL
Vakar, ciddiyet, sekinet. * Sabır.
RİSM
Kırmak. * Bulaştırmak.
RİSMAN
f. İp, halat.
RİSMAN-BÂZ
f. İp oynayan. * Mc: Cambaz.
RİŞ
f. Yara. * Yaralı. * Tüy. Kıl. Kuş kanadı. * Sakal.
RİŞ (RİYÂŞ)
Çok pahalı elbise.
RİŞA
(Rişvet. C.) Rüşvetler.
RİŞA'
(C.: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. * Menazil-i Kamer'den "Balık karnı" dedikleri menzilin adı.
RİŞAŞ(E)
Döküntü, serpinti.
RİŞBÜZ
f. Keçi sakalı gibi sivri olan sakal.
RİŞDAR
f. Sakallı.
RİŞDET
Doğruluk, dürüstlük. Temizlik.
RİŞE
Saçak, püskül.
RİŞE-GİR
f. Kökleşmiş, kök tutmuş.
RİŞHAND
f. Bıyık altından gülme. Alay.
RİŞSAZ
f. Cerrah.
RİŞTAB
f. Kıvırcık saç ve sakal.
RİŞTE
f. Tel, iplik, hayt.
RİŞTE-FÜRUŞ
f. İplik satan. İplikçi.
RİŞTE-İ HÜRMET
Sevgi, hürmet bağı.
RİŞVET
Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para. (Bak: Rüşvet)
RİŞVET-HÂR
f. Rüşvet yiyen.
RİTAM
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler.
RİTİC
Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram.
RİTL
(Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey.
RİTM
(Reythme) Fr. Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. * Müvazeneli ve tenasüblü hareket.
RİTMİK
Ölçülü, âhenkli.
RİV
f. Hile, düzen.
RİVA
(Reyyân. C.) Suya kanmış olanlar.
RİVA'
(C.: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip.
RİVAD
Talep etmek, istemek, arzulamak.
RİVAK
(Bak: Revak)
RİVAYAT
(Rivâyet. C.) Rivayetler.
RİVAYET
Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan halk için su çekmek.(Eğer denilse : Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın her hal ve hareketini kemal-i ihtimam ile Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu'cizat-ı azime, neden on-yirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmeli idi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?Elcevab: Nasılki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes'ele-i şer'iyye, müftüden haber alınır ve hâkezâ.. Öyle de, sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi, gelecek asırlara ders vermek için, ulemâ-i sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre, bütün hayatını, hadisin hıfzına vermiş; Hazret-i Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehâdisi, ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem mâdem sıddık, saduk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bâzı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile geliyor. M.)
RİVAYET-İ SÂDIKA
Senet ve delillerle sâbit, şüphesiz, doğru rivâyet.
RİVAYETKERDE
f. Söylenilen. Rivayet edilen.
Rİ'Y
Hey'et. * Güzel halet, iyi hal. * Güzel elbise.
RİYA
Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs)
RİYAD
Ot aramak.
RİYAH
(Rih. C.) Rüzgârlar, yeller. * Letaif ve in'amlar. * Mc: Galebe, kuvvet, rahmet, devlet. * Mazarrat.
RİYAKÂR
Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü.
RİYAKÂRÂNE
f. İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla.
RİYASET
Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık.
RİYASETPENAH
f. Başkanlık makamında bulunan. Başkanlık eden, başkan olan. Reislik yapan.
RİYAZ
(Ravza. C.) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler.
RİYAZAT
(Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
RİYAZET
Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. * İdman.
RİYAZET-İ BEDENİYE
Cimnastik. Bedenî riyazet.
RİYAZ-I CENNET
Cennet bahçeleri.
RİYAZİ
Hesap ve hendeseye dair. Matematiğe dair.
RİYAZİYAT
Matematik ilmi, hesap-hendese ilmi. Aritmetik-geometri.
RİYAZİYAT-I ÂLİYE
Yüksek matematik.
RİYAZİYE
Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. * Bir yazı çeşidi.
RİYAZİYYUN
(Riyazî. C.) Matematik âlimleri.
Rİ'YE
(C.: Riin) Sihir.
RİYEB
(Ribet. C.) Şüpheye düşmeler.
RİZ
f. Döken, saçan, akıtan.
RİZAM
Kabile, kavim, topluluk.
RİZAM
Serkeş adam veya at.
RİZAN
f. Akan, dökülen.
RİZE
f. Döküntü, kırıntı. Ufak parça.
RİZE RİZE
f. Parça parça, ufak ufak.
RİZEÇİN
f. Kırıntı ve döküntü toplayan.
RİZEHÂR
f. Kırıntı ve döküntü yiyen.
RİZEHOR
f. Kırıntı, döküntü yiyen.
RİZİŞ
f. Akış, dökülüş.
RİZME
Esvap koyulan bohça.
RİZNE
Su toplanacak yer.
RİZZ
Gizli ses.
ROBOT
Fr. Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz.
ROL
Fr. Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım.
ROMAN
Hayalî veya hakiki, kitap halinde yazılmış büyük hikâye. * Eski Roma devletinin diline de Roman denirdi.(Edebsizlenmiş edeb, "müsekkin hem münevvim" hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş o da romanları imiş.Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez...Hem tiyatro gibi tenasuhvari, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanları ile hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş. Hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış. Dünyaya bir alüfte fistanını giydirmiş. Hüsn-i mücerred tanımaz... Lemaat)
ROMAN-VÂRİ
f. Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan.
ROMÖRK
Fr. Denizde veya karada başka bir vasıta tarafından çekilen motorsuz taşıt.
ROTA
Vapur ve gemilerde istikamet yolu. Geminin seyir yolu.
ROVELVER
Fr. (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca.
RÖNTGEN
Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır. * Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.
RÖPORTAJ
Fr. Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı.
RU
f. Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru: Kendiliğinden.
RU'
Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. * Zihin ve akıl.
RU (RUY)
f. Yüz, cihet. Sebep. Çehre.
RUAF
Burun kanaması.
RUAM
Burun suyu, sümük. * Sakağı (mankafa) hastalığı.
RUAMA
Çekirge çokluğu.
RUAT
(Râî. C.) Çobanlar.
RUB
f. Süpürge. * Süpürme.
RU'B
Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak. * Kesmek. * Sihir, büyü, efsun.
RU'B
Sütün yoğurt olması.
RUB'
Dörtte bir. Bir şeyin dört kısmından bir kısmı.
RUBA
(Bak: Rüba)
RUBAH
(Rubeh) f. Tilki. * Mc: Kurnaz, hilekâr.
RUBAÎ
(Bak: Rübaî)
RUBAÎ-İ MEZİD
Kendisine harf ilâve edilmiş olan aslı dört harfli mastar.
RUBB
Meyva suyu.
RUBBAN
Kaptan.
RUBBE
Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. "Öylesi var ki" mânâsındadır.
RUBBEMA
(Rubbe-mâ) Bâzan, bâzı kere.
RUBEHANE
f. Kurnazca, tilkicesine.
RUBEHÎ
f. Kurnazlık. Tilkilik.
RUBERAH
f. Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru.
RUBERU
f. Yüzyüze.
RUBH
Deve yavrusu. * Bir kuşun adı. * İç yağı.
RUB'-I DAİRE
Dairenin dörtte biri.
RUB'-İ MESKÛN
Dünyanın kara olan dörtte bir kısmı.
RUBU'
(Rub'. C.) Dörtte birler. * Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır.
RU'BUB
Zayıf, korkak kişi.
RUBUBİYET
Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti. * Artırmak. Ziyade kılmak.(Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar, bakınız! İnsan âleminde iki daire ve iki levha vardır. Birinci daire: Rububiyyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyyet dairesidir. Birinci levha, hüsn-ü san'attır. İkinci levha ise tefekkür ve istihsandır. Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dâiresi bütün kuvvetiyle rububiyyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleri ile hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra rububiyet ve ubudiyyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâniin makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni' ile azîm bir münasebatı ve kavi bir intisabı ve o intisab ile her iki daire reisleri arasında bir muârefe ve mükâleme ve alış verişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyle ise, bilbedahe tahakkuk etti ki; Ubudiyyet Reisi, Rububiyyetin hâss mahbub ve makbulüdür. M.N.)
RUBUBİYYET-İ MUTLAKA
Herşeyi kaplayan ve idaresi altına almış olan Allah'ın rububiyeti.(Evet bütün kâinatta hususan zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakimâne, rahimâne bir dest-i gaybi tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir Rububiyyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat'îdir. Madem bir Rububiyyet-imutlaka vardır; elbette şirk ve iştirâki kabul etmez. Çünkü, o Rububiyyetin kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san'atlarını teşhir ve gizli hünerleri göstermek gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz'iyyatta ve zihayatta temerküz ve içtimâ' ettiğinden en cüz'i bir şeye ve en küçük bir zihayata kendi başı ile müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harab eder. Ve zişuurun yüzlerini o gayelerden ve o gâyeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet Rububiyyetin mahiyetine bütün bütün muhâlif ve adavet olduğundan elbette böyle bir Rububiyyet-i mutlaka hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. ş.)
RUBUZ
Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere "merbaz" derler)
RUBZ
Her nesnenin ortası. * Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt.
RUD
Yavaş yürümek.
RUD
f. Irmak, çay. * Saz teli, saz kirişi. * Kemençe.
RUDA'
Hastalığın insana yine dönmesi. * Gövde ve beden ağrısının her birisi.
RUDAA'
(Radi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
RUDAB
Ağızdan akan su.
RUD-AVERD
f. Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler.
RUDBAR
f. Irmak kenarı. * Büyük ırmak.
RUDDA'
(Râdı. C.) Süt emenler.
RUDE
(C.: Rudegân) f. Bağırsak.
RUDHA
Perde, setre.
RUDSAZ
f. Çalgıcı.
RUFSE
Su nöbeti.
RUFUD
(Rifd. C.) Bahşişler.
RUGA'
Sada, ses. * Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması.
RUGBA'
Rağbet etmek, istemek, arzulamak.
RUGERDAN
f. Yüz döndüren, yüz çeviren.
RUGL
Bir acı ot. * Sünnetsizlik. * Bol olmak, bolluk.
RUH
f. Yanak, yüz, çehre. * Arabçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr)RUH : Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. (Bak: Vicdan)(Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir. Bir namus-u zişuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şâyet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu. H.)(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun dâima bakidir. Dâima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek baki kalır. İşte madem en âdi ve zaif emrî kanunlar dahi böyle beka ile devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'an'ın nassı ile: $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki: Kudret-i Ezeliyye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek, nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, dâima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki: Zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki: Zişuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki: Zihayattır. S.)
RUHA
Ferahlık. * Yumuşak rüzgâr.
RUHAM
Mermer.
RUHAMA
(Rahim. C.) Rahim olanlar.
RUHAM-I HÂM
İşlenmemiş mermer.
RUHAMÎ
Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili.
RUHANÎ
Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek. * Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan.
RUHANİYYAT
Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler. (Bak: Cinn, Melek)(Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat; burçları ile, yıldızları ile; zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zihayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara şeriat-ı garra-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, "Melâike ve cânn ve ruhaniyattır" der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır. S.)
RUHANİYYET
Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti. * Ruhanilik.
RUHANİYYUN
(Ruhanî. C.) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar.
RUHAS
(Ruhsat. C.) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler.
RUHASA'
Sıtma teri.
RUHB
Genişlik, vüs'at.
RUH-BAHŞ
f. Ruh veren, ruh bahşeden.
RUHBAN
Korkmak, çekinmek, yılmak. * Rahib, Hristiyan din adamı. (Bak: Rehbaniyyet)(Hâsıl-ı kelâm; biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi' oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette, bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek. Hutbe-i Şâmiye)
RUHBANİYET
(Bak: Rehb, Rehbaniyet)
RUHDA'
Sıtma.
RUH-EFZA
f. Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir)
RUHÎ
Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça.
RUHİYAT
Ruh ilmi, psikoloji.
RUHLET
Göçüp giden kimseler.
RUHPERVER
f. Ruha ferahlık ve kuvvet veren.
RUHS
Ucuzluk. * Hafif pahalı olmak.
RUHSAR (RUH)
Yanak. Çehre. Yüz.
RUHSAT
(C.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi. Vuku' bulan ikraha mebni, birisinin malını itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu halde bu itlaf hakkında bir ruhsat-ı şer'iyye bulunmuş olur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat içtima' edince, azîmet tarikını iltizam etmek, bir takva nişanesi sayılır. (Bak: Azîmet)
RUHSÂT
(Ruhsat. C.) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler.
RUHSATİYYE
San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı.
RUHSATNAME
f. İzin kağıdı.
RUHSATYÂB
f. İzin ve müsaade alma.
RUH-U REVAN
Ruhun zuhuru. Ruhun ferahlığı. Ruhun akışı.
RUHUD
Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude)
RUHUL
Binmek için kullanılan deve.
RUHULLAH
Allah'ın emriyle meydana gelen. * İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı.
RUHUM
Esirgemek, korumak, rahmet.
RUH-ÜL EMİN (RUH-ÜL KUDÜS)
Cebrail Aleyhisselâm'ın iki ayrı ismi. Emin ve mukaddes ruh. * Allah'ın ism-i azamı. * İncil. * Kur'an.
RUHVE
(Bak: Rihve)
RUK'A
(C.: Rıka'-Ruka') Kısa mektub. * Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası. * Dilekçe. * Yama.
RUKABA'
(Rakib. C.) Bekçiler.
RUKAD
Uyku, nevm. Uyuma.
RUKAK
Yufka ekmeği.
RUKBA
Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, "Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun" demek.
RUKDE
Uyuma. * Berzah âlemi. (Bak: Rukud)
RUKK
(C.: Rikâk) Yer, arz.
RUKTA
Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması.
RUKUD
Uyuma, nevm.
RUKUM
(Rakam. C.) Rakamlar.
RUKYE
(C.: Rukâ) Duâ, efsun.
RUM
Anadolu. * Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler. * Romalı.
RUM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir.
RU-MAL
f. Yer süren.
RUMELİ
Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Kıt'asındaki kısmı.
RUMH
(C.: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik.
RUMİ
Rumelinden olan, Anadolulu olan. * Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı.
RUMMAN
Nar. (Bir meyva adı)
RUMUS
(Rems. C.) Mezarlar, kabirler.
RUMUZ
(Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler.
RUMUZÂT
(Rumuz. C.) Remizler, işaretler.
RU-NÜMA
f. Yüz gösteren, meydana çıkan. * Yüz görümlüğü.
RU-NÜMUN
f. Meydana çıkan, yüz gösterici.
RU-PUŞ
f. Yüz örtüsü, peçe. * Yüz örten.
RUSDE
(C.: Risâd) Ziynet, süs.
RUSG
Bilek.
RUSG-ÜL KADEM
Ayak bileği.
RU-SİYAH
f. Kara yüzlü. Ayıbı olan.
RUSPİ
Fâhişe, (:::).
RUSTA
f. Köy, karye.
RUSTAÎ
f. Köylü.
RUSTAK
(C.: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik.
RUSTAKÎ
Köylü.
RUŞEN
f. Parlak, aydın. Belli, âşikâr.
RUŞENBEYAN
f. Fasih konuşan. Açık ifadeli.
RUŞENDİL
Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar.
RUŞENGİR
Cilâcı, parlatıcı.
RUŞENÎ
f. Açıklık, aydınlık. * Belli olma.
RUŞENZAMİR
Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan.
RU-ŞİNAS
f. Bilen, tanıyan.
RU-ŞİNASÎ
f. Aşinâlık, tanırlık.
RUTAB
Hurma.
RUTB
Yaş ot.
RUTEBÎ
Rütbelere ait.
RUTUBE
(C.: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma.
RUTUBET
Yaşlık, nem, ıslaklık. * Havadaki veya yapı içindeki nem.
RUUD
(Ra'd. C.) Gök gürültüleri.
RUUNET
İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma. * Sünepelik, bönlük.
RUVAL
Salya.
RUVAT
(Râvi. C.) Hikâye edenler. Rivayet edenler.
RUY
f. Tunç.
RUY
(Bak: Ru)
RUYA
f. Yerden biten (bitki).
RUY-İ DERYA
Denizin yüzü.
RUY-İ HUB
Güzel yüz.
RUY-İ ZEMİN
Yeryüzü.
RUY-İ ZİŞT
Çirkin yüz.
RUYİN
f. Tunç. * Tunçtan.
RUYİN-TEN
f. Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu.
RUY-VER
f. Tunçtan.
RUZ
f. Gün, 24 saatlik müddet. * Gündüz.
RU'Z
(C.: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri.
RUZ U ŞEB
Gece ve gündüz.
RUZAA'
(Razi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler.
RUZAN
(Ruz. C.) Günler. Gündüzler.
RUZANE
f. Gündelik. Yevmiye.
RUZBAN
f. Kapıcı.
RUZBERUZ
f. Günden güne.
RUZE
f. Oruç.
RUZEDÂR
f. Oruçlu.
RUZ-EFZUN
f. Uzun ömürlü.
RUZEGÜŞA
f. Oruç bozan, oruç açan, iftar eden.
RUZEHAR
f. Oruç yiyen. Oruçsuz.
RU-ZERD
f. Sararmış, sarı yüzlü.
RUZÎ
f. Azık, rızık. Nasib, kısmet. * Gündüzle alâkalı. Gündüze âit.
RUZ-İ CEZA
Kıyamet günü. * Haşir günü.
RUZ-İ HAŞİR
(Ruz-i hesab) Kıyamet günü. * Âhiretteki toplanma günü. Haşir günü. Dirilip toplanıp hesap görülecek gün. (Bak: Yevm)
RUZÎHÂR
f. Rızık yiyici. Canlı, mahlûk.
RUZİNE
f. Gündelikçi.
RUZİRESAN
f. Rızık yetiştiren, rızık ulaştıran, Allah (C.C.)
RUZMERRE
f. Her günkü. Her günlük.
RUZNAME
Vakit cetveli, takvim. * Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt. * Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı. * Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter.
RÜAVİ
Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve.
RÜBA
(C.: Ravâbi) Tepe, yüksek yer.
RÜBA
f. Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba $ : Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba $ : Aklı alan, hayret veren.
RÜBAÎ
Dörtlük olan. Dörtle ilgili. * Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir. * Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi de aslî olan kelimeler.
RÜBB
(C.: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm.
RÜBBA
(C.: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun.
RÜBBAH
Erkek maymun.
RÜBBEMA
(Bak: Rubemâ)
RÜBD
Kılıcın cevheri ve rengi.
RÜBDE
Siyaha yakın boz renk.
RÜ'BE
(C.: Rüâb) Ağaç parçası.
RÜBUBİYET
(Bak: Rububiyet)
RÜBUD
Dâim. * Yüreğin oynaması. * Durdurmak. * Hapsetmek.
RÜBUDE
f. Kapılmış, kapılan.
RÜBYE
(C.: Rubâ) Arz haşeratından bir cins. * Çok, ziyâde.
RÜC'A
Rücu' mânâsına mastar.
RÜCBE
Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.)
RÜCEME
(C.: Rucâm-Rucum) Büyük taş.
RÜCHAN
Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak.
RÜCHANİYET
Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma hali.
RÜCU'
Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme. * Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek.
RÜCUM
(Recm. C.) Taşa tutmalar, taşlamalar.
RÜCUN
Mahbus olmak, hapsolunmak. * Bir yere durmak.
RÜCZ (RİCZ)
Devenin mak'adında olan bir hastalık. * Pis, necis. * Azap. * Put, sanem.
RÜDAB
Ağızdan akan su, salya.
RÜDN
(C.: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı.
RÜDUM
(Redm. C.) Bendler, sedler.
RÜESA
(Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar.
RÜFAÎ
Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub.
RÜFAT
Parçalanmış, dağıtılmış. * Çürümüş.
RÜFAZ
Müteferrik. dağılmış, parçalanmış.
RÜFEKA
(Refik. C.) Arkadaşlar.
RÜFKA
(C.: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat.
RÜFT
Bir küçük canavar. ("İnâk-ul arz" da derler)
RÜFT
f. Süpürme.
RÜFUL
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
RÜHA
Urfa şehri.
RÜHAVÎ
f. Urfa'lı.
RÜHŞUŞ
Sütlü deve.
RÜHUN
(Rehin. C.) Rehinler.
RÜHUS
Çok yiyen obur, ekvel.
RÜKAM
Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan.
RÜKBAN
(Râkib. C.) Biniciler, binenler, binmişler.
RÜKBE
(C.: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı.
RÜKEB
(Rükbe. C.) Dizler, dizkapakları.
RÜKKAB
(Râkib. C.) Biniciler, ata binenler.
RÜKN
Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. * Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. * Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.
RÜKN-Ü DÂHİLÎ
İçteki esas unsur. Namazın içindeki farz ve şart olan esas.
RÜKÛ'
Huzur-u İlâhîde eğilmek. Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek.
RÜKUB
Binme. * Bir vasıtaya binme.
RÜKUD
Durgunluk. Durgun olma.
RÜKUDET
Durgunluk, durulma.
RÜKUD-İ HEVA
Havanın durgun olması.
RÜKUN
Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil.
RÜKUNET
Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma.
RÜKUZ
Seğirtmek, koşmak.
RÜKÜB
(Rikâb. C.) Üzengiler.
RÜKÜN
(Bak: Rükn)
RÜMAM
Kuru ot.
RÜMH
(C.: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü. * Mc: Yoksulluk, fakirlik.
RÜMİS
Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi.
RÜMLE
(C.: Ermal-Rumul) Siyah hat.
RÜMMAN
Nar denilen yemiş.
RÜMMANE
Kapan taşı. * Kırkbayır.
RÜMME
(C.: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası.
RÜMUK
Durmak. * İkamet etmek, oturmak, mukim olmak.
RÜMYE
Ağaçtan nakşolmuş bir suret.
RÜS'
Göz kapağında olan hastalık.
RÜSELA
(Resül. C.) Resüller, peygamberler.
RÜSG
(C.: Ersâg) Bilek. * Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer.
RÜSTA-HİZ
f. Mahşer, kıyamet.
RÜSTAÎ
(Rüstâyi) f. Köyle ilgili. * Köylü.
RÜSTAK
(C.: Resâtik) Büyük köy.
RÜSTE
f. "Çıkmış, bitmiş, yetişmiş" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste $ : Yeni yetişmiş bitki.
RÜSTEM
f. Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya "Rüstem-i Sistanî" nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır.
RÜSTÎ
f. Üstünlük, muvaffakıyet. * Yiğitlik. * Kuvvet.
RÜSUB
Kab içinde kalan su. * Suyun dibine batmak. * Tortu, dibe çöken, çöküntü.
RÜSUBAT
Çöküntüler, tortular.
RÜSUH
İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke.
RÜSUHİYET
Rüsuhluluk, rüsuhlu oluş.
RÜSUM
Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi. * Merasim, usûl.
RÜSUMAT
(Rüsüm. C.) Gümrük idâresi.
RÜSÜL
(Resül. C.) Peygamberler, resüller. Bir kitapla gelen nebiler.
RÜSVA
(Rüsvay) f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış.
RÜSVA-YI ÂLEM
En aşağılık ve âdi adam.
RÜSVAYÎ
f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik.
RÜSVE
Muhkem ve sağlam olmak. * Sâbit olmak.
RÜŞA
(Rişvet. C.) Rüşvetler.
RÜŞD
Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek. * Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak. (Bak: İrşâd)
RÜŞD Ü İRŞAD
Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek.
RÜŞDÎ
Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair.
RÜŞDİYE
Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep. * Rüşde dair.
RÜŞEDA
(Reşid. C.) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri.
RÜŞEYM
Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir)
RÜŞVET
Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda.
RÜTBE
Basamak, derece. * Memuriyet derecesi. * Sıra. Mertebe, menzile. * Efkârın sonu. * Merdiven ayağı.
RÜTBE-İ AKL
Aklın derecesi.
RÜTBEŞİNAS
f. Derece bilir. Rütbe tanır.
RÜTEB
(Rütbe. C.) Rütbeler, dereceler.
RÜTEBÎ
Rütbeye dair ve rütbelere mensub.
RÜTEB-İ ASKERİYE
Askerlik rütbeleri.
RÜTTE
Pelteklik, kekemelik.
RÜTTE'
Otlayan hayvan.
RÜTUB
Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik.
RÜUS
(Re's. C.) Re'sler. Başlar. Kafalar.
RÜÜD
Genç kadın. Kız.
RÜVAL
Salya, ağız suyu.
RÜVEYDE
(Rüvide) İnce, hoş, nazik. * Bitmiş, neşvünema bulmuş.
RÜVEYHA
Zariflik, incelik.
RÜYA
(Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş.(Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden; o cüz'î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikatı, âyât-ı Kur'aniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.Birincisi: Sure-i Yusuf'un mühim bir esâsı, rüya-yı Yusufiye olduğu gibi; $ âyeti misillü çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.İkincisi: Kur'an ile tefe'üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. Hem rüya dahi hayr iken, bâzı aks-i hakikatla göründüğü için şer telâkki edilir, yeise düşürür, kuvve-i mâneviyeyi kırar, su'-i zan verir. Çok rüyalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tâbiri ve mânası çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânasının hakikatı mâbeynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telâş eder, me'yus olur, keder eder.Üçüncüsü: Hadis-i sahih ile nübüvvetin kırk cüz'ünden bir cüz'ü nevmde rüya-yı sâdıka suretinde tezahür etmiş. Demek rüya-yı sâdıka hem haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mes'ele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte tâlik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.Dördüncüsü: Rüya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur'an'la $ da dahildir; tabire değmiyor. Mânası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; ta'dil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım $ dır, tabire değmiyor. Üçüncü kısım ki, rüya-yı sâdıkadır. O, doğrudan doğruya mâhiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbaniye âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur; bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nevinden birisine rastgelir, bâzı vâkıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vâkıatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok envaı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor.Hadis-i Şerifte gelmiş ki: Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.Beşincisi: Rüya-yı sâdıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır.Altıncısı ve en mühimmi: Rüya-yı sâdıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlâhînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i katı' hükmüne geçmiştir. Evet bu rüyalar, benim için hususan bir birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki; meselâ: Yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat'i olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin def'a; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim mes'eleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüz'î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir. M.)
RÜYA-YI SÂDIKA
Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri gibi dünyada hakikatları zuhur eden sâdık rüya.
RÜ'YET
Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. * Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. * Araştırmak.
RÜ'YETULLAH
Cennet'te mü'minlerin Allah'ı görmeleri.(Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes'udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyevîdeki hüsün ve cemal, O'nun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi... ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti... ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezâl'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz. Öyle ise; kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. M.)
RÜYUB
(Reyb. C.) şekler, şüpheler.
RÜYUH
Zelillik, horluk, hakirlik. * Zayıflık.
RÜYUN
Galebe etmek, üstün gelmek.RÜZ' : Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak.
RÜZAH (RÜZUH)
Davarın çok zayıf olması.
RÜZAM (RÜZUM)
Davarın çok yorulup zayıflaması.
RÜZAZ
Ufalanmış taş. * Her maddenin ufağı.
RÜZDAK
(C.: Rezâdik) Köy.
RÜZELA
(Rezil. C.) Reziller.
RÜZGÂR
f. Zaman, devir, hengâm, vakit. * Dünya, âlem. * Yel.
RÜZZ
Pirinç.


S Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


SA
f. Benzetme edâtı olan "âsâ" nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ $ : Anber gibi.
SA
(-Sây) f. Sürücü, süren.
SA'
Vakitler, saatler, zamanlar.
SA'
1040 dirhemlik hububat ölçeği. Kile.
SA'
Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı.
SAAB
Zor, güç, çetin.
SAADE
Yokuş başı.
SAÂDET
Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
SAÂDET-ÂVER
Saâdet verici.
SAÂDET-BAHŞ
f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran.
SAÂDET-HAH
Saâdet isteyen. Saâdet dileyen.
SAÂDET-HANE
f. Büyük bir kimsenin evi.
SAÂDET-İ DÂREYN
İki cihan saadeti, dünya ve âhiret saadeti.
SAÂDET-İ EBEDİYE
Büyük ve ebedî saâdet. Âhiret saâdeti.(Saâdet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise; saâdet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saâdet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saâdeti ikmal ve itmam eden hulud ve devâmdır. Çünkü saâdet devam etmezse, zıddına inkılab eder.Cennet'te lezzetin devamı mes'elesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir. Ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş'et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevâlleri daimi elemleri intac ettiği gibi, çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartiyle lezzet ve nimet sayılabilir. İ.İ.)(...Saâdet-i ebediyyeye muktazi vardır. Ve o saâdeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür. Hem vâki' olacaktır. Yeniden ihya-yı âlem ve haşir mümkündür hem vâki' olacaktır. S.)(Dikkat edilse şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-yı ihtiyar, her terkibde bir şule-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saâdet-i ebediyye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saâdet-i ebediyedir. Öyle ise, nizam-ı âlem saâdet-i ebediyeye işaret ediyor... S.)
SAÂDET-İ UZMA
Büyük saâdet. Âhiret saâdeti, saâdet-i ebediye.
SAÂDET-MEÂB
f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan.
SAÂDET-MEND
f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan.
SAÂDET-MENDÎ
f. Mutluluk, bahtiyarlık.
SAÂDET-RESAN
f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan.
SAÂDET-SARAY
Saâdetli saray.
SAÂDET-SARAY-I EBEDİYYE
Ebediyyetin saâdetli sarayı. (Cennet kastediliyor)
SAÂDET-SARAY-I İSTİKBAL
İstikbalin saâdetli sarayı.
SAÂDET-SARAY-I MEDENİYET
Hakikî ve İslâmî bir medeniyet vasıtasıyla olan bir hayat saâdeti.
SAAK
Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi.
SAAL
Dikkat.
SAALİB
(Sa'leb.C.) Tilkiler.
SAALİK
Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler.
SAAN
Suya yakın yerde develerin yattığı yer.
SAAT
Saatler. Vakitler.
SAAT
Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet.
SAAT-İ İCABE
Duaların kabul olduğu ve insanlarca gizli ve gaybî olan, Cuma gününde bir vakit.
SAAT-İ MUHTAR
Uğurlu vakit.
SAB
Bir acı otun suyu.
SAB'
Parmakla işaret etmek.
SA'B(E)
(C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli.
SABA
Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık.
SABA
Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr.
SABA-BERABER
f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif.
SABABET
Şiddetli sevgi. Âşıklık.
SABAE
Bir dinden bir dine geçmek.
SABAH
Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman.
SABAHAT
Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl.
SABAHAT-I SİMA
Yüz güzelliği.
SABAHGÂH
f. Sabah vakti.
SABAREFTAR
f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü.
SABARET
Kefalet.
SABAT
(C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.)
SABAVET
Çocukluk, sabilik.
SABAYA
(Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları.
SABB
Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun.
SABBAG
Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde.
SABBAR
Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr)
SABBARE
Soğukluk.
SABBUR
Katı, şiddetli, şedid.
SABEB
(C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer.
SA'BER
Sedir gibi bir ağaç.
SABG
Boyama. Boyanma.
SABGA'
Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun.
SABHİD
Bey, emir.
SÂBIK(A)
Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç.
SÂBIKA-İ MÜKERRERE
Birden fazla suç işleme.
SÂBIKAN
Bundan önce, evvelce.
SÂBIKÎN-I İSLÂM
En evvel müslüman olan sahabeler. (Bak: Ashab-ı Suffa, Saff-ı evvel)
SÂBIK-UL BEYÂN
Yukarıda söylenillmiş, zikri geçmiş.
SÂBIKÛN (SÂBIKÎN )
(Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
SABIRSÛZ
f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren.
SABIR-ŞİKEN
f. Sabrı kıran, sabrı bozan.
SABİ
Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk.
SABİ'
Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi.
SÂBİ'
(Sabi'a) Yedi, yedinci.
SÂBİAN
Yedinci olarak.
SÂBİ'AŞER
Onyedinci.
SABİB
Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu.
SÂBİG
(Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol.
SABİH
(Sabiha) Güzel, latif, şirin.
SÂBİH
Yüzen, yüzücü.
SABİHA
Fecir vakti.
SÂBİHA
(C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen.
SÂBİHÂT
Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar.
SABİÎ
İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar.
SABİÎN
(Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar.
SABİKÎN
(Bak: Sâbıkûn)
SABİL
Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse.
SABİR
Altın ismi.
SABİR
(C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut.
SABİR(E)
Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden.
SABİRÎ
Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma.
SABİRÎN (SÂBİRÛN)
Sabredenler. (Bak: Sabr)
SABİT
Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan.
SABİTE
Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı)
SABİT-KADEM
Mizacı oynak olmayıp işine ve sözünde kararlı olan, yerinde direnen. Sözünde duran.
SABİYY
(C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse.
SABİYYE
Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk.
SABN
Men'etmek, engel olmak.
SABR (SABIR)
Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.(Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz'etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları; ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır... Cenab-ı Hakk'ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür. Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir, şu sabır takvadır... İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir... Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cânibine sevkediyor. M.)
SABR-I CEMİL
Allah'tan gelen bir acıya sabretme. Şükrederek sabır.
SABR-I EYYÜB
Eyyüb'ün (A.S.) dillere destan olan sabrı.
SABSAB
Irak, uzak, baid.
SABSABA
Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek.
SABUR
f. Çok sabır gösteren, çok sabreden.
SABURÂNE
f. Çok sabır göstermek suretiyle.
SABYE
(Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar.
SAC
Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler)
SACE
Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç.
SA'CEZ
Dökmek.
SACİ'
Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden.
SACİD
Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."
SACİM
(C: Secâm) Akıcı, akan, sâil.
SACİR
Selin gelip su ile doldurduğu yer.
SACUR
Köpeğin boynuna takılan tasma.
SAD
Göz hastalığı, göz ağrısı.
SAD
Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir.
SAD
f. Yüz sayısı.
SAD
Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında olan bir hastalık.
SA'D
Mihnet, meşakkat, zahmet.
SA'D
Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu.
SAD'
Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak.
SA'D BİN EBİ VAKKAS (R. A.)
Aşere-i Mübeşşere'den ve ilk İslâm olanların yedincisidir. Peygamberimiz (A.S.M.) ile beraber bütün gazalarda bulundu. Müslüman olduğunda 17 yaşlarında idi. Hz. Ömer zamanında İran'a gönderilen ordunun başkumandanı oldu. Medayin şehrinin fethinde ve Kadsiye meydan muharebesinde muvaffak oldu. Kufe şehrinin kurulmasına vesile oldu. Kufe ve Irak vâliliklerinde bulundu. Vefatı 55 Hicri yılındadır.
SAD SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir.
SADA'
Baş ağrısı. ("Suda"' diye de okunur)
SADA'
Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak.
SADÂ
Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı.
SADAGA
Zayıflık.
SADAK
Okları koymağa mahsus torba veya kutu şeklindeki kılıfın adıdır. Boyuna asılan bu âlete "tirkeş" veya "tirdan" da denilirdi.
SADAKA
Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)(...Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif, neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de birden sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:Hadis-i Şerifte vârid olmuştur ki: "Bazen belâ nazil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir. " Şu hadisin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasiyle o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi levh-i ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihrâca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şerâiti bulamadıkları için, vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünkü: Mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duâların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık hadisin sırriyle: Sadaka belâyı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i câzibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi. L.)
SADAKA-İ CÂRİYE
Hayrı, sevabı dâimî olan sadaka. Sevabı öldükten sonra da devam eden hayırlı ameller. (Kur'an ve iman hizmeti gibi.)
SADAKA-İ FITR
Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba mâlik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hattâ bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sadakadır, vâcibdir. Nisaba mâlik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtır verir. Fıtra: Fıtrat sadakası, yaratılış atiyyesi demektir. Sadaka-i fıtr: Buğday veya buğday unundan 1667 gram veyahut da arpa, kuru üzüm, hurmadan 3334 gram kadar yahut verildiği zamandaki rayice göre bedellerinin muhtaç olanlara verilmesidir.
SADAKAT
(Sıdk. dan) Dostluk. Bir kimseye Allah (C.C.) için kalbden bağlılık, kalbi ve samimi doğrulukla olan dostluk. * Dostlukta sebat, vefadarlık.
SADAKAT
(Sadaka. C.) Sadakalar.
SADAKATKÂR
f. Sâdık, sadakat sahibi.
SADAKTE
Doğru söyledin, sâdıksın mânasına karşısındakine söylenilen söz.
SA'DANE
(C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı.
SADARE
Rücu etmek, geri dönmek. * Doğmak.
SADARET
Vezirlik, başvezirlik. Osmanlı Devleti zamanında Başvekillik makamına verilen isim. * Öne geçme, başta bulunma.
SADARET-PENAH
f. Sadrazam bulunan kimse.
SADAT
(Seyyid. C.) Seyyidler. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın soyundan gelenler ve onun izinden gidenler. Hususen Hazret-i Hasan neslinden gelenlere seyyid; Hazret-i Hüseyin neslinden gelenlere de Şerif denmektedir.
SADAT-I KABİLE
Kabilenin ileri gelenleri.
SADÂ-YI BASİT
Sesin, bir defa tekrarı.
SADÂ-YI MÜREKKEB
Sesin bir çok defalar tekrarı.
SADBAR
f. Yüz kere.
SAD-BERK
Yüz yaprak.
SADD
Yüz çevirmek, men eylemek, bir şeyden birini vazgeçirmek. * Fikir, niyet, kasd. * Yakınlık, civar. * Konuşulan husus.
SADD
(Sedd. den) Örten, kapıyan, mâni olan engel olan.
SADDA'
Suyu lezzetli olan örülmüş kuyu.
SADE
(Seyyid. C.) Seyyidler.
SADE
f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam.
SADE
(Sayd. dan) Mâzi fiilidir. "Avlandı" mânâsındadır. ( dan) "Bağır, ilân et" mânâsına emirdir. Meydan okumak, âciz bırakmak mealinde ve i'caz yoluna işaret eder "sâd" diye okunur. * Sadakat, sıdk gibi mânâlara da gelir.
SA'DE
(C.: Siad) Yumuşak hurma.
SA'DE
Dişi eşek. * Süngü ağacı.
SADE'
Demir pası.
SADED
Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar.
SADED HARİCİ
Konuşulan mevzudan dışarı çıkmak. Hududdan dışarı çıkmak.
SA'DEDDİN-İ TAFTAZANÎ
(Hicr: 722-792) Horasan taraflarında Teftazan'da doğdu. İslâmiyete kıymetli eserleriyle hizmet eden büyük âlimlerdendir. Asıl ismi Ömer oğlu Mes'ud'dur.
SADEDİL
f. Kalb sâfi, derin mes'elelere aklı ermeyen insan. Temiz kalbli olup, kolayca aldatılabilen kimse.
SADEDİLÂNE
f. Saflıkla, bönlükle.
SADEDİLÎ
f. Bönlük, saflık.
SADEF
Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.
SADEF (SUDUF)
Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek.
SADEFÇE
f. Küçük sadef.
SADEFE
(C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi.
SADEGÎ
f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük.
SADEGÎ-İ İFADE
İfade sadeliği.
SADEGÎ-İ LİBAS
Giyim sadeliği.
SADELEVH
Saf, bön.
SADEMAT
(Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar.
SADERU
(C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı.
SADGUNE
f. Çeşitli. Yüz türlü.
SADH
Horozun ötmesi.
SADHA
Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı.
SADHEZAR
f. Yüzbin.
SADHEZARÂN
Yüzbinlerce.
SA'D-I TAFTAZANÎ
(M. 1322-1389) Horasan'da doğmuş büyük bir İlm-i Kelâm âlimidir. En meşhur eseri, "Makasıd" adlı kelâm kitabıdır. (Bak: Sa'deddin-i Taftazanî)
SADIH
Kavi, sağlam, kuvvetli.
SADIHA
Teganni eden.
SADIK(A)
Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst.
SADIKAN
f. Sâdıklar, sâdık dostlar.
SADIKANE
f. Sâdık kimseye yakışır şekilde. Sadakatle.(...Hem o delil-i sâdık ve musaddak madem umum enbiyanın fevkinde binler mu'cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şâmil bir davet sâhibi olduğundan elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise umum enbiyanın mu'cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icmaı ve mu'cizatlarının şehadeti, Onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. M.)
SADIKIYYET
Sâdık oluş, sâdıklık.
SADIK-UL KAVL
Doğru sözlü.
SADIK-UL KELÂM
Doğru söyleyen. Doğru konuşan. Sözü doğru.
SADIK-UL VA'D
Va'dinde duran, söz verdiği şeyi yerine getiren, ahdine sâdık olan. Cenab-ı Hak.
SADIR
Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
SADİ'
Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan.
SA'DÎ
(M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub.
SADİC
Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak.
SADİD
Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin.
SADİDEL
Yaprağı katmerli olan gül.
SADİG
Zayıf.
SADİH
Erkek baykuş.
SADİHA
Bulutun kat kat olması.
SA'Dİ-İ ŞİRAZÎ
(Hicrî: 587-691) Şiraz'da doğdu. 30 yıl ilme, 30 yıl seyahate, 30 yıl da inzivada ibadetle çalıştı. En meşhur eserleri Bostan ve Gülistan adındaki ahlâkî ve imanî kitaplarıdır.
SADİK
Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü.
SADİK-I AHMAK
Ahmak dost.
SADİK-I KADİM
Eski dost.
SADİN
(C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi.
SADİR
Şaşan, hayrette kalan.
SADİS(E)
Altıncı. (6.)
SADİS-AŞER
Onaltı. Onaltıncı.
SADİSEN
Altıncı olarak.
SADK
Berk, sağlam, muhkem süngü.
SADK
Akmak, seyelan.
SADM
Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek.
SADME
Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet.
SADPARE
f. Yüz parça. Parça parça olmuş.
SADR
Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin en iyisi.
SADREYN
Rumeli ve Anadolu kazaskerliği.
SADRGÂH
f. Tam orta yer. * En mühim yer.
SADR-I ÂLİ
Vezirlerin veya vekillerin başkanı. Sadrâzam.
SADR-I AZAM
Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.
SADR-I İSLÂM
Baş vezir, padişahın vekili, başvekil.
SADRÎ
(Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait.
SADRNİŞİN
f. Bir toplantıda baş sedirde oturan.
SADSAL
f. Asır, yüzyıl.
SADTU(Y)
Çok katlı, yüz katmerli.
SADUK
Çok sâdık.
SADUKAT
Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr)
SADY
Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş.
SAET
Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde.
SAF
Tüylü ve yünlü hayvan.
SAF
(Bak: Saff)
SAF
Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar.
SA'F
Bir şarap cinsi.
SAF'
Sille vurmak, tokat atmak.
SAF (SÂFİ)
Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz.
SAFA
Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi.
SAFA
Yüzü beyaz olan düz taş.
SAFA-BAHŞ
f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden.
SAFA-CU
(C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan.
SAFA-ENGİZ
Safa koparan. Neşe, sevinç yapan.
SAFAHAT
(Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı.
SAFAİH
(Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar.
SAFAK
Kıllı derinin altında olan ince deri.
SAFAK
Yeni kırba içine konulmuş su.
SAFAL
Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer.
SAF'AN
(C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi.
SAFAPERVER
f. Safa veren. İç açan, safalı.
SAFARE
Zurna.
SAFAYAB
f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş.
SAFA-YI GÜLŞEN
Gülşen safası. Gül bahçesi eğlencesi.
SAFA-YI SADR
f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak.
SAFBESTE
Saf bağlamış, saf olmuş.
SAFBESTE-İ HAREKET
Harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan.
SAFD
Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek.
SAFDERUN
f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen.
SAFDERUNAN
(Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar.
SAFDERUNANE
f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette.
SAFDİL
f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse.
SAFDİLÂNE
f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle.
SAFE
(C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş.
SA'FE
Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel.
SAFED
(C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye.
SAFEN
(C.: Esfan) Haya derisi.
SAFER
(C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı.
SAFEVİLER DEVLETİ
(1499-1737) Safeviler adında bir hanedana mensub olan Şah İsmail'in kurduğu bir devlettir. İran'da kurulmuş olan bu devlet şii idi. Osmanlılarla münasebetleri iyi değildi. Çaldıran'da 1514'de Yavuz Sultan Selim tarafından büyük bir mağlubiyete uğratıldılar. Nihayet 1737'de bir ayaklanma neticesinde Afganistan padişahı Nadir Şah tarafından ortadan kaldırıldılar.
SAFF
Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası.
SAFF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir.
SAFFAT
(C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş.
SAFFAT
(Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar.
SAFFAT SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir.
SAFF-BESTE
f. Saf bağlamış, saf olmuş.
SAFF-DER
(C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit.
SAFF-DERÂNE
f. Yiğitçesine.
SAFFEYN
İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf.
SAFF-I EVVEL
İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri.
SAFF-SAFF
Dizi dizi. Sıra sıra.
SAFF-ŞİKAF
f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit.
SAFF-ZEN
f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler.
SAFH
Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme.
SAFHA
Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
SAFİ
Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.
SAFİF
Kuru ot.
SAFİH
Men eden, engel olan.
SAFİH
Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey.
SAFİHA
(C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh)
SAFİL
Alçak yer.
SAFİL
Tortu.
SAFİL
Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz.
SAFİLE
Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı.
SAFİLÎN
Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar.
SAFİLİYYET
Alçaklık, aşağılık.
SAFİN
(C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at.
SAFİNE
(C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh.
SAFİR
Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd.
SAFİR
(Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib.
SAFİYE
(C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel.
SAFİYE
Temiz, katışıksız, bozuk olmayan. * İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz.
SAFİYET
Saflık, hâlislik, temizlik.
SAFİYULLAH
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. Adem'in de (A.S.) bir ismidir.
SAFİYY
Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız.
SAFİYY-ÜD DİN
Dini temiz. Dini pak.
SAFİYY-ÜL KALB
Kalbi temiz.
SAFK
Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak.
SAFKA
Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, "hayrını gör" demeleri. * Yapılan satış.
SAFRA
Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, kum gibi ağırlıklar.
SAFRA
Sarı. * Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder.
SAFRAGUN
Bir cins serçe kuşu.
SAFRE
Açlık.
SAFRİYE
Güz mevsiminden önce biten ot.
SAFSAF
Söğüt ağacı.
SAFSAF
(C.: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri. * Döğülmüş yumuşak toprak. * Mâkul olmayan kelimeler. * Mânâsız şiir. * Yaramaz ve kötü işler.
SAFSAF
(C.: Safâsıf) Yüksek düz yer. * Serçe kuşu.
SAFSAFA
Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek.
SAFSAFE
Ekşi aş. * Ekşili nesne.
SAFSATA
Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ)
SAFSATAPERDAZ
f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam.
SAFSATİYÂT
Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler.
SAFVAN
(Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün.
SAFVE
Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse.
SAFVET
Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
SAFVET-İ KALB
Fikir ve niyetinde hiçbir garazı ve kötü gâyesi olmamak, temiz kalbli olmak.
SAFVET-İ VİCDAN
Vicdan saflığı.
SAGA
(C.: Sayâg) Kuyumcu.
SAGAİR
(Sagire. C.) Küçük günahlar.
SAGAN
Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı.
SAGAR
Küçük olmak.
SAGAR
Zelillik, alçaklık, âdilik.
SAGAR
f. İçki bardağı. Kadeh.
SAGAT
Aslı "sagavet" olup, bir cihete meyil demek olan "sagav" masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi : "tasgi" gelir. " Velitasgi ileyh"; söz dinlemek veya dikkat edip kulak vermek, imâle-i guş etmek demek olan ısga da, bundan müştaktır. (E.T.)
SAGG
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
SAGIB (SAGBÂN)
Aç kimse. (Müe: Sagbâ)
SAGIR
Zelil ve aşağılık kimse.
SAGIYE
Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır.
SAGİR(E)
Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk.
SAGİRE
(C.: Sagair) Küçük günah.
SAGİR-ÜS SİNN
Yaşı küçük.
SAGR
(Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler.
SAGSAG
Galat kelâm konuşmak.
SAGSAGA
Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak.
SAGSEGA
Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek.
SAGY
(Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi.
SAĞNAK
Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur.
SAHA
Kirli ve paslı olmak.
SAHA
Meydan, yer, avlu, geniş yer.
SAHA'
(Bak: Sehâ)
SAHABE
(Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman. (Bak: Ashab, Sohbet.)(Eğer desen : "Sahabeler de insandırlar, hatâdan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadın ve ahkâm-ı şeriatın medarı, sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet "Sahabeler umumen âdildirler, doğru söylerler. " diye, ittifak etmişler.Elcevab: Evet, sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibariyle hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünki, yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arş'tan Ferş'e kadar açılmış. Esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb'ın derekesinden Alâ-yı İlliyyinde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ı âlâ-yı iliyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.İşte hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve Şems-i Nübüvvet'in ziya-i sohbetiyle nurlanan sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime'nin maskara-âlud müzahrefat dükkânındaki kizbe, ihtiyariyle ellerini uzatmamak ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mi'râc-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risalet'in, hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şa'şaa-i cemaliyle, içtimaat-ı insaniyyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka -ve bilhassa ahkâm-ı şer'iye rivayetinde ve tebliğinde- elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat'idir, zaruridir, şüphesizdir. Halbuki şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana (geçmek) pek kolay gidiliyor. Hattâ siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satılsa; elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası o dükkâncının mârifetine ve sözüne itimad edip, körü körüne alınmaz. S.)(Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men'etmişler. Çünki Vâkıa-i Cemel'de Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.Anhüm) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip: Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle afvedilir. Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyete zarar vermesin diye Sıffîn Harbindeki bâgilerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm'ın büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Taftazanî, "Yezid'e lânet câizdir" demiş; fakat "Lânet vâcibdir" dememiş. "Hayırdır ve sevabı vardır" dememiş. Çünki, hem Kur'anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar, amel-i salihde dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena... R.N.)(İmam-ı Ali (kerremallahü veche)nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zâhirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i mânevîsine ve kemalât-ı ilmiyesine ve makamat-ı velâyetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali'nin (R.A.) hârika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil; belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hatâ etmişler. R.N.)
SAHABET
Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma.
SAHABETKÂR
f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan.
SAHABİ
(Bak: Sahâbe)
SAHABİYE
Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab)
SAHAD
Yakmak.
SAHAFET
Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik.
SAHA-İ ZUHUR
Görünme meydanı.
SAHAİF
(Sahife. C.) Sahifeler.
SAHA-KÂR
f. Eli açık, cömert, sahi.
SAHAM
(Bir kimse) güneşte yanma.
SAHANET
Kızgınlık, sıcaklık.
SAHARİ
(Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar.
SAHARÎ
Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı.
SAHARÎ
(Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller.
SAHAT
(Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar.
SAHAVET
Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tenbel eder, çingeneliğe alıştırır. Elhâsıl, millet bâkidir, fert fâni. Münazarât)
SAHAVETKÂR
f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden.
SAHB
(Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler.
SAHB
(Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı.
SAHB(ET)
Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması.
SAHC
Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak.
SAHE
İnce ve zayıf deve.
SAHF
Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek.
SAHFE
(C.: Sıhâf) Küçük çanak.
SAHFE
Arka derisine yapışan yağ.
SAHFE
Zayıf akıllılık ve az fikirlilik.
SAHH
şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. * Cemetmek, toplamak.
SAHH
(Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve "doğrudur, yanlışsızdır" mânasına gelen bir işâretti.
SAHHA
Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.
SAHHAB
Gürültücü, patırtıcı.
SAHHAF
(Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse.
SAHHAKA
Sevici kadın.
SAHIB
Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C: Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb))
SAHIRE
(C.: Savahır) Topraktan yapılmış bir kap.
SAHIT
Dargın, kırgın.
SAHİ
Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
SAHİ
(Sehv. den) Hata işleyen.
SÂHİB
(Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan.
SÂHİBAT
(Sâhibe. C.) Kadın sâhibler.
SÂHİBE
(Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın.
SÂHİBE-İ CEMÂL
Güzellik sahibi kadın. Güzelliği olan kadın.
SÂHİBE-İ HÂNE
Ev sahibi kadın.
SÂHİBET-ÜL BEYT
Ev sâhibesi. * Kadın ev sâhibi.
SAHİB-FIRAŞ
f. Hasta. Yatağa düşmüş.
SAHİB-HURUC
f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse.
SÂHİB-İ ARZ
Devleti temsil eden zât.
SÂHİB-İ HÂNE
Ev sâhibi. Sahib-ül beyt.
SÂHİB-İ HAYRÂT
Câmi, yol, çeşme vs. gibi hayırlı işler yapıp bırakmış kimse. Hayrat sâhibi.
SÂHİB-İ HURUC
f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi.
SÂHİB-İ İMTİYAZ
İmtiyaz sahibi.
SÂHİB-İ KEMÂL
Kemal sahibi, olgun insan.
SÂHİB-İ NUN
(Sâhib-i Zünnun) Hz. Yunus Peygamber'in (A.S.) bir nâmı.
SÂHİB-İ TAHRİC
(Bak: Tahric)
SAHİB-KEMAL
f. Olgun, kemal sahibi.
SAHİB-KIRAN
f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar.
SAHİB-NAZAR
f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan.
SAHİBU BİL-CENB
Arkadaş. Refik.
SÂHİB-ÜL BEYT
Ev sâhibi.
SÂHİB-ÜL HUT
Peygamber Hazret-i Yunus'un (A.S.) bir nâmı. (Bak: Yunus)
SÂHİB-ÜL YED
Mal sahibi, malı elinde tutan kimse.
SÂHİB-ÜS SEYF
Kılınç sahibi. Maddeten kuvvetli olup, maddi cihad ile vazifeli olan.
SÂHİB-ÜT TÂC
Tâc, sâhibi, İncil'de mezkur Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismi.
SÂHİB-ÜZ ZAMAN
Zamânın sahibi. Zamânında İnd-i İlâhide en makbul insan. Müceddid. *Mehdi-i zaman.
SAHİB-VÜCUD
Sözü geçer, mevki sâhibi kimse.
SAHİB-ZUHUR
Baş kaldıran, isyan eden, ayaklanan. Başa geçen.
SAHİD
Uyanık.
SAHİF
(Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş.
SAHİFE
Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli.
SAHİFE-İ HÂLİYE
Boş sahife.
SAHİH
Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: Kelimenin kök harfleri (Huruf-u asliye) : 1- Hemzeden; 2- İki aynı harf yanyana geldiği zaman, yalnız biri yazılıp üzeri şeddelenmekten; 3- Harf-i illet "vay-ye" ve bunlardan dönen "elif"den sâlim bulunursa kelime sahih olur.
SAHİHAN
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı.
SAHİHAN
Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten.
SAHİH-İ MÜSLİM
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
SAHİK
Ezip döğen.
SAHİK
Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz.
SAHİL
At kişnemesi.
SAHİL
Kişneyen. Kişneyici.
SAHİL
Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı.
SAHİLHANE
f. Yalı evi.
SAHİLNİŞİN
f. Sâhilde oturan.
SAHİLRESİDE
f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış.
SAHİLSARAY
Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı.
SAHİME
Zayıf dişi deve.
SAHİMET
Kin, çekememezlik. * Hased.
SAHİN(E)
(Sihan. dan) Sık. * Kalın, sıkı. * Katı, pek.
SAHİN(E)
(Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış.
SAHİR
Büyücü, büyü yapan, sihir yapan.
SAHİR
Maskaralık eden, maskara eden.
SAHİR
(Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan.
SAHİRÂNE
f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi.
SAHİRE
İçine kızmış taş koyup kaynatılan ve üstüne yağ döküp içilen süt.
SAHİRE
Büyücü kadın.
SAHİRE
Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem.
SAHİR-PİŞE
f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan.
SAHK
Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise.
SAHK
Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme. * Kırma, kırılma. * Sürtme.
SAHL
Az az vermek.
SAHL
Ses kısıklığı. Ses bozukluğu. * Boğazını boğup şiddetle çağırmak.
SAHLE
(C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.)
SAHMEM (SAHMİM)
Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve.
SAHN
Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * Zil.
SAHN
Sıcaklık, harâret.
SAHN
Kırma. Kesr.
SAHNAN
Çifte zil.
SAHNE
Cerahat, yara.
SAHNE
Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri.
SAHN-İ DURENG
Dünya.
SAHN-İ GÜLŞEN
Gül bahçesinin ortası.
SAHN-İ LÂLE-ZÂR
Lâle bahçesinin ortası.
SAHR
Örtmek.
SAHR
Masharaya almak.
SAHR
(Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş. * Maden kütlesi. * Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit.
SAHRA
(C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar)
SAHRA-NEVERD
f. Çölde dolaşan. Göçebe.
SAHRA-NİŞİN
f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren.
SAHRAVAT
(Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar.
SAHRA-YI KEBİR
Büyük çöl. Cezayir, Tunus ve Libya'nın güneyinden Çat Çölü hizasına kadar uzanan Afrika'nın en büyük çölü.
SAHRE(T)
Büyük ve sert taş.
SAHRETULLAH
Kudüs'te, Beyt-i Mukaddes'te çok eski ve tarihî bir kaya. Hazret-i Peygamber (A.S.M.), Mir'ac gecesinde bu kayadan uruc ettiği hakkında rivayet vardır. Bu kayaya "Hacer-i Muallak" da denir.(Felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda, "Sevr ve Hut" namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet'ten getirilen ve fâni Küre-i Arz'ın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride baki Cennet'e bir kısmını devr etmeğe bir işaret için Sahret nâmında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip "Sevr ve Hut" meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş, diye Benî-İsrail'in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas'tan dahi mervidir. Maatteessüf bu kudsi mânâ, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telâkki edilmekle aklın hâricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi, toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler, elbette onların ve Küre-i Arz'ın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihiyaçları yoktur. Ş)
SAHRINÇ
Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni.
SAHSAH
Geniş, düz yer.
SAHSAH
Yağmurun sert ve katı yağması.
SAHSAH
(C.: Sahâsıh) Düz yer.
SAHSAH(A)
Döndürmek. * Evin ortası.
SAHSALİK
Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses.
SAHT
Boğazlamak.
SAHT
Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam.
SAHT (SUHT)
Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap.
SAHTDİL
f. Katı yürekli.
SAHTE
f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık.
SAHTEGÎ
f. Sahtelik, yalan, düzme.
SAHTEKÂR
f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan.
SAHTEKÂRÎ
f. Hilekârlık, sahtekârlık.
SAHTEVEKAR
f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan.
SAHTGİR
f. Bir şeyi sıkıca tutan.
SAHTİ
f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı.
SAHTİYAN
f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri.
SAHT-LİGAM
f. Gem almaz, sert başlı at.
SAHTRU
f. Suratı asık, dargın, kırgın.
SAHUN
Adım tutan eşek.
SAHUN
Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler.
SAHUR
Gece uyanıklığı, uykusuzluk. * Ayın etrafındaki hâle. * Yer yüzünün gölgesi.
SAHUR
Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr.
SAHV
Ateş ve ocaktan kül çıkarmak.
SAHV(E)
Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık.
SAHVA'
(C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer.
SAHVE
En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı.
SAHY
Nemli olmak. * Islaklık, rutubet.
SAİ
Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan.
SÂ-İ MÜSELLES
Üç noktalı sâ' harfi. (Se harfi de denir.)
SAİB
Ak saçlı, beyaz saçlı.
SAİB
Yağmur getiren bora.
SAİB
(Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan.
SAİB
Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan.
SAİBE
Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime.
SAİD
Yukarıdaki temiz toprak, pislikten uzak pâk toprak. Yeryüzü. * Yol, tarik. * Mezar, kabir. * Yüksek. * Yukarı çıkan.
SAİD
Kolun, bilek ile dirseği arasındaki kısmı. Mirfak.
SAİD
(Suud. dan fâil) Yukarı çıkan, yükselen, kalkan.
SAİD
(Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar.
SAİD BİN ZEYD (R.A.)
Hz. Ömer'in (R.A.) amcasının oğluydu. Aşere-i Mübeşşere'den ve Ashabın ileri gelenlerindendi. Vazifeli olarak Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Şam'ın fethine ve bir çok mühim muharebelere iştirak etti. Hicri 51 yılında vefat etti.
SAİDAN
Kol ve bacak.
SAİD-İ NURSÎ
(Bediüzzaman) (Mi: 1876 - 1960, Hi: 1293 - 1379) Babası Mirza, Annesi Nuriye olan bu büyük mütefekkir zât, Bitlis vilâyetimizin Hizan kazası, Nurs köyünde doğmuştur. Ateşîn zekâsı ve takvası ve dinine sadakatı kısa zamanda etrafta tanınmasına sebeb olmuştur. Bir müddet Van'da kaldı. Başta Vâli Tahir Paşa olmak üzere bütün halk kendisine hürmet ediyordu. Kısa zamanda ilmi ile hocalarına ders verecek hale gelmişti. İslâmiyete bütün varlığıyla hizmet etmek cehdi içerisinde idi. İhsan-ı İlâhî olan hârika kabiliyeti ile mütâlaa ettiği kitapları kısa zamanda ezberden okuyabiliyordu. Cesaret ve şecaatta da hârikaydı. Rusların Şark vilâyetlerimize tecavüzü sırasında Enver Paşa Kumandasında Milis Teşkilâtı Gönüllü Alay Kumandanı olarak talebeleriyle birlikte harbe iştirak etti. Büyük fedakârlıklar gösterdi. Hiçbir zaman birlik ve İslâmî beraberlikten ayrılmadığı gibi dâima millî vahdetimiz için bütün gücüyle çalışıyordu.31 Mart isyan hareketinde yatıştırıcı ve müsbet rol oynamış; bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getirmişti. (31 Mart Olayı, 1970 SBF. Yayınları sh: 129 - 253 Doktor Sina Akşin'in eserinden.)Kendisini verdikleri Divan-ı Harb-i Örfî'de Mahkeme Reisi Hurşid Paşa'nın "Sen de şeriat istemişsin" sualine karşı şöyle cevap veriyordu:"Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!.."1327 (Mi: 1911) tarihinde Şam'da Cami-ül Emevî'deki hutbesinde İslâm Âlemindeki hastalıkları teşhis ederek anlatıyor ve bir bir tedavi çarelerini söylüyordu. O hutbede hülâsa olarak İslâmî uyanışı ve çarelerini anlatmıştır. O hutbeden birkaç satır:"Hâsıl-ı kelâm : Biz Kur'an şakirdleri olan müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbalde elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek."Aynı zamanda şark vilâyetlerinde müsbet ilimlerle ve dinî bilgilerle mücehhez Medreset-üz Zehra nâmında büyük bir üniversite açılmasına çalışıyordu ve Sultan Reşad kendisine bu iş için 19 bin altun lira vermeyi kabul etmişti. Van Gölü kenarında Artemid'de temeli atılan bu müessese 1. Cihan Harbi sebebi ile geri kalmıştı.Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul'da 25 Ağustos 1918'de kurulan Dar-ul Hikmet-il İslâmiye'ye Erkân-ı Harbiye-yi Umumiyye'nin teklifi neticesinde âzâ kabul edildi.Bu yüksek ilmî hey'ette bütün İslâm Âlemini alâkadar eden mes'eleler görüşülüyordu. Devrin hastalığını ve milletin maddî, manevî ihtiyaçlarını o zamanda bilen ve teşhis eden bu zat, eserlerini neşretmeğe başladı. İşârât-ül İ'caz, Münâzarat, Muhâkemât, Tuluât, Lemaât, Nokta, Rumuz, Hutuvât-ı Sitte, Sünühât, Şuâât gibi eserlerinde ecnebilerin İslâm Âlemini parçalamak, mânen ve maddeten yıpratmak için ortaya attıkları bâtıl fikirleri çürüten, Kur'anî İslâmî hakikatleri neşrediyor, ilân ediyordu.Millî hükümetin Ankara'da teşkiline ve İstanbul'daki kuvvetlerin bu hükümete yardımlarına bütün gücüyle çalışıyordu. İngiliz ve Fransız gibi emperyalistlerin ye's verecek fikirlerine, neşriyatlarına karşı milleti uyandıracak faaliyette bulunarak, "Hutuvât-ı Sitte" gibi neşriyatıyla millî birlik ve beraberlik, İslâmî gayret ve şecaate kuvvet vermeğe çalışıyordu.En büyük tehlikenin ilim nâmı altında Avrupa emperyalistlerinin ortaya attıkları, milleti birbirine düşürecek, imanı zedeleyecek, Kur'an'dan ve imandan, millî birlik ve beraberlikten ayıracak fikirler olduğunu biliyor ve bunların ilmî esaslarla, müsbet delillerle çürütülmesi yolunda çalışıyordu. (Tarih Sohbetleri 1966, Cilt: 4)Diyarbekir havalisinde din nâmına ihtilâle teşebbüs eden (15 Şubat 1925) Şeyh Said, Bediüzzaman'ın büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiğinde cevaben onlara mektubunda şöyle demişti:"Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir." (Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı)Ecnebilerin propagandasının te'siri altında kalanlar bu büyük mücahide çeşitli iftiralarda bulundular. Fakat O, hakikatları ilândan, milli birlik ve beraberliği te'mine çalışmaktan aslâ vaz geçmedi. 130 parçadan fazla olan bütün eserlerinde, siyasetten tecerrüd ederek ve bilhassa menfî ve tarafgir siyasetçiliklerden, şeytandan kaçar gibi kaçıp, müslümanlar arasında kardeşlik şuuruyla ve bîtaraf bir makamda Kur'an'a hizmet etmeyi bu zamanda en mühim bir vazife olarak kabul etmiş ve bu hakikatı iman hizmetindeki talebelerine değişmez bir düstur halinde tesbit etmiştir.Eserlerinin muhtelif yerlerinde tekrarla üzerinde durduğu mesleğinin bu düsturuna dair birkaç bahsi nümune olarak aşağıya dercediyoruz.şöyle ki:"Risale-i Nur şakirdlerinin mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur'aniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor..... Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş." Şualar: 362"...Nur şakirdleri hiç siyasete karışmadılar, hiç bir partiye girmediler. Çünki iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalâlete karşı cephe alır." Emirdağ Lâh: 180"...Ben de Nur-u Kur'anı elde tutmak için euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti deyip, siyaset topuzunu atarak iki elim ile nura sarıldım.Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta hem muhalifte o Nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envar-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir...Elhamdülillâh siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim..." Mektubat : 49"... Otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebep; bir mübarek âlimin tâkib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü senâ etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye Eûzü billahi mineşşeytani vessiyaseti dedim, o zamandan beri siyaseti terkettim." Emirdağ Lâh: 272Bediüzzaman siyasetten bu kadar çekinmesine rağmen yine de gizli din düşmanlarının iftira ve iğfalatiyle (siyasî maksad taşımak ve cemiyet kurmak) gibi iddialarla müteaddid defalar mahkemeye verilmiş ve zamanımıza kadar bine yakın mahkeme ve beraet teselsülen olagelmiştir ki, dünya hukuk tarihinde böyle bir hâdise mevcud değildir.Son derece mütevazi ve fakirane bir hayat yaşadığı, maddî manevî hiçbir makam iddia etmediği halde, yabancıların te'siri altında ve hariçten içimize girmiş cereyanlar sebebiyle muhtelif yerlere nefyedildi. Fakat yine, o felsefecilerin ve kendisini münevver telâkki edenlerin bâtıl fikirlerini köküyle ortadan kaldıracak ilmî, aklî, müsbet delilleri yazmak ve neşretmekten bir an bile geri durmadı. Eserleri köy odalarından başlı(Zeker) üniversite muhitlerine kadar elden ele, dilden dile dolaştı. Kur'an-ı Kerim ve onun tefsiri etrafında bir Hizb-ül Kur'an meydana geldi.Bu lügatta Bediüzzaman Said Nursî'ye geniş yer verilmesinin sebepleri şunlardır:Bu zât eserlerinde Âmentü'nün altı esasını ilmî ve delilli olarak izah etmiştir. Bu sebeple pek çok kimsenin Sünnet-i Seniyyeyi yaşamasına sebep olmuştur. Din büyüklerini tanımak ve tanıtmak, şahıslara bağlanmak için değil, İslâmiyete bağlanmak yönünden önemlidir.Din düşmanları dine hizmet eden âlimleri, mürşidleri çürüterek halkı dinden uzak bırakmak istediklerinden, dindar kimseler de İslâmiyete hizmet edenleri tanımak, onlardan faydalanmak zorundadır. İslâmiyet ilim dinidir, âlimler sayesinde devam eder. Âlimleri yok kabul edersek, din de nazariyede kalır. Bunun için âlimlerimize sahip çıkmalıyız.Her İslam âlimine geniş geniş yer vermek isterdik. Fakat Said Nursî herkesten daha fazla hücuma uğramış. Kendisi, talebeleri ve eserleri hakkında bine yakın mahkeme açılmış, 780 beraet kararı alınmıştır. Elbette ki en çok hücum edileni, en fazla tanıtmak, hakikatı ortaya çıkarmak için lüzumludur.Biz, Bediüzzaman Said Nursî'yi övmedik. Sadece hayatının ve eserlerinin bir kısmına ayna tuttuk. Daha geniş bilgi almak isteyenler, onun hayatı hakkında yazılmış kitapları ve Risale-i Nur Külliyatını tetkik edebilirler.Din büyüklerini tanıtmak, bir bakıma İslâmiyeti tanıtmak demektir. Din büyüklerini tanıtmak, Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem'i takdimdir. Çünkü İki Cihan Serveri Peygamberimiz olmasaydı, din büyükleri de olamazdı. Meyvayı övmek, ağacı tanıtmaktır. Peygamberimizin övdüğü âlimleri övmemek, Peygamberimizin sevdiği âlimleri sevmemek, İslâmiyetten uzaklaşmaktır. En çok hücum edileni en çok korumak, aklın ve ilmin gereğidir.Bir İslam büyüğü buyuruyor ki: Ya Rabbi ne hikmettir ki, Sen'i sevenleri bulmak, Sen'i sevmektir. Sen'i sevmek ise, Sen'i sevenleri bulmaktır.
SAİG
Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek.
SAİGAN
Boğazdan kolayca geçerek.
SAİH
Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan.
SAİK
Kırağı, çiğ.
SAİK
Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep.
SAİK
(Bak: Saak)
SAİKA
Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep.
SAİKA
Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek.
SAİKA-VARİ
f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak.
SAİKA-ZEDE
f. Yıldırım çarpmış.
SAİL
(Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden.
SAİL(E)
(Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden.
SAİLİYET
Akıcılık. * Dilencilik.
SAİM
(Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan.
SAİME
Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan.
SAİMÎN
(Sâim. C.) Oruç tutan kimseler.
SAİR
Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri.
SAİT
(Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan.
SAİYAN
(Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar.
SAK
Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet.
SAK'
Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek.
SAK'
Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması.
SA'K(A)
Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak.
SAKA
Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı.
SA'KA
Bayılma. Baygınlık.
SAK'A
Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu.
SAK'AB
Uzun, tavil.
SA'KA-İ ŞEDİDE
Şiddetli baygınlık.
SAKALAN
(Sakaleyn) İnsanlar ve cinler.
SAKAM
(Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet.
SAKAMET
Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert.
SAKAR
(C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak.
SAKAR
Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem)
SAKARE
Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci.
SAKAT
Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde).
SAKATÎ
Yanlışları çok olan muharrir veya şâir.
SAKAYN
İkizkenar.
SAKB
(C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan direk. * İçi boş olmayan kuru cisme vurmak. * Yakınlık.
SAKB
(C.: Sukub) Delinme, delme. * Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik. * Sütü çok olan deve. * Çok kırmızı, koyu kırmızı.
SAKBE
Çadır direği. * Oklava.
SAKEK
At kusurlarından bir kusur.
SAKF
Hızla almak. Sür'atle ahzetmek.
SAKF
Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü.
SAKF-I MERFU'
Yükseltilmiş dam, tavan.
SAKF-I MUALLÂ
Yüksek gökyüzü.
SAKIA
(C.: Savâkı) Yıldırım.
SAKIB
Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen.
SAKIT
Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk.
SAKIYE
(C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı.
SAKIYY
(C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı.
SAKİ
(Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ' : Kırağı, şebnem, çiğ.
SAKİB
(Sâkibe) Dökülen.
SAKİF
Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren.
SAKİL
Cilâ yapan, parlatan.
SAKİL
Ağır, can sıkıcı. Çirkin. * Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece.
SAKİL
(Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba.
SAKİM
Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış.
SAKİN
Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
SAKİNAN
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler.
SAKİNÂNE
f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce.
SAKİT(E)
Susan, ses çıkarmayan.
SAKİTÂNE
f. Ses çıkarmayarak, sessizce.
SAKK
(C.: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap. * Kapı yapmak. * Vurmak, darbetmek.
SAKK
Kin tutmak.
SAKKA
Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu.
SAKKA'
Kulağı çok küçük olan koyun.
SAKL
Törpü ile eğeleme. Cilâlama.
SAKME
şiddetle ve kakarak vurmak.
SAKN
Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri.
SAKO
Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi)
SAKRE
Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi.
SAKSAKA
Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi.
SAKTA
(C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık.
SAKTA (SIKAT)
Kapmak. * Düşmek.
SAKUR
Deyyus.
SAKUR
Sivri burunlu büyük balta. Külünk.
SAKY
Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak.
SAKY-I MÂ
Su dağıtma.
SAL
f. Sene, yıl.
SA'L
Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek.
SAL'
Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik.
SA'LA
Küçük başlı kadın.SA'LA : Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al)
SAL'A
Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer.SALA' : Kuyruğun sağı veya solu.
SALA'
Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması.
SALÂ
Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı "Essalât" veya "Salât" dır.)
SALAA
Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri.
SALABET
Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ)
SALABET-İ DİNİYE
Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık.
SALAET
(C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş.
SALAH
Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur)
SALAHADDİN-İ EYYUBÎ
(Doğumu: Hi: 532, Mi: 1137) Ehl-i Salib zihniyetinin İslâm dünyasına açtığı Haçlı seferlerini maddeten durduran şarkın en kahraman kumandanlarından ve sultanlarından olan bu zât hakkında bir Avrupalı tarihçi: "İslâmın en saf kahramanı" diye bahseder.Düşmanın çokluğundan bahsederek geri dönmek isteyen kumandanlarına şöyle hitab etmiş ve az bir kuvvetle Haçlı kuvvetlerini perişan etmiştir.- Madem ölümden korkuyoruz, niçin evlerimizde oturup da çocuklarımızla keyfimize bakmadık, askerliğe girdik... Bizim borcumuz, düşmanın azlığını çokluğunu kıyaslamak değil, ona karşı durmaktır...Sultan Salahaddin, Eyyübiye Devletinin başında 24 sene kaldı. Avrupa'nın Haçlı ordularını iman ve şecaatla çok defa perişan hale getirdi. Onlara mağlub olmadı. Namazını vaktinde ve cemaatla kılardı. Kerim, sabur, halim ve mütevazi idi. 57 yaşında Şam'da vefat etti. (R. Aleyh)
SALÂ-HAN
f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi.
SALAHAT
Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli.
SALAHATTİN
(Bak: Salah-üd din)
SALAHDEM
Katı, şiddetli, şedid.
SALAHDİ
Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem.
SALAH-İ HAL
Durumun düzelmesi.
SALAHİYET
Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek.
SALAHİYETDAR
f. Vazifeli, salahiyet sâhibi.
SALAH-ÜD DİN
Salâhattin şeklinde yaygın olan bu kelime, "dine bağlı" mânasına gelir.
SÂLÂR
f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan.
SÂLÂR-I BEYT-ÜL HARAM
Beyt-ül Haram'ın reisi ve başkumandanı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
SÂLÂR-I RUSÜL
Resüller kafilesinin reisi, kumandanı. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
SALAT
Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * İstiğfar. * Rahmet. (Bak: Namaz)(Namaz, dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, bütün hasenata fihrist ve örnektir. Kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir. İ.İ.)
SALÂT-I FECR
Sabah namazı.
SALÂT-I HAMSE
Beş vakit namaz.
SALÂT-I HAVF
Muharebeden evvel kılınan iki rekât namaz.
SALÂT-I İSTİHÂRE
İstihareden evvel kılınan iki rekât namaz.
SALÂT-I İSTİSKA
Yağmur duasına çıkıldığı zaman kılınan namaz.
SALÂT-I SEFER
Yola çıkıldığı zaman kılınan iki rekât namaz.
SALÂT-I VUSTA
(Bak: Vusta)
SALATÎN
(Sultan. C.) Sultanlar.
SALÂT-ÜL ASR
İkindi namazı.
SALÂT-ÜL FECR
Sabah namazı.
SALÂT-ÜL ÎD
Bayram namazı.
SALÂT-ÜL İŞÂ
Yatsı namazı.
SALÂT-ÜL MAĞRİB
Akşam namazı.
SALÂT-ÜL VİTR
Vitir namazı.
SALÂT-ÜZ ZUHR
Öğle namazı.
SALAVAT
(Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ kilisesi.
SALAVATULLAH
Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi.
SALAYE
(C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş.
SALAYIK
Yufka yapmak.
SALB
Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak.
SALBEN
Asarak, asmakla öldürmek suretiyle.
SALBETMEK
Asarak öldürmek.
SALD
Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak.
SALDAH
Sağlam ve katı nesne.
SAL-DİDE
f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş.
SALE
Âfet, belâ, musibet, dâhiye.
SALE
f. Yıllık, senelik.
SA'LE
Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu.
SA'LEB(E)
(C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri.
SALEF (SALF)
Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi.
SALEHBA
Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât)
SALENBAC
Uzun ince balık.
SALFA'
Sağlam ve sert yer.
SALHA
(Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler.
SALHHANE
f. (Bak: Selhhane)
SALHURDE
f. Çok yaşlı, pek ihtiyar.
SAL-İ HAL
İçinde bulunulan yıl.
SALİB
(C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli.
SALİB
Titreten. * Hareketli.
SALİB(E)
Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden.
SALİBE
Ayakları yarık olan kadın.
SALİBE-İ KÜLLİYE
Man: Bir şeyin nefyine delâlet eden kaziye. Bir şeyin bütün bütün olmadığını veya mevcudattan hiç birisine hâkim ve müessir olmadığını iddia ve isbat eden hüküm.(Halk-ı eşya hakkında "mucibe-i külliye" sâdık olmadığı takdirde "salibe-i külliye" sâdık olur. Yâni ya bütün eşyanın Hâlikı Allah'tır veya Allah hiçbir şeyin Hâlikı değildir. Çünkü: Eşyanın arasında muntazam tesanüd ile halk ve yaratmak, tecezziyi kabul etmez bir küldür. Baziyet yoktur. Ya "mucibe-i külliye" olacaktır veya "salibe-i külliye" olacaktır. Başka ihtimal yok. Her şeyde illetin ademini tevehhüm eden vehmin vâhi hükmünde bir kıymet yok. Binaenaleyh, ednâ bir şeyde Hâlıkiyet eseri göründüğü zaman, bütün eşyada tahakkuk eder. Ve keza Hâlık ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir, evsat yoktur. Zira sani' vâhid-i hakiki olmazsa, kesir-i hakiki olacaktır. Kesir-i hakiki ise gayr-i mütenahîdir. Maahaza nuru neşredenin nursuz, icad edenin vücudsuz, icab ettirenin vücubsuz olması muhaldir.Ve keza ilim sıfatını ihsan edenin ilimsiz, şuuru ihsân edenin şuursuz, ihtiyarı verenin ihtiyarsız, iradeyi verenin iradesiz, kâmil şeylerin sani'i gayr-ı kâmil olduğunu telâkki etmek muhaldir.Ve keza, aynı tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir edenin basarsız olduğunu düşünmek, ancak basar ve basiretten mahrum olan adamın işidir. Maahaza, masnu'daki kemalât tamamen Sâni'deki kemalden akan bir feyizdir. Fakat kuşlardan yalnız sineği gören, tanıyan bir mikrop, kartalı gördüğü zaman "bu kuş değildir" der. Çünkü, sinekteki şeyler onda yoktur. M.N.)
SALİBİYYUN
Hristiyanlar.
SALİD
Pak, temiz.
SALİF
Boynun genişliği, kalınlığı.
SALİF(E)
Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem.
SALİF-ÜL ARZ
Dünyanın ve arzın evveli veya geçmiş zamanı. * Evvelce arz olunan.
SALİF-ÜL BEYAN
Bildirilmiş, beyanı geçmiş.
SALİF-ÜZ ZİKR
Bildirilen, zikri geçen, mezkûr. Yukarıda ismi geçen. Yukarıda, daha evvel söylenen.
SALİG
(C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır.
SALİH
Kara yılan.
SALİH (A.S.)
Büyük peygamberlerden olup Hicaz ile Şam arasında oturmuş olan Semud kavmine gönderilmişti. Semud kavmi Âd kavminden sonra Arap yarımadasında kuvvet ve ma'muriyet bulup küfür ve dalâlete meyl ile putlara ibadet ediyorlardı. Salih (A.S.) kendilerini hak dine davet etmiş ise de, inanmayıp kendisinden mu'cize istemeleri üzerine; Allah, bir kayadan bir dişi deve çıkarmış ve deve derhal yavrulamış; bu hayvanla yavrusuna bakılması Salih Peygamber tarafından kavmine tavsiye olunduğu halde, bunlar deveyi dahi öldürdüklerinden Allah'ın gazabına uğramışlardı. İmana gelen küçük bir kısmın gerisi, mahv ve helâk olmuştu. Hz. Salih (A.S.), bir rivayette Mekke'ye ve bir rivayette de Kudüs'e çekilip orada vefat etmiştir. Enbiya-i Arab'dan olduğu halde Tevrat'ta zikredilmiştir.
SALİH(A)
(Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan.
SALİHA
Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse.
SALİHAT
Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar.
SALİHÛN
Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler.
SÂLİK
(Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
SÂLİKÂN
(Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler.
SÂLİKÛN (SÂLİKÎN)
(Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler.
SALİL
Demirden çıkan ses. Demir sesi.
SÂLİM(E)
Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. Sâlimûn, sâlihât, sâdıkûn, sâdıkât gibi yapılan cemiler. * İçinde harf-i illet bulunmayan kelime.
SÂLİMEN
Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle.
SÂLİMÎN
(Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler.
SÂLİS(E)
Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri.
SÂLİSÂT
(Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler.
SÂLİSEN
Üçüncü olarak.
SALİYE
Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye.
SALK
Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması.
SALKAME
Azı dişlerinin birbirine dokunması.
SALL
(C.: Sellât) Dar su yolu.
SALL
Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses.
SALLA
(Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir.
SALLALLÂHÜ TEÂLÂ ALEYH
Allah (C.C.) onun şanını yüceltsin; duasını, isteklerini kabul etsin; her isteğini versin meâlinde Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında söylenilen duadır.
SALLE
(C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild.
SALM
Kesmek.
SALMA'
Kesmek.
SALNAME
f. Yıllık, senelik.
SALSAL
Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek.
SALSALE
Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları.
SALT
Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar.
SALTANAT
Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset)
SALTANAT-I SENİYYE
Osmanlı İmparatorluğunun bir adı.
SALUS
f. İkiyüzlü, riyakâr.
SALUSÎ
f. İkiyüzlülük, riyakârlık.
SALV
Uyluk.
SALVELE
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua.
SALY
Pişirmek. * Yakmak.
SAM
Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi.
SA'M
Soymak.
SAM'A
Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot.
SAMAHMAH
Uzun ve çok yoğun olan madde.
SAMAM
Belâ. * Zahmet, meşakkat.
SÂMÂN
f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti.
SÂMÂNSUZ
f. Rahat ve huzuru bozan.
SAM'AR
Katı şiddetli, şedid.
SAM'ARE
Sağlam ve dayanıklı, sert.
SAMD
Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun.
SAMECE
(C.: Samec) Kandil.
SAMED
Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu.
SAMEDANÎ
Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus.
SAMEDİYET
Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
SAMEKMEK
Çok kuvvetli adam.
SAMEM
Sağırlık.
SAMER
Bozulup fena kokmak.
SAMEYAN
Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi.
SAMG
Zamk, ağaç sakızı.
SAMGÎ
Zamk gibi, zamk halinde olan.
SAMHA
Kolaylık. Asânlık. Sühulet.
SAMİ
Sertlik, katılık. Kuruluk.
SAMİ
Yüksek, yüce, refi'.
SAMİ'
İşiten, duyan, dinleyen.
SAMİA
Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.
SAMİD
Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil.
SAMİH
Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan.
SAMİÎN
(Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler.
SAMİL
Kuru, yâbis.
SAMİM
İç, asıl, öz.
SAMİMÂNE
f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla.
SAMİMÎ
İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı.
SAMİMİYET
İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık.(Niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde; ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir. İnayata mazhar olur. M.)
SAMİM-ÜL KALB
Kalbin içi.
SAMİN
Semiz, yağlı, besili.
SAMİN(E)
Sekizinci.
SAMİNEN
Sekizinci olarak. Sekizinci derecede.
SAMİR
Yemişli, meyvalı ağaç.
SAMİR
Gece toplantıları.
SAMİRÎ
Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi.
SAMİT
Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek.
SAMİT(E)
Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf.
SAMİTANE
f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane.
SAMİTE-İ MEYYİTE
Ses çıkarmayan ölü. * Hareketsiz. * Haksızlıklar karşısında gayrete gelmeyen, ölü gibi sükût eden.
SAMKUK
Kaba adam.
SAML
Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak.
SAMLAH
Kulak deliği. * Kulak kiri.
SAMM
Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak.
SAMM(E)
Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr.
SAMMA
Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat.
SAMME
(C.: Sevvâm) Zehirli hayvan.
SAMSAM
Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim.
SAMSAME
Cemaat, topluluk. * Bölük.
SAMT
Susma, sükût.
SAMU
İyi olma, afiyet bulma.
SAMUT
(Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan.
SAMYELİ
Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr.
SAN
f. "Benzer, andırır" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır.
SAN'
Sağlam ve muhkem yer.
SAN'A
Yemen diyarında bir şehrin adı.
SANABİR
Şiddet.
SANADİD
Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar.
SANADİD-İ KUREYŞ
Kureyş'in ileri gelenleri, seraskerleri, büyükleri.
SANADİK
(Sunduk. C.) Sandıklar.
SANAİ'
(Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi.
SAN'AT
Ustalık, hüner, mârifet.
SAN'ATGER
f. San'atçı.
SAN'ATKÂR
f. Usta, san'atçı.
SAN'ATKÂRANE
f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde.
SAN'ATNÜMA
San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren.
SAN'ATPERVERANE
f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek.
SAN'AT-ÜT TEDELLİ
İlm-i belagatın bir kaidesi. En âlâdan başlayıp ednaya doğru gitme, yukarıdan aşağıya inme san'atı. (Bak: Tedelli)
SANAVBER
Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı.
SANAVBERÎ
Kozalak biçiminde. Koni şeklinde.
SAN'AVÎ
(San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı.
SANAYİ
San'atlar.
SANAYİ-İ LAFZİYE
Söz ile, lâfızla yapılan san'at şekilleri. (Cinas, tenasüb ve tezad gibi.)
SANAYİ-İ MANEVİYE
Mâna delâletiyle olan san'at. (Teşbih ve istiâre gibi.)
SANAYİ-İ NEFİSE
Güzel san'atlar. insanın çok hoşuna giden ve çok üstün san'atkârlıkla yapılmış eserler.
SANBUR
Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi.
SANC
Zil.
SANCAK BEYİ
Eyalet teşkilâtıyla timar usulünün cari olduğu zamanlarda beş on kazalık yerin mutasarrıfı ile sipahisinin kumandanına verilen addır. Osmanlıların ilk zamanlarında beylere yahut hükümdar evlâtlarına has olarak verilen mıntıkalara "Sancak" denilir, bu sancaklara tasarruf edenlere de "Sancak Beyi" adı verilirdi.
SANCAKDAR
f. Sancak taşıyan. Alemdar.
SANCE
(C.: Sanecât) Terazi. * Taş.
SAND
Bendetmek, bağlamak.
SANDAL
(C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç.
SANDİD
Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr.
SANDUK
(C.: Sanadik) Sandık.
SANDUKA
Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitabe yazılırdı. (O.T.D.S.)
SANDUKÇE
f. Küçük sandık.
SANDUKKAR
Veznedar.
SA'NEB
Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi.
SANEM
Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı.
SANEM-HANE
f. Tapınak, puthane.
SANEM-PEREST
f. Puta tapan.(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suret-perestliği de meneder. Medeniyet ise; suretleri kendi mehasininden sayıp Kur'ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. S.)
SA'NET
Et yağı. * Yağ.
SANEVBER
(Bak: Sanavber)
SANEVÎ
İkinci. İkinci derecede.
SANİ
İkinci.
SANİ'
Görülen iş.
SANİ'
(Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah)
SÂNİ AŞER
Onikinci.
SANİA
Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil.
SANİFE
Bez kenarı.
SANİH
Mübarek fiil, iyi iş.
SANİHA
Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir.
SANİHA-ÂRÂ
f. Hatıra gelen, akla gelen.
SANİHÂT
(Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh)
SANİ'-İ HAKİKÎ
Doğrudan doğruya, hiç bir şeye muhtaç olmadan her şeyin aslını, esasını ve teferruatını yapan, yaratan. Allah (C.C.).
SÂNİ'-İ HAKÎM
Hikmet sâhibi olan yaratıcı. Allah (C.C.)
SANİ'İYYET
Ustaca ve tertibli yapıcı oluş. Sâni'lik.(Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ, Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde her bir taşı Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise kâinatın Sânia olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. Öyle ise kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin inkârı mümkün değildir. M.N.)
SANİYE
Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman.
SANİYE
(C.: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve.
SA'NİYE
Takkenin tepesi.
SANİYEN
İkinci olarak. İkinci derecede.
SANSÜR
Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi.
SANTİT
Ulu, kerim kişi.
SANTRİFÜJ
yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye)
SANVAN
(Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık.
SAR
İntikam, öç.
SAR
f. Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar $ : Çok dağlık yer.
SA'R
Ateşin alevlenmesi.
SA'R
Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü.
SAR'
Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder.
SARA
f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi.
SARA
Rengi değişmiş olan su.
SAR'A
Tıb : Bir nevi baygınlık hastalığı.
SARA'
Sararmış hanzal otu.
SARAD
Yer bağırsağı.
SARAH
Her şeyin hâlis ve safisi.
SARAHAT
Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt.
SARAHATEN
Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa.
SARAMET
Yiğitlik, mertlik.
SA'RAN (SA'REVÂN)
Koyunun memesinin etrafında olan ve memeye benzeyen sivilceler.
SARARÎ
(C.: Sarariyyûn) Gemici.
SARASIR
(Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar.
SARASIRA
Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı.
SARAT
Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi.
SARAY
(Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev.
SARB (SAREB)
Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * "Zamk-ı talh" denilen ağaç sakızı.
SARBAN
f. Deve sürücüsü. Deveci.
SARD
Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk.
SARDAH (SIRDÂH)
Düz yer. * Sahrâ, çöl.
SARE
(C.: Savâr) Hâcet, ihtiyaç. * Susuzluk.
SARE
Cemaat, topluluk.
SARE
(Sayr : Olmak. dan) Oldu (meâlinde fiil).
SARF
(C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. Kelime şekli bilgisi. Morfoloji. Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim. * Para bozma.
SARF U NAHİV
Dilbilgisi. Gramer.
SARFE
Boncuk. * Nurlu bir yıldız ismi.
SARFE MEZHEBİ
Kur'an-ı Kerim'in mu'cize olduğuna dair ikinci mercuh bir mezheb ismi.(İ'caz-ı Kur'an'da iki mezheb var. Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'an'daki letaif-i belâgat ve mezaya-yı meâni, kudret-i beşerin fevkindedir.İkinci mercuh mezheb odur ki:Kur'an'ın bir suresine muâraza, kudret-i beşer dâhilindedir. Fakat Cenab-ı Hak, mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir, fakat eser-i mu'cize olarak bir Nebi dese ki: "Sen kalkamıyacaksın." O da kalkamazsa, mu'cize olur. Şu mezheb-i mercuha, Sarfe Mezhebi denilir. Yâni Cenab-ı Hak cin ve insi men'etmiş ki; Kur'an'ın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men'etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte bu mezhebe göre "Bir kelimesine de muâraza edilmez" diyen ulemânın sözleri hakikattır. Çünkü mâdem Cenab-ı Hak i'caz için onları men'etmiş, muârazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa, kelimeyi çıkaramazlar. M.)
SARF-I MEHÂRET
Maharet sarfetme.
SARF-I NAZAR
Bir şeyden vazgeçme, cayma. * Nazar-ı itibare almama.
SARF-I ZİHN
Akıl sarfetme, akıl harcama.
SARFÎ
(Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili.
SARFİYYAT
Masraflar, giderler.
SARH
(C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı.
SARHA
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek.
SÂRIK
(Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız.
SÂRIKANE
f. Hırsız gibi, hırsızcasına.
SARİ
f. Süren, sürücü.
SARİ
(Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan.
SARİ'
Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse.
SARÎ
(C.: Surrâ) Gemici.
SAR'Î
Sar'a hastalığı ile ilgili.
SARİB
Yol, tarik.
SARİF
Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi.
SARİF
(Sarf. dan) Değiştiren. * Harcayan, sarf eden.
SARİFE
(C.: Savârif) Değişiklik. Değişme.
SARİH
Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan.
SARİH
Kurtaran, maded veren. İmdad eden. * Çağırılan, kendisinden meded beklenen. * Meded isteyen.
SARİHAN
Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak.
SARİK
(Bak: Sârık)
SARİM
Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman.
SARİM
Kesen, kesici. * Şecaatlı.
SARİME
Ekini biçilmiş yer.
SARİR
(Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı.
SARİR-İ HÂME
Kalem cızırtısı.
SARİYE
(C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut.
SARM
(Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak.
SARMA'
Susuz sahra. Suyu olmayan çöl.
SARNIÇ
(Bak: Sahrınç)
SARR
Kesenin ağzını bağlamak. * Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. * Yukarı kaldırmak. * Zammetmek, artırmak.
SARR
Sevindiren, sürura sebeb olan.
SARRAF
Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan.
SARRAFÂN
(Sarraf. C.) Sarraflar.
SARRAM
Ham deri satıcısı.
SARRAR
Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan.
SARRE
Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses.
SARSAR
Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği.
SARSARA
Doğan sesi. * Horoz sesi.
SARSARANİ
(C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık.
SARUC
Alçı. * Hamam otu.
SARY
Kalem ve kapı cızıltısı.
SA'SA
İnci, sedef.
SA'SA
Dağılmış develer.
SA'SAA
Perakende etmek, dağıtmak.
SA'SAA
Keçiyi sağmak için çağırmak.
SA'SAE
Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi.
SASANİLER
İran'da ikibin yıl önce devlet kuran bir sülâledirler. İlk meşhur hükümdarları Erdeşir'dir. Devleti kuvvetlendirdi ve Doğu Anadolu'yu Romalılardan aldı. Ünlü pâdişahlarından ve âdil ismi ile tanınan Nuşirevan İslâmiyetten önce yaşamıştır. Altıyüz seneden ziyade devletleri devam eden Sâsâniler, İslâmiyetin karşısında sarsılmışlar, nihayet 636'da Nihavend muharebesi ile ortadan kaldırılmışlardır.
SA'SEA
Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak.
SASİM
Kara ağaç. * Abnus ağacı.
SAT'
Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek.
SA'TER
Güvey otu. * Kekik otu.
SA'TERÎ
şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı.
SATH
(Bak: Satıh)
SATHEN
Dış yüzden, dıştan.
SATH-I ARZ
Yer yüzü. Ruy-i zemin.
SATH-I DERYA
Denizin yüzü.
SATHÎ
Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit.
SATHİYÂT
Sathi ve âdi şeyler.
SATHİYYEN
Dıştan, dış yüzden. * Üstten. Derinleştirmeden.
SATI'
(Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak.
SATIH
Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik.
SATİ
Adımlarını geniş atan at.
SATİH
(Bak: Şıkk)
SATİM
(C.: Sutem) Galiz, kaba.
SATİR
Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten.
SATİT
Ses. * Topluluk, cemaat.
SATL
Kova, tas, küçük leğen.
SATR
(C.: Sutur) Satır. Yazı sırası.
SATRANÇ
32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur.
SATT
Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek.
SATUR
Satır.
SATUR
(C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak.
SATV
Yürürken sıçramak.
SATVET
Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk.
SAUD
İnişli ve yokuşlu yer.
SAUR
Ocak. Fırın.
SAUT
Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar.
SAV
Vatan. * Niyyet.
SA'V
Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş.
SAV'
Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak.
SAVAB
Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst.
SAVABDİDE
f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş.
SAVAB-ENDİŞ
Düşünce ve görüşü doğru olan.
SAVAB-NÜMA
f. Doğruyu gösteren.
SAVAFIK
Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler.
SAVAİK
Saikalar, yıldırımlar.
SAVAİK-İ RAHMET
Rahmet yağmur ve yıldırımları.
SAVALİC
Cirit oynanan eğri sopalar.
SAVARIM
(Sârım. C.) Keskin kılıçlar.
SAVARİF
(Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler.
SAVARİF-İ DEHR
Dünya değişiklikleri.
SAVAT
(Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer.
SA'VAT
(Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar.
SAVB
Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük.
SAVB-I ÂLÎ
Yüksek taraf.
SAVB-I HAK
Hak ciheti.
SA'VE
(C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş.
SAVER
Eğri boyunlu olmak.
SAVG
Batmak, * Kuyumculuk yapmak.
SAVH
Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak.
SAVİ
Kuru, yâbis.
SAVL
Saldırma, atılma. Saldırış, atılış.
SAVLEC
Misk. * Gümüş.
SAVLECAN
(C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa.
SAVLET
Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.
SAVM
Oruç. İkinci fecirden başlı(Zeker) güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet.
SAVMAA
(Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre.
SAVM-I DAVUDÎ
Bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek.
SAVM-I DEHR
Aralıksız, bir sene mütemadiyen nehyedilen bayram günlerinde dahi iftar edilmeksizin oruç tutmağa denir. Bu nevi oruç bayram günleri tutulmazsa câizdir.
SAVM-I VİSAL
İki gün iftar etmeden oruç tutmak. (Bu, zaruret olmadan mekruhtur)
SAVN
Koruma, muhafaza, sıyanet.
SAVR
(C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları.
SAVRE
Uyuza benzer bir hastalık.
SAVT
Ses. Bağırmak.(Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te'sire göre hüküm alır! İ.İ.)
SAVT
(C.: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç. * Bir şeyi diğerine karıştırmak.
SAVTAL
Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki.
SAVT-I AZAB
Daima elem verici azab.
SAVT-I BÜLEND
Yüksek ses.
SAVT-I HAZİN
Hüzünlü ses.
SAVVAG
Kuyumcu.
SAVVANE
(C.: Savân) Bir cins çakmak taşı.
SA'Y
Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. * Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. * Ist: Hac veya Umre'de Safâ ile Merve arasında usulüne göre yedi defa gelip gitmektir. (Bak: Himmet)
SAY'
Suyun akması.
SAYADİD
Belâ. * Zahmet, meşakkat.
SAYAKILE
(Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri.
SAYARİF
(Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler.
SAY'ARİYYE
Boyunda olan işaret.
SAYASİ
(Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler.
SAYB
İnmek.
SAYD
Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
SAYDA'
Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi.
SAYDANİ
Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk.
SAYDELAN
(C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi.
SAYDELANÎ
Boncukçu, çerçi.
SAYDELE
Eczahane.
SAYDELÎ
Eczacı.
SAYDENANİ
Bir küçük canlı.
SAYDGÂH
f. Av yeri.
SAYDGER
f. Avcı. Sayyad.
SAYD-I MAHÎ
Balık avı.
SAYE
f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım.
SAYE
(C.: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş.
SAYE- ZAR
f. Gölgelik.
SAYE-BAN
Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
SAYED
Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek.
SAYE-DAR
f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden.
SAYE-ENDAZ
f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan.
SAYE-FİKEN
Gölge düşüren.
SAYE-GÂH
f. Gölgeli yer. Gölgelik.
SAYE-GÜSTER
f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden.
SAYE-HAH
Koruma ve himaye isteyen.
SAYEHAN
Çağırmak.
SAYE-İ MEDİD
Uzun gölge.
SAYE-NİŞİN
f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören.
SAYE-PUŞ
Ağaçlık, gölgelik.
SAYF
Yaz, yaz mevsimi.
SAYFÎ
Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı.
SAYFİYE
Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer.
SAYFUFET
Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek.
SAYH(A)
(C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet.
SAYHA-İ GURÂB
Karga bağırışı.
SAYHED
Uzun.
SAYHUD
Çok sıcak olan gün.
SA'Y-İ BELİĞ
Emek harcayarak gereği gibi çalışma.
SA'Y-İ DİMAĞÎ
Kafa çalışması, fikrî çalışma.
SAYİBE
(C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * "Ümm-ül bahire" adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü sağılmaz. Yabana salarlar, ölünceye kadar gezer.
SAYİDE
f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş.
SAYİFE
(C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum.
SAYİFET
Rum gazası. (Çünki çok yağmurlu ve karlı yer olduğundan yaz günlerinde gaza yaparlardı.)
SAYİL
Alında olan beyazlık. * Burun kamışı.
SAYİME
(C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar.
SAYİR
Bakan, seyreden. Seyredici.
SAYİS
(Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü.
SAYİS-HANE
f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan.
SAYK
(Bak: Sıyk)
SAYKAL
Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen.
SAYKAL VURMAK
Cilâ vurmak, parlatmak.
SAYKALZEDE
f. Cilâlı. Cilâlanmış.
SAYKALZEN
f. Yaldızcı.
SAYLEM
Zorluk, meşakkat.
SAYREF
(C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse.
SAYREFÎ
(C.: Sayârife) Sarraf.
SAYREM
Bir lokma yemek.
SAYRURET
(Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn.
SAYSA
Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi.
SAYYAD
Avcı, avcılık yapan.
SAYYAD-I BÎ-İNSAF
f. İnsafsız avcı.
SAYYAG
(Sıyâgat. dan) Kuyumcu.
SAYYERE
(Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde).
SAYYİB
Yağmur veren bulut.
SAYYİHANÎ
Medine hurmalarından bir cins.
SAYYUR
Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir.
SAZ
f. Kamış. * Bir çalgı âleti. * Takım, silâh, edevat. * Ustalık. * At takımı. * Düzen, tertip, sıra. * Öğrenme. * Kuvvet, kudret. * Menfaat. * Benzer, misil, eş. * Hile.
SAZ
f. (Sâhten: Yapmak mastarından emir köküdür) Eden, yapan, uyduran, düzen mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Evham-saz $ : Evham veren.
SAZEC
(C.: Sevâzic) Sâde, basit.
SAZENDE
(C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı.
SAZÎ
f. Düzenleyicilik, yapıcılık.
SAZKÂR
f. Uygun, muvafık.
SAZKÂRÎ
f. Uygunluk, muvafakat.
SE
f. Üç.
SE
Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır.
SEA
Güç, iktidar.
SEAB
(C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar.
SEABİB
(Su'bub. C.) Saf su akan yerler.
SEABİB
Salya.
SEABİN
(Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar.
SEAF
Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması.
SEALİL
(Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller.
SEAM
Bir çeşit deve yürüyüşü.
SEARİR
Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık.
SEAT
Kokmak.
SE'B
Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak.
SEB'
Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek.
SEB'
İçmek için şarap satın almak. * Yakmak. * Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek.
SEB'
(Seb'a) Yedi.(7)
SEB'A SEMAVAT
Yedi kat gökler.(Üçüncü Mes'ele: kelimesi hakkındadır.Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafe-vâri fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da, ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakk'ın yedi tabakadan ibaret semavatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. Hadis ise, semanın $ den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, "Altı Mukaddeme" ile tahkikatını yapacağız.Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun Esir ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sâbittir.İkinci Mukaddeme : Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuddur.Üçüncü Mukaddeme: Madde-i Esiriyenin, yine Esir olarak kalmak şartiyle, sâir maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı ve ayrı ayrı nevi'leri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi.Dördüncü Mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i Esiriye, sabit yıldızların tabakasına muhaliftir. Bu da, manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hâkeza yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.Beşinci Mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sâbit olmuştur ki: Bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir mâdenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşden alev, duman husule gelir. Müvellidülmâ' ile Müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.Altıncı Mukaddeme: Şu müteaddid emarelerden anlaşıldı ki; semavat müteaddittir; şeriat sahibi de, yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yediyüz sayıları arab üslublarında kesret için kullanılır.Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'an-ı Kerimin hitablarına, mânalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mucibdir.Meselâ: $ kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesimiyyenin tabakalarını fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesimî küreleri fehmetmiştir; bir kısım da seyyarât-ı seb'ayı fehmetmiştir; bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde Esirin yedi tabakasını fehmetmiştir; bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da Esirin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.Hülâsa : Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'an'dan hisselerini almışlardır. Evet Kur'an-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz. İ.İ.)
SEBAHAT
(Bak: Sibâhat)
SEB'A-İ SEYYARE
Yedi seyyar yıldız.
SEBAİK
(Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler.
SEBAK
(C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül.
SEBAK-ÂMUZ
f. Ders arkadaşı.
SEBAK-DAŞ
f. Ders arkadaşı.
SEBAK-GÂH
f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese.
SEBAK-HÂN
f. Ders okuyan, talebe.
SEBAT
Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek.
SEBATA
Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması.
SEBATÎ
Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma.
SEBATKÂR
f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan.
SEBAYA
(Sebbî. C.) Harbde esir düşenler.
SEBB
Küfür, küfran. Sövüp saymak.
SEBBAB
(Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz.
SEBBABE
Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı.
SEBBABEGEZÂ
f. Şaşarak parmağını ısıran.
SEBBAH
(Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç.
SEBBAHE
Yüzücü kuşlar sınıfı.
SEBBAK
Eritip kalıba döken, eritici.
SEBBETMEK
Söğmek, sövüp saymak.
SEBC
(C.: Esbâc) Orta vasat.
SEBCA'
(C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec)
SEBE
Yaşlılıktan dolayı bunamak.
SEBE'
(Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin adı. * Bir devlet ismi. * Bir şahıs adı.
SEBE' SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir.
SEBEB
Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest)
SEBEB-İ HİLKAT
Yaratılışa sebeb ve gaye, yaratılışa vâsıta ve âlet olan.(... Nasıl ki O Zât, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vüsulüdür. Öyle de duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. S.)
SEBEB-İ VÜCUD
Varlık sebebi. Var olmanın sebebi ve gayesi.
SEBEBİYET
İcab ettirme, sebep olma.
SEBED
Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması.
SEBEHLEL
Bâtıl, boş, abes.
SEBEL
Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı.
SEBELE
Bıyık.
SEBENTA
Çeri, öncü. * Ayı.
SEBET
Hüccet, delil.
SEBET
Kıvırcık olmayan saç.
SEBETE
(C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer.
SEBG (SÜBUG)
Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak.
SEBH
Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme.
SEBH
Genişlik. * Hafiflik.
SEBHA
Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla
SEBHALE
Sübhânallah demek.
SEBİ
(C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse.
SEBİBE
(C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası.
SEBİC(E)
Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik.
SEBİD
Başa yağ sürmeyi terketmek.
SEBİH
Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası.
SEBİHA
Gecelik. Geceleyin giyilen elbise.
SEBİKE
Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük.
SEBİKE-İ HAK
Hak külçesi. * Mc: İşlenmemiş külçe halindeki altın kıymetinin zâhiren görünmemesi gibi; hakkın bâtıl ile mücadelesinin olmadığı zamanda, hakkın kıymet ve lüzumu derecesinin bir cihette bilinememesi.
SEBİKE-İ ZEHEBİYE
Altun külçesi.
SEBİL
Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer.
SEBİLHANE
f. Sebil olarak su dağıtılan yer.
SEBİLULLAH
Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası.
SEBİN
Bir dağın adı.
SEB'ÎN
Yetmiş.
SEB'ÎNE MERRE
Yetmiş defa.
SEBİR
Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet.
SEBİR
Mekke civarında bir dağın adıdır.(Resul-i Ekrem (A.S.M.), Mekke'den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebir namındaki dağa çıktılar. Sebir dedi: "Yâ Resulallah, benden ininiz! Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzib eder. Onun için korkarım." Cebel-i Hira çağırdı: "Yâ Resulallah ileyye: Bana gel". Bu sır içindir ki ehl-i kalb Sebir'de havf ve Hira'da da emniyeti hissederler. Bu misalden anlaşılır ki: O koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihdir ve vazifedardırlar. Peygambe'ri (A.S.M.) tanır ve severler, başıboş değillerdir. M.)
SEBİT
Aklın sabit olması, aklın durması.
SEBK
Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi.
SEBK
İleri geçme, ilerleme. Öne göçme. * Vâki olma. * Koşuda kazanan hayvan.
SEBKAT
Geçmek, ilerlemek.
SEBK-İ MEFSUL
Edb: Ayrı ayrı, kesik kesik yazma tarzı.
SEBK-İ MEVSUL
Edb: Cümleleri bağlayarak birleştirme tarzı.
SEBK-İ MÜREKKEB
Edb: Hem kısa, hem uzun ifâde tarzı.
SEBLA'
Uzun kirpikli göz.
SEBLET
(C.: Sibâl) Bıyık.
SEBR
Denemek, imtihan. * Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak.
SEBR
Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek.
SEBR VE TAKSİM
Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât: Residu: Arkada kalan, bâkiye.) Taksim: Man: Bir bütünü hariçte hiç artmamak şartıyla bölmek.
SEBRE
(C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit.
SEBSEB
(C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı.
SEBT
Yazma, deftere geçirme, bir yere kaydetme.
SEBT
(C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek.
SEBTANE
Tüfek.
SEBTEL
Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.) * Susak. (Pınarlarda su içilir.)
SEBTEL
Ot tohumundan bir tohum.
SEBTEL
Çürük yumurta.
SEBT-İ DEFTER
Deftere geçirme, deftere yazma.
SEBU
f. Testi.
SEBU'
(C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar.
SEBUÇE
f. Küçük testi. * Küçük kap.
SEBUH
(Sibh. den) Yüzgeç.
SEBUHA
Mekke şehri.
SEBUİYE
Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili.
SEBUİYET
Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası.
SEB'ÛN
(Bak: Seb'în)
SEBÜK
f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan.
SEBÜKBÂR
f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan.
SEBÜK-ENDİŞ
f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen.
SEBÜKHÎZ
f. Çabuk kalkan, hareket eden.
SEBÜKÎ
f. Hafiflik.
SEBÜK-İNÂN
f. Çabuk koşan.
SEBÜKMAĞZ
f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız.
SEBÜKMÂYE
f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz.
SEBÜKMİZAC
f. Hafif mizaçlı.
SEBÜKREV
f. Çabuk giden.
SEBÜKRE'Y
f. Düşüncesiz, hafif fikirli.
SEBÜKRUH
f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli.
SEBÜKSER
(C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık.
SE'BÜL
(C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek.
SEB'-ÜL MESANİ
İki defa nazil olan ve yedi âyetten ibaret bulunan Fâtiha Suresi. * Mükerrer okunup tekrarlanan.
SEBY
Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme.
SEBZ
f. Yeşil, yeşil renkli.
SEBZEVAT
f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar.
SEBZEZAR
f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası.
SEBZFAM
f. Yeşil renkli.
SEBZ-FÂM
Yeşil renkli.
SEBZİN
.f Rengi yeşil. Yeşil renkli.
SEBZPUŞ
f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü.
SEC'
(C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz.
SEC'A
Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı.
SECA'
Yarasa.
SECAÂT
Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri.
SECAH
Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer.
SECAHAT
Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali.
SECAVEND
f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler.Kur'an-ı Azîmüşşan'ı okurken durularak nefes alınacak yerler, âyet sonları ile secavend mahalleridir. Secavend denilen huruf-u rumuziye ise şunları ifade ederler: $ Durmanın lüzumunu gösterir. Bu lüzum şer'î bir lüzum olmayıp, ıstılahî bir lüzumdur. Meselâ: $ Tilâvet eden $ da durur. Sonra $ den devam eder.
SECAYA
(Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar.
SECAYA-YI SÂMİYE
Yüksek ve kıymetli seciyeler.
SECC
(Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak.
SECC
Gayet ince olan nesne. * Duvar sıvamak. * Hoş kokulu nesne ezmek.
SECCAC
Suyu çok olan süt.
SECCAC
Çağlayan. Şarıltı ile akan.
SECCADE
Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi.
SECCAN
(Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru.
SECDE
Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak uçları yere gelecek şekilde yapılan en büyük tazim ifade eden hareket. Namazın bir rüknü.
SECDE SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir.
SECDE-BER-ZEMİN-İ HAYRET VE MUHABBET
Hayret ve muhabbetle yere secde etmek.
SECDEGÂH
f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer.
SECDE-İ ŞÜKRAN
Şükür secdesi. Şükretmek maksadıyla yapılan secde.
SECDE-İ ŞÜKÜR
Bir lütf-u İlâhîden dolayı veya bir musibetin izn-i İlâhi ile kaldırılmasından sonra hamd ve şükür için edilen secde.
SECDE-İ TİLÂVET
Kur'an okurken veya dinlerken secde âyeti dinlenir veya okunursa secdeye kapanmak vâcibdir. Okuma secdesi mânasiyle bu isim verilmiştir. Abdestli ve bulunduğu yer temiz olmak şartiyle kıbleye müteveccihen secde edilir. (Kur'an-ı Kerim'de, 7, 13, 16, 17, 19, 22, 25, 27, 32, 38, 41, 53, 84 ve 96. Surelerde olmak üzere 14 yerinde secde âyeti vardır.)
SECDETEYN
Birbiri arkası yapılan iki secde.
SECEC
Dökülmüş su.
SECEDE
(Sâcid. C.) Secde edenler.
SECEL
Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet.
SECENCEL
(Secencele) Ayna.
SECER
Yassı ve enli.
SECES
Bozuk ve bulanık su.
SECFAN
Ev önünde olan perdenin iki kanadı.
SECH
Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma.
SECİ'
Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara "Seci'-i mukayyed" denilir. Aradaki seci'ler ise yekdiğerlerine bağlı olmadıklarından onlara sec'i-i mutlak tâbir olunur. İçiçe olan seci'lere "Seci' ender seci" denir.
SECİC
Su sesi.
SECİC
Asan, kolay. * Yumuşak yer.
SECİF
Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak.
SECİHA
Tabiat. * Miktar.
SECİL
Uzun, tavil.
SECİLE
Büyük kova. * Dökülmüş su.
SECİR
Posa.
SECİR
Dost.
SECİR-İ İNEB
Üzüm posası.
SECİS
Yılın ve zamanın sonu.
SECİYE
Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu.
SECİYE-İ AVRÂ
Tek gözlü seciye. Dünyaperestlik.
SECİYE-İ UVERÂ
Tek gözlülerin -yâni sadece bu dünyayı düşünenlerin, âhireti görmeyenlerin- seciyesi.
SECL
(Sicâl) İçi su dolu kova.
SECLA'
Karnı büyük kadın. (Müz: Escel) * Her büyük cisim.
SECLA'
Emziği uzun dişi deve.
SECR
Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak.
SECSEC
Ne yumuşak ne sert olan yer.
SECUR
Tennur kızdırılan nesne.
SE'D
Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne.
SEDA
Çiy denilen yaşlık, kırağı.
SEDA
(Bak: Sadâ)
SEDA'
(C.: Esdiye) Bezin hatâsı.
SEDACET
Sâdelik.
SEDACET-İ KELÂM
Söz sadeliği.
SEDAD
İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl.
SEDAİL
(Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler.
SEDANE
Etlilik, semizlik, besililik.
SEDARE
Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek.
SEDAYA
(Sedâ. C.) Memeler.
SEDC
Yalan.
SEDD
Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek.
SEDDAD
Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon.
SEDD-İ ÂHENİN
Demirden yapılan set.
SEDD-İ BÂB
Kapı örtme.
SEDD-İ NUTK
Susma.
SEDD-İ RASİN
Sağlam set.
SEDD-İ REMAK
Ölmeyecek kadar yeyip içmek.
SEDD-İ SEDİD
Yıkılması zor olan, sağlam sed. Yıkılmayacak derecede sağlam sedd.
SEDD-İ ZERAİ'
Şer'an memnu olan bir şeye vesile teşkil eden mübah fiillerin de men edilmesi. "Def-i mefasid, celb-i menafiden evlâdır." Buna binaen insan, şer'an memnu olan herhangi bir şeye sâik olacak şeylerden sakınması icab eder, o şeyler hadd-i zâtında mennu olmasa da. Bu husus Mâlikî Mezhebinde delil kabul edilen bir mes'eledir.
SEDD-İ ZÜLKARNEYN
(Bak: Zü-l karneyn)
SEDD-İ ZÜLKARNEYN
Zülkarneyn'in yaptırdığı büyük sed.(İkinci sualiniz : Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?Elcevab: Eskiden bu mes'eleye dair bir risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik hem o risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam tatil-i eşgal etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında bir nebze bu mes'eleden bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:Ehl-i tahkikin beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi "zü" kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rumî ise, milâddan takriben üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i beşerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih nazarı, Hazret-i İbrahim'in zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gayet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn, tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının sebebi, ya o Zülkarneyn'in bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender'dir. Veyahut âyât-ı Kur'aniye'nin zikrettiği hâdisat-ı cüziyeler, küllî hadisatın uçları olduğu cihetle; Zülkarneyn olan İskender-i Kebir'in nübüvvetkârane irşadatiyle akvam-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misillü müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar, maddî cihetinde ve manevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktâb dahi manevî ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in arkasında gidip iktida edip, mazlumları zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri (Hâşiye), sonra dağlar başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal'aları, tâ son çare olan kırk ikilik topları ve kal'a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hattâ ruy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çinî Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cüc'ün ve tabir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas Dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvam-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm umum nev-i beşer ile konuştuğu için zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip, umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.İşte bu nokta-i nazardandır ki, sedde ve Ye'cüc ve Me'cüc'e dair rivayetler ve akvâl-i müfessirîn ayrı ayrı gidiyor.Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı düşünmeyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte seddin harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki münasebât-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu sed nasıl harab olacak, öyle de dünya harab olacaktır. Hem nasılki fıtrî ve İlâhî sedler olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harab olurlar; öyle de: Bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasiyle hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir. Evet Sedd-i Zülkarney'nin külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde yazılan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak okunuyor. L.)(Hâşiye): Ruy-i zeminde mürur-u zamanla dağ şeklini almış, tanınmayacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler vardır.
SEDEF
Karanlık ve aydınlığın karışması. * Gece ve sabah. * Sabahın evveli.
SEDEF
(Bak: Sadef)
SEDEL
(C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek.
SEDEM
Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık.
SEDEN
(Sedâne) Hizmet.
SEDENE
(Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları.
SEDG
Baş yarığı. * Baş yarma.
SEDH
Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak.
SED-İ RÂH
Yol kapayan, yola mâni olan.
SEDİD
Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin.
SEDİF
Deve hörgücü. * Her canlının sırtı.
SEDİL
(C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar.
SEDİN
Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse.
SEDİR
Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet.
SEDK
Lâzım olmak, icab etmek, lüzum.
SEDL
İrsal etmek, göndermek, yollamak.
SEDM
Dik fışkıran su.
SEDN
Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi.
SEDN
Tapınak. * Puthane.
SEDR
Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek.
SEDUM
Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri.
SEDV
El uzatmak.
SEDY
Meme.
SEDYA'
Büyük memeli kadın.
SEELE
(Sâil. C.) Dilenciler.
SEF'
Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek.
SEFA'
Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak.
SEFAHET
(Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek.
SEFAİN
(Sefine. C.) Gemiler.
SEFAİN-İ HARBİYE
Harp gemileri.
SEFAKA
Katılık. * Sıklık.
SEFALET
Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik.
SEFARE
Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek.
SEFARET
Sefirlik, elçilik.
SEFARETHANE
f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı.
SEFARİC
(Sefercel. C.) Ayvalar.
SEFASİF
(Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar.
SEFAT
(C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu.
SEFE
Kepek.
SEFEH
Akılsızlık.
SEFELE
(Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.
SEFEN
Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet.
SEFENC
Yeyni, hafif.
SEFER
Yolculuk. * Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. * Def'a, kerre. * Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Mukim)
SEFER
(Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi.
SEFERBER
f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu.
SEFERCEL
(C.: Sefâric) Ayva.
SEFERE
Yazıcılar.
SEFERGÜZİN
f. Yolculuk yapan, seyahat eden.
SEFERÎ
Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden seferi (müsafir) sayılır. Zıddı mukimdir. (Bak: Mukim)
SEFF
Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme.
SEFFAH
Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar.
SEFFAK
(Sefk. den) Kan döken, kan dökücü.
SEFFUD
(C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir.
SEFH
(C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek.
SEFİ'
Şiddetle tutup çekme.
SEFİD
(Sepid) f. Ak, beyaz.
SEFİDÎ
Beyazlık, aklık.
SEFİF
Deve beline çekilen kolan.
SEFİH
Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan.
SEFİHAN
Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval.
SEFİHANE
f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak.
SEFİK
(C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez.
SEFİL
Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi.
SEFİLE
Mc: Fâhişe. Namussuz kadın.
SEFİNE
Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı.
SEFİNE-İ NUH
Hz. Nuh'un (A.S.) gemisi. (Bak: Nuh)
SEFİR
Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi.
SEFİR-İ KEBİR
Büyük elçi.
SEFİT
Keremli, cömert kimse.
SEFİYY
Saçılmış toprak. * Bulut.
SEFK
Dökme, akıtma.
SEFK-İ DEM
Kan dökme.
SEFK-İ DİMÂ'
Kan dökme, kan dökücülük.
SEFN
Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık.
SEFNE (SİFNE)
(C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri.
SEFR
Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve.
SEFR
Ev süpürmek. * Yüzünü açmak. * Yazı yazmak. * Islâh etmek, düzeltmek.
SEFSAF
(C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz.
SEFSEFE
Nişasta, un gibi şeyleri eleme.
SEFT
Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut.
SEFUF
İlâçlar, devâlar, mâcunlar.
SEFUH
Dökülmüş su.
SEFVA'
Hızlı yürüyen katır.
SEFY
Savurmak. Saçmak.
SEG
f. Köpek, kelb.
SEGA'
Koyun ve keçi sesi.
SEGAB
(C.: Sügbân) Kesmek. * Dere içinde yağmurdan biriken su. * İyi ve tatlı su.
SEGAB
Açlık.
SEGABET
Açlık.
SEGAME
(C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot.
SEGAR
(C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar.
SEGBAN
(Bak: Sekbân)
SEG-İ KUY
Sokak, mahalle köpeği.
SEGİL
Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse.
SEGPEÇE
f. Köpek yavrusu.
SEHA
Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse.
SEHA
(C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu.
SEHA
Cömertlik, el açıklığı.
SEHA'
Tıb: Beyin zarı.
SEHAB
Çağırgan, gürültücü kişi.
SEHAB
(C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler.
SEHAB-ALUD
f. Bulutlu.
SEHABE
Tek bulut.
SEHAB-I MATİR
Yağmur bulutu.
SEHAB-I RAHMET
Rahmet bulutu.
SEHABÎ
Bulut ile alâkalı.
SEHAB-ÜS SİKAL
Ağır yağmur bulutları.
SEHAH
Yumuşak ve sıcak yer.
SEHAİB
(Sehâbe. C.) Bulutlar.
SEHALE
Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları.
SEHAM
Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr.
SEHAM
Yaş ağaç. * Demir.
SEHANE
Heyet. * Süs, ziynet. * Renk.
SEHANET
Sıcaklık.
SEHANET
Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik.
SEHAR
Bir havuç cinsi.
SEHAVET
(Bak: Sahavet)
SEHAY
Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak.
SEHAYA
(Sehâ. C.) Beyin zarları.
SEHB
Sahra, çöl. Düz yer. * Çok söylemek, çok konuşmak.
SEHB
Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek.
SEHBA
Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet.
SEHBEL
Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler.
SEHC
Seyretmek. * Ezmek.
SEHEF
Çok susamak.
SEHEK
Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması.
SEHEM
(C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib.
SEHER
Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. * Fık: İkinci fecirden biraz evvel olan vakit."Seherlerde eser bâd-ı tecelliUyan ey gözlerim vakt-i seherde." (S.)
SEHER
Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı.
SEHERGÂH
f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit.
SEHERHÎZ
f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen.
SEHF
Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı.
SEHH
Dökmek.
SEHHA'
(Sehh'ten mübalağa sigası) "Çok dökücü" mânasına gelir.
SEHHAC
Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse.
SEHHAH
(Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne.
SEHHAR
(Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı.
SEHİ
f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy.
SEHİ-KAMET
f. Düzgün boy.
SEHİL
Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı.
SEHİM
Hisse sâhibi. Hissedar.
SEHİN
Altı görünmeyen sık ve kalın nesne.
SEHİNE
Bulamaç aşı.
SEHL
Kolay. * Toprağı yumuşak düz yer. * Sâde.
SEHL
(C.: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise. * Nakit, para. nakit akçe. * İpliği bir kat bükmek. * Ezmek. * Dövmek.
SEHL
Yere yayılmak, döşenmek.
SEHLEN
Kolaylıkla, kolay surette.
SEHL-İ MÜMTENİ'
Edb: "Hem kolay, hem güç" mânasına bir tâbirdir. Yazılışı veya söylenişi kolay göründüğü hâlde taklidine kalkışınca, taklidi imkânsız eser demektir.
SEHLTER
f. En kolay, çok kolay.
SEHL-ÜL ME'HAZ
Kolay olarak alıncak ve elde edilecek şey.
SEHM
f. Dehşet, korku.
SEHM
Ok. * Hisse. nasib * Kısım. * Hazine geliri. * Korku, dehşet. * Hazz. * Yay.
SEHMA'
Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç.
SEHME
Karalık, siyahlık.
SEHM-GİN
f. Korkunç, korkulu.
SEHM-NÂK
f. Korkunç, korkulu.
SEHNA'
Heyet. * Suret.
SEHRAN
Geceleri uyanık duran.
SEHUK
(C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı.
SEHUM
Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi.
SEHV
Hata, yanlış, yanılma.
SEHV
Keşfetmek, bulmak. * İzâle etmek. * Kabuk soymak.
SEHVA'
Geceden bir saat.
SEHVE
Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve.
SEHVEN
Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle.
SEHV-İ KALEM
Yanlış yazılış, kalem yanlışı.
SEHV-İ MÜRETTİB
Mürettibin matbaada yaptığı yanlışlık.
SEHV-İ SARİH
Pek açık yanlış.
SEHV-İ TERTİB
Tertib yanlışı, dizme yanlışı.
SEHVİYAT
(Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler.
SEK'
Gitmek.
SEKA'
Kulağı olmayan dişi hayvan.
SEKAB
Yakınlık.
SEKAB
Dayanıp itimat edilen, güvenilen.
SEKAF
Uzunluk.
SEKAF
Kabile, soy. Nisbet.
SEKAFE
Akıllılık.
SEKAL
(C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân)(Sekal, meta-i beyt yani ev eşyasıdır. Ayrıca sekal: Misafirin yani yolcunun ağırlık tabir olunan meta ve ailesine ve sahibinin çok zaman kullanmayıp sakladığı kıymetli şeye denir.İns ü cinne sekaleyn denilmesi, arzın içinde ve üzerinde bulunmaları itibariyle onun sekali, ağırlığı gibi olmalarından, yahut amellerinin günahlarının ağırlığındandır denilmiştir.) (E.T.)
SEKAM
Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam)
SEKB
Su dökmek. Su dökülme.
SEKBAN
f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. (Türkçede seğmen denir.)
SEKBE
(C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke.
SEKEBE
Güzel kokulu bir ağaç.
SEKEL
Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü.
SEKEM
Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek.
SEKEN
Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne.
SEKENE
Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar.
SEKENE-İ ARZ
Yeryüzünde bulunan mahlûkat.
SEKENE-İ KARYE
Köyde oturanlar. Köyün sâkinleri.
SEKER
Hurma şarabı.
SEKERAT
Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler.
SEKERAT-ÜL MEVT
Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can çekişmesi hali.
SEKF
Bulmak.
SEKİ
Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme yerlerinde kullanılır bir tabirdir. * Atın ayağındaki beyaz nişana da bu ad verilir. (O.T.D.S.)
SEKİNE(T)
Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın ismi. (Bu, Sekine isimli duâ, Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh gibi evliyânın bildiği ve içerisinde ondokuz harfli ondokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve itmi'nan veren bir duâdır. Hizb-ül Envar-ül Hakaik-ın Nuriye'de mevcuttur.)
SEKİT
Kırağı.
SEKK
(C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne.
SEKK
Seyahat etmek, gezmek.
SEKKA'
Su ulaştıran.
SEKKAB
Delici, delen.
SEKKAK
Bıçakçı, çakıcı.
SEKKAKÎ
(Hi: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. "Miftâh-ül Ulûm" isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri vardır. Sadeddin-i Taftazanî bu kitabı şerhetmiştir.
SEKKAR
Lânet eden kişi.
SEKKARE
şarap yapan.
SEKLA
Çocuğunu kaybeden kadın.
SEKN
Sâkin olmak.
SEKR
(Sekir) Sarhoşluk.
SEKRAN
Sarhoş, mest olan adam.
SEKR-ÂVER
f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren.
SEKRE
Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet.
SEKSEKE
Hamakat, ahmaklık.
SEKTE
Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir.
SEKTEDÂR
Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş.
SEKTE-İ KALB
Kalbin durması. Kalbin sekteye uğraması.
SEKUB
(Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak.
SEKUB
(Bak: Sükub)
SEKUN
Yemen vilâyetinde bir kabile adı.
SEL'
Baş yarmak.
SELA
(C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri.
SEL'A
Hıyarcık hastalığı. * Yarmak.
SELA'
Pişirmek. * Eritmek.
SELA'
Bir acı ağaç. * Medine'de bir dağ. * Yarmak. Parçalamak. * Ayak yarığı. (Bu mânâya C.: Sülu)
SELACİKA
(Selçuk. C.) Selçuklular.
SEL'AF
Yutmak.
SELAH
(C.: Selhân) Keklik yavrusu.
SELAHİF
(Sulahfât. C.) Kaplumbağalar.
SELAHİYET
(Bak: Salâhiyet)
SELAİK
(Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri.
SELAK
(C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak.
SELALE
Çanak içinde yalanan nesne.
SELALİM
(Süllem. C.) Merdivenler.
SELAM
Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. Mü'minler birbirleriyle karşılaştıklarında büyük küçüğe; yürüyen durana; azlık çokluğa; hayvan veya vasıta üzerinde olan yerde yürüyene; yüksekteki aşağıdakine "Selâmün aleyküm" der. Selâmı alan "Ve Aleykümüsselâm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühu" diyerek cevap verir. Evvelâ selâm veren daha çok sevap kazanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. İki cemaat birbiri ile karşılaşırsa; onlardan birisinin selâm vermesi sünnet-i kifaye, selâm alacak taraftan birisinin selâm alması farz-ı kifayedir.
SELAMAN
Bir mekânın adı. * Büyük ağaç.
SELAMET
Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
SELAMLIK
(Bak: Harem)
SELASE
Üç.
SELASE-AŞER
Onüç.
SELASET
Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.
SELASİL
(Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar.
SELASÛN
(Selâsîn) Otuz, 30.
SELATA
Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek.
SELATİN
(Sultan. C.) Sultanlar.
SELB
Zorla alma, kapma, soyma. * Nefy ve inkâr etme. * Kaldırma, giderme, izale. * Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması.
SELB
Ayıp. * "Noksan etmek ve çekmek" mânalarına da mastardır.
SELBEN
İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek.
SELBÎ
Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan.
SELBUB
Bir dere.
SELC
Yutmak.
SELC
(C.: Süluc) Kar.
SELCEM
(C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam.
SELEB
Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı.
SELECAN
Yutmak.
SELEF
(Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam.
SELEF-İ SÂLİHÎN
Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in ilk rehberleri: Tabiîn ile Ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar.
SELEFİYE
İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar. * Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.
SELEL
Helâk olmak, mahvolmak.
SELEM
Teslim etmek. * Ayıplardan uzak olmak. * Selef. * Peşin para ile veresiye mal alma.
SELEM
Diş gediği.
SELENKA'
Yıldırım.
SELENTAH
Geniş, açık yer.
SELF
Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık.
SELFA'
Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve.
SELFE
Ahmak. * Kurt.
SELG
Ayırmak. * Yarmak.
SELH
Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak.
SELHA
Kıyamet günü.
SELH-HANE
f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, "salhâne" şeklinde kullanılır.)
SELİB
Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış.
SELİF
Eski zamanda geçmiş olan.
SELİHA
Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı.
SELİK
Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması.
SELİKA
Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri. * Tabiat.
SELİKA
Güzel söz söyleme ve yazma istidadı.
SELİL
Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere.
SELİLE
Yeni doğmuş kız çocuğu.
SELİL-İ MEYYİT
Ölü olarak doğmuş çocuk.
SELİM(E)
(Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan.
SELİM-ÜL KALB
Temiz kalbli.
SELİS
Kolay, yumuşak. * Boyun eğmiş, bağlı.
SELİS
Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade.
SELİT
Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı.
SELK
Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak.
SELK
Çekmek veya çekilmek. * Gitmek. * İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek.
SELKA'
(C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer.
SELL
Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme.
SELLAC
Buzcu, buz satan adam.
SELLAH
(Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen.
SELLAT
(Selle. C.) Sepetler, seleler.
SELLE
(C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele.
SELLE
Koyun ve keçi sürüsü. * Yıkmak, hedm. * Kuyu içinden çıkartılan toprak.
SELLEBÂF
f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi.
SELLEME
Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin meâlinde duâ.
SELLEMEHÜSSELAM
Gelişi-güzel. Rastgele.
SELL-İ SEYF
Kılıç çekme.
SELM
Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm)
SELMAN-I FARİSÎ
İran'ın İsfahan şehrinde doğmuş olan büyük bir sahâbe. Evvelce ateşperestti, sonra Hristiyan oldu. Daha sonra papazların nasihatiyle İslâmiyetin geleceğini anlamıştı ve arıyordu. Yeni Peygamber'e (A.S.M.) kavuşmak için Şam'dan Hicaz'a geldi ve orada kendisini köle yaptılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Medine'ye geldiğinde müslüman oldu ve Resulullah onu satın alıp azad etti. İslâmiyete çok hizmetleri vardır. (R.A.)
SELME
Rahne, gedik.
SELMEC
(C.: Selâmic) İnce uzun demir.
SELMET (SİLMET)
Taş.
SELS
Beyaz boncuk dizilen iplik.
SELS
Akmak, seyelân.
SELSAL
Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su.
SELSEBİL
Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su.
SELSEL
Tatlı ve yumuşak su.
SELSELE
Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek.
SELT
Karın gürüldemesi.
SELUB
(C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve.
SELUC
Rahat olmak. Mutmain olmak.
SELUF
Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve.
SELUK
Yemen vilâyetinde bir köydür ve "kilâb-ı selukiyye" denilen büyük köpekleriyle meşhurdur.
SELUKİYYE
Kaptan kamarası.
SELUL
Ölü olarak doğmuş çocuk.
SELV
Kanaat vermek.
SELVA
Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü.
SELVET
Kalb rahatı. Gönül rahatı.
SEM'
İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği.
SEMA
Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü.(Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) şöyle rivayet olunmuştur. Sema'ya uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru, mütekabilen yürüyüp gidiyorlardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resul-i Ekrem (A.S.M.) Cebrâil'e (A.S.) sordu. Cebrâil: Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tânesini bir daha görmem dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman halk olundun" diye sordular. O da: "Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hak her dörtyüz bin senede bir yıldız halk eder. Ben yaratıldığımdan beri de dörtyüz bin yıldız halk etti" diye cevap verdi. Melâikenin kesretini ve kudret-i ezeliyenin vüs'at-ı tecelliyatını anlamalı... E.T.)
SEMA'
Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak.
SEMA'
İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri.
SEMAAN
(Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle.
SEMAAT
Dinlemek, kulak vermek.
SEMACET
Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat.
SEMACET-İ İBTİDA
Sözün başlangıcındaki çirkinlik.
SEMAD
Davar tersi. * Gül.
SEMADİR
Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık.
SEMAEN
İşiterek, duyarak.
SEMAHAT
Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı.
SEMAHİC
Deniz içinde bir alanın adı.
SEMAÎ
İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen.
SEMAÎ MÜENNES
Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî)
SEMAKİL
Somak ve tadım denilen ekşi taneler.
SEMALE
(C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile.
SEMA'MA'
Küçük başlı. * Yular.
SEMAME
(C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve.
SEMAN
Sekiz.
SEM'AN
Dinliyerek. * İşiterek, duyarak.
SEMAN-AŞER
Onsekiz.
SEMANE
f. Tavan. * Bıldırcın.
SEMANET
Semizlik, yağlılık, besililik.
SEMANÎN
Seksen. 80
SEMANİYE
Sekiz. 8
SEMANÛN
Seksen. 80
SEMAPARE
f. Gök parçası.
SEMAR
Duru süt.
SEMAR
Meyva, yemiş.
SEMARUG
Başı yumru yumurta gibi olan mantar.
SEMASİRE
(Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar.
SEMAVAT
(Sema. C.) Gökler, semalar.
SEMAVE
Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı.
SEMAVÎ
Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.
SEMAVİYYÂT
Semavî olan şeyler.
SEMBOL
Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti.
SEMCER
Çok su katılmış olan süt.
SEMDAR
f. Zehirli.
SEMED
Devamı gelmeyen sarnıç suyu.
SEMEHDER
Geniş, bol, vâsi.
SEMEK
Balık.
SEMEL
Eski kaftan, eski elbise.
SEMEL
Sarhoşluk.
SEMELE (SÜMLE)
Kap dibinde kalan azıcık su.
SEMELE (SÜMLE)
Kap dibinde kalan artık.
SEMEN
Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı.
SEMEN
Yağ. Erimiş tereyağı. (Bak: Simen)
SEMEN
f. Yâsemin.
SEMEN-BU
f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu.
SEMEND
f. Çevik ve güzel at.
SEMEN-FAM
f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan.
SEMENÎ
Tereyağı.
SEMEN-İ MİSL
Ehl-i vukuf tarafından hakiki kıymetini tâyin etme.
SEMEN-İ MÜSEMMA
İki tarafın isteğiyle değerlendirilen kıymet.
SEMEN-İ RÂYİC
Geçer değer, o zamanki kıymeti, fiyatı.
SEMER
Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak.
SEMER(E)
Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice.
SEMERÂT
(Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler.
SEMEREDÂR
f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren.
SEMERE-İ FUÂD
Gönül meyvası. * Mc: Evlâd, çocuk.
SEMERREC(E)
Üç defa haraç çıkarmak.
SEMERTUL
Uzun, tavil.
SE'MET
Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak.
SEMG
Yarmak.
SEMH
Cömertlik, keremli olma.
SEMHA
Kolaylık, sühulet.
SEMHAC
Arkası uzun olan at ve eşek.
SEMHAK
Yağmursuz bulut.
SEMHEC
Yağlı tadı azmış süt.
SEMHER
Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip "rumh-i semherî" derler.)
SEMHUK
Uzun, tavil.
SEMİ'
İşiten, duyan. * Fık: Allah'ın (C.C.) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
SEM'-İ HAMİYET
Hamiyet kulağı, insaf ve hakperestlikle dinleyiş.
SEM'-İ HİKMET
Hikmetli sözleri dinlemek. Hikmetten ibret ve ders almak. En hayırlısına tabi olmak.
SEMİC
(Semc) Çirkin, kötü görüşlü.
SEMİ-İ MUTLAK
Her şeyi şeksiz, şüphesiz, mutlak surette işiten Allah (C.C.).
SEMİK
(C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.)
SEMİL
Sarhoş.
SEMİLE
Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı.
SEMİN
Semiz. Eti yağı bol.
SEMİN
(Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli.
SEMİ'NA VE ATA'NA
İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne meâlindedir.
SEMİR
Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye.
SEMİR
Meyvalı, yemişli. Meyva veren. * Sinici olan su.
SEMİRE
Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları.
SEMİT
Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan.
SEMİ-ÜD DUA
Duayı işiten Allah (C.C.).
SEMİY
Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm.
SEMİYYE
Yüce, yüksek, refia.
SEMİZ
t. Eti, yağı bol. Besili.
SEML
(c.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak.
SEMLAH
Tadı azmış olan yağlı süt.
SEMLAK
(C.: Semâlik) Düz, yüksek yer.
SEMM
(Simm - Sümm) (C.: Sümum) Delik.
SEMM
Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek.
SEMM
Zehir, ağu.
SEMMAK
Balıkçı.
SEMMAN
Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi.
SEMMDAR
f. Zehirli.
SEMMÎ
(Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli.
SEMM-İ KATİL
Öldürücü zehir.
SEMM-ÜL HIYAT
İğne deliği.
SEMN
Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı.
SEMPATİ
Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi.
SEMRA
(Müe.) Esmer. Kumral renkte olan.
SEMRA'
Yemişli ağaç. Meyveli ağaç.
SEMRE
(C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı.
SEMSAK
Yâsemin.
SEMSAM
(C.: Semâsim) Hafif edepsiz kişi. * Aceleci kimse.
SEMSAM
Eline ne alırsa kıran.
SEMSEM
Tilki. * Bir yerin adı.
SEMSERE
Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek.
SEMT
Paklık, nezâfet, temizlik.
SEMT
Yön, taraf, cihet. * Koz: Açıklık.
SEMUD
(Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi.
SEMUH
(Semahat. dan) Çok cömert.
SEMUM
Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder.
SEMUNYUN
Yaban kerevizi.
SEMURE
Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı.
SEMÜVV
Ad koymak, isim vermek.
SENA
Şimşek parıltısı. * Ulviyet. Yükseklik. * Aydınlık. * Bir ot ismi.
SENA
Medihle tarif. Medhetmek, övmek.
SENAA
Cemali güzel.
SENABİK
(Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları.
SENABİL
Sünbüller. Başaklar.
SENA'BUK
Kötü kokulu bir ot.
SENAF
Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü.
SENAGÛ
f. Medheden, öven, sena eden.
SENAHAN
f. Medheden, alkışlayan, öven.
SENAKÂR
f. Öven. Medheden.
SENAKÂRANE
f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde.
SENAM
(C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği.
SENAN
Parlak, ziyâdar, ışıklı.
SENANİR
(Sinnevr. C.) Kediler.
SENAVER
f. Medheden, öven.
SENAVERÎ
f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane.
SENAYA
Öndeki dört dişler, ön dişler.
SENBER
Her umuru bilen, her işten anlayan.
SENBOL
(Bak: Sembol)
SENC
f. Ölçen, tartan, değerlendiren.
SENCE
(C.: Senecât) Terazi taşı.
SENCEREF
Sülügen adı verilen kızıl taş.
SENCİDE
f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz.
SENCİLAT
Bir cins koku.
SENCİLEYİN
Senin gibi.
SENDEL
f. Sandal. * Sandal ağacı.
SENDERE
Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız.
SENDÜVE
(C.: Senâdâ) Meme.
SENE
Yıl.
SENEB(E)
Zamandan bir parça.
SENE-BE-SENE
Yıldan yıla, seneden seneye seneler geçtikçe.
SENED
Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan kâğıt, vesika.
SENED-İ HÂKANÎ
Tapu senedi.
SENED-İ MÜSBİT
İsbat edici senet.
SENED-İ RESMÎ
Resmen tasdikli senet, resmî senet.
SENE-İ EFRENCİYE
Efrenci (Frenkler, Avrupalılar) takvimine göre yılbaşı Ocak'tan başlayan milâdi sene.
SENE-İ HİCRİYE
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın Mekke'den Medine'ye hicreti başlangıç sayılan ve Muharrem 1'den başlayan sene. Bu sene-i Kameriye (kamer yılı), Zilhicce ile biter, 354 veya 355 gün sürer.
SENE-İ KUR'ANİYE
(Bak: Eyyam-ı Kur'aniye)
SENE-İ MÂLİYE
1 Mart'tan itibaren başlaması Mâliyece kabul edilen yıl.
SENE-İ MİLÂDİYE
Kânun-i sâni (Ocak) 1'de başlayan sene. Milâdi sene.
SENE-İ RUMİYE
Garp Milâdi takvimini yani Efrenci takvimini kabul etmemiş olan Şark Hristiyanları için 14 Ocak tarihinden başlayan ve eskiden 1 Mart tarihinde başlayan Rumi sene.
SENE-İ ŞEMSİYE
22 Mart'tan ertesi senenin 21 Martına kadar süren İranlıların milli takvimine göre olan nesne.
SENEM
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
SENEN
Yol, tarik.
SENER
(C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu.
SENETA
Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar.
SENETEYN
İki yıl. İki sene.
SENEVAT
(Sene. C.) Yıllar, seneler.
SENEVÎ
Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub.
SENG
f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık.
SENGDİL
(C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz.
SENG-ENDAZ
f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen.
SENG-İ AS-YÂB
Değirmen taşı.
SENG-İ HARA
Pek sert taş, kaya.
SENG-İ KABİR
(Seng-i mezar) Mezar taşı.
SENG-İ KAZA
Kaza taşı. Belâ, musibet.
SENG-İ MUSALLÂ
Musallâ taşı. Namaz kılınmak için cenaze konan taş.
SENGİN
f. Taştan olan, taştan yapılmış.
SENGİSTAN
f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer.
SENGLAH
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
SENGPARE
f. Taş parçası.
SENGSAR
f. Taşlık yer.
SENGTRAŞ
f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr.
SENGZAR
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer.
SENH
Arız olmak.
SENİH
Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket.
SENİN
Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları.
SENİNE
(C.: Senayin) Kumdan tepe.
SENİY
(C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan.
SENİYYE
(C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol.
SENİYYE
(Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan.
SENKENDAZ
Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle senkendazlar yapılırdı. (O.T.D.S.)
SENN
Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek.
SENT
Etin kokması.
SENUT
Yere saçılan buğday.
SE-PA
f. Üç ayaklı. Sehpâ.
SEPİD
f. Ak, beyaz.
SEPİDE
f. Tan vakti.
SEPİDEDEM
f. Sabah aydınlığı.
SEPİDÎ
f. Aklık, beyazlık.
SEPTİSİZM
Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm)
SEPÜKPÂY
f. Ayağına çabuk olan.
SER
f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis.
SE'R
İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek.
SER'
Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam.
SER'
Yumurtlamak.
SERA
f. "Şarkı söyleyen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ $ : Şarkı söyleyen, nağme söyleyen.
SERA
Yer, toprak. Arz. * Malı çok olmak. Zengin olmak.
SERA'
Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi.
SERAB
Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi.(Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! Hikmet, hayr-ı kesir olduğunu işittin. Fakat yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın hikmetini maânisinde aramadın. Gittin nukuşunda taharri ettin. R.N.)
SERABİL
(Sirbâl. C.) Gömlekler.
SERABİSTAN
f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.)
SERAÇE
f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık.
SERADİK
(Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda.
SERADİKAT
Padişaha mahsus perdeler.
SERAFİL
(C.: Serâfilât) Şalvar. Don.
SER-AGAZ
f. Yeniden ve baştan başlama.
SERAH
Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak.
SERAHİN
(Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar.
SERAHOR
Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem gibi bir âfetin vukuuyla harap olan yerlerin hemen tamir edilmesi işlerinde kullanılanlara verilen addır.
SERAİR
(Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
SERAİR-İ VÜCUD
Yaradılış sırları.
SERAK
Hırsızlık yapmak.
SERAMAC
f. Boyunduruk.
SER-AMED
(C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan.
SER'AN
Evmek, acele etmek.
SERAPA
f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar.
SERA-PERDE
f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ.
SERAR
Ayın son gecesi.
SERARE
İyilik. * Şeref.
SERARİ
(Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar.
SERASER
f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen.
SERASİME
f. Sersem.
SERASİMEGÎ
f. Sersemlik.
SERASKER
f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı.
SERATÎ
Keskin.
SERAVİL
(C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar.
SERAY
f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı.
SERAYA
(Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler.
SERAY-DAR
f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse.
SERAYENDE
(C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen.
SER-AZAD
f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat.
SERB
(C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme.
SERBALİN
f. Baş yastığı.
SERBAZ
(C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit.
SERBAZÎ
f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk.
SER-BE-CEYB
f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan.
SERBEHA
f. Baş pahası. Diyet. Haraç.
SERBEND
f. Başa bağlanan veya sarılan şey.
SERBESER
f. Baştan başa.
SERBEST
f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz.
SERBESTÂNE
f. Serbestçe.
SERBESTE
f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü.
SERBESTÎ
f. Serbestlik.
SERBESTİYET
f. Serbestlik. Serbest oluş.
SERBESÜCUD
f. Secde edici. Başını yere değdirici.
SERBEZEMİN
f. Başı yere eğilmiş olan.
SERBÜLEND
(C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek.
SERBÜLENDÎ
f. Başı yükseklik. Yücelik.
SERC
(C.: Süruc) At takımı, eyer.
SERCEM
Uzun.
SERC-İ FERES
At eyeri.
SERCUC
Ahmak.
SERCÜMLE
f. Hepsi, tamamı, bütün.
SER-CÜNBAN
Baş oynatan, baş sallayan.
SERÇEŞME
(C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse.
SERD
Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak.
SERD
f. Bârid, soğuk, bürudetli olan. * Sert, kaba, hoyrat.
SERD
Çanak içine ekmek doğrayıp ıslatmak.
SERDAB
f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna "zir-i zemin" denilir. * Tar: Padişah saraylarında, sağ ve sol taraflarında birer oda bulunan üç köşeli sofalara verilen addı.
SER-DADE
f. Baş vermiş, baş göstermiş olan.
SERDAH
Geniş ve düz yer.
SERDAR
f. Askerin başı. Kumandan.
SERDARÂN
(Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar.
SERDAR-I EKREM
Başkumandan. Başbuğ.
SERDAR-I ULEMA
Zamanın en bilgili ve en yaşlı âlimi.
SERDARÎ
f. Başkumandanlık, serdarlık.
SERDEFTER
f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan.
SERDENGEÇTİ
Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere atıldıkları için "dalkılıç" da denilirdi. Düşman ordusuna dalacak veya kaleye girecek olanların dönmelerinden ziyade ölmeleri ihtimâli olduğu için bu adı almışlardı. (O.T.D.S.)
SERDETMEK
Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak.
SERDÎ
f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık.
SERD-İ KELÂM
Güzel bir şekilde ifade etmek, söz etmek.
SERDÎ-İ HEVÂ
Havanın sertliği.
SERDÎ-İ TABİAT
Tabiat ve huy sertliği.
SERDÜMEN
Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe.
SERE
Suyun çok olması. * Devenin meme deliğinin geniş olması.
SERE
Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı.
SEREB
(C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot.
SERED
Dudağın yarılması.
SEREF
Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy.
SER-EFGENDE
(C.: Serefgendegân) f. Başını eğen.
SER-EFRAZ
f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib.
SEREKA
İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar.
SEREM
Dişin, ağızda kökünden kırılması.
SERENCAM
f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a.
SER-ENDAZ
(C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz.
SERENDÎ
Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât)
SERENDİB
(Hintçe) Hindistan'ın güneyindeki Seylân adasının ismi.
SERER
(C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir).
SERES
Zayıf endamlı.
SERETAN
Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar)
SEREYAN
Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet.
SEREYAN-I SERİA
Sür'atle yayılan, çabuk neşrolan.
SERF
Yemek yemek.
SERFİRAZ
f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan.
SERFİRAZÎ
f. Serfirazlık.
SERFÜRU
f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan.
SERFÜRU-BÜRDE
f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış.
SERGERDAN
f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran.
SERGERDE
f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis.
SERGERM
f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest.
SERGEŞTE
f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış.
SERGİN
f. Gübre, fışkı.
SER-GİRAN
f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş.
SERGÜZEŞT
f. Macera, baştan geçen hâller.
SERH
Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek.
SERHAD
Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır.
SERHADLÛ
Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler.
SERHAN
Canavar. Kurt.
SERHAS
Sivri uçlu bitki.
SERHAYL
f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan.
SERHED
Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili.
SERIK
Hırsızlık.
SER-İ FRENK
Avrupalıların, Frenklerin başı.
SER-İ MUY
Pek az şey. * Kıl ucu.
SERİ'(A)
Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan.
SERİAN
Çabuk, tez elden, acele.
SERİD
Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.)
SERİH
(C.: Serâyih) Nâlin kayışı.
SERİKA
Çalınmış. Çalınmış şey.
SERİR
Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht.
SERİRARA
(Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah.
SERİRE
(C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak.
SERİREDÂN
f. İçteki sırrı bilen.
SERİRÎ
Yatırarak hastaya bakma, klinik.
SERİR-İ HÜKÜMET
Hükümet tahtı. Makam sandalyesi.
SERİR-İ TEDRİS
Ders verme makamı.
SERİR-NİŞİN
f. Tahtta oturan, padişah.
SERİ-ÜL HAREKE
Hızlı giden.
SERİ-ÜL İNTİKAL
Çabuk anlayan, çok zeki.
SERİ-ÜS SEYR
Çok sür'atle akan veya giden.
SERİ-ÜT TEESSÜR
Çabuk müteessir olan.
SERİ-ÜZ ZEVAL
Devamsız, çabuk giden. * Çabuk ölen. * Dünyanın hali.
SERİYY
Çok, kesir.
SERİYY
(C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak.
SERİYYE
Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
SERKÂR
f. Müdür, iş başı, kâhya.
SERKAT
(Bak: Sirkat)
SERKÂTİB
f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri.
SER-KÂTİB
Başkâtip.
SER-KERDE
f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut.
SERKEŞ
f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi.
SERKEŞÂNE
f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla.
SERKEŞÎ
f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık.
SERKUB
f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey.
SERKUÇE
f. Sokak başı.
SERKUY
f. Yol, sokak veya mahalle başı.
SERLEVHA
f. Yazıda başlık.
SERM
Birinin dişlerini kırma.
SERMA
f. Kış. Soğuk.
SERMA-DİDE
f. Çok üşümüş. Donmuş.
SERMAK
Pazı otu.
SERMAYE
f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür.
SERMAYEDÂR
f. Sermâyesi olan.
SERMED
Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece.
SERMEDEN
Ebedî olarak.
SERMEDÎ
Daimî, ebedî, sürekli.
SERMEDİYET
Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet.
SERMELE
Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek.
SERMENZİL
f. Durak yeri.
SERMEST
f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş.
SERMESTÎ
f. Sarhoşluk.
SERMEST-İ VAHŞET
Vahşilik. İslâmiyet ve insaniyet dışı zevkle kendinden geçme hali.
SERMEŞK
f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı.
SERMETA
Yaş balçık.
SERMUHARRİR
f. Baş muharrir. Baş yazar.
SERNAME
f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz.
SERNİGÛN
f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız.
SERNÜVİŞT
f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat.
SERPAŞ
f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık.
SERPENÇE
f. Güçlü kuvvetli kimse.
SERPUŞ
f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık.
SERPUŞE
f. Başörtüsü.
SERR
Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma.
SERRA
Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk.
SERRİŞTE
f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad.
SERSAM
f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem.
SERSAR
Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı.
SERSERE
Bir kimse konuşurken söz katmak.
SERSERİ
f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz.
SERSERİYÂNE
f. Serserice.
SERŞAR
f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan.
SERŞİKESTE
f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık.
SERT
Aşağı getirmek. * Yutmak.SERT $ : Çiriş mâaunu.
SERTAB
f. İnatçı, muannid.
SERTAC
f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri.
SERTAK
f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire.
SERTAPA
f. Baştan ayağa. Baştan aşağı.
SERTASER
(Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep.
SERTEM
Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse.
SERTİYE
Zayıf vücutlu, ahmak adam.
SERTİZ
f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin.
SERU
f. Boynuz. * şarap kadehi.
SERUPA(Y)
f. Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek.
SERÜVEN
Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera.
SERV
f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet.
SERV
Mal artırmak. * Suyun çok olması.
SERVA
f. Masal. * Söz.
SERVAKT
f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer.
SERVAN
Malı çok olan kimse.
SERV-ENDAM
f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse.
SERVER
f. Reis. Baş. Seyyid.
SERVERAN
(Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler.
SERVERÎ
f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk.
SERVET
f. Mal, mülk, zenginlik.
SERVET-İ AKL
Akıllılık. Akıl zenginliği.
SERVET-İ FÜNUN
Fenlerin (ilimlerin) zenginliği mânasına gelen bu tabirde, 1891-1900 tarihleri arasında çıkmış olan bir mecmua ve bu mecmua etrafında toplanmış olan kimselerin 1895'den 1901'e kadar meydana getirmiş oldukları Edebiyat-ı Cedide denilen edebî çığıra verilen addır.
SERVET-İ İLMİYE
Bilgililik, âlimlik, ilim zenginliği.
SERV-İ HİRÂMÂN
Nazlı sallanan selvi.
SERV-İ NÂZ
Dalları yana sarkan selvi.
SERY
Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak.
SERYE (SERYÂ)
Yaş yer.
SERZAKİR
f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.)
SERZEDE
f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış.
SERZEMİN
f. Başını yere koyarak.
SERZENİŞ
f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama.
SE'SE'
Defetmek, kovmak.
SE'SEE
Suya kandırmak.
SE'SEM
Kara abnus ağacı.
SE'T
Boğmak.
SETA
Hamakat, ahmaklık.
SETA'
Boyunun uzun olması.
SETAİR
(Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler.
SETAT
Sakalın hafif olması.
SE'TE
(C.: Set) Kara balçık.
SETE'
Bezin hatâsı.
SETEH
(C.: Estâh) Oturak yeri.
SETEL
Her nesnenin kötüsü, yaramazı.
SET'ET
Böy denilen zehirli böcek.
SETH
Bir kimsenin arkasına vurmak.
SETİH
Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum.
SETİR
Örtülmüş, kapalı. Mestur.
SETİRE
Parmak otu.
SETL
(C.: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak. * Hamam tası. * Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap.
SETL
Birbiri ardınca bir bir çıkmak.
SETR
(Setir) Örtme, kapama, gizleme.
SETR
Hat. * Saf. * Yazmak.
SETRE
Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise.
SETR-İ AVRET
Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür)
SETR-İ GAYB
Gizlilik perdesi.(Demek, sefihâne lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin! Çünkü hayvana nisbeten gaybî olan şeyleri senin aklın görüyor, elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-i tâmmeden bilkülliye mahrumsun. Hem senin medar-ı fahrin olan uhuvvet ve hürmet ve hamiyet gibi güzel hasletlerin, incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar ve hadsiz zamanda yalnız hazır saate mahsus olduğundan, sun'î ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz'î olup, senin insaniyetin ve kemâlâtın o nisbette küçülür, hiçe iner.Fakat iman ehlinin uhuvveti ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mevcut bulunan mazi ve müstakbeli ihata ettiğinden, insaniyeti ve kemalâtı o nisbette teâli eder. R.N.)
SETR-İ HÜSN
Güzelliği örtüp gizleme.
SETR-İ UYUB
Ayıpları örtmek, kusurları ifşa etmemek.
SETTAR(E)
Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten.
SETTAR-ÜL UYUB
Ayıpları, kusurları örten. Kusurları göstermeyen, günahları bağışlayan Allah (C.C.)
SETTUKA
İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça.
SETV(E)
(C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek.
SE'V
Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza.
SEV'
Akmak.
SEVA
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak.
SEVA
Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi.
SEVAB
Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.
SEVABIK
(Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar.
SEVABİT
(Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler.
SEVAD
Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama.
SEVAD-I A'ZAM
Büyük şehir. * Mekke-i Mükerreme. * İnsanların ekseriyeti.(Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun? diyenlere cevaben: Ben sevad-ı azama tâbi olmak isterim, sevad-ı azam ise; bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.) (Tarihçe-i Hayat)
SEVAD-I MÜSLİMÎN
İslâm cemaatı.
SEVAD-ÜL AYN
Göz bebeği.
SEVAD-ÜL KALB
Kalbin ortasında var olduğu farzedilen kara leke. (Bak: Süveyda-ül kalb)
SEVAFİL
(Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır)
SEVAHİL
(Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları.
SEVAÎ
İpek kumaş.
SEVAİD
(Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar.
SEVAİM
(Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar.
SEVAİYE
Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak.
SEVAKIB
(Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar.
SEVAKIT
(Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler.
SEVAKÎ
(Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler.
SEVAKİN
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar.
SEVALİF
(Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar.
SEVAM
Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar.
SEVANİ
(Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler.
SEVANİH
(Sâniha. C.) İçe doğan fikirler.
SEVATI'
(Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler.
SEVATİR
(Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar.
SEVAZİC
(Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler.
SEVB
(C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine "sevvab" derler.) * Rücu' manasına mastar.
SEVDA
f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, Sıkıntı.
SEVDAFEZA
f. Sevda artıran.
SEVDAGER
(C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun.
SEVDAGERÎ
f. Âşıklık, sevdalılık.
SEVDA-İ MENFAAT
Menfaat hevesi.
SEVDAKÂR
f. Sevdalı. Âşık.
SEVDAPEREST
f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr.
SEVDA-ÜL KALB
Kalbdeki siyah nokta. (Bak: Süveyda)
SEVDAVÎ
Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı.
SEVDAZEDE
f. Âşık, meftun, sevdalı.
SEVDE
Karalık, siyahlık.
SEVDED
Ulu olmak.
SEV'E
Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri.
SEVEBAN
Hastalığın iyileşmesi.
SEVEL
Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur.
SEVERAN
Tozun, dumanın kalkması.
SEVF
Koklamak.
SEVG
Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak.
SEVGEND
f. Yemin, kasem, and.
SEVH
Batmak.
SEVHAK
Uzun.
SEVİK
(C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına "sevvâk" denir.
SEVİLE
İnsan topluluğu.
SEVİM
Sevme. * Câzibe.
SEVİŞ
Misafire yemek ve azık vermek.
SEVİT
Karışmış, muhtelit.
SEVİYY
Bir, beraber. * Düz, doğru.
SEVİYYE
(C.: Sevâyât) Koyun yatağı.
SEVİYYE
Müsavilik, birlik, beraberlik. * Düzlük, doğruluk.
SEVİYYEN
Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak.
SEVİYYET
Eşitlik, müsavilik, denklik.
SEVK
Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek. * Neticeye bağlamak.
SEVK
Misvak yapmak.
SEVK-İ TABİÎ
Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
SEVKİYAT
Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri.
SEVK-ÜL CEYŞ
Askerî birliklerin lüzumlu yere sevkini ve geri çekilme işini idare etme.
SEVL
Bal arısı.
SEVL
Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak.
SEVLA'
Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel)
SEVLA'
(C.: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel)
SEVLEB
(C.: Sevâlib) Tilki.
SEVM
Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * Satışa arzetmek. * Satın almak istemek. * Fâide yetiştirmek. * Davarın yabanda gezip otlaması. * İstemek, talep etmek.
SEVMELE
Leğen.
SEVR
Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah)
SEVRET
Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik.
SEVS
Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi.
SEVSEN
Susam.
SEVVA
Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren.
SEVVAB
Elbise satan, elbiseci.
SEVVAM
(Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar.
SEVVİB
Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak.
SEVZAK (SEVZENİK)
Çakır doğan kuşu.
SEY'
Meme başında olan süt.
SEYAHAT
Yolculuk, gezi.
SEYAHİN
Basra ırmağının adı.
SEYB
(C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal.
SEYDA
Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır.
SEYEHAN
(Vapur v.s.) batma.
SEYEHAN
Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi.
SEYELAN
Akma. Cereyan. * Sel felâketi.
SEYELAN-I DEM
Kan akma.
SEYERAN
(Bak: Seyran)
SEYF
Kılıç.
SEYF İBN-İ ZÎYEZEN
Yemen padişahlarındandır. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setinden evvel onun evsafını evvelki mukaddes kitaplarda görmüş ve iman etmiş ve müştak olmuştu.(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Ceddi Abdülmuttalib; Yemen'e kafile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki: "Hicaz'da bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hatem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak."Sonra gizli, Abdülmuttalib'i çağırmış: "O çocuğun ceddi de sensin" diye kerametkârane, bi'setten evvel haber vermiş... M.)
SEYFEDDİN
(Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri.
SEYFÎ
(Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde.
SEYF-İ BETTÂR
Çok keskin kılıç.
SEYF-İ HADİD
Keskin kılıç.
SEYF-İ MESLUL
Kınından çıkmış kılıç.
SEYF-İ SÂRİM
Keskin kılıç.
SEYFULLAH
Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan.
SEYH
Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması.
SEYH
Yere batmak. * Sefer. * Akarsu. * Dikilmiş aba. * Atâ etmek, hediye vermek. * Çizgili elbise.
SEYHEC
(Seyhuc) : Katı, şiddetli şedid.
SEYHEK
Katı yel. Şiddetli rüzgâr.
SEYİS
Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak.
SEYKANE
İnce bellilik.
SEYL
Sel. şiddetle gelen şey.
SEYLAB
(Seylâbe) f. Taşkın su, sel.
SEYLABE-İ HUN
Kan seli.
SEYLHİZ
f. Taşkın ve coşkun su.
SEYL-İ HURUŞÂN-I ZAMAN
Zamanın gürültü ve coşkunluklarının seli.
SEYL-İ ŞUUNÂT
İcraat-ı Rabbaniyenin dâima görünmesi ve hakiki müessir olan Allah'ın (C.C.) iradesiyle devamlı olan, cereyan eden her çeşit hâdiseler. Hâdiseler akıntısı, seli.
SEYNA'
Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer.
SEYR
Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk.
SEYR Ü SEFER
Gidiş geliş. Trafik.
SEYR Ü SEYELÂN
Devamlı akıp gitme ve değişme.
SEYR Ü SÜLUK
Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme.
SEYRAN
(Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc.
SEYRANGÂH
f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri.
SEYR-İ ÂFÂKÎ
Terbiye ve mâneviyatta tekâmül yollarında, hariç âlemden, âfaktan başlamak suretiyle bulunan delillerle tekâmül edip nefsini ıslâh ve imâni ve Kur'âni hakikatlarda terakki etmek usulü.(Tarikatta "seyr-i enfüsi" ve "seyr-i âfâki" tâbirleri altında iki meşreb var.Enfüsi meşrebi; nefisden başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nurâni görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsi dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir.İkinci meşreb; âfaktan başlar, o dâire-i kübranın mezâhirinde cilve-i Esmâ ve Sıfâtı seyredip, sonra dâire-i enfüsiyyeye girer. Küçük bir mikyasta, dâire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.İşte birinci meşrebde süluk eden insanlar nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terkedip enaniyeti kırmazsa, şükür makamından, fahr makamına düşer; fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabtan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, "şatahat" nâmiyle haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. M.)
SEYR-İ ENFÜSÎ
Hafî tariklerin çoğunda takib edilen ve nefsinin iç âlemindeki delillerle, vasıtalarla tekâmüle gidenlerin usûlü. (Bak: Seyr-i âfâkî)
SEYR-İ FİLMENÂM
Uykudaki veya rüyadaki seyr. (Bak: Seyr)
SEYR-İ ŞUUNÂT
Kâinattaki hâdiseleri seyredip, görüp hakikatını anlamağa çalışmak. * Hâdiselerin bir halde kalmayıp akışı, değişmesi.
SEYRURET
Yürümek, gezmek.
SEYTEL
Vahşi sığır.
SEYTERE
Havâle olunmak.
SEYYAD
Avcı. (Bak: Sayyad)
SEYYAF
(Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât.
SEYYAH
(Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu.
SEYYAHÎN
(Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler.
SEYYAL(E)
Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey.
SEYYALÂT
(Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler.
SEYYALE-İ BERKİYYE
Şimşek akımı. Elektrik akımı. * Şimşek gibi akıcı ve parlak.
SEYYAR(E)
Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil.
SEYYARAT
(Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler.
SEYYİ'
Kötü, fena.
SEYYİAT
(Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar.(Kur'an-ı Kerim tahliye-i seyyiatı üç mertebesi ile zikretmiştir. Birincisi şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü mâsivâullahı terk.) (İ.İ.)
SEYYİB(E)
Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın.
SEYYİBÂT
(Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar.
SEYYİD
Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir. (Bak: Sâdât)
SEYYİD ŞERİF-İ CÜRCANÎ
(Bak: Cürcanî)
SEYYİDE
Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım.
SEYYİD-ÜL BEŞER
İnsanların seyyidi, efendisi olan Hz. Muhammed (A.S.M.)
SEYYİD-ÜL ENAM
Bütün mahlukatın efendisi. Muhammed (A.S.M.)
SEYYİD-ÜL KEVNEYN
İki âlemin efendisi, seyyidi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir nâmı.
SEYYİD-ÜL MÜRSELÎN
Resüllerin Seyyidi. (Bak: Fahr-i âlem, Muhammed (A.S.M.), Münacat, Resül)
SEYYİE
Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık.
SEZA
f. Lâyık, münasip.
SEZAB
Sedef otu.
SEZASE
Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak.
SEZAVAR
f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân.
SEZA-YI TAKRİZ
Övmeye, medhetmeğe lâyık.
SEZA-YI TEZLİL
Tahkir edilip alçak görülmeğe lâyık olan.
SEZZE
Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü.
SIAB
(Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler.
SIBA'
Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli.
SIBAG
(C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış.
SIBAH
Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule.
SIBGA
Boya, renk, levn. * Din, mezheb.
SIBGATULLAH
Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini.
SIBHAL
Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye.
SIBHALE
Azası iri ve uzun olan.
SIBR
(C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi.
SIBT
(C.: Esbât) Torun.
SIBTEYN
İki torun.
SIBTIR
(C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş.
SIBYAN
(Sabi. C.) Çocuklar, sabiler.
SIDAK
Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi.
SIDAR
Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet.
SIDDÎK
Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
SIDDÎKA
Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir.
SIDDÎKÎN
Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları.
SIDDÎKİYET
Sadâkat ve doğrulukta en ileri oluş. Çok sâdık olma hâli. Velilik mertebesinin nihâyeti. Peygamberlik mertebesinin bidâyeti olan makam. * Aşere-i Mübeşşere'nin birincisi ve ilk halife olan Hz. Ebubekir'in (R.A.) nâmı ve sıfatıdır. * Çok doğru olup, hiç yalan söylememek.
SIDK
Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği.(İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır. İ.İ.)
SIDK U SELÂMET
Doğruluk ve selâmetlik için oluş.
SIDK-I CENAN
Kalblerin sâdık oluşu, sadakatlı.
SIDK-I DERUN
Kalb temizliği.
SIFAT
Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime.
SIFÂT
(Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar.
SIFAT TERKİBİ
Sıfat tamlaması. Meselâ: "Kâmil insan" kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre "kâmil insan" terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci kelime ise mevsuf (belirtilen) dir. Farsça kâideye göre "insan-ı kâmil" diye söylenir.
SIFÂT-I ADEDİYE
Sayı sıfatları.
SIFAT-I AYNİYE
Sadece zâta mahsus olan sıfat. Zatî sıfat. Lafza-i Celalin sadece Cenab-ı Vâcib-ül Vücud olan Rabbimize mahsus olması gibi. (Bak: Sıfât-ı selbiye ve Sıfât-ı sübutiye)
SIFÂT-I CEMALİYE
Lütuf ve merhamet ile daha ziyade alâkalı olan vasıflar. (Bak: Celâl)
SIFÂT-I FİİLİYE
Cenab-ı Hakk'a (C.C.) mahsus fiilî sıfatlar. (İhyâ, icad, in'âm, tasvir, tezyin, terzik... gibi)
SIFÂT-I HÂSSA
Hususi sıfatlar, şahsa ait sıfatlar.
SIFÂT-I İLÂHİYE
Allah'a aid sıfatlar. Kendisini ve mânasının zıddını Cenab-ı Hakk'a nisbet caiz olan vasıflar. (Rıza, Rahmet, Gazab... gibi)
SIFÂT-I İŞARİYE
İşaret sıfatları.
SIFÂT-I SELBİYE
Cenab-ı Hakk'ın vahdaniyet, kıdem, beka, kıyam-ı binefsihi, muhalefetün-lilhavâdis gibi sıfatlarıdır. Mânalarında nefiy olduğu için "Selbî" denir. Meselâ: Vahdaniyet, çokluğun; kıdem, fâniliğin nefyi olduğu gibi. (Bak: Sıfât-ı zâtiye)
SIFAT-I SEMÂİYE
Gr: Kelimeye ait, kaideye, gramere uygun olmaksızın işitilmekle öğrenilen sıfat.
SIFÂT-I SÜBUTİYE
Cenab-ı Hakk'ın sıfatları: Hayat, İlim, Sem', Basar, İrade, Kudret, Kelâm, Tekvin sıfatları. Bunlara "Sıfât-ı semaniye" de denir.
SIFÂT-I ZÂTİYE
(Sıfât-ı lâzime - Sıfât-ı vâcibe) Allah'ın zatından ayrılması mümkün olmayan ve zatına lâzım ve vâcib olan sıfatlar. * Tecvidde: Harflerin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlarıdır. (Bak: Sıfât-ı ayniye)
SIFFÎN
Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Muaviye (R.A.) arasında vuku bulan muharebelere meydan olmakla şöhret bulmuştur. Sıffîn muharebesinde Hazret-i Ali'nin maiyyetinde 120.000 Hazret-i Muaviye'nin maiyyetinde 90.000 kişi vardı. Hazret-i Ömer'in (R.A.) oğlu Hz. Abdullah da şehid olanların arasında idi. Sıffîn vak'ası 110 gün sürmüş ve doksan muharebe olmuştur.(Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlariyle muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yâni: Hazret-i İmam-ı Ali ahkâm-ı dini ve hakaik-ı İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hatâya düştüler. M.)
SIFIR
Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi.
SIFIR-ÜL YED
(Sıfr-ül yed) Mahrum, eli boş.
SIFRİD
(C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş.
SIFSIL
Bir ot cinsi.
SIFTİT (SIFTÂT)
Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse.
SIGAR
Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş.
SIGAR
Küçükler.
SIGAR-I NEFS
Zelil ve hakir olma hali. Küçüklük, kıymetsizlik.
SIGREB
Küçük dişler.
SIHAF
(Sahfe. C.) Geniş düz kaplar.
SIHHAT
Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. (Sözün sağlamlığı diye tercüme edilebilen sıhhat-ı ifade: Bir ibarede zâf-ı te'lif, ta'kid, garabet, tetabu-u izafet, tekrar, tenafür, şivesizlik v.s. gibi kusurlar bulunmamakla tahakkuk eder...)
SIHHÎ
Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik.
SIHHİYE
Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri.
SIHLE
(C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne.
SIHNA'
(Sıhnat) Balık yahnisi.
SIHR
Damat yahut enişte. * Huk: Karı-kocadan biri ile diğerinin kan hısımları arasındaki akrabalık.
SIHRE
Kaynana, kayınvâlide.
SIHRÎ
Evlenmelerden meydana gelen akrabalık.
SIHRİYET
Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.
SIHRİZ
Kızıl hurma.
SIHTİT
Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un.
SIHVE
(C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc.
SIKA'
Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü.
SIK'AL
Suda ıslanmış kuru hurma.
SIKKE
Bağlamak, sağlamlaştırmak, muhkem etmek. * Ulaştırmak.
SIKKİF
Çok keskin sirke.
SIKLET
Ağırlık. Mânevi sıkıntı.
SIKT
Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş.
SIKY
Yer sulamak. Sulu ekin.
SILA
Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin evvelce mâlum olması iktiza eder. İçinde bulunduğu cümleyi sonradan gelen cümleye bağlamaya yarayan (edip, ederek, ederken) gibi fiil şekli rabt sigası.
SILA'
Kebap. * Isınmak için yakılan ateş.
SILAH
Musâlaha mânâsına mastar.
SILA-İ RAHİM
Hısım akrabayı ve mü'minleri ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alâkayı devam ettirme. * Akrabanın kusurlarını affetme.
SILAL
Yaş ot.
SILAME
(C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka.
SILAT
(Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler.
SILE
Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para.
SILL
(C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan.
SILLE
(C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ.
SILYANE
(C.: Salayan) Bakla.
SIMAD
Şişe tıpası.
SIMAG
Ağızın bir tarafı.
SIMAH
Kulak deliği, kulak.
SIMAH-I CÂN
Can kulağı.
SIMAM
Tıpa. Şişe tıpası.
SIMAME
Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı.
SIME
(C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan.
SIMLAH
Kulak kiri.
SIMM
Belâ, âfet. * Arslan.
SIMME
Hâlis ve temiz.
SIMSAM(E)
Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması.
SIMSIM
(C.: Semâsım) Şişman ve etli adam.
SIMT
(C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey.
SINAAT
(C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık.
SINAB
Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya.
SINAÎ
(Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı.
SINAİYYAT
(Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler.
SINAR
Çınar.
SINARE
Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak.
SINDİD
(C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen.
SINF
Söğüt yaprağı.
SINIF
Kısım, bölüm, tabaka.
SINIFÎ
Sınıfla alâkalı, kısıma ait.
SINN
Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği.
SINV
Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul.
SINVU EBÎ
Babamın kardeşi.
SIR
(Bak: Sırr)
SIRAF (SARUF)
Hayvanın kızmakla erkeğini araması.
SIRAM
Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş.
SIRAR
Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip.
SIRAT
Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol.
SIRAT KÖPRÜSÜ
Cennet'e gidebilmek için herkesin üzerinden geçmeğe mecbur olduğu ve Cehennem üzerine kurulmuş olan köprü.(İ'lem Eyyühel Aziz! İnkılâblar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mâhiyyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismani ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâb bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâblar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir. M.N.)
SIRAT-I MÜSTAKİM
En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.(Sırat-ı müstakim, şecâat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adâlete işârettir. Şöyle ki: Tegayyür, inkılâb ve felâketlere ma'ruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdâs edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri cezb ve celb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def' için kuvve-i sebuiyye-i gadabiyye. Üçüncüsü: Nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.Lâkin insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat nâmiyle üç mertebeye ayrılırlar. Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi, humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi, fücurdur ki; nâmusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.İhtar: Kuvve-i şeheviyenin; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi, gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise; hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, ictinab eder...Hülâsa : Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir. İ.İ.)
SIRAVARİ
f. Sıralı halde, sıra gibi.
SIRDAŞ
(Bak: Sırrdaş)
SIRF(E)
Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.
SIRHAK
Çağırmak.
SIRKATİBİ
Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib.
SIRM
(C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler.
SIRME
(C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü.
SIRP
Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi.
SIRR
Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey. * Müşâhedetullah'ın mahalli bulunan kalbdeki lâtife. * İnsanın aklının ermediği şey. Allah'ın hikmeti.(Sırrını kimseye fâş etme sırrın fâş olur.Sen kendi sırrını saklayamazsanEl sana nasıl sırdâş olur.)
SIRR
Şiddetli ateş veya soğuk.
SIRRAN
Gizli olarak, gizlice.
SIRRDAŞ
Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan.
SIRRE
Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık.
SIRR-I EHADİYET
Ehadiyetin sırrı, mânası, kuvvet ve te'siri.
SIRR-I TEKLİF
İnsanların dünyaya gelip, Allah (C.C.) tarafından vazifelendirilmelerinin hikmeti. Dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı. (Bak: Teklif)
SIRRÎ
(Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili.
SIRSIR
Çekirgeye benzer bir hayvan.
SI'SIA
Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak.
SITAT
Husumet, düşmanlık.
SI'V
Saat.
SI'VA'
Saat.
SIVAD-I A'ZAM
(Bak: Sevad-ı a'zam)
SIVAR
(C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı.
SI'VENN
Deve kuşunun erkeği.
SIYAGAT
Kuyumculuk.
SIYAH
(Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar.
SIYAH-I MÂTEM
Mâtem feryadları.
SIYAL
(Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma.
SIYAM
(Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan)
SIYAN
Elbise saklama yeri, sandık.
SIYANET
Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza.
SIYAR
(C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü.
SIYAS(İ)
(Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler.
SIYDANE
(C.: Saydân) Taş çömlek.
SIYK
(Sevk. den) Sevk olunan (meâlinde).
SIYK
Kesif toz ve fena ter kokusu.
SIYSA
(C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk.

f. Otuz.
SİA
Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik.
SİA-İ HÂL
Rahatlık, genişlik, bolluk.
SİAYET
Dedikodu, gıybet, koğuculuk.
SİB
Suyun aktığı yer.
SİB
f. Elma.
SİB'
Susuzluk.
SİBA'
Cima. * Kesret-i cima ile iftihar edişmek. * (Sebu. C.) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar.
SİBA'
Esir etmek.
SİBAB
Sövme, küfretme, şetm.
SİBAH
Tuzlu ve çorak yerler.
SİBAHAT
Suda yüzmek.
SİBAK
(Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı.
SİBAK U SİYAK
Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu.
SİBAK-UL KELÂM
Sözün ilk halindeki bağlantısı, sözün evvelinde geçenden çıkan mânâ.
SİBAR
Cerrahların yara yokladıkları mil.
SİBB
Tülbent. Baş örtüsü.
SİBD
(C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye.
SİBKAN
Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır.
SİBT
Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi.
SİBT
(C.: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı. * Torun.
SİCAL
Münavebe. Arab ata sözlerinde: "Harp sicaldir" denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları.
SİCCİL
Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla.
SİCCİN
Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.
SİCİL
Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya.
SİCİSTAN
Bir cins darı.
SİCL
Turp.
SİCLAT
Bir güzel kokulu çiçek.
SİCM (SİCÂM)
Seyelân etmek, akmak.
SİCN
(C.: Sücun) Hapis, zindan.
SİD(E)
(C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan.
SİDA'
Sahrâ, çöl. * Yazı.
SİDAD
Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey.
SİDDER
Bir oyun adı.
SİDN
Etli ve gövdeli şişman kimse.
SİDR
Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları.
SİDRE
Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.
SİDRE AĞACI
Arabistan kirazı denen bir ağaç.
SİDRET-ÜL MÜNTEHA
Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
SİF
(C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi.
SİF'
Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması.
SİFAD
Hayvanların çiftleşmesi.
SİFAH
Zina.
SİFAL
Değirmen altına döşenen deri. * Değirmen süpürgesi.
SİFAL
(Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu.
SİFANET
Marangozluk.
SİFAR
Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik.
SİFARE
Habercilik.
SİFF
Kuru deri.
SİFLE
Adi, alçak, zelil, terbiyesiz.
SİFLEKÂM
f. Adi kişilerin işine yarayan.
SİFLEPERVER
f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan.
SİFR
Yazılmış nesne, mektup.
SİFSİR
(C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan.
SİGA
Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip.
SİGA-İ MÜBÂLAĞA
Bir şeyin pek çok, pek büyük, pek ileri olduğunu gösteren kelime hâli. Fiilin mübâlağalı çekimi. Hallâk, Rezzak, Kahhar, Rauf gibi. (Bak: Mübâlağa)
SİGAL
f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe.
SİGALİŞ
f. Düşünüş, kuruş.
SİGAR
(Bak: Sıgar)
SİGAR Ü KİBAR
Küçükler ve büyükler.
SİH
f. Demir şiş. * Kebap şişi.
SİHAB
Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık.
SİHAE
(C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı.
SİHAM
(Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler.
SİHAM-I KAZA
Kaza okları. * Şâir Nefi'nin eserinin ismidir.
SİHAN
Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde.
SİHİR-ÂMİZ
f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici.
SİHİRBÂZ
Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase.
SİHLE
İri taneli kum.
SİHR
(Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve güzel söz söyleme gibi, insanı meftun eden hüner. (Buna sihr-i helâl da denir)Sebebi gizli olan ince şey. Örf-i şer'îde sihir: Sebebi gizli olmakla hakikatın hilâfına tahayyül olunan, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey. Bunda esrarengiz bir surette bâtılı hak, hakkı bâtıl göstermek vardır. Mukayyed olarak memduhu olan ve hakkı izhar için kullanılan lâtif hususâttaki istimali vardır. Buna sihr-i helâl denir. Sebebi herkes için bilinmediğinden hârika telâkki olunur. (E.T.)
SİHR-İ BEYANÎ
Beyanın büyü gibi olan tesiri. (Hadis-i Şerife telmih var.)
SİKA
(C.: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh. * Ses.
SİKA
(C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse.
SİKA'
Sakaların içine su doldurdukları köseleden yapılmış kap, kırba.
SİKA'
Devenin burnuna bağladıkları nesne. * Kadınların örtündükleri peçe.
SİKA'
(C.: Eskiye-Eskıyât-Esâk-Esâki) Su kurbağası.
SİKAB
Su çeken. Su çekici.
SİKAF
Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç.
SİKAL
Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal)
SİKALİŞ
(Bak: Sigâliş)
SİKAT
(Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler.
SİKAYE
Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer.
SİKAYET
Birine içecek su verme.
SİKBAC
Ekşi aş.
SİKEC
Başı kızıl olan zehirli bir yılan.
SİKEK
(Sikke. C.) Sikkeler.
SİKKE
Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * Basılmış madeni para.
SİKKEHANE
f. Para basılan yer.
SİKKE-İ EHADİYET
Her şeyin bir elden çıktığını gösteren damga, işaret. (Bak: Ehadiyyet)
SİKKEZEN
f. Madeni para basan.
SİKKÎN
Bıçak.
SİKKÎR
Devamlı sarhoş kimse.
SİKR
Rüzgârın eserken dinmesi.
SİKSAK
Hamâkat, ahmaklık.
SİL'
(c.: Eslâ) Dağ yarığı.
Sİ'LA'
(C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri.
SİL'A
Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük.
SİLA'
Arınmış, temizlenmiş nesne.
SİLAB
(C.: Sülüb) Kara mâtem donu.
SİLAHDAR
Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. "Silahdar-ı şehriyarî" de denilirse de mâruf olan "Silahdar Ağa"dır.
SİLAHENDAZ
Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri.
SİLAHHANE
f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer.
SİLAHŞÖR
Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette istihdam olunanlara verilen addı. Yeniçeri Ocağı zâbitlerinin bir takımı hakkında da kullanılır bir tabirdi. Padişahın maiyyetinde muhafız olarak kullanılanlara da bu ad verilirdi.
SİLAK
Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip.
SİLAL
(Selle. C.) Sepetler, seleler.
SİLAM
Hamd, şükür. * Taş. * Su.
SİLAN
Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu.
SİLB (SELEBE)
(C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve.
SİLFED
Ahmak kimse. * Kurt.
SİLHEM
Bir kimsenin cisminde değişiklik olması.
SİLİ
f. Tokat. Şamar.
SİLİF
Bacanak.
SİLİZEN
f. Tokat vuran, şamar atan, döven.
SİLK
Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt.
SİLK(A)
Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın.
SİLKA'
Arkası üstüne yatmak.
SİLL
Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem.
SİLLE
f. Tokat. Şamar.
SİLM
Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak.
SİLSİL
Kapı halkası.
SİLSİLE
Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.
SİLSİLE-İ CİBAL
Dağ silsilesi. Sıra dağlar.
SİLSİLE-NAME
f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel.
SİLV
Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak.
SİM
f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan.
SİM Ü ZER
Gümüş ve altın.
SİMA
Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet.
SİMA'
Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin "ney" veya "def" ile berâber ilâhi okuyarak raksları ve nağme terennüm etmeleri, dönmeleri. (Bak: Semâ')
SİMAD
Az su.
SİMAH
(Bak: Sımah)
SİMAK
(Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet.
SİMAL
Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi.
SİMAM
(Semm. C.) Zehirler.
SİMAN
(Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar.
SİMAR
(Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar.
SİMAT
Damga, iz. Nişan, alâmet.
SİMAT
(C.: Sümut) Sofra. Yemek masası. * Yemek. * Ziyâfet.
SİMATOĞRAF
(Bak: Sinematoğraf)
SİMAVÎ
Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı.
SİME
(C.: Simât) Damga, alâmet, nişan.
SİMEN
Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen)
SİMENDUD
(Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı.
SİMER (SEMER)
(C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan.
SİMİN
f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer.
SİMİN-TEN
f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu.
SİMK
Yüce olmak, yükselmek.
SİMM (SEMM-SÜMM)
(C.: Simâm-Sümum) Küçük dar delik. * İğne deliği. * Ağu, zehir. *Kast. * Düzeltme, ıslah. * Set.
SİMMÎ
(C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri.
SİMN
(Simâne) : Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık.
SİMSAR
(C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı.
SİMSİM
Susam.
SİMT
(C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik.
SİM-TEN
f. Gümüş tenli.
SİMURGA
Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka)
SİMYA
Nişan, işâret, alâmet.
SİMYA
(Fr: Alşimi) Kim: Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. Bu çalışma bir takım maddelerin bulunmasına sebep olduğu için kimya ilminin ilerlemesine hizmeti dokunmuştur.
SİMYAN
(Simân) (Süryanice) Hak.
SÎN
Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü.
SİNA
Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi. (Bak: İbn-i Sinâ)
SİNA
İki kere iâde olunan nesne.
SİNA'
Deve ayağına bağladıkları ip.
SİNAD
Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer.
SİNAN
(C.: Esinne) Mızrak, süngü.
SİNAN-İ ÜMMİ
(Vefatı: Hi: 1075) Halveti Tarikatı Yiğitbaşı kolu ileri gelenlerinden olup Kutb-ül Meâni adında Türkçe mensur bir eseri ile matbu ve müretteb bir divanı vardır. Muhammed Sinan-ı Ümmi, Konya vilâyeti dahilinde Elmalı'dan olup orada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh) (Osmanlı Müellifleri sh: 187)
SİNAYE
Yünden ve kıldan yapılan ip.
SİNDAN
Örs.
SİNDİBAN
Pelit ağacı.
SİNE
f. Göğüs. Sadır. Kalb.
SİNE
An. Bir lahzacık. * İki ağızlı balta.
SİNE
Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.)
SİNE-BEND
f. Göğüs bağı, sütyen.
SİNE-ÇÂK
Göğsü, yüreği yaralı.
SİNE-GÂH
f. Göğüs.
SİNEMATOĞRAF
Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir.
SİNEPÜRYAN
(Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş.
SİNESAF
f. Sarılıp kucaklaşmış.
SİNESUZ
f. Yürek yakan.
SİNET
Uyuklamak.
SİNH
(C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası.
SİNH
(C.: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü.
SİNİ
f. Büyük tepsi, sini.
SİNİMMAR
Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)
SİNİN
(Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı.
SİNİN-İ SÂLİFE
Geçen yıllar.
SİNN
(C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın ismi. * Yaban öküzü.
SİNN
Ot kurutmak.
SİNNE
(C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri.
SİNNEN
Yaşça, yaş bakımından.
SİNNEVR
(C.: Senânir) Kedi.
SİNN-İ İYAS
(Sinn-i ye's) Kadınların "âdet görmekten" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir.
SİNN-İ TEKLİF
Erginlik, büluğ çağı. Bir kimsenin aklı başına geldiği; haramı helâli ayırt edebildiği, kadınlık veya erkeklik hâlini bildiği, ergin hâle geldiği yaşı. (Ortalama 12-15 kabul edilir.)
SİNN-İ TEMYİZ
Hak ile bâtılı farketme yaşı.
SİNSİN
(C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.
SİNTAH
Büyük karınlı kuvvetli deve.
SİNTEL
Kısa boylu.
SİNY
(C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat.
SİNYAL
Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret.
SİPAH
(C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu.
SİPAHDAR
f. En büyük asker, serasker.
SİPAHİ
Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ederler ve düşman karşısında piyadelerin muhafazasını te'min ettikleri gibi, icabında hücum işlerini de yaparlardı.
SİPAHSALAR
f. Askerlerin en büyüğü. Serasker.
SİPAR
f. Veren, fedâ eden.
SİPARE
(Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz.
SİPARİŞ
f. Ismarlamak, ısmarlayış.
SİPAS
f. Şükretme, dua etme.
SİPAS-DÂR
f. Hamdeden, şükreden.
SİPEH
f. Asker, leşker. * Ordu.
SİPEH-BÜD
f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan.
SİPEH-KEŞ
f. Başkumandan, başbuğ.
SİPENC
f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir.
SİPER
f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan topraklar yığılmak suretiyle vücuda getirilen korunma yerleri. * Kalelerin üstünde ok ve kurşun atmağa mahsus mazgallar yanında duracak askerlerin korunmaları için insan boyunda olan ve uzaktan diş diş görünen arkalıklı duvar parçalarına verilen addır.
SİPER-İ SÂİKA
Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kısmı yapar. Minarelerle büyük binaların en yüksek noktalarına konularak sarkıtılan bakır tel, toprağa gömülüdür.
SİR
Yarık. Delik. * Balık yahnisi.
SİR
f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak.
SİRA'
Hızla gitmek, acele etmek.
SİR-AB
f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze.
SİRAC
Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. * Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.(Hem o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini te'min edecek desatiri câmi'dir. M.)
SİRAC-I RÂH-I HİDÂYET
Hidayet yolunun ışığı.
SİRAC-ÜN NUR
Nurun lâmbası. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın adı.
SİRAC-ÜS SÜRC
Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser.
SİRAD
Gön, sahtiyan.
SİRAN
(Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar.
SİRAR
(C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu.
SİRAYET
Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
SİRB
(C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü.
SİRBAL
(C.: Serâbil) Gömlek, kamis.
SİRCİN
Kurumuş davar tersi.
SİRDAB
(C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.
SİRE
(C.: Sıyer) Koyun ağılı.
SİRET
Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.
SİR'ET
Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar.
SİRET-İ HASENE
Güzel ve iyi ahlâk.
SİRET-ÜN NEBİ
Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir. (Bak: İlm-i hadis, Siyer-i Nebi)
SİRHAN
(C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.
SİRİŞK
f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi.
SİRİŞT
f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat.
SİRİŞTE
f. Yoğrulmuş, karıştırılmış.
SİRKAT
(Serkat) Çalma. Hırsızlık.
SİRKE-FURUŞ
f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi.
SİRKİN
Kuru davar tersi.
SİRR
(C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli.
SİRVAL
(c.: Serâvil) şalvar.
SİRVE
(C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası.
SİSA
(C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu.
SİSA'
(C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı.
SİSMOĞRAF
Fr: Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet.
SİSTEM
Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * Proğramlı çalışmak. * Manzume.
SÎT
Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam.
SİTA'
Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği.
SİTAD
f. Alma, alış.
SİTAM
Kılıcın ağızı.
SİTAN
f. Alan, alıcı. Can-sitan $ : Can alan.
SİTAN
(-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan $ : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük.
SİTARE
f. Yıldız, kevkeb.
SİTARE
(Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey.
SİTARE-GÂN
Yıldızlar.
SİTARE-İ RAHŞÂN
Parlak yıldız.
SİTAYİŞ
f. Övme, medhetme. Medih.
SİTAYİŞ-KÂR
f. Medheden, öven.
SİTAYİŞ-KÂRÂNE
Överek, medhetmek suretiyle.
SİTEBR
f. Kalın, kaba, yoğun.
SİTEM
f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa.
SİTEM-ÂMİZ
f. Hâin. İnsafsız, haksız.
SİTEM-DİDE
(C.: Sitemdidegân) Zulme uğramış, haksızlık görmüş.
SİTEM-KÂR
(C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim.
SİTEM-KEŞ
f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum.
SİTEM-RESİDE
f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş.
SİTİZ
(Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme.
SİTİZE-CU
f. Kavgacı.
SİTİZE-KÂR
f. Kavgacı.
SİTR
(C.: Estâr) Örtü. * Perde.
SİTT
Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)
SİTTE
Altı. (6) Altılık.
SİTTE-İ SEVR
Güneş'in Sevr burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalariyle meşhur olan altı gün.
SİTTÎN
(Sittûn) Altmış. 60
SÎV
f. Elma.
SİVA
Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva)
SİVAD
Gizli söz, sır.
SİVAK
(C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak.
SİVAR
(C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.
SİVAR-I ZERRİN
Altun bilezik.
SİVCAR
Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak.
SİVİL
Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni.
SİYA'
Samanlı balçık.
SİYAB
(Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler.
SİYABE
Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması.
SİYAC
Dikenli duvar.
SİYADET
Seyyidlik. (Bak: Seyyid)
SİYAFET
Kılıççılık sanatı.
SİYAH
f. Kara, esved. * Zenci.
SİYAHA
Suyun akması. * Oruç tutmak.
SİYAHAT
(Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)
SİYAHBAHT
f. Tâlihsiz, kara bahtlı.
SİYAHÇERDE
f. Esmer, karayağız olan.
SİYAHFAM
f. Siyah renkli.
SİYAHÎ
f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık.
SİYAHKÂR
(C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu.
SİYAHKEDE
f. Kapkara yer.
SİYAHLİKA
f. Kara yüzlü.
SİYAHPUŞ
f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı.
SİYAHRUZ
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
SİYAK
Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması.
SİYAK VE SİBAKA MÜLÂYEMET
Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması.
SİYAKAT
Binek hayvanını arkasından sürme.
SİYAK-I KELÂM
Sözün gelişi, sevkediliş.
SİYAM
Oruç. (Bak: Sıyam)
SİYANET
Koruma, muhafaza, hıfz.
SİYASET
Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * Seyislik, at idare işleriyle uğraşma. (Bak: Hilafet)
SİYASETEN
Siyaset bakımından, siyasî bakımdan.
SİYASÎ
Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik.
SİYASİYYUN
Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.
SİYAT
(Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar.
SİYE
Koyun yatağı.
SİYER
(Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar.
SİYERA'
İbrişimle karışık alaca bez.
SİYER-İ ENBİYA
Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hayatlarından ve onların ahlâkından bahseden kitap.
SİYER-İ NEBİ
Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsâfı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarih'te beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvâfık düşmüyor. Çünki: $ sırrınca: Hergün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarih'e geçen beşeri ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrâil ve Mikâil, iki muhafız yâver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz.İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i Risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. M.)
SİYER-İ SENİYYE
Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab.
SİYONİST
(Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik. * Yahudi dinine giren.
SİYY
Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil.
SİYYAN
(Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.
SİYYANEN
Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.
SİYYE
Yay başı.
SKOLASTİK
Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.
SLOGAN
ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü.
SOFESTAÎ
(Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar. (Bak: Sofizm)(..O Vahid-i Ehad'i kabul etmeyen ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâi gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek. M.)
SOFİ
Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun)
SOFİZM
Fr. Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan)
SOHBET
Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. Malumdur ki; in'ikâs ve tebaiyyetle o nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azim mertebeye çıkabilir.Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyuti gibi, uyanık iken, çok def'a sohbet-i nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki: Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise vefat-ı Nebeviden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; Nübüvvet itibariyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurâni olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu. S.)
SOHBET-İ İHVAN
Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan.
SOKRAT
Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunun zehirini içirmek suretiyle idam edilmiş. Sonra Eflâtun, Sokrat'ın fikirlerini müdafaa etmiştir.
SOLCU
(Bak: Ashab-ı Şimal)
SORGUÇ
Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs.
SOSYAL
Fr. İçtimaî. Cemiyete ait.
SOSYALİST
Fr. Sosyalizm taraftarı olan.
SOSYALİZM
Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını mübah edip isyâna sevkeden ve ehl-i nâmusun ahlâkını yıkarak fuhşiyatı teşvik eden bir bâtıl anlayış. (Sosyalizm nazariyesinin nâşirleri komünistlerdir.) (Bak: İktisad, Kapitalizm, Komünizm)(Tabaka-i avâmın intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Mâdem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-i beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatındaki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet, ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, "müsâvât-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsâvât-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakim, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.İşte o sırr-ı azimdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir.İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile hakiki imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. L.)
SOSYOLOĞ
Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı.
SÖMESTR
Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri.
SPİKER
ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.
SPİRİTUALİZM
Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık.
STAJ
Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma.
STAJYER
Fr. Staj yapan kimse.
STRATEJİ
yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş.
STRATOSFER
Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası.
SU'
Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena.
SU(Y)
f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan.
SUADA'
Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası.
SUADÎ
Topalak otu.
SUAL
Öksürük.
SUAL
İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.
SUALÂT
(Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler.
SUB'
Yedide bir.
SUB'
(Bak: Sübu')
SUBA (SABÂ)
(C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.
SUBABE
Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık.
SU'BAN
(C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)
SUBARE
Taş.
SUBAŞI
Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.
SUBAT
(Bak: Sübât)
SUBBAH
(Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda).
SUBBÛHUN KUDDÛSÜN
Allah (C.C.) subbûhtur, kuddûstür. Zâtına ve sıfatına fena, noksan ve kusur yanaşamaz. Her zaman ve her dilde, her mahluk onu tesbih ve takdis eder. gibi mânâları ifade eder.
SUBE
At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su.
SU'BE
Yeşil başlı kertenkele.
SUBESU
f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda.
SUBH
Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.
SUBHA
Sabah uykusu.
SUBHA
Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha)
SUBHDEM
f. Sabah vakti.
SUBHGÂH
f. Sabah vakti. Tan yeri.
SUBH-U KIYAMET
Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı.
SUBJEKTİF
(Bak: Sübjektif)
SUBR
Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer.
SUBRE
Birikinti, yığın.
SUBU'
Dinini terk edip başka dine girmek.
SU'BUB
(C.: Seâbib) Saf su akan yer.
SUBUHAT
(Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal)
SUD
(Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar.
SUD
f. Kâr, faide, kazanç.
SUD'A
Deve ve koyun bölüğü.
SUDA'
Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.
SUDA-GER
f. Bezirgân, tüccar.
SUDA-GERÎ
f. Ticaret.
SUDAGÎ
Zülüfte olan nişan ve alâmet.
SUDAH
Horozun ötmesi.
SUDAM (SIDÂM)
Hayvanların başında olan bir hastalık.
SUDD
Dağ.
SUDDAD
(C.: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele. * Suya varacak yol.
SUDE
f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş.
SUDEKA
(Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar.
SUDG
(C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç.
SUDKAN
(Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.
SUDMEND
f. Kazançlı, faydalı, kârlı.
SUDRE
Acem gömleği.
SUDUD
Men'etmek, engel olmak.
SUDUR
Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.
SUEDA
(Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
SUF
(C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim.
SUFAR
Yürekte sarı suların toplanması.
SUFAR
f. Ok gezi. * İğne deliği.
SUFARİYE
Sarı asma adı verilen bir kuş.
SUFEF
(Sofa. C.) Sofalar.
SUFFA
(Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki.
SUFFAH
Enli uzun taş.
SUFİ
(C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.
SUFN
Çobanların dağarcığı.
SUFR
(Sıfr) : Bakır. Tunç.
SUFRET
Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu.
SUFRİT
(C.: Safârit) Fakir.
SUFRUF
Üzüm çöpü. * Hurma çöpü.
SUFUF
(Saf. C.) Saflar. Sıralar.
SUFUN
(Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler.
SUFVAN
Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.
SUGRA
(Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar)
SUGRE
(C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik.
SUGUR
Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar.
SUGV
Meyletmek, yönelmek, eğilme.
SUGVAR
f. Kederli, acılı.
SUH
Duvar.
SUHAF
Akciğer veremi.
SUHAN
f. Törpü.
SUHANSERA
(C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen.
SUHAR
Umman kasabası. * Bir erkek ismi.
SUHARE
Başkasıyla alay eden.
SUHARE
Yağ kıkırdağı.
SUHD
(C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su.
SUHEN
(Sehun - Suhun) f. Söz.
SUHF
Akıl ve fikrin zayıf olması.
SUHK
Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet.
SUHME
Karalık, siyahlık.
SUHNAN
Sıcak, kızgın. * Sıcak gün.
SUHNE
Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak.
SUHRE
Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan.
SUHRE
(C.: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı. * Kırmızıya benzer renk.
SUHREKÂR
f. Maskaralık yapan. Maskara.
SUHRİYEN
(Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan.
SUHRİYYE
Maskaralık.
SUHT
Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak (mânasına saht'dan alınmıştır. Haramın bereketi olmadığından hânumânlar yıktığı için suht denilmiştir.)
SUHT
Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı)
SUHTE
f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi.
SUHUB
(Sehâb. C.) Bulutlar.
SUHUF
(Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap.
SUHULET
Kolaylık. (Bak: Sühulet)(...Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana va'd etmiş. Ve va'dettiği için, elbette seni onun içine alacak. Mâdem bilmüşahede görüyoruz; her senede, yeryüzünde, hayvanat ve nebatatın üçyüz binden ziyade enva'larını ve milletlerini, kemal-i intizam ve mizan ile, kemal-i sür'at ve sühuletle haşr edip, neşreder. Elbette böyle bir Kadir-i Zülcelâl, va'dini yerine getirmeye muktedirdir... M.)
SUHUN
(Sahne. C.) Sahneler.
SUHUR
(Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar.
SU-İ AHLÂK
Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.
SU-İ HAL
Fena hareket tarzı. Kötü hal.
SU-İ HAREKET
Kötü hareket, kötü iş.
SU-İ HAZM
Sindirim bozukluğu.
SU-İ HULK
Kötü ahlâk. Dine, ahlâka yakışmayan fena ahlâklılık.
SU-İ İHTİYAR
Kötü arzu, fena istek.
SU-İ İSTİMÂL
Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma.
SU-İ KASD
Bir kimsenin aleyhinde tertib alma. * Adam öldürmeğe tertib alma. * Kötü kasd.
SU-İ MİZÂC
Sıhhat bozukluğu, huy fenalığı.
SU-İ NİYET
Kötü ve bozuk niyet.
SU-İ TEDBİR
Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.
SU-İ TEFEHHÜM
Kötü anlayış. Yanlış anlama.
SU-İ TELÂKKİ
Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.
SU-İ ZAN
Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme.(Dördüncü hastalık su-i zandır. Evet insan, hüsn-ü zanna me'murdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise, maddi mânevi içtimâiyâtı zedeler. M.N.)
SUK
Çarşı, pazar. Alım satım yeri.
SUK'
Taraf, yön. * Nahiye.
SUKA
Çarşı adamı, esnaf.
SUK'A
Başın ortasındaki beyazlık.
SUKA'
Horoz sesi, horoz ötüşü.
SUKAB
(Sukbe. C.) Delikler.
SUKATA
Kırıntı, döküntü, artık.
SUKATAÇİN
f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan.
SUKATAHÂR
f. Kırıntı, artık yiyen.
SUKAYBE
Küçük delik, delikçik.
SUKB
(C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak.
SUKBE
(C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik.
SUKÎ
Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı.
SUKL(E)
Böğür. * Taraf, yön.
SUKM (SEKAM)
(C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz.
SUKUB
(Sakb ve Sukb. C.) Delmeler veya delinmeler. * Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler.
SUKUB
(Sukbe. C.) Delikler.
SUKUF
(Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat.
SUKUF-U BÜYUT
Evlerin damları.
SUKUK
şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler.
SUKUT
Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü olarak doğması.
SUKUT-I HAKK
Hakkın sukutu. Hakkın kaybolması.
SUKUT-I MUSAMMEM
Düşmesi kararlaştırılmış. İktidardan düşürmek için hakkında karar alınmış.
SUKUTİYE
Paraşüt.
SUKUT-U MUTLAK
Mânen iyice tefessüh etme, iyi hasletlerin tamamen kaybolması.
SUKVE
Toprak kap.
SUKYA
(Saky. den) Sulamak.
SU'L
(C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş.
SULAHFAT
(C.: Selâhif) Kaplumbağa.
SULB
Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.
SULBÎ
Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu.
SULBİYE
Nesebi hâlis olan.
SULBİYET
Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk.
SULEHA
(Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar.
SULFATO
(Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı.
SULH
Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık.
SULH-ÂMİZ
f. Ara bulucu, barıştırıcı.
SULHEN
Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle.
SULH-NÂME
f. Sulh, barış kâğıdı.
SULH-PERVER
f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever.
SULİYY
Ateşin yanması.
SULLA'
(C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi.
SULLAA
Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer.
SULSUL
(C.: Salâsıl) Üveyik kuşu.
SULSULE
Havuz veya kap dibinde kalan su artığı.
SULT
(C.: Eslât) Büyük bıçak.
SULTA
Baskı, otorite.
SULTAN
Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * Kahr ve tegallüb mânasında masdardır. Her şeyin yavuz, şiddet ve satvetine denir. Kelimenin aslı "selit" olup, cem'i sultandır. Selit ise, zeytinyağının ismidir. Zeytinyağı kandilinin ışığıyla ışıklandırma yapıldığı gibi, padişâh ve vali dahi şule-i adl ve zabt ü ihtimamıyla memleketini tenvir etmek münâsebetiyle onlara da bu mâna ıtlak olunmuştur. (Kamus-u Okyanus'tan hülâsadır.)(Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey O'nun emriyle halledilir. O'nu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. M.)(Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadâr varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş. Ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını te'min etmekle re's-ül mâlımız olan istidatlarımızı nemâlandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip, riyaset eden benim. İ.İ.)
SULTAN REŞAD
(Mi: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi okumakla geçirirdi.
SULTAN SELİM HAN
(Bak: Yavuz Sultan Selim)
SULTAN SÜLEYMAN HAN
(Hi: 900-974) Osmanlı Padişahlarının onuncusu, İslâm Halifelerinin yetmişbeşincisidir. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğludur. Avrupa-vari bir kısım kanunlar yapılmasına vesile olduğundan Kanuni nâmı ile de tanınır. Padişahlık yılları Osmanlı Devletinin en haşmetli devri olup, Avrupa, Asya Osmanlıların emrinde idi. İstanbul payitahttı. Bir fikir vermek için o zaman İstanbuldaki eserlerden bir kaç misal vereceğiz. İlk olarak o zamanda yapılan bir sayıma göre: 485 câmi, 4494 mescid, 100 imâret, 417 kervansaray, 1653 ilk mekteb, 335 tekke, 4985 çeşme, 874 hamam, 743 kilise, onbir binden ziyade sokak ve cadde tesbit edilmişti.İstanbul böyle iken Avrupa'lı bir muharrir; Avrupa'yı şöyle anlatır: "Avrupalılar bin sene banyosuz kaldı. Orta çağda pis ve kirli bulunmak bir faziletti. Bu çağlarda Avrupa baştan aşağı kaşınıyordu."
SULTAN-I MAZLUM
Mâsum, zulme uğramış sultan. (Bundan kinaye II. Abdulhamid Han'dır.)
SULTAN-ÜD DEM
Vücutta kanın galeyanı.
SULUH
Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar.
SU'LUK
(C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri.
SULUL
Bozulup fena kokmak.
SUM
Sarımsak.
SUM'
Pervane denilen kelebek.
SUM'A
İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık.
SUMARİ
Dübür.
SUMAT (SUMT)
Susmak, sükut etmek.
SUME
Koyuna yapılan işaret ve nişan.
SUMLUH
Kulak kiri.
SUMM
İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar.
SUMMAKİ
Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş.
SUMNAT
f. Kilise, puthane.
SUMSUM
Çok katı olan.
SUMUG
(Samg. C.) Zamklar.
SUMUL
Sertlik, kuruluk, katılık.
SUMUT
Susma, sükut. * Somurtma.
SU'N
(C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba.
SUN'
Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak.
SUNAFİR
Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu.
SUNAN
Koltuk kokusu.
SUNBUR
(C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk.
SUN'Î
İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan.
SUN'-İ BEDİ'
Güzel eser.
SUN'-İ İLÂHÎ
Cenab-ı Hakk'ın san'atı, eseri.
SUNUAT
Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler.
SUNUF
(Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler.
SUNUF-İ ÂLİYE
Yüksek sınıflar.
SUPLES
Fr. Yumuşaklık, esneklik.
SUR
Keş parçası.
SUR
f. Şenlik. Düğün. Ziyafet.
SUR
(Suret. C.) Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Buna Sur-u İsrafil de denir. * Boynuzdan yapılan düdük.
SUR
Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar.
SU'R
(C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı.
SUR'A
Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik.
SURAA
Pehlivan ve bahadır kimse.
SURAH
Bir tavus kuşu ismi. * Kapının gıcırdaması. * Ses. * İnlemek.
SURAH
f. Delik. Gedik.
SURAHİ
Su şişesi, sürahi.
SURAM
Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt.
SURE
Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan.
SURED
(C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık.
SURENCAN
Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü.
SURET
(C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare.
SURETÂ
Görünüşte. Zâhiren.
SURETBEND
f. Tasvir yapan. Resimci.
SURETEN
Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki.
SURETGER
f. Suret yapan, resim çizen, ressam.
SURET-İ SUUD
Yükselme tarzı.
SURET-İ TESVİYE
Hal çaresi.
SURET-İ ZAİFE-İ VÂHİYE
Hakikatsız, saçma sapan zayıf suret ve vesvese.
SURETPEREST
f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest)
SURET-PERESTLİK
Bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına kıymet vermemek. * Resimlere meftuniyet. (Bak: Sanem-perest)(Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men'eder. Medeniyyet ise, suretleri kendi mahasininden sayıp Kur'ana muâraza etmek istemiş. Halbuki: Gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder... S.)
SURETPEZİR
f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen.
SURET-ÜL ASR
Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi.
SURET-ÜL İNFİTAR
Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir.
SURETYÂB
f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen.
SURÎ
Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî.
SUR-NA(Y)
f. Zurna.
SUR-NAÎ
f. Zurnacı.
SUR-NAME
(Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar.
SURNA-PA
f. Zürafa.
SURRAD
Yağmuru olmayan ince bulut.
SURRE
(C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler.
SURSUR
Büyük kuvvetli deve.
SURUD
Soğuk yer.
SURUF
(Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler.
SURUH
(Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar.
SU'RUR
Ağaç sakızı parçası.
SUS
Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan.
SUS
Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü.
SUSEN
f. Susam.
SUSMAR
f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler.
SUT
(C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş.
SUTU'
Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma.
SUTUR
(Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri.
SUTUR-U HÂDİSAT
Hâdiselerin satırları. Mânidar hâdiseler.
SUTUR-U KÂİNAT
Âlemdeki mânalar, kâinat satırları.
SUTUR-ÜL GAYB
Bizce bilinmeyen işler ve hâdiseler, mânalar.
SUUBET
Zorluk, güçlük.
SUUD
Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar.
SUUD
Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak.
SUUDE
İyi addetmek. Mübarek saymak.
SUUR
(Sivâr. C.) Bilezikler.
SUUT
Enfiye.
SUVA'
Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba.
SUVAB
(C.: Su'bân) Bit sirkesi.
SUVAN (SIVÂN)
(C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap.
SUVAR
(Bak: Süvar)
SUVER
Boynuz. * (Suret. C.) Suretler.
SUVEYDA
(Bak: Süveyda)
SUVVAM
(Sâim. C.) Oruç tutanlar.
SUY
Kurumak.
SUY
f. Cihet, yön, taraf.
SUYUF
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri.
SUZ
f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık.
SUZ
f. (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar.
SUZAN
f. Yakan, yakıcı. Ateşli.
SUZEN
f. İğne.
SUZENDE
f. Yakan. Yakıcı.
SUZENGER
f. İğne yapan, iğneci.
SUZER
(C.: Suzerât) Necis, pis, murdar.
SUZÎ
f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili.
SUZ-İ CİĞER
Ciğerin yanması. Ciğer yanıklığı.
SUZİŞ
f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması.
SUZİŞ-İ NİHAN
İçin için yanma. Gizli yanma.
SÜAC
Koyun avazı, koyun sesi.
SÜAL
Bir kabile ismi.
SÜAL
Öksürük.
SÜAR
Ateşin harareti. * Çok acıkmak.
SÜ'B
Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek.
SÜB'
Yedide bir.
SÜBAÎ
Yedi harfli, yedili.
SÜ'BAN
(Bak: Su'ban)
SÜBAT
(Sübe. C.) Cemaatler, bölükler.
SÜBAT
Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman.
SÜBATA
Süprüntülük, virâne.
SÜBBET
İnsanın oturak yeri.
SÜBBUH
Tesbih edilen (Allah. C.C.)
SÜBE
On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası.
SÜBHA
Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz.
SÜBHA
Uyku, nevm. * Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek.
SÜBHAKEŞ
f. Tesbih çeken.
SÜBHAN
Allah (C.C.)
SÜBHANALLAH
Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. Cenab-ı Hakkın zâtında, sıfâtında ve ef'alinde bütün kusurlardan münezzehiyetini ifade eder.(Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri Cenab-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celal sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlukun Allah'dan baid olduklarına nazırdır.Cemal sıfatını içine alan Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Meselâ: Biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan, şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.Kezâlik, bilâteşbih, Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle Ona hamdediyoruz. Biz Ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binâenaleyh, rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem' edebilirsin. Evet, Sübhanallâhi ve bihamdihi her iki makamı cem'eden bir cümledir. M.N.)(Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksâniyetten, zulümden, acizden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânası ile saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal ve saltanatının haşmetine medar olan dar-ı âhireti ve ondaki cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Ş.) (Bak: Bakiyat-ı sâlihat)
SÜBHANÎ (SÜBHANİYE)
Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid.
SÜBJEKTİF
Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan.
SÜBJEKTİVİZM
Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye.
SÜBRUT
(C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam.
SÜBT
Hatmi gibi bir otun adı.
SÜBT
Ayıp.
SÜBUR
Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek.
SÜBUT
(Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri.
SÜBUT
Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş.
SÜBUTÎ
Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret)
SÜBÜHA
(C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük.
SÜBÜL
(Sebil. C.) Yollar, caddeler.
SÜCCAD
(Sâcid. C.) Secde edenler.
SÜCCED
(Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar.
SÜCFE
Geceden bir saat.
SÜCLE
Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık.
SÜCRE
(C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su.
SÜCRE
Derenin orta geniş yeri.
SÜCUD
Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler.
SÜCUF
(Secf. C.) Perdeler, örtüler.
SÜCUL
(Secl. C.) Büyük su kovaları.
SÜCUN
(Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları.
SÜCV
Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı.
SÜDA
Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak.
SÜDA'
Geçmek.
SÜDA'
Bir otun adı.
SÜDASÎ
Altılı. Altılık. Altı harfli.
SÜDD
Dağ. * Bulut. * Mâni, engel.
SÜDDE
(C.: Süded) Kapı, eşik.
SÜDED
(Südde. C.) Kapılar, eşikler.
SÜDG
(C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf.
SÜDS
(Südüs) Altı kısımda bir kısım.
SÜEBA'
Esnemek.
SÜEDA
(Bak: Suedâ)
SÜF'A
Kırmızılığa yakın olan siyahlık.
SÜFAE
(C.: Süfâ) Bir ot cinsi.
SÜFAL
Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve.
SÜFEHA
(Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler.
SÜFELA
(Sefil. C.) Sefiller.
SÜFERA
(Sefir. C.) Sefirler, elçiler.
SÜFERA-Yİ ECNEBİYE
Yabancı devlet sefirleri. Yabancı devlet elçileri.
SÜFFAR
(Sâfir. C.) Yolcular.
SÜFL
Tortu, çöküntü.
SÜFLA
(Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz.
SÜFLÎ
Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan.
SÜFLİYAT
Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.
SÜFLİYYET
Alçaklık, bayağılık, âdilik.
SÜFRE
Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık.
SÜFTE
f. Delinmiş, delikli.
SÜFTECE
(C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para.
SÜFTE-GUŞ
f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik.
SÜFUL
Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek.
SÜFÜL
(C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek.
SÜFÜN
(Bak: Sufun)
SÜFÜVV
Yürümeye ve uçmaya başlamak.
SÜFYAN
Âhir zamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına vesile olacağı sahih hadislerle bildirilen dehşetli dinsiz ve münâfık bir şahıs. (Bak: Deccal)(Rivâyetler, deccalın dehşetli fitnesi, İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiâze etmiş. $ Bunun bir te'vil şudur ki: İslâmların deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (R.A.) dediği gibi, demişler ki: Onların deccalı Süfyan'dır, İslâmlar içinde çıkacak aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin büyük deccalı ayrıdır. Yoksa, büyük deccalın cebr ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz. Belki günahkâr da olmaz. ş.)
SÜFYAN İBN-İ UYEYNE
(Bak: İbn-i Uyeyne)
SÜFYAN-I SEVRÎ
(Hi: 91-161) Büyük âlim ve müçtehidlerdendir. Kûfe'de doğmuştur.
SÜFYANÎ
Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir.
SÜHA
Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız.
SÜHAD
Uyanıklık.
SÜHAF
Verem hastalığı.
SÜHAL
Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar.
SÜHALE
Küçük tavşan.
SÜHAM
Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * Tegayyür, değişme. * Ziyan, zarar.
SÜHAM
(Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey. * Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler. * Yumuşak kumaş, elbise.
SÜHAN
f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz.
SÜHAN-ÂRÂ
f. Düzgün ve güzel söz söyleyen.
SÜHAN-ÇİN
f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu.
SÜHAN-DÂN
f. Güzel söz söyleyen.
SÜHAN-FEHM
f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden.
SÜHAN-GÛ
f. Söz söyleyen, söz söyleyici.
SÜHAN-GÜZAR
f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen.
SÜHAN-PERDAZ
f. Güzel ve düzgün söz söyleyen.
SÜHAN-PİRA
f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen.
SÜHAN-RÂN
f. Güzel söyleyen, güzel konuşan.
SÜHAN-SENC
(C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan.
SÜHAN-ŞİNAS
f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden.
SÜHAN-VER
f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan.
SÜHBE
Derin.
SÜHEYL
Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.)
SÜHEYLA
Yumuşak huylu kadın.
SÜHL
Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı.
SÜHME
Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet.
SÜHNUN
Rüzgârın ve yağmurun evveli.
SÜHRE
Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı.
SÜHUD
Uyanıklık.
SÜHUH(A)
Dökülmek. * Semiz ve besili olmak.
SÜHUK
Kaftanın eskimesi.
SÜHUK(E)
Şiddetli rüzgâr. Katı yel.
SÜHULET
Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet)
SÜHULET-BAHŞ
f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik.
SÜHUM
Demirci çekici.
SÜHUMET
Akrabalık, hısımlık.
SÜHUNET
Katılık, peklik.
SÜHUNET
Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi.
SÜHUR
Uyanık olmak.
SÜHÜD
Uyanıklık.
SÜHVE
Yumuşak. Sükun, sessizlik.
SÜKALA'
(Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler.
SÜKARA
(Sekren. C.) Sarhoşlar.
SÜKAT
Yüksek yerden düşen nesne.
SÜKK
Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu.
SÜKKÂN
(Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu.
SÜKKÂN-I BELDE
Şehirde oturanlar. Şehir sâkinleri.
SÜKKÂN-I HÂNE
Evde oturanlar. Hâne sâkinleri.
SÜKKER
şeker.
SÜKKERÎ
şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı.
SÜKL
Kadının çocuğunu kaybetmesi.
SÜKN
Yolun ortası.
SÜKNA
Oturacak yer. Mesken.
SÜKNE
Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir.
SÜKTE
Çocukları avutup susturmada kullanılan şey.
SÜKUB
Yetişmek.
SÜKUB
(Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi.
SÜKUB
(Sakb. C.) Delikler.
SÜKUK
(Bak: Sukuk)
SÜKUL (SÂKİL)
Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın.
SÜKÛN
Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm)
SÜKÛNET
Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik.
SÜKÛNETGÂH
f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar.
SÜKÛNETPERVER
f. Dinlendirici, rahatlandırıcı.
SÜKÛNETYÂB
f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran.
SÜKÛN-İ DEM
Soğukkanlılık.
SÜKÛN-İ MU'TADÎ
Her zamanki sessizlik.
SÜKUREDYUN
Yaban sarmısağı.
SÜKÛT
Susma. Konuşmama.
SÜKÛTÎ
Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.
SÜKÛT-İ İSTİFHAM
İstifham sessizliği.
SÜLAE
Hurma yaprağının, başında olan dikeni.
SÜLAH
Necis, pis.
SÜLAL
İshal olmak.
SÜLALE
Soy, sop. Bir kimsenin soyu.
SÜLALE
Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı.
SÜLALE-İ TÂHİRE
Temiz sülale olan Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyu.
SÜLAM
El arkası.
SÜLAMA
Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik.
SÜLAS
Akıl gitmek. * Delirmek.
SÜLASA'
Salı.
SÜLASÎ
Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime.
SÜLASÎ MEZİD
Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.
SÜLASÎ MEZİDÜN FİH
Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.
SÜLASÎ MÜCERRED
Gr: Üç harfli aslî kelime kökü.
SÜLEHFAT
(C.: Selâhıf) Kaplumbağa.
SÜLEK
Cemaat, topluluk.
SÜLEK
(C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke)
SÜLEYMAN (A.S.)
Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bünyamin oğulları kendi hâkimiyeti altındaydılar. Diğer on kabile diğer İsrail Devletini teşkil ettiler. Yahuda Devleti Süleyman (A.S.) oğulları elinde ve merkezi Kudüs idi. (Bak: Belkıs, Davud)(Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men' ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: $ ilâ âhir... $ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlara temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk'ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir. Cenab-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: "Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrine musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi, sana musahhar olabilirler."İşte beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır. S.)
SÜLEYMAN ÇELEBİ
İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır.
SÜLFE
Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.
SÜLLAF
(Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar.
SÜLLE
Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para.
SÜLLEM
Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.
SÜLME
Çatlak, gedik.
SÜLT
Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı.
SÜLTA
Uzun ok.
SÜLTAH
Düz kaypak taş.
SÜLUC
(Selc. C.) Karlar.
SÜLUK
(Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
SÜ'LUL
Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.
SÜLÜS
Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi.
SÜLÜSAN
Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım.
SÜLÜSEYN
Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki.
SÜLÜSÎ
Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili.
SÜM
f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı.
SÜM'A
(Bak: Sum'a)
SÜMAK
Hâlis, sâfi.
SÜMAME
(C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek.
SÜMANAT
(C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.
SÜMENİYYE
Puta tapanlardan bir fırka.
SÜMKAT
Kızıl, kırmızı, ahmer.
SÜMM
Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf.
SÜMMAK
Türkçede "tadım" denilen ekşi taneler.
SÜMME
Bir tutam ot.
SÜMME
Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.
SÜMMEHA
Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek.
SÜMMET-TEDARİK
Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş.
SÜMN
Sekizde bir.
SÜMNE
Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.
SÜMPARE
Zımpara.
SÜMR
Mal.
SÜMRE(T)
Esmerlik, karayağızlık.
SÜMU
Yücelik, yükseklik.
SÜMUD
Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak.
SÜMUH
Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.
SÜMUHAT
El açıklığı, cömertlik.
SÜMUK
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
SÜMUL
Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.
SÜMUM
(Semm. C.) Zehirler, ağular.
SÜMUT
(Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar.
SÜMUT
(Semt. C.) Semtler, yönler.
SÜMUT
(Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler.
SÜMÜN
Sekizde bir.
SÜMÜR
Gümüş.
SÜMÜVV
Yücelik. Yükseklik.
SÜNAÎ
İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime.
SÜNAT (SİNÂT)
(C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.
SÜNBADE
f. Zımpara.
SÜNBAZİH
Zımpara.
SÜNBE
Suret.
SÜNBÜK
(C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.
SÜNBÜLÂT
(Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar.
SÜNBÜLE
Başak.
SÜNDÜS
Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.
SÜNDÜSÎ
Sündüsten yapılmış.
SÜNDÜS-MİSAL
f. Sündüsten yapılmış gibi.
SÜNEN
Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet)
SÜNEN-İ EBU DÂVUD
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
SÜNEPE
Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis.
SÜNNET
Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı Nebevî de denir.( $ âyetinde i'cazlı bir icaz vardır. Çünkü: Çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (C.C.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise, Ona ittiba etmektir. Ne vakit Ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allahı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki: İnsan için en mühim âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı âlânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır...L.)(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef'ali, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azim sevablar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatâdır. Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev'iyye ve içtimaiyye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü: Herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet mâdem dost ve düşmanın ittifakıyle Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve mâdem bil-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve mâdem binler mu'cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehâdetiyle ve mübelliği ve tercüman olduğu Kur'ân-ı Hakimin hakaikının tasdikıyla, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve mâdem semere-i ittibaiyle milyonlar ehl-i kemâl, meratib-i kemalâtta terakki edip saâdet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve tâkib edilecek en sağlam rehberlerdir. Ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki: Bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba etmiyen, tembellik eder ise, hasâret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azimedir. L.)
SÜNNET
Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar.
SÜNNET-İ GAYR-I MÜEKKEDE
Peygamber'in (A.S.M.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış olduğu ameldir.
SÜNNET-İ MÜEKKEDE
Peygamberin (A.S.M.) devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir.
SÜNNET-İ SENİYYE
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.(...İşte O Zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i seniyyeye ittiba'dır. L.)
SÜNNETULLAH
İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
SÜNNÎ
Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan.
SÜNUD
Dayanmak, güvenmek, itimad.
SÜNUH
(Sinh. C.) Diş çukurları. Diş yuvaları.
SÜNUH
Sâbit olma. Sağlam ve emin olma. * İyice bilme.
SÜNUH
(C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek.
SÜNUH (SENÂHA)
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
SÜNUHAT
(Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha)
SÜNUN
(Sene. C.) Seneler, yıllar.
SÜNUSÎ
(Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviye te'sis etmiş, ibâdette ve tedriste bir çok hizmetleri ile büyük çapta muvaffak olmuştur. Vefatından evvel bir mağarayı makarr ittihaz etmiş, dâr-ı bekaya irtihalinden sonra oğlu Muhammed Mehdi (Seyyid), halefi olmuştur. Muhammed Mehdi evlâd bırakmadığından kendisinden sonra meşihat seccâdesinde biraderzâdesi Seyyid Ahmed Es-sünusî bin Es-seyyid Ahmed-üş-Şerif bin Es-seyyid Muhammed Es-sünusî oturmuştur. Müşarünileyh Birinci Cihan Harbinin sonlarında Bingazi'den gelen Saltanat tebeddülünde son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed Vahidüddin'in kılıç alayında yeni Padişaha kılınç kuşatmış olan son Sünusî şeyhidir. (R.A.) (Kamus-ul A'lâmdan)
SÜNYA
İstisnadan bir isim.
SÜNYAN
(C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.
SÜPARE
(Bak: Sipare)
SÜPÜRDE
f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş.
SÜ'R
Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.
SÜRA
Gece seyri.
SÜR'A
Evmek, acele etmek.
SÜRADİK
(Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.
SÜRAG
f. İz, işaret, eser.
SÜRAKA
(Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç def'a tekerrür etmiştir. O vakit anladı ki elinden bir şey gelmez. "El Aman!" diyerek, Resulüllâh'ın duasına mazhar olmuş ve Mekke'nin fethinde şeref-i İslâmla müşerref olmuştur. Hz. Osman'ın (R.A.) hilâfeti zamanında, Hicri 24. senesinde vefat etmiştir.
SÜRAT
Her nesnenin üstü ve ortası.
SÜR'AT
Çabukluk. Hız.
SÜR'ATEN
Sür'atle, hemen, derhal, çabuk.
SÜR'AT-İ İNFİÂL
Çok çabuk gücenen, çabuk darılan.
SÜR'AT-İ İNTİKAL
Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu.
SÜR'AT-İ MÜMKİNE
Mümkün olan çabukluk.
SÜR'AT-İ SEYR
Gidiş hızı.
SÜRB
f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı.
SÜRBE
(C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer.
SÜRCUCE
Tabiat. * Tarikat.
SÜRDAH
(C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer.
SÜRDAK
(C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev.
SÜRDE
Ekmeği yağla ıslamak.
SÜREHA'
(Sarih. C.) Saf ırklar.
SÜREYCÎ
Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip "süreycî" derler.)
SÜREYYA
Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.
SÜRFE
f. Öksürük.
SÜRH
Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb.
SÜRH
Seri nesne.
SÜRHA
Su yolu.
SÜRH-ÂB
f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap.
SÜRHÎ
Kırmızılık, kızıllık.
SÜRHUB
Uzun, tavil.
SÜRİYYE
(C.: Serâri) Cariye, odalık.
SÜRM
(C.: Esrem) Necisin çıktığı yer.
SÜRM
Ön dişlerin dökülmesi.
SÜRMÜLE
Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi.
SÜRPRİZ
Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey.
SÜRR
Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği.
SÜRRAK
(Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler.
SÜRRE
(C.: Sürer - Sürrât) Göbek.
SÜRRÎ
Göbekle alâkalı. Göbeğe ait.
SÜRRİYYE
Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye.
SÜRSUR
Âlim ve akıllı kişi.
SÜRTÜM
Kap içinde kalan yemek artığı.
SÜRUB
Taşraya gitmek.
SÜRUB
(Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar.
SÜR'UB
Gelincik adı verilen hayvan.
SÜRUC
(Serc. C.) Eyerler, at takımları.
SÜRUD
f. Terennüm. Şarkı, türkü.
SÜRUD-İ HEZAR
Bülbül nağmesi.
SÜR'UF
Yumuşak, hafif.
SÜRUN
Kalça başı.
SÜRUR
(Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler.
SÜRUR
Sevinç. Neş'eli olmak.
SÜRUŞ
(C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.)
SÜRÜ
Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi. (O.T.D.S.)
SÜRYANÎ
Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan.
SÜRYE
Gece seyri. * Ulaşmak, varmak.
SÜST
f. Gevşek, tembel, sölpük.
SÜSTÎ
f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik.
SÜTA'
Nezle.
SÜTAHÎ
Oturak yeri büyük olan kişi.
SÜTRE
Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik)
SÜTRE-İ BEYZÂ
Beyaz perde.
SÜTRE-İ HADRÂ
Yeşil perde.
SÜTU'
Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak.
SÜTUDE
(C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer.
SÜTUH
f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz.
SÜTUN
f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon.
SÜTUR
f. Binek ve yük hayvanı.
SÜTUR
(Bak: Sutur)
SÜTUR
(Sitr. C.) Örtüler. Perdeler.
SÜTURBÂN
f. Hayvana bakan. Seyis.
SÜTURDÂN
f. Ahır.
SÜTUT
Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler.
SÜTÜRDE
f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
SÜTÜRE
f. Ustura.
SÜTÜRG
f. Büyük, iri, muazzam.
SÜVA'
Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put.
SÜVAF
Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü.
SÜVAR
f. Ata binmiş. Binici.
SÜVAR OLMAK
Ata binmek. Yola çıkmak.
SÜVARÎ
Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı.
SÜVBA'
Gittikten sonra yine dönmek.
SÜVER
(Sure. C.) Sureler.
SÜVEYDA
Siyahlık.
SÜVEYDA-ÜL KALB
(Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de "Kalbin dahili olan akıldan ibarettir" demişler. (Kamus)Kalbdeki bu mezkûr nokta: Kâfirler ve Allaha isyan edenler için şekavet ve günah, mü'minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir.
SÜVEYŞ
Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.
SÜVRE
(C.: Sivere-Sire) Dişi sığır.
SÜVÜM
f. Üçüncü.
SÜYU'
Suyun akması.
SÜYUF
(Seyf. C.) Kılıçlar.
SÜYUH
(Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler.
SÜYUL
(Seyl. C.) Seller.
SÜYUM
Emin, mahfuz.
SÜYUTÎ
(Bak: Celaleddin-i Süyutî)


Ş Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


ŞAAB
Ayrılmak. * Yarmak.
ŞAAR
Ağaç, şecer.
ŞA'AR
Kıl büken.
ŞAB
(Bak: şap)
ŞA'B
Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak.
ŞA'B
(C.: şuub) Tâife, cemaat. Kabile.
ŞA'BAN
(Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.
ŞABAŞ
f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek.
ŞABAŞHÂN
f. Beğenip alkışlayan.
ŞABB
Genç, delikanlı, yiğit.
ŞABBE
Genç kadın.
ŞABB-I EMRED
Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.
ŞA'BEZE
El çabukluğu.
ŞAB-HANE
f. Şap çıkarılan yer.
ŞABİH
Misil olan, nazir, benzeyen.
ŞABUB
(C.: Şeabib) Sağanak yağmur.
ŞACİNE
(C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere.
ŞACİR
Ayak altında ızdırap çekmek.
ŞAD
f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar.
ŞADAB
(Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze.
ŞÂD-ÂBÎ
f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik.
ŞADABTER
(şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış.
ŞADAN
f. Sevinçli, bahtiyar.
ŞAD-HAB
f. Uykusu tatlı.
ŞADIRVAN
Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.
ŞADİ
Mahkeme hademesi. Mübâşir. * İlimden, edebiyattan hissesi olan. * Nağme ile şiir okuyan.
ŞADİ
f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı.
ŞADİHE
Alından buruna varana kadar olan beyazlık.
ŞADKÂM
f. Çok sevinçli.
ŞADMAN
(Bak: şadüman)
ŞADNAK
f. Gönlü memnun, mesrur.
ŞADÜMAN
(şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar.
ŞAE
Diledi, istedi, murad eyledi.
ŞAFAK
Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin "Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun" diye ıslah için gayret göstermesi. * Merhamet. * Harf.
ŞAFAK-ÂLUD
f. şafak gibi, şafak renginde.
ŞAFAK-GÛN
f. Şafak renkli, kızıl.
ŞAFE
Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.
ŞAFİ
Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden.
ŞAFİ'
(Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.
ŞAFİÎ
Şâfiî mezhebinden olan. (Bak: İmam-ı Şâfiî)
ŞAFİN (ŞEFUN)
Göz ucuyla bakan kişi.
ŞAGB
Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek.
ŞAGİL
İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan.
ŞAGR
Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi.
ŞAGRABİYYE
(C.: Şegârib) Ayak bağlamak.
ŞAGŞAGA
Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek.
ŞAGVA'
(C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın.
ŞAGZEBİYYE
(C.: Şegâzib) Ayak bağlamak.
ŞAH
f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. * Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. * Asıl. * Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması.
ŞAH
f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. Karın. * Su arkı. * Alın. * Kadeh.
ŞAH
Ayıp.
ŞAHA
f. Boyunduruk.
ŞAHADET
(Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid)
ŞAHADET GETİRMEK
Kelime-i Şehadet olan $ kelâmına inanıp söylemek. Bir Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Allah'ın Resulü olduğuna inanarak söylemek.
ŞAHADETNAME
f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma.
ŞAHAMET
Semizlik, yağlılık, şişmanlık.
ŞAHAN
(şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar.
ŞAHANE
Şah gibi, şaha yakışır bir surette.
ŞAHB
Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi.
ŞAHBAL
(Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
ŞAHBAZ
f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman.
ŞAHBEYT
Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt.
ŞAHDANE
f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu.
ŞAHDAR
f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan.
ŞAHENŞAH
f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah.
ŞAHESER
f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan.
ŞAHET-İL VÜCUH
Yüzleri, bahtları kara oldu, yüzleri kararsın... meâlinde.
ŞAH-I MERDAN
Mertlerin şahı meâlinde Hazret-i Ali Radiyallahü anh'ın bir nâmı.
ŞAH-I RİSALET
Risaletin Şahı. Hz. Muhammed (A.S.M.)
ŞAHIS
(C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı.
ŞAHIS
(şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan. * Belirten.
ŞAHIS ZAMİRİ
İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler.Farsçada: $ (Men: ben), $ (Tu: sen), $ (U: o), $ (Mâ: biz), $ (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: $ (Ene: ben), $ (Ente-sen), $(Entümâ: ikiniz), $ (Hu: O), $ (Entüm: siz), (Entünne: siz) (Müennes), $ (Nahnu: biz), $ (Hüm: Onlar) (müzekker) $ (Hünne: Onlar) (müennes).
ŞAHÎ
f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından dolayıdır.)
ŞAHİC
Eşek, hımar.
ŞAHİD
f. Sevgili, mahbube. * Güzel, dilber.
ŞAHİD
(C.: Şevâhid-Şühud) Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri.
ŞAHİD
Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören. * Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı. * Melâike-i kiram. * Hazır.
ŞAHİDE
(Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel.
ŞÂHİD-İ ÂDİL
Doğru sözlü şâhid.
ŞÂHİD-İ EZELÎ
Ezelden ebede her şey nazar-ı şuhudunda olan Cenab-ı Hak.
ŞAHİD-ZOR
f. Yalancı şâhit.
ŞAHİH
(C.: Şihah) Bahil kişi.
ŞAHİK
Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç.
ŞAHİKA
Dağ tepesi, zirve.
ŞAHİM
Semiz, yağlı, şişman, besili.
ŞAHİN
(C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur.
ŞAHİNE
Öşür memuru.
ŞAHİS
Büyük cüsseli, iri yapılı kimse.
ŞAHİT
(C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne.
ŞAHKÂR
f. En güzel eser. Baş eser. şâheser.
ŞAHM
Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak.
ŞAHM
Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı.
ŞAHMERDAN
(Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak.
ŞAHM-PARE
f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı.
ŞAHN
Doldurmak. * Sürüp reddetmek.
ŞAHNA'
Buğz, düşmanlık, adâvet.
ŞAHNE
İnzibat memuru, emniyet memuru.
ŞAHNİŞİN
f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları.
ŞAHR (ŞAHİR)
Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek.
ŞAHRAH
f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol.
ŞAHREG
f. şah damar, büyük damar.
ŞAHS
(Bak: Şahıs)
ŞAHS
Acı çekmek. Iztırab çekmek.
ŞAHSAR
f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk.
ŞAHSEN
Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek.
ŞAHS-I MANEVÎ
Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs. * Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler.
ŞAHSÎ
Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
ŞAHSİYET
Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
ŞAHSİYYAT
Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri.
ŞAHSÜVAR
(C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen.
ŞAHŞAH
Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse.
ŞAHŞAH
Görevli, vazifeli.
ŞAHŞAHA
Kuşun hızla uçması.
ŞAHT (ŞÜHUT)
Iraklık, uzaklık, bu'd.
ŞAHTEREC
şahtere otu.
ŞAHUR
f. Ekmek fırını.
ŞAHVAR
(Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci.
ŞAHVE
Adım, hatve.
ŞAHZ
Keskinleştirmek.
ŞAHZADE
f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens.
ŞAİBE
Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik.
ŞAİK
Dikenli.
ŞAİK(A)
Şevkli, hevesli, şevk verici.
ŞAİKANE
f. İsteklice ve şevkli olarak.
ŞAİLE
(C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve.
ŞAİR
Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden.
ŞAİR
(C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi.
ŞAİRÂNE
f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey.
ŞAİRE
Bir tek arpa, arpa tanesi. * (C.: Şaâyir) Tıb: Arpacık.
ŞAİRE
(C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair.
ŞAİRİYY
Arpa satan kimse.
ŞAKA
Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.
ŞAKA' (ŞIKA')
Bedbahtlık. * Yaramazlık.
ŞAKA' (ŞÜKU')
Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek.
ŞAKAVET
(Bak: şekavet)
ŞAKCE
Henüz yeni renk almış olan hurma.
ŞAKIZ
Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.
ŞAKİ
Şikâyet eden. * Ağlayan. * Hiddetli ve şevketli.
ŞAKİ
Şekavette bulunan.
ŞAKİ
(Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen.
ŞAKİFE
(C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.
ŞÂKİ-İ SİLÂH
Harp âletleri keskin ve hazır olan kimse.
ŞAKİK
İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş.
ŞAKİKA
(C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık.
ŞAKİL
Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat.
ŞAKİLE
Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.
ŞAKİR
Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr)
ŞAKİRÂNE
f. şükrederek. şükretmek suretiyle.
ŞAKİRD
f. Talebe, çırak.
ŞAKİRDÂN
şakirdler, talebeler.
ŞAKİRÎ
(Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz.
ŞAKİS
Şerik, ortak. * Hisse, nasip.
ŞAKK
Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden.
ŞAKK
Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma.
ŞAKK
(Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç.
ŞAKK-I ASÂ
f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak.
ŞAKK-I KAMER
Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)
ŞAKK-I ŞEFE
Dudağını açıp konuşmak.
ŞAKLABAN
Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.
ŞAKN
Eksilmek, noksanlaşmak.
ŞAKŞAKA
Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi.
ŞAKUL
(Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.
ŞAKULÎ
Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.
ŞA'LA'
Uzun, tavil.
ŞA'LA'
Kuyruğu beyaz olan davar.
ŞAM
(şâme. C.) Vücutta olan benler.
ŞAM
Akşam. Akşam yemeği. "Şe'm, şâm" Arapçada "sol" mânâsına gelir. "Yemen" sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ tarafdaki beldeye de Yemen ismi verilmiştir. * Suriye ve Lübnan memleketlerine de Şam denilmiştir. * Arabların Dımışk dedikleri şehrin adı. * Nuh'un (A.S.) oğullarından "Şam"ın nesli tarafından bu memleket mâmur edildiği için Şam denildiğini söyleyenler de vardır. (Kamus)
ŞAM U SEHER
Akşam sabah.
ŞAMAR
t. Tokat. Belâ, musibet.
ŞAMAT
(şâme. C.) Vücuttaki benler.
ŞAME
f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben.
ŞÂME-GEŞ
f. Başına örtü alan.
ŞAMGÂH
f. Akşam vakti.
ŞAMÎ
Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı.
ŞAMİH(A)
Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.
ŞAMİL(E)
Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.
ŞAMM(E)
(şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun.
ŞAN
(C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet.
ŞANE
f. Tarak.
ŞANESÂZ
f. Tarak yapan, tarakçı.
ŞANEZEDE
f. Tarakla saçları taranmış.
ŞANEZEN
(C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen.
ŞANİ'
Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.
ŞANTAJ
Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma.
ŞANTİYE
Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı.
ŞAP
(Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi.
ŞAPE
f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu.
ŞAR
f. şehir, belde.
ŞA'R
(C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
ŞA'RA
(C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek.
ŞARAB
İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
ŞARAB-I TAHUR
Temiz ve helâl olan Cennet şarabı. Cennete mahsus şurub.
ŞA'RANÎ
(Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur.
ŞARAPNEL
Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça.
ŞARE
Libas, elbise. * Heyet.
ŞARIK
Çıkan, tulu' eden. * Parlayan.
ŞARIKA
(C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.
ŞARİ'
Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan.
ŞARİB
(Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık.
ŞARİBE
Su kenarında olan tâife.
ŞARİB-ÜL LEBEN
Süt içen.
ŞARİB-ÜL LEYLİ VE-N NEHAR
Gece gündüz içki içen. Devamlı sarhoş.
ŞARİD
Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri.
ŞARİF
(C.: Şürüf) Yaşlı deve.
ŞARİH
(C.: Şurah) Yiğit, kahraman.
ŞARİH
Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.
ŞARİK
(C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim.
ŞARİM
Ucu yarılmış ok.
ŞA'RİYYE
Çorbalık makarna, şehriye.
ŞA'RİYYET
Fiz: Kılcallık.
ŞARK
Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.
ŞARK MUSİKİSİ
(Bak: Musikî)
ŞARK-I CENUBÎ
Güneydoğu.
ŞARK-I ŞİMALÎ
Kuzeydoğu.
ŞARKÎ
Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.
ŞARKİYAT
Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.
ŞARKİYYUN
Doğulular, şarklılar.
ŞARLATAN
Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız.
ŞART
Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümleye cezâ denir. Meselâ: "Haber verirsen, ben de gelirim" cümlesinde "Haber verirsen" cümlesi şart, "ben de gelirim" cümlesi ise cezâdır. Bunlara "cezâ cümlesi, şart cümlesi" de denir. Başka tabirle "cümle-i şartiye" ve "cümle-i cezâiye" denir.
ŞART EDATLARI
(Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. $Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi de, cevab veya ceza adını alır. İkinci fiilin meydana gelebilmesi, birinci hükmün meydana gelmesine bağlıdır.
ŞART VE CEZA FİİLİNDEN TEREKÜB ETMİŞ CÜMLEYE ŞART VE CEZA CÜMLESİ DENİR. MESELÂ: (MEN YATLUB YECİD
Kim isterse bulur) cümlesinde olduğu gibi.
ŞARTİYE
Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart)
ŞARTİYYET
Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık.
ŞARTNAME
f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt.
ŞARUF
Süpürge.
ŞARYO
Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım.
ŞASIYE
(C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak.
ŞASİF
Kuru ve zayıf.
ŞASR
Seyrek seyrek dikmek.
ŞASS
(C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.
ŞAST
f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası.
ŞAST
f. Altmış. (60)
ŞA'ŞA'
Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak.
ŞA'ŞAA
Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.
ŞA'ŞAADAR
f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak.
ŞA'ŞAAPAŞ
Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan.
ŞAT
(C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır.
ŞAT
(C.: şutut) Büyük nehir.
ŞAT'
Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak.
ŞATAHAT
Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
ŞATATA
Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz.
ŞATBE
(C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın.
ŞATHİYYAT
Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.
ŞATIR
(Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker.
ŞATİ'
(C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön.
ŞATİB
Eğri, eğik, mâil.
ŞATİBE
Uzun boylu.
ŞATİM
(Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan.
ŞATİR
Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz.
ŞATR
Taraf, cihet, yön.
ŞATRENC
Satranç oyunu.
ŞATT
Irmak kenarı.
ŞA'VA'
Perâkende, dağınık. * Dağıtmak.
ŞAVK
Işık, parıltı. * Şevk.
ŞAVT
(C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe.
ŞAYAN
f. Münasib, lâyık, yaraşır.
ŞAYAN-I HAYRET
Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey.
ŞAYAN-I İHTİCAC
Delil ve isbatın makbuliyeti.
ŞAYAN-I İSTİMA'
Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık.
ŞAYAN-I SENAÂ
Sena edip övmeğe lâyık olan.
ŞAYAN-I TEMAŞA
f. Görülmeğe değer olan.
ŞAYANTER
f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak.
ŞAYESTE
f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune.
ŞAYESTEGÎ
f. Uygunluk, liyâkat.
ŞAYET
f. ("Lâyık, yaraşır, şâyân" mânâsına gelen "Şâyesten" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: "Eğer, belki, olur ki" gibi.
ŞAYGAN
f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul.
ŞAYGANÎ
f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk.
ŞAYIK
Nefsi bir şeye yönelen.
ŞAYİ'
(Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse.
ŞAYİA
(Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti.
ŞAYİB(E)
(C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.
ŞAYİFE
Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ)
ŞAYK
Dağ, cebel.
ŞAZ
(Bak: şazz)
ŞAZELÎ
(Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh)
ŞAZİB
(C.: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar. * Katı yer, sert arazi.
ŞAZİB
Vatanından başka bir tarafa giden kimse.
ŞAZİYYE
(C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği.
ŞAZZ
(Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan.
ŞEA'
Dağılıp parçalanmak.
ŞEABİB
(Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub)
ŞEAF
Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması.
ŞEAFE
(C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü.
ŞEAİR
(Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.(Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemâat mes'ul olur. L.)(Nasıl "Hukuk-u Şahsiye" ve bir nevi "Hukukullah" sayılan "Hukuk-u Umumiye" nâmiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeair-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslam'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeğe çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!.. M.)
ŞEAL
Davar kuyruğunun beyazlığı.
ŞEAMAT
(Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler.
ŞEAMET
Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık.
ŞEANLA'
Uzun, tavil.
ŞEARİR
Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak.
ŞEAS
Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek.
ŞEAYİR
(Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.
ŞEB
f. Gece, karanlık.
ŞEBAAT
Dolgunluk, tokluk.
ŞEBAB
(Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler.
ŞEBABANE
f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine.
ŞEBABİYET
Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.
ŞEBAH
(C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı.
ŞEBAHET
Benzeme, benzeyiş.
ŞEBAK
Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık.
ŞEBAKET
Kafes veya ağ gibi örülme.
ŞEBAM
Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile.
ŞEBAMAN
Paça bağı.
ŞEBAN
(şeb. C.) f. Geceler.
ŞEB'AN
Karnı doymuş, tok. * Emin.
ŞEBANE
f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik.
ŞEBANGAH
f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer.
ŞEBANRUZ
f. 24 saatlik zaman. "Gece gündüz".
ŞEBAT
(C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf.
ŞEBB
Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
ŞEBBAKE
(C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne.
ŞEBBE
Genç kadın.
ŞEBE
Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet.
ŞEBEB
Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır.
ŞEBEC
Ovanın ve sahranın bir miktarı.
ŞEBEFRUZ
(Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan.
ŞEBEH
(C.: Eşbâh) Karaltı. * Şahıs. * Ceset.
ŞEBEH
(Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni.
ŞEBEKE (ŞEBİKE)
Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular.
ŞEBEM
Soğukluk.
ŞEBENGİZ
(Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu.
ŞEBET
(Bak: şâbet)
ŞEBGERD
(şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer.
ŞEBGİR
(Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan.
ŞEBGUN
f. "Gece renkli" Kara, siyah.
ŞEBH
Süt sağarken çıkan ses.
ŞEBH
Çekmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
ŞEBHAN
f. Geceleyin öten bir cins bülbül.
ŞEBHAN
Uzun, tavil.
ŞEBHİZ
(C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören.
ŞEBHUN
(Şeb-hun) f. Gece baskını.
ŞEB-İ ARUS
Düğün gecesi. * Mc: Mevlana'nın vefat ettiği gece.
ŞEB-İ FİRKAT
f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı.
ŞEB-İ HİCRAN
Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi.
ŞEB-İ YELDA
f. En uzun gece.
ŞEBİB
Bıçak üstüne sürçmek.
ŞEBİBE
Gençlik. Yiğitlik.
ŞEBİH
(Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir.
ŞEBİHUN
f. Gece baskını. Şebhun.
ŞEBİKE
f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke)
ŞEBİSTAN
f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda.
ŞEBİT
Bahadır, kahraman, yiğit.
ŞEBK
Karıştırmak.
ŞEBNEM
f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda.
ŞEBPERE
f. Yarasa.
ŞEBPEREST
(Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren.
ŞEBR
Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira.
ŞEBRENG
f. "Gece renginde olan" Siyah, kara.
ŞEBREV
(Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden.
ŞEBTAB
(Şeb-tâb) f. Ateş böceği.
ŞEBUR
Boru.
ŞEBZİNDEDAR
(Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden.
ŞECAAT
Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir. (Şecaatli bir kimse hak için canını fedâ eder. Vazifesi olmayan işe karışmaz. İ.İ.)
ŞECB
Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak.
ŞECC
Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması.
ŞECCAT
(şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.
ŞECCE
Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.
ŞECEA
Küt ve kötürüm kimseler.
ŞECEB
Hüzün ve gussalı olma.
ŞECEN
(C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün.
ŞECER(E)
Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
ŞECERÂT
(şecere. C.) şecereler.
ŞECERE-İ MAKLU'
Sökülmüş ağaç.
ŞECERE-İ TUBAÂ
Cennet'teki saadet ağacı, dalları aşağıda ve kökü yukarıda olan Tuba ağacı.
ŞECERE-İ YAKTÎN
Yaktîn ağacı. Kabak kökeni.
ŞECERE-İ ZAKKUM
(Bak: Zakkum)
ŞECERİSTAN
f. Orman, ağaçlık yer, koruluk.
ŞECİ'
Kahraman. Yiğit. Şecaatli.
ŞECİB
Helâk olan, mahvolan.
ŞECİR
Küçük ve kısa ağaç.
ŞECN
(C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.
ŞECR
İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak.
ŞECRA'
Meşelik.
ŞECV
Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.
ŞECZE
Zayıf yağan yağmur.
ŞEDAİD
(Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler.
ŞEDAK
Ağızın her iki yanının geniş olması.
ŞEDAKA
Çok konuşan kadın.
ŞEDAR
Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer.
ŞEDD
Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir.
ŞEDDAD
Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir. (Bak: Enaniyet)
ŞEDDADANE
f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce.
ŞEDDADÎ
Çok büyük ve sağlam yapı.
ŞEDDE
Birinci hamle.
ŞEDDE
Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. ( $ ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.
ŞEDD-İ NİTAK-I HİMMET
Himmet kuşağını kuşanma. İşe ciddi, gayretle sarılma.
ŞEDD-İ RİHAL
Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama. * Yolculuğa çıkma.
ŞEDE
Çok hırslı olmak.
ŞEDEF
(C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı.
ŞEDH
Baş yarmak. * Kırmak. * Atın yüzünde beyazlığın çok olması.
ŞEDH
Tembel olmak.
ŞEDİD(E)
Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.
ŞEDİDE-İ MECHURE
Elif, cim, dal, tı, ba harfleridir. Bunların zıddı: Rehavet (rahvet) ile Beyniye sıfatıdır.
ŞEDİDE-İ MEHMUSE
Kaf ve tâ harfleri.
ŞEDİD-ÜL MİHAL
Şiddetli kuvvet. Ağır ve şiddetli azab.
ŞEDİD-ÜŞ ŞEKİME
Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen.
ŞEDKAM
Geniş, vâsi.
ŞEDV
Irlamak; teganni ve terennüm.
ŞEF'
Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i Sâni denilir. Üç rek'atlı namazın üçüncü rek'atı da Şef'i sâni'dendir.
ŞEFA
Kenar, taraf, uç.
ŞEFAAT
Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
ŞEFAAT-I UZMÂ
(Bak: Makam-ı Mahmud)
ŞEFACEREF
(Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı.
ŞEFAFET
Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma.
ŞEFAK
Korku, havf.
ŞEFAKAT
Şefkat, acı(Zeker) şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.
ŞEFAKAT-I ÜBÜVVET
Babalık şefkati.
ŞEFAN
Yağmurlu soğuk rüzgâr.
ŞEFARİC
Bir cins helva.
ŞEFAŞİF
Çok susamak.
ŞEFE
f. Dudak. * Kenar.
ŞEFEKA
Esirgemek, korumak.
ŞEFELLEC
Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret.
ŞEFETAN
İki dudak.
ŞEFETEYN
İki dudak.
ŞEFEVAT
(şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar.
ŞEFEVÎ
(Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı.
ŞEFF
Yünden yapılan çok ince elbise.
ŞEFFAF
Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.
ŞEFİ'
Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.
ŞEFİF
Soğuktan incinmek. * Soğuk.
ŞEFİK(A)
Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.
ŞEFİKANE
f. Merhametlice, acı(Zeker). Acımak suretiyle. şefkat ederek.
ŞEFİ'-ÜL MÜZNİBÎN
Günahkârların şefaatçısı Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)
ŞEFİ'-ÜL ÜMEM
Ümmetlerin şefaatçısı Hz. Muhammed (A.S.M.)
ŞEFKAT
Başkasının kederiyle alâkalanmak, acı(Zeker) sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.(Şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münâsebetiyle bütün yavrulara, hattâ ziruhlara şefkatini ihâta eder ve Rahim isminin ihâtasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey'i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i'lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: "Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor. " Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i âzamın bir sahife-i nuranisi olan Güneş'i böyle utandırıyorsun?Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; sâfi ve ivazsızdır... Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir. M.)
ŞEFN
Akıllı ve zeyrek kişi.
ŞEFNİN
Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş.
ŞEFŞAF
Soğuk yumuşak rüzgâr.
ŞEFŞEF
Yaramaz huylu. * Titremek.
ŞEFŞEFE
Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak.
ŞEFT-ALÛ
f. Yarık erik. Şeftali.
ŞEGAB
Çanak kırığını tamir eden. * Çanak yapan.
ŞEGAB
Fitne uyandıran.
ŞEGAF
Delicesine sevme.
ŞEGAF
Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak.
ŞEGAFDÂR
f. Delirtici.
ŞEGAL
f. Çakal.
ŞEGİRE
Çuvaldız.
ŞEHA
f. Ey pâdişah! Ey şâh.
ŞEHAB
Su ile karışmış süt.
ŞEHAB
(Bak: şihab)
ŞEHACİR
Rahm.
ŞEHADET
(Bak: şahadet)
ŞEHADETNÂME
(Bak: şahadetname)
ŞEHAMET
Yağlılık, semizlik, besililik.
ŞEHAMET
Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık. * Tez anlayışlı olmak.
ŞEHAMETLÛ
Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.
ŞEHAV
Açmak, feth.
ŞEHAZAN
Karnı aç olan kimse.
ŞEHBA'
Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene.
ŞEHBAL
(Bak: şahbal)
ŞEHBAZ
(Bak: şahbaz)
ŞEHBENDER
Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.
ŞEHBEYT
(Bak: şahbeyt)
ŞEHD
Bal. Gömeç balı, asel.
ŞEHD-AB
(şehd-âbe) f. Bal şerbeti.
ŞEHD-AMİZ
f. Bal gibi tatlı. Balla karışık.
ŞEHDANEC
İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu.
ŞEHDERE
Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse.
ŞEHD-İ ŞEHADET
İmanın, şehadetin verdiği saadet, tatlılık ve huzur. Şehadet balı.
ŞEHD-KÂM
f. Tadı damağında kalmış.
ŞEHEVAT
(şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular.
ŞEHEVÎ
Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.
ŞEHİC
Katır sesi. * Kuzgun avazı.
ŞEHİD
Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıyamette ümem-i sâlife hakkında istişhad olunan zevattan olduğu için yahut vefat etmeyip huzur-u İlâhîde hazır ve zinde olduğu için yahut âlem-i mülk ve melekûtu müşahede eylediği için "Şehid" denmiştir.) * Şâhidin mübalâğası. * Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. * İlminden asla birşey kaybolmayan, bütün şeyler ilminde hazır olan Allah (C.C.). (Bak: Meratib-i hayat)
ŞEHİK
Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.
ŞEHİM(E)
(Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit.
ŞEHİR
Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi.
ŞEHİY (E)
(Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.
ŞEHKA
Hıçkırık. Keskin çığlık.
ŞEHL
Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü.
ŞEHLA
Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel.
ŞEHLEB
Uzun boylu.
ŞEHLEVEND
f. Boylu boslu, güzel genç.
ŞEHM
Korku.
ŞEHNAME
f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser.
ŞEHNAZ
f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan.
ŞEHNİŞİN
f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon.
ŞEHNİZ
Çörek otu.
ŞEHPER
f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
ŞEHR
Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek.
ŞEHR-AŞUB
Şehri karıştıran, kargaşalık yapan.
ŞEHREKA
(C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.
ŞEHRİ
f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince.
ŞEHR-İ ÂYİN
(Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. (İslâmda ilk şehr-i âyin Hz. Peygamber Efendimiz hicret sureti ile Medine'ye vâsıl olunca yapıldı.)
ŞEHR-İ RAMAZAN
Ramazan ayı. Oruç ayı.
ŞEHR-İ SAVM
Oruç ayı olan mübarek Ramazan.
ŞEHR-İ SIYAM
Oruç ayı, Ramazan.
ŞEHRİSTAN
f. Büyük şehir.
ŞEHRİYAR
f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı.
ŞEHRİYYE
Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar.
ŞEHRUD
f. Büyük ırmak. Nehir.
ŞEHR-ÜL HARAM
Haram ayları. (Bak: Eşhür-ül hurum)
ŞEHŞEH
Karışmak.
ŞEHVANÎ
şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse.
ŞEHVET
Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin."
ŞEHVET-ENGİZ
f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden.
ŞEHVET-PEREST
f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan.
ŞEHZADE
(Bak: şahzade)
ŞEHZARE
Fâhiş nesne.
ŞEÎLE
(C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil.
ŞEKA'
şikâyet.
ŞEKA'
Maraz, hastalık. * Hiddet, kızgınlık, gadap. * İncelemek.
ŞEKA'
Rezalet, rezillik, alçaklık. * Bedbahtlık, kutsuzluk.
ŞEKAB
Çukur yer.
ŞEKAH
Yakınlık.
ŞEKAHTEB
İki boynuzlu koç.
ŞEKAKIL
Bir Hind ağacının dalları.
ŞEKAVET
Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
ŞEKAYA
şikâyetler. Memnuniyetsizlikler.
ŞEKAZ
Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması.
ŞEKD (ŞÜKD)
Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek.
ŞEKER
f. şeker.
ŞEKER(E)
Davarın sütü çok olmak. * Dolmak.
ŞEKER-AB
f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk.
ŞEKERGÜFTAR
f. Sözü şeker gibi tatlı.
ŞEKERGÜZAR
(Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden.
ŞEKERHAB
f. Otururken gelen tatlı uyku.
ŞEKERİSTAN
f. Şeker kamışı tarlası.
ŞEKERPARE
f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı.
ŞEKERRİZ
f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı.şEKEVAT : (şekve. C.) şikâyetler.
ŞEKİB
Sabır, tahammül.
ŞEKİBA
f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil.
ŞEKİL
(Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin her biri. * Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti. * Geo: Bir veya daha fazla hudut vasıtasiyle mahdut ve mahsur olan şey. * Edb: Aruz ıstılahında mısraların sayısına ve kafiyelerin sırasına göre ortaya çıkan şekil. * Gr: Yazıya nokta, hareke ve i'rab koymak.
ŞEKİM(ET)
(C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu.
ŞEKİR
Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar.
ŞEKİRE
Sütü çok olan davar.
ŞEKK
(C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak.
ŞEKKERÎN
f. Şekerli, tatlı.
ŞEKK-İ KÜFRÎ
Küfürdeki şüphe. Kâfire ait şek.
ŞEKL
(Bak: şekil)
ŞEKLA'
Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç.
ŞEKLEN
Şekilce. Şekil bakımından.
ŞEKLÎ
Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.
ŞEKM
Sertlik. * Güç. Kuvvet.
ŞEKS
Ahlâksız, yaramaz kimse.
ŞEKT
Bedel etmek, karşılık vermek.
ŞEKUB
Ruşen olmak, parlamak.
ŞEKUFE
(Bak: şükufe)
ŞEKUR
Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr)
ŞEKVA
Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak.
ŞEKVE
Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi.
ŞELA'LA'
Uzun boylu kişi.
ŞELALAT
(Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler.
ŞELALE
Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.
ŞELCEM
(C.: şelâcim) şalgam.
ŞELEL
Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke.
ŞELİL
(C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek.
ŞELİM
Şam yakınında bir beyt-i mukaddes.
ŞELL
Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu.
ŞELŞELE
Dökmek. * Su damlatmak.
ŞELVAR
f. şalvar.
ŞEM'
Mum, ışık.
ŞEM'A
Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil.
ŞEMA'
Yüce, yüksek, ulu âli.
ŞEMA'
(C.: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum. * Oyun. * Mizaç, huy.
ŞEMAHTER
Kötü, menhus.
ŞEMAİL
(Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.
ŞEMAİM
(Şemime. C.) Güzel kokular.
ŞEMAK
Neşat, sevinç. Ferah.
ŞEMAKMAK
Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse.
ŞEMAL
(C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç.
ŞEMA'MA'
Küçük başlı. * Aceleci kişi.
ŞEMARİH
(Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları.
ŞEMATE
Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek.
ŞEMATET
Kuru gürültü. şamata.
ŞEMATETKÂRANE
f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak.
ŞEMAYİL
Ahlâk.
ŞEMC
Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek.
ŞEM'DAN
f. şamdan.
ŞEMEL
Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne.
ŞEMERDEL
Uzun boyunlu, seri davar.
ŞEMET
Saçın akı karasına karışmak.
ŞEMH
Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek.
ŞEMHAR
Büyümek. Uzamak.
ŞEM'-İ ASEL
Bal mumu.
ŞEM'-İ İLÂHÎ
İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları.
ŞEMİLLE (ŞEMLÂL-ŞEMLİL)
Yeyni, hafif.
ŞEMİM
Koku. Hoş koku.
ŞEMİME
(C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.
ŞEMİM-İ CİBAL
Dağların güzel kokusu.
ŞEMİRE
Hızlı yürüyen deve.
ŞEMİRR
Katı, şiddetli, şedid.
ŞEMİT
Karışık.
ŞEMİZER
Hızlı yürüyen deve.
ŞEML
Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını.
ŞEMLAK
Yaşlı, pir, ihtiyar.
ŞEMLE
(C.: şümül) Kilim. * Az miktar su.
ŞEMM
Koku hissetmek, koklamak.
ŞEMMAM
Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.
ŞEMME
Bir defa koklamak. * En küçük mikdar.
ŞEMMUS
Yavuz tosun at.
ŞEMR
Yürürken sallanmak.
ŞEMS
Güneş, âfitab.
ŞEMS-ABAD
f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer.
ŞEMSEDDİN
(Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır.
ŞEMSÎ
Güneşe ait. Güneşle alâkalı.
ŞEMS-İ EZELÎ
Vâcib-ül-vücud ve ebediyyen var olan, her şeyi nurlandıran Allah (C.C.) hakkında teşbihen söylenen bir tabirdir.
ŞEMS-İ HİDAYET
Hidayet güneşi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.
ŞEMS-PARE
f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak.
ŞEMS-ÜŞ ŞÜMUS
Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.(...Hem şemse, kendi mihveri üstünde câzibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile sâniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş-Şümus cânibine sevketmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. S.)
ŞEMŞELİK
Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın.
ŞEMŞEM
Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.
ŞEMŞİR
f. Kılıç.
ŞEMŞİR-BAZ
f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren.
ŞEMŞİR-BEDEST
f. Elinde kılıç tutan.
ŞEMŞİR-GER
(C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı.
ŞEMŞİR-İ ZULM
Zulüm kılıcı.
ŞEMŞİR-ZEN
f. Kılıç çeken, kılıçla vuran.
ŞEMTA
Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç.
ŞEMTİT
Perakende, dağınık, müteferrik.
ŞEMU'
Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı.
ŞEMUL
Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar.
ŞEM'UN
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.
ŞEN
f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı.
ŞE'N
İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.(Hakkın şe'ni ittifaktır, faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.)
ŞEN' (ŞIN')
Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak.
ŞENAAT
Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket.
ŞENAK
Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet.
ŞENAN
Buğz, adâvet, kin, düşmanlık.
ŞENAR
Büyük utanç, ayıp.
ŞENAYİ'
(Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler.
ŞENBİH
f. Gün. * Cumartesi günü.
ŞENC
Hıçkırık tutmak.
ŞENCAR
Eşek marulu adı verilen bir cins ot.
ŞENEB
Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak.
ŞENEC
Derinin buruşması.
ŞENEF
Buğz. * Kibir.
ŞENES
Galiz. Kaba.
ŞENF
(C.: Şünuf) Salkım küpe.
ŞENG
f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya.
ŞENGARE(T)
Kötü huyluluk.
ŞENİ'
(Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş.
ŞENN
(C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak.
ŞENNAR
(C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük.
ŞENŞENE
Usul. Âdet.
ŞENUN
Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve.
ŞER'
Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile sâbit olan dinin temelleri, şeriat. (Bak: Şeriat)
ŞER'AB
Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak.
ŞERAFEDDİN
(Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi.
ŞERAFET
Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.
ŞERAİF
(Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler.
ŞERAİT
(Şart. C.) Şartlar.
ŞERAKET
Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat.
ŞER'AN
şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre.
ŞERAR
Şerir den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses.
ŞERAR
(Bak: şerare)
ŞERARAT
Şerareler, kıvılcımlar.
ŞERARAT-I NEYYİRANE
f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık.
ŞERARE
(Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.
ŞERAREFİGEN
f. Kıvılcım saçan.
ŞERARET
Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım.
ŞERASET
Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik.
ŞERAŞİR
Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık.
ŞERAT
(C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi.
ŞERAYİ'
Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları.
ŞERAYİN
(Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar.
ŞERAYİN-İ SÜBATİYYE
Boynun iki tarafında olup kalbden gelen ve kafaya çıkan iki kalın atar damar. (O.L.)
ŞERAZE
Katı kurumak.
ŞERAZİM
(Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler.
ŞERBE
Bir içim su.
ŞERBİN
Katran ağacı.
ŞERC
Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins.
ŞERCA'
Uzun tavil. * Taht. * Cenaze.
ŞERCE
Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su.
ŞERCEB
Uzun, tavil.
ŞERCELE
Yemiş kabı.
ŞERCEM
(C.: şerâcim) şalgam.
ŞERDA
Benzemek. Misil.
ŞERE
Yemeğe karşı çok hırslı.
ŞEREBE
(C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz.
ŞEREC
(C.: Şüruc) Donyağı.
ŞEREF
Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * İftihâr, övünme.
ŞEREF-BAHŞ
f. şereflendiren. şeref veren.
ŞEREFE
Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.
ŞEREF-EFZA
f. Şeref artıran.
ŞEREF-PEZİR
f. Şeref ve itibar bulan.
ŞEREF-RESAN
Şeref ulaştıran, şeref eriştiren.
ŞEREF-RİZ
f. Şeref veren.
ŞEREF-VARİD
f. Şerefle gelen.
ŞEREF-YAB
f. şeref bulan, şeref kazanan.
ŞEREF-ZAHİR
f. Şerefle çıkan.
ŞEREH
Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs.
ŞEREKE
(c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek)
ŞEREKRAK (ŞERAKRUK)
Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.
ŞEREM-SAR
f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan.
ŞERENG
f. Zehir.
ŞERER
(Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar.
ŞERERE
(C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı.
ŞERERFEŞAN
f. Kıvılcım saçan.
ŞERERNÂK
f. Kıvılcım saçan.
ŞERES
Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak.
ŞERET
(C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti.
ŞERETİYY
(C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı.
ŞERH
Her nesnenin evveli. * Her sene yeni doğan deve yavruları. * Yiğitlik. * Yarmak.
ŞERH
Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. * Açıklanmış yazı, risale.
ŞERHA
Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça.
ŞERHAN
(Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek.
ŞERHAN
Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.
ŞER'Î
Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.
ŞER'-İ ENVER
En nurlu kanun ve nizam. En ziyade saadete, selâmete, emniyete vesile olan şeriat.
ŞER'-İ İSLÂM
İslâm şeriatı. İslâmî hükümlere, itikadlara tam uygun kanun.
ŞER'Î TAKVİM
(Bak: Takvim-i Arabî)
ŞERİAT
Doğru yol. Hak din yolu. * Büyük ve geniş cadde. * Nur, aydınlık, ışık. * Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kanunların hey'et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mânâsına müsta'meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyâtı ve ahkâm-ı fer'iye denen ibadet, ahlâk ve muâmelât yâni, İslâm Hukukunu ihtivâ etmektedir... (Bak: Hukuk)(Şeriat; insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hulâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. İ.İ.)(Şeriat ikidir. Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'âl ve ahvâlini tanzim eden ve sıfât-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-i kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. H.)("Şir'a, Şeria, Meşrea"; lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teâlâ'nın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiâre ıtlak edilmiştir ki, din demektir.) (E.T.)(Şeriat, din lisânında; Cenâb-ı Hakkın, kulları için vazetmiş olduğu, dini, dünyevi ahkâmın heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâmelâtı ihtiva eder.Şeriat, umumi mânasına nazaran bir Peygamber-i Zişân tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlâhi demektir. Ahkâm-ı Şer'iye denilince, bundan kanun-u İlâhi hükümleri mânasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur'ana, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur. Ist. F.K.)(Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasi olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah'ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmâl edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevaplıdır, kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): "Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevap kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!" der. Siyasi hükümlerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şari'in maksadı ise, insanların âhiret saâdetidir. İşte bundan dolayı, bütün insanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vâcibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan peygamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, akli delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları defetmeye sevk eden insan demektir. Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak şeriat ile iş görmeğe sevkeder. Şari'a göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete râcidir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine nâiblik etmek demektir.) (Mukaddime, İbn-i Haldun, ci: 1, sh: 508-509-510, 1954, İstanbul Maarif Basımevi)
ŞERİAT-I FITRİYE
Cenab-ı Hakk'ın kâinatta vaz'ettiği fıtrî kanunlar. Âlemin harekât ve sükûnetini tanzim eden ve Allahın irade sıfatından gelen kanunlar.
ŞERİAT-I GARRÂ
Parlak ve nurlu şeriat. İslâmiyet.
ŞERİB
Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak.
ŞERİDE
Kavun dilimi.
ŞERİF(E)
Şerefli, mübarek. * Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse. (Bak: Sâdât)
ŞERİHA
(C.: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası. * Et dilimi.
ŞERİK
Ortak. * Arkadaş.
ŞERİK-İ CÜRM
Huk: Suç ortağı.
ŞERİR(E)
Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü.
ŞERİS
Yaramaz huylu kimse.
ŞERİS
Eski nalin.
ŞERİT
Hurma yaprağından yapılan urgan.
ŞERİYY
İyi, kıymetli at.
ŞER'İYYE(T)
Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma.
ŞERKA'
Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun.
ŞERM
Yarmak. * Atâ etmek, hediye vermek.
ŞERM (ŞİRM)
f. Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme.
ŞERMENDE
f. Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan.
ŞERMGİN
f. Utangaç. Utanan, hayâ eden.
ŞERMİN
f. Mahcub. Utangaç.
ŞERMNÂK
f. Mahcub. Utangaç.
ŞERMSÂR
f. Utangaç, müstahyi, mahcub.
ŞERNAK
Göz kapağının ağır ve kalın olması. * Ekinin bir mertebe uzun olması.
ŞERNİS
Eli ve ayağı kaba olan.
ŞERR
Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü.
ŞERR Ü FESAD
Kötülük ve bozukluk. şer ve fesat.
ŞERREDE
Ayırdı mânâsına Teşridden mâzi fiili. (Bak: Teşrid)
ŞERR-İ MAHZ
Sırf şer. Hiç hayır ciheti olmayan şer ve musibet.
ŞERR-ÜN NÂS
İnsanların en kötüsü, en zararlısı.
ŞERŞERE
Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek. * Yarmak. * Kesmek. * Meta, mal mülk. * Ağırlık. (Bu mânâya C.: Şerâşir)
ŞERUR
Çok şerli.
ŞERVAL
f. şalvar.
ŞERVAT
Uzun, tavil.
ŞERYE
Çekirdekten biten hurma ağacı. * Az pahalı nesne.
ŞERZ
(C.: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet. * Zorluk. * Kuvvet. * Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek.
ŞERZE
f. Kuduruk, kudurmuş.
ŞERZİME
Küçük insan topluluğu. (Bak: Şirzime)
ŞESAR
(Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara)
ŞESASA
şiddet. * Yaramazlık. * Sığır üstüne yük vurmak. * Kuru ve sert yer. * Acele.
ŞESEL
Yoğunluk.
ŞESEN
Huşunet, haşinlik.
ŞESİB
Yay.
ŞESİS
Sütü gitmiş hayvan.
ŞESS
(C.: şisâs) Boya otu.
ŞEST
f. Balık oltası. * Okçuların parmaklarına taktıkları yüksük.
ŞESU'
Uzak. * Ayakkabısının tasması parçalanmış olan.
ŞESUS
(C.: Şesâyıs) Sütü az olan deve.
ŞEŞ
f. Altı. 6
ŞEŞ-CİHET
f. Altı yön, altı cihet. (Bak: Cihat-ı sitte)
ŞEŞ-EBRAR
Altı aded hayır sahibi ki, bunlar: Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'dir (Radıyallahu anhüm).
ŞEŞHANE
f. Namlusunda 6 yivi bulunan tüfek veya top.
ŞEŞ-PA
f. Altı ayaklı.
ŞEŞ-PER
f. Altı kanat. * Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz.
ŞEŞÜM
Altıncı, sâdis.
ŞET'
Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak.
ŞETAME
Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak.
ŞETARET
Şenlik. Şatır ve şuh olmak. * Yarım olmak. * Göz ucuyla bakmak. * Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.)
ŞETARET
ŞETAT
Hadden aşırı olmak. * Hakdan uzak. * Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma.
ŞETAT
Dağılmak, perakende ve dağılmış olmak.
ŞETEN
(C.: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan. * Uzak olmak. * Sağlam yapmak.
ŞETER
Gözün kapaklarının devrik olması. * Bir kale adı.
ŞETET
Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt.
ŞETEVİYY
Kışa mensup, kış ile ilgili. * Kış evi. * Kış kaftanı, kışlık elbise. * Kış yağmuru.
ŞETİBE
Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası.
ŞETİM
Küfredilmiş sövülmüş kimse. * Kerih ve kabih olan, çirkin.
ŞETİME
Sövme, sövüş, sövüp sayma.
ŞETİT(E)
Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli.
ŞETM
Sövmek, azarlamak, küfretmek.
ŞETM-İ GALİZ
Edepsizce sövme.
ŞETN
Dokumak. Çulhalık.
ŞETT
Dağınık olmak, târumar etmek, dağıtmak. Başka başka olmak.
ŞETTA
Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan.
ŞETTAM
(şetm. den) Çok küfreden.
ŞETTE (ŞETÂT)
Perâkende olmak, dağılmak.
ŞETUN
Irak, uzak, baid.
ŞETUT
Büyük hörgüçlü dişi deve.
ŞETUTÎ
Büyük hörgüçlü deve.
ŞETVA
Mısır'da bir köy.
ŞETVE
Kış olmak. * Soğuk olmak. * Kıtlık olmak.
ŞEUB
Ölüm, mevt.
ŞEV
f. Gece. Leyl.
ŞE'V
Geçmek, takaddüm eylemek. * Son, nihayet. * Devenin yuları. * Zembil. * Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak. * Kaygan.
ŞEVA
Kolay. * Vücut organları. (El, ayak gibi). * Malın kötüsü.
ŞEVAGİL
(Şagile. C.) Uğraşmalar, meşguliyetler.
ŞEVAHIK
(şahika. C.) Yüksek tepeler, şahikalar.
ŞEVAHİD
(Şâhid. C.) Şahitler, şehadet edenler.
ŞEVAHİN
(Şahin. C.) Şahinler, doğan kuşları.
ŞEVAİ'
(Şâyi'. C.) Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar.
ŞEVAİB
(Şâibe. C.) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar. * Şüpheler $* Eserler, izler, nişânlar.
ŞEVAİR
(Şâire. C.) Kadın şâirler.
ŞEVAKİL
(Şâkile. C.) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler.
ŞEVAMİH
(Şâmiha. C.) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler.
ŞEVAMİL
(Şâmile. C.) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler.
ŞEVAR
Ev esvabı, elbise, libas. * Heyet.
ŞEVARIK
(Şârıka. C.) Nurlar, aydınlıklar. Parlaklıklar.
ŞEVARİ'
(Şâri'. C.) Büyük yollar, caddeler.
ŞEVARİB
(Şârib. C.) Bıyıklar.
ŞEVARİD
(Şâride. C.) Dağılmış, dağınık şeyler.
ŞEVAT
(C.: şivâ) Baş derisi.
ŞEVATÎ
(Şâti. C.) Kenarlar, kıyılar.
ŞEVAYİB
(Şayibe. C.) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar.
ŞEVAZ (ŞÜVÂZ)
Tütünsüz ateş.
ŞEVAZÎ
Dağların dik tepeleri.
ŞEVAZZ
(şâzze. C.) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar.
ŞEVB
Karıştırmak. * İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey.
ŞEVBEC
Oklava.
ŞEVE
Göz değmesi, nazar değmesi.
ŞEVEH
(şevh) Kara olmak ve çirkinlik. (Bak: şâhet-il vücuh)
ŞEVES
Gururdan dolayı göz ucuyla bakma.
ŞEVH
Kara ve çirkin olmak.
ŞEVHA
Yay yapımında kullanılan ağaç.
ŞEVHA
Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın.
ŞEVHEB
(C.: şevahib) Kirpi.
ŞEVHER
f. Erkek eş, koca, zevc.
ŞEVK
Çok istek, şiddetli arzu. * Neş'e. *Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama. * Memnun. Şâduman. (Bak: Himmet, Şavk)
ŞEVK
Diken. * Birinin hiddet ve şevketi görünmek. * Ekin.
ŞEVK U İŞTİYAK
Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak.
ŞEVK-ÂLUD
f. şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli.
ŞEVK-ÂVER
f. Neşe veren, neşe getiren, şevklendiren.
ŞEVK-BAHŞ
f. şevk veren, şevklendiren. * Meşhur bir çeşit lâle.
ŞEVK-EFZÂ
f. şevklendiren, neşe artıran.
ŞEVKERAN
Baldıran otu.
ŞEVKET
Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. * Diken. Diken batmak.
ŞEVKETLÛ
Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir.
ŞEVKÎ
Neşe ve şevk ile alâkalı.
ŞEVK-İ TENZİLÎ
Kur'an-ı Kerim'in ilk önceki mânâsıyla Sahabelere verdiği sevgi ve iştiyak. Kur'an-ı Kerim'in tenzil mertebesindeki mânâsının verdiği şevk. İlâhî bir makamdan inmenin verdiği şevk.
ŞEVKİSTAN
f. Dikenlik.
ŞEVNİR
Çörek otu.
ŞEVR
Davarı baharda otlamağa bırakmak. * Kovandan bal almak. * Satılığa çıkarmak.
ŞEVSA
Karın içinde olan yel.
ŞEVŞAT
Tez yürüyüşlü dişi deve.
ŞEVŞEB
Karınca.
ŞEVTAB
El silecek bez. El bezi.
ŞEVVAL
Arabi aylardan onuncusu. Ramazandan sonraya geldiği için ilk üç günü mübarek Ramazan bayramıdır.
ŞEVZAK
şahin kuşu.
ŞEVZEB
Uzun, tavil.
ŞEVZENİK
Şahin kuşu.
ŞEY'
Miktar. * Uzaklık. * Arslan eniği.
ŞEY'
Nesne, şey. * İstemek, dilemek.
ŞEY'AN
Uzaktan gören. * İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen.
ŞEYATİN
Şeytanlar. (Bak: Şeytan)
ŞEYB
İhtiyarlık. Yaşlılık. * Saç, sakal ağarması.
ŞEYD
Binayı kireçle yapmak.
ŞEYDA
f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal.
ŞEYDÂİ
f. Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık.
ŞEY'EN FEŞEY'EN
Yavaş yavaş, azar azar.
ŞEYH
Yaşlı adam. * Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. * Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat)
ŞEYH SAİD HADİSESİ
5 Şubat 1925'de devrin hükümetine karşı şark aşiret reislerinden Şeyh Said ismindeki zâtın teşebbüs ettiği bir harekettir. Şeyh Said, bu hareketine yardım etmesi için Bediüzzaman Said Nursî'ye mektub yazmış, fakat Bediüzzaman bu teklifi reddetmiş ve cevaben yazdığı mektubda şöyle demiştir:(Türk milleti, asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir. Tr.) (Bak: Said-i Nursî)
ŞEYHAN
(şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. * Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer'in (R.A.) beraberce bâzı mühim kitaplarda geçen isimleri. * Bazı fıkıh kitablarında, İmam-ı A'zam ile İmam-ı Ebu Yusuf'un ikisine birden verilen isim.
ŞEYHEM
(C.: şeyâhim) Erkek kirpi.
ŞEYHEYN
(Bak: şeyhan)
ŞEYHUHET
(Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık.
ŞEYH-ÜL HADİS
İkiyüz bin Hadis-i Şerifi, rivayet edenleriyle birlikte ezbere bilen büyük hadis âlimi.
ŞEYH-ÜL İSLAM
Osmanlı Devleti zamanında din işlerine bakan ve sadrazamdan sonra gelen en yüksek vazifeli şahıs. Âlimlerin reisi.
ŞEYLEM
Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum.
ŞEYM
Çok soğuk su. * Kılıç çıkarmak. * Kınına sokmak.
ŞEYN
Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey.
ŞEYT
Helâk olmak, mahvolmak. * Yanmak. * Kaynamak.
ŞEYTAN
İblis. (Cenab-ı Hakk'ın emrine isyan ettiğinden rahmetinden kovulmuş, şerleri ve muzır şeyleri temsil eder ve ateşten yaratılmıştır. Bütün melekler Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hazret-i Âdem'e secde ettiği halde Şeytan: "O, topraktan yaratılmıştır, ben ateşten yaratıldım. Ben ondan daha kıymetli ve yükseğim" diye kibirlenerek, Cenab-ı Hakk'ın emrine karşı gelmiş ve Hazret-i Âdem'e secde etmediğinden, Allah'ın rahmetinden kovulmuştur.(Melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur. Makamları sâbittir, tebeddül etmez. Keza, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sâbittir, nâkıstır. Alem-i insaniyette, ise; merâtib-i terakkiyât ve tedenniyât, nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan tut, tâ sıddıkin-i evliya ve enbiyaya kadar gâyet uzun bir mesâfe-i terakki var.İşte kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba's-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, mâden-i insaniyyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar, beraber kalacaktı. Alâ-yı illiyindeki Ebu Bekir-is Sıddık'ın ruhu, esfel-i sâfilindeki Ebu Cehil'in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatin ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil; belki su-i istimalâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir, icad-ı İlâhîye ait değildir. M.)Bu mevzuya dair tafsilât: Risale-i Nur Külliyatından "Lem'alar" adlı eserin 13. Lem'asındadır.
ŞEYTANET
Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık.
ŞEYTANÎ
Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır.
ŞEYTANÎ PİŞE
f. Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet.
ŞEYYAD
(Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen. * Sıvacı.
ŞEYYEBET
(Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.).Şeyyebetnî : Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında)
ŞEYYİR
(C.: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan.
ŞEYZEM
Katı ve uzun.
ŞEYZENUK
şahin kuşu.
ŞEYZUMAN
Kurt.
ŞE'Z (ŞE'S)
Kaba ve katı.
ŞEZA
Kokulu şeylerin şiddetle kokması.
ŞEZA'
Sinirin yarılması.
ŞEZAT
Budak kırmak. * At sineği. * Bir gemi cinsi. * Tuz. * Kuvvet ve şiddet bakiyyesi. * Ağaç ismi.
ŞEZAZE
Çok kurumak.
ŞEZB
Ağaçtan budanan kuru odun. * Geçmek, intikal etmek. * Sınır. (Bu mânâya C.: Eşzâb)
ŞEZEBE
(C.: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan.
ŞEZEN
Nahiye, cânip, taraf. * Kaba ve sağlam yer.
ŞEZERAT
(Şezre. C.) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları. * Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri.
ŞEZF
Şiddet. * Darlık.
ŞEZİM
Sağlam, muhkem ve uzun.
ŞEZİYYE
(C.: Şezâyâ) Bir parça nesne.
ŞEZR
Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak.
ŞEZR (ŞEZİR)
Altın mâdeninden toplanan altın ufağı. * İnci parçaları.
ŞEZRE
Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme. * İpi soluna bükme. * Tersine bükülmüş ip, urgan. * El değirmenini sola doğru çevirme. * Şiddet, suubet, zorluk.
ŞEZRE
(C.: Şezerât-Şüzur) İşlenmemiş ham altun. * Süs için asılan inci ve altun.
ŞEZRE-MEZRE
Darmadağınık.
ŞEZZ
Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca "şizâz" derler.)
ŞIDK
(C.: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı. * Ağzın kenarı.
ŞIHNE
Emniyet memuru. İnzibat memuru.
ŞIHNE
Adâvet, düşmanlık. * Davar bağladıkları yer.
ŞIKAK
Ayak yarığı. * Ot. * Muhalefet etmek, karşı gelmek.
ŞIKB
(C.: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı. * Çukur yer.
ŞIKK
Bir bütünün parçalarından her biri. * İki ihtimalden ve iki cihetten her biri. * İkiye ayrılmış şeyin bir kısmı.
ŞIKK
(Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye ayıran bir alev) vardı. El Yaşkarî adındaki ikinci Şıkk, Satih ile birlikte devrinin en meşhur kâhiniydi. Satih'ten sonra o da Yemen'de bulunan Lâhmi Meliklerinden birisinin rüyasını tâbir ile Habeşlerin Yemen'i zabt edeceklerini, bu memleketin İbn-i Ziyezen tarafından kurtarılacağını, ayrıca Peygamber'in (A.S.M.) geleceğini beşaret vermişti. Bunların vücudları yalnız bir bacak ve bir kolu olan yarım insan şeklinde idi, insanlar tarafından tevlid olunmuşlardı. (İslâm Ansiklopedisinden)
ŞIKKAYN
Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı.
ŞIKK-I MUHALİF
Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı.
ŞIKN
Az, kalil.
ŞIKS
(C.: Aşkâs) Bir parça yer. * Her nesnenin bir miktarı.
ŞIKŞAKA
(C.: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.) * Zayıf, yaşlı kimse. * Uzun ince çubuk. * Ağzın çevresi.
ŞIKVE (ŞEKÂVE)
Bedbahtlık. * Yaramazlık.
ŞIKZ
(C.: Şekazân) Keler eniği.
ŞIKZA'
Çok acıkmış tavşancıl.
ŞIN
Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür.
ŞI'RA
Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız.
ŞISB
(C.: şesâyib) şiddet. * Nasip.
ŞI'ŞA'
Uzun, yeynicek kimse. * Uzun boyunlu deve.
ŞITRE
Yarım, nısf.
ŞİA
Yardımcılar mânâsiyle, Alevilik, Şiilik. İfrat ve tefrit ve dünyevi sebebler yüzünden Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebinden ayrılan bir fırka. Bir şahsa taraftar olmak. (Çok açık mukni izâhatını Risâle-i Nur külliyatı Dördüncü Lem'adan okuyunuz.)
ŞİAB
(Şi'b. C.) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar. * (Şube. C.) Şubeler. (Bak: Şuâb)
ŞİAR
İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret. * İnsanın gömleği. * Ölüm. * (Şa'r. C.) Kıllar.
ŞİARE
(C.: Şeâyir) Hac amelleri. * Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne.
ŞİAR-I RÂZ
f. Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret.
ŞİB
Üzerine kar düşen dağ. * Su içerken devenin dudağından çıkan ses.
ŞİB
f. İniş. Aşağı doğru eğiklik.
Şİ'B
(C.: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu.
ŞİB'
Tokluk.
ŞİBA'
(Şeb'ân. C.) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler.
ŞİBA'
Tokluk, doyma.
ŞİBAB
Bıçak üstüne sürçmek. * At neşesi.
ŞİBAK
(Şebeke. C.) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar.
ŞİBDİ'
(C.: Şebâdi) Akrep. * Dil, lisan. * Belâ. * Şiddet.
ŞİBH
Benzer. Benzeyen şey.
ŞİBH-İ AKD
Akid benzeri. Sözleşme, sözle anlaşma benzeri.
ŞİBH-İ BEŞER
İnsana benzeyen şempanze, goril gibi hayvanlar.
ŞİBH-İ BEŞERE
Üst deriye benzer olan.
ŞİBH-İ BİLLURÎ
Billur gibi olan.
ŞİBH-İ CİLD
Cilde benzeyen, cildimsi.
ŞİBH-İ HÜSN-Ü TA'LİL
Edb: Bir hâdisenin vukuuna şairane olarak ve kat'î olmayan bir sebeb göstermek.
ŞİBH-İ MÜNHARİF
Geo: Yamuk. Yalnız iki kenarı paralel olan dörtgen.
ŞİBL
Aslan yavrusu.
ŞİBR
Karış.
ŞİBRAK
Yırtmak. * Parçalamak.
ŞİCA'
(Bak: Şücâ)
ŞİCAB
Divit kapağı. * Her nesnenin ağzına, yarığına ve gedik yerine koyup tıkadıkları nesne.
ŞİCAR
Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç. * Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç. * Kapı ağacı. * Deve alâmetlerinden bir alâmet.
ŞİD
Kireç. Sıva.
ŞİD
f. Nur, ziya, aydınlık. * Güneş.
ŞİDAD
(Şedid. C.) Sertler. Şiddetliler.
ŞİDDET
Sertlik, katılık. * Ziyadelik. * Sıkılık. * Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma ayrılır:Şedide-i mechure : Elif, bâ, cim, dal, tı harfleri.şedide-i mehmuse : Kaf ve tâ harfleri.
ŞİDDET-İ TAZYİK
Tazyik ve baskının şiddeti.
ŞİDED
(Şiddet. C.) Şiddetler.
ŞİE
Alâmet, işaret, nişan.
ŞİFA
Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.(...Hastalık seni uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlik-ı Rahim inşaallah sana şifa verir. L.)
ŞİFA-BAHŞ
f. Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren.
ŞİFAH
(Şefe. C.) Dudaklar.
ŞİFAHANE
f. Hastahane.
ŞİFAHEN
Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle.
ŞİFAHÎ
Ağızdan, şifahen, sözlü.
ŞİFAHİYÂT
Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler.
ŞİFA-İ ÂCİL
Hastalıktan çabuk kurtulma.
ŞİFA-İ ŞERİF
(Bak: Kadî İyaz)
ŞİFAKÂR
f. Şifalı. Şifaya sebeb olan.
ŞİFANAPEZİR
(Şifâ-nâpezir) f. Tedavi edilmez, şifa bulmaz, tedavi olmaz.
ŞİFAPEZİR
f. İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir.
ŞİFARESAN
f. Şifaya erişen, hastalığı iyileşen.
ŞİFASAZ
f. şifa veren, iyi eden.
ŞİFAYAB
f. Şifa bulma, iyileşme.
ŞİFE
(Bak: Şefe)
ŞİFF
Ziyade, çok, fazla. * Eksik, noksan. (Ezdattandır)
ŞİFRE
Fr. Gizli ve işaretle yazı usulü. * Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. * Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü.
ŞİFTE
f. Düşkün, tutkun, meftun.
ŞİFTEDİL
f. Gönül vermiş, meftun, tutkun.
ŞİFTEGÎ
f. Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet.
ŞİH(A)
Yavşan denilen ot.
ŞİHAB
Parlak yıldız. * Kıvılcım. * Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı.
ŞİHAT
(Bak: Şeyhuhet)
ŞİHBAN
(Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
ŞİHDARE
Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse. * Kısa boylu ve şişman kimse.
ŞİHE
f. At kişnemesi.
ŞİÎ
Şia fırkasından olan.
ŞİİR
Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz. * Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas.
ŞİKA
(Şekve. C.) Şikâyetler, sızıltılar.
ŞİKAB
İki dağ arası. * İki kaya arası.
ŞİKÂF
f. (Şikâften: "Yarmak" mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. * Kelime sonuna gelerek "yırtıcı, yırtan" mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf $ : Ciğer parçalayan.
ŞİKAK
Nifak, ikilik, ittifaksızlık.
ŞİKAL
Devenin palanını bağlıyan ip. * Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek. * El ve ayak zinciri. * Üç ayağı beyaz olan at.
ŞİKAR
Mc: Değerli, kıymetli.
ŞİKAR
f. Av, avlanan hayvan. Avlama. * Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet.
ŞİKARİSTAN
f. Av yeri, avı çok olan yer.
ŞİKAYAT
(Şikâyet. C.) Şikâyetler.
ŞİKAYET
Sızlanma, sızıltı. * Haksız olan, haksız iş yapan bir kimseyi üst makama bildirmek.
ŞİKEM
f. Karın.
ŞİKEMBE
f. İşkembe.
ŞİKEMBENDE
f. Midesine düşkün. Çok yiyen.
ŞİKEMDERD
Karın ağrısı.
ŞİKEMPERVER
f. Yemek tiryakisi, boğazına düşkün.
ŞİKEN
f. (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. * Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken $ : f. Haysiyet kıran.
ŞİKENC
f. Kıvrım, büklüm.
ŞİKENCE
f. İşkence. Azap. Eziyet.
ŞİKENED
Kırıyor, kesiyor.
ŞİKEN-İ KÂKÜL
Kıvırcık saç.
ŞİKEST
f. Kırma, kırılma. * Kıran. * Yenilme, mağlubiyet.
ŞİKESTE
f. Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi.
ŞİKESTEBÂL
f. Kanadı kırık, kırık kanatlı. * Mc: Kederli, üzgün.
ŞİKESTEDİL
f. Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü.
ŞİKESTEGÎ
f. Kırıklık.
ŞİKESTEPÂ
f. Ayağı kırık.
ŞİKESTEZEBÂN
f. Peltek.
ŞİKİBA
(Şikibende) Sabırlı.
ŞİKK
(Bak: Şıkk)
ŞİKKE
(C.: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı. * Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi.
ŞİKL
Güçlük. * Naz.
ŞİLAK
Cima etmek. * Vurmak. * Kulağı uzunlamasına yarmak.
ŞİLV
Vücut azâlarından biri.
ŞİMAL
Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey.
ŞİMALEN
Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan.
ŞİMALÎ
şimale ait, sola ve kuzeye ait.
ŞİMAL-İ GARBÎ
Kuzeybatı.
ŞİMAL-İ ŞARKÎ
Kuzeydoğu.
ŞİMAS
Davarın ürkek olması.
ŞİME
(C.: Şiyem) Huy, tabiat.
ŞİMENDİFER
Fr. Demir yolu katarı, tren. * Demir yolu.
ŞİMRAC
(C.: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek. * Yalan karışık söz.
ŞİMRAH
(C.: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı. * Dağ tepesi.
ŞİMŞAD
f. Şimşir ağacı.
ŞİMŞİR
(Bak: Şemşir)
ŞİN
Çok nikâhlı kimse. * Huruf-u mu'cemeden bir harf.
ŞİN
(Bak: Şeyn)
ŞİNAH
f. Suda yüzme.
ŞİNAK
(C.: Eşnâk) Sivri başlı kimse. * Kırba bağladıkları ip. * Başı büyük olan at. * Kuş tuzağı.
ŞİNAR
Ayıp. * Hayâ, utanma, âr.
ŞİNAR
f. Suda yüzme.
ŞİNAS
Uzun, tavil.
ŞİNAS
f. Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas $ : f. Tarihten anlayan, tarih bilen.
ŞİNAVER
f. Suda yüzen. Yüzgeç.
ŞİNEV
f. İşiten, dinleyen.
ŞİNİD
İşitme. Duyma.
ŞİNİDE
f. İşitilmiş. Duyulmuş.
ŞİNİK
On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü)
ŞİNVAY
Kulağın işitmesi.
ŞİR
f. Aslan. * Süt.
Şİ'R
(Şiir) Anlama, idrak. * Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü. (Bak: Şiir)
ŞİRA
Satın alma, satın alınma.
Şİ'RA
Koz: İki yıldızın adı.
ŞİR'A
(Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda insanların, hayat-ı ebediye ve saadet-i hakikiyeye vusulü için Allah'ın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak ve beyan etmek mânasına şer' mastarından veya birşeye duhul manasına şurû'dan alınmıştır. (E.T.) (Bak: Şeriat)
ŞİRA'
Yelken. Gemi yelkeni.
ŞİRAD (ŞÜRUD)
Dağılmak. * Kaçmak.
ŞİRAK
(C.: Şürük) Nalbant kayışı.
ŞİRAN
f. (Şir. C.) Aslanlar.
ŞİRANE
f. Aslanca, gazanferâne.
ŞİRAR
Ateş kıvılcımları. * Şerirler. Şerli kimseler.
ŞİRAT
Neşter.
Şİ'RA-ÜL YEMANÎ
Semanın güney yarım küresinde bulunan "Kelb-i Ekber" denilen burcun ve bütün semanın görünen en parlak yıldızı. (Sirius)
Şİ'RA-ÜŞ ŞAMÎ
Kelb-i Asgar denilen burcun en parlak yıldızı.
ŞİRAZ
Süzülmüş yoğurt.
ŞİRAZE
f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas.
ŞİRAZE-BEND
f. Şiraze bağlayan. * Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren.
ŞİRB
(Şürb) İçme veya içirme nöbeti. İçmek.
ŞİRCENG
f. Arslan gibi savaşan.
ŞİRDAH
Büyük ayaklı.
ŞİRDİL
(C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur.
ŞİRE
f. Süt. * Şıra.
ŞİREC
Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira.
Şİ'REN
Şiir tarzında, şiir olarak.
ŞİRHAR
f. Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara, yavru demek olan beççe; sekizle oniki yaşındakilere gülâmçe; büluğa erenlere gulâm; epeyce traşı gelenlere sakallı; yaşlılara da pir denilirdi. (O.T.D.S.)
ŞİR-İ JİYAN
Kükremiş aslan. (Bak: Jiyan)
ŞİR-İ MÂDER
Ana sütü.
ŞİR-İ YEZDAN
Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın bir ismi. Allah'ın Aslanı.
ŞİRİN
f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın.
ŞİRİN-CEMAL
f. Sevimli yüzlü.
ŞİRİN-EDÂ
f. Lâtif ve şirin edâlı.
ŞİRİNÎ
f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik.
ŞİRİNKÂM
f. Tadı damağında kalmış.
ŞİRİNKÂR
f. Hoş ve tatlı muamele eden.
ŞİRİNZEBAN
f. Tatlı dilli.
ŞİRK
En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)(Evet, küfür mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudât âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan; bütün Esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyâkatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azimdir ki; umum mahlukatın ve bütün Esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği küfrün adem-i afvını iktiza eder. $ şu mânâyı ifade eder. S.)(Mâdem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır, elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünki, $ âyetinin hakikat-ı katıasiyle; müteaddid eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ, bir nâhiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvat kandillerine kadar ve hüceyrât-ı bedeniyeden tâ seyyârâtın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki: Zerre kadar şirkin müdâhalesi olamaz. Ş.)
ŞİRK-ÂLUD
f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette.
ŞİRKET
Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet)
ŞİRKET-İ A'MÂL
Çalışmayı sermaye olarak kabul eden şirket.
ŞİRK-İ HAFÎ
İhlâssızlık, riyakârlık. Allah rızası için değil de başkalarının rızâsı için ibâdet etmek.
ŞİRMERD
f. Arslan yürekli, cesur.
ŞİRPENÇE
(Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban.
ŞİRRET
Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı.
ŞİRRİB
Şaraba karşı hırsı olan.
ŞİRRİR
(C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir.
ŞİRVAZ
Yoğun, kalın ve büyük.
ŞİRYAN
(Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar.
ŞİRZİME
Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu.
ŞİS'
(C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması.
ŞİS (ŞİSÂ')
Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.)
ŞİSI'
Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.
ŞİŞE
Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
ŞİŞEHANE
Şişe yapılan yer.
ŞİŞHANE
(Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı.
ŞİT
Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur.
ŞİTA
Kış. Senenin soğuk mevsimi.
ŞİTAB
f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek.
ŞİTAÎ
(Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair.
ŞİTEVÎ
(Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze.
ŞİVA'
Kebap.
ŞİVAL
Az şey.
ŞİVAR
Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.
ŞİVAZ
Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz)
ŞİVE
Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz.
ŞİVEBÂZ
f. Cilveli, şive ve naz eden.
ŞİVEKÂR
f. İşveli, şiveli, cilveli.
ŞİVEN
f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas.
ŞİYA'
Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı.
ŞİYAM
Yerden kazılan toprak.
ŞİYAT
Yanmış yün ve pamuk kokusu.
ŞİYEM
(Şime. C.) Huylar, tabiatlar.
ŞİZ
Abnus ağacı.
ŞİZAF
Katılık, sertlik.
ŞÖHRE
Ünlü, şöhretli, meşhur.
ŞÖHRET
Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.(Ey şân ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-i riyâdır. Ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen $ de, o belâdan kurtul. M.N.)
ŞÖHRETGİR
f. şöhretli, ünlü. Meşhur.
ŞÖHRET-İ KÂZİBE
Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm.
ŞÖHRETŞİÂR
f. şöhretli. şöhret sahibi.
ŞÖHRETŞİÂR-I ÂLEM
Âlemde şöhret ona nişan olmuş olan. Çok meşhur olan.
ŞUA
(C.: Şu') Sorgun ağacı.
ŞUA'
Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
ŞUAAT
Işıklar, parıltılar, nurlar.
ŞUAB
(şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb)
ŞUABAT
(Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar.
ŞUAL
(şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri.
ŞUARA
(Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir.
ŞUAYB (A.S.)
Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm kendisine inananlarla Mekke'ye gitti ve orada yerleşti. Musâ Aleyhisselâm'ın kayınpederi idi. (Bak: Ashab-ı Eyke)
ŞUBAN
f. Çoban.
ŞU'BE
Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol.
ŞU'BUB
(Bak: şü'bub)
ŞUGL
İş, meşgul olunacak şey, gaile.
ŞUGMUM
Uzun, tavil.
ŞUGUL
(Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler.
ŞUH
(Şıh) Bahil, cimri, hasis kimse.
ŞUH
f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak.
ŞUHA
Karın ağrısı.
ŞUHH (ŞIHH)
Bahillik.
ŞUH-MEŞREB
f. Açık meşrebli, şen ve neşeli.
ŞUHUD
(Bak: şühud)
ŞUHUM
(Şahm. C.) Yağlar, içyağlar.
ŞUHUR
(Bak: şühur)
ŞUKAK
Bir çeşit hayvan hastalığı.
ŞUKKA
Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere.
ŞUKRE
Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.
ŞUKUK
(Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar.
ŞUKUNE
Azlık.
ŞU'LE
Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun.
ŞU'LEBÂR
f. Işıklı.
ŞU'LEDÂR
f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı.
ŞU'LEFEŞÂN
f. Işık saçan, parlatan.
ŞU'LEGİR
f. Tutuşan, alevlenen, alev alan.
ŞU'LE-İ BERKIYYE
Yıldırım ışığı. Şimşek parıltısı.
ŞU'LE-İ CEVVAL
Daim hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.
ŞU'LENÜMÂ
f. Alev gösteren, alevli.
ŞU'LEPÂŞ
f. Işık saçan.
ŞU'LEPERVER
f. Işıklandıran. Alevlendirici.
ŞU'LEPUŞ
f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü.
ŞU'LERİZ
f. Işıldayan, alev saçan.
ŞUM
Hayırsız kişi.
ŞU'M
(Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz.
ŞUMA
f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri)
ŞUR
f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü.
ŞURA
Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme.(Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta'dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaattan çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şurâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şurâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan sırat-ı müstakime sevkedebilsin.) Sünühat'tan.(Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer'iyyedir. $ Ayet-i Kerimesi, şurayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasiyle birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi o şurâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.Asya Kıt'asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şura'dır. Yâni, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şurayı yapmaları lazımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâm'ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmândan gelen hürriyet-i şer'iyye iki esası emreder: $ $Yani: İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek.. ve zâlimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah'ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iyye Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.Eğer denilse: Neden şuraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şura ile olabilir?Elcevab: Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlâs'ında izah edildiği gibi; haklı şura ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacâtı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şura-yı şer'î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar. H.)
ŞURA SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, "Hâ mim ayn sin kaf" Suresi de denir.
ŞURAB (ŞURÂBE)
f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı.
ŞURA-YI DEVLET
İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay.
ŞUR-BAHT
f. Bahtsız, talihsiz.
ŞURE
Heyet.
ŞURE
f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak.
ŞUR-EFGEN
f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran.
ŞUR-ENGİZ
f. Gürültü çıkaran, şamata yapan.
ŞUREZAR
Çorak yerler, verimsiz araziler.
ŞURİDE
f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun.
ŞURİDEGÎ
f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük.
ŞURİSTAN
Çorak yerler.
ŞURİŞ
f. Karışıklık, kargaşalık.
ŞURTA
(Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma.
ŞURU'
Başlama. Mübaşeret etme.
ŞURUT
(Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller.
ŞURUT-U SALÂT
Namazın şartları.
ŞUS
Pak etmek, temizlemek.
ŞUSY
Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.
ŞUTBE
(C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.
ŞUTTAR
Pazu hareketi.
ŞUTUR
Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve.
ŞUTUR
Irak, uzak, baid.
ŞUTUT
(şatt. C.) Büyük nehirler.
ŞUUB
(şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler.
ŞUUBAT
(şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler.
ŞUUN
(Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
ŞUUNAT
Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler.
ŞUUN-U SEYYALE
Akıcı, bir halde durmayan işler.
ŞUUR
Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir. (E.T.) * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar.
ŞUURDÂRÂNE
f. Haberli ve iyice tanı(Zeker). Kendinden haberi olarak. Bilerek, bilir gibi.(Hayat olmazsa vücud vücud değildir; ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçâre, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat'i bir yakin ile hükmolunur ki; şu kusur-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münâsib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi; Güneşin ateşinde dahi, o nurani sekeneler bulunur. Nar nuru yakmaz. Belki ateş, ışığa meded verir... S.) (Bak: Vicdan)
ŞUVAZ
Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama.
ŞUVEYY
Yavaş.
ŞUY
f. Koca, eş, zevc.
ŞUYİDE
f. Yıkanmış.
ŞÜBAN
Çoban.
ŞÜBANÎ
Kırmızı yüzlü.
ŞÜBBAN
Gençler, delikanlılar.
ŞÜBBAN-I VATAN
Vatanın gençleri.
ŞÜBBUT
Kalkan balığı.
ŞÜBEH
(şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler.
ŞÜBHE
(C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.
ŞÜBHE-İ TÂRIK
Zulmetten gelen şüphe belâsı.
ŞÜBKE
(C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.
ŞÜBRÜM
Kısa boylu kimse.
ŞÜ'BUB
Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti.
ŞÜCA'
(Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli.
ŞÜCEA'
(Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar.
ŞÜCEYRE
Çalı, ufak ağaç.
ŞÜCNE
Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları.
ŞÜCUB
Ev içinde olan direk.
ŞÜCUN
Ağaç dalları. * Füruât, teferruat.
ŞÜCUR
Muhtelif ve çeşitli olmak.
ŞÜD
f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd $ : Geldi gitti.
ŞÜDUN
Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak.
ŞÜF'A
Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir. (H.L.)
ŞÜFAFE
Kap dibinde kalan su.
ŞÜFEA'
(Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.
ŞÜFR
(C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı.
ŞÜFRE (ŞEFRE)
(C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer.
ŞÜFUF
Zayıf olmak.
ŞÜFUN
Göz ucuyla bakmak.
ŞÜGUR
Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak.
ŞÜGÜL
(C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak.
ŞÜHBE
Siyaha galip olan beyazlık.
ŞÜHEDA
(şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid)
ŞÜHRE
Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak.
ŞÜHUB
Mütegayyer olmak, değişmek.
ŞÜHUD
şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme.
ŞÜHUDÎ
Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. (Ehl-i şuhud dediğimizden maksad Evliyâullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. M.N.)
ŞÜHUR
(şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler.
ŞÜHUR-U SELÂSE
Arabî üç aylar. Receb, Şaban ve Ramazan ayları.
ŞÜHUS
Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.
ŞÜHÜB
(Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
ŞÜKAF
(Bak: şikâf)
ŞÜKARA
Sütlü deve. * Sütlü koyun.
ŞÜKAT
(şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler.
ŞÜKLE
Gözün ağındaki kırmızılık.
ŞÜKM
Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti.
ŞÜKR
(Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. (Bak: Ni'met)(Kalb ile, dil ile ve sâir beden azâlarıyla olur. Nimet verene muhabbet etmek ve itaat etmek de şükürdendir. Şükür eden, her nimeti Allahın râzı olduğu yere sarfeder. Şükür; Allah'ın, kullarının iyi amellerine mükâfat veya mücazat vermesidir. Sebeplerin envaı cihetinden şükür hamdden daha umumidir. Taalluk cihetinden hususidir. Hamd, taalluk cihetinden daha umumi, esbab cihetinden daha hususidir.)(Kur'an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor, öyle de Kur'an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür... Görüyoruz ki her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükür ile kaimdir; şükür ile oluyor; şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-i şuuri bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan dalâlet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor... Şükrün mikyası: Kanaattir ve iktisattır ve rızâdır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizânı; hırstır ve isrâftır, hürmetsizliktir. Haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet hırs şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir... Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi namazdır. M.)
ŞÜKRAN
İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli.
ŞÜKRANİYET
Şükranlık.
ŞÜKRGÜZAR
f. İyilik bilen, teşekkür eden.
ŞÜKR-Ü KÜLLÎ
Umumi nimetler için yapılan şükür.(Eğer desen: "Şu küllî hadsiz ni'metlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?"Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile... Meselâ nasılki, bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım. " Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim. " İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Aciz bir abd namazında Ettahıyyâtü lillâh der. Yâni: Bütün mahlukatın hayatlariyle sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem, sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllidir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyyetleridir. S.)
ŞÜKR-Ü ÖRFÎ
(Bak: Hamd)
ŞÜKUF(E)
f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk.
ŞÜKUFEZAR
f. Çiçek bahçesi.
ŞÜKUF-MİSAL
Gonca gibi, tomurcuk gibi.
ŞÜKUH
f. Azamet, ululuk, celal.
ŞÜKUK
(şekk. C.) şekler, şüpheler.
ŞÜKUR
Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme.
ŞÜKÜFTE
f. "Açılmış" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte $ : Yeni açılmış.
ŞÜLLE
Niyyet. * Uzak emir.
ŞÜMAR
f. Sayan, sayıcı. Eden, edici.
ŞÜMAR
f. Hesap, sayı. * Sevgi, muhabbet.
ŞÜMARENDE
f. Sayan, hesab eden.
ŞÜMARİDE
f. Sayılmış, hesab edilmiş.
ŞÜMHUT
Uzun, tavil.
ŞÜMRUH
Hurma budağı.
ŞÜMS
(C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık.
ŞÜMU'
(Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları.
ŞÜMUH
Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed.
ŞÜMUL
Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak.
ŞÜMUS
(şems. C.) şemsler, güneşler.
ŞÜMÜRDE
f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış.
ŞÜNAN
Perâkende, dağılmış.
ŞÜNHUB(E)
(C.: Şenâhıb) Dağbaşı.
ŞÜNŞÜN
Zeyrek ve akıllı genç yiğit.
ŞÜNTÜR
(C.: şenâtir) Parmak.
ŞÜNUE
Uzak olmak. Irak olmak.
ŞÜNZUVE
(C.: Şenazi) Dağ kenarı.
ŞÜPÜŞ
f. Bit.
ŞÜRABİYE
f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak.
ŞÜRB
İçme. İçilme.
ŞÜREBE
Çok içen. Çok içici olan.
ŞÜREF
(şerefe ve şürfe. C.) şerefeler.
ŞÜREFA
(Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar.
ŞÜREKA
(şerik. C.) şerikler, ortaklar.
ŞÜRR
Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek.
ŞÜRRUF
Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.
ŞÜRSE
Papuç. Nâlin. Ayakkabı.
ŞÜRSUF
(C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı.
ŞÜRŞUR
Yund kuşu dedikleri kuş.
ŞÜRTA
(C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.
ŞÜRU'
Başlamak. (Bak: şuru')
ŞÜRUH
(Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar.
ŞÜRUK
Tulu' etmek, doğmak.
ŞÜRUR
(şerr. C.) şerler. Kötülükler.
ŞÜRUT
(Bak: şurut)
ŞÜS
f. Akciğer.
ŞÜST
f. Yıkama.
ŞÜSTE
f. Yıkanmış.
ŞÜSU'
Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma.
ŞÜSUB
Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet.
ŞÜŞ
f. Karaciğer.
ŞÜTUM
(şetm. C.) Küfürler, sövmeler.
ŞÜTUM-İ GALİZA
Galiz ve kaba küfürler.
ŞÜTÜR
f. Deve.
ŞÜTÜR GÜRBE
f. "Deve ile kedi" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü.
ŞÜTÜRBÂN
f. Deveci. Deve çobanı.
ŞÜTÜRBÂR
f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık.
ŞÜTÜRDİL
f. Deve huylu, kinci, inatçı.
ŞÜTÜRGÂV
f. Zürafa.
ŞÜTÜRLEB
f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse.
ŞÜTÜRMÜRG
f. Devekuşu.
ŞÜTÜRPÂ
f. Deve ayaklı. * Kekik otu.
ŞÜUBİYYE
Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife.
ŞÜUN
(Bak: şuun)
ŞÜUNÂT
(Bak: şuunât)
ŞÜVAYE
Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a.
ŞÜVAZ
(Bak: şuvaz)
ŞÜYU'
Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma.
ŞÜYUH
(Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar.
ŞÜZAM
Tuz. * Akrep ve arı dikeni.
ŞÜZUB
Davarın ince belli olması.
ŞÜZUR
(Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.
ŞÜZUZ
(Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak.
ŞÜZZAZ
Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.


T Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


TA
f. Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ :
TA
Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.
TA' (TAE)
Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek.
TÂ BE KIYAMET
Kıyamete kadar.
TÂ BEKEY
Ne vakte kadar.
TÂ HAŞRE DEK
Haşre kadar.
TA KEY
f. Ne vakte kadar?
TAA
Muti olmak. İtaat etmek.
TAAB
Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.
TAAB-ÂVER
f. Yorgunluk veren.
TAABBÜD
İbadet etmek. Kulluk etmek.(Ey insan! Kur'ânın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivâsından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat, ma'budiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler. L.)
TAABBÜDÎ
İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.(Mesâil-i şeriattan bir kısmına "Taabbüdî" denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.Bir kısmına "Mâkul-ül mâna" tâbir edilir. Yâni: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü: Hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhidir.Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: "Şeairin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir." denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: "Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir. "Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev'-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nevi beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı Tevhid ve Rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister. M.)
TAABBÜS
Sayıklama. * Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallı(Zeker) hareket ettirme.
TAABBÜS
(C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.
TAAB-I DİMAĞÎ
Zihnî yorgunluk. Dimağın yorgunluğu.
TAACCÜB
şaşma, hayret etme. Tahayyür."Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) rivayet olunuyor ki: "Taaccüb bütün taaccüb ona ki: Cenab-ı Hakk'ın halkını görüp dururken Allah'da şek eder. Şuna taaccüb olunur ki: Neş'et-i ulâyı tanır da neş'et-i uhrâyı inkâr eder. Şuna da taaccüb olunur ki: Her gün her gece ölüp dirilip dururken ba's-ü nüşuru inkâr eder. şuna da taaccüb olunur ki: Cennet'e ve naim-i Cennet'e iman eder de yine dâr-ül gurur için çalışır. Şuna da taaccüb olunur ki: Evvelinin bulaşık bir nutfe, âhirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefâhur eder." (E.T.)
TAACCÜC
Şamata, gürültü, patırtı.
TAACCÜL
Acelecilik. Acele etmek.
TAACCÜLAT
(Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler.
TAACCÜN
(Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma.
TAACİB
Acayib şeyler. Tuhaf şeyler.
TAAC'UC
Çeşitli seslerin birbirine karışması.
TAADDİ
Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
TAADDÜD
Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme.
TAADDÜD-Ü EZVAC
(Bak: Taaddüd-ü zevcat)
TAADDÜD-Ü ZEVCAT
Bir kaç kadınla evlilik hali. (Bak: Aile)(Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkki eder. Evet, eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüt bilâkis olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvânatın şehâdetiyle ve izdivac eden nebâtatın tasdikıyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyyedir. Madem, hikmeten, hakikaten, izdivaç, nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur. S.) (İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.İkincisi: Şeriat muaddildir. Yâni; gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki, birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref'etme, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh, Şeriat, vâzı-ı esâret değildir. Belki en vahşi suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvâfık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüdde öyle şerâit koymuştur ki; ona mürâat etmekle hiç bir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adâlet-i izâfiyedir... Münâzarat)
TAADİ
Düşmanlık etmek.
TAADÜL
Beraberlik, eşitlik.
TAAFFÜF
İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma.
TAAFFÜN
(Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
TAAFFÜNAT
(Taaffün. C.) Fena ve pis kokular.
TAAFFÜN-İ NEFES
Nefesin kokması.
TAAHHÜD
(Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.
TAAHHÜDÂT
(Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler.
TAAHHÜDNÂME
f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika.
TAAKKUD
(Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.
TAAKKUL
Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ)
TAALA
(Bak: Teâlâ)
TAALLUK
Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
TAALLUKAT
Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.
TAALLÜL
(İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret.
TAALLÜLÂT
(Taallül. C.) Ağır davranma.
TAALLÜM
(İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.
TAALLÜN
Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.
TAAM
Yemek. Yenilen şey.
TAAMİYE
Yemeklik. Yemek parası.
TAAMMİ
Kör olma. Görmez hale gelme.
TAAMMUK
(Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.
TAAMMUKAT
(Taammuk. C.) Derinleşmeler.
TAAMMÜD
(Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma.
TAAMMÜDÂT
(Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler.
TAAMMÜDEN
Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile.
TAAMMÜDÎ
(Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı.
TAAMMÜL
Amel etme. Çalışma. Vazife yapma.
TAAMMÜM
Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini "amca" diye çağırma.
TA'AN(E)
(Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren.
TAANNÜD
(İnad. dan) İnad etme. Ayak direme.
TAANNÜDÂT
(Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler.
TAANNÜF
Azarlama. Darılma.
TAANNÜT
Herkesin yanlışını arama.
TAARR
Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek.
TAARRUK
(Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak.
TAARRUS
(C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.
TAARRUZ
Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.
TAARRÜB
Araplaşma. Arap kılığına girme.
TAARRÜF
Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma.
TAARRÜM
Kemikten et soymak.
TAARÜC
Aksaklanmak.
TAARÜF
Birbirini bilmek, tanımak.
TAARÜZ
Muaraza edişmek, çekişmek.
TAASSUB
(Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli. (Bak: Dimağ)(... Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathi şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemânın şanı değildir... Münâzarat)
TAASSUBKÂR
f. Taassub gösteren. Mutaassıb.
TAASSÜF
Sapmak, doğru yoldan çıkmak.
TAASSÜFÂT
(Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar.
TAASSÜR
(Usur. dan) Güçleşme. Güç olma.
TAASÜR
Güç yapmak, zor yapmak.
TAAŞŞUK
Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
TAAT
İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.
TAATGÂH
f. İbadet yeri. İbadetgâh.
TAATTUF
(Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme.
TAATTUFÂT
(Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.
TAATTUL
(Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma.
TAATTUR
(Itr. dan) Güzel kokular sürünme.
TAAVVUK
(Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
TAAVVUZ
(İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak.
TAAVVUZ-I TAMS
Kadınların âdet görmesi.
TAAVVÜC
(C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma.
TAAVVÜD
(Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek.
TAAVVÜZ
Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.
TAAYYÜN
Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
TAAYYÜNAT
Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.
TAAYYÜŞ
(Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
TAAZİ (TAAZZİ)
Musibet vaktinde" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek.
TAAZUM
Gözünde büyümek. Büyük görünmek.
TAAZZİ
Uzuv peydâ etme. Şekillenme.
TAAZZUM
(Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek.
TAAZZUMÂT
(Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler.
TAAZZÜB
Evlenmeyip bekâr kalmak.
TAAZZÜR
Tâzim etmek. Hürmet etmek.
TAAZZÜR
Özür bildirmek. * Güçleşmek Güç olmak.
TAAZZÜZ
Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme.
TAB
f. Parıltı. Parlayıcı. * Güç. Kuvvet. Takat. * Hararet.
TAB
f. "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab $ : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran.
TA'B
Latife etmek, şaka yapmak.
TAB'
Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür.
TAB'A
Bir kere basılma.
TABA'
Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması.
TABABET
Hekimlik. Doktorluk.
TABAH
Kuvvet.
TABAHAT
Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.
TABAHECE
Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.)
TAB'A-İ ÛLÂ
Birinci baskı.
TABAK
(Bak: Debbag)
TABAK
(C.: Etbâk) Örtü. * Hâl. * Cemaat, topluluk. * Kabile.
TABAKA
Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt.
TABAKA'
Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse.
TABAKA-İ HAYAT
Hayat tabakası. Kabirdeki hayat, dünya hayatı gibi. (Bak: Meratib-i hayat)
TABAKA-İ MESTURİYET
Gizlilik tabakası. Örtülü oluş.
TABAKA-İ SEVÂBİT
Sabit bilinen yıldızlar tabakası.
TABAKAT
Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
TABAK-ÇE
f. Küçük tabak.
TABAKHANE
Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ)
TABAN
f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş.
TAB'AN
Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.
TABANÇE
f. El ayası, avuç içi.
TABANKEŞ
f. Yaya yürüyen piyade.
TABASBUS
Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
TABASBUSÂT
(Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
TABASSUR
(Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.
TABAŞİR
Hind hıyarı denilen bir deva.
TABAVER
(Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan.
TABAYİ'
Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar.
TABAYİ'-İ ESASİYE
Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar. * Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri.
TABAYİ'-İ ZİRUH
Ruhlu mahlukatın yaratılışları.
TABB
Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim.
TABBAĞ
Kılıç yapan kimse.
TABBAH
(C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı.
TABBAHÎN
(Tabbah. C.) Aşçılar.
TABBAL
Davulcu.
TABDADE
f. Parlatılmış, yandırılmış.
TABDAR
f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı.
TABDARÎ
f. Parlaklık.
TABDİH
f. Işık veren. * İplik bükücü.
TABE
Hurma. * Hamr.
TABE
f. Tava.
TABE
((:::). den) " İyi ve temiz olsun" mânasınadır.
TA-BE
f. "... e kadar" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir.
TABE-İ ZER
Altun tava. * Mc: Güneş.
TÂ-BE-KEY
Ne vakte kadar.
TABEL
(Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat.
TABEN
(Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.
TABENDE
f. Işık veren, parlayan.
TABERÎ
(Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bütün kat'i sarih mânâlarını müteselsilen, an'aneli senetle menba-ı Risalete îsal ederek tefsirini yazmıştır.
TABERZED
Bir cins şeker.
TÂ-BE-SABAH
Sabaha kadar.
TABESEHER
Sabaha kadar.
TABH
Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma.
TAB'HANE
f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer.
TABH-HANE
Lokanta, mutfak.
TABHÎ
Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.
TABIK
Büyük kiremit.
TABİ'
Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
TABİ'
Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.
TABİAT
(Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük bir sapıklık içindedirler. Tabiatta hiçbir şey kendi başına buyruk bağımsız, hür değildir. Herşey Allah'ın emirlerine bağlıdır. Oksijenle hidrojen, Allah'ın emrine yâni, koyduğu kanuna göre birleşir ve bu kanuna göre bir birleşim (su) meydana gelir. Işık, hangi eğimle gelirse yansırken o eğimle yansır. Bunu değiştiremez. Çünkü Allah'ın emri böyledir ve ona uyar. İki cisim birbirini kütleleriyle doğru ve aradaki mesafe ile ters orantılı olarak çeker, başka türlü davranamaz.Tabiatta herşey kopmaz zincirle bağlı olduğuna göre, tabiat yaratıcı da olamaz. Çünkü yaratma hür irade, önceden plânlama ve bir gayeyi gerektirir. Tabiatta ise bu yoktur. Halbuki tabiatta her an sayısız varlıklar yaratılıyor. Düşünebilenleri hayrette bırakan güzellikte ve mükemmellikte. O halde tabiatı, emrine bağlı kılan sonsuz irade, ilim ve kudret sahibi bunları yaratabilir. O da Allah'dır. Bir daktilo makinasının çalışma tarifesini gören kişi, makinanın mühendisini inkâr edip daktiloyu icad eden ve çalıştıran bu tarifedir demek ne kadar ahmaklıksa, tabiat kanunları denilen Allah'ın emir ve tarifenamesini görüp bunu varlıkların yaratıcısı sanmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır. Varlıkların yaratılışı, tesadüfle de açıklanamaz. Esasen ilimde determinizm prensibi yâni kanuniyet ve zarurilik muayyeniyet kabul edilmiştir. Bu prensip tesadüfü reddeder. Tabiatta kapris yoktur, herşey belirli kanunlara bağlıdır der. Şansa ve ihtimaliyete göre meydana geliyor gibi görünen hadiselerin de bir kanuniyeti vardır. Esasen tesadüfle varlıkları açıklamak imkânsızdır. Birden ona kadar sayılan yazılı kartları tesadüfen bir torbadan sırayla çekme şansı 10 milyonda bir iken bir canlı hücrenin yapısında yer alan bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelme şansı, birin önüne 300 tane sıfırı koymakla elde edilen sayıda birdir. Ancak bunun için milyarlı milyarlarca tekrarla elde edilecek sayı kadar kâinatın ömrü geçmesi lâzımdır. Tabiat bir makinedir, mühendisi değil, bir matbaadır, matbaacısı değil; bir kitapdır, kâtip değil; bir eserdir, müessir değil, bir kanundur, kanun koyucu değil."Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor" deyip Allah'ı inkâr etmek isteyenlere cevap:(Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen; basirâne, hakimâne olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki: Tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk ve icad edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki: Bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin hârici vücudunu kabul ederek, zerrât-ı züccaciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi... Aynen bu misâl gibi; mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, her bir mevcudda, hususan her bir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdetâ bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise; kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlik-ı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.Tabiat, bir san'at-ı İlâhiyedir, Sani' olamaz. Bir kitab-ı Rabbanidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz. Bir mistardır, mastar olamaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olamaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. L.)(S - Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?C - Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef'âl arasında bir nizam ve bir intizamı ika' eden İlâhi bir şeriat-ı fıtriyyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte yâni yaratılışta câri olan Adetullah'tan ibârettir. Amma tabiatın bir mevcud-u hârici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizami idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuttur." diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebai bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u hârici olduğuna ihtimal verebilir.Hülâsa : Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir. İ.İ.)
TABİAT-I MA'SİYET
f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak.
TABİATI TAKLİD
Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme.
TABİATPEREST
f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden.
TABİB
(C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim.
TABİBÂN
(Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler.
TA'BİD
Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak.
TA'BİE
Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak.
TABİH
Suda pişmiş et yahnisi.
TABİH
(Tabh. dan) Pişiren, aşçı.
TABİHA
Öğle sıcağı.
TABİÎ
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve onlardan ders almış olan sâlih müslümanlar. (Bak: Ashab)
TABİÎ
Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.(...İşte meşiet-i İlâhiyye ile vücuda gelen işlerde "inşâallah inşâallah" yerine "Tabiî tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et... M.)
TABİİYYET
Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma.
TABİİYYUN
Tabiatçılar. Naturalistler. "Her şeyi tabiat yapıyor" diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler.
TABİL
(C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne.
TA'BİR
(Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
TA'BİRAT
(Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.
TA'BİR-İ SAMEDANÎ
Allah'a mahsus tâbir. Kur'an'da beyan buyurulan en iyi tabir.
TABİSTAN
f. Yaz mevsimi.
TABİŞ
f. Parlayış, parıldayış.
TABİŞ-GEH
f. Parıltı yeri.
TABİÛN
(Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî)
TA'BİYE
Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)
TABL
Davul. * Kulak zarı.
TABL-BAZ
f. Davulcu.
TABLDOT
Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek.
TABLE
Dirhem.
TABLEK
Dünbelek.
TABL-HANE
f. Büyük davul.
TABL-ZEN
f. Davulcu.
TABN
Defnetmek, gömmek. * Tanbur.
TABNAK
f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
TABS
İnsan.
TABTABA
Su çağıltısı. * Tıpırtı.
TABU
(Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.
TABUT
(C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası.
TABV (TABY)
Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek.
TABY (TIBY)
At, katır, eşek ve geyik memesi.
TAC
Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. * Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. * Kuşların başındaki uzunca tüy. * Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım.
TAC Ü SERİR
Taç ve (üzerine oturulan) taht.
TACBEYT
Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit.
TACDAR
f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar.
TACDARANE
f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca.
TACDARÎ
f. Padişahlık, hükümdarlık.
TACEN
Tava. * Büyük kiremit.
TACGAH
f. Hükümet merkezi.
TAC-I SER
Baş tacı. * Mc: Çok sevilip itibar edilen şey veya kimse. Muhterem, aziz.
TA'CİB
Hayrete düşürme, şaşırtma.
TA'CİF
Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek.
TA'CİL
Acele ettirme, hızlandırma.
TA'CİLÂT
(Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.
TA'CİM
Noktalama, noktalatma.
TA'CİN
(Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme.
TACİR
Ticaret yapan, ticaretle uğraşan.
TA'CİZ
(Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.
TA'CİZÂT
(Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.
TACSER
(Bak: Tâc-ı ser)
TACVER
f. Hükümdar, pâdişâh.
TADABBÜB
Besililik. Semizlik.
TADABBÜR
Muhkem olmak, sağlamlaşmak. * Bağlanmak.
TADACCU'
Üşenme, gevşek davranma.
TADACCUR
(Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması.
TADACÜM
İhtilâf. Anlaşmazlık. * Eğrilik.
TA'DAD
Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak.
TADADD
Birbirine düşmanlık etmek.
TADA'DU
Alçak gönüllülük gösterme. * Viran olma. * Aklını kaybetme.
TADAFÜR
Bir yere toplanmak. * Yardım etmek, muâvenet etmek.
TADAGUN
Birbirini istemeyip garaz edişmek.
TADAHDUH
şarap dökülmek.
TADAHHUM
Ağızla tutmak.
TADAHUK
Gülüşmek.
TADALLU'
Dolmak. * Suya kanmak.
TADALLÜL
Gedik olmak.
TADAMM
Bir yere cem'olmak, toplanmak.
TADAMMUH
Bulaşmak.
TADAMMUN
(Bak: Tazammun)
TADAMMÜD
Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak.
TADARR
Birbirine zarar etmek.
TADARRU'
İnlemek.
TADARRUS
Diş kamaşması.
TADARUG
Sıkılmak.
TADARUT
Yellenmek.
TADAUF
Kat kat olmak.
TADAVVU'
Kokmak.
TADAVVÜC
Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak.
TADAVVÜR
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. * İnlemek. * Açlık.
TADBAS
Sabun.
TADBİB
Semiz etmek, beslemek. * Geri koymak.
TADBİR
Tabiatı muhkem olmak. * Nameyi iplikle bağlamak.
TADBİS
Sabun.
TADCİ'
Süstlük etmek, zayıflamak.
TADCİR
Can sıkma, yürek daraltma.
TADFİR
Saç örmek. * Yürürken çok sallanmak. * Çok çalışmak.
TADHİK
Güldürmek.
TADHİYE
Kurban kesmek.
TADÎ
Âdet.
TA'DİD
Mübâlağa ile ısırmak.
TA'DİD
Sayma. * Hazırlanma, hazırlanılma.
TAD'İF
İki kat yapmak. * Çoğaltmak. * Zayıflatmak.
TA'DİL
Darlık vermek. * Veledi karnında büyük olup doğurması güç olmak.
TA'DİL
(Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.* Hafifletmek. * Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak.
TA'DİLAT
Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
TA'DİL-İ ERKÂN
Fık: Namazın bütün rükünleri, esaslarını usulüne uygunca yerine getirerek ve namazın tertib ve düzeninin hakkını vererek kılmak. Meselâ : "Secdeyi sükunetle yerine getirmek ve iki secde arasında "Sübhânallah" diyecek kadar doğrularak oturmak. Kıyamda ve rüku'dan sonraki kıyamda sükunet üzere olmak ve namazın bütün duâlarını dikkatle okumak. Namazın her rüknünü yerine getirmek, acele ile kılmamak" gibi.
TA'DİYE
Dağılmak. * Koyunun yününü kırkmak.
TA'DİYE
Tecavüz ettirmek, geçirmek. * Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: "Gülmek. den: Güldürmek. Ölmek. den: Öldürmek" gibi.
TADLİ'
Kavunu dilim dilim kesmek.
TADLİL
Doğru yoldan sapıtmak. * Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak.
TADLİL-İ GAYR
Başkalarını dalâlete nisbet etmek. Sapıklığına hükmetmek.
TADMİD
Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak.
TADMİR
Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.) * İnce belli yapmak.
TADRİ'
Yakın etmek, yaklaştırmak.
TADRİB
Kebabı iyi pişirmek. * Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna "tadrib-i fi-s-savt" denir).
TADRİC
Kanatmak.
TADRİM
Ateş yakmak.
TADRİS
Tecrübe görmüş olma.
TADRİYE
Kandırmak. * Çok hırslı olmak.
TA'DUD
Çok tatlı kara hurma.
TADYİ'
Zâyi etmek, kaybetmek.
TADYİF
Konuk almak.TAF' : Ateşin sönmesi.
TAFA
İnce bulut.
TAFADDUL
Faziletlilik iddia etmek, üstünlük iddiasında bulunmak.
TAFADUL
Fazilet göstermek.
TAFAF
Dolu olmak.
TAFA'FU'
Evmek, acele etmek.
TAFASSİ
Halâs olmak, kurtulmak.
TAFATTUN
(Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme.
TAFATTUR
Yarılma, ayrılma, açılma.
TAFAZZU'
Kesilmek.
TAFAZZUH
Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık.
TAFAZZUL
(Fazl. dan) Üstünlük taslama.
TAFDİH
(Fedahat. dan) Rezil etme. Kötülüklerini yayarak adını kötüleme.
TAFDİL
Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. * Gr: Bir şeyi "en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i tafdil" denir. Ef'al () vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en büyük), ahsen; (en güzel, daha güzel) gibi. Türkçede; kelimenin başına daha, en, pek, pek çok gibi kelimeler getirilerek yapılır. Farsçada ise; kelimenin sonuna "ter, terin" gibi ekler getirilir. Bed. den; bedter, bedterin (daha kötü, en kötü) gibi.
TAFE
Yağmur. * Karanlık. * Güneşin, batmaya yaklaşması.
TAFES
Kir, necis.
TAFF
Tamam alıp eksik vermek.
TAFH
Kaldırmak. * Dolu olmak.
TAFİ
Her nesnenin üstüne gelen. * Hâriç, dış.
TAFİF
Az, kalil.
TAFİH
Dolu, mümteli.
TA'FİR
Tozlu ve topraklı yapmak. * Ağartmak, beyazlatmak. * Kirletmek. Mülevves etmek. * Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi. * Güneşte et kurutmak. (O kurumuş ete "afir" derler.)
TAFK
(Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek.
TAFN
Ölüm, mevt. * Haps.
TAFR (TUFUR)
Yukarı sıçramak. Kalkmak.
TAFRA
Yukarıya sıçrama atlama. * Yukarıdan atıp tutma. * İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma.
TAFS (TUFUS)
Ölüm, mevt.
TAFSİL
Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
TAFSİLÂT
(Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
TAFSİLEN
Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak.
TAFSİYE
Halâs etmek, kurtarmak.
TAFŞELE
Kaygana aşı. * Baklava.
TAFTAF
Yumuşak taze ot. * Ağacın çevresi.
TAFTAFE
(C.: Tavâtıf) Böğür, hâsıra.
TAFTHANE
f. Matbaa. Basımevi.
TAFTİN
(Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme.
TAFTİR
Orucunu açmak.
TAFV
Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması. * Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi. * Bir işe girmek. * Hayvanın tepe üzerine çıkması. * Ceylânın koşması.
TAFZİH
(C.: Tafzihât) Rezil etme.
TAFZİZ
Gümüş kaplama, gümüşleme.
TAGADDİ
(Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek. * Sabah yemeği.
TAGADDİYÂT
(Tagaddi. C.) Gıdalanmalar, beslenmeler.
TAGALLÜB
Zorbalık. * Hilâf-ı hak olarak musallat olmak. İstilâ etmek. * Üstün gelmek.
TAGALLÜBÂT
(Tagallüb. C.) Zorbalıklar, tahakkümler.
TAGAME
(C.: Tıgâm) Hor ve zelil kimse. * Ufacık kuşlar.
TAGAMGUM
Anlaşılmaz söz.
TAGANNİ
(Gınâ. dan) Muhtaç olmamak. * Kâfi bulmak. * Zengin olmak. * Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak. * Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi.
TAGANNÜM
(Bak: Tegannüm)
TAGAŞŞİ
(Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek.
TAGAVVÜL
Renkten renge girmek. Rengini değiştirmek.
TAGAYYÜB
(Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme.
TAGAYYÜR
Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek. * Kokmak.(Tagayyür ve tebeddül; hudûsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise; hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred; hem Vâcib-ül-Vücud olduğundan; elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir. L.)
TAGAYYÜRAT
(Tagayyür. C.) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler.
TAGAYYÜZ
Gayzlanma, kin besleme. * Kızma, hiddete gelme.
TAGAYYÜZAT
Hiddetlenmeler. Kızmalar.
TAGAZZİ
(C.: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme.
TAGBİR
(C.: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma. * Gücendirme, muğber etme.
TAGDİYE
Sabah yemeği yedirmek. * Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek.
TAGFİL
(C.: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma.
TAGIYE
Salak, kibirli ve inatçı adam. * Yıldırım.
TAGİ
(Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan. * Dindar olmayan padişah.
TAGLİB
Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi.
TAGLİF
(Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma. * İyi kokulu nesneler yapmak.
TAGLİF-İ SÜYUF
Kılıçları kılıfa koyma. * Mc: Sulh yapma, barışma.
TAGLİK
(C.: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma. * Kilitleme. * Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme.
TAGLİS
Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir) * Bir işi üzerine almak. * Sabah karanlığında sefer etmek.
TAGLİT
(Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. * Karıştırma.
TAGLİYE
Pahalanma. * Kaynatma.
TAGLİZ
(Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma. * Kaba söyleme. * Pahalanma.
TAGMİD
Kınına koyma.
TAGMİS
Batırma, daldırma.
TAGMİYE
Evin üstüne direk yapmak. * Yüzü bir şeyle örtmek.
TAGMİZ
Göz yummak. * Sözü müşkil söylemek.
TAGMİZ
Sıkmak. * Gövdesini sıktırıp ovdurmak.
TAGNİYE
(Gınâ. dan) Birini zengin etmek.
TAGR
(C.: Tagrân) Bir küçük kuş.
TAGRİB
(Gurbet. den) Birini gurbete gönderme. * Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma. * Kovma.
TAGRİD
Çağırmak. * Kuş ötmek.
TAGRİK
(Gark. dan) Suda boğma.
TAGRİM
Ödetme. Ödenme.
TAGRİM-İ DÜYUN
Borçların ödenmesi.
TAGRİR
(C.: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma. * Tehlikeli yerlere düşürmek.
TAGRİS
Aç etmek.
TAGRİS
(Gars. dan) Yere dikme.
TAGRİZ
Batırmak. * Çekirgenin kuyruğunu yere batırması.
TAGŞİŞ
(Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak. * Aklı gidermek. * Hayran etmek.
TAGŞİYE
(Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek. * (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek.
TAGTİYE
Örtme, örtülme.
TAGUN
Azgın kimseler. * Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler.
TAGUT
İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr. * Her bâtıl mâbud. * Şeytan. * İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi.
TAGVA
Tuğyan. Azgınlık.
TAGVİR
Sonuna yetişmek. * Çukur yapmak. * Öğle vaktinde uyumak.
TAGVİS
Medet istemek, yardım istemek.
TAGVİYE
Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma.
TAGYİB
Kaybetmek.
TAGYİM
(Hava) bulutlu olmak.
TAGYİR
Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
TAGYİRÂT
(Tagyir. C.) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar.
TAGYİZ
(Gayz. dan) Hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme.
TAGZİN
Hışım etmek, kızmak. * Buruşturmak.
TAGZİT
Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma.
TAGZİYE
Gazâ ettirme, din uğrunda savaştırma.
TAGZİZ
Gümüşle süslemek.
TAH
Atmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. * Cimâ etmek.
TAH
Hamur.
TAHA
Bulut.
TAHA
("Serdi" manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek. * Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz.
TAHA'
Yüksek bulut. * Gam, hüzün, keder.
TAHA'
Döşenmiş ve yayılmış yer. * Bir nebat cinsi.
TÂHÂ
Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif rivayetler vardır.
TÂHÂ SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir.
TAHAB
Birbiriyle sevişmek.
TAHABBUT
Düşünmek. * Aklını eksiltmek, fâsid etmek.
TAHABBÜB
Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek.(Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar; hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. M.)
TAHABBÜŞ
Cem'olmak, toplanmak.
TAHACC
Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak.
TAHACCÜM
(Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek.
TAHACCÜR
Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak.
TAHACCÜRAT
(Tahaccür. C.) Taşlaşmalar, taş kesilmeler.
TAHACİ'
Eğlenmek. * Tenbellik etmek.
TAHACU
Hicvedişmek. Mesel söyleşmek.
TAHACÜC
Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek.
TAHACÜZ
Men'edişmek, karşılıklı engel olmak.
TAHADD
Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek.
TAHADDİ
Meydan okuma.
TAHADDİ MU'CİZESİ
Cenab-ı Hakk'ın, Resülüne inzal ettiği Kur'anın şeksiz, şüphesiz bir mu'cize-i ebediye olduğunu sarahaten göstermek için, şüphesi olanlara karşı "Kur'an'ın mislini ve nazirini yapın" diye meydan okuması.
TAHADDU'
(Hud'a. dan) Bilerek aldanma.
TAHADDÜB
(C.: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma.
TAHADDÜR
(Hadr. dan) İnişe doğru akıp gitme. * Yokuş aşağı hızla inme.
TAHADDÜR
(Hader. den) (Kadının) örtünme(si). Tesettür. * Uyuşma, uyuşturulma.
TAHADDÜR-İ MİYÂH
Suların akıp gitmesi.
TAHADDÜS
Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek. * Sür'atle idrak etmek.
TAHADDÜS
Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak. * Haber vermek, sezgi.
TAHADDÜŞ
Tırmalanma. * Üzüntü duyma.
TAHADU'
Aldanmış gibi görünme.
TAHADÜS
Haberleşmek.
TAHAF
Yüksek bulut.
TAHAF
İnce ve şeffaf bulut.
TAHAFFUZ
Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek. * Barınmak.
TAHAFFUZÎ
Korunma ile ilgili.
TAHAFFUZKÂR
f. Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden.
TAHAFFÜF
(Hiffet. den) Hafiflemek. Hafif olmak. * Ayağa mest gibi bir şey giymek.
TAHAİ
Birbiriyle kardeş olmak.
TAHAKKUD
Kin tutma, kin gütme.
TAHAKKUK
Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak.
TAHAKKÜK
Kaşınmak. Ovunmak.
TAHAKKÜM
(Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla hükmetmek.(Evet imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. L.)
TAHAKKÜMÂT
(Tahakküm. C.) Tahakkümler, zorbalıklar.
TAHAKKÜMÎ
Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva.
TAHAKÜM
Hükmedişmek.
TAHALHUL
(Halhal. dan) Ayağa bilezik takma. * Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi. * Hava cereyanı olması.
TAHALHUL
Deprenmek, harekete gelmek. * Aşağı etmek.
TAHALLİ
(Halâvet. den) Kendi kendini donatmak. Süslenmek.
TAHALLİ
(Halâ. dan) Boşalmak. Boş kalmak. Tenhaya çekilmek. Yalnız kalmak.
TAHALLUK
Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak.
TAHALLUT
(Halt. dan) Karışma. Karışık olma.
TAHALLÜB
Sızma. Ter çıkarma. * Sütlenme. Süt peyda etme. * İmrendiğinden ağzının suyu akmak. * Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak.
TAHALLÜD
(Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak.
TAHALLÜF
Geride bırakılma. Arkada kalma. * Değişme. Uygun olmama.
TAHALLÜL
(Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak. * Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması. * Dişleri hilâllamak.(Haşirde bütün zevil-ervahın ihyası; mevt-âlud bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşâsından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedâhül edemez, onda meratib olamaz, her şey O'na nisbeten birdir. H.)
TAHALLÜL
(Hall. den) Hallolmak. Eczası birbirinden ayrılmak.
TAHALLÜM
Bâliğ olmak.
TAHALLÜS
Halâs olmak. Kurtulmak. * Edb: şiirde mahlâs kullanmak.
TAHALÜS
Sövüşmek.
TAHAMHUM
Atın yulaf görünce kişnemesi.
TAHAMİ
İhraz etmek. Erişmek. Kazanmak.
TAHAMMİ
(Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme. * Perhiz etme.
TAHAMMUK
Ahmaklaşma.
TAHAMMUS
Büzülme. Büzülüp buruşma.
TAHAMMUZ
Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek.
TAHAMMÜC
Dikkatle bakmak.
TAHAMMÜD
Ateşin sönmeğe yüz tutması.
TAHAMMÜL
Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
TAHAMMÜLGEZÂ
f. Dayanılmaz, tahammül edilmez.
TAHAMMÜLGÜDÂZ
f. Tahammülü ve dayanmayı yırtıp geçen.
TAHAMMÜLSUZ
f. Tahammülü yok eden. Sabırsızlık veren.
TAHAMMÜR
Mayalanmak. Ekşimek. * Sarhoşluk verecek hâle gelmek.
TAHAMMÜRÂT
(Tahammür. C.) Ekşimeler, mayalanmalar.
TAHAMMÜS
Sağlamlık, muhkemlik.
TAHAMUK
Ahmaklaşmak.
TAHAMÜL
Başkasının zahmetini yüklenmek.
TAHAMÜR
Uyuşturmak. * şarap yapmak.
TAHAN
Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan.
TAHAN
Kendini deli olarak göstermek.
TAHANET
Değirmencilik.
TAHANNİ
(Hany. dan) Eğilmek, eğrilmek. * Kınaya boyamak.
TAHANNÜF
Hanefi mezhebinden olma. Hanefî Mezhebine girme.
TAHANNÜK
Tülbendi çenesi altından dolamak.
TAHANNÜN
Çok istekle sızlanma. * Şefkat etme. * Meyl ve muhabbet.
TAHANNÜS
Kırılmak. * Eğilmek. * Kırılıp bükülür olmak.
TAHANNÜS
İbadet etmek. * Andını bozmak.
TAHANNÜS
Tehir etmek, sonraya bırakmak.
TAHANNÜT
Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek.
TAHARET
Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir.
TAHARET-İ KÜBRAÂ
Cünüblük veya hayız, nifas gibi hallerden çıkmak için gusül abdesti alarak temizlenmek.
TAHARET-İ SUĞRA
Abdestsizlik denilen hali, abdest alarak gidermek.
TAHARRİ
(Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
TAHARRİ-İ HAKİKAT
Hakikatı, doğruyu araştırmak, aramak.
TAHARRİYÂT
Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar.
TAHARRUK
Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma.
TAHARRÜC
Günahtan içtinab etmek, günahtan çekinmek.
TAHARRÜC
Zahmetli yerden uzaklaşmak. * Günah işlemek.
TAHARRÜF
Sapmak. İnhiraf etmek.
TAHARRÜK
(Bak: Teharrük)
TAHARRÜM
Yarılmak.
TAHARRÜM
(Haram. dan) Haramdan sakınma. Kaçınma, sakınma, çekinme.
TAHARRÜS
Ekin ekmek.
TAHARRÜS
Sakınmak, korunmak.
TAHARRÜŞ
(C.: Taharrüşât) Tırmalanma.
TAHARRÜZ
Sakınma, çekinme, korunma.
TAHARÜC
Tevzi etmek, dağıtmak.
TAHARÜS
Ekin ekmek, tahıl ekmek.
TAHASSUL
Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak.
TAHASSUN
Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak.
TAHASSUNGÂH
f. Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak.
TAHASSUR
Eli böğüre koymak.
TAHASSUS
(Husus. dan) Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye mahsus kılınmak.
TAHASSÜN
(Bak: Tahassun)
TAHASSÜR
Dili tutulup konuşamamak.
TAHASSÜR
(Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek.
TAHASSÜR
Pıhtılaşmak. Kanın pıhtılaşması.
TAHASSÜRÂT
Tahassürler. Hasret çekmeler.
TAHASSÜR-İ DEM
Kanın pıhtılaşması.
TAHASSÜS
İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek. * Casuslamak. * Aratmak.
TAHASSÜSÂT
(Tahassüs. C.) Duygulanmalar, hislenmeler.
TAHASÜB
Hesaplaşmak.
TAHASÜD
Hased edişmek, düşmanlık etmek.
TAHASÜM
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
TAHASÜR
Birbirinin beline elini sokup yürümek. * Eli böğürüne koymak.
TAHAŞHUŞ
Deprenmek, harekete geçmek.
TAHAŞHUŞ
Kâğıt hışırtısı. * Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses.
TAHAŞİ
Bir yana olmak. * Utanmak. * Sıkılmak.
TAHAŞŞİ
(Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek.
TAHAŞŞU'
(Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme.
TAHAŞŞÜD
Birikme, yığılma. Toplanma.
TAHAŞŞÜN
Kin tutmak. * Kokup yemek.
TAHAŞŞÜN
(Huşunet. den) Katılaşma, sertleşme.
TAHAT
Ufak etmek. Ufalamak.
TAHATIH
Karanlık. * Bulutluluk.
TAHATTİ
(Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek. * Sınırı aşmak. * Saldırış.
TAHATTİ
(Bak: Tahaddi)
TAHATTİAT
(Tahatti. C.) Saldırışlar, tecavüzler.
TAHATTUM
Kin, hiddet ve öfke içinde olmak.
TAHATTUR
Hatırlamak. * Muhatara ve tehlikeden kaçıp uzaklaşmak.
TAHATTÜM
Kırmak.
TAHATTÜM
(Hatm. dan) Lüzumlu ve gerekli olma. Vâcib olma.
TAHATTÜM
(Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak. * Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret.
TAHATTÜR
Tembel tembel yürümek.
TAHATÜL
Birbirini aldatmak.
TAHAVUS
Göz ucuyla bakmak.
TAHAVÜZ
Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak.
TAHAVVU'
Eksilmek, noksanlaşmak.
TAHAVVÜB
Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak.
TAHAVVÜF
Korkuya düşmek. Korkmak. * Bir şeyi eksiltmek.
TAHAVVÜL
(Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek.
TAHAVVÜLÂT
(Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler.
TAHAVVÜLÂT-I KÜLLİYE
Büyük değişiklikler.
TAHAVVÜLÂT-I ZERRAT
Zerrelerin tahavvülü.(Tahavvülât-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî'nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelânıdır. Yoksa; maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânasız bir hareket değildir. Çünkü; bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde "Bismillah" der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır. Ve buğday dânesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitamında "Elhamdülillah" der. Çünkü: Bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakş göstererek Sâni-i Zülcelâl'in medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ: Nar ve mısıra dikkat et. S.)
TAHAVVÜN
Eksilmek. * Ziyafet vermek. * Söz vermek, ahdetmek.
TAHAVVÜR
Tezlik, acelecilik.
TAHAVVÜS
Bahadırlık, kahramanlık. * Sefer niyyetiyle bir yerde durmak.
TAHAYYÜL
(C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
TAHAYYÜLÂT
(Tahayyül. C.) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar.
TAHAYYÜR
Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak.
TAHAYYÜR
Beğenip seçmek, muhayyer olmak.
TAHAYYÜRÂT
(Tahayyür. C.) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar.
TAHAYYÜZ
(Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.
TAHAZ
Birbirini kandırmak, aldatmak.
TAHAZHUZ
Suyun deprenmesi, hareket etmesi.
TAHAZÜL
Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek.
TAHAZZU'
(Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma.
TAHAZZUR
(Hazır. dan) Hazır bulunma. Hazır olma.
TAHAZZUR
(Hıdr. dan) Yeşillenme.
TAHAZZÜB
(Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme.
TAHAZZÜN
Hazineye girmek. * Yığılmak.
TAHAZZÜN
Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak.
TAHAZZÜR
(Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme.
TAHBİB
Fâsid etmek, bozmak.
TAHBİE
Gizlemek, saklamak. * Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek.
TAHBİR
Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek.
TAHBİR
(Haber. den) Haber etme. Haber verme.
TAHBİYE
Hıfzetmek, korumak. * Engel olmak, men'etmek.
TAHCİL
Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık.
TAHCİL
(C.: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma.
TAHCİR
Bir yere taş koymak, taş yığmak. * Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak. * Hayvanı dağlayıp nişanlamak.
TAHDİ'
Aldatmak.
TAHDİB
Kamburlaştırma. Kubbelendirme.
TAHDİC
Dikkatle bakmak. * Atmak.
TAHDİD
Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.
TAHDİDÂT
Tahditler. Sınırlamalar.
TAHDİD-İ SİNN
Yaş haddi. Emeklilik.
TAHDİK
(Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma.
TAHDİM
Hizmet ettirmek. * Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak.
TAHDİR
Acele ettirmek. * Nüzul ettirmek, indirmek.
TAHDİR
(Hader. den) Örtülendirme, örtülü bulundurma. * Uyuşturmak.
TAHDİS
(Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek. * Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek. * Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak.
TAHDİSÂT
Anlatmalar. Rivayet etmeler. * Teşekkürle bildirmeler. * Hadis anlatmalar.
TAHDİS-İ NİMET
Cenab-ı Hakk'a karşı şükrünü edâ etmek ve teşekkür etmek maksadiyle nâil olduğu nimeti anlatmak, onunla sevincini ve şükrünü bildirmek. (Bak: Küfran-ı ni'met)(Bâzan tevâzu', küfran-ı ni'meti istilzam ediyor, belki küfran-ı ni'met olur. Bâzan da tahdis-i ni'met, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çâre-i yegânesi ki; ne küfran-ı ni'met çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmiyerek, Mün'im-i Hakiki'nin eser-i in'âmı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: "Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin. "Eğer sen tevazu'kârâne desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir; nerede güzellik?" O vakit küfran-ı ni'met olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz... "O vakit, mağrurane bir fahirdir.İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir; benim değildir." M.)
TAHDİŞ
(Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak. * İncitmek. * Kaşımak.
TAHDİŞAT
(Tahdiş. C.) Tırmalamalar. Kurcalamalar.
TAHDİŞ-İ EZHAN
Zihinleri kurcalamak, tırmalamak.
TAHE
Helâk oldu, berbad oldu (meâlinde fiil).
TAHF
Gam, tasa.
TAHFE
Bakla otunun yukarı ucu.
TAHFE
Mekân, mevzi.
TAHFİF
(Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma. * Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak. * Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.
TAHFİFÂT
(Tahfif. C.) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.
TAHFİL
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
TAHFİR
Utandırmak. * Aman vermek.
TAHFİR
(C. Tahfirat) (Hufre. den) Çukur kazma.
TAHFİZ
Aşağı indirmek. * Asan etmek, kolaylaştırmak.
TAHH
Kırmak.
TAHH
Ekşi hamur. * Susam posası.
TAHHAN
(Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü.
TAHHANE
Çokluk deve. Deve sürüsü. * Çok asker.
TAHIL
Bayat su. Bekleyerek bozulmuş su.
TAHILLE
Gerçek yere yemin etmek. * Yeminden kurtulmak için verilen keffaret.
TAHILLET-ÜL KASEM
Yemin keffareti.
TAHINE
(C.: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi.
TAHİ
Çekilmiş. Uzatılmış. * Kesret, çokluk.
TAHİN
Darı unu. * Öğütülmüş tahıl. * Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam.
TAHİNE
(C.: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi.
TAHİR
Yüksek nefes.
TAHİR(E)
Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir. * Müzikte: Makam ismi.
TAHİRAT
Pâk ve temiz olanlar.
TAHİYYAT
Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü)
TAHİYYE
Selâmlar, dualar. Hayır duâları. * Mülk, beka ve devamlılık. * Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası. * Selâm verme ve hayır dua etme. * Mülk ve mâlikiyet.
TAHİYYET-ÜL MESCİD
Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.
TAHKİK
Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır.
TAHKİKAN
İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek.
TAHKİKAT
Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat.
TAHKİKAT-I İBTİDAİYYE
Huk: İlk tahkikat. İlk soruşturma.
TAHKİKÎ (TAHKİKİYE)
Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait.
TAHKİKÎ İMAN
(Bak: İman-ı tahkikî)
TAHKİM
Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek. * Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek. * Birisini fesattan men'eylemek. * Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi değiştirmek.
TAHKİMÂT
Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak.
TAHKİR
Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
TAHKİR-ÂMİZ
f. Hakaretle karışık söz. * Tahkir edici.
TAHKİRÂT
(Tahkir. C.) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler.
TAHKİYE
Anlatmak. Hikâye etmek.
TAHL
Durmakla değişen su.
TAHL
Dalak ağrısından incinmek. * Bozulmak, değişmek.
TAHLEE
Bulut.
TAHLİ'
(Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak. * Tahttan indirmek.
TAHLİD
(Huld. dan) Devamlı olarak oturtma veya oturtulma.
TAHLİF
(Half. dan) Yemin ettirmek. Yemin vermek.
TAHLİF
(Halef. den) Birini kendi yerine bırakmak.
TAHLİK
Yaratmak. * Eskitmek.
TAHLİK
(C.: Tahlikat) Tıraş etme.
TAHLİL
Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak. * Yemine kefaret etmek. * Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin hangisinden olduğunu bilmek için delilin tahlili, araştırılması. * Fiz: Mürekkep bir cismi tetkik etmek için esas unsurlara ayırma, çözümleme. * Kim: Analiz. * Tıb: İlâçla şişliği gidermek.
TAHLİL
(Hall. den) Sirkeleştirme. Ekşitme. * Dişlerini hilâllamak. Gerçek yere yemin etmek. * Açmak.
TAHLİLAT
(Tahlil. C.) Tahliller, analizler.
TAHLİL-İ HURDEBİNÎ
Mikroskopla tahlil.
TAHLİM
(Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme.
TAHLİS
Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak.
TAHLİSEN
Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek.
TAHLİS-İ GİRİBAN
Yakayı kurtarma, kurtarılma.
TAHLİSİYYE
Can kurtaran.
TAHLİT
(Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme.
TAHLİYE
(Halâ veya halvet. den) Boşaltmak. Boş bırakmak. Serbest bırakmak. * Tathir etmek. Temizlemek.
TAHLİYE
(Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak. * Tatlılandırmak. * Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak.
TAHLİYE-İ SEBİL
Bir suçluyu bırakma, salıverme.
TAHLİZ
Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak.
TAHMA
Bir ot cinsi.
TAHME
İnsan cemaatı, topluluk. * Büyük sel.
TAHMEL(E)
(C.: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse.
TAHMER
Sıçramak. * Doldurmak.
TAHMİC
Şiddetle bakmak. * Gözünü açıp yummak.
TAHMİD
(Hamd. den) Hamdetmek. * Medhetmek, övmek. * Elhamdülillâh" kelâmının mânasını ifade etmek.
TAHMİDÂT
Hamdler ve şükürler. (Bak: Hamd)
TAHMİDİYE
Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında. * Çok mühim bir duânın ismidir.
TAHMİK
(Humk. dan) Ahmak demek, ahmak olduğunu söylemek.
TAHMİL
Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak.
TAHMİLÂT
(Tahmil. C.) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler.
TAHMİL-İ MİNNET
Birini minnet altında bırakma.
TAHMİL-İ ZAHMET
Zor bir işi birine yükletme.
TAHMİM
Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek.
TAHMİN
(Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.
TAHMİNEN
Takriben, aşağı yukarı.
TAHMİNÎ
Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı.
TAHMİR
Kızartmak. * Birine "eşek" demek.
TAHMİR
(Hamr. dan) Mayalandırma. * Yoğurma, yoğurtma.
TAHMİRE
Bulut.
TAHMİS
Ateşte kızdırıp kavurmak. * Kahve kavrulan ve satılan yer.
TAHMİS
(Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek. * Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak.
TAHMİS-HÂNE
f. Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer.
TAHMİŞ
Tırmalamak. * Hiddetlendirmek.
TAHMİZ
Azaltmak.
TAHN
(C.: Tahniyât) Öğütme, öğütülme.
TAHNİB
Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak.
TAHNİK
(Oğlan) damağını ovmak. * Fikrini düzeltmek.
TAHNİK
(Hunk. dan) Boğmak.
TAHNİT
Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak.
TAHNİYE
Kınaya boyamak.
TAHR
Uzaklaştırmak. Irak etmek. * Atmak. * Göz çapağını dışarı atmak. * Seri, hızlı. * Oku uzak giden yay.
TAHREBE
Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi.
TAHRİB
(C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma.
TAHRİBÂT
(Tahrib. C.) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler.
TAHRİBKÂR
Tahrib eden, yıkan.
TAHRİC
Darlık ve zahmet vermek, tazyik.
TAHRİC
(Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma. * Şehadetname vermek. * Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile hüküm çıkarabilmek salâhiyetinde olanlara: Muharric, sahib-i tahric, ashâb-ı tahric denir.
TAHRİF
(Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek.
TAHRİF
Genç bir adama bunaklık isnad etme.
TAHRİFÂT
(Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.
TAHRİK
Yakma. Yakılma. * Susatma. Susatılma.
TAHRİK
Yarma, yarılma. * Yırtma, yırtılma.
TAHRİK
Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme. * Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma. * Yola çıkarma. * Azdırma, kışkırtma. * Uyandırma.
TAHRİK-AMİZ
f. Kışkırtıcı. Tahrik edici.
TAHRİKAT
Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler.
TAHRİM
Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme.
TAHRİM
Yarmak. Pâre pâre kesmek, parçalamak.
TAHRİM SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. "Lime tüharrimu" da denir. Medine'de nâzil olmuştur.
TAHRİM TEKBİRİ
İftitah tekbiri de denir. (Bak: İftitah tekbiri)
TAHRİME
Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri.
TAHRİMEN
Haram olarak. Harama yakın olarak.
TAHRİMEN MEKRUH
(Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir.
TAHRİMÎ
(Tahrimiyye) Haramla ilgili, harama ait.
TAHRİR
Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. * Hürriyete kavuşturmak.
TAHRİRÂT
Tahrirler. Yazı. Resmî mektup.
TAHRİREN
Yazmak suretiyle, yazı ile.
TAHRİR-İ RAKABE
Köle veya cariye azad etme.
TAHRİS
Kendini hıfzetmek, kendini korumak.
TAHRİS
Elbisenin eteğine konulan parça.
TAHRİS
(C.: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma.
TAHRİŞ
Aldatıp kandırmak. * Koparmak.
TAHRİŞ
(C.: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma. * Azdırma. Rencide etmek.
TAHRİZ
(C.: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma. * Kandırmak. * Koparmak.
TAHS
İfsad etmek, bozmak.
TAHS
Eliyle defetmek, eliyle itip kovmak.
TAHSA'
Toprak saçmak.
TAHSİB
Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek.
TAHSİB
Ölüyü taş altına gömmek.
TAHSİF
Nâlin yaptırmak.
TAHSİL
Hâsıl etmek. * İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak. * Vergi toplamak. * Aşikâre eylemek.
TAHSİLÂT
Devlet gelirlerinin toplanması.
TAHSİLDÂR
f. Devlet gelirlerini vazifeli olarak toplayan, tahsil eden memur.
TAHSİM
Kestirmek. * Dağılmak.
TAHSİN
Beğenmek ve alkışlamak. * Tezyin eylemek, güzelleştirmek. * İyi ve güzel bulmak.
TAHSİN
(Hısn. dan) Kale gibi sağlamlaştırma. * Muhafaza altına alma.
TAHSİNAT
Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler.(Bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsi bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi' ve letaif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri mâşâallâh deyip istihsan eden bilbedahe o san'atperver ve san'atını çok seven Sâni'in nazarında en ziyade mahbub, O olacaktır. S.)
TAHSİNHÂN
f. Aferin diyen. Beğenip alkışlayan.
TAHSİN-İ KELÂM
Bir sözü beğendiğini ifade etmek. Sözü güzelleştirmek.
TAHSİN-İ LÂFZ
Lâfı süsleme, sözü güzelleştirme.
TAHSİNKERDE
f. Beğenilmiş.
TAHSİR
İnce belli etmek.
TAHSİR
(Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma.
TAHSİR
Hasret bırakma. Hasret etme. * Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi.
TAHSİS
(Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak. * Kredi. Tazminat.
TAHSİS
Rağbet ettirmek. Meylettirmek, yöneltmek.
TAHSİSAT
Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal.
TAHSİSAT-I MESTURE
(Bak: Mesture)
TAHSİSEN
Tahsis suretiyle. * Hele, en çok.
TAHŞİD
Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak. * Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar.
TAHŞİDÂT
Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma.
TAHŞİM
Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma.
TAHŞİN
İri ve kaba etmek.
TAHŞİR
Noksan etmek, eksiltmek.
TAHŞİYE
(Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme.
TAHŞİYE
Derkenar, haşiye yazma veya yazılma.
TAHT
Alt. Aşağı. * Gr: Gelecek olan zamir.
TAHT
f. Yağma, talan, soygun, çapul.
TAHT
f. Hükümdarların oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı.
TAHTAH
Arslan.
TAHTAHA
Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi.
TAHTAHA
Bir şeyi doğrultmak. * Beraber etmek. * Bazısını bazısına katmak.
TAHTANÎ
Alt kat. Alt katla alâkalı.
TAHTANİYE
Altta olan, alttaki. * Noktası altta olan harf.
TAHTE
f. Tahta.
TAHTE
Alt, altta, altında.
TAHTE
f. Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş.
TAHT-EL ARZ
Yer altı. Toprak altı.
TAHT-EL BAHİR
Denizaltı. Denizaltı gemisi.
TAHTELHIFZ
(Taht-el hıfz) Muhafaza altında.
TAHTESSERA
(Taht-es serâ) Toprak altı.
TAHT-EŞ ŞUUR
Şuur altı. Şuur haricinde olarak açılıp yayılan zihnî faaliyet.(Taht-eş şuur, gayr-ı meş'urdan vâzıhan farklıdır. Hâfızada teraküm etmiş, fakat bu anda kendisini düşünmediğimiz hâtıralar, gayr-i meş'ur ve kaimdirler. Fakat taht-eş şuur değildirler. L.R.)
TAHTGÂH
f. Başşehir, başkent. * Taht yeri.
TAHT-I BELKIS
Belkıs'ın tahtı. (Çok eski mecusi Yemen padişahlarından Şerahil'in kızı Belkıs, başka kardeşi olmadığından babasının yerine Yemen'e hükümdar olmuş idi. Sonra Süleyman Aleyhisselâm ile evlendi. Onun mu'cizeleriyle imana geldi.) Bak: Hüdhüd, Süleyman (A.S.)
TAHT-I ESARET
Esaret altı.
TAHT-I HÜKÜM
Hüküm altına.
TAHT-I HÜMÂYUN
Padişahların merasim sırasında oturdukları sedir.
TAHT-I MÜZAKERE
Konuşulmakta olan.
TAHT-I REVAN
Dört kişi veya iki katırla taşınan nakil vasıtası.
TAHTİB
Odun toplamak.
TAHTİE
Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. "Bu hatadır" diye iddia etmek. * Ist: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimal var" diyenler ki, bu hatalı anlayışa izafeten "Tahtie" denmiştir.
TAHTİM
Mühürleme. Mühür basma. * Tamamlama.
TAHTİT
Zayıflık. * Kurmak. * Pare pare etmek, parçalamak.
TAHTİT
(Hatt. dan) Çizme. Çizgi ile belli etme. * Çizgi.
TAHTİYE
Hatâya düşürmek, yanıltmak.
TAHT-NİŞİN
Taht'a oturan. Hükümdar. Padişah.
TAHUN(E)
(C.: Tavâhin) Su değirmeni.
TAHUR
Tâhir. Hem temiz hem temizleyici. Çok temiz.
TAHV
Düşmek. * Çekip uzatmak.
TAHVE
Eti pişirmek.
TAHVİD
Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
TAHVİF
Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak.
TAHVİFÂT
(Tahvif. C.) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler.
TAHVİFEN
Korkutarak.
TAHVİL
Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi.
TAHVİLÂT
Tahviller. * Borç senetleri.
TAHVİN
(C.: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme.
TAHVİR
Rücu ettirmek, döndürmek. * Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz.
TAHVİT
(Havt. dan) Duvar çekme.
TAHVİYE
Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak.
TAHVİZ
Suya dalmak.
TAHYA
Karanlık gece.
TAHYE
Bulut parçası.
TAHYİB
(Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma.
TAHYİL
(C.: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma.
TAHYİR
(Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.
TAHYİS
Zelil etmek, kepaze etmek. * Boyun eğdirmek. Muti etmek.
TAHZİ'
Tevâzu etmek, alçakgönüllü olmak.
TAHZİ'
Yarma, kesme. * Ameliyat.
TAHZİB
(Hizab. dan) Saç, sakal boyama.
TAHZİB
(Hizb. den) Takım haline getirmek. Hizibleştirmek. Gruplaştırmak.
TAHZİF
Saçını düzüp bezemek, süslemek.
TAHZİL
Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma.
TAHZİM
Kesmek.
TAHZİN
Hazinede saklama.
TAHZİN
(Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma. * Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma.
TAHZİR
(C.: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme.TAHZİR : Korkutmak.
TAHZİR
Yeşil renk verme. Yeşillendirme. * Hazırlama.
TAHZİZ
İsteklendirme, rağbet ettirme.
TAÎ
Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan.
TAİB
Tövbe eden. Günahlarına pişman olan.
TAİF
Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan. * Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin batı eteklerinde olarak 1882 metrelik yükseklikte bir şehirdir. Peygamber (A.S.M.) hicretin sekizinci yılında Huneyn muharebesinden döndüklerinde Taif şehrini fethetmek arzu etmişlerse de, ahalisi kaleye sığınıp şiddetli bir şekilde karşı koymağa başladıklarından Peygamber Efendimiz kuşatmayı terkedip geri dönmüşlerdir. Bir sene, sonra, yani hicretin dokuzuncu yılında Taifliler bir heyet tertip ederek barış yoluyla Peygamberimize itaat etmek için yollamışlardır.
TAİFE
Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım.
TAİFE-İ EFRENC
Frenk, Avrupalı, Fransız.
TAİFE-İ NİSÂİYE
(Taife-i nisâ) Kadınlar taifesi, grubu.
TAİH
Kibreden. Kibirlenen. Büyüklenen.
TAİL
Uzayan. * Kudret ve gına. * Fayda. Menfaat.
TAİN
Süngü ile vurulmuş.
TAİR
(Tayeran. dan) Uçucu. Uçan. * Kuş.
TAİS
Hafif başlı.
TÂK
Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan.
TAKA
Korkutmak. * Hazer etmek, çekinmek, korunmak.
TAKA
İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli.
TÂKA
Kubbeli mahfe. Pencere. * Takat. Güç, kuvvet, iktidar.
TAKABBUH
Çirkinlik.
TAKABBUZ
(C.: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme. * Kabız olmak, peklik.
TAKABBÜB
Binaya kubbe yapmak.
TAKABBÜL
(Kabul. den) Kabullenme. Üstüne alma. Bir şeyi taahhüd ve iltizam etme. * Öpülme.
TAKABUZ
Kabz edişmek.
TAKADDES
Mukaddes olsun (mânasında).
TAKADDÜM
(Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. * Zaman veya mevki bakımından ileride olma.
TAKADDÜS
Mübarek kılmak. Kudsî kılmak. * Çok temiz olma. * Mukaddes olma.
TAKADİ
Birbirine hakkını vermek.
TAKADU'
Birbirine süngü ile vurmak.
TAKADÜM
Üzerinden zaman geçmek.
TAKAFFÜL
Kapamak. * Kilitlemek. * Tilki eniği.
TAKAFKUF
Titremek.
TAKAHHUM
Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek.
TAKAHHUR
Kahrolmak.
TAKAHHÜL
şikâyet etmek.
TAKA'KU'
Deprenmek, hareket etmek. * Ötmek.
TAKALİ
Birbirini düşman kabul etmek.
TAKALKUL
Deprenmek, hareket etmek.
TAKALLU'
Ayağını kuvvetiyle kaldırmak. * Yerinden kopmak.
TAKALLUS
Kısa olmak, kısalmak. * Toplanmak, cem'olmak.
TAKALLÜB
Bir taraftan diğer tarafa dönmek. * Bir halden başka bir hale değişmek. * Başka kalıba girmek.
TAKALLÜD
(C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. * Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. * (Kılıç) kuşanma.
TAKALLÜL
(Kıllet. den) Azalma, az olma.
TAKALLÜS
Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma.
TAKAMMÜL
Bitlenme. Bitli olma.
TAKAMMÜM
Evin süprüntüsünü ayırmak.
TAKAMMÜS
Gömlek giymek.
TAKAMÜR
Kumar oynamak.
TAKANNU'
Başına örtü örtmek.
TAKANNÜN
Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme.
TAKARR
Birbiriyle kararlaşmak.
TAKARRUH
(Karh. dan) Yara derinleşip büyüme. * Yara çıban olma.
TAKARRÜB
Yakınlaşmak. Yaklaşmak. * Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak.
TAKARRÜM
Tatlı tatlı yeme.
TAKARRÜR
Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak.
TAKARRÜŞ
Kesbetmek, almak, kazanmak.
TAKARU'
Kur'a atışmak.
TAKARÜB
Birbirine yakın olmak.
TAKAS
Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek.
TAKASSİ
Bir şeyin aslını esasını araştırma.
TAKASSU'
Dühul etmek, girmek.
TAKASSUF
Kırılmak.
TAKASUR
(Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme.
TAKASÜM
Kısmet edişmek. * Birbirine yemin vermek.
TAKAŞKUŞ
Hastanın iyi olması. * Derinin soyulması. * Her yerden yiyecek istemek.
TAKAŞŞU'
Havanın açılması.
TAKAŞŞUR
(Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma.
TAKAŞŞÜF
Maişet şiddeti, geçim zorluğu.
TÂKAT
Güç, kuvvet. İktidar.
TÂKATFERSÂ
f. Dayanılmaz, tâkat götürmez.
TÂKATGÜDAZ
f. Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden.
TÂKAT-I BEŞER
Beşer gücü ve kuvveti. İnsana mahsus kuvvet.
TÂKATŞİKEN
f. Tâkati tüketen.
TAKATTUB
Kaşların çatılması. * Buruşma.
TAKATTUF
Yüz ekşitmek.
TAKATTUR
Damla. Damlama. Damla damla akma. * Ud ağacı ile buhurlanma. * Vuruşmağa hazırlanma. * Bir kimse kendini bir yerden atma. * Ağacın dalı kopup düşme. * Bir adamı yanı üzere düşürmek. (Kamus'dan)
TAKATU'
Kesilmek. Kesişmek.
TAKATÜL
Kıtal edişmek, döğüşmek, vuruşmak.
TAKAUD
Oturmak.
TAKA'UR
(Ka'r. dan) Çukurlaşma. * Kuyunun derin ve çukur olması.
TAKAUS
Durdurmak. Sonraya bırakmak.
TAKAVİM
(Takvim. C.) Takvimler.
TAKAVÜL
Birbiriyle söyleşmek.
TAKAVÜM
Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak.
TAKA'VÜS
Çok yaşlanma. * Evin eskiyip köhne olması.
TAKAVVİ
(Kuvvet. den) Kuvvetlenme.
TAKAVVUZ
Ayrılmak. Dağılmak. * Yıkılmak.
TAKAVVÜB
Bir şeyin kabuğu soyulmak.
TAKAVVÜL
Haber vermek. * Yalan söylemek.
TAKAYYUZ
Kırılmak. * Benzetmek.
TAKAYYÜ'
Kusar gibi olup kusamama.
TAKAYYÜD
Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak. * Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak. * Dikkatli davranmak.
TAKAYYÜL
Uymak, iktida etmek.
TAKAZA
Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.
TAKAZİC
Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat.
TAKAZÜF
Birbirine iftira edip atışmak.
TAKAZZUB
Kesilmek.
TAKAZZÜR
Çirkin şeylerden uzak olmak.
TAKAZZÜR
İstikrah etmek, kerih görmek, beğenmemek.
TAKBİB
Kubbe gibi yapma.
TAKBİH
Çirkin görmek. Beğenmemek. * Kabahatli bulmak. * Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek.
TAKBİHÂT
(Takbih. C.) Ayıplamalar, çirkin görmeler.
TAKBİL
Öpmek.
TAKBİR
Defnetmek, gömmek.
TAKBİZ
Toplayıp bir yere getirmek.
TAKDANE
f. Üzüm çekirdeği.
TAKDİD
Eti kurutmak. * Uzunlamasına yırtmak veya kesmek.
TAKDİH
Beğenmeme, zemmetme. * Atın belini inceltmek.
TAKDİM
(Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.
TAKDİMÂT
Takdim edilenler. Büyüklere verilen şeyler.
TAKDİME
(C.: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye. * Takdim.
TAKDİMEN
Takdim ederek, öne geçirerek.
TAKDİM-TE'HİR
Öne geçirmek, sonraya bırakmak.
TAKDİR
Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak.
TAKDİREN
Değer ve kıymetini anlı(Zeker). Takdir ederek.
TAKDİRÎ
Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan. * İtibarî. * Farazî. * Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime. (Bak: Mukadder)
TAKDİR-İ KELÂM
Söze değer vermek. * Sözün kıymeti. Sözden anlaşılan husus.
TAKDİRNAME
f. Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt.
TAKDİS
Büyük hürmet göstermek. Mukaddes bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın kusursuz, pâk ve her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek ve Allah'a (C.C.) şükretmek.
TAKDİYE
Hâcet bitirmek, ihtiyaç gidermek.
TAKFİL
(Kufl. dan) Kilitleme veya kilitlenme.
TAKFİYE
Kafiye yapmak. * Bir kimsenin ardınca olmak.
TAKHİM
İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek.
TAKHİR
(C.: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme.
TÂK-I MUALLÂ
Yüksek şerefe. Yüksek kubbe. * Yüksek haysiyet ve şeref sahibi.
TAKIYYE
Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek. * Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi. * Mümâşât.
TÂKIYYE
Takke.
TÂKIYYE-DUZ
f. Takkeci, takke diken.
TAKİ
Kendini koruyan, saklayan. * Takvalı kimse. Günahtan çekinen.
TA'KİB
Gözlemek. * Yolunda gitmek. * Peşinden yürümek. * Suçlunun suçunu araştırmak. * Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi. * Bir şeyi ciddiyetle istemek.
TA'KİBÂT
Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak.
TA'KİBEN
Takip ederek, takip suretiyle.
TA'KİD
Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma. * Düğümlenme, düğümleme.
TA'KİF
Eğriltmek.
TA'KİL
Devenin ayağına ip takıp bağlamak.
TA'KİM
(Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma.
TA'KİR
Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme.
TA'KİR
Suyu bulanık etmek.
TAK'İR
(Ka'r. dan) Çukurlaştırma, çukur yapma.
TAKLİ'
(Kal'. den) Yarmak. * Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak.
TAKLİB
(C.: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme. * Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme.
TAKLİD
Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.(Kur'an baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu hey'et üzerine bâkidir. Bu kadar Kur'anı taklid etmeğe müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur'anın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misâli gösterilmiştir. Evet, Kur'an milyonlarca Arabî kitablarla mukayese edilirse benzeri bulunamaz. O halde Kur'an ya hepsinin altındadır. Bu ise muhaldir; öyle ise; hepsinin fevkindedir. Öyle ise Allah'ın kelâmıdır. İ.İ.)(Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Ayâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki; siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız milliyetinize karşı bir istihfaftır. Ve millete bir istihzadır. M.N.)
TAKLİDEN
Taklid ederek, benzeterek.
TAKLİDGÂH
f. Taklid yeri.
TAKLİDÎ
Taklide ait. Sathî. * Delil ve sened istemeden kabul edilen.
TAKLİDÎ İMAN
(Bak: İman-ı taklidî)
TAKLİD-İ SEYF
Kılıç kuşatma.
TAKLİD-İ TUFEYLÂNE
Küçük çocuklara yakışır şekildeki taklid.
TAKLİH
Dişin sarılığını gidermek.
TAKLİL
Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis.
TAKLİL-İ MASÂRİF
Masrafların azaltılması.
TAKLİM
(Kamış, tırnak, kalem gibi şeyleri) yontma, kesme.
TAKLİS
Def çalıp nağme söylemek.
TAKLİS
Büzme.
TAKMİS
(Kamis. den) Gömlek giydirme.
TAKMİŞ
Cem'etmek, toplamak.
TAKNETU
(Bak: Lâtaknetu)
TAKNİ'
Başına örtü örttürmek.
TAKNİN
(Kanun. dan) Kanun koyma.
TAKNİYE
Çok kırmızı yapmak.
TAKRİ'
(C.: Takriât) Tevbih. Azarlama. * Birini telâşa düşürme. * Te'nif. Başa kakma.
TAKRİÂT
(Takri'. C.) Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar.
TAKRİB
Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin. * Yolunu bulma.
TAKRİBEN
Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı.
TAKRİBÎ
İhtimale göre olan. Takribe ait.
TAKRİD
Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek. * Hor ve zelil etmek.
TAKRİN
(Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma.
TAKRİR
İyi ifade etmek. Bildirmek. * Ağzından anlatmak. * Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. * Resmî olarak yazı ile bildirmek. * Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek. * Siyasî nota.
TAKRİRÂT
(Takrir. C.) Ağızdan anlatılan şeyler.
TAKRİREN
Ağızdan anlatarak.
TAKRİR-İ KELÂM
Söylemek. İfadede bulunmak.
TAKRİRÎ SÜNNET
Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları.
TAKRİS
Parmak ucuyla veya tırnakla bir nesneyi ovup yıkamak.
TAKRİS
Soğutmak. * Dondurmak.
TAKRİŞ
Birbirine rağbet etmek.
TAKRİT
Kulağına küpe takmak. * Davarın başına yular takmak.
TAKRİZ
Hayatında bir kimseyi methetmek, övmek.
TAKRİZ
(Karz. dan) Ödünç vermek. * Bir şeyi veya bir eseri beğendiğini söylemek. Beğendiğini bildiren yazı yazmak. Bir eserin takdir ve tahsin edildiğini bildiren yazı yazmak.
TAKSİB
Kıvırcık yapmak.
TAKSİF
Çok kırmak.
TAKSİM
(Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma.
TAKSİMÂT
Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar.
TAKSİM-İ A'MÂL
İş bölümü, iş taksimi.(Sani'i-i Zülcelâl'in hilkat-i âlemde câri ve taksim-ül-a'mâl kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül-a'mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadât ve muyulâtla şeriat-ı hilkatin farz-ül-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken su-i istimalimiz ile o istidaddan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re's-i riya olan meylü't-tefevvuk ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden cehenneme müstehak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azabdan bizi kurtaracak taksim-ül-a'mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-ül-a'mâlin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır. R.N.)
TAKSİM-İ GURAMÂ
Kârı veya zararı ortaklar arasında koydukları sermaye nisbetinde taksim etmek. * Fık: Bir borçlunun terekesini alacaklıların borç miktarları nisbetinde aralarında taksim etmek.
TAKSİR
(Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak.
TAKSİRAT
(Taksir. C.) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar.
TAKSİS
Kireç ile bina yapmak. * Kireç ile sıvamak.
TAKSİT
(Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para.
TAKŞİR
(Kışr. dan) Kabuğunu soyma.
TAKTAKA
(Tıktıka) Taşlardan çıkan ses. * Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime.
TAKTİ'
Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme.
TAKTİB
Kaş çatıp yüz ekşitme.
TAKTİK
Fr. Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. * Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma.
TAKTİL
(Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek. * Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
TAKTİN
Filiz sürme.
TAKTİR
Damla damla akıtmak. Damlatmak. İnbikten çekmek.
TAKTİR
Eksik etmek. * Güç olmak.
TAKTİRAT
Damla damla akıtmalar.
TAKUT
Feryun adı verilen darı cinsi.
TAKVA
Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek. (Bak: Amel-i-sâlih, İttika, Vicdan)(Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. R.N.)(Ey muhatab olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı recâ ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır. Reca mânası, sâmi' ve müşahidlere göre olursa şöyle te'vil edilecektir:Ey müşahidler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümid ve reca ettiği gibi; siz de, insanları ibadet techizatiyle mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtrî bir iktiza neticesi olduğuna işarettir. Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüb ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Meselâ: Şirkten takva; kebairden, masivaullahdan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinab etmekle takva; gazabdan tahaffuz etmekle takva. Demek kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza, ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna; ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir. İ.İ.)
TAKVİB
Bir şeyi yerinden çekip koparma. * Yeri kazma.
TAKVİD
Çok uzun boyunlu olmak.
TAKVİL
(C.: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek. * Haber vermek.
TAKVİM
Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma. * Ta'dil etme. * Bir şeye kıymet tâyin eylemek. * Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter. * Günlük olaylardan bahseden gazete.
TAKVİMÇE
f. Küçük takvim.
TAKVİM-İ ARABÎ
Hicretten 17 sene sonra görülen lüzum üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) tarafından Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç sayılmak suretiyle tertiplenen takvim.
TAKVİR (TAKAVÜR)
Bir cismi yuvarlak kesmek.
TAKVİS
(Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma.
TAKVİT
Besleme. Tagaddi.
TAKVİYE
Kuvvetlendirmek. * Kuvvetlendirilmek.
TAKVİZ
Binayı yıkmak.
TAKYİD
(Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.
TAKYİH
(Yara) İrinlenmek.
TAKYİN
Tezyin etmek, süslemek.
TAKYİR
Zifte bulaştırmak.
TAKYİZ
Kırılmak. * Takdir etmek. * Sövmek.
TAKZİB
Kesmek.
TAKZİF
Çok iftira atmak.
TAKZİYE
Gözün çapağı dışarı itmesi.
TAKZİYE
(Kaza. dan) Eksiği yerine getirme. Kaza etme.
TAL
f. Bakır veya gümüş tepsi. * (Parmaklara takılan) zil.
TAL'
Tomurcuk. * Miktar. Kadar. * Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları.
TAL'A
Görmek. (Bak: Tal'at)
TALA'
(C.: Etlâ) Geyik buzağısı. * Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu. * Buzağının ayağını bağladıkları ip. * Şahıs.
TALAC
f. Bağırma, feryad, çığlık. * Ses, sada. * Kavga. * Meş'ale.
TALAH
Yorulmak, zayıflamak.
TALAH
Salih olmayan. Bozuk.
TALAK
(At) sıçramak ve kalkmak.
TALÂK
Boşamak. Boşanmak. * Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. * Nikâhlı karısını bırakmak.
TALÂK SURESİ
Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir.
TALAKAT
Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. * Güler yüzlülük.
TALÂK-I BÂYİN
Yeniden evleniyorlarmış gibi kadının rızası ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk. Kadın istemiyorsa erkek zorla alamaz. İddet sırasında kadın, erkeğin evinde kalmaz. Erkek üçüncü defa verdiği bâin talaktan sonra, üzerinden hulle geçmeden karısını bir daha (kadın istese de) alamaz. (Bak: Hulle)
TALAK-NAME
f. Boşama kâğıdı.
TALAM
Esrar otunun tohumu.
TALAN
f. Çapul, yağma. * Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması.
TALANGER
f. Yağmacı, talancı, çapulcu.
TALANGERÎ
f. Çapulculuk, yağmacılık.
TALAR
f. Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. * Salon, büyük oda.
TALASİM
(Tılsım. C.) Tılsımlar.
TAL'AT
Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek.
TAL'AT-EFRUZ
f. Parıldayan.
TALAVET
Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik. * Ağızda çıkan bir nevi yara.
TALAZZİ
(Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme.
TALE
(Tavl. dan) "Uzun olsun" mânâsındadır.
TALEB
İsteme. İstenme. Dileme. İstek.
TALEBDÂR
f. Alacaklı.
TALEBE
(Tâlib. C.) İstekliler. * Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci.
TALEBE-İ ULÛM
Yüksek dinî ilimleri okuyan talebe. (Bak: Âlem-i berzah)(İmam-ı Şâfiî (K.S.) gibi büyük zâtlar: "Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibadet sayılır." diye ziyade ehemmiyet vermişler. Ş.)
TALEB-İ RÜ'YET
Görmeyi istemek. Hz. Musa'nın (A.S.) Cenab-ı Hakk'ı görmek istemesi.
TALEBKÂR
f. İstekli, talebli, arzulu.
TALEF
Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe. * Kanı heder olmak.
TALEL
(C.: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli.
TALH
Necis bulaşmak, pislik bulaşmak. * Havuz dibinde kalan tortu. * Kene böceği.
TALH
Muza benzer meyve. Akasya ağacı.
TALHA BİN UBEYDULLAH
(R.A.) : Aşere-i mübeşşeredendir. Çok muharebelere iştirak etti, fedakârlığı büyüktü. Peygamberimiz (A.S.M.) ile muharebede iken kılıç darbesine karşı kolunu gerer ve onu muhafazaya çalışırdı, kendisinden ziyade Hz. Peygamber'i (A.S.M.) muhafazaya azmederdi. Kolu bu yüzden sakatlandı. Hz. Ali (R.A.) buyuruyor ki: "Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) duydum. Dedi ki: Talha ile Zübeyir, Cennet'te benim komşularımdandır." Hicretin 36'ncı yılında Cemel Vak'asında şehid oldu.
TALİ
Tilavet eden, okuyan. * İkinci derecede. Sonradan gelen. * Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: "Duman çıkıyorsa ateş vardır" sözünde "Ateş vardır" sözü tâli'dir.
TALİ '
Doğan. Tulu' eden. * Kısmet, kader, baht. * Nişangâhın arkasına düşen ok. * Yeni hilâl.
TALİA
Doğan. Ufuktan görünen. Tulu' eden.
TALİA
Casus. * Nişancı. Asker önünden giden tabur. * Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.
TALİB
(C.: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli. * Talebe, öğrenci.
TALİBE
(C.: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız.
TALİD
Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası.
TALİF
Alınmış şey.
TALİH
Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli')
TALİK
Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse. * Düzgün söz söyleyen kimse.
TALİK
Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir.
TA'LİK
Asmak. * Geciktirmek. * Bağlanmak. * Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, vâris olma, işin görülmesine bağlanmış olur. Buna ta'liki şart denir. * Muallak kalmak. Bir zamana bıraktırmak. * Kur'an yazısının bir çeşidi. * Tefsir.
TA'LİKAT
Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. * Bediüzzaman Hazretlerinin İlm-i Mantık üzerine te'lif ettiği bir eserinin ismi.
TALİL
Hasır.
TA'LİL
Sebep göstermek. * İllet. Bahane. * Müessirden esere yapılan istidlâl. (Bak: Bürhaân-ı limmî)
TA'LİL BA'D-EL-VUKU'
Bir şeye sonradan uygun bir sebep uydurma.
TA'LİM
Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
TA'LİMAT
Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler.
TA'LİMAT-NAME
f. Yönetmelik.
TA'LİMGÂH
Tâlim ve öğrenme yeri.
TA'LİMHANE
f. Öğrenme yeri. Ta'lim yeri.
TA'LİM-İ ESMÂ
İsimleri öğretmek. * Cenab-ı Hak tarafından Hz. Âdem'e (A.S.) Esmâ-i hüsnânın öğretilmesi.(Hazret-i Âdem'in melâikelere karşı kabiliyyet-i hilâfet için bir mu'cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz'iyyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlik'ın şuunat ve evsafına şamil kesretli maârifin talimidir ki; nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i Kübrayı haml dâvasında bir rüçhaniyet vermiş ve hey'et-i mecmuasiyle Arz'ın bir halife-i mânevisi olduğunu Kur'an ifham ettiği misillü "Melâikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Şeytan'ın secde etmemesi" olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiyye, pek geniş bir düstur-u külliyye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. S.)
TA'LİN
Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma.
TA'LİT
Devenin yularını başından indirmek. * Deve boynuna nişan etmek.
TA'LİYE
Yükseltme.
TA'LİYE-İ NAME
Mektuba başlık koyma.
TALK
Doğum ağrısı.
TALL
Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem. * Helâk etmek, iptal. * Güzel, lâtif şey. * Şiddet.
TALLASE
Kendisiyle levha silinen paçavra.
TALS
(C.: Atlâs) Mahvetmek.
TALS
Su akmak.
TALTİF
İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak.
TALTİFÂT
(Taltif. C.) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar.
TALTİFEN
Taltif suretiyle.
TALTİH
Bulaştırma, bulaşık etme.
TALUT
(Bak: Yuşa)
TALVE
Vahşi canavarların yavrusu. * Keçi bağladıkları ip parçası.
TALY
Karışmak.
TALZİYE
(Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme.
TA'M
Yeme. Tad. Lezzet. Zevk.
TAMA'
Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme. * Askerî fertlerin maaşları. (Kamus)
TAMAEN
Tama' ederek. Hırsla. Cimrilikle.
TAMAH
(Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
TAMA'KÂR
Aç gözlü. Cimri.
TAMAM
Bitme, bitirme, son, nihayet. * Tam, eksiksiz, noksansız. * Ne eksik ne fazla. * Münasib, uygun.
TAMAMEN
Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde.
TAMAM-I ITTIRAD-I AHVAL
Bir kimsede var olan huy ve hasletlerin sekteye uğramadan biteviye devam etmesi, her zaman aynı durumu göstermesi.
TAMAMİYET
Bütünlük, tamamlık, tamlık.
TAM'AN
Tama' suretiyle, tama' ederek.
TAMAR (TIMÂR)
Yüksek mekan, yüce yer.
TAMAT
f. Mânâsız ve uygunsuz söz.
TAMELE (TAMLE)
Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu.
TAMH (TIMÂH)
Gözünü yukarı kaldırıp bakmak.
TA'MİD
Vaftiz etmek.
TA'MİK
(Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak.
TA'MİKAT
(Ta'mik. C.) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar.
TA'MİM
Umumileştirme. Herkese bildirme.
TA'MİMEN
Ta'mim suretiyle. Herkese bildirmek suretiyle.
TAMİR
Hurması olan kişi.
TAMİR
Sıçrayıcı, sıçrayan.
TA'MİR
Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.
TAMİR BİN TAMİR
Aslı bilinmeyen kimse. * Pire.
TA'MİRÂT
(Tamir. C.) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler.
TAMİS
Uzak.
TAMİYE
Dudak kabarmak.
TA'MİYE
(Amâ. dan) Körletme. Kör etme. * Kapalı şekilde anlatmak. * Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme.
TAMLES (TAMELLES)
Çörek.
TAMM
Saçını kesmek. * Galebe etmek. Galib gelmek. * Yükselmek, yüce olmak. * Defnetmek, gömmek.
TAMMA'
(Tama'. dan) Çok tama' eden.
TAMMAH
Her şeye göz diken pek hırslı kimse.
TAMMAT
Kıyamet.
TAMME
Bütün, noksansız, eksiksiz, tam.
TAMME
(Tâmmât) Kıyamet vakti. * Belâ. Dâhiye. * Keskin çığlık.
TAMN
Sâkin olmak, sessiz olmak.
TAMS
Kadının hayız görmesi, aybaşı olması. * Kir, vesah. * Cima etmek. * Yapışmak.
TAMS
Yok etme, belirsiz kılma. * Eskimek. * Mahvolmak.
TAMŞ
Halk, nâs, insanlar.
TAMTAME
Pelteklik, kekemelik, tutukluk.
TAMU
(Aslı: Tamuğdur) Cehennem.
TAMUR
Kan. * Nefes.
TAMURE
Kalb gılâfı. * Emzikli bardak. * İbrik.
TAMV
Yüksek olmak. * Dolu olmak.
TA'N
Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek. * Küfretmek. * Muhalifin iddialarını çürütmek. * Vurmak. * Duhul etmek, dâhil olmak, girmek.
TANA
Susuzluktan ciğerin yapışması.
TANAGGUZ
Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak.
TANAZZUC
Pişmek. * Olmak.
TANCİR (TANCERE)
(C: Tanâcir) Tencere.
TANDIR
Ufak fırın. * Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal.
TA'NE
Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme.
TANEF
Kayış. * Dağ burnu. Dağ başı. * Kapı üstüne yapılan örtü. * Duvar üzerine yapılan saçak.
TA'NE-ZEN
f. Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren.
TANFESE
(C.: Tanâfis) Uzun saçaklı halı. * Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır.
TANGİM
Avazlandırmak, seslendirmek.
TANGİS
Dirliğini tatsız etmek.
TANGO
Fr. Züppe giyinişli kadın. * Turuncuya çalar renk. * Bir dans çeşidi.
TANGÜB
Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi.
TANH
Semiz olmak, besili ve şişman olmak. * Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi.
TA'NİF
Şiddetle azarlamak. * Darılmak. * Meşakkat vermek. Melâmet etmek.
TA'NİFÂT
(Ta'nif. C.) Şiddetle azarlamalar, darılmalar.
TA'NİK
(Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak.
TAN'İM
Nimet vermek, nimetlendirmek.
TANİN
Sinek vızıltısı. * Kaz sesi. * Avaz ve gürültü. * Çınlamak. Tınlamak.
TANİN-ENDÂZ
f. Çınlayan, tınlayan.
TA'NİS
Büluğdan sonra kızın kendi evlerinde çok durması.
TA'NİYE
İncitmek.
TANKER
ing. Akaryakıt taşıyan gemi veya kamyon.
TANNAN
Tınlayan, çınlayan.
TANNAZ
Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi.
TANNE
Balçığı çok olan yer.
TANSİB
Yükseğe kaldırma.
TANSİF
(Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak.
TANSİR
Hristiyanlaştırma.
TANSİS
Tetkikten sonra karar vermek. * Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek.
TANSİYON
Fr. Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç.
TANTANA
Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı.
TANTİF
Kulağına küpe geçirmek.
TANTİK
Bir kimsenin beline kuşak bağlamak.
TANTİL
Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek.
TANZ
Herkesle eğlenme. Alay etmek.
TANZİC
Çok pişirmek. * Yakmak.
TANZİD
Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme.
TANZİF
(Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek.
TANZİFÂT
Temizlik işleri. Temizlemeler.
TANZİM
(Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek. * Düzenlemek. Tertiblemek. * Islah etmek. * Manzum veya mensur olarak yazmak.
TANZİMAT-I HAYRİYE
Osmanlı Devletinde Sultan Abdülmecid zamanında başlayan ve (1839-1876) tarihleri arasındaki devreye Tanzimat-ı Hayriye denir. Sözde ıslahat için çalışılan devirdir. Bu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu namında padişah fermanı ile başlatıldı. Bu devirde her şey yeniden tanzim edilecekti, yeni müesseseler kurulacaktı. Avrupa-vâri terakki esasları her yerde öğretilecek, Osmanlı Devleti ve İslâm Alemi ilerliyecekti. Fakat ıslaha ferdlerden başlayacakken ve İslâmî çareler düşünülecekken, geniş daireden başlandı. Evvelki dairelerdeki iktisadî, içtimaî fikir hastalıklarımıza zâhirde çâre bulmak için doktor gibi içimize giren yabancılar ve ecnebi zihniyetin meyveleri gittikçe bünyemizi daha ziyade felce uğrattılar...
TANZİR
Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. * Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma.
TANZİR
Tazeleştirme, tazelendirme.
TANZİREN
Nazire olarak. Benzetme suretiyle.
TÂR
f. Karanlık. * Tel. Saç teli. * Tepe. * İplik.
TAR TAR
Tel tel. İplik iplik.
TAR Ü MAR
f. Dağınık, karmakarışık, perişan.
TARA
f. Yıldız.
TARAB
Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık.
TARAB-EFSÂ
f. Neşe ve ferahlığı artıran.
TARAB-ENDUZ
Ahenk kazanan.
TARAB-GÂH
f. Coşkunluk ve sevinç yeri.
TARAB-NÂK
f. Sevinçli, neşeli, coşkun.
TÂRÂC
f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme.
TÂRÂC-GER
f. Yağmacı, çapulcu.
TÂRÂC-KERDE
f. Yağmalanmış, talan edilmiş.
TARAF
Yan, yön. * Yer, memleket, ülke. Kıt'a. * Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak. * Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri.
TARAFDAR
f. Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran.
TARAFDARÎ
f. Kayırıcılık, taraftarlık.
TARAFEYN
İki taraf. İki nihayet. * Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf.
TARAFGİR
f. Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan.
TARAH
(C.: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet.
TARAH
Uzak mekân.
TARAHHUM
(Bak: Terahhum)
TARAİF
(Tarife. C.) Az bulunur şeyler.
TARAİK
(Tarikat. C.) Tarikatlar, meslekler.
TARAK
Bulutların bir yere toplanması. * Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması.
TARAN
f. Karanlık.
TARANCİBİN
Kudret helvası.
TARARET
Semizlik, besililik, şişmanlık.
TARAS
İzdihamlık, çok kalabalık.
TARASRUS
Katı olmak, şiddetlilik. * Sağlam olmak.
TARASSUD
Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme.
TARASSUDÂT
(Tarassud. C.) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler.
TARAT
f. Çapul, yağma, talan.
TARATUN
Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak.
TARAVET
Tazelik. Körpelik.
TARAVET-DÂR
(Terâvettar) f. Tâzece, eskimemiş, tâze.
TARAYYUH
Zayıflık, süstlük.
TARAZİ
Hoşnutlaşmak.
TARAZRUZ
(Taş) Parça parça olmak.
TARAZÜM
Üzümü ekmekle yemek.
TARD
Sürme, kovma, uzaklaştırma. * Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma.
TARDETMEK
Kovmak, def etmek, uzaklaştırmak.
TARDİN
Kaftana yen etmek.
TARDİYE
Red olundurmak.
TARDİYE
Allah râzı olsun demek. (Bak: Tarziye)
TARE
Defa, kerre.
TARED
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Sürüp reddetmek.
TAREK
f. Tepe. Başın tepesi.
TAREM
Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh.
TAREŞ
Sağırlık.
TARETEN
Bir kere veya bazı defa.
TÂRETEN UHRÂ
Bir kere daha, başka bir kere daha.
TAREYAN
Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma.
TARF
Göz, bakış, nazar. Göz ucu. * Soyu temiz kimse. * Her şeyin nihayeti, sonu. * Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. * Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. * Koz: Menazil-i Kamer'den bir menzil adı. (Kamer menzillerinden birisinde aslanın alnını teşkil eden dört yıldızdan ikisi aslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de "Tarf" denilmiştir. Bu iki yıldız daha evvel doğarlar.)
TARFA
Ilgın ağacı.
TARFE
Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. * Göz kırpmak. * Bir yıldız ismi. * Ayın bir menzili.
TARFES
Kum yığını.
TARFET-ÜL AYN
Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
TARH
Uzaklaştırmak. * Vaz' etmek. * İndirmek. * Bırakmak, elinden atmak. * Yerleştirmek. * Temel bırakmak. * Mat: Çıkarma.
TARH-EFGEN
f. Düzenleyen, kuran, tertib eden. * Temel kuran, bina yapan.
TARH-ENDAZ
f. Temel atan. Düzenleyen, tertib eden.
TARH-I ESAS
Temel atmak.
TARHİB
Merhaba demek.
TARHUN
(C.: Tarâhin) Tarhun otu.
TÂR-I ANKEBUT
Örümcek ağı.
TÂR-I ZÜLF
Saç teli.
TÂRIK
Gece gelen kimse. * Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler. * Parlak yıldız. * Sabah yıldızı. (Zühre)
TÂRIK SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir.
TARIM (TARİME)
(C.: Tıram) Kara çadır.
TARÎ
(Tarâ. dan) Birdenbire çıkan, ansızın görünen.
TARÎ
Karanlık, meçhul.
TARÎ
(Taravet. den) Taze, taravetli.
TA'RİB
Bir kimseden söz nakletmek. * Çirkin etmek. * Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek.
TA'RİC
Meyletmek, eğilmek. * Bir nesne üzerinde durmak. * Çıkıntı. Tümsek peyda etme.
TARİD
(Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden.
TARİD
Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış. * Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu.
TA'RİD
Kaçmak. * Gitmek.
TARİDE
Arap çocuklarına mahsus bir oyun. * Okları cilâ edip parlattıkları ağaç.
TA'RİF
(İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. * Arafat'ta vakfe yapmak.
TA'RİFE
Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı.
TARİH
Hâdiseye vakit tayin etmek. * Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti. * Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim. * Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam. * Memlekette vâki olan hâdiseleri zamana nazaran tertip ve sırasıyla zikir ve beyan eden kitap.
TARİH
İşe yaramaz diye bir kenara atılmış nesne.
TARİH-İ KADÎM
Eski zaman tarihi.
TARİH-İ MU'CEM
Bir mısra, beyit veya cümledeki noktalı harflerin ebced hesabı ile yekûnunun delâlet ettiği tarih. * Edb: Ebced hesabında noktalı harflerin hesap edilerek düşürülen tarih. Bir ilmi, müfredâtı ile belirten eser.
TARİH-İ UMUMÎ
Umumî tarih.
TARİHNÜVİS
(C.: Tarihnüvisân) f. Tarih yazan. Müverrih.
TARİK
f. Karanlık.
TA'RİK
Ovmak.
TA'RİK
Şaraba biraz su katmak. * Kovayı doldurmak. * Terletmek. * Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak.
TARÎK
Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
TÂRİK
Terkeden, vazgeçen, bırakan.
TARİKAT
Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf)
TARİK-BAHT
f. Bahtı kara, şanssız, tâlihsiz.
TARÎK-İ ÂMM
Herkesin geçmesine mahsus yol.
TARÎK-İ BERZAHİYE
Berzaha giden ve ona ait yol.
TARÎK-İ CEHRÎ
Açık olarak ve yüksek sesle zikir yapan tarikat. (Kadirî gibi)
TÂRİK-İ DÜNYA
Hevâ ve hevesi terkeden. Dünyanın fâni olan cihetini terkedip Allah rızası yolunda olan.
TARÎK-İ NAKŞÎ
Şeyh Bahaüddin Nakşbendî Hazretlerinin kurduğu tasavvuf yolu. (Bak: Nakş-bendî)(Tarîk-i Nakşî'de dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. S.)
TÂRİK-ÜS SALÂT
Namaz kılmayı terketmiş olan kimse.(Çok tembellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrar ile ibâdeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?Elcevab: Evet, Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen, ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi' ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?.. Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.Amma Kur'ânın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir Padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevi bir zulüm eder. Çünkü; mevcudatın kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedani ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbaniye olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder. Evet herkes; kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı, kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i'tikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me'yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me'yus suretinde görür... gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemal-i neş'esinden gülen bir adam; kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi, mütefekkirâne ve ciddi bir surette ibâdet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.. gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamiyle zıd ve muhalif ve hatâ bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiyeye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.Elhasıl: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefs ise, Cenab-ı Hakk'ın abdi ve memlüküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.İşte bu istihkakı ve mezkur hakikatı ifade etmek için, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyan; mu'cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belâgat olan mutabık-ı muktezâ-yı hale mutabakat ediyor. L.)
TARİM
Kalın bulut. * Elleri ve ayakları kaba olan kimse.
TA'RİR
Yere dökmek.
TARİS
Kavi, kuvvetli.
TA'RİS
Et kurutmak.
TA'RİS
Düğün yapma. Bir kızı gelin etme.
TA'RİŞ
Üzüm çubuğuna çardak yapmak. * Temel yapmak.
TARİYE
Ansızın gelen belâ, dâhiye.
TA'RİYE
Soyma. Çıplaklaştırma.
TARİZ
Cansız, kuru nesne. * Meyyit, ölü.
TA'RİZ
Dokunaklı söz söylemek. Kapalıca yapılan sitem. Kinâye ile söylemek.
TA'RİZ
Gizleme, saklama. * Sağlamlaştırma. * Alıp götürme.
TA'RİZÂT
(Ta'riz. C.) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar.
TARK
Vurmak. * Dövmek. * Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak. * Bulanık su. * İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu. * Vücuttaki gevşeklik.
TAR-MAR
(Bak: Tar ü mar)
TARMESE
Münkabız olmak.
TARR
Kesmek. * Keskinletmek. * Yapmak. * (Bıyık) gelmek. * Çolak olmak. * Düşmek.
TARRAKA
Gümbürtü.
TARRAR
Yankesici, hilekâr.
TARRİYAN
Sepet. * Büyük tabak.
TARSİ'
Bezemek, süslemek. * Sevinç, neşât.
TARSİ'
(Göz) yaramaz olmak.
TARSİF
Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.
TARSİG
Vüs'at vermek, genişlik vermek.
TARSİN
Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek. * Bilmek. * Metanet ve cesaret vermek.
TARSİNÂT
(Tarsin. C.) Sağlamlaştırmalar.
TARSİS
(Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma. * Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi.
TARTABE
Keçiyi sağmak için çağırmak.
TARTİB
Islatma, rutubetlendirme. Islatılma. * Tâzelik verme. * Hoşlandırılma. * Hurmanın rutubetli olması.
TARTİB-İ LİSAN
Güzel bir söz söyleyerek dili mânen tatlılaştırma.
TARTİL
Saçı yağlamak.
TARY
Taptaze. Çok taze.
TARZ
Usul, şekil, üslub. * Yol. Hey'et.
TARZE
şekil, suret.
TARZİM
Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak.
TARZİYE
Cübbe veya zırh giymek.
TARZİYE
Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. * Râzı etmek. * "Radıyallahü-anh" diyerek duâ etmek.
TAS
(C.: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas.
TASABBİ
(Saby. dan) Çocuk tavrı takınma. Çocuklaşma.
TASABBU'
Parmak parmak ayırma.
TASABBUH
Sabahleyin uyumak. * Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek.
TASABBUN
Sabunlaşma. * Sabun gibi köpürme.
TASABBUR
(Sabr. dan) Sabırlanma. Sabretme.
TASABBÜB
Dökülmek. * Bahadır olmak, kahraman olmak. * Sıcaklığın artması.
TASABİ
Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak.
TASADDİ
Bir işe başlamak. * Taarruz etmek. * Yüz döndürmek. * Tesadüf etmek. * Vuku bulmak.
TASADDU'
(Demir) Paslanmak ve küflenmek.
TASADDU'
Yarılıp çatlama. * Dağılma.
TASADDUK
Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. * Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak.(İlmi olan kimse ilminden, malı olan kimse malından tasadduk etsin.) (Hadis meâli)
TASADDUKAT
(Tasadduk. C.) Sadakalar.
TASADDUR
(Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme. * Öğretmek. * Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek.
TASADUK
Birbirine inanmak.
TASADÜM
Tokuşmak.
TASAFFİ
Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek.
TASAFFUH
Yaprak yaprak olma. * Levha biçiminde olma, levha hâline konulma.
TASAFFÜR
Sararmak.
TASAFÜH
Musafaha edişmek.
TASAFÜN
Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek.
TASALLİ
Ateşte yanmak.
TASALLUB
Sertleşmek. Katılaşmak. * Sağlamlaşmak. * Gayret etmek.
TASALLUT
Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek.
TASALLUTEN
Musallat olarak, tasallut ederek, sataşarak.
TASALLÜF
Kibirlenmek, övünmek, söz atmak.
TASALLÜFÂT
(Tasallüf. C.) Gösteriş olarak yapılan nezaketler.
TASALSUL
Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları.
TASA'LÜK
Fakirlik göstermek.
TASAMM
Kendini sağır etmek.
TASAMÜM
Sağırlığa vurmak.
TASANNU'
Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket.
TASANNUF
Zorla yapılan sınıflandırma veya te'lif.
TASARRUF
İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.
TASARRUFAN
Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla.
TASARRUFÂT
(Tasarruf. C.) Tasarruflar.
TASARRUH
Şiddetle çağırmak.
TASARRUM
Cesaretlenme, yiğitlenme. * Kesilmek.
TASARU'
Birbiriyle güreşmek.
TASARUM
Birbirini kesmek.
TASA'SU'
Deprenmek, hareket etmek. * Perakende olmak, dağılmak.
TASA'UB
Güçleşme. Güç olma.
TASA'UD
(Suud. dan) Yukarı çıkma. * (Gaz veya buhar) yükselme.
TASAVİR
(Tasvir. C.) Tasvirler, resimler.
TASAVÜL
Karşılıklı hamle etmek.
TASAVÜN
Hıfzetmek, korumak.
TASAVVU'
Ayrılmak, perâkende olmak.
TASAVVUF
Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak. (Bak: Tarikat)(İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkin-i ehl-i tarikat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittiba' noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniyye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır!" demişler. M.)
TASAVVUFÎ
Tasavvufla alâkalı. Tasavvufa ait.
TASAVVUH
Yaş otun üstü sıcaktan kurumak.
TASAVVUR
Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ)
TASAVVURAT
(Tasavvur. C.) Tasavvurlar.
TASAVVURÎ
Tasavvurla alâkalı. Tasavvura ait.
TASAVVUR-U ŞAHSÎ
şahsî düşünce. şahsa ait tasavvur. (Bak: Himmet)
TASAVVÜN
Kendini sakınmak.
TASAYKUL
Pürüzsüzlük.
TASAYUH
Birbirine çağırmak.
TASAYYUD
(Sayd. dan) Ava gitme. Avlanma. Ava çıkma.
TASAYYUF
(Sayf. dan) Yazlıkta oturma, yazlama, bir yerde yaz mevsimini geçirme.
TASBİH
Rüzgârdan dolayı otun kuruması. * Sütü su ile karıştırıp içirmek.
TASDİ'
Rahatsız etmek. Sıkmak. Baş ağrıtmak. * Yarmak. * Perâkende etmek, dağıtmak.
TASDİK
Doğruluğunu kabul etmek. Bir kararın nizama, şeriata, kanuna uygun olduğunu kabul edip imzalamak. (Bak: Dimağ)
TASDİKAN
Tasdik için. Tasdik suretiyle.
TASDİKAT
(Tasdik. C.) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar.
TASDİKGERDE
Kabul edilmiş, tasdik edilmiş. Doğru olduğu bilinmiş.
TASDİM
Tokuşmak.
TASDİR
İcra etme. Vaz' etme. * Başlama. * Başlangıç yazma. * Örtme. * Başa geçirme, başa koyma. * Yazma. * Çıkarma, çıkartma.
TASDİYE
Alkış. El çırpma. (Sadadan veya saddan me'huz olarak ses çıkartmak veya vazgeçirtmek demektir ki, bu iki itibar ile birini çağırmak veya eğlenip oynamak gibi herhangi bir maksadla el vurmaktır.) (E.T.)
TASE
f. Tasa, keder, kaygı.
TASEL
Serabın uzaktan su gibi görünmesi.
TA'SENE
Ahlâkı yaramaz kadın. * Çok, kesir.
TASFİD
Muhkem ve sağlam bağlamak.
TASFİF
(C.: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme. * Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak.
TASFİH
(Safh. dan) (C.: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma. * Yaprak yapma. * Tağyir etme, değiştirme.
TASFİK
(C.: Tasfikat) Kanat çırpma.
TASFİK-İ ESNAN
Soğuktan dişlerin birbirine çarpması.
TASFİR
(C.: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama. * Islık çalma.
TASFİYE
Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek. * Hesabı kapatmak.
TASFİYE-İ KALB
Kalbini temizleme, yüreğini temizleme.
TASGİR
Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek.
TASGİRÂT
(Tasgir. C.) Küçültmeler.
TASHİF
(C.: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma. * Hatâ yapma. * Tağyir etme, değiştirme.
TASHİH
Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek. * Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.
TASHİHÂT
(Tashih. C.) Düzeltmeler, tashihler.
TASHİN
(Sahn. den) Sahneye koyma.
TASİ' (TÂSİA)
Dokuzuncu.
TASİAN
Dokuzuncu olarak.
TA'SİB
İhata edip kaplamak, içine almak. * Bir kimsenin başına taç koymak. * Açlıktan dolayı karnını bağlamak.
TAS'İB
Güçleştirmek.
TAS'İBAT
(Tas'ib. C.) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler.
TAS'İD
Eritme. * Yukarı çıkma ve çıkarılma. * Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme.
TASİG
Gayretsiz kişi.
TA'SİL
(Asel. den) Bal katma, ballandırma.
TA'SİL-İ KELÂM
Sözü ballandırma. Kelâmı tatlılaştırma.
TASİR
Galiz süt.
TA'SİR
(C.: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma.
TA'SİR
(C.: Ta'sirât) (Usr. dan) Güçleştirme.
TAS'İR
Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek.
TASKİL
Cilâlandırmak. Saykal, cilâ vurmak, cilâ verilmek.
TASKİLÂT
(Taskil. C.) Cilâlamalar. Cilâ yapmalar.
TASLİB
(Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak. * (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak.
TASLİM
Kulağı dibinden kesmek.
TASLİT
Musallat etmek. Birini başka birine belâ etmek. Sataştırmak.
TASLİYE
Sallâllahü Aleyhi Vesellem diyerek dua etmek. * Bir şeyi yakmak için ateşe atmak. (Bak: Sallâllahü Teâlâ)
TASM
Âd taifesinden bir kabile. * Mahvetmek veya mahvolmak.
TASME
f. Kayış halka. Tasma.
TASMİD
Hükmetmek. İçini doldurmak.
TASMİM
Bir şeyi önceden iyice kararlaştırmak. Azimet-i sadıka ile kastetmek. * Muhkem kılmak. * İnkâr etmek. * Endişe edip kaçınmamak.
TASMİT
Susturma.
TASNİ'
Düzme. Uydurma. Yakıştırma. * Bir san'atla meşgul kılma. * Güzel terbiye etme.
TASNİÂT
(Tasni'. C.) Hakiki olmayan yapmacık hareketler.
TASNİF
Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. * Kitap yazmak. Kitap tertib etmek.
TASNİFÂT
(Tasnif. C.) Tasnif edilmiş eserler.
TASRAH
Karınca. * Bit.
TASRE
(Süt) koyu olmak. * Su dibinde olan balçık. * Balçıklı su. * Dirlik, iyi olmak.
TASRİ'
Bir beytin iki mısraını da kafiyeli yapma. * Bütün mısraları kafiyeli manzume yazma. * Yere vurmak. * İki parça etmek.
TASRİD
Azaltmak.
TASRİF
İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak. * Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek. * Gr: Bir kelimenin veya fiilin çeşitli zamanlara göre sıra ile söylenişi. Sarf kaidesi üzere kelimenin şeklini başka kelimelere tebdil eylemek. Meselâ: Türkçe'de bir fiilin tasrifi: Hal sigasına göre: Gelmek fiilinin şekli: Geliyorum, geliyorsun, geliyor, geliyoruz, geliyorsunuz, geliyorlar gibi.
TASRİH
Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak.
TASRİHAT
(Tasrih. C.) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler.
TASRİHEN
Açık olarak, açıktan bildirerek.
TASRİYE
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak.
TASS
(Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun.
TASS (TASSE)
(C.: Tâs-Tusûs-Tassât) Tas, çukurca kap.
TASSUC
(C: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane.
TAST
(C.: Tısâs-Tısât) Büyük tas.
TASTİM
Tamamlamak. Tekmil etmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
TASTİR
(Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme.
TASVİB
Münasib görmek. Uygun ve doğru bulmak. * Aşağı indirmek.
TASVİBÂT
(Tasvib. C.) Tasvib edilip uygun görülen şeyler.
TASVİBEN
Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek.
TASVİBKERDE
f. Doğru bulunmuş, tasvib edilmiş, münasib görülmüş.
TASVİG
(C.: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme. * Batırmak. * Kuyumculuk yapmak.
TASVİR
Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde. * Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak. * Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim. * Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize gösterebilecek veya hariçte vücudu olmayan fakat hissedilen şeyleri duyurabilecek meleke.
TASVİRAT
(Tasvir. C.) Tasvirler.
TASVİRÎ
Tasvire dair, tasvirle ilgili.
TASVİT
(Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma.
TASY
Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Süst olmak, zayıflamak.
TASYİR
Bir surete koyma. Bir şekle vardırma.
TAŞAŞ
Nezleye benzer bir hastalık.
TA'ŞİR
(C.: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma. * Ona bölme.
TA'ŞİŞ
Hurmanın yaprağının az olması. * Kuşun yuva yapması.
TA'ŞİYE
Akşam yemeğini yemek.
TAŞR
Zayıf yağan yağmur.
TAŞRA
Hariç ve dış taraf. * İstanbul harici olan memleket. * Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler.
TAŞRAH
Hurma ağacı.
TAŞŞ (TAŞİŞ)
Yağmur çisintisi.
TAŞT
Büyük leğen.
TAŞT
Lâkin, fakat, amma.
TAŞT-GEN
f. Leğenci. * Leğen yapan.
TATABUK
Muvafık ve müttefik olmak. Uygun olmak.
TATAHHUR
Temizlenmek. Pâklanmak. * Günah işlemekten teberri ve imtina eylemek.
TATAL
Görmek için yüksek bir yere çıkmak.
TATALLU'
Nazar etmek, bakmak. * Beklemek, gözlemek, muntazır olmak.
TATALLUK
Açılmak.
TATALLÜB
Bir defa daha istemek.
TATALU'
Birbirine bakmak. Gözlemek.
TATAMÜN
Aşağı düşmek. * Meyelân etmek, eğilmek.
TATAR
(Tetar) (Arapçada: Teter) Bu isim, asıl itibariyle Moğol milletlerinden bir kavmin adıdır. Bu kavmin efrâdı, Cengiz Han askerlerinin pişdarları hükmünde olduğundan eski zamanlarda Moğollar mânasında kullanılmıştır.Arap ve Fars tarihlerinde de yukardaki mânada kullanılmıştır. Sonra bu isim bütün Turanî milletlerine verilerek "Akvam-ı Tatariye" diye adlandırılmıştır. Ve bütün bu milletlerin meskenine Tataristan ismi verilmişse de, bu tabirin yersiz olduğu sonra anlaşılmış ve bu mânada kullanılışı terkedilmiştir. Tatar milleti dil, ahlâk ve âdetler bakımından Moğollardan fazla Türklere yakındırlar. * Eskiden, mektup taşıyan postacı.
TATARRUB
şevke gelme, coşma, neşelenme, keyiflenme.
TATARRUF
(Taraf. dan) Bir yana veya bir tarafa çekilme.
TATARRUK
Yol bulma. Yol bulup girme.
TATA'TU'
Başını aşağı eğmek.
TATAVÜL
Uzun olmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek. * Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek.
TATAVVU'
Müstehab ve mendub olan namazlar. * İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak. * Nafile namaz kılmak. * Üzerine lâzım olmayan işler yapmak.
TATAVVÜF
Ziyaret etmek. * Dönmek.
TATAVVÜL
Büyüklenmek, kibirlenmek.
TATAYYUB
Güzel koku sürünme.
TATAYYUR
Teşe'üm addetmek. Uğursuzluk. * Uçmak.
TATBİ'
Doldurmak.
TATBİB
Kırbayı ev direğine asmak. * Tabiblenmek, doktor olmak.
TATBİK
Yakıştırmak. Yerine getirmek. * Karşılaştırmak. * Bir kaide, kanun veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek. * Benzetme, uydurma.
TATBİKAN
Tatbik ederek, uygun yaparak. Fiilen işleyerek.
TATBİKÎ
Tatbike ait. Pratik ile alâkalı. Fiilen işlemek suretiyle.
TATBİL
Davul çalma.
TATBİN
Bir şeye çamur sürme.
TA'TE
Cinli olmak. Delirmek.
TATFİF
Alırken dolgun, verirken eksik ölçmek.
TATFİF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 83. suresidir. Mekkîdir.
TATFİH
Doldurmak.
TATFİL
Uyuntuluk etmek. * Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi.
TATHİM
Gökçek etmek, güzelleştirmek, tahsin.
TATHİN
(C.: Tathinât) (Tahn. dan) Öğütme. Un haline getirme.
TATHİR
Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak.
TATHİRÂT
(Tathir. C.) Temizlikler.
TA'TİF
Şefkat uyandırmak. Acındırmak.
TA'TİK
Eskitmek.
TA'TİL
Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. * Kesmek. * Muattal bırakmak. * Ziynetsiz etmek, süssüz yapmak. * Allah'ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.(İ'lem eyyühel aziz! Enaniyetten neş'et eden şirk-i hafi katılaştığı zaman esbab şirkine inkılâb eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta'tile, yâni Hâliksızlığa incirar eder. El-iyâzü billah. M.N.)
TA'TİR
Dizmek.
TA'TİR
(Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma.
TAT'İR
Sütü yoğurt yapmak.
TA'TİS
(Atse. den) Aksırtma, aksırtılma.
TA'TİŞ
Susatma, susatılma.
TATLİK
Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek.
TATLİM
Yüzüne eliyle vurmak.
TATMİ'
Tamâ vermek.
TATMİN
İkna etmek. Kandırmak. * İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak.
TATRİB
Zevklendirme, neşelendirme, keyiflendirme.
TATRİD
Reddetmek.
TATRİH
Bırakmak.
TATRİK
Kuşun yumurtalamaya, kadının doğum yapmağa yakın olması.
TATRİM
Tamamlamak. * Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak.
TATRİR
Keskin etmek, keskinleştirmek.
TATRİZ
Elbiseye veya kumaşa süs için kenar işleme, oya yapmak.
TATURE
f. Hayvanların ayağına vurulan köstek, bukağı.
TATVİ'
Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
TATVİF
Tavaf ettirmek.
TATVİK
Boynuna gerdanlık takınmak.
TATVİL
Uzatma. Uzatılma.
TATVİLÂT
(Tatvil. C.) Boş, beyhude ve fazla sözler.
TATVİL-İ KELÂM
Uzun konuşma. Sözü uzatma.
TATVİŞ
Burma, iğdiş etme.
TATYİB
İyi davranma. İyi muâmele etme. Hoş etme. Gönlünü hoş etme.
TATYİBAT
(Tatyib. C.) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler.
TATYİB-İ HÂTIR
Gönlünü hoş etme, gönlünü alma.
TATYİR
Kötü görme. " Bu, filanın şerrinden oluyor" deme.
TAUN
Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri.
TAUS-U YEMENÎ
Yemen'li Tâus Ebî Abdurrahman. (Kırk defa hacceden ve kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan ve Sahabelerle görüşen ve Tâbiînin azîm imamlarından olan zât. (R.A.)
TAV'
İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak. * Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.
TAVA
Darı.
TAVADDU'
Abdest almak.
TAVAF
Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak. * Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
TAVAGGUL
Çok meşgul olmak, uğraşmak, kendini birşeye tamamen vermek.
TAVAGİ
(Tâgut. C.) Putlar. Tâgutlar.
TAVAHİ
Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları.
TAVAHİN
(Tâhun ve Tâhune. C.) Öğütülmüş şeyler. * Su değirmenleri.
TAVAHİN
(Tâhine. C.) Azı dişleri, öğütücü dişler.
TAVAİF
(Taife. C.) Gruplar. Milletler, kavimler. Bölükler.
TAVAİF-İ MÜLÛK
Abbasi Devletinin parçalanması ile meydana gelen küçük devletler.
TAVALİ'
(Tâli'. C.) Kısmetler, bahtlar, tâlihler.
TAVAMİR
Tomarlar.
TAV'AN
İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
TAV'AN EV KERHEN
İster istemez. İsteyerek olsun yahut istemiyerek olsun.
TAVARIK
(Târika. C.) Gece gelen belâlar.
TAVASİM
(Tavâsin) : Kur'an-ı Kerim'den tâ-sin, tâ-sin-mim sureleri.
TAVASSUB
Hastalanıp perişan olma.
TAVASSUL
(Bak: Tevassul)
TAVASSUL
(Bak: Tevessül)
TAVASSUT
Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık. * İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak.
TAVAŞİ
(C.: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası.
TAVAŞİR
Tebeşir.
TAVATTUN
Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek.
TAVATU'
Muvafık olmak, uygun olmak.
TAVAUD
Sözleşmek.
TAVA'UR
Güçlük, zorluk.
TAVAVİS
(Tavus. C.) Tavus kuşları.
TAVA'VU'
Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri.
TAVAZZU'
Abdest alma.
TAVAZZUH
Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek. * Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek.
TAVB
Kırmızı kiremit.
TAVD
Büyük dağ. Tepe. * Sebât.
TAVDİ'
Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek.
TAVF (TAVÂF)
Dönmek. * Fırat Nehri gibi sularda üstüne binilen vasıta.
TAVH
Helâk olmak. * İftira etmek.
TAVIR
(Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar.
TAV'Î
Kendiliğinden. İçinden.
TA'VİC
Eğme, eğip bükme. Eğriltme.
TA'VİD
(Deve) çok yaşamak. * Âdet edinmek. Alıştırmak, âdet ettirmek.
TAV'İD
Korkutmak.
TA'VİK
İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek. * İşinden alıkoymak.
TAVİL
Uzun. * Çok süren.
TA'VİL
İtimat etmek. * Sesle ağlamak.
TAVİLE
Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı. * Tavla, ahır. * Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi.
TAVİL-ÜL BÂ'
Uzun kulaçlı. Gücü yeter. * Eli açık, vergili, verimli.
TAVİL-ÜN NİCAD
Kılıç bağı uzun. * Mc: Uzun boylu.
TA'VİM
Arpayı ve buğdayı tutam tutam biçip yığmak.
TA'VİN
Evde kâhyâ kadın.
TA'VİR
Gözsüz etmek. Kör etmek.
TAV'İR
İri ve kaba yapmak.
TA'VİS
Güç etmek, zorlaştırmak.
TAVİYYET
İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet.
TA'VİZ
Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek. * Değiştirmek.
TA'VİZ
Nazar veya kötü şeylerden muhafaza için takılan dualı kâğıt, nüsha. Muska.
TAV'İZ
Korkutmak. * Söz vermek, va'detmek.
TA'VİZÂT
(Ta'viz. C.) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para.
TA'VİZEN
Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla.
TAVK
Tâkat. Güç. * Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. * Tasma.
TAVK
Arzu etmek, istemek.
TAVK-I BEŞER
Beşer takatinin, güç ve kudretinin son haddi.
TAVL
(Bak: Tul)
TAVLA
Hayvan bağlanan ahır. (San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.)
TAVME
Tosbağanın dişisi.
TAVR
(Bak: Tavır)
TAVR-I BÂTIL
Bâtıl, kötü hal ve vaziyetler.
TAVRÎ
Vahşi adam veya kuş. * Ehad, vâhid, bir.
TAVS
Örtmek.
TAVSİB
Tenbellik ve süstlük.
TAVSİF
Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak. * Bilgi, ilim.
TAVSİFÂT
(Tavsif. C.) Tavsifler. Vasıflandırmalar.
TAVSİF-İ Bİ-L-FEZAİL
Faziletlerini zikrederek tavsif etmek.
TAVSİL
(Vasl. dan.) Ulaştırma, vardırma.
TAVSİM
Azalardan bir uzva zahmet vermek. * Kırmak. * Tenbellik.
TAVSİT
(C.: Tavsitât) (Vasat. dan) Aracı bulma. Aracılık yaptırma.
TAVSİYE
Vasiyet bırakma. * Ismarlama, sipâriş etme. * Birini iyi tanıtma. Öğütleme.
TAVŞ
Akıl hafifliği, akıl azlığı.
TAVTİD
Bir nesneyi yerinde tutmak. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
TAVTİE
Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme.
TAVTİN
(Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma. * Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak. * Gönlünü bağlamak.
TAVTİŞ
Karşılıklı olarak reddetmek.
TAVUS
Meşhur bir süslü kuşun adı.
TAVVAF
Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden. * Resmî dairelerde gece bekçisi. * Çok tavaf eden.
TAVVAFE
Kedi.
TAVVAFİYYE
Resmî dairelerdeki gece bekçilerine verilen ücret.
TAVVAS
Tas yapan.
TAVY
Açlık.
TAVZİF
Vazifelendirmek, iş vermek.
TAVZİH
Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak.
TAYALİS
(Taylasân. C.) Başa ve boyna sarılan şallar. * Başa sarılan sarıkların omuzlar üzerine salıverilen uçları.
TAYBE
Medine şehri. Yesrib. Medine-i Münevvere.
TAYCAN
(C.: Tâyâcin) Tava.
TAYERAN
(Tayrân) Uçuş. Uçma.
TAYF
Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. * Gül. * Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı.
TAYFUR
Bir kuş ismi.
TAYH
Helâk etmek veya helâk olmak. * Bırakmak.
TAYH
Bulaşmak. * Hafiflik.
TAYHAN
Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse.
TAYHUC
Turaç kuşu (Bir sülün nevidir.)
TAYİ'
İtaat eden, boyun eğen kimse. * Bir işi kendi isteğiyle yapan.
TAYİAN
İsteyerek.
TA'YİB
Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek.
TA'YİBÂT
(Ta'yib. C.) Ayıplamalar.
TA'YİD
Bayram etmek.
TAYİH
Hayran kimse.
TA'YİL
Davarı yürütmek.
TA'YİN
Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.
TA'YİN-KERDE
f. Belirtilmiş. Tâyin edilmiş.
TAYİR
(Tayr.) Kuş. * Uçmak. * Çabuk yürümek.
TA'YİR
(C.: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma.
TA'YİS
Görmeden bir cismi eliyle aramak.
TAYİŞ
Yeynicek kimse. * Hafiflik.
TA'YİŞ
Diri tutmak.
TAYLASAN
(C.: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal. * Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu.
TAYR
(C.: Atyâr-Tuyur) Kuş. * Uçmak (mânasına mastardır.)
TAYR-I HÜMÂYUN
Talih veya uğur kuşu. Devlet kuşu. (Bak: Hüma)
TAYRURE
Uçmak.
TAYS
Çok adet. * Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü. * Nesli çok olan karınca ve sinek.
TAYSEL
Çok miktar. Fazlaca.
TAYTAN
Yaban sarımsağı.
TAYTAVA
Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.)
TAYY
Bükmek, sarmak, dürmek. * Kaldırmak. * Geçmek. * Açmak. * Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak. * Atlama, üzerinden geçme.
TAYYAN
Balçık yapan kimse.
TAYYAR
Deniz dalgası.
TAYYAR
Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan.
TAYYAŞ
Aceleci hafif kimse. * Hilebaz kimse.
TAYYETMEK
Silmek. Kaldırmak. * Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak.
TAYY-I ZAMAN
Zamanı ortadan kaldırmak. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamak. Meselâ: Kur'an-ı Kerimde beyan edilen "Ashab-ı Kehf" mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün veya bir gün kadar kaldıklarını söylemişlerdir. (Bak: Bast-ı zaman)
TAYY-İ MEKÂN
Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi.
TAYY-İ MERATİB
Birden üst mertebeye geçmek. Birden mertebeleri aşıp, geçip gitmek.
TAYYİB(E)
İyi, hoş. İyi davranış. Temiz. * Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine (:::) denilmiştir. * Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.
TAYYİBÂT
(Tayyibe. C.) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller. * Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri.
TAZ
f. Koşma, koşuş.
TAZ'
Gayretsiz olmak.
TAZACCU'
Gevşek davranma, üşenme.
TAZACCUR
Sıkıntı. İç sıkılma.
TAZAFFÜR
Galip olmak, yenmek.
TAZALLÜL
(Zıll. den) Gölgelenme, gölgede olma, gölge altına girme.
TAZALLÜM
Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. * Birinin hakkını veya malını gasbetmek. * Mazlum olmak. * Zulmü kendi nefsine isnad etmek.
TAZALLÜMÂT
(Tazallüm. C.) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar.
TAZALLÜM-İ HÂL
Kendine yapılan bir hâlden, hareketten dolayı sızlanmak. Hâlinden şikâyet etmek.
TAZAMMUD
Yaranın merhemli bezle sarılması.
TAZAMMUN
İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak. * Tazmini kabul etmek. Kefil olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi.
TAZANNÜN
(Zann. dan) Sanma, zan ile iş görme, delilsiz hükmetme.
TAZARRU'
Bir şeye gizlice yaklaşmak. * Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak.
TAZARRU'EN VE HUFYETEN
Gizlenip saklanarak.
TAZARRUF
Zarafet. * Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak.
TAZARRU'KÂRANE
f. Tazarru ederek. Tazarru etmek suretiyle.
TAZARRUR
(Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama.
TAZAVVU'
Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması.
TAZAYYUK
(Zîk. den) Sıkışma, daralma.
TAZAYYÜF
Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
TAZE
f. Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. * Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. * Kuru olmayan, yeşil. * Genç, körpe.
TAZEGÎ
f. Tazelik, yenilik, körpelik. * Gençlik.
TAZENDE
f. Koşucu.
TAZFİR
Galip etmek. * Tırnaklaşmak.
TAZHİR
(Zahr. dan) Arkaya atma. Arkaya bırakma veya bırakılma. İhtimâl.
TAZİ
(C.: Tâziyân) Araplar.
TA'ZİB
Davarları gece yabanda otlatıp eve getirmemek.
TA'ZİB
Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek.
TA'ZİBÂT
(Ta'zib. C.) Eziyetler, tâzibler, azablar.
TA'ZİB-İ RUH
Can sıkma.
TAZ'İF
İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak. * Zayıf addetmek.
TA'ZİL
Azletme. İşinden çıkarma.
TA'ZİL
(C.: Ta'zilat) Ayıplama.
TA'ZİM
Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.
TA'ZİMAT
(Ta'zim. C.) Hürmet ve riayetler. Tazimler.
TA'ZİMEN
Hürmet ve ikram ederek.
TA'ZİR
Siyaset. * Tehdit etmek. * Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek. * Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafından tatbik edilen cezalar hakkında kullanılır bir ıstılahtır.Ta'zirin meşruiyeti; Kitab ile, Sünnet-i Nebeviye ile ve icma-i ümmet ile sabittir.Ta'zir; dövmekle, hapisle, hattâ katil ile olabileceği gibi azarlama, sert lakırdı veya bakış veya herhangi bir tavır ve vaziyet ile de olabilir. Dövmek suretiyle olan ta'zir, otuzdokuz değnekten fazla olamaz. Bir kavle göre para almak suretiyle de ta'zir câizdir.
TA'ZİR
Kusur ve özür etme. * Aslı olmayan özürler beyan etme. * Necis bulaştırmak.
TA'ZİRAT
(Ta'zir. C.) Azarlamalar, ta'zirler, tekdirler.
TA'ZİRAT
(Ta'zir. C.) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler.
TA'ZİR-İ EŞRAF
Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle yapılır.
TA'ZİR-İ EVSAT
İçtimai mevkileri orta hâlde bulunan kimseler hakkındaki ta'zirdir ki, hem mahkemeye bilcelb ilâm suretiyle, hem de hapis suretiyle yapılabilir.
TA'ZİR-İ TE'DİB
Âkıl bâliğ olduğu halde henüz mükellefiyet çağında bulunmayan bir çocuğun yaptığı bir suçtan dolayı hakkında te'dib ve ta'zib maksadıyla yapılan ta'zirdir.
TA'ZİR-İ UKUBET
Mükellef bir şahıs tarafından irtikâb olunup da şer'an muayyen bir cezası bulunmayan bir suçtan dolayı ukubeten yapılan ta'zirdir. Mücrimin bu hususta müslim ile gayr-i müslim; hür ile âbid; erkek ile kadın olması müsavidir.
TAZİYANE
f. Sebeb. Vasıta. * Kırbaç, kamçı.
TA'ZİYANE
f. Ta'ziye eder surette. Ta'ziye ederek.
TAZİYANE-İ TA'ZİB
Azab vermek, azablandırmak kamçısı.
TA'ZİYE
Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. "Allah sabr-ı cemil ihsan etsin" diye söylemek.
TA'ZİZ
Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek.
TAZLİL
(Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme.
TAZLİM
Zâlim olmak.
TAZMİD
Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama.
TAZMİN
Kefil olmak. * Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek. * Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı. * Bir şeyi bir şeye dâhil etmek. * Zararı ödetmek.
TAZMİNÂT
(Tazmin. C.) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller. * Zararların bedellerini ödetme.
TAZR
Eliyle vurup def'etmek. El ile kovmak.
TAZRİR
Zarar vermek. Zarara uğratmak.
TAZYİ'
(C.: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama.
TAZYİ-İ EVKAT
Boş yere vakit geçirme. Zaman harcama. Vakit kaybetme.
TAZYİK
Daraltmak, sıkıştırmak. * İcbar etmek. * Sıkıntı ve ızdırab vermek. * Zorlama, baskı. * Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine konuldukları satıhlara; sıvılar, içinde bulundukları kabın hem dibine ve hem de yanlarına; gazlar ise, içinde kapalı oldukları kabın her tarafına basınç yaparlar.
TAZYİKAT
(Tazyik. C.) Tazyikler. Sıkıştırmalar. Baskılar. Zorlamalar. * Basınçlar.
TE
f. Dek, kadar, değin. Meselâ: Ser-te-ser $ : Baştan başa.
TEA
Duâ.
TEAB
(Bak: Taab)
TEABBÜD
(Bak: Taabbüd)
TEABBÜS
Abes yüzlü olmak.
TEADDİ
(Bak: Taaddi)
TEADDÜD-Ü ZEVCAT
(Bak: Taaddüd-ü zevcat)
TEADİ
(C.: Teâdiyât) (Adu. dan) Ara açılma. Düşmanlık.
TEADUD
(Adud. dan) Kol kola girme. * Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme.
TEADÜL
(C.: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik.
TEAFFÜF
(Bak: Taaffüf)
TEAFFÜN
(Bak: Taaffün)
TEAHHUR
Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek.
TEAHHÜD
Hıfzetmek, korumak. * Uymak, tâbi olmak, riâyet etmek.
TEAHÜD
Sözleşmek. Ahidleşmek.
TEAHÜDÂT
(Teâhüd. C.) Sözleşmeler. Ahidleşmeler.
TEAKK
Dolu olmak.
TEAKKUB
Her nesnenin âkibetine nazar etmek. Sonuna bakmak.
TEAKKUD
Bağlanmak.
TEAKKUM
Tereddüt etmek, kararsız olmak.
TEAKKÜN
Karın buruşukluğu.
TEAKKÜR
Cem'olmak, toplanmak. * Açlık.
TEAKKÜS
(Aks. den) Tersine dönme.
TEAKUB
Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak. * Bir nesneyi sonradan çoğaltmak.
TEAKUD
(Akd. den) Bağlaşma, akidleşme.
TEALA
Nâmı büyük meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir.
TEALALLAH
Allah yükseltsin!
TEALİ
Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.(Bu zamanda İslâmiyetin tealisine en büyük bir sebep, maddeten terakki etmektir. M.)
TEALİPERVER
f. Yükselmeyi isteyen.
TEALLİ
(C.: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme.
TEALLUK
Muhabbet etmek, sevmek. * Alâkalı olmak.
TEALLÜL
(Bak: Taallül)
TEALÜM
(İlm. den) Bir şeyi herkesin bilmesi.
TEAMİ
Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme.
TEAMMUK
Batmak, gömülmek.
TEAMMÜC
Eğrilik.
TEAMMÜD
(Bak: Taammüd)
TEAMMÜM
İmame sarmak, sarık sarmak. * Umumileşmek.
TEAMÜL
Olagelen iş. * Birbiriyle alıp vermek. * Yapılagelen muamele ve münasebet. * Usul. * Reaksiyon, tepki.
TEAMÜS
Gaflet etmek. Câhillik etmek.
TEANNİ
Zahmet çekme.
TEANNÜD
Hakkı ve doğruyu bilerek tersini yapmak.
TEANNÜT
Meşakkate düşmek. * Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek.
TEANUK
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma.
TEARRİ
(Uryet. den) Soyunma. Çıplaklaşma.
TEARRÜF
Bir şeyi araştırarak öğrenme.
TEARUZ
Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek.
TEARUZEN
Birbirine zıt olarak, muarız olarak.
TEARÜF
Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak.
TEAS
Sürçüp yüzü üstüne düşmek.
TEASSİ
Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Sopayla vurmak, asâ ile darbetmek.
TEASSÜF
Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf.
TEASSÜR
Sıkılmak.
TEASSÜS
Kokmak. * Geceleyin ava gitmek.
TEASÜR
(Üsr. den) Bir şey güçleşme. Güç olma.
TEASÜR
Geçim. Güzel geçinme.
TEAŞİ
Gafil görünmek.
TEAŞÜK
Sevişmek.
TEAŞÜR
Muaşeret etmek, iyi muamelede bulunmak.
TEATİ
Karşılıklı alıp vermek. * Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak. * Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi.
TEATİ-İ EFKÂR
Birbirlerine fikir verme.
TEATTUF
Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek. * Ulaşmak. İttisal etmek. * Eğilip bükülmek.
TEATTUL
Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması.
TEATTUS
Aksırma.
TEATTUŞ
Susamak.
TEATUF
Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek. * Birbirine bağlanma.
TEATUFÂT
(Teâtuf. C.) Karşılıklı sevgiler.
TEAVÜN
Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.(Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: "Hâlik-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itâatle imtisal edilen düstur-u teavünle; nebatat hayvanatın imdâdına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumi kanunun Rahimâne, Kerimâne cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir" diye ahmâkane hükmetmişsin. Acaba bu düstur-u teâvünün cilvesinden olan zerrât-ı taâmiyenin kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları, nasıl cidâldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdâd ve koşmak, Kerim bir Rabbin emriyle bir teâvündür. M.N.)
TEAVÜNÂT
(Teavün. C.) Yardımlaşmalar.
TEAVÜR
Elden ele gitmek.
TEAYÜŞ
Birbiriyle dirlik etmek.
TEAYYÜB
Ayıplamak.
TEAYYÜN
Bellibaşlı olmak. * Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek. * Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma. (Bak: Taayyün)
TEAZUD
Kol kola tutunma. * Mc: Yardım.
TEAZUM
Gözde büyümek. Azametlenmek. Büyük görünmek.
TEAZZUK
Darlık, tazyik.
TEB
f. Hararet. * Tıb: Sıtma.
TEBA'
Tabi olma. Uyma.
TEBAA
Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar.
TEBAB
Ziyan, zarar, kayıp, hasar.
TEBADÜL
Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa.
TEBADÜLÂT
(Tebadül. C.) Değişmeler. Tebadüller.
TEBADÜR
Ani olarak zihne girmek. * Hâdis olmak. * Barışmak. * Öğretmek. * Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak.
TEBAGGUZ
(Buğz. dan) Sevmeme. Kin besleme. Buğzetme.
TEBAGİ
Birbirine zulüm etmek.
TEBAGUZ
(C.: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme.
TEBAH
f. Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. * Bozuk.
TEBAHBUH
Durmaya, oturmaya, girmeye ve çıkmaya kadir olmak. * Ortada oturmak.
TEBAHHUR
(Buhar. dan) Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. * Kokmak.
TEBAHHUR
(Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma.
TEBAHHURÂT
Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler.
TEBAHİ
Övünme, tefahur. * Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek.
TEBAH-KÂR
(C.: Tebâhkârân) f. Mahveden, harab eden, bitiren.
TEBAHTUR
Dalgalanmak, dalgalanır olma. * Kibirlenerek yürüme, kibirli kibirli yürüme.
TEBAÎ
Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan. * Başkasına uyarak. * Cüz'î olarak. (Bak: Tebeî)
TEBAİYYET
Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme.
TEBAİYYETEN
Tâbi olarak. Uyarak.
TEBAKİ
(Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama.
TEBAKKUR
İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak.
TEB'AN
Bir şeyin arkasından gitmek ve ona tabi olmak.
TEBANÇE
Tokat.
TEBANE
Zeyreklik, akıllılık.
TEBAR
Helâk, bitme, yok olma.
TEBAR
f. Soy, nesil, neseb.
TEBAREK
Mübarek etsin (mealinde dua.) Teâlâ gibi mâzi fiiliyle mübalâğa ile bereketin Allah'tan zuhurunu ifade eder. (Bak: Bereket) (Suyun havuzda yükselmesi halinden alınmıştır.)
TEBAREKÂLLAH
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli! diyerek hayret taaccübü. Allah'ın (C.C. ) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâm.
TEBARİ
Mücâdele ve muhârebe etmek. Savaşmak, dövüşmek.
TEBARÜK
Çoğalmak, ziyâde olmak. * Uzamak. * Büyüklük. * Genişlemek. * Zâhir olmak, görünmek.
TEBARÜZ
Belli olma, belirtme. Görünme. * İki hasım cenk için meyadan çıkma.
TEBASSUR
Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş.
TEBA'SUS
Muztarib olmak, ıztırab çekmek. Acı çekmek.
TEBAŞİR
f. Tebeşir.
TEBAŞİR
Müjde. * Her şeyin öncesi, ilk zamanı.
TEBAŞÜR
Muştulamak. Müjdelemek. * Mübaşeret etmek, bir işe girişmek, başlamak.
TEBATTUN
Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma.
TEBATU'
Ağır davranma. Ağır hareket etme.
TEBAUL
Oynamak.
TEBA'UL
Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi.
TEBA'UZ
Parçalanma. Kısım kısım ayrılma.
TEBAÜD
Uzaklaşma. Uzağa çekilme. * Uzama.
TEBAÜDÂT
(Tebaüd. C.) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar.
TEBAYİ'
(Bak: Tabayi')
TEBAYÜ'
Bey'edişmek, bir malı diğer bir malla değişmek.
TEBAYÜN
İki şey arasındaki uyuşmazlık. Birbirinden ayrı ve başka olmak. İhtilâf vuku bulmak. Zıtlık.
TEBAYÜNÂT
(Tebayün. C.) Tebayünler, iki şey arasındaki farklılıklar.
TEBAYÜN-İ EFKÂR
Fikirlerin aykırılığı. Düşüncelerin farklı olması.
TEBAYÜN-İ MESALİK
Mesleklerin farklılığı.
TEBAZÜL
Birbirine bahşiş etmek.
TEBB
Zarar, ziyan, hasar, kayıp.
TEBBAN
Saman satan, samancı.
TEBCİL
Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.
TEBCİLEN
Ağırlı(Zeker), tâzimen.
TEBDİL
Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
TEBDİLÂT
(Tebdil. C.) Tebdiller, değiştirmeler.
TEBDİLEN
Değiştirerek. Tağyir ederek.
TEBDİL-İ HEVÂ
Hava tebdili. Hava değişikliği.
TEBDİL-İ MEKÂN
Yer değiştirme.
TEBEA
(Tâbi. C.) Tâbi olanlar, uyanlar.
TEBEAN
Tâbi olarak. Uyarak.
TEBECBÜC
Sevinmek.
TEBECCÜS
Suyun açıktan akması.
TEBEDDİ
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak.
TEBEDDÜ'
Başlamak.
TEBEDDÜ'
Ehl-i Sünnetten iken başka mezhebe girme. * Dinini değiştirme. İrtidad. * İyi olan ahlâkını bozup değiştirme.
TEBEDDÜD
Perâkende olmak, dağılmak.
TEBEDDÜL
Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus)
TEBEDDÜLÂT
(Tebeddül. C.) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât.
TEBEDDÜLÂT-I CESİME
Büyük değişiklikler.
TEBEH
(Bak: Tebah)
TEBEHHUR
(Bak: Tebahhur)
TEBEHHÜL
Tahsil için sıkıntı ve zahmet çekme.
TEBEHHÜM
şüpheli ve belirsiz olma.
TEBEHHÜR
Tıb: Kısa ve sık nefes alma.
TEBEHKAR
(C.: Tebehkâran) f. Mahveden, harab eden. Bitiren.
TEBEÎ
Kasdî olmayan. * Tâbi olarak. * Başkasının vücuduyla kaim olan. * Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak. (Bak: Tebaî)
TEBE-İ TABİÎN
Tabiînden olan birisinden (yâni ikinci derecede olarak) hadis nakletmiş olan. Veya Tabiîn olanlardan ders almış, onlara uymuş müslümanlar.
TEBEKKÜL
Karışmak.
TEBEKKÜM
(Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma.
TEBELBÜL
Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi. * Karışıklık.
TEBELBÜL-Ü AKVAM
Muhtelif kavimlerden ibaret bir cemaatin kısım kısım olmaları, muhtelif dil konuşmaları. (Bak: Babil)
TEBELBÜL-Ü ELSİNE
Dillerin karmakarışık olup anlaşılmaz hale gelmesi.
TEBELLEŞ
Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış.
TEBELLUH
Tekebbürlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
TEBELLÜC
Sabah yeri ağarmak.
TEBELLÜD
Ağır, tembel olma. * Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı "hay meded" diye ellerini birbirine çarpma. * Yere düşme.
TEBELLÜĞ
Anlayıp alma. Yetişme, erişme. * Tebliği kabul etme.
TEBELLÜH
Ahmak olmak. * Suretâ ahmaklık göstermek. * Kaybolmuş bir şeyi araştırmak. * Yolu bilmeyen kimse, erbâbından sorup araştırmayarak gitmek.
TEBELLÜL
(C.: Tebellülât) Nemlenme, ıslanma.
TEBELLÜR
Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak. * Açığa çıkmak. Meydana çıkmak.
TEBEN
Zeyrek, akıllı kimse.
TEBENNİ
Evlât edinme.
TEBER
f. Balta.
TEBERKU'
Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma.
TEBERNÜS
Bürnüs giymek.
TEBERRA
Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme.
TEBERRİ
Alâkasız olma. Sevmeyip yüz çevirme. * Temiz olma.
TEBERRU'
Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak.
TEBERRUAN
Teberru ederek, teberru suretiyle, bağışlayarak.
TEBERRUÂT
(Teberru'. C.) Teberrular, bağışlar, bağışlamalar.
TEBERRUZ
İktifa etmek, yetinmek.
TEBERRÜ'
Pâk ve temiz, halis ve helâl olmak.
TEBERRÜC
Açık saçık olmak. * Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi)
TEBERRÜD
Soğuma, serinleme, soğuk hâle gelme. * Soğuk suya girme.
TEBERRÜK
Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak. * Hayr-ı İlâhiye hissedâr olmak.
TEBERRÜKEN
Uğurlu ve mübarek olarak. Bereket mevzuu ederek.
TEBERRÜM
Muztarib olmak, ıztırab ve acı çekmek.
TEBERRÜR
Allah rızasına çalışma.
TEBERRÜZ
Görünme, meydana çıkma.
TEBERTUM
Büyüklük taslama. * Hiddetlenme, öfkelenme, kızma.
TEBERZİN
f. Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası.
TEBESSÜL
Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme.
TEBESSÜM
Gülümseme. Nazikâne ve dişlerini göstermeyerek gülme.
TEBESSÜMAT
(Tebessüm. C.) Gülümsemeler, tebessümler.
TEBESSÜM-KÜNAN
f. Gülümser tarzda, gülümseyerek.
TEBESSÜR
Sivilce çıkma.
TEBEŞBÜŞ
Küçükten büyüğe güler yüz gösterme.
TEBETTÜL
Halkdan ayrılmak. * Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek. * Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek.
TEBEVVÜ'
Makam tutmak.
TEBEVVÜL
Bevl etmek. İşemek.
TEBEYYÜN
Belli olmak. Sabit olmak. Görünüp anlaşılmak.
TEBEYYÜT
Geceleyin yağma etme. * Bir işi gece yapmak.
TEBEZZUH
Tekebbürlenmek, gururlanmak.
TEBEZZUK
(Büzâk. dan) Tükürme.
TEBEZZÜL
Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak.
TEBEZZÜL
Yarılma. Şakk.
TEBHAL
(Tebhâle) Dudak kabartısı.
TEBHİC
(Behic. den) Güzelleştirme.
TEBHİH
Sıcaklığın az olması.
TEBHİL
(Bahal ve Buhl. den) Bir kimse için "pinti, hasis" deme.
TEBHİR
Buharlaştırma. Buhar hâline getirme. * Tütsüleme.
TEBHİT
Ağlatmak.
TEBİ'
Yardımcı, yardak. * Sığır yavrusu.
TEBİA
Zulümle ve zorla alınmış olan kumaş.
TE'BİD
(C.: Te'bidât) (Ebed. den) Ebedileştirme, sonsuzlaştırma.
TEB'İD
Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma.
TE'BİDÂT
(Te'bid. C.) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler.
TE'BİL
Deveyi katarıyla getirmek.
TE'BİN
Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme. * Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama.
TE'BİR
(Ağaçları) aşılama, (ağaçlara) aşı yapma.
TE'BİS
Horlama. Hakaret.
TE'BİYE
Yüksek sesle okumak.
TEB'İZ
Bölmek. Bölük bölük etmek. Bir kısma ait etmek.
TEBK
Dolu olmak, dolmak.
TEBKİR
Acele etmek.
TEBKİT
Tekdir etmek. Azarlamak. Vurmak. Başa kakmak. * Delil ve bürhanla galip gelip susturmak.
TEBKİYE
(Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma.
TEBL
Fesad etmek, çürütmek.
TEBLİGAT
(Tebliğ. C.) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler.
TEBLİGAT-I RESMİYE
Resmî tebliğler.
TEBLİĞ
Ulaştırmak. Götürmek. * Bildirmek. * Eriştirmek.
TEBLİĞ-İ ŞERİAT
Peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan, Allah'tan (C.C.) aldıkları emir ve kanunları insanlara aynen bildirmeleri.
TEBLİL
Islatma. Islatılma.
TEBLİM
Çirkin yapmak, çirkinleştirmek.
TEBLİYE
Eskitme ve çürütme. köhneleştirme.
TEBN
(C.: Etbân) Saman.
TEBNÎ
Saman renkli.
TEBNİYE
Çok bina yapmak.
TEBRİC
Dışarı çıkarmak. * Hâlinden döndürmek.
TEBRİD
(Bürudet. den) Soğutma, soğutulma. * Mc: Ara açılma, soğuma.
TEBRİE
(Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak. * Borçtan kurtarmak. * Nezahet, ismet. * Beraet ettirmek.
TEBRİH
(C.: Tebârih) İncitmek. Eza vermek.
TEBRİK
Bir kimseyi eriştiği bir iyilikten dolayı "Bârekellâh" diye sevincini bildirmek. Mübarekliğini, Cenab-ı Hakk'ın onu muvaffak kıldığını söyleyerek ta'ziz etmek.
TEBRİK
Gözlerini dike dike bir yere bakmak. * Günaha girmek. * Uzak bir yere sefer etmek. * Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak. * Kadının süslenip püslenmesi. * Evi ziynetleyip süslemek.
TEBRİKÂT
(Tebrik. C.) Tebrikler. Tebrik etmeler.
TEBRİYE
(Bak: Tebrie)
TEBRİZ
Dışarı çıkarmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. * Göstermek, izhâr etmek.
TEBSİR
İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek.
TEBŞİR
Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek.
TEBŞİRÂT
(Tebşir. C.) Müjdelemeler, müjde vermeler.
TEBTIE
(Bati. den) Yavaşlama, ağırlaşma.
TEBTİK
Kulak kesmek.
TEBTİL
Tamamen hakka yönelmek. * İyice ve tamamiyle kesmek. * Terbiye etmek. * Yemek. (Bak: Tebettül)
TEBTİT
Kesmek. * Dağıtmak. * Bitirmek.
TEBUK
Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te Peygamberimiz tarafından yaptırılan bir duvar bir hurmalık ve bir de çeşme var olduğu rivayet edilir.
TEBUK GAZVESİ
Hicretin dokuzuncu senesinde vuku bulmuştur. Şam'da bulunan Rumlar tarafından o civarın halkı, müslümanlara karşı ayaklandırıldığı Peygamberimiz tarafından duyulduğunda, onlara karşı asker hazırlayarak Tebuk'e gitmiş ve oranın ileri gelenleri Peygamberimize gelerek barışa çalışmışlardır. Tebuk'te on gün kadar kaldıktan sonra ne Rumlardan ve ne de müttefikleri olan Araplardan kimse harp için çıkmadığından tekrar Medine-i Münevvere'ye dönülmüştür.
TEBVİB
(Bâb. dan) Kısım kısım ayırma. Bablara ayırma.
TEBVİE
Bir kadını boş bir evde oturtma.
TEBYİN
Belirtme. Açıkça anlatma. * İsbat etme.
TEBYİZ
Temizce yazma. Müsveddeden daha iyice bir kâğıda yazma. * Ağartma, beyazlatma.
TEB-ZEDE
(C.: Teb-zedegân) f. Sıtmaya tutulmuş.
TEBZİL
Delme, yarma. Çok azimle bir şeye girişmek, adamak.
TEBZİR
Boş yere malını sarf etmek. * Serpmek. Dağıtmak. * İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.
TEBZİRÂT
(Tebzir. C.) İsraflar. * Tohum saçmalar.
TECA'CU
Yere düşmek.
TECADU'
Husumet etmek, düşmanlık etmek.
TECAFİ
Uzak olma. Yerinden bir tarafa ayrılma.
TECAHÜD
İnkâr etmek.
TECAHÜD
Kuvvetini sarfedip uğraşmak. Çalışmak.
TECAHÜF
Darbetmek, vurmak. * Üstün gelmek, galebe etmek.
TECAHÜL
Bilmezlikten gelme. Bilmiyor görünme.
TECAHÜL-İ ÂRİFANE
Edb: Bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi gösterme. Bilen bir kimsenin, bilmez gibi davranması.
TECAHÜLKÂR
f. Bilmezlikten gelen.
TECAHÜM
Yüz pörtürmek.
TECAHÜR
Aşikâre olmak, açık ve belli olmak.
TECALÜS
Birlikte oturmak.
TECAMU'
Cima etmek. * Toplanmak, cem'olmak.
TECANÜB
Sakınma. Çekinme.
TECANÜF
Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
TECANÜN
Delirmek.
TECANÜS
Bir cinsten olma. * Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk.
TECARÜB
(Tecarib) (Tecrübe. C.) Tecrübeler.
TECASÜ
Diz üstüne çökmek.
TECASÜR
Cesaretlenme.
TECA'UD
(Ca'd. dan) Büklüm büklüm olma (saç).
TECAVEZ AN-NA
Bizi affeyle (meâlinde dua).
TECAVİF
(Tecvif. C.) Oyuk yerler, oyuklar.
TECAVÜB
Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme.
TECAVÜL
(C.: Tecâvülât) (Cevelân. dan) Dolaşma. Cevelân etme.
TECAVÜR
Komşu olma.
TECAVÜZ
Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
TECAVÜZÂT
(Tecavüz. C.) Tecavüzler. Sataşmalar. Haddi aşmalar.
TECAVÜZKÂR
(C.: Tecavüzkârân) f. Sataşan, saldıran, tecavüz eden.
TECAZÜB
Birbirine karşı duyulan yakınlık. * İncizab etme. Çekme.
TECAZÜM
Kesişmek.
TECAZÜR
Sövüşme.
TECBİB
Ürkmek. Kaçmak. * Davarın ön ayaklarının dizlerine kadar beyaz olması.
TECBİN
Birisine "korkaksın" deme, korkak sayma.
TECBİR
(Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme.
TECBİYE
Rüku eder gibi eğilip durmak.
TECDİ'
Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme. * Vücudun bir tarafını kesme. * Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme.
TECDİD
Yenileme. Yenilenme. Tazelenme.
TECDİDÂT
Yenilemeler, tazelemeler.
TECDİDEN
Yenileterek. Yenileyerek.
TECDİD-İ BİAT
Biatını, bağlılığını, itimadını tekrarlamak, yenilemek.
TECDİD-İ İMAN
İman esaslarını kalben tasdik ettiğini, dil ile de tekrar edip yenilemek.( $ ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri, için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünkü: Zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.Hem insanda bu taaddüt ve teceddüt olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir, daima tenevvü' ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise; hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyâsıdır."Lâilahe illallah" ise, o nuru açar bir anahtardır.Hem insanda mâdem nefs, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit imânını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle imân nurunu kaparlar. Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı imamlar nazarında küfür derecesinde te'sir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdid-i imâna bir ihtiyaç vardır. M.)
TECDİD-İ NİKÂH
Nikâh tazeleme. Nikâh yenileme.
TECDİL
Yere yıkma, yere atma, yere vurma.
TECEBBÜR
(Cebr. den) (C.: Tecebbürat) Kibirlenme, büyüklenme.
TECEBBÜS
Yürürken sallanmak.
TECEBCÜB
Kurumak.
TECEDDÜD
Tazelenme. Yenilenme. (Bak: Müceddid)TECEFFÜF : Kuruma, kuruyup katılaşma.
TECEHHÜZ
(Cihaz. dan) Hazır bulunma. Cihazlanma, hazırlanma.
TECEHHÜZ-İ ARUS
Gelinin hazırlanması.
TECEHZUM
Ululanmak.
TECELBÜB
Gömlek giymek.
TECELCÜL
Deprenmek, harekete geçmek.
TECELLİ (TECELLÂ)
Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.(Fıtrat yalan söylemez. Meselâ : Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der ki: "Sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Meselâ: Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım" Biiznillâh olur, doğru söyler. Meselâ: Bir avuç su, incimad ile meyelân-ı inbisatı der: "Fazla yer tutacağım. "Metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelânlar irade-i İlâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.N.)
TECELLİDÂR
f. İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen.
TECELLİGÂH
f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer.
TECELLİ-İ TİMSAL
Suretlerin tecellisi.
TECELLİYAT
(Tecelli. C.) Tecelliler.
TECELLÜD
Tekellüfle celâdet göstermek. Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeğe çalışmak. * Serkeşâne inad etmek.
TECELLÜL
Ululanmak, büyüklenmek.
TECEMCÜM
Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak.
TECEMMU'
Toplanma. Birikme.
TECEMMUÂT
(Tecemmu'. C.) Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar.
TECEMMÜD
Donma. Sertleşme. Katılaşma.
TECEMMÜDÂT
(Tecemmüd. C.) Sertleşmeler, katılaşıp donmuş şeyler.
TECEMMÜL
Ziynetlenmek. Süslenmek. * Ululuk göstermek. * Âletler. Sebepler.
TECEMMÜLÂT
(Tecemmül. C.) Eşya, levâzım. Tetümmat.
TECEMMÜLÂT-I BEYTİYE
Evde bulunan eşya. Evin nizamını tamamlayan eşya.
TECEMMÜM
(Bitki) büyüme, çoğalma.
TECEMMÜŞ
Tekellüf etmek, özenmek.
TECENNİ
Meyve devşirme. * Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek.
TECENNÜB
Sakınma. Çekinme.
TECENNÜD
Bir yere toplanıp asker olmak.
TECENNÜN
Cinnet getirme. Delirme. Çıldırma.
TECERRU'
Bahâdırlık ve kahramanlık etmek.
TECERRU'
(Cur'a. dan) Yudum yudum ve süzerek içmek. * Hışmını ve gadabını yutup def'etmek. Hiddetini yenmek.
TECERRÜB
Tecrübe sâhibi olma.
TECERRÜD
Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. * İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme. * Herşeyden boş olma. (Bak: Mücahede)
TECERRÜM
Gitmek. * Etmediği günahı ettim demek. * Eksilmek.
TECESSÜD
Ceset şekline girmek. Vücud peyda etmek. Cesedlenmek.
TECESSÜM
Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.
TECESSÜM-İ HAYÂL
Hayâl görme.
TECESSÜS
Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. * İç yüzünü araştırmak. * İç yüzünü araştırma merakı.
TECESSÜSÂT
(Tecessüs. C.) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler.
TECESSÜSKÂR
f. Gizliden araştıran, meraklı.
TECEŞŞU'
Çok yemekten midenin dolması. * Genirmek.
TECEŞŞU'
Haris olmak, hırslı olmak.
TECEŞŞÜM
İncinmek. * Zahmetli şeyleri seçmek.
TECEVVU'
(Cu'. dan) İsteyerek aç kalma. Açlık çekme.
TECEVVÜF
İçi boş olma, kovuk olma. * İçine işleme. Nüfuz eyleme.
TECEVVÜZ
(C.: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme. * Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme.
TECEVVÜZEN
Mecaz yoluyla.
TECEYYÜF
Dost edinmek.
TECEYYÜR
Teftiş etmek, kontrol etmek.
TECEZZİ
Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma.
TECEZZÜV
(Cüz. den) Kısım kısım bölünme. Doğranma, ufalanma.
TECFİF
(Ceff. den) Kurutma veya kurutulma. * Cübbe giydirme.
TECHİL
Atın ayaklarını beyazlatmak.
TECHİL
Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma.
TECHİR
Büyütmek. * Genişletmek.
TECHİYE
Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Ondan yana sürmek.
TECHİZ
Donatma. Gereken şeyleri tamamlama. Cihazlanma. * Fık: Cenazenin yıkanmasından defnetmeğe kadar yapılması lâzım gelen şeyler ve bunları tedarik etme.
TECHİZÂT
(Techiz. C.) Donatım.
TECHİZÂT-I ASKERİYE
Askerî teçhizat, askerî donatım.
TECHİZ-İ MEYYİT
Ölünün yıkanıp, temizlenip, kefen ve sair ihtiyaçları tedarik edilerek hazırlanması.
TE'CİC
Tutuşturup alevlendirme.
TEC'İD
(Ca'd. den) Saç kıvırtma.
TE'CİL
Başka zamana bırakma. * Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil)
TECLİC
Çok gayret ve ikdâm etmek.
TECLİD
Ciltleme. * (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme.
TECLİL
(Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme.
TECLİYE
(Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme. * Aşikâre etmek, açıklamak. * Ruşen etmek, parlatmak.
TECLİZ
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
TECMİ'
Bir yere toplamak, * Cuma namazına gelmek.
TECMİD
Dondurma, dondurulma.
TECMİL
(C.: Tecmilât) Süs, tezyin.
TECMİR
Buhur etmek. * Taş atmak. * Hapsetmek. * Aşağı sarkıtmamak. * Kadının saçını toplayıp bağlaması.
TECNİB
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Atın ayağının eğri olması.
TECNİD
Askerleri sıraya koyma, sıralama.
TECNİS
İki şeyi birbirine benzer şekle sokma. * Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme.
TECNİZ
Ölüyü tabuta koyma.
TECR
Bezirgânlık etmek, ticaret yapmak.
TECRİ'
(Cer. den) Yudum yudum içirme.
TECRÎ
(Cereyan. dan) Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor.
TECRİB
Tecrübe etme, deneme.
TECRİBE
(Bak: Tecrübe)
TECRİD
Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek. * Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi. * Soyma, soyulma.
TECRİDEN
Tecrid ederek. Tek olarak. * Mücerred (soyut) olarak. Tekliyerek.
TECRİH
Yaralama.
TECRİM
Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme. * Bir taifeden ayrılıp gitme.
TECRİR
Çekmek.
TECRİS
Sağlam fikirli etmek.
TECRÜBE
(Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.
TECRÜBÎ
Tecrübeye ait. Tecrübeyle ilgili.
TECSİM
(Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme.
TECSİM
Diz üstüne veya göğüs üstüne çökmek.
TECSİMÂT
(Tecsim. C.) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler.
TECSİS
Kireç karıştırmak. * Kireçle sıvamak. * Binayı kireçle yapmak.
TECŞİM
İncitmek. * Teklif etmek.
TECVİ'
(Cu. dan) Acıktırma.
TECVİD
(Cevdet. den) Bir şeyi güzel yapma. Süsleme. * Kur'an-ı Kerim'i usulüne uygun olarak okuma ilmi ve buna dair yazılan kitap.
TECVİD İLMİ
Harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur'an-ı Kerim'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir.
TECVİD-İ HURUF
Seslerin mahreçlendirilmesi. Harflerin düzgün olarak telâffuz edilmesi.
TECVİF
(C.: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma. * Oyuk yer.
TECVİL
Seyahat etmek, gezmek.
TECVİR
(Cevr. den) Zora, sıkıya koyma, cevretme.
TECVİZ
Câiz görme. İzin verme, cevaz verme.
TECYİF
Korkma, korkutulma. * Vurmak. * Murdar etmek, pisletmek.
TECYİŞ
Askerleri dizmek.
TECZİE
(Cüz'. den) Kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme.
TECZİM
(Kol, kanat gibi şeyleri) kesme.
TECZİR
(Cezr. den) Mat: Kare kökünü alma.
TECZİYE
Cezalandırma. * Parça parça ayırmak.
TEDABİR
(Tedbir. C.) Tedbirler, çareler.
TEDABÜR
Kesişmek.
TEDAFÜ'
Birbirini def etme. * Müdafaa etme. * İtişme kakışma.
TEDAFÜÎ
Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.
TEDAHRUC
Yuvarlanma.
TEDAHÜK
Karşılıklı gülüşme.
TEDAHÜL
İç içe olmak. Birbiri içine girmek. * Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak. * Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek.
TEDAÎ
Birbirini bir iş için davet etmek. * Yıkılıp harap olmak. * Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.
TEDAÎ-İ EFKÂR
Bir fikrin veya şeyin başka bir fikri veya şeyi hatıra getirmesi.
TEDARRU'
Cübbe veya zırh giymek.
TEDARUB
(Darb. dan) Vuruşma, dövüşme.
TEDARÜ'
Def'edişmek, birbirini kovmak.
TEDARÜK
(Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak. * Araştırıp bulmak. * Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek.
TEDARÜS
Okuma, yazma.
TEDAÜL
Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma. * Küçülme. Büzülme.
TEDAÜM
Kalabalık, izdiham.
TEDAVİ
İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı.
TEDAVİR
(Tedvir. C.) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar.
TEDAVÜL
Elden ele dolaşma. * Kullanma. * Sürüm. * Geçerlilik.
TEDAVÜR
Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak.
TEDAYÜN
Borç edişmek.
TEDBİB
Yumuşak etmek. * Sür'atle gitmek, hızla gitmek.
TEDBİC
Rükuda başı çok eğme.
TEDBİH
Rükuda başını çok aşağı eğmek.
TEDBİH
Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek.
TEDBİR
Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. * Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet. * Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.
TEDCİC
Gökyüzünün bulutlu olması. * Silâh kuşandırmak.
TEDEBBÜR
Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek.
TEDECCÜC
Silâhlanmak.
TEDEFFUK
Suyun fışkırması. Atılmak. * Dökülmek.
TEDEFFÜN
(Defn. den) Gömülme, defnolunma.
TEDEHDÜH
Dönmek.
TEDEHHİ
Dâhileşme. Dehâ eseri gösterme.
TEDEHHÜN
(Dehn. den) Yağ sürünme, yağlanma.
TEDEHHÜŞ
Dehşete düşme. Korkma. Yılma. Ürperme.
TEDEHRÜC
Yuvarlanmak.
TEDEKDÜK
Taşlıkta ve kum arasında olmak. * Dağ, yerinden ayrılıp pâre pâre olmak. * Zelzele olup yerin deprenmesi.
TEDEKKÜL
Kendini büyük görmek, tekebbürlenmek.
TEDELDÜL
Kımıldamak.
TEDELLİ
(C.: Tedelliyât) Tevazu gösterme. * Nazlanma. * Aşağıya inme. * Eğilme.
TEDELLİYÂT
(Tedelli. C.) Nazlanmalar. * Eğilmeler. * Tevâzu göstermeler.
TEDELLÜK
Sürtme. Oğma.
TEDELLÜL
Nazlanma.
TEDELLÜS
Gizlenme, ihtifâ etme.
TEDE'LÜB
Kimse görmeden gitmek.
TEDEMDÜM
Helâk olmak.
TEDEMMU'
(Dem.' den) Gözün yaşarması.
TEDEMMÜL
Toprağa gübre dökme. Toprağı gübreleme.
TEDENNİ
Aşağı düşme. Aşağı inme. * Daha kötü bir derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı.
TEDENNİYÂT
(Tedenni. C.) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar.
TEDENNÜ'
Yakın olmak.
TEDENNÜK
Dikkatle bakmak. * Ayırtmak. * Su dökülmek.
TEDENNÜS
Pislenme, kirlenme.
TEDENNÜS-İ CÂME
Elbisenin kirlenmesi.
TEDERDÜR
Katı deprenmek. * Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek.
TEDERRU'
Zırhlanma. Zırh giyme.
TEDERRÜ'
Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek.
TEDERRÜB
Alışma, ülfet peydâ etmek.
TEDERRÜC
(Derece. den) Derece derece, adım adım ilerleme. * Dürrâce benzer bir kuş.
TEDERRÜN
Bir organın, bir uzvun şişmesi.
TEDERRÜS
(C.: Tederrüsât) Ders alma, okuyup öğrenme.
TEDERRÜSÂT
(Tederrüs. C.) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler.
TEDESSÜR
Elbise giyme. Elbiseye bürünme. * Erkek hayvanın dişisine binmesi. * Kişinin sıçrayıp atına binmesi.
TEDEYYÜM
Yağmurun sert yağması.
TEDEYYÜN
Dinini sakınmak. * (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme.
TEDFİK
Dökmek.
TEDFİN
(Defn. den) Gömme, defnetme. * Örtme, gizleme.
TEDHİN
(Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak.
TEDHİN
(Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme.
TEDHİŞ
Korkutma. Dehşete düşürme. Ürkütme.
TEDHİŞ-İ EZHÂN
Zihinlerde heyecan meydana getirme.
TE'DİB
Edeblendirme. Terbiye verme. * Haddini bildirme.
TE'DİBAT
(Te'dib. C.) Edeplendirmeler, terbiye etmeler.
TE'DİBEN
Te'dib suretiyle, te'dib için. Haddini bildirmek için.
TEDİRGİN
Huzursuz, rahatsız.
TE'DİYAT
(Te'diye. C.) Ödemeler.
TE'DİYE
(C.: Te'diyat) Eda etmek. * Ödenmiş para. Verilmiş borç. * Borcunu vermek.
TE'DİYE-İ DEYN
Borç ödeme. Borcunu verme.
TEDKİK
Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.
TEDKİKAT
(Tedkik. C.) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler.
TEDKİKAT-I AMİKA
Çok inceden ve derinden yapılan tetkik.
TEDLİK
Sürme.
TEDLİS
Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak. * İnciyi şeffaf etmek.
TEDLİS
Sattığı şeyin ayıbını müşteriden gizlemek. * Fık: Hadisi ilk nakledenin ismini gizlemek. Hadisi başkasına isnâd eylemek.
TEDLİYE
Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma. * Şaşırma, dehşete düşme. * Delil ve vesika hazırlama. * (Akıl) gitmek. * Ahmak etmek, salaklaştırmak.
TEDMİ'
Göz yaşı dökmek.
TEDMİC
Bir şeyi başka bir şeyin içine yerleştirme. * Arkasını eğmek.
TEDMİN
Yığıp toplamak. * İhâta edip kaplamak. * Lâzım olmak, icab etmek.
TEDMİR
Yok etmek. Mahvetmek. Tepelemek. Perişan etmek.
TEDMİS
Yumuşak etmek, yumuşatmak.
TEDMİS
Örtmek, gizlemek.
TEDMİYE
Vurup kanatmak.
TEDNİH
Zayıf görüş. * Oturmak, ikamet etmek, mukim olmak.
TEDNİK
Yakın olmak.
TEDNİR
Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak.
TEDNİS
(C.: Tednisât) Kirletme, kirletilme.
TEDRİ'
Zırh giydirme.
TEDRİC
Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak. * Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak. * Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması. (Bak: Tensik)
TEDRİCÂT
(Tedric. C.) Tedricler.
TEDRİCEN
Yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
TEDRİCÎ
(Tedriciyye) Yavaş yavaş olan, derece derece yapılan.
TEDRİC-İ HÂBİT
Edb: İfadenin alçalması. Bir şeyi tarif ederken vasıf bakımından yukarıdan başlayıp aşağıya inmek. Bunun aksini yapmağa da Tedric-i sâid denir.
TEDRİ-İ CÜYUŞ
Askerlere zırh giydirme.
TEDRİS
Okutmak. Öğretmek. Ders vermek.
TEDRİSÂT
(Tedris. C.) Tedrisler. Ders vermeler.
TEDRİSÂT-I ÂLİYE
Yüksek öğretim.
TEDRİSÂT-I İBTİDÂİYE
İlk öğretim.
TEDSİM
Yağlı ve uyuz etmek.
TEDSİR
Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi.
TEDSİYE
Baştan çıkarma, azdırma. * Gizlemek.
TEDVİH
Şehirler gezmek.
TEDVİM
Teskin etmek, sâkinleştirmek. * Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi. * Dili ağızda döndürmek. * Tatmak.
TEDVİN
Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
TEDVİR
Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek. * İdare etmek, yönetmek. * Daire şekline sokmak. * Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır. * Kur'an-ı Kerim kıraatında: Tahkik ile hadr ortasında bir okuma usulüdür. Her iki yönde meşru mübalâğayı bırakıp orta yolu tercih ederek okumaktır.
TEDVİR-ÜL MENZİL
Menzilleri çevirmek, döndürmek, idare etmek. * Ev idaresi.
TEDVİYE
(Devâ. dan) İlâç verme. * Kuş kanadının fısıltısı.
TEEBBEL
İmtina' etmek, yapmamak, çekinmek.
TEEBBİ
İnkâr etmek. * (Ebb. den) Bir kimseyi baba kabul etme. Baba edinme.
TEEBBÜD
Ürküp çekinme. * Evlenmeme, bekâr kalma.
TEEBBÜH
Kibirlenme, böbürlenme, gururlanma. * Alicenaplık ve göztokluğu ile bir şeyden vazgeçme.
TEEBBÜN
İzine uyma. Tâbi olma, birinin yolundan gitme.
TEEBBÜS
Mütegayyer olmak, rengi değişmek.
TEEBBÜT
Koltuklamak.
TEECCÜC
Tutuşma, alevlenme.
TEECCÜL
Belli bir vakte kadar müddet isteme. * Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları.
TEECCÜM
Öfkelenme.
TEEDDİ
Yetiştirmek.
TEEDDÜB
Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma.
TEEDDÜBÂT
(Teeddüb. C.) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar.
TEEDDÜBEN
Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak.
TEEFFÜF
(C.: Teeffüfât) Oflama. Of çekme.
TEEHHİ
Birini kardeş edinme.
TEEHHÜB
Hazırlanmak.
TEEHHÜL
Evlenme. * Ülfet ve ünsiyet eyleme. Ehlileşme.
TEEHHÜR
Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma.
TEEKK
Çukur kazmak.
TEEKKÜD
(Ekd. den) Kuvvet bulma. Sağlamlaşma.
TEEKKÜL
(Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması. * Yenme, eklolunma.
TEELLİ
Yemin etmek.
TEELLUK
Yıldıramak, parlamak.
TEELLÜB
Cem'olmak, toplanmak. * Dağ keçisinin erkeği.
TEELLÜF
Alışma. Hoş geçinme. * Barışma. * Huylanma. * Birikme.
TEELLÜFÂT
(Teellüf. C.) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar.
TEELLÜH
Kulluk ve ibadet etmek. * Tazarru' etmek, yalvarmak.
TEELLÜM
Elem duyma. Kederlenme. Tasalanma.
TEELLÜMÂT
Elemler, kederler, tasalanmalar.
TEEMMEL
Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir).
TEEMMİ
(Emet. den) Cariye edinme. * Dadı satın almak.
TEEMMÜL
İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin düşünmek.(Evet, aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ: Bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının proğramını derceden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallukatiyle beraber yazan ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabb-ül Âlemine mahsus bir hâtemdir. M.N.)
TEEMMÜLÎ
Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik. (Bak: Tefekkür)
TEEMMÜM
Kasdetmek. * (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme.
TEEMMÜR
(Emr. den) Amirlik taslama.
TEENNİ
İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir)
TEENNİ-İ HİKMET
Hikmetin yavaş yavaş ve akıllıca gibi, en faydalı şekilde zuhuru.(Nasılki bir ekmeğin vücudu; tarla, harman, değirmen, fırına terettüb eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet var. Hırs sebebiyle teenniyle hareket etmediği için o tertib-i eşyadaki manevi basamakları mürâat etmez. Ya atlar düşer ve yahut bir basamağı noksan bırakır; maksada çıkamaz. M.)
TEENNUK
Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı.
TEENNÜS
(Üns. den) Müennes olma. * Kadınlaşma. Kadın gibi hareketlerde bulunma.
TEERRÜB
Ululanmak, büyülenmek. * Kendini zeki göstermeğe çalışmak.
TEESSİ
Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma.
TEESSÜF
Eseflenmek. Kederlenmek. * Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek.
TEESSÜL
Sermaye edinmek. * Cem'etmek, toplamak.
TEESSÜM
(İsm. den) Günahtan sakınma.
TEESSÜN
Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.
TEESSÜR
Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Üzülmek. * Te'sir altında kalmak. * Kederlenmek.
TEESSÜR
İşten alıkoyma. Oyalandırma.
TEESSÜRÂT
Üzüntüler. Teessürler.
TEESSÜR-BAHŞ
f. Hüzün veren, keder veren, tasaya düşüren.
TEESSÜS
Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül.
TEETTİ
Asan olmak, kolaylaşmak. * Beklemek, gözlemek.
TEEVVİ
(İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme.
TEEVVÜD
Eğrilme, bükülme. İki kat olma.
TEEVVÜH
(C.: Teevvühât) İnleme, figân etme.
TEEVVÜL
Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme.
TEEYYÜD
Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma.
TEEZZİ
İncitme.
TEEZZÜB
Her yönden rüzgârın esmesi.
TEEZZÜR
Örtünme, bürünme. Tesettür.
TEF
f. Buhar. * Sıcaklık, hararet.
TEFA'
Hiddet ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak.
TEFADDUL
Faziletlilik iddiasında bulunmak. Üstünlük taslamak. * Bir kimseyi inâyet, ihsan ve kerem ile memnun etmek.
TEFADİ
Bir kimseye "Sana ben feda olayım" demek. * Feda etmek.
TEFAFİH
(Tuffâh. C.) Elmalar.
TEFAHE
Horluk, hakirlik. * Tatsızlık.
TEFAHHUC
Oturduktan sonra ayaklarını ayırmak.
TEFAHHUL
Aygırlanmak.
TEFAHHUM
Kömürleşme. Kömür hâline gelme.
TEFAHHUR
(C.: Tefahhurât) (Fahr. dan) Övünme, fahirlenme.
TEFAHHUS
Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma.
TEFAHHUSÂT
(Tefahhus. C.) İnceden inceye araştırmalar.
TEFAHHUŞ
Fuhşa düşmek, fâhişe olmak. Ahlâksız olmak. * Çirkin sözler söylemek.
TEFAHUR
Fahirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
TEFAHUŞ
Birbirine çirkin sözler söylemek.
TEFAKKUD
(C.: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma.
TEFAKKUH
Gül gibi açılma.
TEFAKKUR
(Fakr. dan) Fakirleşme. Fukaralaşma.
TEFAKUM
İş büyüyüp güçleşme.
TEFAKÜH
(Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma. * Mc: Şakalaşma.
TEFANİ
Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak.
TEFARİC
(Tefric. C.) Yırtmalar, genişletmeler. * Ferah vermeler. * Korkaklar, zaifler, yüreksizler. * (Tifrac. C.) Yırtmaçlar, aralıklar.
TEFARİK
Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler. * Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler. * Küçük hediyelik eşya.
TEFARİK-UL ASÂ
Bir atasözüdür. Bu darb-ı mesel hakkında meşhur Kamus Tercümesi'nde hülâsaten şu mâlumat var: "Arab'dan fakir bir kadının zaif ve gayet huysuz bir oğlu varmış. Yaptığı müteaddit kavgalarda meselâ bir defasında burnunu, bir defasında kulağını, bir defasında dudaklarını kesmişler. Her bir defasında da annesi çocuğunun kesilen azalarına bedelen diyet alarak zenginleşti. Bu sebeple oğluna: "Sen tefarik-ul-asâdan daha faydalısın." Zira o, asâ ki, bir cins ağaç olup, parçalandıkça her bir parçasından yine faydalı şeyler yapılırdı. Onun gibi oğlunun da vücud parçaları daha faydalı oldu. Yani, bir (şey) olmakla beraber, muhtelif fayda cihetleri bulunan şeyler için mecazen bu tabir kullanılır.
TEFARÜT
Müsabaka etmek, yarışmak.
TEFASİL
(Tefsir. C.) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar.
TEFASİL
(Tafsil. C.) Tafsiller, ayrıntılar.
TEFASSUM
Kırılma. Kesilme.
TEFASUH
Fasahatle söyleme.
TEFATTUN
Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme. * Ufalanma.
TEFATTUR
Yarılma.
TEFATUH
Muhakeme olmak. * Bir nesneye başlamak.
TEFATÜ'
Muhakeme etmek.
TEFAÜL
Fal tutmak.
TEFAVÜD
Birbirinden faydalanma, yararlanma.
TEFAVÜT
Farklılık. İki şey arasındaki fark. Uygunsuzluk. Tehâlüf.
TEFAZUL
(C.: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark. * Meziyet ve fazilet yarışına çıkma.
TEFAZZUL
Üstünlük taslama, fazilet satma. * Bağışlama, iyilik.
TEFCİ'
(C.: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma.
TEFCİR
Yerden su kaynatıp akıtma. * Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi. * Yarmak.
TEFCİYE
Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere "ebazir" derler.)
TEFDİM
İbrik ağzına süzgeç koymak.
TEFDİYE
Canını başkası uğruna feda etme.
TEFEB
Helâk olmak, mahvolmak.
TEFECCU'
Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma. * Belâ ânında hüzünlü olma.
TEFECCÜR
(Fecr. den) (C.: Tefeccürât) Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma.
TEFECİ
t. El altından yüksek faizle para veren kimse.
TEFEHHUZ
Tâzim, hürmet.
TEFEHHÜM
Farkına varmak. İdrâk eylemek. * Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak.
TEFEHHÜMÂT
(Tefehhüm. C.) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar.
TEFEKKU'
Yarılmak.
TEFEKKUH
Fıkıh ilmini tahsil etmek. (Bak: Fıkıh)
TEFEKKÜH
Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek. * Pişman olmak. * Pek hoşlanıp hayrette kalmak.
TEFEKKÜK
Zincir halkası gibi birbirinden ayrılma.
TEFEKKÜN
Pişman olmak. * Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.
TEFEKKÜR
Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek.(Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümâtını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususi ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat afâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor; sahili yoktur. İçine dalma boğulursun. Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsal eden kesret yolu budur. M.N.)"Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten hayırlıdır" (Hadis-i şerif meâli) (Bak: Ülfet)
TEFEL
Guslü ve temizliği terk etmekle vücudun kokması.
TEFELLUK
Yarılma, çatlama.
TEFELLÜC
Felç olma, felce uğrama. * Yarılıp çatlama.
TEFELLÜL
(Kılıç) gedik olmak, yaralanmak. Rahnedar olmak.
TEFELLÜS
İflâs etme.
TEFELLÜT
Halâs olmak, kurtulmak. * Aniden bağından boşanmak.
TEFELSÜF
Feylesoflaşmak.
TEFENNÜN
Fen öğrenmek. * Çok şeyler bilmek. * Türlü türlü olmak. * Bir fende maharet sahibi olmak.
TEFENNÜN-İ Fİ-L İBÂRE
Bir defa söylenilmiş olan bir sözü ikinci defa söylemek icabederse, o aynı kelimeyi tekrarlamamak için başka kelime veya sözle aynı mânâyı ifade etme san'atı.
TEFERKU'
Parmak öttürmek.
TEFERRU'
Bir çok kollara ayrılmak. * Bir kimse halkın üzerine havale olmak. * Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek. * Çatallanıp dal dal olmak.
TEFERRUÂT
Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.
TEFERRUC
(Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak. * Gezintiye çıkmak. Seyr.
TEFERRUG
(Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma. * Bir işi bitirip kurtulma. * Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme.
TEFERRUH
(Ferah. dan) İçi açılma, ferahlanma.
TEFERRUK
(Fark. dan) Dağılma, ayrılma.
TEFERRÜD
(Ferd. den) Tek ve yalnız kalma. Herkesten ayrılma. * Eşsiz, emsâlsiz ve benzersiz olma. * Kendi başına olma.
TEFERRÜS
Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak. * Zannetmek.
TEFERRÜŞ
(Ferş. den) Yayılma, serilme.
TEFERRÜZ
(İfrâz. dan) Ayrılma.
TEFER'UN
Firavunlaşma. Zâlimlik etme, zulüm yapma. * Çok fazla kibirlenme.
TEFES
Kir, pislik. * Menâsik-i Hacta bıyık ve tırnak kesmek, baş ve kaş yolmak.
TEFESSUD
Akmak.
TEFESSUH
Fasih olma. Anlaşılması kolay olma.
TEFESSÜH
Alçaklaşmak. Bozulmak. * Çürümek. Kokup dağılmak. * Tâkattan düşmek.
TEFESSÜH
Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak. * Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak.
TEFEŞŞİ
İntişar etmek, dağılmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir.
TEFEŞŞU'
Galip olmak, yenmek. * Çoğalmak, çok olmak.
TEFEŞŞÜ'
Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek.
TEFETTÜ'
Rücu etmek, geri dönmek, vazgeçmek.
TEFETTÜN
Bir kimseyi zorla fitneye atma.
TEFETTÜT
(Fett. den) Ufalanma, ufak ufak parçalanma.
TEFE'ÜL
Fal açmak. * Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi. * Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm)(Kur'an ile tefe'üle ve rü'yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki: Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü, kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. M.)(Beşer idrakinin akibetini kestiremediği mühim işlerde İslâm dini istihare ile tefe'ülü tâlim etmiştir... S.B.M. C: 11 sh: 113)(Ebu Hüreyre'den (R. A.) Resülullah'ın (S.A.M.) : "İslâm'da teşe'üm yoktur, en hayırlısı tefe'üldür" buyurduğunu işittim, dediği rivayet olunmuştur. Mecliste bulunanlar: Tefe'ül nedir Ya Resülallâh! diye sordular. Resül-i Ekrem: Sizden birinizin duyduğu güzel sözdür buyurdu.Teşe'üm, şom tutmak ve hayırsız saymak demektir. Tefe'ül de uğurlu ve hayırlı saymaktır ki dilimizde yom tutmak diye ifade ederiz. Güzel sözle tefe'ül hakkında en güzel misal, Resül-i Ekrem'in Hudeybiyye seferinde Süheyl bin Amr'ın adiyle tefe'ül buyurmasıdır...Hudeybiyye'de Kureyş, müslümanları müşkil bir vaziyete soktuğu sırada Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir hey'etin Süheyl bin Amr'ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyulunca Resül-i Ekrem uysallık ve yumuşaklık ifade eden (Süheyl) adiyle tefe'ül ederek ashabına: "Artık işiniz kolaylaştı!" buyurmuştur.Güzel sözle tefe'üle dair güzel bir misâl de Arab edip ve şâiri Asmaî, İbn-i Avn'den hikâye ederek vermiştir ve doktora gitmek üzere evinden çıkan bir hastanın: (Sâlim) diye birisinin çağrıldığını duyarak hastalığından kurtulacağına yom tutmasıdır, demiştir. S.B.M. C: 12 Hadis no: 1936)
TEFEVVUK
Üstünlük. Fâik ve daha büyük olma. Üstün gelme.
TEFEVVÜH
(C.: Tefevvühât) (Fevh. den) Söyleme, ağza alma. * Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme.
TEFEVVÜT
Birbirinden eksik olmak.
TEFEVVÜZ
Bir işi üzerine alma.
TEFEYHUK
Geniş, bol olmak. * Çok konuşmak.
TEFEYYÜZ
Feyizlenmek. * İlerlemek. * Bollaşmak.
TEFEZZÜR
Kaftan giymek.
TEFHİM
Kömürleştirme.
TEFHİM
Ta'zim. * Bir şeyi kalınlaştırmak. * Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir. Şunlardır: Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u isti'lâda tefhim vâcibdir.
TEFHİM
Anlatmak. Bildirmek.
TEFHİM-İ MERÂM
Merâmını anlatma.
TEFHİR
Fahirlendirmek, gururlandırmak. * Gâlip olmakla hükmetmek.
TEFİE
Eğilmek. * Rücu etmek, geri dönmek.
TEFİH
Hakir, zelil. * Lezzeti olmayan.
TE'FİK
(C.: Te'fikât) Yalan söyleme. * Yalan ve iftirâ etme.
TEF'İL
Fal açtırmak. Tefe'ül etmek.
TEFİLE
Gövdesi kokan kadın.
TEFİRE
Üst dudağın ortasında olan çukur.
TEFKIYE
Yarmak. * Göz çıkarmak.
TEFKİ'
Parmak öttürmek.
TEFKİH
Hayrete düşürme. * Hoşlandırma. * Yemiş yedirme.
TEFKİH
(Fıkh. dan) Öğretme, anlatma. * Fıkıh öğretme.
TEFKİK
Birbirinden ayırmak. * Halâs etmek, kurtarmak.
TEFKİR
Muhtaç etmek. * Yüksek yeri ağaç dikmek için düzlemek.
TEFKİR
Düşündürme veya düşündürülme. * Endişe etmek.
TEFL
Tükürmek.
TEFLİC
Açmak.
TEFLİK
Yarmak.
TEFLİL
Gedik açmak, yarmak.
TEFNİD
Tekzib etmek, yalanlamak. * Zayıflatmak. * Aciz etmek. * Korkutmak.
TEFNİK
Nimetlendirmek. * Naz. * Beslemek.
TEFNİN
Karıştırmak. * Çeşitli yapmak.
TEFRİ'
Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme.
TEFRİC
Gönül açmak. Gam ve tasa gidermek.
TEFRİCE
(C: Tefâric) Aralık, yırtmaç.
TEFRİD
Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
TEFRİG
(Feragat. dan) Boşaltma. * Azade etme. * Dökme. * Kurtarma. * Zâil ve hâlî eyleme. * Vazgeçirme.
TEFRİGÂT
Boşaltmalar.
TEFRİH
Korkusuz kalmak. * Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak.
TEFRİH
Ferahlandırma, gönül açma.
TEFRİK
Ovdurmak.
TEFRİK
Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak.
TEFRİKA
Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak.
TEFRİR
Ürkütmek. Kaçırmak.
TEFRİS
Yırtmak. * Parçalamak.
TEFRİS
Acıktırmak.
TEFRİŞ
Döşeme. Yayma. Yayıp döşeme. * Ev eşyasını düzenleme.
TEFRİT
Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)
TEFRİZ
Farzetmek.
TEFSA'
Kesmek. * Eskimek.
TEFSİD
Fâsid etmek, bozmak.
TEFSİDE
f. Hararetli, kızgın.
TEFSİE
Çekmek. Uzatmak.
TEFSİK
(Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek.
TEFSİL
Yaramaz ve kem nesne.
TEFSİR
Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab. * Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir. (Bak: İctihad)(Tefsir iki kısımdır: Birisi, malûm tefsirlerdir ki, Kur'anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve isbat ederler.İkinci kısım tefsir ise: Kur'anın imanî olan hakikatlerini, kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir mâlum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat, Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda, muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir. Ş.)(Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip Kur'anın bir icaz-ı mânevisiyle her şeyde bir pencere-i mârifet açmış; bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş. M.N.)(Kur'an-ı Azimüşşan; bütün zamanlarda gelip geçen nev'-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Alâdan irad edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumi, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri câmidir.Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasca daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'an-ı Azimüşşan'a tefsir olamaz... Çünkü, Kur'anın hitabına muhatab olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd, vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâli olamaz ki, hakaik-i Kur'aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin? Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dâva, kendisine has olup, başkası o dâvanın kabulüne davat edilemez... Meğer ki bir nevi icmanın tasdikine mazhar ola.Binaenaleyh, Kur'anın ince mânalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasinin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlerin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatiyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumi bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniyye husule gelsin; ve icma-i millet, hücceti elde edebilsin.Evet, Kur'an-ı Azimüşşan'ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar, ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdiyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassublarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur. İşte, Kur'anı, ancak böyle bir şahs-ı mânevi tefsir edebilir. Çünkü, "Cüzde bulunmayan, küllde bulunur." kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. İ.İ.) (Bak: Müfessir)
TEFSİRE
Hastaların bevlini koyacak şişe. Sidik kabı.
TEFTE
f. Hararetli, kızgın, kızmış.
TEFTİH
Hor ve zelil etmek. * Kahretmek.
TEFTİH
(C.: Teftihât) (Feth. den) Açmak. * Bırakmak. * Yarmak, yardırmak. * Geğirmek.
TEFTİK
(Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak.
TEFTİK
(Fetk. den) Yarma, yarılma.
TEFTİL
(Fetl. den) Fitil yapma. Bükme, eğirme.
TEFTİN
(Fitne. den) Fitneye düşürme. * Meftun verme. Ayartma.
TEFTİR
(C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma. * Zayıf etmek, zayıflatmak. * Naksetmek, eksiltmek.
TEFTİS
Ufak ufak parçalama.
TEFTİŞ
Kontrol etmek. İşlerin alâkalı vazifeliler tarafından ele alınıp iyi ve tamam yapılmasına çalışmak. * Sormak. * Ayırmak.
TEFTİŞÂT
(Teftiş. C.) Teftişler.
TEFTİT
Parça parça etme, ufalama.
TEFTİYE
Lâğımcılık yapmak. * Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak..
TEFVİF
Bezi alacalı dokutmak.
TEFVİH
Korkutmak.
TEFVİK
Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması. * Okun gezini yayın kirişine koymak.
TEFVİM
Ekmek pişirmek.
TEFVİT
(Fevt. den) Geçirme, kaçırma.
TEFVİT-İ SALÂT
Namaz vaktini geçirme veya kaçırma.
TEFVİYE
Konuşkan olmak.
TEFVİZ
Birisine bırakma. * İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme.
TEFYİL
Bir kimsenin bir kimseye "fikrin zayıf" demesi.
TEFYİM
Genişletmek.
TEFZİ'
Ürkütme. Korkutma. * Hayretle baktırma.
TEGABBİ
Birisini geri zekâlı sayma.
TEGABBÜR
(Gubâr. dan) Tozlanma.
TEGABİ
Bilmez olmak. Ahmaklaşmak.
TEGABÜN
(Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru.
TEGABÜN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 64. suresidir. Medenîdir.
TEGADDİ
(Bak: Tagaddi)
TEGADDÜB
(Gadab. dan) Hiddetlenme, öfkelenme, gazaba gelme, kızma.
TEGAFÜL
Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.(Farazâ, bazılarının altında büyük fenâlıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sâhibi de perde-i hicab ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalşır. Lâkin vaktâ ki, perde yırtılsa, hayâ atılır. Hücum gösterilse, fenalık fena tevessü' eder. Münazarât)
TEGALGUL
Hoş kokulu şeyler sürünmek. * Zorluk, çetinlik, güçlük. * Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak.
TEGALLÜB
(Bak: Tagallüb)
TEGALLÜF
(Gılaf. dan) Kılıflanma.
TEGALLÜT
(C.: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme.
TEGALÜB
Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek.
TEGAMGUM
Sözü düz söylememek.
TEGAMMÜD
Günahı örtmek.
TEGAMMÜR
Suyu az içmek.
TEGAMÜZ
(Gamze. den) (C: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme.
TEGANNUC
(C.: Tegannücât) (Ganc. dan) Nazlanma.
TEGANNUS
Tatsız olmak.
TEGANNÜM
Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme.
TEGARBÜL
(Gırbâl. den) Kalburdan geçirme.
TEGARGUR
Gargara etmek.
TEGARRÜB
(Gurbet. den) Gurbete çıkma.
TEGARRÜD
(C.: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi.
TEGARRÜR
Gururlanma, kibirlenme. * Kaynamak. * Galeyan.
TEGASSUN
(Gusn. dan) Dalbudak peydâ etme. Dallanma.
TEGASSÜL
(Gasl. den) Gusletme, yıkanma.
TEGAŞMÜR
Kahra uğratmak.
TEGAŞŞİ
(Gışâe. den) Örtünme, bürünme. * (Gaşy. den) Kendinden geçme.
TEGAT
Birbirini suya daldırmak.
TEGAVÜN
Cem'olmak, toplanmak. * Kötü işe yardım etmek, şer işe muâvin olmak.
TEGAVÜR
Birbirini yağmalamak.
TEGAVVUT
Kazâ-i hâcet etmek.
TEGAVVÜL
Renk değiştirme. Renkten renge girme.
TEGAVVÜR
(Gavr. dan) Derine dalma. * Bir şeyin esâsını arama.
TEGAYÜB
Birkaç kişinin topluca kaybolması.
TEGAYÜR
Zıt olmak. Uymamak. Başka türlü olmak.
TEGAYÜZ
(C.: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme.
TEGAYYÜM
(C.: Tegayyümât) (Gayb. dan) Bulutlanma.
TEGAYYÜR
Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis)
TEGAYYÜT
Büyük def-i hâcet.
TEGAYYÜZ
Meşeliğe otlaması için davar salmak. * Meşelik içinde yerleşmek.
TEGAYYÜZ
(C.: Tegayyüzât) (Gayz. dan) Hiddetlenme, kızma.
TEGAZGUZ
Eksik olmak.
TEGAZÜN
Hışmetmek, kızmak.
TEGAZZÜB
(Gazâb. dan) Öfkelenme, hiddetlenme, gazaba gelme, kızma.
TEGAZZÜL
(C.: Tegazzülât) (Gazel. den) Gazel tarzında şiir yazma. * Gazel söyleme.
TEGERG
f. Dolu.
TEGİL
f. Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç.
TEH
f. Dip. * Mertebe, kat.
TEHABB
Dostluk etme. Muhabbet, sevişme.
TEHABBÜB
(Bak: Tahabbüb)
TEHABBÜR
(Haber. den) Esasını bilme, iyice bilme.
TEHABBÜS
(Habs. den) Kendini bir yere kapama. Hapsetme.
TEHABBÜT
(Bak: Tahabbut)
TEHACCUR
(Bak: Tahaccür)
TEHACİ
(Hecâ. dan) Hicivleşme. * Hicvetme, yerme.
TEHACÜM
Birbirine hücum etme. * Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek.
TEHACÜR
Birbirinden ayrılmak. * Kesilmek.
TEHADDİ
(Bak: Tahaddi)
TEHADDÜS
(Bak: Tahaddüs)
TEHADU'
Aldanmış gibi görünme.
TEHADÜB
Kamburlaşma.
TEHADÜM
Yıkılmak.
TEHADÜR
Kaynamak. Galeyan.
TEHAFÜT
Düşürmek, düşmek. * Birbirinin üstüne atılmak. Birbirinin ardınca olmak.
TEHAFÜT
Sözü gizlice söyleşmek.
TEHAKKÜM
(Bak: Tahakküm)
TEHALLÜF
Uygunsuzluk. * Kafileden geri kalma. * Geride bırakma.
TEHALLÜL
(Bak: Tahallül)
TEHALÜF
Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak.
TEHALÜF
(Half. dan) Hâkimin her iki tarafa da yemin ettirmesi.
TEHALÜK
(C.: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.
TEHAMİ
(C.: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma. * Avukatlık etme.
TEHAMUK
(Humk. dan) Kendini ahmak gösterme.
TEHANNÜN
Çok arzu ve istek göstermek. * Göreceği gelmek. Özlemek.
TEHARRUB
Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması.
TEHARRÜK
Hareketlenmek, kımıldamak. Hareket etmek.
TEHARÜC
Çıkışmak. * Tevzi etmek, dağıtmak. * Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma.
TEHARÜM
(Herm. den) Genç olduğu hâlde, kendini ihtiyar gösterme. Yaşlı gibi görünme.
TEHARÜŞ
Hırıldaşıp dalaşma.
TEHASSÜB
Yastığa dayanma.
TEHASSÜR
(Bak: Tahassür)
TEHASSÜS
(Bak: Tahassüs)
TEHASÜD
(Hased. den) Hasetleşme.
TEHASÜM
Muhâsama etme, düşmanlık etme.
TEHAŞİ
(Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma.
TEHAŞÜN
Haşin davranma. Zorluk gösterme. Sert muamelede bulunma.
TEHATİH
Bâtıl, boş ve abes sözler. * Tamamlanmamış söz.
TEHATTUF
Kapmak.
TEHATTÜM
Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak.
TEHATU'
Hatâ etmek, kabahat işlemek.
TEHATUB
(Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme.
TEHAVİL
Muhtelif renkler, çeşitli renkler.
TEHAVÜN
Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek. * İstihkar, horlama, hakir görme.
TEHAVVÜL
(Bak: Tahavvül)
TEHAYÜC
Kandırmak.
TEHAYÜT
Toplanıp gelmek.
TEHAYYÜZ
(Bak: Tahayyüz)
TE'HAZ
Tekrar almak.
TEHAZÜL
Muhârebeden kaçıp geri dönme.
TEHBİL
: "Baban seni ölmüş diye ağladı" demek.
TEHCİD
Uyutmak.
TEHCİN
Dedikodu yapma. * Müstehcen ve edeb dışı sayma.
TEHCİR
Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme. * Öğle vakti bir yere gitme.
TEHCİYE
Heceleme.
TEHDİB
Saçak yapmak.
TEHDİD
Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma.
TEHDİD-ÂMİZ
f. Tehditle karışık, tehdit eder surette.
TEHDİDÂT
(Tehdid. C.) Korkutmalar, göz dağı vermeler.
TEHDİDEN
Korkutarak, tehdit ederek.
TEHDİDKÂRÂNE
f. Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine.
TEHDİL
(Budak) aşağı eğilmek. * (Dudak) aşağı sarkmak.
TEHDİM
(Hedm. den) Yıkma.
TEHDİN
Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme. * Teskin etmek.
TEHDİR
Hastalıklı devenin bağırması. * Sözü boğaz içinden söylemek.
TEHDİYE
Hediye verme, bağışlama.
TEHECCİ
(Hecâ. dan) Heceleme.
TEHECCÜD
Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevablısıdır.)
TEHECCÜM
Hücum etme. Saldırma. * Acele gitme.
TEHECCÜR
Ayrılmak. * Zuhr vaktinde seyretmek.
TEHECHÜC
Uzaklaşmak. Irak olmak.
TEHEDDİ
Doğru yola girme. Hidayetlenme.
TEHEDDÜB
Saçaklanmak.
TEHEDDÜL
Sarkma, sölpüme.
TEHEDDÜM
(C.: Teheddümât) Yıkılma.
TEHEKKU'
Teveccüh etmek, yönelmek.
TEHEKKÜM
İstihza. * Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme. * Edb: Tarizin tesirli olan kısmı.
TEHEKKÜMÂT
(Tehekküm. C.) Ciddi tavır takınarak eğlenmeler.
TEHEKKÜMEN
Alay için, tehekküm suretiyle.
TEHEKKÜR
Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak.
TEHELHÜL
Fileli olmak. Bir elbisenin delikli delikli olması.
TEHELLU'
Haris olmak, hırslı olmak.
TEHELLÜL
Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri.
TEHELLÜS
Zayıflamak.
TEHEMMU'
Seyelân etmek, akmak.
TEHEMTEN
f. İri vücutlu, boylu boslu yiğit.
TEHENDÜM
Kapanmak.
TEHENNÜ'
Sinmek. * Alışmak.
TEHESHÜS
Gizli ses.
TEHESSÜM
Kesilmek.
TEHEŞŞÜM
Münkesir olmak, kırılmak.
TEHETTÜK
(C.: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma. * Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma.
TEHEVVU'
Kusma. İstifrağ etme.
TEHEVVÜD
Tevbe. Sâlih amel. * Yahudi olmak.
TEHEVVÜK
Tenbel olmak.
TEHEVVÜL
Korkunç hâle gelme. * Birisinin malına göz koyma.
TEHEVVÜM
Hafif uyku.
TEHEVVÜN
Hakir kılınma. Horlanma. Hakaret görme. Aşağılanma.
TEHEVVÜR
Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek. * Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti.
TEHEVVÜS
Heveslenmek. * Yumuşak yerde ağır ağır yürümek.
TEHEYYÜ
Hazırlanma, nizamlanma.
TEHEYYÜB
(Heybet. den) Korkma. Korkutma.
TEHEYYÜC
Heyecanlanma. Coşma. Deprenme. Harekete gelme.
TEHEYYÜCÂT
(Teheyyüc. C.) Coşup heyecanlanmalar.
TEHEYYÜF
İnceltmek.
TEHEYYÜL
Lânet etmek.
TEHEYYÜM
Şaşma, şaşırma. Şaşıp kalma. Hayran olma. * Susuz olma.
TEHEYYÜN
Asan olmak, kolay olmak.
TEHEYYÜZ
Perâkende olmak, dağılmak.
TEHEYYÜZ
Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi.
TEHEZZUK
Bir yerde karar etmeyip çalkanmak.
TEHEZZUM
Zulmetmek.
TEHEZZÜ'
Maskaraya almak.
TEHEZZÜC
Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme.
TEHEZZÜL
Bıkkın olmak.
TEHEZZÜM
Eliyle bir nesneyi kırmak.
TEHEZZÜZ
Hafif titreme, deprenme, ihtizâz.
TE'HIYE
Hayvana yatacak ahır yapmak. * Birbirine kardeş olmak.
TEHİ
Boş, avare kalmak, hâlî. Eli boş.
TEH-İ ÇÂH
Kuyunun dibi.
TEHİDEST
Eli boş. Züğürt.
TE'HİL
Misafire "hoş geldiniz" demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek. * Ehliyetli kılmak. * Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Lâyık ve müstehak görmek.
TEHİM
(Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı.
TEHİMİYAN
f. İçi boş.
TE'HİR
Geciktirme. Sonraya bırakma.
TE'HİRÂT
(Te'hir. C.) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar.
TEHİYYE
(Tahiyye) Selâm vermek. Hayır duâ etmek. * Hazır ve âmâde kılmak. (Bak: Tahiyye)
TEHLİB
Atın kuyruğunun kılını kesmek.
TEHLİK
Öldürme. Helâkete düşürme.
TEHLİKE
(Tehlüke) (Helâk. den) Helâkete sebep olacak hâl. Felâket.
TEHLİL
İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden "Lâilâhe illâllâh" sözünü tekrar etmek. (Bak: Tevhid)
TEHN
Kâim olmak, var ve mevcud olmak.
TEHNİD
Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek.
TEHNİE
Tebrik etmek.
TEHNİYET
Tebrik etme, kutlama.
TEHRİB
Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme.
TEHRİM
Kocaltma.
TEHŞİM
Zaaf vermek. * Kırmak.
TEHTAN
Yağmurun ulaştırı yağması.
TEHTEHE
Ağır söylemek, sert konuşmak.
TEHTİK
Yırtma. * Nâmusa halel getirme.
TEHVİ'
Kusturma veya kusturulma.
TEHVİD
Yahudileşme. Yahudi edilme.
TEHVİL
Dehşet göstermek. Korkutma.
TEHVİM
(C.: Tehvimât) Hafif uyku.
TEHVİN
(Hevn. den) Kolaylaştırma. * Ucuzlatma. Ucuzlatılma. * Alçaltma. Alçaltılma. * Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek.
TEHVİR
Suyu veya diğer sıvıları döktürmek.
TEHVİS
Yedirmek, yemek yedirmek.
TEHVİŞ
Karma karışık etme. * Bir yere toplama.
TEHVİYE
(Hevâ. dan) Havalandırma.
TEHYİ'
(Tehyie - Tehiyye) (C.: Tehiyyât) Hazırlama, hazırlanma.
TEHYİB
(C.: Tehyibât) Heybetli gösterme, heybetli gösterilme.
TEHYİC
Heyecanlandırma. Coşturma. * Ayağa kaldırma.
TEHYİCÂT
(Tehyic. C.) Coşturmalar, heyecanlandırmalar.
TEHYİE
(C.: Tehyiât) Hazırlama, hazırlanma.
TEHYİR
Suyu döktürmek.
TEHZİ'
Kırmak.
TEHZİB
Islâh etme. * Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme.
TEHZİB-İ AHLÂK
Temiz ahlâk sâhibi olmağa çalışmak. Ahlâkını düzeltmek.
TEHZİB-İ RUH
Ruhunu yükseltmeğe, temizlemeğe çalışmak.
TEHZİC
(C.: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme.
TEHZİL
(C.: Tehzilât) Zayıflatma. * Alaya alma. Alay şekline sokma.
TEHZİZ
(C.: Tehzizât) Hafif titreme, hareket ettirme. Deprendirme.
TEK
f. Koşma, seğirtme.
TEKABBEL
Kabul etsin mânasında söylenir.
TEKABBELALLAH
Allah kabul etsin (meâlinde duâ).
TEKABBUH
(Kubh. dan) Çirkin görme. kötü sayma.
TEKABBÜL
Kabul etmek.
TEKABKUB
Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu.
TEKABÜL
Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama. * Tezat.
TEKADDÜM
Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.
TEKADİM
(Takdime. C.) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler.
TEKADİR
(Takdir. C.) Mukadderât. Alınyazıları. * İhtimâller.
TEKADÜM
Geçmiş bulunma. * Mürur-u zaman olma.
TEKÂFİ
(Tekâfü') Birbirinin dengi olma.
TEKÂFÜ'
Beraberlik, eşitlik, müsâvilik.
TEKAHHUL
(Bak: Tekehhül)
TEKÂHÜL
Dikkatsizlik, ihmal.
TEKA'KU'
Yaramaz gönüllü olmak. * Geri durmak.
TEKALİB
(Taklib. C.) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler.
TEKÂLİF
Teklifler, vergiler. (Bak: Teklif)
TEKALKUL
Deprenme, hareketlenme, sarsılma.
TEKALLÜD
Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma.
TEKÂLÜB
(Kelb. den) Köpek gibi birbirine saldırma. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak.
TEKAMMUS
Giyinme, gömlek giyme.
TEKÂMÜL
Kemâl bulma. Olgunlaşma.
TEKÂMÜLÂT
(Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller.
TEKAMÜR
(Kımâr. dan) Kumar oynama.
TEKÂPU
f. Öteye beriye seğirtme. Telâşla koşarak birşeyler araştırma. * Dalkavukluk.
TEKÂRİ
Kira almak.
TEKARİR
(Takrir. C.) Teklifler, takrirler, önergeler.
TEKARRÜR
(Bak: Takarrür)
TEKARÜB
Birbirine yaklaşma. Birbirine yakın gelme. * Tedenni etme.
TEKÂRÜM
Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma.
TEKARÜN
(Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet.
TEKAS
(Bak: Takas)
TEKASİT
(Taksit. C.) Taksitler.
TEKÂSÜF
Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. * Bir noktada toplanma. * Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
TEKÂSÜL
Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik.
TEKÂSÜLÂT
(Tekâsül. C.) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler.
TEKÂSÜLÎ
Gevşeklik ve uyuşukluğa âit. Tembellikten gelen. (Bak: Himmet)
TEKASÜM
(Kasem. den) Andlaşma. * Bölüşme.
TEKÂSÜR
(Kesret. den) Çoğalma. Kesret bulma. * Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile fahirlenme.
TEKÂSÜR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 102. Suresi. Mekkîdir. Makbure Suresi de denilmiştir.
TEKAŞŞU'
(Kaş'. dan) Balgam çıkarma.
TEKATİR
(Taktir. C.) Damlamalar.
TEKATTU'
Tıb: Sıtma nöbetinin muntazam vakitlere ayrılması.
TEKATTÜL
Birbirini kesme, kesişme.
TEKATU'
Kesme. Kesişme. * Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi.
TEKATUR
Damlama. Damla damla dökülme.
TEKATÜB
Yazışmak.
TEKATÜL
(Katl. dan) Vuruşma. Birbirini öldürme. Mukatele.
TEKATÜM
Birbirinden sır saklama.
TEKAÜD
Oturma. Fârig olma. * Karşılıklı oturma. * Emeklilik.
TEKAÜDEN
Emekliye ayrılarak.
TEKAÜDİYE
Tekaüde mahsus olan aylık.
TEKÂVER
f. Koşucu, seğirtici. * Yorga yürüyüşlü at.
TEKAVİM
Takvimler.
TEKAVÜL
(Kavl. den) Sözleşme.
TEKÂVÜS
Bir yere cem'olmak, yığılmak, toplanmak. * Sıkışmak.
TEKAVVÜL
Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme.
TEKAVVÜLAT
(Tekavvül. C.) Yalan sözler.
TEKAVVÜM
Eğri iken doğrulma.
TEKAVVÜS
Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme.
TEKAVVÜT
(Kut. dan) Beslenme, azıklanma. Geçinme.
TEKÂYA
(Tekye. C.) Tekyeler. (Türkçede bazan "tekke" şeklinde de kullanılır.)
TEKÂYÜD
(C.: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma.
TEKAYYÜD
(Bak: Takayyüd)
TEKAZ
Birbiriyle ödeşme. * Karşılaştırma.
TEKAZA
(Bak: Takaza)
TEKÂZÜB
(Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme.
TEKAZZU'
Çıbanın irinlenmesi.
TEKBİB
Kebap yapmak.
TEKBİL
Bendetmek.
TEKBİR
Allahü ekber demek. Allah'ın her hususta en yüksek ve en büyük olduğu ifâde etmek.(Bu sırr-ı ittihad ile kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahluk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.Evet eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda Allahuekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima' etse, küre-i arz tamamiyle büyük bir insan olup azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahuekbere müsavi geldiğinden o muvahhidînin ittihadiyle bir anda, Allahuekber demeleri, Küre-i Arz'ın büyük bir Allahuekberi hükmüne geçiyor... Adetâ bayram namazlarında Âlem-i İslâmın zikir ve tesbihi ile zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktar-ı etrafiyle Allahuekber deyip kıblesi olan Ka'be-i Mükerreme'nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağziyle, Cebel-i Arefe diliyle Allahuekber diyerek o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü'minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allahuekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahuekber vuku bulduğu gibi o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. İşte bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelâl'e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudat adedince hamdediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş. L.)
TEKBİRÂT
(Tekbir. C.) Tekbirler. Tekbir getirmeler.
TEKBİRHÂN
f. Tekbir getiren.
TEKBİT
(Cihaz) Az olmak. * Asan olmak, kolay olmak.
TEKDİH
Kuvvetle kaşımak.
TEKDİM
Çok ısırmak.
TEKDİR
Azarlamak. * Kederlenme. * Bulanık etme. * Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir.
TEKDİRÂT
(Tekdir. C.) Tekdirler, azarlamalar.
TEKDİS
Harman etmek.
TEKE
f. Keçilerin erkeği. Sürü önünden giden kösemen. * Bir cilt defter. * Tezek.
TEKEBBÜD
(Kebed. den) Sertleşme, katılaşma.
TEKEBBÜR
Kibirlenmek. Kendini büyük saymak. Nefsini büyük görmek. (Bak: Taabbüd, Tevazu')(İşte ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duâyı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun. S.)
TEKEDDUH
Kuvvetle kaşımak.
TEKEDDÜN
Eğlenmek.
TEKEDDÜR
Bulanık olma. * Kederlenme.
TEKEFFÜ'
Yürürken etrafına bakmadan önünü gözleyerek gitmek.
TEKEFFÜF
(Keff. den) El uzatarak dilencilik etme. Avuç açma. Dilenme. * Avuçla tutmak.
TEKEFFÜL
Boynuna almak. * Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.
TEKEHHUL
Göze sürme çekme. Suni kara gözlü olma.
TEKEHHÜF
(Kehf. den) Mağara biçiminde oyulup kazılma.
TEKEHHÜN
Kâhinlik yapma, falcılık etme.
TEKE'KÜ'
Cem'olmak, birikmek, toplanmak. * Korkak olmak.
TEKELLÜF
Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. * Gösterişe kapılmak. Özenmek. * Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.(Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan aslâ hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzâde olmalarını emreder. Ve buyururlar ki, "Tekellüf şer'an ve hikmeten fenâdır. Çünkü, tekellüf sevdası, insanı hadd-i ma'rufu tecâvüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinâne bir tezâhür ve tefâhür tavrı ve muvakkat soğuk bir riyâkâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki, bunların ikisi de ihlâsı zedeler." R.N.)
TEKELLÜFÂT
(Tekellüf. C.) Tekellüfler.
TEKELLÜL
Götürü gelmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
TEKELLÜM
(C.: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek.
TEKELLÜMÂT-I TESBİHİYE
Cenab-ı Hakk'ı tesbih eden kelâmlar, konuşmalar.(Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval bir tekellümât-ı tesbihiyedir ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır. M.)
TEKELLÜM-İ SÂMİT
Sessiz konuşma.
TEKELLÜS
(C.: Tekellüsât) (Kils. den) Kireçleşme.
TEKEMKÜM
Başına külâh giymek.
TEKEMMÜ'
Mantar koparmak.
TEKEMMÜL
Olgunlaşmak. Kemâle doğru gitmek.(İnsanda olan hadsiz istidadât-ı maneviyye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül bir kemâlin vücudunu gösterir. Ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat'i olarak ilân eder. Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvi âmâl, hikmetli mevcudatın hilâfına olarak israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. S.)
TEKEMMÜL-Ü MEBÂDÎ
Bir şeyi netice veren ilk unsur ve sebeblerin ibtidailikten mükemmelliğe doğru gitmesi.
TEKEMMÜM
(Kümm. den) Örtünüp bürünme.
TEKEMMÜN
Pusuya yatma, gizlenme.
TEKEMMÜŞ
Acele etme.
TEKENNİ
(Künye. den) Künye alma. Ad alma.
TEKENNÜF
Bir yere toplanmak.
TEKENNÜS
Gizlenmek. * Örtünmek.
TEKERFU'
Mürtefi olmak, yükselmek.
TEKERRU'
Paça yemek.
TEKERRÜC
Fâsid olmak, bozulmak. * Kirlenmek. Paslanmak.
TEKERRÜH
(Kerh. den) İğrenme, kerih görme.
TEKERRÜM
Saygı görmek. Keremli olmak.
TEKERRÜR
Tekrarlanmak. (Bak: Tekrârat)
TEKERRÜRÂT
(Tekerrür. C.) Tekerrürler, tekrarlanmalar.
TEKERRÜŞ
Buruşma.
TEKESSÜB
Kazanmak.
TEKESSÜL
Durmak. * Üşenmek. Gevşek davranmak.
TEKESSÜR
Kırılmak.
TEKESSÜR
Çoğalmak. Kesretli olmak. Adet miktarına adet ilâve olmak.
TEKEŞŞÜF
Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak. * Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak.
TEKETTÜL
Bir yürüme çeşiti.
TEKEVVÜK
Baş yarmak. * Basmak.
TEKEVVÜN
(C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak.
TEKEVVÜNÎ
Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı.
TEKEVVÜR
Damlamak.
TEKEYMÜS
Yemeklerin midede ezilmesi.
TEKEYYÜF
Bir keyfiyet kabul etmek. Eksiltmek veya noksan etmek. Keyfiyetlenmek. * Keyiflenmek.
TEKEYYÜS
(Kiyâset. den) Kiyâsetli ve zeki görünme. * Zariflik gösterme.
TEKFİL
Kefil etme. Kefil edilme. Kefil gösterme. * Boynuna aldırmak.
TEKFİN
Kefenlenmek veya kefenlemek.
TEKFİR
Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma.
TEKFİR-İ YEMİN
Yeminin keffaretini vermek. Yemin bozan bir kimsenin ceza olarak ödediği para, tuttuğu oruç. (Bak: Keffaret)
TEKFİR-İ ZÜNUB
Günahları örtme, affetme.
TEKFUR
Tar: Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler.
TEKHİL
(Kuhl. dan) Göze sürme çekme.
TE'KİD
Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama.
TE'KİDEN
Tekrarlama ile. * Sağlamlaştırarak. Te'kid suretiyle. * Evvelce yazılmış olan bir yazıyı tekrarlı(Zeker).
TE'KİD-İ MANEVÎ
Söylenişi başka, manası müşterek olan.
TE'KİL
Yedirme veya yedirilme.
TEKLÎ
Hapsetmek.
TEKLİB
Köpeğe av öğretmek.
TEKLİC
Yüzünü ekşitmek.
TEKLİF
Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek. * Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele. * Vergi yüklemek. * Vazife vermek. * Cenab-ı Hakk'ın, insanları, emir ve nehiyleri üzerine hareket etmeğe vazifelendirmesi. * Fık: Şeriat-ı İslâmiyenin, ehliyet ve salâhiyet sahibi olan insanlara bir takım vazifeler yapmalarını ve bir kısım şeyleri de terketmelerini emir ve ilzam buyurmasıdır. Bunlar ile öylece dinen me'mur ve vazifeli olan bir insana mükellef denir. Çoğulu: Mükellefîn'dir. (Bak: Ahlâk-ı hasene)(Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervah-i âliye ile ervah-ı sâfile müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. S.)(S - Diyorsun ki: "Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebeb, teklifdir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?"C - Cenab-ı Hak, verdiği cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-i mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet, nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve eterakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevi'lerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevi'lerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir. İ.İ.)
TEKLİFÂT
Teklifler.
TEKLİF-İ İLÂHÎ
Allah'ın teklifi, yani emirleri.
TEKLİF-İ MÂLÂ-YUTAK
Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif.
TEKLİL
(İklil. den) Taç giydirme.
TEKLİM
Söyletmek. * Yaralamak, mecruh etmek.
TEKLİS
(Kils. den) Kireç hâline getirme. Kireçleştirme.
TEKMİD
Soğuk veya ılık su ile yapılan pansuman.
TEKMİL
Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz.
TEKMİLE
(Kemâl. den) Eksikleri tamamlamak için sonradan yapılan şey, ek. İlâve.
TEKMİM
Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek.
TEKMİN
(Kemin. den) Pusuya yatırma, sipere yerleştirme.
TEKNİK
Fr. Fizik, Kimya ve Matematikten elde edilen bilgilerin tatbik edilmesi.
TEKNİSYEN
Fr. Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse.
TEKNİYE
(Künye. den) Künyeleme, künye koyma.
TEKNOLOJİ
Fr. Teknik bilgiler. Matematik, Kimya ve Fizik ilminden elde edilen bilgiler.
TEKRAR
(Kerr. den) Bir şeyi iki veya daha fazla yapma. * Bir daha, yine, yeniden.
TEKRARAT
Tekrarlamalar. Aynı şeyi bir kaç defa yapma.
TEKRARAT-I KUR'ANİYE
Kur'anda birbirinin aynı olan veya birbirine benzer âyetlerin tekrar edilmiş olması. (Bak: Kur'an, Mumya)(Tekrarat-ı Kur'aniyedeki i'cazın bir lem'asını beyan zımnında "Altı Nokta"dan ibarettir.Birinci Nokta: Kur'an bir zikir kitabı, bir duâ kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünkü zikir ve duâdan maksad sevaptır ve merhamet-i İlâhiyeyi celbetmektir. Malumdur ki: Bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi, tekrarı nisbetinde te'siri, te'kidi vardır.İkinci Nokta : Kur'an bütün beşerin tabakatına hitap ve deva olduğu için zeki, gabi, takiyy, şaki, zâhid, gayr-ı zâhid bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlâhiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyyeden ilâç almaya hakları vardır. Halbuki Kur'anı tamamen ve dâima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksadlar, hüccetler, bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki, herbir sure hemen hemen bir küçük Kur'an hükmünde olsun ki herkes suhuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur'anın sevabını kazanabilsin. Evet $ olan âyet-i kerime bu hakikati isbat ediyor.Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar, vakitlerin ihtilâflariyle tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Meselâ : Havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hâcet her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç alelekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hâkeza..Kezâlik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda "Allah" kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit "Besmele"ye, her saatta "Lâ İlâhe İllallah"a ihtiyaç vardır. Ve hâkeza...Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işârettir.Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki: Kur'an bu metin din-i azimin esâsâtını ve İslâmiyetin erkânını te'sis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyyeyi tebdil eden bir kitaptır. Malumdur ki; müessis olan zat, vaz'ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet tekrar edilen şey sâbit kalır, takarrür eder, unutulmaz. Ve keza, Kur'ân beşerin muhtelif tabakalarından kali veya hâli yapılan suallere lâzım olan cevapları veren umumi bir mürşid-i mucibdir. Malum ya, sual tekerrür ederse cevap da tekerrür eder.Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki; Kur'an pek büyük mes'elelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikin kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslublarla tekrara ihtiyaç vardır.Altıncı Nokta : Bilirsiniz ki, her âyet için bir zâhir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala' var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, hükümler, faideler, maksadlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet, her yerde, öbür münasib bir vecih için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zâhiren tekrar görünse bile hakikatta tekrar değildir. M.N.)
TEKRAREN
Defalarca, tekrarlanarak.
TEKRİH
Nefret ettirmek. Çirkin göstermek.
TEKRİM
Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
TEKRİMEN
Hürmet göstererek, tazim ederek.
TEKRİR
Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama. * Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine denir. Râ harfine âid olan bir sıfattır. Buna mükerrir harfi de denir.
TEKRİYE
Düşman yapmak.
TEKSİB
(Kesb. den) Kazandırma.
TEKSİF
Parça parça etmek.
TEKSİF
(Kesâfet. den) Sıklaştırma, koyulaştırma, yığma, toplama.
TEKSİR
(Kesr. den) Çok kırma. Parçalama.
TEKSİR
(C.: Teksirât) Çoğaltmak, artırmak, çoğaltılmak.
TEKSTİL
Fr. Dokuma. * Dokumacılık.
TEKŞİF
(Keşf. den) İyice açma.
TEKTİB
Askeri bölük bölük etmek, bölüklere ayırmak. * (Ketebe. den) Yazdırma.
TEKTİM
Örtmek.
TEKVİF
Kûfe'ye varmak.
TEKVİN
Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
TEKVİNÂT
(Tekvin. C.) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar.
TEKVİNİYE
Yaratmağa, tekvine ait. Tekvinle alâkalı.(Evamir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfât ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa'yin sevabı servettir. Sebatın mükâfatı galebedir. M.)
TEKVİR
Yuvarlaklaştırmak. Kıvırmak. Sarmak. * Toplamak. Cemolmak. * Başa sarık sarmak.
TEKVİR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 81. Suresidir. Küvvirat Suresi adı da verilir.
TEKVİS
Yüz üstüne düşürmek.
TEKVİYE
Ovmak, ovalamak.
TEKYE
f. Zikir veya ders için toplanılan yer. * Dervişlerin meskeni ve mâbedi. * Yaslanılacak, dayanılacak şey. * İtimâd etmek, dayanmak.(İşte Hoca-i Kâinat olan Fahr-i Âlem'in (A.S.M.) kudsi medresesi ve tekkesi olan Suffe'nin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hâfızanın ziyadesi için dua-i Nebeviyeye mazhar olan Hz. Ebu Hüreyre; gazve-i Tebük gibi bir mecma-i nâsda vukuunu haber verdiği şu mu'cize-i bereket, manen bir ordu sözü kadar kat'i ve kuvvetli olmak gerektir. M.)
TEKYENİŞİN
f. Tekkede oturan, derviş.
TEKYEZEN
f. İstinad eden, dayanan.
TEKYİL
(Kile. den) Kile ile ölçme.
TEKZİB
Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek.
TELA
(Tülüv. den) Ondan sonra geldi, ardınca gitti (mânasında fiil).
TEL'A
(C.: Tilâ) Su yolu, su mecrası. * Sel yolu. * Yerin alçağı ve yükseği. Çukurluk ve tepe.
TEL'ABE
Oynamak.
TELAFFUZ
Söyleyiş, söyleniş. * Ağızdan çıkan lâfız.
TELAFİ
Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
TELAFİF
Birbirine sarmaşmış bölük bölük nebatlar. * Büklümler, kıvrımlar. * Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma.
TELAFİF-İ DİMAĞİYE
Dimağın lif lif olmuş hâli.
TELAGGUM
Dürtülmek.
TELAH
Birbirine inatçılık etmek.
TELAHHİ
Tülbendi çenesi altından sarmak.
TELAHHUM
(Lahm. dan) Semirme, etlenme.
TELAHHUZ
İmrenerek ağız sulanma.
TELAHİ
Birbirine sövmek.
TELAHİ
Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme.
TELAHUK
Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek.
TELAHUK-U EFKÂR
Fikirlerin birbirine eklenmesi ve ilâve edilmesi.
TELAHUZ
Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma.
TELAİYE
İstikmet, doğruluk.
TELAK
Ulaşmak, varmak.
TELAKİ
Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma.
TELAKİGÂH
f. Buluşma yeri. Kavuşma yeri.
TELAKKİ
Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş.
TELAKKİ-İ Bİ-L-KABUL
Kabul ile karşılamak, kabul etmek.
TELAKKİYÂT
(Telakki. C.) Şahsî anlayış ve görüşler. * Kabul etmeler. Telakkiler.
TELAKKUB
(Lâkab. dan) Lâkab alma. Lâkablanma.
TELAKKUF
Ağızdan söz kapmak. * İşitmek. * Yutmak. * Sür'atle almak.
TELAKKUH
Kendisini gebe, hâmile gösterme. Gebe kalabilme.
TELAKKUM
Parçalayıp lokma yapıp yutma. * Karın gurultusu.
TELAKKUT
Cem'etmek, toplamak, biriktirmek.
TELAKÜM
Yumruklaşma. Boks.
TELALE
Dalâlet.
TELA'LU'
Açlıktan zayıflamak. * Küçük olmak.
TELAM
Hizmetçi talebe.
TELAMİZ
(Tilmiz. C.) Talebeler, çıraklar.
TELASİM
(Tılsım. C.) Tılsımlar.
TELASSUS
Çalma. Sirkat etme. Hırsızlık yapma.
TELASUK
(Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma.
TELA'SÜM
Dil dolaşma, şaşırma. * Cevap verilecek yerde veremeyip kekeleme. * Saçmasapan cevap verme.
TELAŞİ
Önem ve ehemmiyetini kaybetme. * Dağılma. * Telâş.
TELATİL
Zorluklar.
TELATTUF
(C.: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma.
TELATTUFÂT
(Telattuf. C.) Nâzikâne muameleler.
TELATTUFEN
Nezaketle, lütuf ile.
TELATTUFKÂR
f. Lütuf, nezaket ve tatlılıkla muamele eden.
TELATTUH
Bulaşma, bulaşık olma.
TELATUF
(C.: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma.
TELATUM
Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi) * Birbirine şamar vurmak.
TELATUMGÂH
f. Dalgalı yer. Dalgası çok olan yer.
TELAUB
(La'b. dan) Oynama. Oynaşma.
TELAUM
Muntazır olmak, gözlemek, beklemek.
TELAUN
Birbirine karşılıklı lânet okuma. (Bak: Lian)
TELAVÜM
(Levm. den) Birbirine levmetme. Birbirini çekiştirme.
TELAZUM
Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak.
TELAZZİ
(Ateş) alevlenmek.
TELBİB
(C.: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek. * Boyun.
TELBİD
Bir yere toplayıp yığmak. * İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması.
TELBİE
Lebbeyk demek.
TELBİK
Teridi yağlı yapmak.
TELBİN
Kerpiç kesmek.
TELBİNE
Sütlü bulamaç aşı. * Arpa suyu.
TELBİS
(Lebs. den) Ayıbını, kusurunu örtüp iyi göstermek. * Suret-i haktan görünerek hile edip aldatmak. * Hile. Oyun.
TELBİSÂT
Telbisler. Hileler, oyunlar.
TELBİYE
Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek. (Bak: Lebbeyk)
TELCİE
İkrah etmek, iğrenmek, tiksinmek, kerih görmek.
TELCİM
(Licâm. dan) Gem vurma, gemleme. Gemlenme.
TELCİN
Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak. * Kalınlaştırmak.
TELE
Tuzak. * Ağıl.
TE'LEB
Bir ağaç adı.
TELEBBÜB
Silâh takınmak.
TELEBBÜD
Birbiri üstüne yığılmak. * Bir yere gizlenip av gözlemek.
TELEBBÜK
Mide dolgunluğuna uğrama.
TELEBBÜN
(Leben. den) Durma, eğlenme. * Memeden sütün damla damla akması.
TELEBBÜS
Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.
TELEBBÜT
Muztarib olmak, acı çekmek. * Dönmek.
TELECCÜC
Geminin denizin derin yerine varması.
TELECCÜM
Dizgin vurmak.
TELECCÜN
Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek.
TELECLÜC
Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek. * Kımıldatmak. Hareket etmek. * Tereddüt.
TELEDDÜD
Sağına ve soluna iltifat etmek.
TELEDDÜM
Kaftan eskitmek. * Yama vurmak.
TELEDDÜN
Eğlenmek.
TELEF
Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak.
TELEFÂT
(Telef. C.) Ölüm sebebiyle olan kayıplar.
TELEFFÜM
Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak.
TELEFFÜT
Etrâfına bakınma.
TELEHCÜM
Haris olmak, hırslı olmak.
TELEHHİ
Oynama. Oyun ile vakit geçirme.
TELEHHÜB
(Leheb. den) Alevlenme, tutuşma, alevlenip yanma. * İltihap.
TELEHHÜF
Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek.
TELEHHÜM
Yutmak.
TELEHVUK
Huyu olmadan cömertlik göstermek.
TELEHVÜC
Biri işi gevşek yapmak.
TELEKKÜ'
Tevakkuf etmek, durmak, duraklamak. * Bir işe dolaşmak.
TELE'LÜ'
(Lü'lü'. den) Parıldama.
TELEMLÜM
Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
TELEMMU'
Parıldama. Işıldama.
TELEMMÜC
Yemek artığını dil ile ağızda aramak. * Tatmak. * Yemek.
TELEMMÜK
Tatmak. * Yemek.
TELEMMÜS
(Lems. den) El ile dokunma.
TELEMMÜZ
Tatmak. * Yemek. * Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak.
TELEMMÜZ
Talebelik etmek. Çömezlik etmek. (Bak: Tilmiz)
TELEPATİ
yun. Gelecekte veya uzakta olan bir hâdiseyi o anda duyma hâli.
TELESKOP
Fr. Gök cisimlerini görmek için kuvvetli dürbün.
TELESLÜS
Tereddüt etmek, karar verememek.
TELESSÜM
Yaşmaklanma.
TELE'ÜV
Parıldama, parlama.
TELEVİZYON
Fr. Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli veya hareketsiz şekillerin resmini uzaklara nakletme usulü. * Bunun alıcı cihazı. (Bak: Celb-i suret, Radyo)
TELEVVÜM
Muntazır olmak, beklemek, gözlemek. * Kabul etmemek.
TELEVVÜN
(Levn. den) (C.: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme. * Döneklik, kararsızlık.
TELEVVÜS
Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak.
TELEYYÜN
(Leyn. den) Yumuşak. Yumuşak olmak. Sulanmak.
TELEYYÜS
Arslan yürekli olma, arslan yürüyüşlü olma.
TELEZZÜC
(Lüzucet. den) Yapışkan olma. * Çekilip uzanmak.
TELEZZÜZ
Tat ve zevk almak. Zevklenmek.
TELFİ'
Başını örtmek.
TELFİF
Bürünme, sarma, örtme.
TELFİK
Birleştirme, ekleme. İstif. * Bir yere getirip ulaştırmak.
TELFİK-İ MEZAHİB
Dinî bir mes'elede, hak mezheblerin aynı o mes'ele hakkındaki zıd görüşleri cem'etmekle bir mezheb yapmak. Bu zıd görüşlerle amel etmeyi caiz görür. Fukaha ise bu tarzı caiz görmemişlerdir.Tevhid-i mezahib ise: Hak mezheblerin mes'eleleri arasında, tercih yoluyla bazı mes'elelerini alıp bir mezheb yapmaktır. (Sadreddin Yüksel)
TELH
f. Acı.
TELHBÂR
f. Acı olan meyve. Meyvesi acı olan.
TELHGÛ
f. Acı söyleyen.
TELHGÜFTAR
f. Acı sözlü.
TELHÎ
Acılık.
TELHİB
(C.: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma.
TELHİD
(Lahd. dan) Mezar çukuru kazma. Kabire lâhid yapma. * Gömme.
TELHİF
(C.: Telhifât) Acınma, acıklanma.
TELHİH
Kavuşturmak.
TELHİM
(Lâhm. dan) Etlendirme, semirtme.
TELHİN
(C: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme. * Yanlışını çıkarma.
TELHİS
Kısaltma. Hülâsasını alma.
TELHİSÂT
(Telhis. C.) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler.
TELHİSEN
Kısaltılarak, hülâsaten, özet olarak, hülâsa tarzında.
TELHİYE
Gâfil olmak, gaflette bulunmak. * Meşgul olmak.
TELH-KÂM
f. "Damağı acı": Kederli, dertli.
TELH-NAK
f. Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan.
TE'LİB
Kandırmak.
TEL'İB
Oynatma, raksettirme.
TELİD
(Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi.
TE'LİF
Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek. * Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak. * Eser yazmak. * Noksan bir adedi bine çıkarmak.(Kâinatın te'lifinde öyle bir i'caz var ki; bütün esbab-ı tabiiyye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile i'caza karşı secde ederek $ diyeceklerdir. M.)
TE'LİFÂT
Yazılmış eserler, kitaplar.
TE'LİF-İ BEYN
Ara bulma, barıştırma, uzlaştırma.
TELİL
Boğaz.
TE'LİL
Tez etmek, çabuklaştırmak.
TEL'İN
Lânetlemek. Lânet etmek.
TE'LİS
Durdurmak, ikâmet. * Yağmurun devamlı yağması.
TE'LİYE
İbadet ettirmek.
TELİYYE
Borç bakiyyesi. * Tâbi olmak, uymak.
TELKIYE
Ulaşmak, varmak. * Bir nesneyi yüze getirmek.
TELKİB
Lâkab vermek, isim takmak.
TELKİF
Telkin etmek.
TELKİH
İlkah etmek. Aşılamak. * Aşı. * Cinsinin üremesini sağlamak.
TELKİM
Lokma lokma yedirme. Lokma verme.
TELKİN
(C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.(Telkini fenden almış,Medeniyetten taklid,Hürriyet tenkid vermiş,Gururdan dalâlet çıkmış.) (Lemeât)
TELL
(C.: Tilâl) Tepe, yığın, küme. * Düz yer üstüne yatırmak.
TELLAL
(Bak: Dellâl)
TELL-İ REFİ'
Yüksek tepe.
TELMİ'
(Lemeân. dan) Renk renk yapma, rengârenk yapılma. * Parıldama, parıldatılma. * Edb: Mısraları, Türkçe, Arabça, Farsça gibi başka başka dillerde olan manzume yapma.
TELMİH
(C.: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek. * Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade etmek. * Edb: İbârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek.
TELMİHEN
Telmih suretiyle. Telmih için. İmâlı olarak.
TELMİZ
Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek. * Tattırmak. * Yedirmek.
TELSİN
Bir nesneye dil etmek.
TELTELE
Hareket ettirmek.
TELTİM
Kuvvetle sille vurmak.
TELVİ'
(C.: Telviât) İçini yakıp dertlendirme.
TELVİH
Açıklamak. * Zâhir ve aşikâre kılmak. * Susuzluktan insanın çehresi bozulmak. * Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek. * Posa hâline getirmek. * Kocamak. Saç ağarması. * Almak. * İşaret etmek. * Edb: Lüzumlu şeylerden bahsetmek suretiyle olan kinâye. Meselâ: Filâncanın mutfağında çok odun sarf olunur denildiği zaman, bundan, mutfakta çok yemek pişirildiğine, ev sahibinin cömertliğine ve misafirin çokluğuna intikal edilir.
TELVİHÂT
Telvihler. Kinaye halindeki işaretler.
TELVİK
Yemeği yumuşak ve yağlı yapmak.
TELVİM
(C.: Telvimât) (Levm. den) Azarlama, paylama.
TELVİN
(Levn. den) Renk verme. Boyama. Boyanma.
TELVİS
(C.: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek. * Mc: Bozmak, berbat etmek.
TELVİYE
Bükme, burma, çevirme, kıvırma.
TELYİN
(Leyyin. den) Yumuşatmak. Eritmek. * İçi yumuşatmak, kabızlıktan kurtarmak.
TELYİN-İ HADİD
Demirin yumuşatılması.
TELZİE
Davarı iyi gütmek.
TELZİZ
Lezzet verme. Tatlandırma. Lezzetlendirme.
TEMACÜD
(Mecd. den) Büyüklüğünü ve şerefini çoğaltma.
TEMADİ
Devam etmek. Sürüp gitmek. * Uzak olmak. * Müntehi ve muktezi olmamak.
TEMA'DÜN
(Ma'den. den) Maden haline geçme.
TEMAHHUH
Kemikten ilik çıkarmak.
TEMAHHUL
Hile etmek.
TEMAHHUT
Sümkürme.
TEMAHHUZ
(Temahhud) Doğum sancısı çekmek. * Hayvanın gebe oluşu. * Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi. * Fitne çıkarma.
TEMAHUK
İnat etmek.
TEMAHÜL
Mühlet verme. Yavaş ve ağır davranma.
TEMAÎ
Genişlemek.
TEMAKKUK
Dinlene dinlene içmek.
TEMALÜ'
Arkadaş olmak.
TEMALÜK
Nefsini zaptetme. Kendine hâkim olma.
TEMANÜ'
Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard. (Bak: Bürhan-üt temanü')
TEMARİ
Şek şüphe etmek. Mücadele etmek.
TEMARUZ
Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek.
TEMAS
(Bak: Temass)
TEMASİH
(Timsah. C.) Timsahlar.
TEMASİL
Timsaller. Suretler. Resimler. Putlar. Semboller. Tasvirler.
TEMASS
(Mess. den) Yan yana bulunma. * Birbirine değme. * Münasebette bulunma.
TEMASSUR
Davarın memesinde kalan sütü sağmak.
TEMASSUS
Emmek.
TEMASÜL
Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak. * Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak. * Mat: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek.(Temasül tezadın sebebidir, tenasüb tesanüdün esasıdır, sıgar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır, zaaf gururun madenidir. Acz, muhalefetin menşeidir, merak ilmin hocasıdır. M.)
TEMAŞA
f. Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak.
TEMAŞAGÂH
f. Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer. Eğlence mahalli.
TEMAŞAGER
(Temaşakâr) f. Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan.
TEMAŞAGERÂN
(Temaşager. C.) Seyirciler. Temaşa edenler.
TEMAŞAHÂNE
f. Temaşa edecek yer. * Mc: Dünya.
TEMAŞİ
Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek.
TEMATTİ
(Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme. * Yürürken sallanmak.
TEMATTUK
Bir nesnenin lezzetinden ağzını şapırdatmak.
TEMATTUR
(Matar. dan) Yağmur yağma. * Hız. Sür'at.
TEMA'UK
Yuvarlanmak.
TEMA'UR
Mütegayyer olmak, değişmek. * Rengi donuk olmak. * Saç dökülmek.
TEMA'UT
Saç dökülmek.
TEMAVÜT
Kendini ölmüş gibi gösterme.
TEMAYÜC
Meyletmek, eğilmek, yönelmek.
TEMAYÜL
(C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.
TEMAYÜLÂT
(Temayül. C.) Meyiller, sevgiler, muhabbetler.
TEMAYÜN
Yalan olmak.
TEMAYÜT
Birbirinden ayırmak.
TEMAYÜZ
Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak.
TEMAYÜZAT
(Temayüz. C.) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler.
TEMAZMUZ
(Mazmaza. C.) Mazmaza yapma. Ağzını su ile çalkalama.
TEMAZUH
şakalaşmak.
TEMAZUK
Münafıklık etmek.
TEMAZÜC
Birbiriyle karışmak. * Şakalaşma.
TEMCİD
Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek. * Ağırlamak. * Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz.
TEMCİD PİLAVI
Mc: Tekrar tekrar bahsedilen şey, daima öne sürülen madde. Mükerreren ortaya sürülen bahis, yahut söylenilen söz. (Menşei: "Erkeğini sahura bekleyen kadının, pilavı yanmasın diye kaldırması ve soğumasın diye tekrar koyması" diye söylenir.)
TEMCİŞ
Oynatmak veya oynamak.
TEMDİD
Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek. * Çekip uzatmak. * Tecvidde: Bir harfi uzun okumak, çekmek.
TEMDİH
Medhetmek. Çok övmek. Mübalâğa ile medih.
TEMDİHÂT
(Temdih. C.) Mübalâğa ile medhetmeler.
TEMECCÜD
şeref sahibi olma. Ululanma.
TEMECCÜS
Mecusi olmak.
TEMEDDÜD
Çekilmek. * Uzamak. * Gerinmek.
TEMEDDÜH
Kendi kendini övmek. Kendini beğendirmeğe çalışmak. böbürlenmek.
TEMEDDÜHÂT
(Temeddüh. C.) Temeddühler, böbürlenmeler.
TEMEDDÜN
Medenileşmek. şehirlileşmek. Medeni olmak.
TEMEDRU'
Ferace ve kaftan giymek. Çarşaf giymek.
TEMEH
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
TEMEHDİ
Mehdilik dâvasında bulunma, mehdilik dâvasına kalkışma.
TEMEHHUZ
Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi)
TEMEHHUZ-U TECARÜB
Çeşitli tecrübelerle bir şeyin safileşip kemale gelmesi.
TEMEHHÜD
(Mehd. den) Yayılıp döşenme.
TEMEHHÜL
Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni.
TEMEHHÜR
(Maharet. den) Mâhir olma.
TEMEKKÜK
Karışmak.
TEMEKKÜN
Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak. * Vakar ve temkin sahibi olmak. * Sultan yanında rütbe sahibi olmak.
TEMELLUK
Yaltaklanmak. * Tevâzu ve yumuşaklık göstermek. * Dalkavukluk.
TEMELLUS
Halâs olmak, kurtulmak.
TEMELLÜK
Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib olmak. * Kadir ve muktedir olmak.
TEMELLÜL
(Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme. * Bir dine bağlı olma. * (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma.
TEMELMÜL
Yatak veya döşekte rahat olmama.
TEMENDÜL
Elini mendil ile silmek.
TEMENNA
Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma. * Minnettar olma.
TEMENNİ
Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek.
TEMENNİYÂT
(Temenni. C.) Temenniler, dilekler, istekler.
TEMENNU'
Kavi olmak. Kuvvetlenmek.
TEMERKÜZ
Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme.
TEMERMÜR
Titremek.
TEMERRUH
Kendini yağla ovmak.
TEMERRUK
Çorba içmek.
TEMERRUT
Saç dökülmek.
TEMERRÜD
İnad, direnme. * Yapılması gereken bir şeyi yapmakta kasten geciktirme.
TEMERRÜN
Tekrar ettirerek alıştırma. İdman yapma.
TEMERRÜŞ
Az miktar su.
TEMESHUR
(C.: Temeshurât) Maskaralık yapma.
TEMESKÜN
Miskin olma. Miskinleşme.
TEMESSUH
Kendini bir nesneye sürmek, meshetmek. * Bir şeye sürünmek.
TEMESSUH
Şekil değiştirme.
TEMESSÜK
Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma. * Hüccet ve delil izhar etme. * Borç senedi.
TEMESSÜL
Benzeşmek. Cisimlenmek. * Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek. * Bir kıssa veya atasözü söylemek.(Temessülün çok envaından şu mes'eleye medar olacak üç nev'ine işaret ederiz:Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler, hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin her birinde, Güneş'in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor. Eğer, faraza, Güneş zişuur olsa idi, (harareti, ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb'ası, sıfat-ı seb'ası olsa idi) o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasiyle görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsül-emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde Huzur-u Nebevide bulunduğu bir anda Huzur-u İlâhide haşmetli kanatlariyle Arş-ı A'zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlerde bulunur. Evamir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş, bir işe mâni olmazdı. İşte şu sırdandır ki mahiyeti nur ve hüviyeti nurâniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ve seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür'atiyle o merâya-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu'lar, nuraniyet sırriyle bir yerde iken, pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat, O'nun envar-ı kudsiye-i esmasının bir keşif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhita; ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahsiyet, külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? S.)
TEMEŞMÜŞ
Zerdali yemek.
TEMEŞŞİ
Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.)
TEMEŞŞUT
(Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama.
TEMETTU'
(C.: Temettuât) Kazanma, kâr etme. * Kâr, fayda, menfaat. * Toplamak, cem'etmek. * Mühlet vermek. * Yoldaş olmak.
TEMETTUÂT
(Temettu'. C.) Kârlar, kazançlar, faydalar.
TEMEVLÎ
Kendini mevlâ kılmak.
TEMEVVÜC
(C.: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak.
TEMEVVÜCÂT
(Temevvüc. C.) Dalgalanmalar.
TEMEVVÜL
(Mâl. dan) Zenginleşme, mal edinme.
TEMEYYÜ'
Sulanma, sulu hâle gelme. Akma. Cıvıklaşma, sıvı hâle gelme.
TEMEYYÜH
Sulanma.
TEMEYYÜH-İ DEM
Kanın sulanması.
TEMEYYÜZ
Benzerlerinden farklı ve üstün olma. Diğerleri arasından kendini gösterme.
TEMEZZUK
Parça parça olma. Yırtılma.
TEMEZZÜZ
Yavaş yavaş ve dinlenerek içmek.
TEMHİD
(Mehd. den) Döşeme, yayma, düzeltme. * İskân etme. * Bir maddede özür, bahane beyan eylemek. * Özür sahibinin özrünü kabul ile tasdik eylemek. * Serd etme, izah etme, arz etme. * Mukaddeme yapma. Hazırlama.
TEMHİK
İptal etme.
TEMHİL
Sonraya bırakma. Mühlet verme.
TEMHİR
Mühürleme.
TEMHİS
İmtihan ve tecrübe etme. * Halâs etme.
TEMHİSÂT
(Temhis. C.) Tecrübeler, imtihan etmeler.
TEMHİZ
Doğum ağrısı çekmek. (Bak: Temahhuz)
TEM'İK
Yuvarlamak.
TEMİM
Katı, şiddetli, şedid.
TE'MİM
Kasdetmek.
TEMİME
(C.: Temâyim) Heykel.
TE'MİN
Güvenlik, emniyet hissi vermek. * Sağlamlaştırma, şüphe bırakmama. * Sağlamak. Kat'i vaadde bulunmak. Emn ve emân vermek. * Elde etme.
TE'MİNÂT
(Te'min. C.) İnandırmak ve emniyet vermek için veya muhtemel zararı ödemek için verilen söz veya para, gösterilen kefil.
TE'MİNEN
Te'min suretiyle.
TE'MİR
Emretmek.
TE'MİT
Zihnen tahmin etme.
TE'MİYE
Öpmek.
TEMK
Uzamak. * Yükselmek, yüce olmak.
TEMKİN
Ağır başlılık, usluluk. * Ölçülü hareket sâhibi. * Vakar, izzet. İktidar, kudret. * Birini bir şeye muktedir kılmak. * Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak. * Tedbir, ihtiyat.
TEMLİE
(Mel'. den) Ağız ağıza doldurma.
TEMLİH
(Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir).
TEMLİH
Tuzlamak. Tuza yatırmak. * Edb: Söz arasında güzel ve mazmun (nükteli, cinaslı ve güzel) söz söylemek.
TEMLİK
Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek. * Mülk olarak vermek.
TEMLİKEN
Mülk olarak vermek suretiyle. Temlik tarzında.
TEMLİS
(Melis. den) Pürüzlerini giderme. Düzleme.
TEMLİYE
Doldurma veya doldurulma.
TEMMAR
Hurmacı. Hurma satan.
TEMME
Tamam oldu, bitti (mânasına fiil).
TEMNİ'
(Mübalağa ile) Men etmek, engel olmak.
TEMR
Hurma.
TEMRE
Bir tek hurma.
TEMREN
Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.
TEMRİ
Hurmayı seven.
TEMRİD
Binayı yüksek yapmak.
TEMRİG
Yuvarlamak.
TEMRİH
Hafifçe sürme. Uğuşturma. * Bulaştırmak.
TEMRİN
Yumuşak etme. İdman ettirme. * Tekrarlatarak çalıştırma. Egzersiz.
TEMRİR
Acılık verme.
TEMRİZ
(Maraz. dan) Zayıf gösterme.
TEMSİK
Cenk etmek, dövüşmek, vuruşmak. * Bir kimseye deri vermek. * Deriye renk vermek.
TEMSİL
Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz. (Bak: Kıyas-ı temsilî)
TEMSİLÂT
(Temsil. C.) Temsiller, örnekler.
TEMSİLÎ
Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran.
TEMSİR
Birşeye göz dikip beklemek.
TEMSİR
(Mısır. dan) Bir yeri şehir haline getirme. * Taklil. Azaltma.
TEMSİYE
Akşamlık. * Akşamleyin bir nesne getirmek.
TEMŞİK
Kırmızı balçıkla renk etmek.
TEMŞİR
Sevinmek. * İzhâr etmek, göstermek.
TEMŞİT
(Muşt. dan) Tarama veya taranma.
TEMŞİYE(T)
(Meşy. den) Yürütme, ilerleme. * Meydana gelmesini kolaylaştırma.
TEMTİ'
Faydalandırma, kâr ettirme.
TEMTİT
Ekber derken bir elif fazlalaştırıp ekbâr demek. * Med edip çekmek.
TEMUÇİN
(Bak: Cengiz)
TEMVİH
(C.: Temvihât) Sulandırma, su katma. * Haksız bir şeyi haklı gösterme.
TEMVİL
(Mâl. den) Mal sâhibi etme.
TEMYİ'
(Mey'. den) Sıvılaştırma. Sıvı hale getirme.
TEMYİL
İki şey arasında mütereddit olmak, karar verememek.
TEMYİS
Yumuşak yapmak, yumuşatmak.
TEMYİZ
Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak. * Yargıtay. * Gr: Belirsiz olan kelime ve sayıları belirli hale koymak. Meselâ: "İşrune dirhemen" (yirmi dirhem) ve "Retle zeyten" (Bir retl zeytin yağı) tâbirlerinde "dirhemen" ve "zeyten" gibi.
TEMYİZEN
Temyiz suretiyle. Temyiz yoluyla. Seçerek.
TEMZİC
Karıştırmak. Katmak. Mezcetmek. * Bir kimseye bir şey vermek.
TEMZİG
Ayırmak. * Dağıtmak.
TEMZİK
(C.: Temzikat) Yırtma, paralama, perakende etmek.
TEN
f. Gövde, beden, vücut. * İnsan bedeninin dış yüzü.
TEN'AB
Karga sesi.
TENABÜZ
Ahidlerini bozmak, sözlerinde durmamak.
TENABÜZ
Birbirine lâkap takıp çağırmak.
TENACİ
Fısıltı ile birbirine gizli söylemek.
TENACÜŞ
Satın almak.
TENAD
Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak.
TENADD
(Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma. * Birbirinden ürkme.
TENADİ
Birbirine nida etmek, çağırmak. * Bir araya toplanma.
TENADÜM
(Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet.
TENADÜR
Azalma, nâdirleşme.
TENADÜS
Birbirine lâkap koyup bağırışmak.
TENAFFUH
şişmek. " Uf, tüf, ah ve oh" demek.
TENAFFUT
Çok kızma, hiddetlenme.
TENAFİ
Birbirine zıt ve muhâlif olma.
TENAFÜR
Birbirinden kaçmak. Ürkmek. * Uzağa çekilmek. * Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak. * Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması.
TENAFÜR-Ü KULÛB
Kalblerin birbirinden nefret etmesi.
TENAFÜS
(C.: Tenâfüsât) Hased etme. Çekememe.
TENAGGUM
Şarkı söylemek.
TENAGGUŞ
Hareket etmek.
TENAHHİ
Bir yana çekilme, alarga durma. * Irak olma.
TENAHHUM
Tükürmek. * Asık suratlı olmak, ekşi yüzlü olmak.
TENAHİ
Son bulma, bitme, tükenme. * Yasağı kabul ile geri durmak.
TENAHNUH
Öksürerek boğazını açmak, öksürmek. Öhö öhö demek. * Fık: Zaruret olmasa bu öksürük namazı bozar.
TENAHÜD
Tevzi etmek, dağıtmak. * Hediye vermek, atâ etmek.
TENAİ
Uzaklık.
TENAKKİ
Muhayyer olmak.
TENAKKUB
Nikab örtünmek, yüze peçe örtmek.
TENAKKUL
(Nukl. den) Bir yerden başka bir yere geçme. * Nakletme. * Bir makamdan başka makama intikal etme.
TENAKKUR
Müçtemi olmak, içtima etmek, toplanmak.
TENAKKUS
Eksilmek.
TENAKKUT
(Nokta. dan) Benek benek olma. Nokta nokta olma.
TENAKKUZ
Kırılmak. * Bozulmak.
TENAKKUZ
Halâs olmak, kurtulmak.
TENAKUS
Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek.
TENAKUSÂT
(Tenakus. C.) Eksilmeler, azalmalar.
TENAKUZ
Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması. * Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) ibarettir.
TENAKUZÂT
(Tenakuz. C.) Tenakuzlar.
TENAKÜH
Nikâhlanmak.
TENAKÜR
Bilmezlikten gelmek. Tecâhül etmek. * Birbirine adâvet etmek.
TENANİR
(Tennur. C.) Ocaklar, fırınlar, tandırlar. * Su pınarları.
TENA'NU'
Uzak olmak, uzaklaşmak.
TEN-ASAN
f. Rahatını düşünen adam.
TENASİ
Birbirinin nâsıyesine yapışmak. * Birbiri karşısına düşmek.
TENASİ
Unutmuş görünmek. Unutmak. Kendini unutmuş gibi göstermek. (Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyân veya tenâsi edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler. M.) (Bak: Vicdan)
TENASSUH
Nasihat almak, aklı başına gelmek. * Başkası hakkında iyilik istemek.
TENASSUK
Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme.
TENASSUR
Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.
TENASSÜB
Dikilip durma.
TENASUF
Yarıya bölmek.
TENASUH
Birbirine nasihat etme.
TENASUK
Nizam üzere dizilme.
TENASUR
Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme. * Haberler birbirini tasdik eylemek.
TENASÜB
Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. * Nisbet, kıyas. * İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü. * Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı ile zikretmek.
TENASÜH
İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: Mumya)
TENASÜH-VÂRİ
f. Tenasühe benzer bir surette.
TENASÜL
Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.
TENASÜLÂT
(Tenasül. C.) Çoğalma. Tenâsüller. Üremeler.
TENASÜR
Saçılma, serpilme, püskürme.
TENAŞİR
Acemi yazısı, çocuk yazısı.
TENAŞÜD
Birbirine şiir okuma.
TENAŞÜR
Dağılmak.
TENATTU'
Çok arıtmak. * Ayırmak.
TENATTUF
Küpe takma.
TENATTUS
Dikkatle tecessüs etmek, araştırmak. * Ayırmak.
TENATUH
(Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si). * Birbirine başla vurmak.
TENATÜC
Neticelenme. Birbirini netice vermek.
TENATÜL
Birbirine muhâlif olmak, ters olmak.
TENA'UL
Nâlin giymek.
TENA'UM
Nimetlenme, bolluk içinde yaşama.
TEN-AVER
(C.: Ten-âverân) f. Vücutlu, etine dolgun.
TENAVÜB
Nöbetleşme. Nöbet ile çalışma. Münâvebe.
TENAVÜL
Bir şeyi alma. * Yemek yeme. * Bahşiş ve ihsanda bulunma.
TENAVÜM
Yalandan uyur gibi görünme.
TENAVÜR
İri vücutlu kişi, iri yarı kimse.
TENAVÜŞ
Aşağı tutmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Alıp yemek.
TENAVÜŞ
(Tenâvül mânasındadır) El atmak, el sürmek.
TENAYÜB
Nöbetleşmek.
TENAZU'
Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek.
TENAZUK
Birbirine öğretmek.
TENAZUL
Birbiri ile oklaşmak.
TENAZUR
Birbirine karşı olmak. Simetri hâli. * Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak.
TENAZURÎ
Simetrik.
TENAZÜK
Birbirine süngü ile vurmak.
TENAZÜL
Yayan olarak vuruşmak.
TENAZZUH
Bulaşmak.
TENAZZUR
Dikkatle bakarak düşünme. Düşünerek dikkatle bakma.
TENAZZÜF
Pâklanma, temizlenme.
TENBAL
Kısa boylu, bodur adam.
TENBAN
f. Don, iç donu.
TENBEL
(Tembel) f. Üşenen, üşengeç. * İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli.
TENBEL-HÂNE
f. Memurları iş görmez olan dâire; fertleri tenbel olan ev. Tenbeller yuvası.
TENBELİT
f. Hayvan yükü. Küçük yük.
TENBİE
Haber vermek.
TENBİH
(C.: Tenbihât) Göz açtırmak. * Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak. * Sıkı emir vermek. * Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat.
TENBİHÂT
(Tenbih. C.) Tenbihler. İkaz etmeler.
TENBİK
Ağaçları aynı hizâda dikmek.
TENCİC
Şâd etmek. Sevindirmek.
TENCİD
Evin içini nakışlı bezlerle süslemek. * Kahraman yapmak.
TENCİM
Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak.
TENCİR
Korkutmak.
TENCİS
(Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme.
TENCİYE
(Necât. dan) Kurtarma.
TENCİZ
Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme. * Sözünü yerine getirme.
TENDİD
Meşhur etmek.
TENDİF
Yün ve pamuk atmak.
TENDİYE
Islatma, nemleme.
TEN-DÜRÜST
f. Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan.
TENE
f. Gövde, beden, cüsse, vücut. * Örümcek ağı.
TENEBBİ
(Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma, peygamberlik dâvasında bulunma.
TENEBBU'
Az az işlemek. * Yerden kaynama. Nebean etme.
TENEBBÜ'
(Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma.
TENEBBÜH
Uyanmak. Kendine gelmek. Aklını başına getirmek.
TENEBBÜT
Büyümek. Yerden çıkıp biten nebat gibi yetişmek.
TENECCÜC
Çok olmak. * Zayıflamak, süst olmak. * Aşağı gelmek. * Geniş yer tutmak.
TENEDDİ
Gamkin ve üzüntülü olmak.
TENEDDUH
Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması.
TENEDDUS
Çıkmak, huruç etmek.
TENEDDÜB
(Nedbe. den) (Yara) kapanma.
TENEDDÜD
Halk içinde meşhur olmak.
TENEDDÜM
(Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme.
TENEDDÜS
Toprağa gömülmek.
TENEFFU'
(C.: Teneffuât) Faydalanma, menfaatlenme.
TENEFFUH
Boş lâflarla gururlanma.
TENEFFUH
(Nefh. den) Kabarma, şişme. * Urlanma. * Üflenerek şişme.
TENEFFUT
(El) Kabarmak.
TENEFFÜL
Nâfile namaz kılma veya oruç tutma.
TENEFFÜR
Çekinme. Kaçınma. Nefret etme. İğrenme.
TENEFFÜS
(Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme. * Tan yeri ağarma. * Deniz suyunun sahile vurması. * Üfürmek. * Okullarda ders araları verilen dinlenme.
TENEFFÜSÂT
(Teneffüs. C.) Teneffüsler.
TENEFFÜZ
(Nefz. den) Nüfuz sahibi ve sözü geçer olma.
TENEHHUS
Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları.
TENEHNÜH
Nefsini menetmek. Nefsinin isteklerine engel olmak.
TENEKKUB
Nikab örtmek. Nikablanmak, peçelenmek.
TENEKKUS
Rücu' etmek, geri dönmek.
TENEKKÜR
(Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme.
TENEKKÜS
(Nüks. den) Başaşağı olma.
TENEMMUS
Cınbızla yüzden kıl yolmak.
TENEMMÜL
(Neml. den) Karınca gibi kaynama. * Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma.
TENEMMÜR
Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak. * Uzun uzun bağırmak. * Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak.
TENEMMÜV
(Nümüvv. den) Gelişip büyüme.
TENESSUH
Eşsiz, çok güzel ve çok az bulunur olma.
TENESSÜK
İbadet etmek.
TENESSÜM
(Nesim. den) Havayı teneffüs etme. * Güzel kokular kokutmak. * Haber erişmek.
TENESSÜR
Dağılma, saçılma, yayılma, serpilme.
TENEŞŞİ
Neşvelenme, sarhoş olma.
TENEŞŞUT
(Neşat. dan) Ferahlanma, keyiflenme.
TENEŞŞÜB
Bir şeye ilişip tutulma.
TENEŞŞÜD
Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma.
TENEŞŞÜF
(Suyu veya rutubeti) çekme, emme.
TENEVVUK
Tabiat, huy. * Hâtır. * Bir işte mübalağa etmek.
TENEVVÜ'
(C.: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak.
TENEVVÜB
Katran ağacı.
TENEVVÜH
(Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak. * Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek.
TENEVVÜM
Uyuklama, pinekleme.
TENEVVÜME
(C.: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç.
TENEVVÜR
Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak.
TENEVVÜS
Tereddüt etmek, karar verememek.
TENEVVÜŞ
Evmek, acele etmek, sür'at.
TENEZZEHE
Noksan sıfatlardan uzak (meâlinde Allah C.C. için söylenen duâdandır.)
TENEZZİ
Evmek, sür'at, acele etmek.
TENEZZÜH
Uzaklaşmak. * Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. * Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak.
TENEZZÜH-Ü ZÂTÎ
Zata mahsus tenezzüh. Yani zatının bütün noksan sıfatlardan, kusurlardan temiz ve uzak oluşu.(Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gınâ-i mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münâsib bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. M.)
TENEZZÜL
Hasis ve cimri olmak. * Asılsız olmak.
TENEZZÜL
(C.: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama. * Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak. * Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek.
TENEZZÜLÂT-I İLÂHİYE
Cenab-ı Hakk kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre konuşması ve derin hakikatları, anlıyabilecekleri ifadelerle beyan etmesi.
TENEZZÜLEN
Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.
TENEZZÜL-Ü EMTAR
Yağmur yağması. Yağmur katrelerinin inişi.
TENEZZÜR
Korkmak. * Adak adamak, nezretmek.
TENFİH
Yorma, güçsüz bırakma.
TENFİH
(C.: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme. * Çok üfleme.
TENFİL
Ziyade etmek, çoğaltmak. * Kandırmak.
TENFİR
(Nefret. den) Ürkütme, korkutma. * Nefret ettirme. * Mekruh ve müstehcen isim takma. * Galibiyetle hükmetme. * (Nefir. den) Asker toplama.
TENFİS
(C.: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma.
TENFİŞ
(C.: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme.
TENFİT
Çok kaynatmak. * Neftlemek.
TENFİZ
İnfaz etmek. Hükmünü yürütmek. * İçinden geçirmek ve öteye çıkarmak.
TENFİZ
Sıçratma. Sıçramaya zorlama.
TENFİZ
Silkmek. * Saçmak, dağıtmak.
TENFİZ-İ AHKÂM
Hükümleri yürütmek, kanunları tatbik etmek.
TENG
f. Dar, sıkıntılı, melul, kederli. * Kıtlık.
TENGÇEŞM
f. Açgözlü.
TENGDİL
(C.: Tengdilân) f. Yüreği dar. İçi sıkıntılı.
TENGÎ
f. Darlık. * Züğürtlük.
TENGİS
(Nags. dan) Hayatını tasalı, kederli kılmak.
TENGİZ
Zindeliği sarsılma, zindeliğini sarsma.
TENGNA
f. Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. * Mezar.
TENHA
f. Boş yer. Kimsesiz yer. * Yalnız, tek.
TENHANİŞİN
f. Tek başına oturan. Yalnız oturan.
TENHAREV
f. Yalnız giden.
TENHAYÎ
f. Yalnızlık, ıssızlık, tenhalık.
TENHIYE
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Gidermek. * Silkmek. * Çıkarmak.
TENHİB
Suya gayet yakın olmak.
TENHİL
Elek ile eleme.
TENHİYE
İçinde suyu az olan çukur.
TE'NİB
Ayıplamak. * İncitmek.
TENİDE
f. Örümcek ağı. * Örülmüş, dokunmuş.
TEN'İL
Nallama, nallanma.
TEN'İM
Nimetlendirmek. Bolluk içinde olmak. Rahat ve refah kılmak. * "Neam" diye cevap vermek.
TE'NİS
Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Bir hayvanı terbiye ederek işe yarar hale getirmek.
TE'NİS
Bir kelimenin sonuna te'nis alâmeti olan ( ) ilâve ederek müennes yapmak.
TE'NİS-İ EZHAN
Zihinleri alıştırmak, anlayışı kolaylaştırmak.
TEN'İŞ
Yukarı kaldırma.
TENİZE
Uç, etek.
TENİZE-İ KÛH
Dağ eteği.
TENKIYE
Tıb: Şırınga âleti. * Temizleme, tathir.
TENKİB
Dönmek veya döndürmek.
TENKİB
Dolaşıp gezmek. * Ticaret yapmak. Tefahhus etmek. * İnceden inceye araştırmak.
TENKİD
Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir. Tenkid edenin, tenkid edeceği mesele hakkında bilgili olması gerekir. Tenkide his, ihtiras, menfaat, peşin hüküm araya girmemeli, tenkid konusunda Hz. Ali'nin (R.A.) şu sözünü unutmamalıdır: "Sen hakikatı insanla bilemezsin, önce hakikatı tanı, sonra ehlini de tanırsın." (Bak: Gıybet)
TENKİH
Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek. * Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek. * Temizlemek. * Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak.
TENKİH
Nikâh etmek, nikâhlanmak.
TENKİH-ÜL MENAT
Menatın, yani illetin ayıklanması. Usul-ü Fıkhın kıyas bahsine ait bir ıstılahtır. Kıyasın dört rüknünden biri olan illetin, diğer benzeri hususiyetlerden ayıklanmasıdır. Şöyle ki: Şâri (Allah C.C.) bir hükmü bir sebebe bina eder. Fakat o illetle beraber hükme te'siri olmayan birçok özellikler de bulunur. Bu yabancı özellikleri ayıklamak ve esas sebebi meydana çıkarmak gerektir. İşte bu, bir tenkih-ül menat çalışmasıdır.
TENKİL
Uzaklaştırmak. Tepeleyip sindirmek. * Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde ceza vermek. Rezil ve rüsvay eylemek. * Zincire vurmak.
TENKİL
Mübâlağa ile nakletmek.
TENKİLÂT
(Tenkil. C.) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar. * Düşmanları tepelemeler. * Uzaklaştırmalar.
TENKİR
Sıçratmak. * Ok çevirmek.
TENKİR
Tanınmayacak bir hale koymak. * Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak.
TENKİS
Noksanlaştırmak. Azaltmak. İndirmek.
TENKİS
Evmek, acele etmek, sür'at.
TENKİS
Divite mürekkep koymak.
TENKİS
Başaşağı etme. Sernigun etme. * Boşaltma.
TENKİSÂT
(Tenkis. C.) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar.
TENKİŞ
(C.: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma.
TENKİT
Temizleme, fenasını atma.
TENKİT
Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak.
TENKİZ
İnkaz etmek, kurtarmak. Kurtarılmak.
TENMİK
(Nemk. den) Yazma. Yazılma. * Güzel yazı ile yazma.
TENMİYE
(Nemâ. dan) Büyütmek. Yetiştirmek. Artırmak. Bereketlenmek. * Fesad veren haber yetiştirmek. * Ateş içine odun atmak.
TENNUB
Katran ağacı.
TENNUR
(C.: Tenânir) Tandır. * Fırın.
TENPERVER
f. Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan.
TENSİB
Uygun görmek. Münasib kılmak.
TENSİF
İkiye bölmek.
TENSİK
Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak. * Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir.
TENSİKAT
(Tensik. C.) Islahat. Düzen ve nizama koymalar.
TENSİL
(Kuş ve diğer hayvan) tüylerini yeleklerini, yününü ve kılını döküp kavlamak.
TENSİL
Halâs olmak, kurtulmak.
TENSİR
Serpme, saçma.
TENSİS
(C.: Tensisât) Tedkik ederek karar verme.
TENSİYE
Unutturma.
TENŞİB
Saplama, sokma. * Rüzgâr esme.
TENŞİF
(C.: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama. * Ter kurulama.
TENŞİM
Bir işe başlama. * (Et) bozulup kokma.
TENŞİR
Açıp yayma. Serpme.
TENŞİT
(C.: Tenşitât) (Neşât. dan) Keyiflendirme, şenlendirme.
TENŞİYE
Beslemek, terbiye etmek. * Uzatmak.
TENŞÛY
f. Ölü yıkayıcı. * Teneşir.
TENTE
f. Örümcek ağı.
TENTENE
İplik gibi şeylerle örülmüş delikli bez, perde v.s. Dantela.
TENTİF
Mübâlağa ile yolmak.
TENUFE (TENUFİYE)
(C: Tenânif) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı.
TENUK
(Tenuka, Tenukıye) : Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı.
TENU-MEND
f. Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse.
TENÜK
f. Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. * İnce, rakik, nârin. * Az, hafif. * Yumuşak.
TENÜK-HAVSALA
f. Sabırsız adam, tahammülsüz kimse.
TENÜK-RU
f. Yüzü yumuşak olan kimse, yüzü yumuşak adam.
TENVAT
Atın yanına asılan şeyler.
TENVİ'
(C.: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme.
TENVİC
Borç edinmek.
TENVİH
Sulandırma. * Yaldızlama. * Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme. * Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma. * Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme.
TENVİK
(Deve) Zayıflamak.
TENVİL
Atâ, bahşiş, hediye.
TENVİM
Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak.
TENVİMÂT
(Tenvim. C.) Uyutmalar veya uyutulmalar.
TENVİN
Gr: Kelimenin sonunu "en, in, ün" diye okumak. Veya öyle okutan işaretin adı.
TENVİN-İ TENKİR
Kelimenin belirsizliğine işaret olan tenvin işareti. Harf-i tarifsiz kelime tenvin kabul ettiğinden yani, nekre olduğundan tenvinli olan harfin durumu.
TENVİR
(C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma.
TENVİRÂT
(Tenvir. C.) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler.
TENVİŞ
Ziyafete davet etmek.
TENVİT
Niyet etmek.
TENVİYE
Niyet etmek.
TENYİR
Beze ve kumaşa işaret koymak.
TENZEDE
f. Sessiz, sâkin, susmuş.
TENZİH
Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
TENZİHEN
Tenzih ederek. Tenzih etmekle.
TENZİHEN MEKRUH
Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş)
TENZİK
(At) ayaklarını yukarı kaldırmak.
TENZİL
Bir şeyin bir miktarını çıkarmak. * İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek. * Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. (Birden indirmeye inzal, parça parça indirmeye de tenzil denir.)
TENZİLÂT
(Tenzil. C.) Fiat indirme. İskonto.
TENZİR
(İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı)
TENZİYE
Sıçramak. * Üstüne binmek.
TEOKRASİ
(Fr: Theocratie) Din hükümlerine göre idare edilen ve dinî esaslara bağlı olan idare şekli. Allah namına papazlar idaresi.(Bu kelime, İslâm memleketlerinde: Şeriat hükümleriyle devleti idare etmek mânasında kullanılır. Avrupa memleketlerinde ise, "Allah nâmına papazlar idaresi" mânasına gelir. Hatta 1304'de basılan Kamus-u Fransavî'de: "Kanun-u İlâhî ile ve sıfat-ı ruhaniyetle icra olunan hükümet" şeklindeki ifadesiyle, bu iki mânaya işaret edilmiştir. Fakat İslâm ve İsevî milletlerinde teokrasinin ifade ettiği mânada ilmî ve ehemmiyetli bir fark vardır. Şöyle ki:Hristiyanlıkta velediyet akidesi ekseriyetçe kabul edildiğinden papaz, Allah'ın mutlak vekili ve İlâhî kudsiyete sahip addedilmiştir. Buna göre papaz; murakabe edilmez ve kimseye karşı da mes'ul değildir.İslâmiyette ise: İdareci, şer'î kanunlara karşı mes'ul olduğu gibi; halkın idareciye itaat etmesi de, idarecinin Allah'ın kanunlarına bağlılığı nisbetindedir.Bütün milletlerde kelimenin ifade ettiği müşterek mâna ise; şahıslar tarafından İlâhî ve dinî hâkimiyeti icra etmektir.)
TEOKRAT
Fr. Dinî, İlâhî. Teokrasi taraftarı olan.
TEOKRATİK
Fr. Teokrasi sistemi. (Bak: Teokrasi)
TEOLOJİ
Fr. Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat.
TEPİDE
f. Rahatsız, sıkıntıda.
TER
f. Rutubetli, ıslak, yaş. * Taze.
TER Ü TAZE
f. Çok körpe, çok taze. Pek lâtif.
TERABBU'
Bağdaş kurarak rahatça oturma.
TERABBUS
(Tarabbus) Durup bekleme.
TERA'BUZ
Noksan etmek. * Zayıflatmak.
TERACİM
(Teracüm) (Tercüme. C.) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler.
TERACU'
(Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme. * Birinden ayrılma. * Dönme, vazgeçme.
TERACÜM
Taşla atışmak.
TERAD
Birbirini reddetmek.
TERADÜF
Birbiri peşinden gitmek. * Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması.
TERAFU'
(Ref'. den) Duruşmaya girme.
TERAFUK
Arkadaş olma. * Yardımlaşma, yardım etme.
TERAFÜD
Birbirine yardım etme. Yardımlaşma.
TERAGGUM
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
TERAH
Gam, keder, acı.
TERAHHUL
(C.: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme. * Yola çıkma. * Menzile konma.
TERAHHUM
Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.
TERAHHUMÂT
(Terahhum. C.) Acımalar, merhamet etmeler.
TERAHHUMEN
Acı(Zeker), merhamet ederek.
TERAHHUS
İzinli ve müsaadeli olma. Ruhsat bulma. * Ucuzlama.
TERAHİ
İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. * Uzaklaşma. * Sonraya bırakma. * Gecikme, geç kalma. * Geri durma, geri çekilme.
TERAHÜN
Karşılıklı olarak rehin vermek.
TERAÎ
Çayıra çıkma. Otlama.
TERAÎ
Aynaya bakma. * Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek. * Hurmanın kuruyup renginin belli olması.
TERAİB
(Teribe. C.) Tıb: Göğüs kemikleri. Kaburga kemikleri. Gerdanlık yeri.
TERAK
f. Yarık, çatlak. * Gürültü, çatırdı.
TERAKİB
(Terkib. C.) Terkibler. * Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar.
TERAKKİ
İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş.(Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
TERAKKİCU
f. Terakki isteyen, terakki taraftarı.
TERAKKİPERVER
f. Terakkiyi seven. İlerlemeyi seven.
TERAKKİŞİKEN
f. Terakkiyi kıran, ilerlemeyi önleyen, terakkinin aleyhinde bulunan.
TERAKKİYÂT
(Terakki. C.) Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler.( $ Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dâva-yı hilâfet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsı, talim-i esmâdır" diyor. İşte sair enbiyanın mu'cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum kemâlât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenab-ı Hak (Celle Celâlühü), mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: "Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvasında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi, mâdem O'nun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlukata karşı, rüçhaniyetinize liyâkatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin, gibi büyük mahlukatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismine yapışınız, çıkınız!... Fakat sizin pederiniz, bir def'a şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan ruy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup Hikmet-i İlâhiyyenin semâvâtından, tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit bevakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünunuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbâniyyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız...Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun'iyeyi "Tâlim-i Esmâ" unvaniyle ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvi var ki: Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san'at; kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir...Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenab-ı Hakk'ın "İsm-i Adl ve Mukaddir" ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin Hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.Meselâ: Tıbb bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak'ın "Şâfi" ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan ruy-i zeminde Rahimane cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıbb kemâlâtını bulur, hakikat olur.Mesela: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmetü'l-Eşyâ, Cenab-ı Hakk'ın (Celle Celâluhu) İsm-i Hakîm'inin tecelliyat-ı kübrasını, müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve malâyaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.İşte sana üç misal!... Sâir kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et. İşte Kur'an-ı Hakîm şu âyette beşeri şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek: "Haydi arş ileri" diyor. S.) (Bak: Medeniyet)
TERAKKU'
Sıkıntı ve emek ile kazanma.
TERAKKUB
Bekleme, gözetleme, yol gözleme. * Ümit etme. * Muntazır olma.
TERAKKUBÂT
(Terakkub. C.) Gözetlemeler, beklemeler.
TERAKKUD
Acele etmek.
TERAKKUK
Merhamete gelme, acıma.
TERAKKUS
Raksetme, dansetme. * Devamlı aşağı inip yukarı çıkma.
TERAKRUK
Parlama. Işıklı olma.
TERAKUS
Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme.
TERAKÜB
Birbirine bağlanıp kenetlenme. * Birbirinin üzerine binme.
TERAKÜL
Vuruşmak, döğüşmek.
TERAKÜM
Birikme, yığılma. * Birbiri üzerine sıkışma.
TERAKÜMÂT
(Teraküm. C.) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler.
TERAMİ
Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak.
TERANE
Edb: Rübâinin başka bir ismi. * Terennüm. Nağme, âhenk, makam. * Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme.
TERANEKÂR
f. Terennüm eden. Öten, ötücü.
TERANEPERDÂZ
f. Makamla şarkı söyliyen.
TERANESÂZ
f. Öten, ötücü.
TERANEZÂR
f. Ahenkli ve cümbüşlü yer.
TERANEZEN
f. Şarkı söyleyen.
TERANİ
(Reeye. den) Sen beni görürsün veya görüyorsun (mânasına fiil).
TERARİH
(Türrehe. C.) Saçmasapan ve mânâsız sözler.
TERA'RU'
Deprenmek. * Büyümek. * Çocuğun hareket etmesi.
TERASET
Kalkancılık.
TERASUF
(Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma.
TERASÜL
(C.: Terasülât) Haberleşme, mektublaşma.
TERATİR
Büyük işler.
TERA'UD
(Ra'd. dan) Titreme.
TERAVET
Tazelik. (Bak: Taravet)
TERAVİH
Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz.
TERAVUH
Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak.
TERAZİ
(Rıza. dan) Birbirini razı etme. Uyuşma.
TERAZU
f. Terazi.
TERB
Bir nesneyi toprakla örtmek, üstüne toprak saçmak.
TERBA
Toprak. Yer, arz.
TERBAB
Toprak.
TERBİ'
Gazelin her beytine ikişer mısra ilâve ederek onu âdeta murabba (dörtlük) şekline koyma. * Dörde bölme. * Dört köşe etme.
TERBİAN
Dört köşeli olarak. * Murabba (kare) olarak.
TERBİL
Ayırmak.
TERBİŞ
(Ok) yeleklemek.
TERBİT
Zeytinyağı vermek.
TERBİYE
Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek.
TERBİYEGÂH
f. Terbiye yeri. Öğrenme ve yetişme yeri.
TERBİYEGERDE
f. Terbiye edilmiş. Yetiştirilmiş.
TERBİYET
Terbiye kelimesinin Arabi okunuşudur.
TERBİYEVÎ
Terbiyeli. Terbiye ile alâkalı.
TERBUB
İşe vurulmamış davar.
TERCEMAN
(Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren. * Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan.
TERCEME
(Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.("Elhamdülillah" bir Cümle-i Kur'aniyyedir. Bunun en kısa mânası, ilm-i Nahiv ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: $Yâni: "Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hasdır ve lâyıktır O zât-ı Vâcib-ül-Vücuda ki, ALLAH denilir. " İşte, "Ne kadar hamd varsa", "El-i istigrak" tan çıkıyor. "Her kimden gelse" kaydı ise, "Hamd" masdar olup, fâili terkedildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ulün terkinde, yine makam-ı hitabide külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, "Her kime karşı olsa" kaydını ifade ediyor. "Ezelden ebede kadar" kaydı ise; fi'lî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için, o mânayı ifade ediyor. "Has ve müstehak" mânasını "Lillâh" daki "Lâm-ı cer" ifade ediyor. Çünkü: o "Lâm", ihtisas ve istihkak içindir. "Zat-ı Vacib-ül Vücud" kaydı ise; vücub-u vücud, Uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelâle karşı bir ünvan-ı mülâhaza olduğundan, "Lafzullah" sair esmâ ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i Azam olduğu itibariyle, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcib-ül Vücud ünvanına dahi, o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.İşte, "Elhamdülillah" cümlesinin en kısa ve Ulemâ-yı Arabiyyece müttefekun-aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o icaz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir? M.)(Ehl-i ilhada kapılan ulemâ-üs-su', milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A'zam, sâir imamlara muhalif olarak demiş ki: "İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fâtiha yerine Fârisî tercümesi cevazı var. "Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?.."Elcevab: İmam-ı A'zam'ın bu fetvasına karşı, başta a'zamî imamların en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm'ın cadde-i kübrâsı, o umum eimmenin caddesidir; mu'zam-ı Ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A'zam'ın fetvası, beş cihette hususidir:Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.İkincisi: İhtiyac-ı hakikiye binaendir.Üçüncüsü: Bir rivayette, lisan-ı ehl-i Cennet'ten sayılan Fârisî lisaniyle tercümeye mahsustur.Dördüncüsü: Fâtiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fâtiha'yı bilmeyen namazı terketmesin.Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maâni-i mukaddesenin, avâmın tefehhümüne medâr olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki, za'f-ı imandan gelen ve menfi fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-i Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imândan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terketmek, dini terk ettirmektir! M.)(Terceme: Bir kelâmın mânasını diğer bir lisanda dengi bir tâbir ile aynen ifade etmektir. Terceme aslın mânasına tamamen mutabık olmak için sarahatte delâlette, icmalde tafsilde, umumda hususda, ıtlakta takyidde, kuvvette isabette, hüsn-i edada, üslub-u beyanda, hâsılı ilimde, san'atta asıldaki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutut-i müştereke ne kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususiyetler de vardır.Onun için lisanî hususiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitab eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyesi terakki etmiş olan lisanlara hakkıyla tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla, hem kalbe yahut yalnız zevk ü hissiyata hitab eden ve lisan nokta-i nazarından edebi kıymeti ve zevk-i san'atı haiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nadirdir. (Elmalılı Tefsiri)
TERCEME-İ HÂL
Hal ve hayatını anlatma. Biyografi.
TERCİ'
(Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme. * Sesini yükseltmek.
TERCİÂT
(Terci'. C.) Döndürmeler, geri çevirmeler.
TERCİB
(C.: Tercibât) Ululama, tazim. * Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma.
TERCİH
Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.
TERCİH BİLÂ MÜRECCİH
Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak.
TERCİHÂT
(Tercih. C.) Üstün tutmalar, tercihler.
TERCİ'-İ BEND
f. Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin "vâsıta" denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse (değişirse) terkib-i bend olur. Bendlerin her birisine, terci-i bendlerde "terci'hâne"; terkib-i bendlerde "terkibhâne" denir. (Edb. L.)
TERCİL
Arıtmak. * Saçını tarayıp düzeltmek.
TERCİM
(Recm. den) Taşlama. Taşlayarak öldürme. Recmetme.
TERCİYE
Ümitli olma, umma.
TERDAD
Tekrar.
TERDEST
(C.: Terdestân) f. Eli işe yatkın, usta, mâhir.
TERDESTÎ
f. Ustalık, el yatkınlığı, mahâret.
TERDİD
Geri çevirmek, geriletmek. * Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek. * İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü bitirerek söze kuvvet vermek.
TERDİF
(C.: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme.
TERDİFEN
Arkasından yürüterek. Katarak.
TERDİYE
(Ridâ. dan) Örtme. Örtü ile kapatma.
TERE'
Dolu nesne. * Kötülüğe ve şerre koşan kimse.
TEREB
Fakir olmak, fakirleşmek.
TEREBBU'
Bağdaş kurup oturmak. * Dört bacaklı olmak.
TEREBBUH
Sarkmak, sülpük olmak.
TEREBBÜB
Fakirlik.
TEREBBÜL
İkdam. *Cür'et.
TEREBBÜT
Eğlenmek.
TERECCİ
(Recâ. dan) Rica etme, yalvarma. * Ümidetme, umma.
TERECCUH
Üstün olmak. Bir tarafa meyletme.
TERECCUH BİLÂ MÜRECCİH
Bir şeyin kendi zâtında diğer şeye karşı bir üstünlük vasfı olmadığı hâlde, hiç sebebsiz üstün bulunması ki; böyle bir hal imkânsızdır, muhaldir.
TERECCÜF
Deprenmek, hareket etmek.
TERECCÜL
Paklanmak, temizlenmek. * Süslenmek, ziynetlenmek. * Saç ve sakal taramak. * Yayan yürümek. * Kuyu içine girmek.
TEREDDİ
Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek. * Şal ve örtü örtünmek.
TEREDDÜD
Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak.
TEREDDÜDÂT
(Tereddüd. C.) Tereddüdler.
TEREF
İyi ve güzel yemek. * Yumuşaklık. * İnce, güzel şey.
TEREFFU'
Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak. * Fazlalaşmak.
TEREFFUÂT
(Tereffu'. C.) Yukarı kalkmalar, yükselmeler.
TEREFFUK
(Rıfk. dan) Tatlı dil ve güler yüzlülükle davranma. Yumuşaklıkla muâmele etme.
TEREFFÜH
Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak.
TEREFRÜF
Titremek. * şefkat göstermek.
TEREHHUS
Müsaade, ruhsat bulma. * Ucuzlama.
TEREHHÜB
Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek.
TEREHHÜM
(Bak: Terahhum)
TEREK
Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir.
TEREKAT
(Tereke. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, terekeler.
TEREKE
(Terike) Ölen bir kimsenin bıraktığı malların hepsi.
TEREKKÜB
Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. * Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi.
TEREKKÜN
(Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma. * Mânen kuvvet bulma.
TEREMMU'
Deprenmek.
TEREMMÜD
Yanıp kül olmak.
TEREMMÜL
Dul kalma. (Kadının) kocası ölme.
TEREMRÜM
Bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp, söylemeyip kalma.
TERENNÜH
(C.: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme.
TERENNÜM
Güzel güzel anlatma. * Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. * Ötmek. Musikîleşmek.
TERENNÜMÂT
(Terennüm. C.) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar. * Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler.
TERENNÜMSÂZ
f. Terennüm eden, şarkı söyleyen.
TERES
t. Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır.
TERESSÜB
Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek.
TERESSÜL
Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak. * Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme.
TERESSÜM
Resmedilme, resimlenme. * Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma. * Tedkik ve teemmül eylemek.
TEREŞŞUH
(C.: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak.
TEREŞŞUHÂT
(Tereşşuh. C.) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar. * Kulaktan gelme haberler.
TEREŞŞÜF
Suyu emme.
TEREŞŞÜŞ
Su saçılmak. * Islanmak.
TERETTÜB
Sıralanmak. * Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak. * Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak. * Zuhura gelmek. * Muayen sebeblerin, muayyen ve mukannen olan neticeler vermesi.
TERETTÜL
Zâhir olmak, görünmek.
TERETTÜM
Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama.
TEREVVİ
Tefekkür etmek, düşünmek.
TEREVVU'
Korkma.
TEREVVUH
Bir şeyden koku alma. * Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek.
TEREYY
Açık olmak.
TEREYYÜB
Cem'olmak, toplanmak, birikmek.
TEREZZÜN
Vakar gösterme.
TERFEND
(Terfende) f. Turfanda. Mevsiminden önce yetiştirilmiş meyve veya sebze.
TERFİ'
Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme. * Talebenin sınıf geçmesi. * Rütbe alma. Rütbe verme.
TERFİAN
Rütbesi yükseltilerek, rütbe alarak, terfi ederek.
TERFİÂT
(Terfi'. C.) Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar. * Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler.
TERFİE
Dirlik düzenlik temennisinde bulunma. * Sevindirme.
TERFİH
Evlenen kimseye "Allah hüsn-ü imtizac eylemek nasibetsin" diye duâ etmek.
TERFİH
Ferahlandırma. Refaha erdirme. Rahat ve bollukla yaşamasına sebeb olma.
TERFİK
(Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme.
TERFİKAN
Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek.
TERFİL
Ta'zim. * Uzatma.
TERFİŞ
Görmek.
TERFİYE
Sevindirmek. * Rahat etmek.
TERGİB
Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.
TERGİM
Yere sürtme. * Zelil etmek, hor ve hakir etmek. Rezil, kepaze etmek.
TERGİM-İ ENF
Burnunu yere sürtme.
TERGİS
Mal çoğaltmak.
TER-HANE
f. Tarhana.
TERHİB
Korkutmak. Fazla korkutmak.
TERHİB
(C.: Terhibât) Hal hatır sorma.
TERHİBAT
(Terhib. C.) Hal ve hatır sormalar.
TERHİBÂT
(Tehrib. C.) Çok korkutmalar.
TERHİBEN
Korkutmak suretiyle, korkutarak.
TERHİK
Misafiri çoğaltmak.
TERHİL
Göç ettirme, göçtürme, nakletme.
TERHİM
Atmak. * Kolaylaştırmak, âsân etmek. * Deveyi sebepsiz kesmek. * Yumuşak ve ince etmek. * Bir ismi kısaltma.
TERHİM
Yumuşatmak.
TERHİN
Rehin verme. Emanet bırakma.
TERHİNE
f. Tarhana.
TERHİS
Askeri sivil, serbest hayata geçirmek. İzin ve ruhsat vermek. Serbest bırakmak.
TERHİSÂT
(Terhis. C.) Terhisler.
TERHUK
Yıldıramak, parıldamak. * Sallanmak. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak.
TERİ'
Garip kişi.
TE'RİB
Kuvvet verme, sağlamlaştırma. * Çoğaltma.
TER'İB
Çok korkutma.
TER'İB
Kavum dilimi. * Ekmek dilimi.
TERİBE
Parmak ucu. * Bir ot cinsi.
TERİBE
(C.: Terâyib) Göğüs.
TERİD
Yağla ıslanmış ekmek.
TER'İF
Burnundan kan almak.
TERİK
Muharebe vaktinde başa giyilen miğfer.
TE'RİK
Gece uykusuz bırakma.
TERİKE
(C.: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız. * Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta.
TERİM
Fransızca olan "Terme" kelimesinden uydurulmuştur. "Istılah" veya "tabir" yerinde kullanılır.
TE'RİS
Kandırma. * Ateş yakma. * Fitne düşürme.
TER'İS
Titremek.
TE'RİŞ
Bozmak. Fitne çıkarmak.
TER'İŞ
Titretme. Titretilme.
TERK
Bırakma, salıverme, vazgeçme. * Boşama. Bakmama. İhmal etme.
TERKEND(E)
f. Yalan, hile, kizb.
TERKEŞ
f. Ok mahfazası, ok kuburu, sadak.
TERKIYE
Yüce etmek. Yükseltmek.
TERKİ'
(Rık'a. dan) Yamama. Yama yapma. Yama vurma.
TERK-İ EDEB
Saygısızlık, edebsizlik, hürmetsizlik.
TERK-İ EVTAN
Vatanlarından ayrılma, vatanlarını terk etme.
TERK-İ HAYAT
Ölme. * Ölüm, vefât.
TERK-İ MÂSİVÂ
Allah'tan gayrısını terk etmek. Allah rızası olmayan işlerden, fâni ve fena dünya işlerinden vazgeçip Allah rızasına yönelmek. Kalbinde Allah sevgisi ve muhabbetinden daha ileri bir sevgi bırakmamak.
TERK-İ TERK
Ucbe ve fahre girmemek için terkettiklerini de düşünmemek.(Der tarîk-i Nakşbendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk. M.)
TERKİB
Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler. * Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. Terkib-i nâkıs: Cümle kadar olmayan terkiblerdir. Terkib-i tam ise; bir cümleden ibarettir. Birbirine eklenen kelimelere terkib denir. Bunlar bir ismin veya sıfatın benzerleri arasında belirtilmesi için başına getirilen isim veya sıfatla birlikte meydana gelir. Meselâ: Bahçenin duvarı. Kırmızı çiçek... Bu cümleden birincisine "isim terkibi" veya "terkib-i izâfi" denir. İkincisine "Sıfat terkibi" veya "terkib-i tavsifî" denir. (Bak: Muzaf)
TERKİBAT
(Terkib. C.) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler.
TERKİBAT-I NİSBET-İ HAFİYE
Gizli düşünce ve tasavvurlardan meydana gelen terkibler.
TERKİB-İ BEND
Edb: Birkaç bendden meydana getirilmiş manzumenin hususan gazel şekli olup müteaddit manzumeler birer beytle birbirine bağlanmıştır. (Bak: Terci'-i bend)
TERKİB-İ KIYAS
Bir davayı isbat için delil arayıp bulma usulü.
TERKİB-İ MEZCÎ
İki veya daha fazla kelimeden meydana gelen ve bir isme delâlet eden isim. " Baalbek, Kırıkkale, Tahtakurusu" kelimelerinde olduğu gibi.
TERKİH
İşi salâha getirmek.
TERKİK
Zayıflatma. Lisanı veya ibareyi kusurlu ve bozuk kullanma.
TERKİK
İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma. * Tecvidde: Harfi ince okumak. * Bir kimseyi köle veya cariye etme. * Yumuşatma. * İnceltme. (Bak: Murakkik)
TERKİL
Ayağıyla veya tırnağıyla vurmak.
TERKİM
Rakamlamak, rakam koymak. * Nişan eylemek. * Yazma. * Yarma.
TERKİN
Boyama, yazma. * Bozulma, bozma. Çizme, silme.
TERKİN
Belli bir saatte ve yerde buluşma için sözleşme.
TERKİN-İ KAYD
Kaydını silme, defterden çıkarma.
TERKİS
(Raks. dan) Oynatma, raksettirme. * Döndürmek.
TERKİŞ
(C.: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme. * Nakışlama, süsleme.
TERKİZ
(Rekz. den) Dikme. Mıhlama, saplama.
TERLİYE
Akılsız yapmak.
TERMİD
Gül renkli olmak. * Gül etmek. * Bir nesneyi gül içinde bırakmak.
TERMİK
Fr. Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili.
TERMİL
Kana boyamak. * Kan gibi kırmızı yapmak.
TERMİM
(C.: Termimât) Onarma, tamir etme. * Kırık kemikleri iyi etme.
TERMOS
yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap.
TERNİK
Bir nesneye bakıp durmak. * Gözün zayıflaması.
TERNİN
Öttürmek.
TERÖR
Fr. Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi.
TERR
Vurmak. * Kesmek. * Uzak olmak.
TERRAS
Kalkan kullanan. Kalkancı.
TERS
f. Korku.
TERSA
(C.: Tersâyâ) Hristiyan. İsevi.
TERSABEÇE
(C.: Tersabecegân) f. Hristiyan çocuğu.
TERSAN
f. Korkak, korkan.
TERSANE
f. Gemi yapılan ve tamir edilen yer.
TERSAYAN
(Tersâ. C.) Hristiyanlar. İseviler.
TERSENGİZ
(Ters-engiz) f. Korkutan, korku veren.
TERSİ'
Oymacılık. * Mücevherler takarak süslemek. * Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib etmektir. Külfetli ve gayr-ı tabii bir usuldür. Meselâ: Merhum Namık Kemâlin:Ecza-i beşer câlib-i te'cil-i fenadır.İbka-yı eser mucib-i tahsil-i bekadır. beyti tersi'ye misaldir.
TERSİB
Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma.
TERSİL
Secisiz nesir yapmak. (Bak: Tertil)
TERSİM
Resmini çizmek. Resmedilmek. Resmini yapmak.
TERSİMÎ
Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik.
TERSİN
Süzmek.
TERSNAK
f. Korkak, korkan.
TERŞİF
Yudumlama. Yudum yudum içme.
TERŞİH
(C.: Terşihât) Süzme, sızdırma. * Besleyip eğitme, terbiye etme. * Edb: Sözü özlü söyleme. * Tezyin etmek, süslemek.
TERŞİŞ
(Reşş. den) Saçma, serpme.
TERTERE
Depretmek, harekete getirmek, tahrik etmek.
TERTİB
(C.: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak. * Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak. * Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak. * Mertebelere göre davranmak. * Hile ile aldatma.
TERTİBÂT
(Tertib. C.) Düzen, düzenleme. * Karşılayıcı hazırlıklar.
TERTİBÂT-I MUKADDEME
Başlangıçtaki sıralamalar, tertib ve düzenler.
TERTİB-İ MUKADDEMÂT
Bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tertib edilmesi. Bir neticeye varılması için sırasıyla riayet edilmesi icab eden sebebler.
TERTİBKERDE
f. Düzenlenmiş, sıraya konmuş, tertib edilmiş.
TERTİBSÂZ
f. Düzenleyen, sıraya koyan, tertib eden.
TERTİL
Saçı yağlamak. * Tartmak, ölçmek.
TERTİL
Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak. * Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak. * Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, acele etmeksizin dura dura anlaya anlaya okumaktır. Kur'an-ı Kerim tertil üzere nâzil olmuştur.
TERVİB
Sütü yoğurt yapmak. * Sütün yoğurt olması.
TERVİC
Revaç vermek. Değerini arttırmak. * Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak.
TERVİE
Evmeyip tefekkür etmek. Acele etmeyip düşünmek.
TERVİH
(C.: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma.
TERVİHA
(C.: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı. * Teravih namazının her dördünden sonra oturmak.
TERVİK
Durultma, süzme, saflaştırma.
TERVİL
Yağlı ekmek. * Ekmeği yağ ile ovmak.
TERVİYE
Su verme, sulama, suya kandırma. * İyiden iyiye ve derin derin düşünme.
TERVİZ
Bir yeri çayır çimen yapmak.
TERYE
Az gizli. * Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler.
TER-ZEBAN
f. "Yaş dilli". Hazırcevap. * Kalem.
TERZİK
Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak.
TERZİL
Rezil etme. İtibarını kırma.
TERZİZ
Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak.
TESABUHÂT
(Tesâhub. C.) Korumalar, sâhib olmalar. * Arkadaşlıklar.
TESABUK
Yarış etme. Müsabaka.
TESABÜR
Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma.
TESACÜL
Fahirlenmek gururlanmak, kibirlenmek, tefahur.
TESADÜF
Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet)
TESADÜFEN
Tesadüf olarak, rastgele.
TESADÜFÎ
Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle.
TESADÜM
Vuruşma. Şiddetle çarpışma.
TESADÜM-Ü EFKÂR
Fikirlerin çarpışması. Münazara.(Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise: Maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan "bârika-i hakikat" değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkisi bulunmaz. Hak nâmına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahittir. M.)
TESAFFUH
Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme.
TESAFUH
Elele tutuşma.
TESAFÜN
Lâzım olmak, icab etmek.
TESAGUR
Küçük görünme, küçülme.
TESAHHUB
Nazlanmak.
TESAHHUN
(C.: Tesahhunât) Isınma, kızma.
TESAHHUR
Seher vaktinde kalkmak. * Sahur yemek.
TESAHHUR
(C.: Tesahhurât) Zevklenip alay etme. * Aleme gülünç olma. Maskara olma.
TESAHSU'
Döndürmek.
TESAHUB
Sahip çıkma, benimseme. * Koruma. * Arkadaşlık etme.
TESAHÜL
Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme. * Gaflet ve ihmal etme.
TESAKKU'
Bir bâtıl nesneyi çekişmek.
TESAKKUB
(C.: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme. * Zâhir olmak, görünmek. * Parlamak, ruşen olmak.
TESAKKUF
Zafer bulmak.
TESAKUL
Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme.
TESAKUT
Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek.
TESAKUTAN
Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle.
TESAKÜR
Sarhoş olmak.
TESALLÜB
(Bak: Tasallüb)
TESALUH
Sağır gibi görünme.
TESALÜF
(Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma.
TESALÜM
Sulh edişmek, barışmak.
TESAMU'
İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak.
TESAMUH
Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek. * İhmal etmek.
TESAMUHAT
(Tesâmuh. C.) Hoş görmeler, müsâmahalar. * Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar.
TESAMUM
Sağır görünme. * Sağırlaşma.
TESANİF
(Tasnif. C.) Eserler, kitaplar.
TESANÜD
Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme.
TESARU'
Güreşme. Birbiriyle güreş etme.
TESARUF
Emir ve hükmetme.
TESA'SU
Çok yaşlanmak. * Artık gün geçirmek. * Bir nesnenin ekserisinin geçmesi.
TESATÜL
Ulaşmak, varmak.
TESAUD
(C.: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma.
TESAUF
Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak.
TESAÜB
Esneme. * Gaflette bulunma. Boş bulunma.
TESAÜL
Birbirine sual etme, soru sormak.
TESAVİ
İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak (Tesâvi-i tarafeyn de denir.)
TESAVİ-İ KUVÂ
Kuvvetlerin müsaviliği, eşitliği.
TESAVİR
(Tasvir. C.) Tasvirler.
TESAVÜB
Sövmek, sövüşmek.
TESAVÜB
Esnemek. * Gafil olmak, gaflette bulunmak.
TESAVÜK
Yürek zayıflığından eğilip sendelemek.
TESAVÜM
Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak.
TESAVÜT
(Ot) katı olmak.
TESAYÜF
(Seyf. den) Kılıçla vuruşma.
TESAYÜL
Suyun revân olup akması.
TESAYÜR
Bir uğurdan gitmek.
TESBİ'
(Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme. * Bir şeyi yedi parça yapma.
TESBİAN
Yediye ayırmak suretiyle, yediye ayırarak.
TESBİD
Kıl yolmak. * Yağlanmayı terk etmek.
TESBİH
Dâim olmak, süreklilik. * Bir kimseyi hayatında sena edip övmek.
TESBİH
Tahfif etmek, hafifletmek. * Derin uyumak.
TESBİH
Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir. (Bak: Sübhan)
TESBİHAT
(Tesbih. C.) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler.
TESBİHFEŞAN
f. Çok çok tesbihat yapan, tesbihat ifade eden.
TESBİHHAN
f. Tesbih eden, tesbih okuyan.
TESBİK
(C.: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme.
TESBİL
(Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama. * Yolcu etme, yola çıkarma. * Yol gösterme. * Kesme.
TESBİT
Sağlam olarak yerleştirme. Yerinden kımıldayamaz hâle getirme. * Bir şeyin aslını kat'i olarak bulma.
TESCİ'
Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek.
TESCİF
Bir şeyi örtme.
TESCİH
(Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak.
TESCİL
Sicile geçirme, deftere kaydetme. * Sağlamlaştırma.
TESCİLÂT
(Tescil. C.) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler.
TESCİN
(Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma.
TESCİR
Tennur yakmak. * Denizi kurutmak. * Boşaltmak ve doldurmak. * Ağlayarak çağırmak.
TESCİYE
(Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma. * Bir nesneyi örtmek.
TESDİD
(Sedd. den) Hayırlı işe doğru yöneltme. * Doğrultma, doğrultulma.
TESDİS
(C.: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek.
TESDİYE
Çulhaların bez çözmeleri.
TESEBBÜB
(Sebeb. den) Sebeb olmak.
TESEBBÜBEN
Sebep olma suretiyle.
TESEBBÜT
Rahatlık. * Sâkin olmak.
TESEBBÜT
Eğlenmek, oyalanmak. Geç gelmek.
TESEBBÜT
(Sebat. dan) Sebat gösterme, dayanma, sabretme, direnme. * Bir nesneye yapışmak. Tevakkuf.
TESECCU'
Kuşların cıvıltıları. * Seci' yapmalar.
TESECCÜD
(Secde. den) (C.: Teseccüdât) Secde etme, secdeye kapanma.
TESEFFÜH
Sefihleşme. * Mütegayyer olmak, değişmek. * Akılsızlık etmek.
TESEFFÜL
Örtme. * Aşağı sarkma. * Bayağılaşma, aşağılaşma.
TESEFSÜF
Yaramaz olmak.
TESEHHUB
Bulutlanma.
TESEHHUR
Alay etme, maskaraya alma.
TESEHHUR
Sahur yemeği yeme. (Bak: Sahur)
TESEHHURKÂR
Maskara.
TESEHHÜD
Uyanıklık.
TESEHHÜR
(Sehr. den) Gece uyumayıp uyanık kalma.
TESEKKÜN
(Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma. * Miskin ve fakir olma.
TESEKKÜN-İ DERYA
Denizin sâkinleşmesi.
TESEKKÜN-İ NİZA'
Kavganın yatışması.TESEKKÜR : Sarhoş olma. * Şeker hastalığı. * Şeker hastalığına tutulma.
TESELLİ
Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.
TESELLİ-ÂMİZ
Teselli verici, avutucu, avundurucu.
TESELLİ-PEZİR
f. Avutulabilir, avundurulabilir.
TESELLİ-YÂB
f. Avunan, avutulan, teselli bulan.
TESELLU'
Ahmak olmak.
TESELLUH
(Silâh. dan) Silâhlanma, silâh kuşanma.
TESELLUK
Yüksek yere, duvar üstüne çıkma. * Sırt üstü uyuma.
TESELLÜB
Soyunma. * Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.)
TESELLÜL
İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma. * Verem hastalığına yakalanma.
TESELLÜM
Çentik çentik olma, diş diş olma. Gedik olma. * Ağzını yaşmaklama.
TESELLÜM
Teslim edilen şeyi tekrar teslim alma. * Verilen bir şeyi alıp kaydetme. * Teslim olma. * İslâm olma.
TESELSÜL
Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme. * Ulaştırma. * Man: (Bak: Delil-i ihtira)
TESELSÜLÂT
(Teselsül. C.) Zincirlemeler. Zincirleme gitmeler.
TESELSÜL-Ü İLEL
İlletlerin zincirleme devam etmesi. Sebeblerin teselsülü.
TESEMMİ
Bir şahsa veya kabileye müntesib olma. * Bir isimle isimlenme.
TESEMMUH
Cömertlik etmek.
TESEMMÜM
Zehirlenmek.
TESEMMÜMÂT
(Tesemmüm. C.) Zehirlenmeler.
TESEMMÜN
(Semen. den) şişmanlama, semirme.
TESENBÜL
Sümbülleşme, sümbül verme.
TESENNİ
İki kat olma, eğilip bükülme.
TESENNÜH
Küflenme.
TESENNÜM
Ufak olmak. * Yerden iki üç karış yüksek olmak. * Hörgüç üstüne binmek.
TESENNÜN
Halinden dönmek. * Üzerinden yıl geçmek. * Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak. * (Sinn. den) Diş çıkarma.
TESERBÜL
Gömlek giymek.
TESERRİ
Cariye alma, odalık edinme.
TESERRU'
(Sür'at. den) Koşma. Çabuk davranma.
TESERRUT
Yutmak.
TESERVÜL
Don giymek.
TESE'SÜ'
Korkmak.
TESETTÜR
Kapanıp gizlenme. Örtünme. * Fık: Kadınların ve erkeklerin başkasına, nâmahremlere vücutlarının haram kısımlarını örtüp göstermemeleri.(Kur'an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için haya perdesini takmasını emreder. Tâ hevesat-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Alet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın - erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık - saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevi hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder. S.)(Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nâzik ve seri'-üt teessür olduğundan; maddeten te'siri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hatta iştiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu dikkat-ı nazardan sıkılarak "Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar" diye polislere şekva ediyorlar. Demek medeniyetin ref'-i tesettürü, hilâf-ı fıtrattır. Kur'ân'ın tesettür emri fıtri olmakla beraber; o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediyye olabilen kadınları tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevi esaretten ve sefâletten kurtarıyor. L.)(Her müslüman için avret mahallerini örtecek, kendisini sıcaktan, soğuktan koruyacak miktar elbise giymek farzdır. Bu elbisenin etekleri, erkeklerde bacakların yarısına kadar; kadınlarda ayakların yüzlerine kadar uzamalıdır. Kolları da parmak uçlarına kadar uzun bulunmalıdır. B.İ.İ.)(İhticab ve mesturiyetin "yani, perdelenme ve örtünmenin" nev'i ikidir. Biri: hane içinde ihticabdır ki, kadın kısmı evi içinde zevcinin ve mahremlerinin gayriye muhalit (Yani beraber ve birarada) olmamak ve görünmemektir. Diğeri: Hane dışında ihticabdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve başdan aşağıya kadar bütün endamını (vücudunu) ve hatta libasını (yani: Evde giydiği elbisesini) örtmek ve gizlemektir. Bunun zıddına tekeşşüf (açılma) ve bunun da ifratına tebezzül (yani, ayak altına düşmüş ve herkesin oyuncağı olmuş derecede kıymetsiz ve mübtezel olmak) tabir olunur.Kadınlar tekeşşüfden ve tebezzülden ve ricalin (erkeklerin) iştahlı gözlerine, dar örtülerle arz-ı endam etmekten memnu'durlar. Yüzlerini ve ellerini hatta ayaklarını, namazda açık bulundurabilirler. Velâkin zaruret olmadıkça mahrem olmayana bunları (yani; yüzlerini, ellerini ve ayaklarını) dahi gösteremezler. Sokakta yüz açmak ve libasın (yani, evde giydiği elbisenin) kolunu veya eteğini örtüden (yani cilbabdan ve çarşaftan) çıkarmak, şeriatın emrine muhaliftir. İhticab (tam örtünmek) emr-i Kur'anîdir. Onda (örtünmede) tehavünün (yani, örtünmede lâkaydlık ile hassasiyet göstermemenin) vebali büyüktür. Yüz mahrem değildir tâbiri, salât (namaz) hakkında olmaktan gayride galattır. (yani: Yüz, namaz dışında mahremdir, örtülmelidir.)Sure-i Celile-i Ahzab ile inen hicab (örtünme) âyetinde: Açık-saçıklık, nehiy (haram) ve kadınlar erkekle ihtilattan (karışık bulunmaktan) men' olunarak örtü altında siyanet kılındılar. (yani, muhafaza altına alındılar.) Ziynetlerinden mâdud olan libasları (yani, süs eşyası kabul edilen evde giydikleri elbiseleri) dahi erkeklerden örtünmeye mecbur olarak (yani: Kadınlara emredilerek) bürgü ve çarşaf içinde bulundular ve yüzlerine peçe çekip yalnız gözlerini açık bulundurdular.) (Ni'met-ül İslâm'dan)(Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yürürken de edeb-i vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun'î veya hılkî zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler.) (Elmalılı Tefsiri, Sure: 24, Ayet : 31)(Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz' ve teşhir eden bir kadın tabiîdir ki; istiklâl ve hürriyetini ve vakar ve izzetini muhafaza edemez. O.S.) (Bak: Avret)
TESETTÜR-Ü NİSVAN
Kadınların örtünmesi.
TESE'ÜL
(Sual. den) Dilenme, dilencilik etme.
TESEVVİ
Düzeltme, tesviye etme, düzleme.
TESEVVÜB
(Sevâb. dan) Sevap kazanma, sevaplanma. * Farz olan namazdan sonra nâfile namaz kılma.
TESEVVÜK
Misvak yapmak.
TESEVVÜL
Galip olmak, yenmek.
TESEVVÜR
Yüksekten aşağı inmek.
TESEVVÜR
Kadının çok doğurucu olması.
TESEYYÜB
Üşenme, kayıtsızlık, tembellik.
TESEYYÜB
(Seyyib. den) (Kadın) dul kalma.
TESEYYÜD
Yükseltme. * Sağlam olma.
TESFİ'
Sıcağın, insanın yüzünü yakması.
TESFİD
Kebap yapmak için eti şişe dizme.
TESFİF
Dövüp ezme, toz haline getirme.
TESFİH
(Sefahet. den) Sefih görme, sefih sayma. Akılsız, müsrif ve eğlenceye düşkün addetmek.
TESFİL
(C.: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma.
TESFİR
(Sefer. den) Yolcu etme, yola çıkarma, sefere gönderme.
TESHİK
Ezme, dövme, döğerek ezme.
TESHİL
(C.: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma.
TESHİL
Öksürtme.
TESHİLAT
(Teshil. C.) Kolaylıklar.
TESHİLEN
Kolay olmak üzere.
TESHİM
Yüzüne kara vurmak.
TESHİM
Nakışlı etmek, nakışlamak.
TESHİN
Isıtmak, soğukluğunu gidermek.
TESHİNÂT
(Teshin. C.) Isıtmalar, kızdırmalar.
TESHİR
Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme. * İtaat ettirme. * Hakir ve zelil etmek.
TESHİR
Büyüleme, sihir yapma, aldatma. * Yemek ve içmeğe muhtaç etme.
TES'İD
Tebrik etme, saadetlendirme. * Sevinç ve sürur ile bayram yapma.
TE'SİF
Sacayak üstüne çömlek koymak.
TE'SİL
Sermaye vermek. * Asıl etmek.
TE'SİL
Tez etmek. Sür'atli yapmak.
TE'SİM
Günah işledin demek. Bir kimsenin günahkâr olduğunu söylemek.
TE'SİN
Tağyir etmek, değiştirmek.
TE'SİR
Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.(Esbaba te'sir-i hakiki verilmemiş. Vahdet ve celâl öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur. İzzet ve azamet öyle ister. Tâ, nazar-ı zâhirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin. M.)(Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Te'sir ve fâiliyet lâtif, nurani, mücerred olan şeylerin şe'ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddi, kesif, cismani şeylerin hassasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semâda iken ziyâsiyle yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey lâtif, nurani ise, sebep ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yakışıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zâhiriyenin Hâlikıyla, müsebbebatın mucidi, ancak ve ancak Nur-ül-Envar, Sâni-i Ezelî'dir. M.N.)
TES'İR
(Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme. * Kıymet ve değer koyma. Narh koyma.
TE'SİRAT
(Te'sir. C.) Te'sirler.
TE'SİS
Kurma, temelleştirme, esaslar koyma. * Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak.
TE'SİSAT
(Te'sis. C.) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler.
TE'SİYE
Teselli verme, avutma.
TESKIYE
(Saky. dan) Su verme. * Sulama.
TESKİB
(Sakb. dan) Delik açma, delme.
TESKİF
Evin üstünü örtmek.
TESKİF
Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek.
TESKİL
(Sakl. dan) Ağırlaştırma. Ağırlığını artırma.
TESKİM
(Sakm. dan) Hasta etme. * Bozuk ve yanlış sayma.
TESKİN
Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme. * Gr: Bir harfi sâkin okuma.
TESKİR
(Sekr. den) Sarhoş etme. * Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak.
TESKİT
(Sükût. dan) Susturma. Sükût ettirme.
TESLİ'
Yarmak.
TESLİB
Soyunmak. * Gammazlık. * Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi.
TESLİF
Kahvaltı etme. * Takdim etmek. * Bir nesnenin fiyatını evvelden vermek.
TESLİH
Silâhlandırma. Silâh ile donatma.
TESLİH
(Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma.
TESLİHÂT-I ASKERİYE
Askerin silâhlandırılması.
TESLİL
(Sell. den) Sıyırıp çekme. * Verem etme.
TESLİM
Bir emâneti verme. * Kabul etme. * Doğru ve haklı bulma. * Selâmetle dua etme. * Karşısındakinin hükmü altına girme. * Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme. * Belâ ve âfetten korunur olma. * Bir şeyi, yeni sâhibine verme. * Dayanamayıp pes deme. * Hakikat olduğunu söyleyip i'tiraf etme.
TESLİM
Diş diş etme. Merdiven haline getirme, ayak ayak düzme.
TESLİMAT
(Teslim. C.) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler.
TESLİM-İ CAN
Ölme.
TESLİM-İ RUH
Ölme. Ruhu teslim etme.
TESLİMİYET
Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.
TESLİM-KERDE
f. Teslim edilmiş olan.
TESLİS
Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. (Ekanim-i selâse de denir.)
TESLİT
Havâle etmek. (Bak: Taslit)
TESLİYE
Avutma, teselli etme.
TESLİYE-İ HÂTIR
Gönül alınma.
TESLİYET
Avutma, teselli verme.
TESLİYET-BAHŞ
f. Avutucu, teselli verici.
TESLİYET-KÂR
f. Avutucu, teselli verici.
TESMİ'
(C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma.
TESMİA
Halka ibadetini ve amelini işittirme, duyurma.
TESMİAT
(Tesmi. C.) İşittirmeler, duyurmalar.
TESMİD
Yere ters ve kül dökmek.
TESMİH
Yab yab gitmek. * Süngü ağacını yontup düzeltmek.
TESMİM
Zehirleme.
TESMİMEN
Zehirleyerek.
TESMİN
(Semen. den) Semirtme, yağlatma.
TESMİN
(Sümn. den) Sekizleme. Sekize bölme. Sekize çıkarma. * Bir şeye kıymet biçme.
TESMİR
Koyu nesneye su katıp duru etmek. * İksir ile sağlamlaştırmak.
TESMİR
(Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması. * Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması.
TESMİR
Çivileme, mıhlama.
TESMİT
Aksıran kimselere: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" demek.
TESMİT
Edb: Gazel yahut kasideyi "müsemmat" tarzında tanzim etme.
TESMİYE
İsimlendirme. Ad verme. * Besmele çekme.
TESNİD
Dayak vurmak.
TESNİM
Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbn-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre Cennet meşrubatının en yükseğidir. (E.T.)
TESNİYE
Bir şeyi kolaylaştırma.
TESNİYE
Vasıflandırma. * Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir.
TESRİ'
Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme.
TESRİAN
Hızlandırarak. Çabuklaştırmak için.
TESRİÂT
(Tesri'. C.) Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar.
TESRİB
(Sürub. dan) (Asker) gönderme, yollama. * Atı ve deveyi bölük bölük edip yollamak.
TESRİB
Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır. * Darılma. Ayıplama. * Başa kakma.
TESRİC
Kandil yakmak. * Güzelleştirmek. * Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma.
TESRİD
Sahtiyan dikmek. * Kırba dikmek.
TESRİD
Davar boğazlandığında daha soğumadan bir yerini kesmek veya kırmak.
TESRİH
Talâk. Boşanma, ayrılma. * Halâs etme, kurtarma. * Bırakma, salıverme. * Kıl tarama. * Asan etme, kolaylaştırma.
TESRİH-İ LİHYE
Sakal bırakma.
TESRİK
(Sirkat. den) (C.: Tesrikat) Bir kimseye hırsız deme.
TESRİR
(C.: Tesrirât) (Sürur. dan) Sevindirme.
TESRİYE
Gam ve kederi bırakma. Kederi yok etme.
TESTİH
Yün ve pamuk tepmek.
TESTİH
Yassı ve düz yapmak. * Eşit yapmak, beraber etmek.
TESTİR
Gizleme, saklama, setretme, örtme.
TESVİB
Sevab vermek demektir. Sevab da ceza gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Sevab, hayırda meşhur olmuştur. Lisanımızda da ceza, şerde kullanılmıştır. (E.T.)
TESVİD
Karartma. Yazı ile karalama. Yazmak, müsvedde yapmak.
TESVİF
(Sevf. den) (C.: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme.
TESVİG
Cevaz verme. * Kolaylaştırma. * Tecavüz etmek, haddini aşmak.
TESVİK
(Misvak. dan) Dişleri misvaklama.
TESVİK
(Sevk. den) Sürme, ileri gütme.
TESVİL
(C.: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma. * Tezyin etmek, süslemek.
TESVİM
Davarı otlamaya salmak. * İşaretlemek, nişan etmek. * Dağlamak.
TESVİR
Toz kaldırma. * Derin ve gizli mânayı araştırma.
TESVİR
Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme. * Koluna bilezik yapma.
TESVİS
Buğdaya bit düşmek.
TESVİT
Karıştırmak.
TESVİYE
Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme. * Bir neticeye bağlama.
TESVİYE-İ DEYN
Borç ödeme.
TESVİYE-İ UMÛR
İşlerin görülüp neticelendirilmesi.
TESYAR
Gönderme, gönderilme. (Eşya hakkında) (Tisyâr şekli yanlıştır)
TESYİL
Akıtma. Akıtılma. Sel gibi akıtılma.
TESYİR
(Seyr. den) (C: Tesyirât) Gönderme, yollama. Seyrettirme. * Sürmek. * Bezi yol yol alaca edip dokumak.
TEŞABÜH
Benzeşme. Birbirine benzeme.
TEŞABÜK
Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma.
TEŞABÜR
Birbiriyle karışlarını ölçmek. * Kavga etmek için birbirine karşı gelmek.
TEŞACÜR
(şecer. den) Sopalarla vuruşma. Birbirine girme kavga, dövüş.
TEŞAFF
Kap içinde olan suyu içmek.
TEŞAHH
Bahillik edişmek.
TEŞAHHUB
Akmak, seyelan etmek.
TEŞAHHUM
(Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama.
TEŞAHHUS
(C.: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme.
TEŞAHUS
Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak.
TEŞAHÜD
Hazır olmak.
TEŞAKİ
(Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme. * Dertleşme.
TEŞAKK
Muhalefet edişmek, uyuşamamak. * Zor ve meşakkatli olmak.
TEŞAKKUK
(Şakk. dan) Yarılma, ikiye ayrılma.
TEŞAKÜL
(şekl. den) şekil ve suretçe bir olma. Birbirine uyma.
TEŞAKÜS
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak.
TEŞAM
Yılışmak, gülüşmek. * Koklaşmak.
TEŞAMUH
(şemh. den) Yüce, büyük, yüksek olmak. Yükselmek.
TEŞANÜ'
Buğz edişmek, kin gütmek.
TEŞARÜK
Ortaklık etme. Birbirine ortak olma.
TEŞA'ŞU'
Şaşaalanma, parıldama.
TEŞATÜM
(şetm. den) Sövüşme.
TEŞA'U'
Fiz: Işığın merkezden etrafa doğru dalgalanması.
TEŞAUB
Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma.
TEŞA'UB
Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma. * Bozuk bir şeyin düzelmesi. * Iraklaşmak.
TEŞA'UBÂT
(Teşa'ub. C.) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar.
TEŞA'UB-U AKVAM
Kavimlerin kısım kısım, şube şube olması.
TEŞA'UL
(şu'l. den) Parlama, tutuşma.
TEŞAUR
şâirlik taslamak. Kendini şâir gibi göstermek.
TEŞA'UR
(Şa'r. dan) Kıllanma, tüylenme.
TEŞA'US
Tozlu topraklı olmak. Kirlenmek. Paslanmak.
TEŞAÜM
şom tutmak.
TEŞAÜN
Eskimek.
TEŞAVÜR
(Şurâ. dan) Danışma, müşâvere etme.
TEŞAVÜS
Gururlanıp gözücuyla bakmak.
TEŞAYU'
Birbiriyle yâr olmak.
TEŞBİ'
Karnını doyurma.
TEŞBİB
Saç ve sakal ağarmak. * Ateş yakma. * Kasidede mahbubdan bahsetme.
TEŞBİH
(C.: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek. (Bak: Müşebbihe) *Edb: Aralarında maddi veya mânevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san'atı. Erkân-ı teşbih: (Teşbihin rükünleri) : 1- Müşebbeh (Benzetilen), 2 - Müşebbehün bih (Kendisine benzetilen), 3 - Vech-i şebeh (benzetme ciheti), 4 - Edât-ı teşbih (Teşbih edatı) Birinci ve ikinciye (Yâni, müşebbeh ve müşebbehün bih) "tarafeyn : İki taraf" denir. Meselâ: "Nuri şecâatte Hazret-i Ali gibidir" denildiğinde: "Nuri" müşebbeh, "şecâatte" vech-i şebeh, "Hazret-i Ali" kelimesi ise müşebbehün bih'dir. "Gibi" kelimesi ise edat-ı teşbihtir. Edât-ı teşbih olanlar: "gibi, meselâ, misâl, sanki, meğerki, mesel, mânend, andırır, âdetâ, çü, çün, tek, benzer, zannolunur, veş" (gibi kelimelerdir.)(Pekçok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ı maddiye telâkki ediliyor. Hatâya düşer. Meselâ: "Sevr" ve "Hut" isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hut timsâlinde berri ve bahri hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismani bir balık zannedilerek Hadise ilişilmiş. Hem meselâ: Bir vakit huzur-u Nebevide derin bir ses işitildi. Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: "Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp ta ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür. " İşte bu Hadisi işiten, hakikata vâsıl olmıyan inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o Hadisten sonra kat'iyyen sabittir ki: Biri geldi. Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi ki: "Meşhur münafık, yirmi dakika evvel öldü. " Yetmiş yaşına giren o münafık cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennide esfel-i sâfiline küfre sukuttan ibaret olduğunu gayet beligane bir surette Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir. S.)(Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir. R.N.)
TEŞBİH
Yassı ve enli yapmak.
TEŞBİHÂT
(Teşbih. C.) Benzetmeler, teşbihler, benzetilmeler.
TEŞBİH-PERESTLİK
Kelâmda lüzumundan fazla teşbihe yer vermek.
TEŞBİK
(Şebeke. den) Şebekeleştirme, ağ biçimine koyma.
TEŞBİR
Karışlama. * Ölçme.
TEŞBİT
Dağıtmak, perâkende etmek.
TEŞBİT
Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma.
TEŞCİ'
Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme.
TEŞCİR
(Şecer. den) Ağaçlandırma.
TEŞDİB
Arıtmak, temizlemek. * Tımar etmek.
TEŞDİD
Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme. * Gr: Harfi iki defa okuma. Harfi şeddeli okumak.
TEŞDİH
Baş yarmak.
TEŞEBBU'
Tok değilken kendini tok göstermek.
TEŞEBBÜB
şap haline gelme, şaplaşma.
TEŞEBBÜH
Benzemek, müşâbehet etmek. Zorla benzemeğe çalışmak.
TEŞEBBÜH-Ü Bİ-L VÂCİB
(Bak: Aristo)
TEŞEBBÜK
(Şebeke. den) Ağ şeklini alma. Şebekeleşme. * Parmaklarını birbirine giriştirmek.
TEŞEBBÜS
Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek. * Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak. * El ile yapışıp bırakmamak.
TEŞECCU'
Bahâdırlık göstermek, kahramanlık yapmak.
TEŞECCÜR
Ağaçlanma, ağaçlaşma.
TEŞEDDUK
Ağzın köşesiyle konuşmak.
TEŞEDDÜD
Sertleşme. Kuvvet ve dayanıklık kesbetme. Şiddetlenme. Çok şiddetli olma. * Keskinleşme.
TEŞEFFİ
Rahatlamak. Şifâ bulmak. * Öc almak. Öc veya intikam almakla yüreği soğumak.(Tenkidin sâiki ya nefretin teşeffisidir veya şefkatin tatminidir. Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi...R.N.)
TEŞEFFİ-İ GAYZ
Öfkesinin öcünü alarak rahatlamak. İntikam alarak yüreğini soğutmak.
TEŞEFFU'
şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak.
TEŞEHHİ
Hırsla istemek. İştahlanmak.
TEŞEHHUT
Maktulün kan içinde yuvarlanması.
TEŞEHHÜD
Şehadet getirmek. * Namazdaki şehadet miktarı oturmak ve "Et-tahiyyât" okumak.
TEŞEKKİ
(C.: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme.
TEŞEKKÜK
şek ve şüphe etme.
TEŞEKKÜL
şekillenme. şekil alma. * Meydana gelme.
TEŞEKKÜLÂT
(Teşekkül. C.) Teşekküller. şekillenmeler. * Kuruluşlar.
TEŞEKKÜLÂT-I ARZİYE
Dünyanın ilk yaratılışı.( $Ey Arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder ve $ $ âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine dâlldir. Ve $ âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor. Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mâyi kılmıştır; sonra mâyi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip köpük kesilmiştir; sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesimiden bir sema hasıl olmuştur; sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer'etmiştir; ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat, in'ikad etmiş, vücuda gelmiştir.Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tâbir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi' buhara inkılâb etmiştir; sonra o buhardan, mâyi-i nâri hasıl olmuştur; sonra o mâyi-i nâri, bürudet ile tasallüb etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçalarını fırlatmıştır, o parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:"İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik." mânasında olan $ nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i Esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i Esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. $ âyeti, şu madde-i Esiriyeye işarettir ki: Cenab-ı Hakk'ın Arş'ı, su hükmünde olan şu Esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Esiri halkettikten sonra, cevâhir-i ferd'e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır. İşte arzın, hepsinden evvel tekâsüf ve tasallüb etmekle acele kabuk bağlı(Zeker) uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle hilkat-i teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle nev'-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkatı, semavattan sonra başlarsa da, bidayette, mebde'de ikisi beraber imişler. Binâen alâhâzâ, o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılâb eder. İ.İ.)
TEŞEKKÜR
Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi. * Şükür etmek. * Birisine karşı "Sağ ol, var ol, ömrüne bereket" gibi söylenen minnet sözleri.
TEŞEKKÜRÂT
(Teşekkür. C.) Teşekkürler.
TEŞELŞÜL
(C.: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması. * Soğuk su banyosu yapma, duş yapma.
TEŞEMMÜL
İhrama bürünme.
TEŞEMMÜM
(şemm. den) Koklama.
TEŞEMMÜR
İşe hazırlanma.
TEŞEMMÜS
(Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma. * Güneş çarpması.
TEŞEMMÜT
Hayırla ve bereketle duâ etmek.
TEŞENNÜC
(Şenc. den) (C.: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma. * Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması. * Korkmak. * Titremek.
TEŞENNÜF
Küpe takınma. * Süslenme.
TEŞENNÜN
Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması. * Eskimek.
TEŞERRU'
şeriata uygun davranma.
TEŞERRUK
Güneşte oturmak.
TEŞERRÜB
Suyu kendine çekme, içme. * Meşreb sahibi olma.
TEŞERRÜF
şereflenme. şeref bulma. Ulviyete erişme.
TEŞERRÜFÂT
(Teşerrüf. C.) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler.
TEŞETTİ
(Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme.
TEŞETTÜT
Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma.
TEŞE'UB
Budaklanmak. * Perâkende olmak, dağılmak, saçılmak.
TEŞE'ÜM
Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir. * Sola dönme. * Sola yatma.
TEŞEVVUK
şevklenme, istek gösterme, arzu etme, sevinme.
TEŞEVVÜH
Çirkinlik.
TEŞEVVÜŞ
Karma karışık olma. * Bulanıklık, karışıklık.
TEŞEYTUN
Yaramazlık etmek.
TEŞEYYU'
Şiilik taslamak. Şii olma. (Bak: Şia) * Vedalaşmak. * Ardınca ve peşinden gitmek.
TEŞEYYUH
Şeyh olduğunu iddia etmek. Şeyhlik taslama. * İhtiyarlama, yaşlanma.
TEŞEYYÜB
(C.: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık.
TEŞEYYÜD
Yükseltme. Sağlamlaştırma.
TEŞEYYÜH
(Şeyh. den) İhtiyarlama. * Şeyhlik iddiasında bulunma.
TEŞEZZİ
Pâre pâre olmak. Pârelenmek.
TEŞEZZÜB
Dağılma, dağınık olma.
TEŞEZZÜN
Yoğun ve katı olmak.
TEŞEZZÜR
Ayrılmak. * Korkmak. * Hazırlanmak. * Davara binmek.
TEŞFİ'
Şefaat etmek, affı için sebep olmak.
TEŞFİYE
(Şifâ. dan) İyileştirme, şifalandırma.
TEŞHİR
Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma.
TEŞHİRGÂH
f. Sergi yeri, herkese gösterme yeri.
TEŞHİRGÂH-I ENÂM
f. Mahlukatın herkese gösterildiği yer, dünyâ.
TEŞHİR-İ SİLÂH
Silâh çekme.
TEŞHİS
Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek.
TEŞHİT
Kana bulaştırmak.
TEŞHİYE
Gönlün ne isterse sana vereyim demek.
TEŞHİZ
(C.: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme. * Bileme. * Gücünü, kuvvetini artırma. *Uyandırma.
TE'ŞİB
Kandırmak.
TEŞ'İB
(C: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma.
TEŞ'İL
(Şu'l. den) Parlatma. Tutuşturma, alevlendirme.
TE'ŞİR
Gedik etmek.
TEŞKİH
Hurma koruğu renklenmeye başlamak.
TEŞKİK
Şüphede bırakmak. Şüpheye atmak.
TEŞKİK
(Şakk. dan) Parça parça yarma. İkiye ayırma. Yarmak.
TEŞKİKÂT
Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar.
TEŞKİL
Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek. * Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması.
TEŞKİLÂT
Tertipli ve düzenli çalışan birlik.
TEŞKİLÂT-I ESASİYE
Anayasa. Kanun-u esasî. Devletin temel kuruluş şeklini tayin eden ve teşrinin yani meclisin, hükümetin ve mahkemelerin salâhiyetleri nasıl kullanılacağını; vatandaşların umumi hak ve hürriyetlerini gösteren temel kanunlardır.
TEŞMİ'
(Şem'. den) Mumlama, bal mumuna batırma.
TEŞMİL
Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak. İhrama bürünmek ve sür'atle yürümek.
TEŞMİM
(Şemm. den) Koklatma. Koklatılma.
TEŞMİR
(Şemr. den) Sıvama veya sıvanma.
TEŞMİR-İ SÂİD
Kolları sıvama. * Mc: Bir işe iyice adamakıllı girişme.
TEŞMİS
(Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme. * Güneşe tutup hasta etme.
TEŞMİT
Aksıran kimseye: "Yerhamükâllah: Allah sana merhamet etsin" deme.
TEŞMİYET
Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek.(Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek.
TEŞNE
f. Susamış. * Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr.
TEŞNEDİL
(C.: Teşnedilân) Candan ve yürekten isteyen.
TEŞNEGÂN
(Teşne. C.) f. İstekliler. * Susamışlar.
TEŞNEGÎ
f. Susama.
TEŞNELEB
f. Dudağı kurumuş, çok susamış. Yanık, susuz.
TEŞNİ'
Başa kakmak. * Davara binmek. * Silâh takınmak. * Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak. * Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek.
TEŞNİÂT
(Teşni'. C.) Ayıplamalar, çirkin bulmalar.
TEŞNİF
Küpe takma. Küpe takınma. * Süslenme. Küpe ile süsleme.
TEŞNİR
Ayıp vermek.
TEŞRİ'
Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. * Havuza su getirmek.
TEŞRİ' EYLEMEK
Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek.
TEŞRİC
Cem'etmek, birbiri üstüne yığmak. * Kerpiçi yerinden ayırmak.
TEŞRİD
Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek. * Nefyetme, kovalama. * Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme. * Birisinin ayıbını teşhir eylemek.
TEŞRİF
Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.
TEŞRİFAT
(Teşrif. C.) Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol.
TEŞRİH
Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.
TEŞRİHAT
Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak.
TEŞRİHAT-I HİKEMİYE
Hikmet ve felsefe nazarıyla yapılan araştırma, açıklama.
TEŞRİÎ
(Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair.
TEŞRİ'-İ EVAMİR
Emirleri, işleri şeriata göre yürütme, idare etme, işleri şeriata uygun kılma.
TEŞRİÎ MASUNİYYET
(Masuniyyet-i teşriiye) Milletvekillerinin Meclis'te izhar ettikleri fikir ve verdikleri reylerden, mes'uliyete tâbi olmamaları.
TEŞRİK
Ortak etme. İştirak ettirme.
TEŞRİK
Güneşlendirme. Güneşte kurutma. * Eti parçalayıp güneşte kurutma. * Doğu tarafına gitme.
TEŞRİK TEKBİRLERİ
Zilhiccenin dokuzuncu günü, yani Kurban Bayramının arefe günü, sabah namazından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar olan, her farz namazın selâmından sonraki alınan tekbirler.
TEŞRİK-İ MESAÎ
Birlikte çalışmak. İşbirliği etmek. Bir işi beraber yapmak.
TEŞRİM
Yarmak. * Yırtmak.
TEŞRİN
Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim.
TEŞRİN-İ EVVEL
Ekim ayı.
TEŞRİN-İ SÂNİ
Kasım ayı.
TEŞRİR
Güneşte bez serip kurutmak.
TEŞT
Tekne, teşin, leğen, kap.
TEŞTİR
Bir nesneye ayıp vermek, noksanlık vermek.
TEŞTİR
Edb: Bir gazeli teşkil eden beyitlerin beher mısraı arasına ikişer mısra ilâve etmek.
TEŞTİT
Dağıtma, dağıtılma. Perişan etme.
TEŞTİYE
Kışın uyuyan hayvanların uykusu.
TEŞVİF
Tezyin etmek, süslemek.* Haberli olmak, anlamak, muttali olmak. * Bakmak, nazar etmek.
TEŞVİH
Çirkin yapmak.
TEŞVİK
Diken bitmek. * Ağacın dikenli olması.
TEŞVİK
Şevklendirme. Şevke getirme. Kışkırtma. Kaldırma. Cesaret verme.
TEŞVİKAT
(Teşvik. C.) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar.
TEŞVİR
İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme. * Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme.
TEŞVİŞ
Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma.
TEŞVİŞİYYET
Karışıklık, bozukluk.
TEŞVİT
Tüyü ve kılı gitsin diye ateşe tutmak.
TEŞVİYE
Kebap yapmak. Kebap vermek.
TEŞYİ'
Uğurlamak. Gideni selâmetlemek. Yolcu etmek. * Cesaretlendirmek.
TEŞYİD
Müşeyyed etmek. Binayı yükseltip sağlamlaştırmak.
TEŞYİE
Dilemek, istemek.
TEŞZİB
Ağaç budamak.
TETABBUB
(Tıbb. dan) Hekim olmadığı hâlde hekimlik yapma.
TETABU'
Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek.
TETABUK
Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek.
TETABU-U İZAFAT
Bir çok kelimenin birbirine muzaf ve muzafün ileyh olması. Zincirleme isim takımı. (İhtizazat-ı esvat-ı beşeriye misalinde olduğu gibi.)
TETAFFUL
(Tufl. dan) Dalkavukluk.
TETAHHUL
Tıb: Dalak şişmesi.
TETAHHUR
Temizlenme. * Günah işlemekten uzaklaşma.
TETAHHURÂT
(Tetahhur. C.) Temizlenmeler.
TETALLU'
Boynunu uzatarak başını kaldırma.
TETA'UM
(Ta'm. dan) Tatma, tadına bakma.
TETAVÜL
Uzun olma, uzama. * Zulüm etme. * Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme. * Musallat olma. * Mugayeret eylemek.
TETAVVU'
(Bak: Tatavvu')
TETAVVUAN
Nafile olarak, nafile tarzında.
TETAVVUF
Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma.
TETAVVUK
Boyuna gerdanlık gibi şeyler takma.
TETAVVUS
Tavus gibi renk renk elbise giyme.
TETAYÜR
(Tayeran. dan) Uçuşma. Uçuşup dağılma.
TETBİ'
Peşini bırakmayıp iyice araştırma. * Uyma, tâbi olma.
TETBİN
Fikrinde ve görüşünde dikkat etmek.
TETBİR
Helâk etmek, mahvetmek.
TETBİT
Zarar ve ziyan yapma.
TE'TE
Tekebbürlenmek, gururlanmak. Ululanmak.
TETEBBU'
Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma.
TETEBBUÂT
Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.
TE'TEE
Söylerken dilini, "tâ" lâfzına döndürmek.
TETELLU'
Kalkmak için boynunu uzatmak.
TETERRÜB
Toz toprak içinde kalma.
TETERRÜS
Kalkanla siper yapmak.
TETEVVÜC
Tac giyme.
TETFÜL
Tilki eniği.
TETİM
Aşkla söylemek.
TETİMME
(Tetümme) (C.: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama. * Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen.
TE'TİYE
Su yolunu vermek.
TETKİK
(Bak: Tedkik)
TETLİYE
Nezretme. Adağı yerine getirme. * Farzdan sonra nafile namaz kılma.
TETMİM
Tamamlama, bitirme. * Edb: Bir şiiri tamam etmek.
TETNİH
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek.
TETRA
Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek.
TETRE'
(Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde).
TETRİB
Toza toprağa bulaştırma.
TETRİH
Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek.
TETRİS
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
TETVİBE
Tevbe etmek.
TETVİC
(C.: Tetvicât) Tac giydirme.
TETYİB
Helâk etmek, mahvetmek.
TEVA
Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması.
TEVABİ'
(Tabi'. C.) Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar. * Uşaklar. * Bir merkeze bağlı olan yerler. * Gr: Evvelki kelimeye göre hareke alan kelimeler.
TEVABİL
(Tâbel ve Tâbil. C.) Yemeklere katılan nâne, karanfil, tarçın ve biber gibi şeyler. Baharat.
TEVABİT
(Tâbut. C.) Tabutlar, sandıklar.
TEVACÜD
Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi.
TEVACÜH
(Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme.
TEVADD
Muhabbet etmek, sevmek.
TEVADU'
(İki taraf düşmanlıktan vazgeçip) barışma.
TEVAFFUK
(Vefk. den) Muvaffak olma, başarma.
TEVAFİ
Tamam olmak, tamamlanmak.
TEVAFUK
Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.
TEVAFUKAT
(Tevâfuk. C.) Uygunluklar. Tevafuklar.
TEVAFUKAT-I GAYBİYE
Göze görünmeyen ve bizim için gaybi olan tevafuklar. Kur'an veya kıymetli dinî eserlerde, bir kısım kudsi kelimelerin, yazılışlarında İlâhî bir takdir ile, altalta ve yanyana dizilişleri.(Elbette böyle mübarek bir cemaatte ve tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum. M.)
TEVAFÜR
(C.: Tevafürât) Artma, çoğalma.
TEVAFÜRÂT
(Tevafür. C.) Artmalar, çoğalmalar.
TEVAGGUL
Çok uğraşma, meşgul olma. Bir işin çok ilerisine varmak.
TEVAGGULÂT
(Tevaggul. C.) Tevagguller. Devamlı olarak uğraşmalar.
TEVAGGUN
Cenk içinde ikdam etmek. Savaşta sebat edip ilerlemek.
TEVAGGUZ
Çok sıcak olmak.
TEVAHHİ
Talep etmek, istemek.
TEVAHHİ
Daha çabuk, acele, sür'atli.
TEVAHHUD
Vahid, tek olmak.
TEVAHHUŞ
Korkmak. Ürkmek. Kaçmak. * Hâli, tenhâ ve ıssız olmak.
TEVAHUK
Cemaat olup gitmek. Topluluk hâlinde gitmek.
TEVAİF
(Bak: Tavaif)
TEVAK
İstekli kimse.
TEVAKİ'
(Tevki'. C.) Fermanlar.
TEVAKKİ
Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma.
TEVAKKU'
(C.: Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme.
TEVAKKUD
Tutuşup yanma.
TEVAKKUF
Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.
TEVAKKUFÂT
(Tevakkuf. C.) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler.
TEVAKKUL
Dağ üstüne çıkmak.
TEVAKKUR
(Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma.
TEVAKKUS
Şiddetle basmak. * Atın seyri.
TEVAKUN
Noksan etmek, eksiltmek.
TEVAKÜL
(Vekl. den) Birbirini vekil etme.
TEVALİ
Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek.
TEVALİYEN
Tevali etmek suretiyle.
TEVALÜD
Doğma, doğurma.
TEVAMÜR
Danışmak, istişare etmek.
TEVANA
(Tüvânâ) f. Güçlü, kuvvetli, iktidarlı.
TEVANİ
f. İşde tembellik etmek. * Kusur işlemek. Usançlık, bezginlik göstermek.
TEVARİ
Gizlenme, kaybolup göze görünmeme.
TEVARİH
(Târih. C.) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar.
TEVARİ-İ KAMER
Ayın gizlenmesi, görünmez olması.
TEVARÜD
Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma. * Arka arkaya gelmek. * Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri.
TEVARÜS
Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek.
TEVARÜSÂT
(Tevarüs. C.) Tevarüsler, mirasa konmalar. * İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler.
TEVASİ
(Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme.
TEVASSUL
Ulaşma, kavuşma, bitişme. * Nikâh yolu ile hısımlık, münasebet peydâ etme.
TEVASUK
(Vusuk. dan) Birbiriyle andlaşma. Birbirine güvenip itimad ederek andlaşma.
TEVASÜL
Birbirine ulaşma.
TEVATÜR
Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia. * Fık: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemâate dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaate ait olan sağlam haber.(Mâlumdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakini ifâde eden tevâtür derecesinde o hadisenin kat'i vukuuna delâlet eder.İşte, meşrebce ve meslekce ve isti'dâdca ve asırca gayet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikinin muhtelif tabakatından ve evliyânın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve hükema-i hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki: kâinat mezâhirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehâsin ve kemâlât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır. S.)(...Sahabeler, Kur'anın ve âyetlerin hıfzından sonra en ziyade, Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) ef'al ve akvalinin muhafazasında, bâhusus ahkâma ve mu'cizata dair ahvâline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) ait en küçük bir hareketi, bir sireti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehadisiyye şehâdet ediyor. Hem asr-ı saâdette, mu'cizatı ve medar-ı ahkâm ehadisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seb'a kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-i As, bahusus otuz kırk sene sonra, Tabiînin binler muhakkikleri, ehadisi ve mu'cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazı ile muhafaza ettiler. Daha hicretten ikiyüz sene sonra başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbule, vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu ehadisi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) temessül edip, yakaza halinde Onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte bahsedeceğimiz hâdiseler, mu'cizeler; böyle elden ele (kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden) sağlam olarak bize gelmiş.İşte buna binaen; "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasıl bileceğiz ki, karışmamış ve sâfidir?" hatıra gelmemelidir. M.)(Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat'idir. Tevatür iki kısımdır. Biri: "Sarih Tevatür" biri: "Manevî Tevatür" dür. Manevî tevatür de iki kısımdır. Biri: "Sükûtî" dir. Yâni, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatâyı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sukûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder. İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş." denilse; fakat onu haber verenler, ayrı ayrı surette haber veriyor... biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyaân eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bilmânadır, kat'idir. İhtilâf-ı suret ise, zarar vermez. M.)
TEVATÜRÂT
(Tevatür. C.) Tevatürler, ağızdan ağıza dolaşıp yayılan haberler.
TEVATÜREN
Ağızdan ağıza yayılarak. Tevatür suretiyle.
TEVA'UL
Yüksek yere çıkmak.
TEVA'UN
Davarın, beslenip semizlemek hususunda nihayet hududu bulması.
TEVAÜD
(Va'd. den) Birbirine söz verme. Va'dleşme.
TEVAZİ
(Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik.
TEVAZU'
Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli. (Bak: Küfran-ı nimet)(Her adam için, hey'et-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetâvül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevâzu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek. Tâ, o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası, küçüklüktür; yani, tevâzudur. Küçüklüğün mizânı büyüklüktür; yani, tekebbürdür. M.)
TEVAZU'KÂR
f. Tevazulu, alçak gönüllü.
TEVAZÜF
Birbiriyle sallanıp yürümek.
TEVAZÜN
Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek.
TEVAZZU'
Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu.
TEVAZZUH
(Bak: Tavazzuh)
TEVBE
(Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak. Allah'dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak. (Bak: Afv)
TEVBE SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 9. suresidir. Berae Suresi de denir. Medenîdir.
TEVBE-İ NASUH
Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak.
TEVBEKÂR
f. Tevbeli, yaptığına pişman olmuş olan.
TEVBEŞİKEN
f. Tevbesini bozan.
TEVBİH
Azarlama. Levm etme.
TEVBİHAT
(Tevbih. C.) Azarlamalar, tekdirler.
TEVBİHAT-I ŞEDİDE
Şiddetli tekdir ve azarlamalar.
TEVBİS
Köpek yavrusunun gözlerini açması.
TEVCİB
(Vücub. dan) Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek. * Bir iş için vakit belirlemek.
TEVCİH
Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
TEVCİHÂT
(Tevcih. C.) Verilmiş rütbeler. Tevcihler. * İşaret eden mânalar.
TEVCİH-İ KELÂM
Sözle işarette bulunmak. * Birbirinin zıddı muhtelif mânaya gelebilen kelimeyi sözde kullanmak.
TEVDİ'
Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak.
TEVDİAN
Vererek, bırakarak, teslim ve emanet ederek.
TEVDİÂT
Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek.
TEV'EBAN
Davar memesinin iki yanı.
TEVECCU'
(C.: Teveccuât) Ağrıma, vecâlanma. Acımak.
TEVECCÜD
(Vecd. den) Coşma, vecde gelme.
TEVECCÜH
Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
TEVECCÜHÂT
(Teveccüh. C.) Teveccühler.
TEVECCÜH-Ü NÂS
İnsanların, bir kimseyi beğenip, ona teveccüh etmeleri ve medh ü senâ etmeleri.(Teveccüh-ü nâs istenilmez; belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusiyle teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâs ve şân ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın. L.)
TEVECCÜS
Karnını boşaltmak.
TEVEDDÜD
Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek. * Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi.
TEVEFFİ
Ölme, vefat. * Bütününü aldırma.
TEVEFFUK
Tevfike mazhar olmak. Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun tarzda hareket edebilmek.
TEVEFFÜR
Çok olmak, artmak.
TEVEHHUK
Boynuna kement bağlamak.
TEVEHHÜC
Deprenmek, hareket etmek.
TEVEHHÜL
(Vehle. den) Yanıltmağa çalışma.
TEVEHHÜM
Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.
TEVEHHÜM-İ EBEDİYET
Ebedî yaşayacağını zannedip Allah'ın emirlerinden ve âhiret için hazırlanmaktan gaflet etmek. Hiç ölmeyecekmiş gibi evhâm ile sâdece bu dünyayı ve dünya menfaatlerini düşünmek.(Dünyada, tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalâlet neticesinde; mevti adem ve firakı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet ve dalâlet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i Rahmetini ve Firdevs-i Nimetini düşünmediğinden ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin. M.)
TEVEHHÜN
Gevşeme. Kuvvetsiz hale gelme.
TEVEHHÜS
Bir işe dikkat ve itina ile koyulma.
TEVEKAN
İstekli olma.
TEVEKÂN
Sormamak.
TEVEKKELNA
Tevekkül ettik (meâlinde fiil).
TEVEKKELTÜ ALALLAH
Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir).
TEVEKKUH
şiddetli ve haşin olmak.
TEVEKKÜ'
Dayanmak.
TEVEKKÜL
İşi başkasına ısmarlamak. * Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini Allah'dan istemek. Kadere razı olmak. Hakka güvenmek. * Yeis ve kederden uzak olmak. * Âcizlik göstermek.(İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı, bütün bütün reddetmek değildir; belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı, yalnız Cenab-ı Hak'tan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et." O dedi: "Yok, ben bırakmıyacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim." Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremiyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor" denildikten sonra o biçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh!... Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi.İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyyeden ve tazyikat-ı dünyeviyye hapsinden kurtulasın... S.)
TEVEKKÜL-İ İMANÎ
İman edenlere yakışır tevekkül. İman kuvvetinin ve hakikatının neticesi olan tevekkül.
TEVEKKÜN
Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek.
TEVELLA
(Tevelli) Birisini dost edinme. * Bir işi üzerine alma. * Dönme, yönelme, i'raz etme. * Ehl-i Beyt'e tam sevgi. * Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.
TEVELLU'
Sevme. Alâka ve aşk peydâ etme.
TEVELLÜC
Dühul etmek, dâhil olmak, girmek. * Vahşi canavarların yatağı.
TEVELLÜD
Doğma. Doğum.
TEVELLÜDAT
(Tevellüd. C.) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar.
TEVELLÜH
(C.: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme. * Hayran etme. * Kadını çocuğunden ayırma.
TEVELVÜL
(C.: Tevelvülât) (Velvele. den) Gürültü patırdı etme.
TEV'EM
İkiz. Çift doğan çocuklar. * Mc: Benzer, eş, mümasil.
TEV'EME
İki kız.
TEV'EMÎ
İkizlik.
TEVENNUK
Dikkatle bakmak.
TEVERRİ
Gizlenmek. * Belirsiz etmek.
TEVERRU'
Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak.
TEVERRUK
(C.: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma.
TEVERRUT
Zor bir işe rastlama. Vartaya düşme.
TEVERRÜD
Vâridolma, gelme. * Gül gibi kızarma.
TEVERRÜK
Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak.
TEVERRÜS
(Veraset. den) Mirasçı olma. Vâris olma.
TEVESSU'
(Bak: Tevessü')
TEVESSUH
(Vesah. dan) Paslanma, kirlenme.
TEVESSUK
(Vüsuk. dan) İnanıp güvenerek ve itimad ederek dayanma.
TEVESSUL
(Bak: Tevassul)
TEVESSÜ'
(C.: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma. * Zahmetsiz herkese yer bulunma.
TEVESSÜÂT
(Tevessü'. C.) Genişlemeler.
TEVESSÜB
(Vesb. den) Atlama, sıçrama.
TEVESSÜD
Dayanma, istinad. * Yastığa dayanma.
TEVESSÜEN
Genişleme suretiyle. Tevessü ederek.
TEVESSÜL
Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. * Sarılmak. * Baş vurmak. * İnanmak. * Sebeb tutmak. * Hırsızlık.
TEVESSÜLEN
Başvurarak, girişerek. Sebep tutarak.
TEVESSÜM
Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak.
TEVEŞŞİ
Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak.
TEVEŞŞUH
(C.: Teveşşuhât) Süslenme, takıp takıştırma. * Kadın gerdanlığını takma.
TEVETTÜR
Gerginleşme, gerilme.
TEVETTÜR-Ü A'SAB
Sinirlerin gerilmesi, sinirlenme. (Bak: Tevtir)
TEVETTÜR-Ü HABL
İpin gerilmesi.
TEVE'UR
Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması. * Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak. * Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması.
TEVEYYÜL
(C.: Teveyyülât) Vâveylâ etme. Çığlık koparma.
TEVEZZUG
Hareket etmek.
TEVEZZÜ'
Yer tutma. * Dağılma. Bölünme, taksim olunma.
TEVEZZÜF
Sallanmak. * Evmek, acele etmek.
TEVEZZÜF
Kabuğunu soymak.
TEVEZZÜL
Kesilmek.
TEVFİK
Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
TEVFİKAN
Uygun olarak. Uyarak.
TEVFİK-İ HAREKET
Bir şeyin olmasına ve bir nizamın icablarına uygun düşen hareket.
TEVFİK-İ İLÂHÎ
Cenab-ı Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi.(Ey evliyâ-i umur! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlikle cevab-ı red alacaksınız. H.)
TEVFİR
Artırma, çoğaltma. * Bir kimsenin hakkını tam olarak verme.
TEVFİYE
Tamam vermek.
TEVFİZ
Evdirmek, acele ettirmek.
TEVGİR
(Mübalağa ile) Sıcaklatmak.
TEVHİD
Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. * Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.İnsanlar, Allah'ın birliğine inananlar ve birliğine inanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Allah'a inanmayanlar sözü, aslında Allah'ın birliğine ve sıfatlarına inanmayanlar sözünün kısaltılmış şeklidir. Çünkü insanı ve kâinatı kim yaratmıştır? Sorusuna inananlar da inanmıyanlar da cevap vermektedir. İnanmayanların verdikleri cevaplardan "kendi kendine olmuştur" sözü hem mantıksızlık, hem de varlığı bir ilâh gibi tasavvur ettiklerinden kâinatta mevcut varlıklar kadar ilâh edinmiş olurlar. "Muhtelif sebepler ve şartların bir araya gelmesiyle yaratılmıştır" diyenler, sebepleri ilâh olarak kabul etmiş ve kendisine kâinattaki sebeplerin sayısı kadar ilâhlar edinmiş olur. "Tabiat yaratmıştır" diyenlere gelince: Tabiattaki varlıklar atomlardan meydana geldiğinden hem atomu bir ilâh yerine koymuş olur ve atomlar sayısınca ilâh edinmiş olur. Demek ki Allah'ın birliğine inanmayan inkârcılar, kendi düşüncelerinin ürünü olan ilâhlara tapan putperestlerden başka birşey değildir.(Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi, bütün enbiyâ ve asfiyâ ve evliyâ en büyük zevklerini ve saadetlerini kelime-i tevhid olan Lâ ilahe illallah'da buluyorlar. L.)(Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur: Birisi âmiyâne tevhiddir ki, -Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür - der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakiki tevhiddir ki, -Allah birdir, mülk onundur, vücud onundur. Her şey Onundur der. Lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sâyede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. M.N.)(Tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki İlm-i Mantık'ta, tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mâni olmaz. Ş.)
TEVHİD SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır. (Bak: İhlâs Suresi)
TEVHİDEN
Birleştirerek, tevhid olarak.
TEVHİD-İ KIBLE
Sadece bir yere müteveccih olmak. Bir kıbleden başka kıble kabul etmemek. * Mc: Sadece bir üstad kabul etmek.
TEVHİD-İ ŞUHUD
Her nereye bakılırsa Allah'ın birliğini anlamak, hissetmek. * Görüş birliği.
TEVHİF
Sopa ile vurmak.
TEVHİM
Bir nesneye gönül vermek. * Hâmile olmak ricâsını etmek.
TEVHİM
(C.: Tevhimât) (Vehm. den) Vehme düşürme. Vehimlendirme.
TEVHİN
(Vehn. den) Zayıf kılmak, zâfiyete duçâr eylemek veya edilmek. * Zayıfa nisbet etmek veya edilmek.
TEVHİŞ
Ürkütme, kaçırma, korkutma.
TEVHİŞÂT
(Tevhiş. C.) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler.
TEVHİYE
Acele etmek.
TE'VİB
Tesbih etmek. * Sabahtan akşama kadar seyretmek.
TE'VİD
Eğriltme.
TEV'İD
(C.: Tev'idât) Sözle korkutma.
TE'VİL
(Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset mânasına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mâna zâhir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mâna ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka "rüya tâbir etmek" mânasına gelir ve "hoş kokulu bir nebat" adıdır. (Kamus Tercemesi)
TE'VİLÂT
(Te'vil. C.) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler.
TE'VİM
Tâzim etmek, hürmet etmek.
TE'VİYE
Haz duyup "oh" demek.
TEVKÂF
(Ev) damlamak.
TEVKIYE
Çok sakınmak.
TEVKİ'
Alâmet, işaret, belirti, nişan. * Sultan. * Kılıca nakış yapmak.
TEVKİD
Sağlamlaştırma.
TEVKİD
Ateş tutuşturma.
TEVKİF
Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme. * Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak. * Bir kimsenin koluna bilezik takmak.
TEVKİFHÂNE
Hapishane.
TEVKİL
Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.
TEVKİM
Zelil etmek. * Katletmek, öldürmek. * Hıfzetmek, korumak.
TEVKİR
Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek.
TEVKİR
Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
TEVKİS
Küçük odun parçalarını ateşe atmak.
TEVKİŞ
Tahrik etmek.
TEVKİT
Hurmanın kararmaya başlaması.
TEVKİT
Vakit tayin etmek. Vakitlendirmek.
TEVLA'
Eğrilik.
TEVLE
Sihir, efsun.
TEVLİ'
Bir nesneye beyaz noktalar yapmak.
TEVLİD
Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek.
TEVLİDÂT
(Tevlid. C.) Meydana getirmeler, sebep olmalar. * Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.
TEVLİH
Şaşırtma. Sersemleştirme.
TEVLİYET
Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik. * Yüz çevirme, yüz döndürme. * Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme.
TEVR
(C.: Etvâr) Ağzı büyük gönden olan bardak. * Su bardağı. Abdest ibriği.
TEVRAT
Hz. Musâ Aleyhisselâm'a nâzil olan kitab-ı mukaddesin nâm-ı celili. (Hakiki Tevrat, Kur'an-ı Kerim ile barışıktır. Şimdiki ise, çok yerleri değiştirilmiş, tahrif edilmiştir. Bu kitabın aslından az bir şey kalmıştır. Aklı başında ve İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim'i tetkik eden Yahudiler de hidayeti seçmişler ve müslüman olmuşlardır.)
TEVREB (TEVÂRİB)
Toprak.
TEVRİB
Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası.
TEVRİD
Gülgün etmek. * Ağacın çiçek vermesi.
TEVRİH
Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek.
TEVRİK
Ağacın yapraklanması.
TEVRİK
Davarın üstüne oturmak.
TEVRİM
Gazaba getirme, öfkelendirme. * Verem etme, verem edilme. * Bedenin azâsını şişirip kabartmak.
TEVRİS
Zaferana benzer bir ot.
TEVRİS
Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak. * Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek. (L.R.)
TEVRİŞ
Kandırmak.
TEVRİT
Tehlikeye düşürme, vartaya düşürme.
TEVRİYE
Örtüp gizlemek. * Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek. * Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek.
TEVSEN
f. Azgın, başı sert at. * Mc: Dikbaşlı adam.
TEVSİ'
Genişletme. Bollaştırma.
TEVSİB
Sıçratmak. * Yastık dikmek.
TEVSİD
Yastığa dayandırma. * Dayatma, dayandırma.
TEVSİH
(Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme. * Paslandırma.
TEVSİK
Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak. * Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek.
TEVSİM
Hacıların hac zamanı toplanmaları. * Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma. * İsimlendirme, ad verme.
TEVSİR
Yumuşak etmek, yumuşatmak.
TEVSİT
Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme.
TEVŞİ'
Süsleme.
TEVŞİH
(Vişah. dan) (C.: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme. * Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma. * Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak. * Ist: Bir eseri, büyük bir adamın adıyla süsleme. Eski ilim adamları, bazı kimselerin adına kitap yazarlar, kitabın baş tarafında onların adını zikrederler, bunu yapmakla da eseri süslemiş olurlardı. * Boyun bağı. * Urgan ve sicim asmak.
TEVŞİM
(C.: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma.
TEVŞİYE
Koğuculukta mübâlağa etmek. Dedikoduculukta mübâlağa yapmak.
TEVTİD
Kazık kakma.
TEVTİNE
Yumuşak etmek, yumuşatmak.
TEVTİR
Yay gibi germek. Yaya kiriş germe.
TEVV
Tek.
TEVVAB
(Tevbe. den) Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden Allah (C.C.). * Çok tevbe eden.
TEVZİ'
Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.
TEVZİÂT
(Tevzi'. C.) Tevziler, dağıtmalar. * Herkese payını vermeler.
TEVZİG
Depretmek, hareket ettirmek.
TEVZİN
Tartmak. Ölçülü hâle koymak. * Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.*
TEY'
Kusmak. * Yere akmak.
TEYAKKUN
İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek. * Tam yakınlık hâsıl etmek.
TEYAKKUZ
Uyanık olma. * Uykudan kalkma. * Göz açıklığı.
TEYAMÜN
Her nesneyi sağından tutmak ve sağından başlamak.
TEYASÜR
Bir nesneyi solundan tutmak.
TEYBİS
Kurutma, kurulama.
TE'YE
Eğlenmek, durmak, oyalanmak.
TEYEBBÜS
(C.: Teyebbüsât) Kuruma, kuru olma.
TEYEFFU'
Yüce olmak, yükselmek.
TEYEFFÜN
Çok yaşamak.
TEYEKKUNÂT
(Teyekkun. C.) Tam olarak ve iyice bilmeler.
TEYEMMÜM
Kasd. * Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle yapılan bir ameliyedir.
TEYEMMÜN
Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak. * Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak. * "Ben Yemenliyim" demek.
TEYEMMÜNEN
Uğur sayarak. Teyemmün ederek.
TEYESSÜR
Kolaylıkla husule gelme. * Muvaffakiyet ve başarı ile bitme.
TEYETTÜM
Kulluk etmek. * Aşkın insanı hor ve zelil etmesi.
TEYETTÜN
İncir yemek.
TEYH
(Teyhâ) Şaşkınlık. * Hayran olmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
TEYHA'
Issız yer.
TEYHÜR
Yar gibi çöküp yığılmış kumluk.
TE'YİD
(C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. * Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.
TE'YİS
(Ye's. den) Me'yus etme, ye'se düşürme. Umutsuzlaştırma.
TEYKAN
Çok sıçrayan kişi. Çok sıçrayan kimse.
TEYKİN
(C.: Teykinât) Tam olarak ve iyice bildirme.
TEYMA'
Sahra, çöl, yaban.
TEYMİM
Teyemmüm ettirme.
TEYS
(C.: Tüyüs-Tiyese-Etyâs) Erkek keçi, teke.
TEYSİR
(Yüsr. den) Kolaylaştırma. Kolaylaştırılma.
TEYYAR
Hazırlanmış. * Dalga.
TEYYAS
Teke besleyen ve teke tutan kişi.
TE'Z
Yara. * Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek.
TEZABÜH
Bir karış miktarı yeri yarmak. * Birbirini boğazlamak.
TEZACÜR
Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme.
TEZAD
İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik. * Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
TEZADD-I TÂBİ'
Sonradan gelenin, tâbi olanın zıt olması. Tâbi olanın zıt oluşu.
TEZA'FUR
Elbiseye ve gövdesine za'ferân sürmek.
TEZAFÜR
Birbirine yardımcı olma. * Bir yere toplanma.
TEZAGGUM
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak.
TEZAHHUL
Irak olmak, uzaklaşmak.
TEZAHHÜR
Arkalanmak.
TEZAHÜF
Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması.
TEZAHÜM
Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek.
TEZAHÜR
Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.
TEZAHÜRÂT
(Tezahür. C.) Görünüşler. Gösterişler. Gösteriş için toplanmak.
TEZAHZUH
Uzak olmak.
TEZAKİR
(Tezkire. C.) Tezkereler.
TEZAKKUF
Bir şeyi sür'atle alıp yemek.
TEZAKKUM
Lokma lokma etmek. * Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama "zekkum" derler.)
TEZAKÜR
Birbirini zikretmek.
TEZALLÜM
Birisinin zulmünden şikâyet etme. (Bak: Tazallüm)
TEZALÜM
Zulm edişmek.
TEZAMÜR
Birbirini kandırmak.
TEZARÜF
Zarif olmak isteme.
TEZAUF
(Zı'f. dan) Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak.
TEZA'UM
Yalan olmak.
TEZAVÜL
Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme.
TEZAVÜR
(C.: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme. * Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek. * Eğilip meyletme.
TEZAYUG
Meyledişmek, haktan dönmek.
TEZAYUK
Sıkışma.
TEZAYÜD
(Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma. * Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma.
TEZAYÜDÂT
(Tezayüd. C.) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar.
TEZAYÜL
Ayrılmak.
TEZA'ZU'
Mâni olma, önleme, engel olma.
TEZBİB
Bir şeyin içine kuru üzüm koyma. * Yaş meyveyi kurutma.
TEZBİH
Çok boğazlatmak.
TEZBİL
(Toprağı) gübreleme.
TEZBİR
(C.: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma. * Bez kenarına saçak yapmak.
TEZCİYE
Az nesne.
TEZEBBU'
Kişinin hulku yaramaz olmak, kötü huylu olmak.
TEZEBBÜD
Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama.
TEZEBZÜB
Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık.
TEZECCÜC
(Kaş) İnce olmak.
TEZEHHUK
Bâtıl olmak. * Helâk olmak, mahvolmak.
TEZEHHUR
Denizin köpürüp taşması.
TEZEHHÜD
Kendini dindar göstermek. Sun'i surette dindar olmak. * Dünyevî ve nefsanî şeylerden elini çekmek, ibadet etmek.
TEZEHHÜR
(C.: Tezehhürat) Çiçeklenme. * Yıldıramak, parlamak.
TEZEKKİ
Mânevi temizlenme. Ahlâken yükselme. * Zekât verme.
TEZEKKÜR
Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. * Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek.
TEZEKKÜRÂT
(Tezekkür. C.) Tezekkürler.
TEZELLUK
Dayanmak.
TEZELLUK
Kayma, sürçme.
TEZELLÜL
Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak.
TEZELLÜLÂT
(Tezellül. C.) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar.
TEZELZÜL
Sarsıntı. * Sarsılma, deprenme.
TEZELZÜLÎ
Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden.
TEZEMMÜL
Bürünmek. Sarılmak. Örtünmek. (Bak: Müzzemmil)
TEZEMMÜM
Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak. * Ahd ü eman etmek. * Arlanmak. Utanıp çekinmek.
TEZEMMÜN
Sür'atle gitmek.
TEZEMMÜR
Savaşmak.
TEZEMRÜM
Çağrışmak.
TEZENBÜR
Kibirlenme.
TEZENDUK
Zındıklaşma. Hak yolundan dönme. Kâfir olmak.
TEZENNÜB
Kuyruk sallandırmak.
TEZENNÜR
Zünnar kuşanmak.
TEZERRİ
Üstüne binmek.
TEZERRU'
Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak. * Yemeği çok yemek. * Çok konuşmak.
TEZERRUK
Ayrılmak, dağılmak.
TEZEVVUK
(C.: Tezevvukat) (Zevk. den) Tad alma, zevk alma. Tatma.
TEZEVVÜC
(C.: Tezevvücât) (Zevc. den) Evlenme, kadın eş alma, zevce edinme.
TEZEVVÜCÂT
(Tezevvüc. C.) Evlenmeler, zevce edinmeler.
TEZEVVÜD
Azıklanma. Yanına yiyecek alma.
TEZEYYUG
Haktan ayrılmak. * Kadının süslenip dışarı çıkması.
TEZEYYÜB
Ağzının köpüğü kenarına yığılmak. * Yaş üzümün kuruması.
TEZEYYÜD
Ziyadeleşme, çoğalma, artma. * Tekellüfle sözü uzatma.
TEZEYYÜN
Süslenme. Bezenme.
TEZEYYÜNÂT
(Tezeyyün. C.) Süslenmeler, ziynetlenmeler.
TEZEYYÜN-ÜL EZHÂR
Çiçeklerin tezeyyünü, ziynetlenmeleri.
TEZE'ZÜ'
Kendini hor göstermek.
TEZFİF
Hazırlamak. * Katli sür'atlendirmek.
TEZFİT
Ziftleme, zift sürme.
TEZGÂH
f. Dokuma âleti. * Ticaret masası. İş yeri.
TEZHİB
(Zeheb. den) (C.: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı. * Süsleme. * Altın sürme. * Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma.
TE'ZİN
Ezan okutma. * Bağırıp ilân etme.
TE'ZİYE
Eziyet etme, cefa çektirme.
TEZKÂR
(Tizkâr) Zikretme, hatırlatma, anma, yâdolunma.
TEZKERE
(Tezkire) Pusula. * Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika. * Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. Biyografi.
TEZKİK
Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek.
TEZKİN
Teşbih etmek, benzetmek.
TEZKİR
Hatırlatma. * Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk'ın emirlerini hatırlatma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme. * Gr: Bir kelimeyi müzekker kılmak.
TEZKİRE
(Bak: Tezkere)
TEZKİR-İ MÜSELLEMÂT
Müsellematı, hakikat olduğu aşikâr bilinen şeyleri, hususları hatırlatmak, tekrar etmek.(Talim-i nazariyattan ziyade tezkir-i müsellemâta ihtiyaç var. S.)
TEZKİT
Doldurmak.
TEZKİYE
Doğruluğuna şehadet etmek. * Zekât vermek. * Zekât almak. * Pak ve temiz etmek. * Övmek, medhetmek. * Birisinin durumu hakkında soruşturmak.
TEZKİYE
Tamam etmek. * Boğazlamak. * İhtiyarlamak. * Ref'etmek. (Lügatta zebhetmek, yani boğazlamak mânasınadır. Bu maddenin aslı, lügatta bir tamamlanmak mânasıyla beyan olunuyor. Nitekim ateşin parlamasına "zeku-zekâ-zekâ'" denilir ki, tamam iştial etmektir. Kezâlik fehme "zekâ" denilir ki, tamam-ı fehim demektir. Sonra sinnin "yaşın" kemâline zekâ denilir ki, şebabın nihayetine gelip tamam olması demektir. İşte hayvanı boğazlamak da kanını akıtarak ve hararet-i gariziyesini teskin ederek olduğundan zekâ ve zekât tesmiye olunmuştur. İşte kelimenin lügat mânası ve esası budur.) (E.T.)
TEZKİYE-İ NEFS
Nefsini temiz bilmek. Kusuru üzerine almamak. Nefsini kusursuz addetmek. * Nefsi kötü şeylerden temizlemek, hayra yöneltmek.
TEZLİK
Keskin yapmak. * Dayandırmak.
TEZLİK
(C.: Tezlikât) Sürçtürme, kaydırma. * Başın saçını yolmak.
TEZLİL
Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma.
TEZLİM
Beraber etmek. * Yumuşatmak. * Değirmen döndürmek.
TEZMİL
Gizlemek. Bir şeyi elbiseye sarmak. Esvaba sarınıp bürünmek. * Örtü.
TEZMİM
Zemmetmek.
TEZMİM
Yular takma.
TEZNİB
Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak.
TEZNİBÂT
(Teznib. C.) İlâveler, eklemeler. Ekler.
TEZNİD
Çakmakla ateş yakma. * Başını devamlı önüne eğdirmek.
TEZNİE
Darılmak.
TEZNİM
Nişan ettirmek, işaretlendirmek.
TEZNİYE
Zinaya mensup etmek.
TEZNUB
Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı. * Tülbendin aşağı sarkan tarafı.
TEZRİ'
Öksürme. * Genirmek.
TEZRİB
Keskinletmek.
TEZRİCE
(C.: Tüzrüc-Tezâric) Sülün kuşu.
TEZRİF
Çoğaltmak.
TEZRİYE
Savurmak. * Koyunun yününü kırkıp arkasında bir miktarını bırakmak. * Zelil etmek, kepâze yapmak.
TEZVİ'
Korkutmak.
TEZVİB
(C.: Tezvibât) Eritme, eritilme.
TEZVİC
Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek.
TEZVİD
Sürmek. * Reddetmek.
TEZVİD
Yol azığı hazırlama.
TEZVİK
Süslemek, tezyin etmek.
TEZVİK
(Zevk. den) Tattırma, zevk aldırma.
TEZVİR
Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. * Şahidin şehadetini iptal etme. * Kendini ziyaret edene ikram etme.
TEZVİREN
Tezvir yoluyla.
TEZYİD
Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma.
TEZYİDÂT
(Tezyid. C.) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler.
TEZYİD-İ GAYRET
Gayreti artırma.
TEZYİF
Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak. * Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek. * Tahkir etmek.
TEZYİL
Ayırmak.
TEZYİL
Eklemek. Uzatmak. Altına ilâve etmek. Zeyl yapmak.
TEZYİN
Süslemek. Bezemek. Donatmak.
TEZYİNÂT
Süsler. Ziynetler.
TEZYİNÂT-I LAFZİYYE
(Muhassınat-ı lafziyye de denir. İlm-i Bediin iki bölümünden ikinci bölümüdür. ) Kelâmın lafzında olan ve göze hitab eden edebî san'atlar. Cinas, seci' gibi.
TI
Arabçada "" harfi. (Tâ) da denir.
TIB
(Bak: Tıbb)
TIB'
(C.: Atbâ) Nehir.
TIB'
Gölge.
TIBA'
Tabiat. Yaradılış. * Tabiatlar. Yaradılışlar.
TIBAA(T)
Kitap ve saire basma işi. * Kılıç yapma san'atı.
TIBAK
Uyma, uygunluk. * Tabakalar. Katlar. * Birbirine uygun olan şey. * Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak.
TIBALE
Deve boynuna asılan büyük çan. * Davulculuk.
TIBB
Tabiblik, doktorluk. * Her şeyi gereği gibi bilmek. * Rıfk. Suhulet. * İrade. * Hastayı ilâçlarla tedaviye çalışmak. * Şan. * Şehvet.( $Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbaniye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Adem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür. " Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor ki: "Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, mânevi dertlerin dermanı; biri de, maddi dertlerin ilâcı. İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, O'nun nefesiyle ve ilâciyle şifa buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun." İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor. S.)
TIBBE
(C.: Tıbeb) Bir parça uzun bez.
TIBBEN
Tıp cihetiyle. Doktorlukça.
TIBBÎ
Hekimliğe ait. Doktorlukla alâkalı. * Hekimce.
TIBBİYE
Tıp mektebi. Tıp fakültesi.
TIBK
Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi.
TIBL (TABL)
(C.: Tubul-Atbal) Davul.
TIBS
Kurt, zi'b.
TIFL
Küçük çocuk. * Her şeyin cüz ve parçası. * Batmaya yakın güneş. * Kıvılcım.
TIFLÂNE
f. Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette.
TIFL-I NEV-RESİDE
f. Yeni yetişmiş çocuk.
TIFL-I NEV-ZÂD
Yeni doğmuş çocuk.
TIFLİYYET
Çocukluk. Çocuk hâli.
TIGA
Yüksek sesle gülme.
TIHAL
Dalak.
TIHANE
At değirmeni.
TIHL
Hiddetli adam. * Dalağı büyük adam.
TIHMAR
Doldurmak.
TIHN
Un.
TIHS
Asıl. * Göz karanlığı.
TIKDE
Asmacık adı verilen ufacık taneler.
TIKNAZ
Kısa boylu ve şişman, toplu.
TIKNEFES
Zor nefes alan. Rahat nefes alamayan.
TIKSAR
Halka biçiminde taç. * Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ.
TIKTIKA
(Bak: Taktaka)
TILA
(C.: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak. * Mahpus kimse. * Diş sarılığı.
TILA'
Üzerinde güneş doğan yer.
TILA'
Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç. * Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız. * Cilâ verecek boya. * Diş sarılığı. * Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden şarap.
TILAB
Talep etmek, istemek.
TILBE
Talep olunmuş, istenmiş, matlub.
TILH (TALİH)
(C.: Tılâh-Talâyıh) Zayıf. * Yorulmuş. * Geç gelmek.
TILHAM
Fil.
TILK
Helâl nesne. * Bükülmüş ip.
TILMESA
Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer. * Çok karanlık gece.
TILS
(C.: Atlâs) Sahife. * Mahvolmuş nesne. * Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi. * Elbisenin eskimesi.
TILSIM
Herkesin bilip çözemediği gizli şey. * Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey. * Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey.
TILSIM-I KÂİNAT
Kâinatın tılsımı, kâinattaki anlaşılması zor olup herkesin yalnız kendi akliyle bilemeyeceği gizli ve ince hakikatlar.
TILSIM-I MUĞLAK
Anlaşılması zor, kapalı gizli şey. * Açılması müşkül olan tılsım, kapalı ve gizli haber.
TILSIM-I MÜŞKİLKÜŞÂ
Açılması ve anlaşılması zor olan İlâhî gizli mânaları, hakikatları açan tılsım.
TILV
Kurt, zi'b.
TIM
Deniz. * Deve kuşunun erkeği. * Çok mal.
TIMAH
(Tumah - Matmuh) Bir şeye göz dikerek bakmak. Haris olmak. Hırsla onu istemek.
TIMIRR
Ürkek at. * Sıçramaya ve seğirtmeye hazırlanmış at. * Seri, çabuk.
TIML
Hırsız.
TIMLE
Zayıf kadın.
TIMR
(C.: Etmâr) Eski kaftan. * şakrak kuşu.
TIMRES
(Tımrus) Yalancı, kezzab. * Leim, alçak kimse.
TIMTIM
Kalın etli, cüsseli adam. * Dilinde pelteklik olan, kekeme.
TINAB
(C.: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi.
TINBAR
(Tunbur) Tanbur adı verilen çalgı âleti.
TINİN
(Bak: Tanin)
TINNET
Çınlama.
TIP
(Bak: Tıbb)
TIRAD
Kısa mızrak.
TIRAF
Gönden veya sahtiyandan yapılan ev. * Cild.
TIRAK
Gitmek.
TIRAZ
f. " Süsleyen, donatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz $ : Çiçek süsleyen.
TIRAZ
Elbiselere nakışla yapılan süs. * Sırma ve ipekle işleme. * Zinet, süs. * Üslup, tarz, tutulan yol. * Döviz.
TIRAZENDE
f. Süsleyen, donatan, süsleyici.
TIRBAL
(C.: Tarâbil) Büyük taş.
TIRF
Atın iyisi.
TIRK
Kuvvet. * Besililik, semizlik.
TIRM
Yağ.
TIRMESA
Karanlık, zulmet.
TIRRAK
Tiryak, ilâç. * Afyon.
TIRRİH
Tuzlu balık, sardalya.
TIRS
(C.: Etrâs) Kâğıt, sahife.
TISYAR
Arslan. * Sivri sinek.
TIŞE
Ufak çocuk.
TIVAL
Uzun olanlar.
TIVAL-I MUFASSAL
Kur'an-ı Kerim'de 49'uncudan 85'inciye kadar olan sureler.
TIYBE
Helâl. * Güzel, temiz.
TIYERE
şom ve yaramaz görmek.
TIYN
Çamur. Balçık.
TIYNET
Huy. Yaradılış.
TIYRE
Darılma, gücenme. * Darılan, gücenen.
TIYSAR
Sivrisinek. * Arslan.
TIYYE
Niyet, kast.
TÎ'
Kırk baş koyun.
TÎB
(C.: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey.
TİBA'
Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak.
TİBN (TEBN)
Kuru ekin sapı. Saman. * Yirmi kişiyi doyuran büyük kap.
TİBNÎ
Saman renkli.
TİBR
Altın parçası. Altın ve gümüş tozu.
TİBRAK
Bıçak.
TİBYAN
Açık ifade ile beyan etme. Açıklama. * Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı.
TÎC
(Tâc. C.) Taçlar.
TÎCAN
(Tâc. C.) Taçlar.
TİCANÎ
Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır.
TİCARET
Alım-Satım.
TİCARETGÂH
f. Ticaret yapılan yer, ticaret yeri.
TİCARETHÂNE
f. Ticaret yeri. Ticaret edilen yer.
TİCARÎ
(Ticariyye) Ticaretle ilgili, ticarete ait.
TİCFAF
(C.: Tecâfif) Zırh.
TİCVAL
Memleket seyredip dolaşmak, gezmek.
TİFFAN
Her nesnenin vakti.
TÎG
f. Kılıç, seyf.
TÎGBEND
f. Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan.
TÎGDÂR
f. Kılıç taşıyan, kılıçlı.
TÎG-İ BÜRRAN
Keskin kılıç.
TÎG-İ GUŞTİN
Etten kılıç. * Mc: Dil.
TÎGZEBAN
f. Dili kılıç gibi olan. Tesirli söz söyleyen.
TÎGZEN
f. Güzel kılıç kullanan.
TİH
Gülen kimsenin gülerken çıkardığı ses.
TÎH
(C.: Etyâh) Çöl. Susuz sahra. Sina yarımadasındaki çöl. (Musâ (A.S.) Mısır'dan çıktıktan sonra, kavmiyle beraber kırk sene bu çölde dolaşmıştır.)
TİL'
Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse.
TİL'ABE
Oynaşmak.
TİLAD
Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler. * Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey.
TİLAL
(Tell. C.) Kümeler, yığınlar. Tepeler.
TİLAMİZ(E)
(Bak: Telâmiz)
TİLAVET
Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek.
TİLAVET-İ KUR'ÂN
Kur'an-ı Kerim'i usulüne göre okumak, mânâsını tefekkür etmek.
TİLHAH
Devamlı olarak bir yerde durmak.
TİLKA'
Taraf, yön, cihet. * Hiza. * Mülâkat. Görüşmek ve buluşmak.
TİLKA-İ NEFİS
Nefis tarafından. Nefis cihetinden.
TİLLE
f. İşlenmemiş altın.
TİLLE
Basamak. * Sıradağ.
TİLMİZ
Çırak. Talebe. Kalfa.
TİLMİZÂNE
f. Talebe gibi. Tilmize yakışır surette.
TİLMİZİYET
Talebelik, tilmizlik, öğrencilik.
TİLTAL
Hareket ettirmek.
TİLTİLE
Sabırsız olmak. * İşi güç olmak. * Hurma çöpünden yapılan bardak.
TİLV
Tâbi.
TİMAR
f. Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. * Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Bak: Zeâmet)
TİMAR-HÂNE
f. Akıl hastahanesi, tımarhâne.
TİMLAK
Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek. * Tereddüt etmek, karar verememek.
TİMRAD
(C.: Temârid). Güvercin yuvası.
TİMSAL
Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.(Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesâire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânilerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü o timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu, ziyasiyle şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) kendisine okunan bütün salâvat-ı şerifeye bir anda vâkıf olur. M.N.)
TİMŞEK
İç mest üstüne vurulan parça, yapılan yama.
TİMTAM
Dilini "te" harfine alıştırmış olan kimse.
TÎN
İncir.
TÎN
(C.: Etyân) Balçık. * Mektup gibi şeyleri mühürlemek.
TÎN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir.
TİNAE
Mukimlik, ikamet etmeklik. Ayakta durmak.
TİNAVE
Müzakereyi terketmek. Görüşmeyi bırakmak.
TİNBAL
Kısa, bodur kimse.
TÎNE
(Tıynet) Balçık. * Hilkat, yaratılış.
TİNNÎN
Büyük yılan, ejder, ejderha. * Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık. * Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.
TİNNÎNEYN
İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri.(Derecât-ı şemsiye medarı olan "mıntıkat-ül büruc" tabir ettikleri daire-yi azime, menazil-i Kameriyenin medarı bulunan mâil-i Kamer dairesi, birbiri üstüne geçmekle o iki daire, her birisi iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise Felekiyyun uleması lâtif bir teşbih ile büyük iki yılan nâmı olan tinnîneyn namını vermişler. L.)
TİNNÎN-İ FELEK
Saman yolu, hacılar yolu. Gökteki husuf ve küsuf mevkileri olan iki düğüm.
TİNNÜ
Beraberlik, eşitlik.
TİP
t. Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal.
TİPİK
t. Nümune, örnek olarak. Benzer.
TİR
f. Ok.
TİR'ABE
Deve hörgücü.
TİR'ABE
Deve hörgücünün bir miktarı.
TİRAMOLA
İtl. Halat çekme.
TİRASE
(Türs. C.) Ask: Kalkanlar.
TİRAŞ
f. Tıraş. * Üst taraftan yontarak düzelten. * Üst taraftan düz olarak yontma.
TİRAŞİDE
f. Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. * Yontulmuş, düzleştirilmiş.
TİRB
(C.: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan. * Yaşta diğerine eşit olan nesne. * Lezzet.
TİRBAN
(Türâb. C.) Topraklar.
TİRDAN
f. Ok mahfazası, sadak.
TİRE
f. Karanlık. Bulanık.
TİREDİL
f. Fena kalbli, kalbi kara.
TİREGÎ
f. Karalık. Bulanıklık.
TİREGUN
f. Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık.
TİRENDAZ
f. Ok atan, okçu.
TİRERE'Y
(Tire-re'y) f. Tedbirsiz.
TİREŞEB
f. Karanlık gece.
TİRHAL
Yola çıkma, göç etme.
TİRKEŞ
f. Okluk, ok kabı, sadak.
TİRMİZÎ
(Bak: Kütüb-ü Sitte)
TİRYAK
Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç.
TİRYAKİ
Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş. * Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan. * Mc: Huysuz, aksi, titiz.
TİS'A
Dokuz. 9.
TİS'A MİE
Dokuz yüz. 900
TİSHAN
(C.: Tesâhin) Çizme.
TİS'ÛN
(Tis'în) Doksan, 90.
TÎŞ
şiddet. * Hafiflik.
TÎŞE
f. Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser.
TİŞRAB
Şarap içmek.
TİYAKA
Cimaa pek ziyade düşkün olmak. * Şehvetin galip olması.
TİYATRO
yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer. * Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.(İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafında toplar, sersem eder. Ş.) (Bak: Roman)
TİYESE
(Teys. C.) Erkek keçiler, tekeler.
TİYFAK
Helâk olmak, mahvolmak.
TİYNET
(Bak: Tıynet)
TİZ
f. Keskin. * Çabuk, tez. * Sık.
TİZ-ÂB
f. Kezzap.
TİZ-ÇEŞM
f. Gözü keskin.
TİZ-DEST
f. Çabuk iş gören, eline çabuk.
TİZÎ
f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık.
TİZNA
f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı.
TİZ-PÂ(Y)
f. Tez, süratli, ayağına çabuk.
TİZ-PER
f. Hızlı ve çabuk uçan.
TİZ-REFTÂR
(Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden.
TİZ-REV
(Bak: Tiz-reftar)
TOKAT
Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille.
TOLGA
Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır.
TONAJ
Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.
TOPUZ
t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse.
TÖHEM
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler.
TÖHMET
Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma.
TÖHMETLENDİRMEK
Suç isnad etmek.
TÖVBE
(Bak: Tevbe)
TRAJ
Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı.
TRAJEDİ
yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.
TU
f. Sen.
TU(Y)
f. Katmer, kat.
TUAM
(Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar.
TUB
Kiremit. * Tuğla.
TUBA
Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet.
TUBA LE-KE
Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana.
TUBAHA
Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük.
TUBA-İ HİLKAT
Hilkat ağacı, hilkat tubası. Kâinat, teşbih yapılarak tuba ağacına benzetilmiştir.(Tuba-i hilkatten semavat şıkkına hep kehkeşan ağsanınaBir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış pek güzel meyveleriz biz. M.)
TUBAL
Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça.
TUBALE
(C.: Tubâlât) Dişi koyun.
TUB'AN
Mühür mumu.TUBERTU : (Tu-ber-tu) Kat kat.
TUBU
Bir nevi kene.
TUBUL
(Tabl. C.) Davullar.TUDE : f. Yığın, küme.
TUDE-BE-TUDE
Yığın yığın. Küme küme.
TUF
f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada.
TUFA
Sihir, efsun.
TUFAHE (TAFÂHE)
Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen.
TUFAN
Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. (Hz. Nuh'un (A.S.) Cenab-ı Hak'tan aldığı emri kavmine tebliğ etmesi neticesinde kavminin ekserisi hürmetsizlik ve dinlememezlik yaptıklarından ve zulme başladıklarından, Cenab-ı Hakk'ın izni ile devamlı ve şiddetli yağmurla büyük su baskını oluyor ve Nuh Peygamber (A.S.) bir gemi yaparak, kendisine iman edenlerle ve her sınıf canlı mahluktan birer çift alarak su üzerine çıkıyor ve zâlimler suya gark oluyor, Peygambere itimad ile tâbi olanlar da tufandan kurtuluyor. Bu hâdisenin vukuu Kur'anda sâbittir.)
TUFANZEDE
f. Tufan görmüş. Tufana uğramış.
TUFAVE
Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile.
TUFEYLÎ
(Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
TUFF
Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir.
TUFFAH(A)
Elma.
TUFU'
Ateşin sönmesi.
TUFUH
Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme.
TUFUL
Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar.
TUFULÂNE
f. Çocukçasına.
TUFULİYYET
(Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik.
TUFYE
Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.
TUGAT
(Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar.
TUGAVE
Güneş dairesi. * Araptan bir kabile.
TUGMUS
Şeytanın ve cinnin gayet habisi.
TUGVAN (TUĞYÂN)
Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak.
TUGVE
Dağ başı. * Yüksek mekân.
TUGYAN
Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını.
TUGYE
Dağ başı. * Yüksek mekân.
TUH
Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir)
TUHAF
(Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
TUHAL
Dalak ağrısı.
TUHARE
Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.
TUHFE
Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan.
TUHFÎ
İyilik etmek.
TUHLA
Kara ile boz arasındaki renk.
TUHLÜB
(C.: Tahâlib) Soysop, sülâle.
TUHM
(C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.
TUHME
Hayvanın burnunun kara olması.
TUHME
Mide dolgunluğu. Hazımsızlık.
TUHR
Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına "Mümtedet-üt tuhur" denir).
TUHRA
Yufka bulut.
TUHRUBE
(Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası.
TUHRURE
(C.: Tahârir) Bulut parçası.
TUHTUH
Kötü ahlâk.
TUHUHA
Hamurun ekşimesi.
TUHUR
Arınıp pâk olmak, temizlenmek.
TUHUR
(C.: Tahârir) Bulut parçası.
TUHUT
Hor ve hakir kimse.
TUHVE
Yufka bulut.
TUHYAN
Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.
TUHYE
Benî Temim kabilesinden bir cemaat.
TUKA
Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah.
TUKAT
Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.
TUKUS
Yaban havucu.
TUKYE
Sakınma.
TUL
Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk.
TULA
Çok uzun. Pek uzun.
TULA
Boynun ön tarafı.
TULAN
(Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.
TULATILE
(Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet.
TULEN
Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca.
TULGA
Kusmak.
TULHA
Boz renk.
TULHE
Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne.
TULHUM
Lezzeti değişmiş olan su.
TULK
Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.
TULL
Süt.
TULLAB
(Talebe. C.) Talebeler.
TULLAB-I NUR
Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri.
TULLEB
(Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler.
TULME
(C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su.
TULU'
Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme.
TUL-U EMEL
Bitmeyen istek. * Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek. (Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misali bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o hayalî hâne ve şehir ve bahçede hercü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme! L.)
TUL-U ÖMÜR
Ömrün uzunluğu. Uzun ömür.
TULUAT
(Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar.
TULUK
(Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak.
TULYE
(C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü.
TU'M
(Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni.
TUMA'NİNE
İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma.
TUMAR
(C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.
TUME
Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati.
TU'ME
(Bak: Tu'm)
TUMEA'
(Tâmi'. C.) Tamahkârlar.
TUMRUK
Yarasa kuşu.
TUMRUS
Sıcak külde pişmiş ekmek.
TUMTUMAN
Peltek.
TUMTURAK
Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe.
TUMUH
Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.
TUMUM
Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek.
TUMUR
Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek.
TUMUS
Bir şeyin mahvolması.
TUNB
Nâhiye, cânip, taraf, yön.
TUNBURANİ
(Tunburâni) Tanbur çalan.
TUNİ
f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız.
TUNUB
(C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri.
TUR
Dağ. * Had ve mikdar.
TUR SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir.
TURA
(Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra)
TU-RA
f. Seni, sana, senin.
TURAB
Toprak, toz.
TURAME
Dişte olan kamaşma.
TURAN
Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor.
TURBUŞ
Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes.
TURFANDA
Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze.
TURFE
Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey.
TURFE
(C.: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık. * Nimet. * Güzel yemek. * Zarif, iyi nesne. * Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.
TURFE-KÂR
f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan.
TURGUL
Çil kuşuna benzer bir kuş.
TURHAN
Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa "patrik" derler.)
TURKA
Bir kere.
TURMUK
Yarasa kuşu.
TURMUS
Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek.
TURRA
(Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura.
TURS
Kuvvet.
TURSUS (TURSUN)
(C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot.
TURŞ
f. Ekşi, hâmız.
TURTUBE
Akçe.
TURTUR
Uzun boylu ince adam.
TURU'
Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak.
TUR-U SİNA
(Bak: Sina)
TURUH
Uzun.
TURUK
(Tarîk. C.) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller. * Aygırlanmak.
TURUK
Geceleyin eve gelmek.
TURUK-U HAFİYYE
Gizli tarikler, yollar, tarikatlar. Gizli zikir yapan tarikatlar.
TURUR
Düşürmek.
TURUŞ
f. Ekşi.
TUS
Tabiat. * Asıl.
TUSEN
f. Serkeş ve sert at.
TUSU'
Dokuz bölükte bir bölük.
TUŞE
f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey.
TUŞE-İ RÂH
Yol azığı, yol yiyeceği.
TUT
f. Dut.
TUTANAK
(Bak: Zabıt)
TUTİ
Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.
TUTİYA
Çinko.
TUTU
Çinko.
TU'TU
Söylerken duraklamak.
TUTUK
Örtü, perde, peçe.
TUUM
(Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler.
TUVA
Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu.
TUVAL
Uzun.
TUVAN
f. Güç, kuvvet.
TUVAR
Evin çevre yanı.
TUVEYRAT
Kuşçuklar, küçük kuşlar.
TUVEYS
Küçük tavus kuşu.
TUVMAR
(C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.
TUVT
Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun.
TUVVEL
Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.
TUYUF
(Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller.
TUYUR
Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak.
TUYUR
(Tayr. C.) Kuşlar.
TÜBBA'
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi.
TÜBBAN
Güreşçilerin donu.
TÜBBET
Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup "Misk-i Tübbetî" derler)
TÜCAH
(Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön.
TÜCCAR
(Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar.
TÜEDE
Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek.
TÜFE
Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın.
TÜFENG
f. Tüfek.
TÜFENG-ENDÂZ
f. Tüfek kullanan.
TÜFENG-HÂNE
f. Silâh deposu.
TÜFFAH
Elma.
TÜFL
Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek.
TÜHEM
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.
TÜKÂH
Tekyegâh.
TÜKLAN
Tevekkül etmek.
TÜKLE
İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse.
TÜKME
f. Düğme.
TÜKYE
Dayanmak, itimad etmek.
TÜLAVE
Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak.
TÜLÜNNE
Hâcet, ihtiyaç.
TÜLÜV
Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek.
TÜNBAN
f. Don, iç donu.
TÜNBEK
f. Darbuka. Dümbelek.
TÜND
f. Sert, şiddetli, haşin.
TÜNDBÂD
f. Sert rüzgâr, kasırga.
TÜNDÇİHRE
f. Asık suratlı.
TÜNDÎ
f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet.
TÜNDMEŞREB
f. Titiz, sert tabiatlı.
TÜNDMİZAC
f. Sert huylu.
TÜNDREFTAR
f. Çabuk giden, sert ve süratli giden.
TÜNDZEBAN
f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen.
TÜNTE
f. Eşek arısı.
TÜNU'
Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak.
TÜR'A
(C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer.
TÜR'A
(C.: Türa') Kapı. Derece. * Bağ ve bostan. * Kanal. * Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.
TÜRA'
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
TÜRAS
Miras mal.
TÜRBAN
(Türâb. C.) Topraklar.
TÜRBE
Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar.
TÜRBEDÂR
f. Türbe muhafız ve hizmetkârı.
TÜRK
Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şubeye ayrılmış olup; Türkistan'ın doğu tarafında bulunanlar; Uygur; batı tarafındakiler de: Türk ve Türkmen isimleriyle bilinirlerdi.Peygamberimizin (A.S.M.) hicretinden 350 sene sonra Tağ Han neslinden olduğu rivayet edilen Türkmen Hükümdarlarından Salur Han, İslâm dinini kabul ederek Kara Han ismini almış ve kavminin de ekserisine İslâm dinini kabul ettirmişti. O sıralarda Türk ve Türkmen kavimleri İslâm hilâfet merkezi olan Bağdat'a gidip gelmeğe başlamışlardı. Fıtrî cesaret ve kahramanlıkları hasebiyle Abbasi Halifeleri, bunları askerlik hizmetlerine almışlardı. Bu sebeple Türkler, Azerbeycan ve Erzurum taraflarına dolmuşlardı. Türkler, zamanla kumandanlık ve ümeralığa geçmişler, hükümet işlerini de ellerini almışlardı. Bu cihetle bütün İslâm memleketlerinde Türkler büyük bir nüfuz ve iktidara sahip olmuşlardı.Türkler, müslümanlığı kabul ettikten sonra lisanlarını Arap hattıyla yazmağa başlamışlardı. Şark Türkçesinde, yani Uygur lisanında hayli edebiyat vücuda gelmiş, bir takım şair ve edipler yetişmişti. İran'da kurulan Türk Devletleri Farisîyi resmî ve edebî lisan olarak kabul ettikleri halde; Anadolu'da kurulan Selçuklular devrinde resmî lisan Türkçe kabul edilmişti. Daha sonraları Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra bu lisan günden güne kesb-i Türkî etmeğe başlamış, hatta Sultan Mehmed Han, Sultan Selim ve Süleyman devirlerinde mükemmel bir Osmanlı Edebiyatı meydana gelmiş ve birçok edip ve şairler yetişmişti.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmıyan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi.) Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!... R.N.)(İşte ey Ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâdları; Altıyüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ânı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'âna ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümâtı def'ettiniz. Tâ $âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşreb münâfıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!..M.)(...Evvelâ Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, daha sonra Emeviye'nin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmeti, Arap'tan Acem'e doğru geçmiş; hadis-i şerifin de delâlet ettiği üzere Fars milleti manen ve maddeten İslâmiyete pek büyük hizmetler yapmış, sonra bunlar da aynı hale gelmiş; bu defa da Allah Türkleri göndermiş. Arapların, Farslıların, kıymetini bilemeyip zâyi' ettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan dünyanın her tarafına yaymışlar. Demek ki onlar da bu nimetin kıymetini bilmez, küfr ü küfrâna giderlerse mevkilerini, Allah'ın göndereceği diğer bir kavme terketmeğe mecbur olacaklardır. Ve kim bilir vâsi ve alim olan Allah Teâla, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir. Binaenaleyh, ey mü'minler! Dininizin kıymetini biliniz, hiç bir kavme inhisar kabul etmeyen bu vâsi' feyz-i hakkı, bu fazl-ı İlâhîyi, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz. E.T.)
TÜRKÂN
(Türk. C.) Türkler.
TÜRKCUŞ
f. Yarı pişmiş et.
TÜRKİSTAN
f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır.
TÜRKİYYAT
Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim.
TÜRKTAZ
f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu.
TÜRKÜ
(Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi.
TÜRNUK
Sel yolunda arta kalan balçık.
TÜRR
Yapı üstüne çekilen ip.
TÜRRA'
Kapıcı.
TÜRRAS
Kalkancı.
TÜRRE
(C.: Terârih) Bâtıl, herze söz.
TÜRREHAT
(Türrehe. C.) Saçma sapan sözler.
TÜRREHE
(C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.
TÜRS
(C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Ask: Kalkan.
TÜRŞÎ
Ekşilik. * Turşu.
TÜRÜAT
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
TÜRÜŞ
f. Ekşi, hâmız.
TÜRÜŞ-RU(Y)
(C.: Türüşruyan) Asık suratlı, ekşi yüzlü.
TÜS'
Dokuzda bir. (1/9)
TÜTUK
Örtü, perde. Çadır.


U Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


UBAB
Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun.
UBAR
f. Ağlama, inilti.
UBEYD
Küçük kul, kulcuk.
UBEYDE BİN CERRAH (R.A.)
Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.
UBR
Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç.
UBS
Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma.
UBSUR
Seri. Çok yürüyen deve.
UBUD
(Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar.
UBUDET
Kulluk. (Aslında zillete derler.)
UBUDİYYET
Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.(İnsanlar kendileri için değil, Allah'a ubudiyet için yaratılmışlardır.)(Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkar da eder. L.) (Bak: Rububiyet)
UBUR
Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek.
UBUS
Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse.
UBUSET
Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık.
U'BÜD
İbadet et (meâlinde emir.)
UBYE
Büyüklenmek, kibirlenmek.
UCAB
(Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.
UCACET
(C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli.
UCALE
Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa.
UCAM
Çekirdek.
UCARİM
Kuvvetli adam.
UCAVE
Tırnağa bitişik olan sinir.
UCB
(Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek. * Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli. * Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.(Arkadaş! Ye'se düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece rahat eder. Halbuki a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. M.N.)
UCBE
Acaib ve şaşılacak şey.
UCB-ÜZ ZENEB
(Bak: Acb-üz-zeneb)
UCCAB
(C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.
UCCET
Kaygana aşı.
UCD
Atın kuvvetli olması.
UCFET
Kuru üzüm çekirdeği.
UCLE
Acele ile ve çabuk yapılan iş.
UCM
Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde tutukluk olanlar.
UCME
Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik.
UCRE
(C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri. * Ayıp.
UCRUF
(C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca.
U'CUBE
Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek derecede olan isti'dad.
U'CUBE-İ HİLKAT
Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.
UÇBEYİ
Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar bu şekilde müstakil bir devlet olarak meydana gelmişlerdir. (O.T.D.S.)
UD
Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak.
UDAL
Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık.
UDAT
Düşman.
UDDET
Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.
UDHİY
Deve kuşu yumurtası.
UDHİYE
Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan.
UDHUKE
Gülünç şeyler. Komedi.
UDHUKEPERDÂZ
f. Güldürücü, komik.
UDİ
İnce taştan kapak.
UDİKA
Demir çengel.
UD'İYYE
(C.: Eda'i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç.
UDLET
(C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet.
UDLUL
Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma.
UDM
Ekmek katığı.
UDME
Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve.
UDMUS
Karanlık.
UDRE(T)
Yel inip hayası büyümek.
UDRİC
Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at.
UDTUMME
Kişinin aslı.
UDUBE
Keskinlik.
UDUL
Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil olanlar.
UDVA'
Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin uzak olması.
UDVAN
Düşmanlık, haksızlık, zulüm.
UFAFE
Memede kalan süt artığı.
UFAT
Haramdan nefsini koruyanlar.
UFAVE
Çorbanın sonu.
UFAZE
Pamuk kozası. * Yüksek yer.
UFFARE
Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet.
UFFE
Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.
UFK
Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.
UFKA
İnce deri. * Sünnet edilen deri.
UFKÎ
Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay.
UFRE
Başın ortasında olan saç.
UFUC
(C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak.
UFUL
Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek.
UFUNET
Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren manevî ağırlık.
UFURE
Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer.
UFUSA
Kekrelik.
UGEYLİME
Küçük oğlan çocukları.
UGLUTA
(C.: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
UGNİYE
Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler.
UGNİYYE
(C.: Egâni) Ahenk.
UGTUBE
Azar, tekdir.
UGVİYYE
Belâ. Zahmet. Musibet.
UHAH
Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun.
UHBUŞE
Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.
UHCİYYE
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
UHCÜVVE
Bulmaca, yanıltmaca, bilmece.
UHDE
Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. * Mes'uliyet hududu. * Ric'at ve taalluk dâiresi. * Becerme, yapma. * Mes'uliyet, sorumluluk.
UHDUD
(C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak. * Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.
UHDUSE
Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne.
UHFUK
(C.: Ehâfik) Yer yarığı.
UHKUK
Yarık, hendek.
UHNE
(C.: Ühan) Kin tutmak.
UHRA
Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra.
UHRE
Bir şeyin sonu.
UHREVÎ
Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.
UHRUN
f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan.
UHT
(C.: Ahavât) Kızkardeş.
UHTEYN
İki kızkardeş.
UHUD
(Ahd. C.) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler.
UHUD MUHAREBESİ
Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşliler mağlub olduklarından, Kureyşlilerden Bedir Gazasında akrabaları öldürülmüş olan bazı kişiler Ebu Süfyan'a giderek harp teklifinde bulunmuşlardı. Ebu Süfyan, kendi kumandası altında Kureyş müşriklerinden ve Kenane ve Tehâme'den üçbin ikiyüz kişi kadar alarak karısı Hind ve diğer bazı kadınlarla birlikte Medine'ye doğru hareket edip Uhud Dağı'na gelmişlerdi. Hz. Resulullah (A.S.M.) Efendimiz, bunların önüne çıkmak fikrinde bulunmayıp, şehre girdiklerinde müdafaa yapmayı teklif etmişse de, bazı ashabın ısrarı üzerine muharebeye çıkmağa karar vermişlerdi. Hz. Peygamber (A.S.M.) sahabeden 700 kişiyle küffâra karşı çıktı. Muharebede müslümanlar bazan galip, bazan mağlub olarak Peygamberimizin amcası. Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehid olmuştu. Hatta Peygamberimizin de dişi kırılmış, yüzü ve dudağı yaralanmıştı.(Mühim bir sual: Fahr-ül-Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül-Âlemîn Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.) (Bak: Huneyn)
UHUD-İ ATİKA
Eski anlaşmalar.
UHUD-U MER'İYE
Yürürlükteki anlaşmalar.
UHUVVET
Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk.
UHUVVET-İ EFKÂR
Fikir kardeşliği.
UHUVVETKÂR
f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan.
UHUVVETKÂRANE
f. Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile.(Uhuvvetin sırrı: Şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek. L.)(Her ikinizin, Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir... Bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, Dininiz bir, Kıbleniz bir.. Bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... Ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlıyacak mânevi zincirler bulundukları hâlde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın! M.)
UHUZ
Göz ağrısı.
UHZ
Sihir, efsun.
UKAB
(C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu.
UKAB
Duman, toz.
UKABEYN
İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * Büyük ilim.
UKAD
(Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.
UKAD-I HAYATİYE
Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.
UKALA
(Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler.
UKAM
Çok sert. Pek şiddetli.
UKAMA'
(Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.
UKAMİS
Çok.
UKAR
şarap. * Lüks mobilya.
UKAS
Bir cins ot. * "Kesmek" mânâsına mastardır.
UKAYKAN
Karınca.
UKAZ
Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı.
UKBA
Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza.
UKBA-İ FERDA
f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir.
UKBE
Nöbet. * Çorba bakiyyesi.
UKBE BİN AMİR BİN KAYS EL-CÜHENÎ (R.A.)
Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.
UKD
Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak.
UKDE
Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. * Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
UKDEGİR
f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü.
UKDEGÜŞA
f. Müşkilleri yenen.
UKDE-İ HAYAT
f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi)
UKDE-İ LİSAN
f. Kekelemek.
UKDEVÎ
Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı.
UKHUVAN
Papatya.
UKIYYE
(Bak: Okiyye)
UKKAŞE BİN EL-MİHSAN EL-ESDÎ (R.A.)
Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi.
UKKAZE
(C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa.
UKKE
Tulum, deriden yapılan kap.
UKLE
Bağlamak. * Hile edip aldatmak.
UKLUM
Kuvvetli deve.
UKM
Kısırlık. * Verimsizlik.
UKNE
(C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.)
UKNE
Taş oda veya kulübe, kümes.
UKNUM
(C.: Ekanim) Asıl.
UKR
Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice alamama.
UKRE
Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan.
UKRUBAN
Akrebin erkeği.
UKSUME
(C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay.
UKTUA
Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.
UKUB
Toz. * Çömlek kaynaması. * Kalabalık.
UKUB
Her nesnenin sonu.
UKUBAT
(Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar.
UKUBET
(C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza.
UKUD
(Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler.
UKUD SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi.
UKUK
Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
UKUL
(Akıl. C.) Akıllar.
UKUL-U AŞERE
(Bak: Akl-ı evvel)
UKUNNE
(C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne.
UKUS
(Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar.
UKUSA
Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik.
UKVE
Kuyruk dibi.
ULA
Şanlı, şerefli kimse.
ULA
Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe.
ULALE
Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
ULASE
Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey.
ULAT
Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş.
ULBARİ
Bir ot cinsi.
ULBE
(C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık.
ULCUM
(C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu. * Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı.
ULEB
(Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar.
ULEBİT
Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü.
ULEMA
(Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları.
ULEMA-İ ÂMİLÎN
İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler.
ULEMA-İ BÂTIN
Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.(Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basri... M.)
ULEMA-İ İLM-İ HURUF
Kur'anın bir harfinden, bir sahife kadar esrar bulduklarını söyleyen ve dâvalarını, o fennin ehline isbat edenler.
ULEMA-İ RÂSİHÎN
Hak ve hakikat ilminde meleke kazanmış âlimler.
ULEMA-İ RÜSUM
Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)
ULEMA-İ ZÂHİR
Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
ULEMA-ÜS SÛ'
Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine tercih eden âlimler. Menfaat için hakikatı örten âlimler.
ULGUZE
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
ULİ
Sâhib. Ehil.
ULK
şarap.
ULKA
Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise.
ULKUM
(C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve.
ULLAME
Kına.
ULLEF
Muz.
ULLİYYE
(İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak.
ULTA
Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi.
ULUF
(Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.
ULUFE
Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi.
ULUFE-HÂR
(C.: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci.
ULUHİYET
İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.
ULUHİYET-İ MUTLAKA
Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.(Evet, nev'-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması ve sair zihayatın belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri bir Ma'budiyet tarafından hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhât-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin, bir tek İlâhın ma'budiyetini ilân etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu isbat ederler. Ş.)
ULUHİYET-İ SÂRİYE VE HAYAT-I SÂRİYE
Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştüler.Bu mes'eleye dair Mesnevi-i Nuriye'den nakledeceğimiz veciz bir paragraftan bu tabirler daha iyi anlaşılabilir:"Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde sânii müşahede etmek, tarîk-ı istigrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi; ve melekutiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı; ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken dîk-i elfaz sebebiyle, uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler.Ehl-i fikir, o hakaik-ı zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe' oldu."
UL'UL
Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak.
UL'UL
Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik. * Çekik kuşunun erkeği.
ULUM
(İlm. C.) İlimler, bilgiler.
U'LUME
(C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan.
ULUM-U ÂLİYE
Dinden bahseden ilimler. (Tefsir, kıraat, hadis, marifetullah, fıkıh, kelâm, ahlâk bilgileri gibi.)
ULUM-U ÂLİYE
(Âlet. den) Âlet ilimleri. (Gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi.)(Ulum-u medarisin tedennisine ve mecrayı tabiiden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulum-u âliye $ maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulum-u âliye $ mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir. R.N.)
ULUM-U BEDİHİYYÂT
Delil ve isbatına lüzum görülmeyip kolaylıkla bilinen ilimler. (Bak: Kaziye-i bedihiyye)
ULUM-U BEDİİYE
(Bak: İlm-i bedi')
ULUM-U HAFİYE
Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.(İlm-i Cifrin mühim bir düsturu ve ulum-u hafiyyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiyye-i Kur'aniyyenin mühim bir miftahı tevafuktur. M.)
ULUM-U KEVNİYE
Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler.
ULUM-U MÜTEÂREFE
Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler.
ULUM-U NAKLİYE
Hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan ve rivâyet üzerine kurulmuş olan ilimler.
ULUM-U NAZARİYE
Yalnız görüş halinde kalmış, tatbikata konulmamış ilimler, teoriler.
ULUM-U SİYASİYE
Siyasî ilimler.
ULUM-U ŞETTÂ
Dağınık bilgiler, çeşit çeşit ilimler.
ULÜ
Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar.
ULÜF
(Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları.
ULÜ-L AZM
Kat'i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar, hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).(Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır. Cin ve inse mürşiddir. Ehl-i kemale rehberdir. Ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat'idir. Çünkü, cin ve ins münacâtını ondan alıyor. Duâsını ondan öğreniyor. Mesailini onun lisaniyle zikrediyor. Edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hakeza. Herkes onu merci' yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa'nın (A.S.) Tur-i Sina'da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci' edemezdi. Hz. Musa (A.S.) gibi bir ulü-l azm ancak birkaç kelâmı işitmeğe tahammül etmiştir. S.)
ULÜ-L EBSAR
Basiret sâhibleri.
ULÜ-L ELBAB
Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri.
ULÜ-L EMR
Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar.
ULÜ-N NÜHA
Akıllı kimseler.
ULÜVV
Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref ve kadr sahibi olma.
ULÜVV-Ü CENABLIK
Âlî cenablık. * Kerem ve cömertlik sâhibi ve faziletli olmak. Büyüklük.
ULÜVV-Ü HİMMET
Yüksek himmetlilik, gayret ve himmeti çok olmak. (Bak: Himmet)
ULÜVV-Ü ŞAN
Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.
ULVAN
Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur.
ULVİ
(Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
ULVİYET
Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
ULYA
(Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan.
UMALE
Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.
UMDE
İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
UMK
Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği.
UMKAN
Derinliğine.
UMMAL
(Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar.
UMMAN
Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
UMRA
Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi.
UMRAN
İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.
UMRE
Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk eden hacca da Hacc-ı Ekber denilir.
UMRE-İ NEBEVÎ
Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, hac farz olmadan evvelki haccı.
UMUD
(Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler.
UMUHET
Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama.
UMUM
Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes.
UM'UME
İnsan topluluğu.
UMUMEN
Bütün, hep.
UMUMET
Amcalık. Amca akrabalığı.
UMUMÎ
Herkesle alâkalı, herkese dâir.
UMUMİYET
Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik.
UMUMİYETLE
Umumi olarak. Genel olarak.
UMUR
(Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.(Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. L.)
UMURAŞNA
(Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir.
UMURAT
(Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.
UMURDİDE
(C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse.
UMUR-U ASKERİYE
Askerlik işleri.
UMUR-U DÜNYEVİYYE
Dünya işleri. Dünyaya ait işler.
UMUR-U GAYBİYE
Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler.
UMUR-U HASİSE
Çirkin ve kötü işler.
UMUR-U İZÂFİYE
Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)
UMUR-U MÜTENASİBE
Aralarında uygunluk ve münasebet bulunan şeyler.
UMUR-U MÜTEZADDE
Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler.
UMYA
(Bak: Amya)
UMYAN
(A'mâ. C.) A'mâlar, körler.
UMYE
Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek.
UNAB
Büyük burun. * Akıl. * Karın.
UNAT
(Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.
UNAYİL
(C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.
UNCUD
Çekirdeği çıkmış üzüm.
UNF
Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.
UNFEN
şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
UNFÎ
(Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba.
UNFUS
Edepsiz ve hayâsız kadın.
UNFUVAN
Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık, tazelik.
UNFUVAN-I ŞEBAB
Gençlik çağı, tazelik.
UNK
Boyun, gerdanlık, gerdan.
UNKUD
Salkım.
UNSUL
Ada soğanı.
UNSUR
Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element.
UNSURİYET
Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa müslümandır. Müslümanlıktan çıkan ve müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır -Macarlar gibi-. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i müslim var. M.)
UNSUT
Kıldan bükülme ip.
UNUŞE
Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme.
UNV
Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek.
UNVE
Zor, kuvvet gösterme.
UNVETEN
Cebren, zorla, kuvvet göstererek.
UNZUB
(C.: Anâzıb) Erkek çekirge.
UNZUBA'
Çekirge olan yer.
UNZUR
Bak, gör (Meâlinde emir).
UNZUVAN
Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot.
UNZUVANE
Dişi çekirge.
UR
Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar.
UR
Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç.
URA
Çıplaklık.
URA'
İlmek yapmak.
URA'IR
(C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi.
URAM
Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet. * Çocuğun edepsizlik yapması.
URAME
Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek.
URAT
(Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.
URAZA
Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan.
URB
Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat.
URBA
(Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile.
URBAN
Çöl arabaları. * Aşiretler.
URBUN
Müşterinin bâyie verdiği pey.
URCA
Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.
URCAN
(A'rec. C.) Topallar.
URCUN
Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı.
UREFA
(Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
URF
(C.: A'râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem arasında bir makam. * İhsan.
URGAN
t. İp. Halat.
URGUN
t. Vurgun, âşık.
URRAK
Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik.
URRET
(C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban. * Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi.
URRET
Uyuz hastalığı.
URS
(Urus) Düğün yemeği.
URŞ
Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.
URUB
(Arub. C.) (Bak: Arube)
URUC
Yukarı çıkmak. Yükselmek.
URUC-U İSA
Hz. İsa'nın (A.S.) göğe çıkması.
URUK
(Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar.
URUK
Kadının hayız görmesi.
URUK-U BEŞER
İnsan ırkları.
URUK-U İNSANİYETKÂRANE
f. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar.
URUM
(Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi.
URUSAT
(Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri.
URUŞ
(Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar.
URUZ
Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) Bildirmeler, keyfiyetler.
URUZ
(A'raz. C.) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar.
URVA
Sıtma. Sıtmaya tutulma.
URVE
(C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç. * Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.
URVET-ÜL VÜSKA
Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey. * İslâmiyet. * Kur'an-ı Kerim.
URYAN
Çıplak.
URYANİ
Çıplaklık. * Bir cins erik.
URYE
Ari olmak. Çıplak olmak.
URZ
Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet, ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta.
URZA
Hedef.
US
(C.: İsâs) Büyük kadeh.
USAFE
Buğday sapından düşen parça.
USAM
Pire.
USARE
Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su.
USARE-İ İNEB
Üzüm suyu. Şıra.
USARE-İ MİDEVİYE
Mide suyu, mide salgısı.
USAS
Çok kıl.
USAT
(Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar.
USBE
Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat.
USBUD
Kelp aşmasından olan kurt yavrusu.
USDE
Kaftan altına giyilen küçük gömlek.
USEFA
(Asif. C.) Rençberler. Irgatlar.
USEYBE
(C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.
USEYLE
Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet.
USFÜR
Bir asıl boya.
USKUL
Hurma salkımı.
USLUC
(C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı.
USM
Zeytin ağacı.
USM
Her nesnenin bakiyyesi, artık.
USMUH
Kulak. * Kulak deliği.
USMUR
(C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.
USNUN
(C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.
USR
Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık.
USR
Tavşancıl kuşu. * Yalan söz.
USR
(C.: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'. * Dehr, zaman, devir.
USRA
Güçlük, zorluk.
USRET
Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik.
USRET
Sığınacak ve kurtulacak yer.
USRET-İ HAZM
Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
USRET-İ TENEFFÜS
Teneffüs zorluğu, nefes darlığı.
USR-ÜN NEFES
Nefes darlığı.
USSE
Güve denilen böcek.
USTAM
f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri.
USTUBLE
Üstüpü.
USTUMME
Her nesnenin aslı.
USUBE
İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
USUL
(Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. * Tarz, metod, tertip.
USULİYYUN
Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri.
USUL-Ü ERBAA
(Bak: Edille-i erbaa)
USUL-Ü FIKIH İLMİ
Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir. Şer'i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat ve isbat olunur. Bu ilme "Hikmet-i teşriiye" de denilmiştir.
USUL-ÜD-DİN
(Bak: İlm-i Kelâm)
USUR
Asırlar. (Bak: Asr)
USUR
Gözcülük etmek.
US'US
Kuyruk sokumu.
USÜVV
Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın olmak.
USVE
Çoktandır taranmamış sakal.
UŞABE
(C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi.
UŞARA
Uzunluğu on zira' miktarı olan.
UŞB
(C.: A'şeb) Taze ot.
UŞERE
(C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç.
UŞEYYA
(Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar.
UŞİR
Taze çayır, taze ot.
UŞŞ
Kuş yuvası.
UŞŞAK
(Âşık. C.) Âşıklar.
UŞVE
Gece vakti uzaktan görünen ateş.
UTAHİYE
Akılsız, ahmak kimse.
UTARİD
Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni.
UTAŞ
İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz.
UTAT
Arslan. * Bahadır er, kahraman.
UTAT
(Ati. C.) Serkeşler, âsiler.
UTBUL
(C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.
UTEKA
(Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler.
UTİY
(Bak: Atiy)
UTLE
Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs.
UTM
(Utüm) Yabani zeytin ağacı.
UTME
İğde gibi zeytin biçimindeki meyve.
UTRUFE
(Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur.
UTRUŞ
Sağır.
UTTEL
Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar.
UTUB
Pamuk.
UTUFET
Nezaket, lütuf. şefkat.
UTUH
Aklı noksan olan.
UTULL
Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve bahil kimse.
UTUM
Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr.
UTUN
Katı şey. Şiddetli.
UT'UT
Eşek sıpası.
UT'UT
Yiğit. * Küçük buzağı.
UTÜV
(Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma. İsyan.
UTYE
Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası.
UVA
şiddetli ses. Avaz, sayha.
UVERA
(Bak: Avrâ)
UVVAM
Dalgıç adam.
UVVAR
(C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı.
UVZ
Bir kimseye sığınmak.
UYKU
(Bak: Kaylule)
UYUB
(Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar.
UYUN
(Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar.
UZAFİRE
Katı. şiddetli, şedid.
UZBET
(Bak: Uzube)
UZEMA'
(Azim. C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler.
UZEYM
(C.: Uzeymât) Kemikcik.
UZEYVAT
(Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar.
UZEYZA'
Kuyruk kemiği.
UZFUR
Asma filizi. * Tırnak.
UZHUL
(C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve.
UZİMA
Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.
UZLET
Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
UZLETGÂH
f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi.
UZLETGÜZİN
f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen.
UZLETNİŞİN
f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan.
UZLUFE
Kayalık. Yalçın kaya.
UZM
Ululanma, kibirlenme.
UZMA
(Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam)
UZME
Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ.
UZRET
Önde olan saç.
UZRİYY
Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi.
UZTUMME
İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı.
UZUB
Kayıp ve görünmez olmak.
UZUBE
(Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek.
UZUBET
Tatlılık, şirinlik.
UZUBET-İ LİSÂN
Tatlı dillilik. Dil tatlılığı.
UZUF
Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak.
UZUV
(Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.
UZVÎ
(Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik.
UZVİYET
Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait.
UZZA
İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi.
UZZAB
Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr.


Ü Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


ÜBAB
Şiddetli ve taşkın sel suyu.
ÜBATİR
Akrabasını arayıp sormayan kişi.
ÜBBEHET
Ululuk, büyüklük, azamet.
ÜBEYD
(Abd. dan) Kölecik, kulcağız.
ÜBHET
(Bak: Übbehet)
ÜBNE
(C.: İben) Ağaç boğumu.
ÜBUD
Ürkmek.
ÜBÜLLE
Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma.
ÜBÜVVET
(Eb. den) Babalık, atalık.
ÜBÜVVETEN
Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle.
ÜCAC
Tuzlu, acı su.
ÜCAHİN
(C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus.
ÜCEM
(Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler.
ÜCRA
f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek "hücra" yazılması yanlıştır.)
ÜCRET
Hizmet karşılığı verilen şey.
ÜCUM
Kale.
ÜCUN
Suyun renginin ve tadının bozulması.
ÜCUR
(Ecir. C.) Ecirler, sevablar.
ÜCURAT
(Ücret. C.) Ücretler.
ÜCÜMM
Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı dört köşeli ev.
ÜDEBA
(Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler.
ÜF
Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret eden kelime.
ÜFÇE
f. Bostan korkuluğu.
ÜFF
Of!
ÜFFE
Necis, pis.
ÜFHUD
Yetişmiş çocuk.
ÜFHUS
(C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası.
ÜFKUHE
Şaşılacak şey.
ÜFN
Hamâkat, ahmaklık.
ÜFNUN
Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu.
ÜFTADE
f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun.
ÜFTADEGÂN
(Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar.
ÜFTADEGÎ
f. Düşkünlük, biçarelik.
ÜFTAN
f. Düşen. Düşerek.
ÜFUK
(Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak.
ÜFUL
Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek.
ÜF'ULE
Vazife, görev.
ÜF'UVAN
Erkek yılan.
ÜFÜRRE
Karışmak.
ÜHBE
Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt.
ÜHCİYYE
(Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey.
ÜHCÜVVE
Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme.
ÜHKUME
Alaylı söz veya hal.
ÜKEL
(Ükle. C.) Lokmalar.
ÜKİLE
Gıybet.
ÜKL
(Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ.
ÜKLE
(C.: Ükel) Lokma.
ÜKNE
Çukur içinde olan kuş yuvası.
ÜKRE
Yuvarlak nesne. Top. * Çukur.
ÜKRUME
Kerem, bahşiş, lütuf.
ÜKSUM
Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe.
ÜKSUS
Sarmaşık.
ÜKULE
Sürüden ayırıp beslenilen koyun.
ÜKÜL
(Bak: Ükl)
ÜKZUBE
Yalan. Uydurma, söz.
ÜLBE
Kıtlık. * Açlık.
ÜLBUB
Kiraz çekirdeği.
ÜLEMA
(Bak: Ulemâ)
ÜLFET
Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.(İnsanları fikren dalâlete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telâkki etmeleridir. Yâni me'lufları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı mâlum zannettikleri o âdi şeyler birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasiyle onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im'an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sâir garip halâtına bakmı(Zeker) yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihâr olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanların arza âit mâlumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını me'lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârik-ul-âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.) (Bak: Tefekkür)
ÜLFETGER
f. Ülfet eden. Ülfet edici.
ÜLHİYYE
Çocuk oyuncağı, oyuncak.
ÜLHÜVVE
Oyuncak, çocuk oyuncağı.
ÜLİNNÜHA
(Üli-n nühâ) Akıllı kimseler.
ÜLKER
(Bak: Süreyya)
ÜLKÜ
Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.
ÜLTİMATOM
(Oltimatom) Fr. Kat'i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin başka bir devlete verdiği ihtar.
ÜL'UBE
Piyes, oyun.
ÜLUF
Binler. (Bak: Uluf)
ÜLUHİYET
(Bak: Uluhiyet)
ÜL'ÜBAN
Oyuncu, aktör.
ÜLÜM
f. Bölük, takım, cemaat.
ÜLYA
(Bak: Ulyâ)
ÜMA'
Kedi miyavlaması.
ÜMDUD
Usûl, âdet, görenek.
ÜMDUHA
Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş.
ÜMEM
(Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler.
ÜMEM-İ SÂLİFE
Geçmişteki ümmetler. İslâmiyetten evvel diğer Peygamberlere tâbi olmuş ümmetler.
ÜMENA
Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri.
ÜMERA
(Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli zabitler.
ÜMHUD
Çömlek. * Tuzluk.
ÜMİD
f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica.
ÜMİDBAHŞ
f. Ümitlendiren, ümit veren.
ÜMİDBESTE
f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış.
ÜMİDGÂH
f. Bir şey ümit edilen yer veya makam.
ÜMİDVÂR
f. Ümitli. Ümit besleyen.(Evet, ümidvâr olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. M.) (Rahmet-i İlâhiyyeden ümid kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir... M.)
ÜMLUC
Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.
ÜMLUD
(C: Müled) Kamış dalı.
ÜMM
Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey.
ÜMMAN
Emin kimse. Emniyetli kişi.
ÜMMEHAT
(Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.
ÜMMEHÂT-ÜL MÜ'MİNÎN
Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübarek zevceleri.
ÜMMET
Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * Bir dille konuşan millet. * Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.
ÜMMET-İ KAİME
Hakşinas, doğru, doğrudan ve Allah için kalkan, müstakim ve âdil ümmet.
ÜMMİ
Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir.) * Anaya mensub olan.(Mefhar-i Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden, ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma, âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması, en büyük mu'cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir.)
ÜMM-İ SELEME
(Mi: 542-626) Ümmehât-ı Mü'minînden olup, Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın son vefat eden zevcesi idi. 378 Hadis-i şerif rivayet etti. (R.A.)
ÜMMİ SİNAN
(Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214)
ÜMMİYANE
f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan.
ÜMMİYET
Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak.
ÜMMİYYE
Analık, annelik.
ÜMM-ÜD DEM
Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.
ÜMM-ÜD DİMAĞ
Beyin zarı.
ÜMM-ÜD DÜNYA
Dünyanın anası. Mısır.
ÜMM-ÜL BİLÂD
Mekke-i Mükerreme.
ÜMM-ÜL HABÂİS
Şarap, rakı gibi haram olan içki.
ÜMM-ÜL KİTAB
Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.) * Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânasında Ümm-ül Kitab denilir. * Fâtiha Suresi. * Diğer bir mânada bütün müsbet ve faydalı kitabların anası ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'e de denir.)
ÜMM-ÜL KURÂ
Mekke-i Mükerreme.
ÜMM-ÜL KUR'AN
Fâtiha Suresi.
ÜMM-ÜL VELED
Huk: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen çocuk doğurmuş cariye.
ÜMM-ÜN NÂFİ'
Tavuk.
ÜMM-ÜN NÜCUM
Gök. Sema.
ÜMM-ÜT TAÂM
Buğday.
ÜMM-ÜT TÂRIK
Deve kuşu.
ÜMM-ÜT TARÎK
Ulu yol. Yüce yol.
ÜMNİYYE
Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu.
ÜMSÜLE
Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra.
ÜMUMET
(Ümm. den) Annelik, analık.
ÜM'UZ
Keçi veya karaca.
ÜMÜLDAN
Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud.
ÜNAFİ
Büyük burunlu kimse.
ÜNAH
Süstlük, zayıflık.
ÜNAN
İnleme.
ÜNAS
Halk. İnsanlar.
ÜNBUB
(Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce boru.
ÜNBUSE
Çocukların oyunu.
ÜNBUŞ
(Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan.
ÜNCUC
(C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at.
ÜNCUR
Şişe kılıfı.
ÜNF
(Bak: Unf)
ÜNKUA
Yağ biriken yer.
ÜNMA
İçi saman veya ot doldurulmuş şey.
ÜNS
Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem.
ÜNS TUTMAK
Alışmak, birlikte düşüp kalkmak.
ÜNSA
Dişi. Kadın, kız.
ÜNSA-ÜNS
Sıkıfıkı konuşma.
ÜNSÎ
(Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş.
ÜNSİYET
Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
ÜNŞUDE
(Bak: Neşide)
ÜNŞUTA
Düğüm, ilmik.
ÜNUF
Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar.
ÜNUSET
Dişilik. Müennes oluş.
ÜNÜN
Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş.
ÜNVAN
İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme.
ÜNVAN-I MÜLÂHAZA
Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.(Mi'raciyedeki mâceralar, mâlumumuz olan mânalarla, o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır; birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır. Ve kabil-i tabir olmayan bazı mânalara birer kinayedir. Yoksa ma'lumumuz olan mânalar ile birer mâcera değil. Biz hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş'e-i ruhanî alabiliriz. M.)
ÜNZUHA
Gurur, kibir, büyüklük.
ÜRBA
Belâ, mihnet.
ÜRBE
Büklüm. * Düğüm. * Hile.
ÜRBUN
Pey akçesi, pey olarak verilen para.
ÜRCUCE
Salıncak.
ÜRCUFE
(C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.
ÜRCUHA
Salıncak.
ÜRCUZE
(Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak: Kaside)
ÜRD
f. Gibi, benzer.
ÜRDÜNN
Uyuklamak. * Bir büyük ırmak.
ÜRK
Mekân, mevki.
ÜRMULE
(C.: Erâmil) Ergen delikanlı.
ÜRNE
Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer.
ÜRÜMEK
f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır.
ÜRVİYYE
(C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.
ÜRYAN
(Bak: Uryan)
ÜSAL
Çok miktar mal.
ÜSAME
Davar otlatmak. * Arslan.
ÜSAME BİN ZEYD (R.A.)
Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın azadlısı olan Zeyd bin Harise'nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. 75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.)
ÜSARA
(Bak: Üsera)
ÜSARE
(Bak: Usare)
ÜSBU'
Hafta. Yedi günlük zaman.
ÜSBUBE
(C.: Esâbib) Sövme, küfür.
ÜSBUÎ
(Üsbuiyye) Haftalık.
ÜSERA
(Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler.
ÜSFİYYE
(C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.
ÜSİR
Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi.
ÜSKUB
Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan su. * Demirci.
ÜSKUF
(C.: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı.
ÜSKUF
(C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.
ÜSKUN
Koruk halinde hurma salkımı.
ÜSKUTUSS
(Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde.
ÜSKÜDAR
Mushaf cildi.
ÜSKÜFFE
Eşik tahtası.
ÜSKÜR
f. Kirpi.
ÜSLEM
El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar.
ÜSLUB
Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek.
ÜSLUB-PERESTLİK
Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek.
ÜSLUB-U ÂDÎ
Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz.
ÜSLUB-U ÂLÎ
Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı.
ÜSLUB-U HAKÎM
Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bunun cevabı onlara lâzım olmadığı için, Kur'ân-ı Kerim o vaziyetin neticesine terettüb eden hikmeti, yani ayın takvimcilik yaptığını söylemiştir. Çünkü bu, soranlar için daha mühim ve anlaşılması daha kolaydır.
ÜSLUB-U MÜCERRED
(Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.
ÜSLUB-U MÜZEYYEN
(Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır.
ÜSR
Sidik tutulması, sidik zoru.
ÜSRE
Cemaat, topluluk.
ÜSRE
Seleften gelen şan şeref. * Söz veya hadis nakletmek.
ÜSRUŞ
f. Güzel ses.
ÜSRÜB
f. Kurşun.
ÜSS
Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer. * Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.
ÜSS-ÜL ESAS
Hakiki sağlam temel.
ÜSS-ÜL HAREKÂT
Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer.
ÜST PERDEDEN BAŞLAMAK
Ağız bozmak, sert konuşmak.
ÜSTAD
(Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât.
ÜSTADANE
f. Üstâda yakışır surette. Ustaca.
ÜSTAD-I A'ZAM
En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan.
ÜSTAD-I EZELÎ
Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.(... Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir... M.)
ÜSTAD-I KÜLL
Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan.
ÜSTADÎ
f. Üstadlık, ustalık.
ÜSTAD-ÜL BEŞER
Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.
ÜSTAH
f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse.
ÜSTAM
f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri.
ÜSTİBAH
Masura.
ÜSTUN
f. Direk. Sütun.
ÜSTUR
f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan.
ÜSTURE
Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan "esâtir" kelimesinin müfredidir.
ÜSTÜHAN
f. Kemik.
ÜSTÜHANPÂRE
Kemik parçası.
ÜSTÜKUS
(C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri.
ÜSTÜMM
(C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.
ÜSTÜMME
Orta, vasat.
ÜSTÜRE
f. Ustura.
ÜSTÜVANE
Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.
ÜSTÜVAR
f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir.
ÜSTÜVARİ
f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli.
ÜSUN
Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.
ÜSÜR
Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri.
ÜSVE(T)
Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan.
ÜŞABE
Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.
ÜŞBE
Kurt, böcek.
ÜŞER
Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek.
ÜŞGULE
Uğraşılacak iş. Meşguliyet.
ÜŞGUR
f. Oklu kirpi.
ÜŞHUB
Süt sağılırken çıkan ses.
ÜŞKUFE
f. Çiçek.
ÜŞKUH
f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref.
ÜŞKÜFTE
f. Açılmış çiçek.
ÜŞKÜR
Mest içine dikilen astar.
ÜŞNE
Yosun.
ÜŞTÜLÜM
f. Kavga, gürültü.
ÜŞTÜLÜMKÂR
f. Kavgacı, gürültücü.
ÜŞTÜR
f. Deve.
ÜŞTÜRBÂN
f. Deveci.
ÜŞTÜRDİL
f. Kinci, fesatçı, hasedçi.
ÜŞTÜREK
f. Dalga. Mevc.
ÜŞTÜRGAV
f. Zürafa.
ÜŞTÜRHU
f. Deve huylu. Kinci, hased eden.
ÜŞTÜRMURG
f. Deve kuşu.
ÜTAM
Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.
ÜTRUR
Subaşı oğlanı.
ÜVAM
Susuzluk.
ÜVERA'
Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti.
ÜVEYL
Çığlık, vâveylâ.
ÜVEYS-EL KARANÎ
Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali'nin (R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştü. (Hi: 37) Veys diye de anılır.
ÜVEYSÎ
(Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı.
ÜYEL
(C: Eyâyil) Dağ keçisi.
ÜZANİ
Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.)
ÜZEYR
(A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
ÜZFUR
(C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak.
ÜZLUFE
(C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer.
ÜZN
Kulak. İşitme organı.
ÜZN-Ü DÂHİLÎ
İç kulak.
ÜZUF
Yakın olmak, yaklaşmak.


V Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


VA
Vah, yazık meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada edât-ı nüdbe denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir.
VA
f. "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar.
VA'
Çakal.
VA ESEFA
Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık!
VA HASRETA
Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)
VAAD
(Bak: Va'd)
VAAZ
(Bak: Va'z)
VA'B
Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek.
VABESTE
f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
VABİL
Yağmur. İri katreli yağmur.
VÂCİB
(Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan.
VÂCİBÂT
(Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler.
VÂCİBE
Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.
VÂCİB-ÜL İFA
İfa edilmesi lüzumlu olan. Yapılması gerekli olan.
VÂCİB-ÜL VÜCUD
Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.(Vâcib-ül vücuddur, yâni; O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir. Zevali muhaldir. Tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. M.) (Bak: Kıyam-ı binefsihî, Vücud)
VACİD(E)
Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan.
VACİFE
Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen.
VACİZ(E)
Kısa.
VAD
f. Oğul.
VA'D
Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd: $ " dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: $ masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir.
VADADE
f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud.
VA'DE
Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel.
VADİ
İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha.
VADİ-İ HÂMUŞAN
Kabristan, mezarlık.
VADK
Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak.
VÂFİ VE KÂFİ
Bol bol yeter.
VÂFİ(YE)
(Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.
VAFİD
(C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.
VAFİH
Kilise kayyımı.
VAFİR(E)
(Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.
VAFTİZ
(Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid)
VAGD
Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi.
VAHA
Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
VAHAL
(C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl)
VAHAMA
(Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.
VAHAMET
Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
VAHAT
Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.
VAHAYFA
Eyvah, yazık.
VAHDANÎ
Allah'ın birliği ile alâkalı.
VAHDANİYET
Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.
VAHDEDDİN
(Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) (Bak: Vahîd) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan yegâne taburu Ayasofya Câmii etrafında sipere sokup câmiye çan takmak isteyenlere "Ateş edin" diye emir vermişti. İtimad ettiği paşaları Anadolu'ya gönderip Milli Kurtuluş hareketini hazırlamıştı. Böyleyken İtalya'da vefat etti ve sonra Şam'da Sultan Selim Câmii kabristanına defnedildi. (R. Aleyh)
VAHDET
Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. * Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.(Yüsr-ü vahdet; yâni birlik usulüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit merkezlerde, müteaddit kanuna, müteaddit ellere dağılsa müşkilât peyda eder. M.)
VAHDET-ÂRÂM
f. Dinlendirici, rahat yer.
VAHDET-GÂH
f. Yalnız kalınacak yer.
VAHDET-GÜZİN
f. Yalnızlığa çekilen.
VAHDET-NÜMÂ
Vahdet gösteren, birlik ifade eden.
VAHDET-ÜL VÜCUD
(Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem'asında, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref'ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik'ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya'ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ'ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad'den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş'a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: "Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin." Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş'a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, "Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ı işitirsin." desen, mânen Arş'tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.
VAHHABÎ
(Bak: Vehhabî)
VAHİ
Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif.
VÂHİB
(Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.
VÂHİB-ÜL ATÂYÂ
Hediyeler bağışlayan. Bağışlar ihsan eden. (Cenab-ı Hak (C.C.)
VÂHİB-ÜL HAYAT
Hayatı bağışlayan, hayat veren Allah (C.C.).
VAHÎD
Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir).
VÂHİD
Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid.
VÂHİDEN
Vâhid olarak. Tek olarak.
VÂHİD-İ İ'TİBARÎ
Hakikatta olmayıp varlığı farazî olarak kabul edilen bir şey. Varlığına itibar edilen şey. (Ağırlık için kilo, uzunluk için metre bir vâhid-i itibarîdir.)
VÂHİD-İ KIYASÎ
Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.
VÂHİDİYYET
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) umum eşyada birden birlik tecellisi.(Vâhidiyyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır, demektir. Ehadiyyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Küll-i Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zihayatta ve bilhassa herbir insanda o Sâni'in ekser esması tecelli ettiği cihetle ehadiyyeti gösterir. M.) (Bak: Ehadiyyet, Rahmaniyyet, Rabb-ül erbab)
VAHÎD-ÜD DEHR
(Vahîd-üz zaman) Zamanın, devrin eşi bulunmaz tek insanı.
VAHİM
Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek.
VAHİM(E)
(Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu.
VAHİME
Vehim veren, vesvese veren.
VAHİN
Zayıf kimse.
VAHİNE
İyeği kemiklerinin kısaları.
VAHİR
İğne. * Diken.
VAHİY
Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir. * Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaikı Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir.(Vahiy ve ilhamın farkları: Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melâike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyyet-i umumiyye haysiyetiyle bir yâverini bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususi bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyyetiyle, hususi telefonu ile hususi konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanı ile vahy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamları ile mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zihayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit, hem pekçok envaiyle denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. Ş.)(Vahiy iki kısımdır:Biri: "Vahy-i Sarihî" dir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.İkinci kısım: "Vahy-i Zımnî" dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder; veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.İşte her hadiste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette O'na vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te'vilini gösterdi. M.)
VAHİYÂT
(Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler.
VAHİYE
(Bak: Vahi)
VAHL
Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik.
VAHL-GÂH
f. Bataklık.
VAHŞ
(C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer.
VAHŞÂN
(Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar.
VAHŞET
(Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse.
VAHŞET-ÂBÂD
f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer.
VAHŞET-ÂGİN
Çok ıssız, korkulu yer, korkunç.
VAHŞET-ÂMİZ
f. Vahşetle karışık.
VAHŞET-ÂVER
f. Korku veren, ürküten.
VAHŞET-ENGİZ
f. Korkulu.
VAHŞET-GÂH
f. Korku yeri. Issız yer.
VAHŞET-NÂK
f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer.
VAHŞET-ZÂR
f. Yabani, ıssız yer.
VAHŞİ(YE)
Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak.
VAHŞİYÂNE
Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde.
VAHŞUR
f. Peygamber, nebi.
VAHY
(Bak: Vahiy)
VAHY-İ MAHZ
Kuvvetli ve sarih mertebede olan vahiy. Sırf vahiy olup, içinde Allah'ın bildirdiğinden başka bir şey katılmamış vahiy.
VAHY-İ SARİHÎ
Hem sözü, hem mânası tam vahiy olan. (Âyetler ve kudsi hadisler gibi) Resul-ü Ekrem burada sırf tebliğ edendir. Müdahalesi yoktur.
VAHY-İ SEMAVÎ
Beşerin düşünerek yapmasına inkân olmayan, Allah (C.C.) tarafından melek vasıtasıyla Peygambere gönderilen vahiy.
VAHY-İ ZIMNÎ
Mücmel ve hulâsası vahye ve ilhama istinad eden; tasvirât ve tafsilatı Resul-ü Ekrem'e (A.S.M.) âit olan vahiydir.
VAHZ
Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma.
VAÎ
(C: Vuât) Hâfız.
VAÎD
İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd)
VAİF
Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses.
VÂİZ
Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren.(Ben vâizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna' lâzım iken ihmal ediyorlar.İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden muvazene-i Şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcâat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.Hâsıl-ı kelâm: Büyük vâizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i Şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni' olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcâat-ı zamana muvafık söz söylesi ve mizan-ı Şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır. İk. M.) (Bak: Hissiyat)
VAİZÎN
(Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler.
VAJGUN
(Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz.
VA'K
Sıtma ve harareti.
VAK'
Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer.
VAK'
Yüksek mekân. * Etki, tesir. * Düşmek.
VA'K(A)
Yaramaz huylu kişi.
VAK'A
Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan.
VAKA'
Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp.
VAKAD
(Ateş) yanmak ve tutuşmak.
VAKAD
Alevlenen ateş.
VAKAH
Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak.
VAKAHAT
Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin.
VAKAHET
(Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak.
VAK'A-İ HAYRİYE
Tar: Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması münasebetiyle kullanılan bir tabirdir. İlk önceleri büyük hizmetleri görülen Yeniçeriler, zamanla nizam ve intizamlarını kaybettikleri gibi, son zamanlarda uygunsuz hareket ve isyanlarla memleketin başına belâ kesildikleri için, ocağın lağvı hayırlı sayılmış ve bu sebeple bu tabir meydana gelmiştir. (O.T.D.S.)
VAK'A-NÜVİS
f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi.
VAKAR
Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet.
VAKAS
Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar.
VAKAYİ'
(Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar.
VAKB (VÜKUB)
Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak.
VAKD
(Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması.
VA'KE
Cenk yeri, dövüş alanı.
VAKF
Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek. * Tecvidde: Durmak ve durdurmak mânalarına gelerek, nefesle beraber sesin kesilmesine denir. Yâni: Kur'an-ı Kerimi tilâvet ederken herhangi bir kelime üzerinde bir müddet sesi kesip, nefes alarak dinlenme halidir.
VAKFE
Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir.
VAKFEGÂH
f. Durak yeri.
VAKFE-İ HAYRET
Hayret duraklaması.
VAKFETMEK
Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek.
VAKF-I HAYAT
Hayatını vakfetme. * Ömrünü tamamen din hizmetine vermek.
VAKFÎ
Vakfa âit, vakıfla alâkalı.
VAKFİYE
Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti.
VAKH (VEKAHE)
Taat, ibadet.
VÂKIA'
Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş.
VÂKIA SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir.
VÂKIÂT
(Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler.
VÂKIF
Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran.
VÂKIFANE
f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle.
VÂKIF-I AHVAL
Durumdan haberli olan, işlere vâkıf bulunan.
VÂKIF-I ESRAR
Gizli şeyleri, sırları bilen.
VAKIYYE
Dörtyüz dirhemlik tartı.
VÂKİ'
Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
VÂKÎ
(Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen. * Önleyici tedbir veya ilaç.
VAKÎA
Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. * Vak'a.
VAKÎB
At yürürken karnı içinden işitilen ses.
VÂKİB
Ayak üstüne duran kişi.
VAKÎH
Hayâsız, utanmaz, edepsiz.
VÂKİ-İ HÂL
Hâlin hakikatı, o işin hakikatı.
VAKİN
Oturucu, oturan.
VAKİR
Yuvasına girmiş kuş.
VAKKAS
Okçu. İyi muharebe eden. Savaşçı.
VAKL
Yükselmek. * Bir nesnenin üstüne çıkmak. * Mukul ağacı.
VAKM
Reddetmek. * Hor ve zelil etmek.
VAKNE
Her nesnenin azı.
VAKR
Az işitmek. Sağırlık.
VAKRE
Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi.
VAKS
Boynu vurup kırmak.
VAKS
Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak. * Bedene uyuz illeti yayılması.
VAKŞ
His. * Hareket.
VAKT
(Vakit) Zaman. Saat. Çağ. Mevsim. * Boş zaman. * Geçim. * Fırsat. * Muayyen, belli bir zaman.
VAKT
(C: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur. * Su ile faydalanacak mekân. * (Horoz) tavuğa binmek.
VAKTAKİ
f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
VAKTEN
Vakit ve zamanca.
VAKT-İ ASR
İkindi vakti.
VAKT-İ HÂCET
İhtiyaç vakti. Lüzumlu vakit.
VAKT-İ HAZAR
Barış zamanı.
VAKT-İ MERHUN
Belli edilen, muayyen bir zaman.
VAKT-İ TEFRİH
Tıb: Çiçek hastalığı aşısının yapılmasından te'sirini gösterinceye kadar geçen zaman.
VAKT-İ ZEVAL
Güneşin tam ortada, bize göre doğu ve batı ortasında bulunduğu ve gölgenin gündüzde en kısa olduğu zaman. Zeval vakti.
VAKUD
Odun, kömür gibi yakılacak şeyler.
VAKUR
Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı.
VAKURANE
f. Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle.
VAKVAK
Korkak kişi. * Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur.
VAKVAKA
Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması.
VAKZ
Sıklet, ağırlık.
VAKZ
Galebe etmek. * Şiddetle vurup ölmeye yakın etmek.
VA'L
Sığınacak yer.
VÂLÂ
Yüksek, âlî, refi'.
VÂLÂCÂH
f. Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan.
VÂLÂKADD
f. Boyu yüksek, uzun boylu.
VÂLÂKADR
f. Değeri yüksek, kadri yüce.
VÂLÂŞÂN
f. Şânı yüce.
VÂLÂYÎ
f. Yücelik, yükseklik.
VALİ
Bir vilâyeti idare eden en büyük memur. * Mâlik.
VALİB
Ulaşıcı, ulaşan, varan. * Önüne doğru giden.
VALİBE
Evvelki ekinin kökünden biten ekin.
VALİCE
İnsanı şiddetle tutan bir hastalık.
VALİD
(Vilâdet. den) Doğurtan. Baba.
VALİDAN
(Bak: Vâlideyn)
VALİDAT
(Vâlide. C.) Anneler. Vâlideler.
VALİDE
Ana. Doğuran.
VALİDEYN
Ana ile baba. Vâlidân de denir.(Peder ve valideyi, şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, Lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve şefkat etmektir. $âyeti: Beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı dâvet etmesi; Kur'an'ın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları, ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek; pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır. S.)
VALİDİYYET
Annelik ve babalık vasfı.
VÂLİH
Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış.
VÂLİHÂNE
f. Şaşkınca.
VÂLİHÎN
Hayrette kalanlar. Şaşıranlar. (Bak: Veleh)
VALLAHİ
Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.)
VAM
f. Borç.
VA-MANDE
Geride kalmış.
VAMCU
f. Borç arayan.
VAMDAR
f. Borçlu.
VAMHAH
f. Alacaklı.
VAMIK
Seven. Âşık, sevdalı. * Meşhur bir hikâyede Azra'nın âşığının ismi.
VAMÎ
f. Borçlu.
VAMK
Sevme, muhabbet.
VA'N
Sığınacak yer, melce'. * Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi.
VAPESÎN
(Va-pesin) f. En gerideki, en sondaki.
VA'R
(Va'ra) Sağlam yer, sert yer.
VÂR
f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr : Melek gibi. Ümid-vâr: Ümidli.
VARA'
Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak.
VARAKA
Tek yaprak hâlindeki kâğıt. * Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı. * Hasis kimse. * Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine bildirdiği ve o zamanın meşhur bir âlimi olan Varaka İbn-i Nevfel'in adı.
VARAKÎ
Yaprakla ilgili. * Yaprak biçiminde.
VARAKKERDAN
f. Boş ve faydasız işlerle uğraşan kimse.
VARAKPARE
f. Kâğıt parçası. * Küçük yaprak. Yaprak parçası. * Ehemmiyetsiz yazı, tezkere.
VARDİYA
İtl. Gemilerde beklenen nöbet. * Nöbet yeri. Nöbet beklenilen yer.
VARESTE
f. Affedilmiş. Halâs bulmuş, kurtulmuş. * Rahat, serbest.
VARESTEGÎ
f. Kurtulma, halâs bulma. * Rahatlık, serbestlik. * İlişiksizlik.
VARİ
Semiz et. * Vahşi hımar, yabani eşek.
VARİ
f. Benzer, gibi.
VÂRİD(E)
(Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır.
VÂRİDÂT
(Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan.
VÂRİD-İ HÂTIR
Akla gelen, hatıra gelen.
VÂRİDÎN
(Vârid. C.) Gelenler, vâsıl olanlar.
VARİK
(C: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap. * Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü.
VÂRİS
Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. * Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.
VÂRİSÎN
(Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler.
VARİŞ
Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse.
VARTA
Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.
VARUN
f. Ters, uğursuz, aksi.
VA'S (VÜUSE)
(C: Vuasâ) şiddet, mihnet.
VASAA
(C: Vusu) Kız kuşu.
VASAB
(C.: Evsâb) Hastalık. Ağrı.
VASAFE
Hizmetkârlık.
VASAİL
(Vasâyil) : (Vasile. C.) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar.
VASAT
İki şeyin arası. * Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç.
VASATÎ
İkisi ortası. Ortalama. Orta halde.
VASATÎ SAAT
Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi dörtte biri.
VASAT-ÜL HÂL
Orta halli, orta halde.
VASAT-ÜL KAME
Orta boylu.
VASF
Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.
VASFETMEK
Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak.
VASF-I TAHSİNÎ
Bir şeyin mahiyetini beyan etmekten ziyade lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Bunlar haşv-i melih kabilindendir.
VASFÎ (VASFİYE)
Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair.
VASIB
Yerinde duran. Sürekli.
VASIB
Hasta.
VASIF
Vasfeden. Bildiren. * Medheden, öven.
VASIF TERKİBİ
Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ : Zevk-efzâ : Zevk artıran.
VÂSIK
(Vüsuk. dan) Güvenen. İtimad eden.
VÂSIL
Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan.
VÂSILÛN
(Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler.
VÂSIT
Ortada bulunan. * İkisinin ortası.
VÂSITA
İki şeyi birbirine ulaştıran. * Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden.
VÂSITA-İ NECAT
Necat vasıtası. Kurtuluşa sebep.
VASİ
(Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse.
VÂSİ'
(Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)
VASÎD
Kapı eşiği.
VASÎF
(C.: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak.
VÂSİ'-İ MUHİTA
Muhitin genişliği.
VASÎL
Birinden aslâ ayrılmaz kimse.
VASÎLE
Geniş yer. * Ucuzluk. * İmaret.
VASÎT
Hakem, aracı. * Orta.
VASİYET
Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.
VASİYETNÂME
f. Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt.
VASİYY
Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse.
VASL
Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak. * Gr: Ulama, ekleme. * Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, buna Sebk-i Mevsul da ta'bir edilir. * Bir kelimenin sonundaki harfi, bir sonraki lâfzın sesli harflerle başlayan ilk hecesine birleştirmek.
VASM(E)
Utanacak şey. * Vurmak. (Liyazon yapmak)
VASMET
Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik. * Ayıp, eksiklik.
VASSAD
Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu.
VASSAF
Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan.
VASSAL
Ulaştıran, vasleden. Birleştiren.
VASUT
Gölgelik. * Sütü sağdıkları kabı dolduran deve.
VASVAS
(C: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik.
VASVAS
Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü.
VASVASA
Yüz örtüsü. * Köpek eniğinin gözlerinin açılması.
VAŞ
f. Düşman.
VAŞAK
Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu.
VAŞIK
Dağ köpeği. Vaşak.
VAŞİ
(C: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı.
VAŞİYE
Evlâdı çok olan kadın.
VAŞÜDE
f. Defolunmuş, kovulmuş, geri çekilmiş.
VATA'
Bir şeyi ayakla çiğneme.
VATAF
Kaşın çok kıllı olması. * Kirpiğin sık ve çok olması.
VATAN
(C.: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt.
VATANDAŞ
Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan.
VATAN-I ASLÎ
Bir insanın doğup büyüdüğü veya içinde barınmak kasdedip, başka yere gitmek istemediği yerdir. Yalnız en az 15 gün kalmak istediği yer de kendisi için vatan-ı ikamettir. (Bak: Mukim) * Cennet.
VATAN-I SÂNÎ
İkinci vatan. Sonradan yerleşilen yer.
VATAN-I SÜKNÂ
Bir misafirin içinde 15 günden az oturmak istediği yerdir. Bu kimse de fıkıhta misafir sayılır.
VATANÎ
(Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait.
VATANPERVER
f. Vatanını seven. Memleketine hizmet eden.
VATANPERVERÂNE
f. Vatanını seven kimseye yakışır şekilde.
VATAR
(Vatr) İhtiyaç, hâcet. İş. * Emir. * Madde. * Husus.
VATAVİT
(Vatvât. C.) Korkak ve geveze olan kimseler. * Yarasalar. * Dağ kırlangıçları.
VATB
(C.: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu.
VATD
İsbat etmek. * İhânet etmek, hâinlik yapmak.
VATER
f. Sonundaki. Çok uzak.
VATH
Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne.
VATI'
Ayak altına alıp çiğneme. Basma. * Cima'. * Uygun hale koyma. * Tümseklikler arasında basık ve engin yer.
VATID
Sâbit.
VATİ
Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi)
VATÎD
Sabit ve sağlam olan.
VATÎE
Büyük çuval, harar. * Bir çeşit yemek.
VATÎS
(C: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş.
VATM
Ayakla çiğneme. * Perdeyi salıverme.
VATNÎ
Çiğneme, üzerine basma.
VATS
Kazmak. * Kırmak. * Ayakla yere vurmak. * Somak denilen ot.
VATŞ
(C: Evtâş) Açmak.
VATVAT
(C.: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam. * Yarasa. * Dağ kırlangıcı.
VATVATA
Geceleyin gözün görmemesi.
VATY
Ayak altında çiğneme, ezme, basma. * Çiftleşme.
VAV
Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır.
VA'VA'
İnsan topluluğu. * Sesler.
VAVEYLA
Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.
VAV-I ATIF
Gr: Atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan vav harfi. (Bak: Harf-i atıf)
VAV-I HÂLİYE
Haller cümle olabilir. Eğer isim cümlesi olursa, başında bir "vav" bulunur. Ona Vav-ı hâliye denir. Bu vav, hâl'i zi-l-hâle bağlar. (Reeytuhu ve biyedihi kitâbün: Elinde bir kitap olduğu halde onu gördüm) cümlesindeki gibi.
VAV-I KASEM
Gr: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan vav harfi. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi.
VAVÎ
Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı.
VAVİK
Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli.
VÂYE
Nasib, kısmet, behre.
VÂYEDÂR
f. Kısmetli. Nasibi olan.
VAZ
f. Terk etme, bırakma.
VA'Z
Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.
VAZ'
(C.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz.
VAZAAT
Alçaklık, âdilik, bayağılık.
VAZAH
Beyaz ve güzel yüzlü adam.
VAZAHAT
Açıklık, vâzıhlık.
VAZAİF
(Vazife. C.) Vazifeler, işler.
VAZ'AN
Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle. * Asıl lügat mânası cihetinden.
VÂZI'
(Vazıa) Koyan. Yerleştiren. Vaz' eden.
VAZ'-I HAML
Doğurma.
VAZ'-I YED
El koymak, sahib çıkmak, tasarruf etmek.
VÂZIH
Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan. * Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde.
VÂZIHAN
Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette.
VÂZIHÂT
(Vâzıh. C.) Açık ve meydanda olan şeyler.
VÂZI-I KANUN
Kanun koyan. Kanun yerleştiren. Kanun hazırlayan.
VÂZI-UL YED
El koyan. Eline alan. Bir malı eline geçirmiş olan.
VAZÎ'
(Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi.
VAZİFE
Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş. * Ücret.(Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a aid vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler.Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek." O demiş." Ben Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm $ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y-ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki $ sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı. L.)
VAZİFEDÂR
(C.: Vazifedârân) f. Vazifeli, görevli. * Memur.
VAZİFEHÂR
(C.: Vazifehârân) f. Ücret alan.
VAZİFEŞİNÂS
f. İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan.
VAZİFETEN
Vazife ile, vazife olarak.
VAZÎH(A)
(Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
VÂZİR
(Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen.
VAZZAH
Meydanda, çok açık, belli.
VE
Gr: "Dahi, de, hem, ile, berâber" mânâlarına bağlama edâtı.
VE Bİ-L HAKKI NATAKTE
Hak ile söyledin, hakkı söyledin. Haksın, sâdıksın.(Zira o, Lâ ilahe illallah der, dâva eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek mânen "Sadakte ve bi-l hakkı natakte" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla te'yid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın. M.)
VEBA
Salgın bir hastalık. Taun.
VEBA'DÜ
Ondan sonra, imdi. (İlk sözden sonra esas söze başlarken kullanılan bir tâbirdir. Bilhassa dinî eserlerin başında Cenab-ı Hakk'a şükür ve hamd ettikten, Peygamberimize (A.S.M.) salâvat ve duadan sonra esas söze başlarken söylenir.)
VEBAL
Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti.
VEBER
Bedevi, göçer. * Deve yünü. * Davar tırnağı.
VEBL
Ağır ve vahim olmak.
VEBR
Kocakarı soğuğundan bir gün. * Ada tavşanı, ak tavşan.
VECA'
Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak.
VECAHET
Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik. * Haysiyet, şeref, onur, itibar.
VECAR
(C.: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
VECAZET
Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu.
VECD
Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
VECD-ÂLUD
f. Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal.
VECD-EFZÂ
f. Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan.
VECDÎ
Vecdle ilgili, heyecanla ilgili.
VECEL
Ürkme, korkma, havfetme.
VECENAT
(Vecne. C.) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar.
VECH
(Vecih) Yüz, çehre, surat. * Tarz, üslub. * Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe. * Tarih. * Suret. * Sebeb. * Bir şeyin nefsi ve zatı. * Semt. Cihet. * Münasebet.
VECHE
Yan, taraf. Yüz.
VECHEN
Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan.
VECHEN MİN-EL VÜCUH
Hiçbir suretle.
VECHEYN
İki taraf, iki yan, iki yüz.
VECHÎ
(Vechiye) Yüz ile ilgili.
VECH-İ ÂHAR
Başka sebeple.
VECH-İ DİKKAT
Dikkat ve ferasetle.
VECH-İ MÂ
Bir sebepten dolayı.
VECH-İ MEŞRUH
Şerh edilen, açıklanan tarzda.
VECH-İ ŞEBEH
Edb: Bir şeyin başka bir şeye neden benzediğini anlatan söz. (Bak: Teşbih)
VECH-ÜL ARZ
Yeryüzü.
VECİ (E)
Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib. * Bir kavmin büyüğü, reisi. * Hürmetli insan. * Sultan huzuruna girenler. * Makam ve şeref sâhibi.
VECİ(A)
(Veca'. dan) Ağrıtıcı, sızlatıcı.
VECİBE
Borç hükmünde olan vazife. * Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.
VECİBE-İ NEZAKET
Nezâket borcu.
VECİHÎ
Veche ait. Veche dair.
VECİZ
Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan. * Az sözle çok mâna ifâdesi.
VECİZE
Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz.
VECNE
(C: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk.
VECR
(C.: Evcâr) Mağara.
VE'D
Kızını diri iken toprağa gömme.
VEDA'
Ayrılık. * Ayrılışta selâmlamak. * "Allah'a ısmarladık" demek.
VEDAD
Dostluk. Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad)
VEDD
Dostluk. Sevgi, muhabbet.
VE'D-DUA
Duâlarımız sizinle birliktedir anlamına gelen bu tâbir, evvelce mektupların altlarına yazılırdı.
VEDİ
Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su.
VEDİ'
Başkasının malını saklamaya memur kimse.
VEDİA
Emanet.
VEDİATULLÂH
Allah'ın emaneti.
VEDİD
Sevgisi çok olan.
VEDK
Yağmur. Yağmurun damlaması. * Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak. (Bak: Vadk)
VEDUD
Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak.(Vedud ismine mazhar olan muhakkıkin-i evliya: "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir." demişler.) (Vedud ismine mazhar bir kısım evliya: Cennet'i istemiyoruz, bir lem'a-yı muhabbet-i İlâhiye ebeden bize kâfidir, demişler. S.)
VE'D-ÜL BENAT
İslâmiyetten evvelki câhiliyet devrindeki Arablarda kızlarını hakir gördüklerinden diri iken defnetmek âdeti.
VEFA
Ahdinde, sözünde durma. * Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. * Ödeme. * Yetişme. * Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma.
VEF'A
Kav ettikleri bez parçası. * Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası.
VEFADAR (VEFAKÂR)
Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan.
VEFAPERVER
f. Sözünde duran. Vefâlı.
VEFAT
Ölüm. Ahirete göçme.
VEFD
Çokluk. Cemaat. * Bir iş için giden heyet. Elçilik. * Dağ başı. * Gelme, ulaşma, erişme, varma, vürud.
VEFHİYYE
Kilisede kayyımlık hizmetini etmek.
VEFİ
Vefalı. * Tam, mükemmel. Kifayet eden. Bol olan.
VEFİA
İçine nesne koyulan sele.
VEFİK
Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun.
VEFİR(E)
(Vefret. den) Çok, bol, kesir.
VEFİYAT
(Vefat. C.) Ölümler, vefatlar.
VEFK
Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua.
VEFL
Derinin dibagatla giden fazlalıkları.
VEFR
Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek. * Bolluk. * Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek.
VEFRA'
Eksilmeyip değişmeyen. * El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot.
VEFRET
Çokluk, bolluk.
VEFZ
(C: Evfaz) Evmek, acele etmek.
VEFZA
(C: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap.
VEGA'
Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı.
VEGAB
(C: Evgab) Korkak kimse. * İri gövdeli büyük deve.
VEGADET
Akılsızlık. * Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık.
VEGAR
Gazap, kin, öfke, hiddet.
VEGD
(C: Evgad) Alçak adam.
VEGF
Görme zayıflığı.
VEGİF
Yürüme sürati. * Ses sürati, ses hızı.
VEGİK
Davar yürürken karnından çıkan ses.
VEGİR
Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et.
VEGİRE
Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt.
VEGM
Kin.
VEGNE
Geniş küp.
VEGRE
Sıcaklığın çok olması.
VEHAK
Avcı kemendi.
VEHAMET
(Bak: Vahamet)
VEHB
(H.-110) Tabiînden olan bu şahıs İsrailî rivayetlerin en mühim kaynağı addolunur. Birçok İsrailiyatı havi kitapları okumuş ve tefsire de aktarmıştır.
VEHB
Hibe. Bağış. Vergi.
VEHBÎ
Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
VEHC
Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak.
VEHD(E)
(C: Vihad) Derin vadi. Uçurum.
VEHEC
Ateş sıcaklığı.
VEHECAN
Ateşin alevlenmesi. * Işıklandırmak, ziya vermek.
VEHEL
Vehim, kuruntu.
VEHELÜMME CERRA
(Bak: Helümme cerrâ)
VEHF
Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma.
VEHHAB
Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan.
VEHHABÎ
Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.
VEHHAC
Parıl parıl. Pek şa'şaalı. * Çok alevli.
VEHHAM
Çok vehimli. Fazla şüphe eden.
VEHHAS
Arslan.
VEHİC
Ateşin sıcaklığı.
VEHİSE
Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge.
VEHL
(Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama. * Unutma.
VEHLE
İrkilme ve ürkme. * Dakika. An, lahza.
VEHLETEN
Birdenbire. İlkin. Ansızın.
VEHM
(Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
VEHM-ÂLUD
f. Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık.
VEHMÎ
Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait.
VEHMİYYÂT
(Vehmiyye. C.) Vehimler, kuruntular.
VEHM-NÂK
f. Vehimli, kuruntulu.
VEHN
Gevşeklik, kuvvetsizlik. * Zayıf. * Gövdesi kalın ve kısa adam. * Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman.
VEHNANE
Zayıf kadın.
VEHS
Sır ile söyleşmek. Dedikodu yapmak.
VEHS
Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak.
VEHS
Kırma. * Ayak altında çiğneme, basma, ezme.
VEHT
(C: Vihât) Vurmak. * Kırmak.
VEHTIYY
Ufak üzüm.
VEHUB
Verimi fazla, vergisi çok.
VEHVAH
Yaban eşeğinin anırtısı.
VEHVEHE
Atın kendi gövdesini parça parça etmesi.
VEHY
Gevşeme, yırtma.
VEHZ
Katı nesne. * Kovmak, deft'etmek.
VE-İLLA
Olmadığı hâlde. Yoksa. Aksi takdirde.
VEK'
Akrep sokmak.
VEKA'
Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi.
VEKAD
Sığır bağladıkları ip.
VEKAHAT
Hayâsızlık. Utanmazlık. Edebsizlik. (Bak: Vakahat)
VEKÂLET
Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık. * Vekilin vazife gördüğü bina.
VEKÂLETEN
Birisine vekil olarak. Başkası adına.
VEKÂLETNÂME
f. Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt.
VEKÂLETPENÂH
f. Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan.
VEKAR
(Bak: Vakar)
VEKB
Dikilmek.
VEKC
Ulaşmak, varmak.
VEKDE
(C: Viked) Gitmek.
VEKEBAN
Derece derece yürümek.
VEKEF
Günah. * Abes ve boş. * Ayıp. * Eksiklik.
VEKEL
Zayıf adam.
VEKF
Evin damlaması. * Kat'etmek, kesmek.
VE-KIS
Var, kıyas et! mânasına gelir.
VEKIYYE
(Bak: Okiyye)
VEKİF
Sütü çok olan deve.
VEKİL
Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse. * Nâzır. Bakan.
VEKİL-İ HARC
(Vekil-harç) Masraf görmekle vazifeli olan. Bir kimsenin veya bir cemaatin masraf işlerini üzerine alan.
VEKİR
Yuvasına giren kuş.
VEKİRE
Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet.
VEKKAD
Aydınlık, ışıklı, parlak.
VEKM
Reddetmek.
VEKN
(C.: Evkân - Vükün) Kuş yuvası.
VEKR
Kuş yuvası.
VEKRA
Hızlı yürüyen deve. * Ayağını yere kuvvetli basan kadın. * Bir nevi sıçramak.
VEKS
Noksan etmek, eksiltmek.
VEKTE
(C: Vikat) Gözün karasına ak düşmek. * Nokta. * Eser.
VEKVAK
Korkak kimse.
VEKZ
Vurmak. * Def'etmek. * Kovmak.
VEL'
Yalan. * Haps.
VELA
Yakınlık. Sâhiplik. * Sevme, muhabbet.
VELADET
(Bak: Viladet)
VELAİD
(Velide. C.) Cariyeler, kadın esirler.
VELAİM
(Velime. C.) Düğünler, evlenmeler. * Düğün ziyafetleri.
VELA-PERVER
f. Dostluk gösteren, dostluk besleyen.
VELAYA
(Veliyye. C.) Veli kadınlar. Veliyyeler.
VELAYET
Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli)
VELAYET-İ ÂMM
Huk: Umum mallara ve fertlere şâmil olan velayet. (Şeriat hâkimleri, kadılar ve valilerin velayetleri gibi)
VELAYET-İ KÜBRA
Büyük velilik. Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. (Sahabeler gibi)(Cadde-i kübrâ, elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur'anın birinci tabaka şâkirdleridir. M.)
VELB
Ulaşmak, varmak.
VELEC
Kumlu yerde olan yol.
VELED
Erkek çocuk. Oğul. Çocuk. * Döl, yavru.
VELED-İ MANEVÎ
Evlâdlığa kabul edilen, âhiret evlâdı. Bir hocanın talebesi. Mürid.
VELED-İ SULBÎ
Öz oğul, evlenmekle hâsıl olan kendi soyundan gelen çocuk.
VELEDİYET
Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş.
VELEDİYET AKİDESİ
Hristiyanlıkta bir bâtıl akide. (Bak: Teslis)(İslâmiyet, tevhid-i hakiki dinidir ki; vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa te'sis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat'ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; havastan bir büyük insan tam dindar olsa enâniyeti terketmeye mecbur olur. Enaniyeti terketmiyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terkeder.Şimdiki Hristiyanlık dini ise; "Velediyet Akidesi"ni kabul ettiği için, vesait ve esbaba te'sir-i hakiki verir. Din nâmına enaniyeti kırmaz; belki Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın bir mukaddes vekili diye, o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika'nın esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngiliz esbak Reis-i Vükelâsı Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıb birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nâdiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünki, gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakiki ise, gurur ve enaniyetle içtima edemiyor. M.)
VELEH
Hayret, şaşkınlık. * Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak.
VELEH
f. Kahr, gazab, şiddet, hışım.
VELEHAN
Akıl gidip tembel olmak. * İbadet ederken vesvese veren şeytan.
VELEH-RESAN
Hayret verici, hayret edilen, şaşkınlık veren.
VELEH-RESAN-I UKUL
Akılları hayrette bırakan.
VELEHU
Bu da onun.
VELEHZA
Şaşırmış.
VELEHZEDE
f. Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık.
VELEV
Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse.
VELF
(Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak.
VELG (VELÜG)
Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması.
VELGA
Küçük kova.
VELH
Büyümek. * Uzamak.
VELHAN
Şaşakalmış, şaşkın, sersem.
VELHASIL
Sözün kısası, özü, kısacası.
VELİ
Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah'ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zât. Allah'a (C.C.) manevî yakınlık kesbetmiş olan şerif zât. * Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) isimlerinden birisi.
VELİ'
Kabuğunda olan hurma çiçeği.
VELİAHD
(Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse.
VELİCE
(C.: Velyüc) Büyük çuval. * Kişinin sırdaşı.
VELİD
Yeni doğmuş çocuk. * Köle, kul.
VELİDE
(C.: Velâid) Cariye.
VELİK
(Velikin) f. Amma, lâkin, fakat.
VELİKA
Yağla unu karıştırarak yapılan yemek.
VELİME
Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti. * Düğün, evlenme.
VELİ-Nİ'MET
Nimet veren. Nimeti muhafaza edip ihsan eden.
VELİYY
(C: Evliyâ) Yakın. * Amcazâde, emmi oğlu. * Yar, dost.
VELİYYE
(C.: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın.
VELİYYULLAH
Allah'ın (C.C.) veli kulu.
VELİYY-ÜL EMİR
Âmir. Emir veren. Emir sahibi.
VELİYY-ÜN NİAM
Nimetler ihsan eden, iyilik eden kimse. * Şeyhülislâm. * Sülâlesinin ileri gelenleri.
VELK
Yalan yakıştırmak. * Sür'at etmek, hız yapmak.
VELKA
(C.: Velkât) Vurmak.
VELKALEMİ
Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun.
VELLAS
Kurt.
VELM
Ulaşmak, yetişmek. * Toplanmak, cem'olmak.
VELS
Ahd, yemin, söz. " Az nesne. * Vurmak.
VELSAN
Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme.
VELU'
Bir şeye fazla düşkün olan.
VELUD
Çok doğuran kadın. * Mc: Çok eser veren kimse.
VELVAL
Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme.
VELVELE
Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata.
VELVELE-ENDÂZ
f. Gürültü patırtı eden. Gürültücü.
VELVELE-ENGİZ
f. Gürültü koparan, gürültü çıkaran.
VELY
Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme. * Çıkma. Olma. * Yaz yağmurundan sonra olan yağmur. * Yakınlık.
VEMD
Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Sıcaklığın artması.
VEMİZ
Bulut arasından görünen ışık.
VEMK
Muhabbet etmek, sevmek.
VEMS
Fücur, masiyet, günah.
VEMYE
Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet.
VEMZ (VEMİZ)
İşaret etmek. * Parlamak. şimşek çakmak.
VENA (VENYE)
Gevşek. * Zayıf. * Hâlsiz olmak.
VENİM
Sinek tersi.
VENN
Zebunluk, zayıflık, zaaf. * Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara.
VENNECMİ
Yıldıza yemin olsun.
VENY
İş hususunda gevşeklik gösterme.
VER
f. "Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver $ : Âlim. Suhan-ver $ : Edip, şâir.
VERA
Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar.
VERA
Öte. Başka taraf. Arka, geri. * Torun.
VER'A
Korkaklık, havf.
VERA'
Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti.
VERA-İ CEBEL
Dağın arkası.
VERA-İ PERDE
Perde arkası.
VERAK
Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması.
VERAKÎ
(Verka. C.) Güvercinler.
VERASET
Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi. * İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma.
VERASET-İ IRKIYE
Doğan yavrunun ecdadına benzemesi.
VERB
Fetret, fesad. * Yabani hayvan ini.
VERD
(Vürd - Vird) Gül.
VERDANE
Toplu oklava. * Koca başlı kertenkele.
VERDE
(Vürde) Renkli olmak.
VERDENE
f. Oklava, börekçi merdânesi. * Dolap oku.
VEREK
(C.: Evrâk) Kalça kemiği.
VEREL
(C: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur.
VEREM
(C.: Evrâm) şiş, yumru. * şişme.
VERENTEL
şiddet, mihnet.
VERESE
Mirasçılar. Miras alanlar.
VERF
Genişlik.
VERH
Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik. * Ucuz et.
VERH
Hamurun kendini koyuverip sülpülmesi.
VERHA
Akılsız ahmak kadın.
VERIK
Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para.
VERİ'
Haramdan kaçınan kişi.
VERİA
At ismi.
VERİD
Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı. * Kırmızı gül. (Bak: Evride)
VERİHA
Çok sıvı hamur.
VERİK
Sikkesiz gümüş. * Gümüş.
VERÎK
Gür sakallı adam. * Sık yapraklı ağaç.
VERÎSE
Veris otuyla boyanmış nesne.
VERÎŞ
Yürümek ve seğirtmek istediği hâlde sahibi engel olan davar.
VERKA'
(C.: Verâki') Yabâni güvercin. * Açık boz renk.
VERRAK
Kâğıtçı.
VERS
Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot.
VERŞ
Yürek ağrısı. * Çok beyaz olan.
VERŞAN
(C: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini. * Kumru kuşunun erkeği.
VERTA
(C: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum. * Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş.
VERY
Çakmaktan ateş çıkması.
VERZE
f. Meslek, san'at, iş.
VERZİDE
f. Ekilmiş.
VERZİŞ
f. İşletme. Çalışma. * Çalışmış.
VERZİŞKÂR
f. Çalışkan.
VERZKÂR
f. Rençber, çiftçi, işçi.
VESAFET
Hizmetkârlık, işçilik.
VESAH
(C.: Evsâh) Kir, pas. * Murdarlık, pislik.
VESAİD
(Visâde. C.) Yastıklar, şilteler, döşekler.
VESAİF
(Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
VESAİK
(Vesika. C.) Vesikalar.
VESAİL
(Vesile. C.) Vesileler. Sebebler.
VESAİT
(Vasıta. C.) Vasıtalar.
VESAİT-İ NAKLİYYE
Nakil vasıtaları. Taşıtlar. (Vapur, tren, otomobil gibi)
VESAK
Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak. * Sözleşme yeri.
VESAM
(Vesâmet) Güzel olma. Güzellik.
VESATET
Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma.
VESAVİS
(Vesvese. C.) Vesveseler.
VESAYA
(Vasiyet. C.) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar.
VESAYET
(Visâyet) Vasilik. * Vasiyet. * Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi)
VESB
Çok olmak.
VESBE
Bir atlama. Bir sıçrayış.
VESEB
Sıçrama, atlama.
VESEN
Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel. (Bak: Put-perest)
VESEN
Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası. * Uyku anında aklın gitmesi. * Hâcet.
VESENÎ
Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere inanan kimse.
VESENİYYUN
Putperestler. Puta tapanlar.
VESİ'
(Vesia) Vüs'atli, geniş. * Meydanlık.
VESİB
(Bak: Vüsub)
VESİC
Şiddetli seyir. Hızlı gitme. * Hızlı yürüyen deve.
VESİK
(C.: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli.
VESİKA
Cemaat, topluluk.
VESİKA
Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened.
VESİLE
(Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)
VESİLECU
f. Sebep ve bahane arayan.
VESİLEDÂR
f. Vesileli.
VESİLEHÂH
f. Vesile isteyen.
VESİLE-İ CEMİLE
Güzel sebep. Güzel fırsat.
VESİLE-İ SA'Y
Çalışma vesilesi.
VESİLET-ÜN NECAT
Kurtuluş vesilesi, kurtuluş sebebi.
VESİM(E)
(C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. * Damgalı.
VESK
(C.: Evsük) Cem'etmek, toplamak. * Altmış sa'.
VESM
Damga. İşaret. * Dağlama. * Döğerek toz hâline getirme.
VESME
Hayvana vurulan kızgın damga.
VESMEDÂR
f. Dağlanmış, damgalı. * Rastıklı.
VESN
Hafif. * Uyku. * Uyku anında aklın gitmesi. * Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık.
VESNAN
Uyuklayan, uykusu gelmiş olan.
VESS
Suya dalmak.
VESSELÂM
İşte o kadar, artık bitti, bundan sonra selâm. (Bak: Selâm)
VEST
Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân.
VESTÎ
f. Tercüme, şerh.
VESTİYER
Fr. Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer.
VESVAS
Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi.
VESVESE
Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.(Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde tevali ve tekerrür eden gizli söze vesvese; ve bir nefse böyle bir söz ilka etmeğe de, vesvese vermek tâbir olunur.) (E.T.)(Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'i zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şeytanlara mel'abe, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki: Onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minâre ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan firavun gibi bir firavun olur. M.N.)(Ey su-i vesveseden me'yus nefsim! Tedai-yi hayâlât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatın hükmü bir derece suretine ve misaline geçer. Güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi... Eğer şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ necis ve murdar bir şeyin âyinedeki sureti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsali, ısırmaz.İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mezhebinde bir şey'in şer'an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlâhi sebebiyledir. Mâdemki ihtiyarsız ve rızasız bir tahattur-u farazîdir, bir tedâî-yi hayalîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis şeyin sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz. M.)(İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hâtıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur. Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-ı İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir te'sir etmez. (Hâşiye)(Hâşiye) : O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlâhîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâî-yi efkâr seni tutup en uzak mâlâyâniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Ayinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez. M.N.)
VESVESEDÂR
f. Vesveseli, kuruntulu.
VEŞ
f. Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş $ : Ay gibi.
VEŞ'
Bir şeyin üstüne çıkmak.
VEŞAK
Dağ köpeği.
VEŞB
Ayıplamak.
VEŞC
Yaralamak. * Parçalamak. * Karışmak.
VEŞEL
Az su.
VEŞELAN
Suyun akışı.
VEŞİ'
(C: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca. * Sümâme otundan yapılan hasır. * Ağaçlardan kuruyup düşen nesne. * Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken. * Az nesne.
VEŞİA
(C: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç. * Tarikat.
VEŞİC
(C: Veşâyic) Süngü ağacı.
VEŞİCE
Lif. * Ağaç kökü.
VEŞİK(A)
(C: Veşâyık) Kuru et.
VEŞİME
Şer, kötülük. * Düşmanlık.
VEŞİZE
(C: Veşâyız) Kırık kemik parçası.
VEŞK
Yaralamak. * Parçalamak.
VEŞK (VİŞÂK)
Evmek, acele etmek, sür'at.
VEŞKAN
Hızlı ve aceleci kimse.
VEŞL
Az miktarda olan su.
VEŞM
İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret.
VEŞME
Yağmur tanesi.
VEŞŞEMSİ SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
VEŞT
f. Güzel.
VEŞVAŞ
Hafif hal. Hafif adam.
VEŞVEŞE
Hafiflik. * Kırış mırış olmak.
VEŞY
Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek. * Nesil ve zürriyet. * Çoğalma. * Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek. * Bir çeşit elbise.
VEŞZ
Kırmak. * Dar etmek, darlaştırmak.
VETAİR
(Vetire. C.) Meslekler, yollar.
VETED
Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh. * Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım.
VETER
Yayın çilesi. İp ve kiriş. * Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi. * Kasları hareket ettiren kalın sinir.
VETİN
Kalb damarı. Şah damarı. Şiryan-ı ekber. * Bel kemiği iliği.
VETİRE
(C.: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol. * Tarz, üslub. * Burnun iki deliğini ayıran zar.
VETR
Tek, yalnız. Bir. (Bak: Vitr) * Arefe günü.
VEYH
Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır.
VEYH
Heyhât!
VEYL
Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran. * Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir. * Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir.
VEYLE
Küstahlık, rezillik.
VEYN
Kara üzüm.
VEYSEL KARANÎ
(Bak: Üveys-el Karanî)
VEZ'
(C: Evzâ) Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. * Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek. * Topluluk, cemaat.
VEZ'
Hulku katı olan. Sert mizaçlı kimse.
VEZA
Tıknaz, topaç, bodur kimse.
VEZAN
f. "Olmak" yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve "esen, esici" anlamlarına gelir.
VEZANET
Fikir ve görüş isabeti. * Ölçülü olma.
VEZANET-İ EFKÂR
Düşüncelerin isabeti.
VEZANÎ
f. Esinti zamanı.
VEZARET
(Vizaret) Vezirlik. Başvekillik.
VEZB
Su gibi akma.
VEZEGA
Bir cins büyük keler.
VEZEN
Yürürken sallanmak.
VEZER
Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar. * Galib olmak.
VEZF
Evmek, acele etmek.
VEZİDEN
f. Yel esmek. * Atılmak, sıçramak.
VEZİF
Evmek, acele etmek.
VEZİLE
(C.: Vezâil) Cilâlı, parlak para. * Parlak madeni ayna.
VEZİM
Sebzevat demeti. * Kurumuş ot.
VEZİME
Hediye.
VEZİN
Hamur yapılmış ebucehil karpuzu. * Asil. * Sabit.
VEZİR
Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile meded ve yardım eden. Bu tabir "Vizr" kelimesinden gelir. "Vezr" kelimesinden alınsa; "halkın sığınağı" demek olur. Büyük düstur sahibi veya mühür sahibi kabul edilir. Osmanlı devletinde en büyük, mülkiyede en birinci mertebe olarak kabul edilmiştir. Muavin ve muin mânalarına da gelir.
VEZİR-İ A'ZAM
Pâdişahın vekili olan birinci vezir. Sadrazam. Başvekil.
VEZİZ
Ördek.
VEZK
Çirkin yürüyüşlü olmak.
VEZME
Kış sonu. * Bir kere yemek.
VEZN
(Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama. * Tartacak şey. Tartı. * Ağırlık.
VEZNE
Tartı. Terazi. * Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da kullanılır. Devlet daireleri ile büyük müesseselerde para alıp veren memura Veznedar denir. * Barut yuvası.
VEZNEDÂR
f. Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur.
VEZNÎ
Vezinle ilgili, vezne ait. * Tartılan şey.
VEZN-İ MAHSUS
Özgül ağırlık. Bir cismin bir santimetre küp hacmindeki parçasının ağırlığı. * Edb: Nazmın veya kelimenin belli kalıplarından her biri. Nazmın ahenk ölçüsü.
VEZNİYYÂT
Tartılan şeyler.
VEZR
Nurlu etmek, ışıklandırmak. * Kaftan eteğine birşey koyup götürmek.
VEZVAZ
Hafif, zarif kimse.
VEZVEZE
Sür'atle sıçramak.
VEZYE
Ayıp. * Soğuk.
VEZZAN
(Vezn. den) Tartan, vezneden. * Kantarcı.
VIKR
(C.: Evkar) Ağır yük. * Çok su taşıyan bulut.
VIKY
Hıfzetmek, korumak.
VIRAK
(Varak. C.) Yapraklar.
VIRAT
(Verta. C.) Vartalar, uçurumlar, çukurlar. * Halli güç, içinden çıkılması zor olan işler.
VISR
Hüccet, delil. * Kadı sicili. * Ahd, söz, yemin.
VITA'
Razı olma, rıza gösterme, uygun görme.
VITAE
Ayak basmak.
VİÂ'
(C.: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf.
VİÂİYYET
Kap halinde olma.
VİATA
(C: Viât) Sarı gül.
VİCA'
Hayvanı burma, iğdiş etme.
VİCA'
Ağrılar, sızılar.
VİCAH
(Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek.
VİCAHEN
Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek.
VİCAHÎ
(Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan.
VİCAR
(C.: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn.
VİCD
Zenginlik. Gına.
VİCDAN
İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.(Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayât-ül gayâtı var: İradenin ibadetullâhdır. Zihnin ma'rifetullahdır. Hissin muhabbetullahdır. Lâtifenin müşâhedetullâhtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayât-ül gayâta sevkeder. H.)
VİCDAN HÜRRİYETİ
(Bak: Hürriyet-i vicdan)
VİCDANEN
Vicdanca, iyilik hissine göre.
VİCDANÎ
(Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili. * Kendinden geçip dalmakla ilgili.
VİCDANİYYAT
Vicdanlılıklar. Vicdana ait hususiyetler ve hisler.(İ'lem eyyühel aziz! Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucb, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur.Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvâlin ölümüdür. Meselâ: Tevazua niyet, onu ifsad eder, tekebbüre niyet onu izâle eder, feraha niyet onu uçurur, gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ kıyas et. M.N.)
VİCDAN-SUZ
f. Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici.
VİDAD
Dostluk. Sevmek. Muhabbet. * Dost ve muhib. * Her şeye muhabbeti olan.
VİDD
Muhabbet, dostluk, sevgi.
VİFADET
Elçilik.
VİFAK
Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. * Barış. * Uygunluk.
VİHAD
(Vehd. C.) Derin vâdiler. Uçurumlar.
VİHAM
(Vahim. C.) Vahim olan şeyler.
VİKA'
Cinsî münasebet. * Savaş, harp.
VİKÂ'
(C: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne.
VİKA (VEKA)
Kendi ile bir şey saklanan nesne.
VİKAF
Tevakkuf etmek, vâkıf olmak, durmak.
VİKÂF
Eşek semeri ve palanı.
VİKAHAT
(Bak: Vakahat)
VİKAL (VEKÂL)
Devamlı diğer davarların ardına kalan davar.
VİKAYE
Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. * Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma.
VİKR
(C.: Evkar) Ağır yük.
VİLA'
Birbirinin ardı sıra gelmek. * Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak. * Ahbablık, yakınlık, dostluk. (Bak: Velâ)
VİLAD
Doğurmak.
VİLADET
Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak. (Veladet galattır)
VİLAKÂR
f. Ahbab, dost.
VİLAPERVER
f. Dost, muhib.
VİLAYAT
(Vilayet. C.) Vilayetler.
VİLAYET
Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet.
VİLDAN
(Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler.(Kur'an-ı Hakîm'de $ sırrı ve meâli şudur ki: Mü'minlerin kabl-el-büluğ vefat eden evlâdları, Cennet'te ebedî, sevimli, Cennet'e lâyık bir surette dâimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en lâtif bir zevki, ebeveynine te'mine medar olacaklarını.. ve her bir lezzetli şey'in Cennet'te bulunduğunu.. "Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı" nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel sâfi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saâdeti olduğunu şu âyet-i kerime $ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. M.)
VİLDE
(Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar.
VİLE
f. Yüksek ses.
VİN
f. Siyah üzüm. * Boya, renk.
VİRAD
Yol. * (Verd. C.) Güller.
VİRAN
f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı.
VİRANE
f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı.
VİRANÎ
f. Viranlık, haraplık.
VİRASE
Mirasyedilik.
VİRAT
Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak.
VİRD
Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz.
VİRD
f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih cemaat. * Talebe, şakird, mürid.
VİRD-İ ZEBAN
Dilde tesbih. Sık sık tekrar edilen dua, söz, zikir.
VİRK (VERK)
(C.: Evrâk) Uyluk üstü.
VİSAB
Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama.
VİSAD(E)
Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte.
VİSÂDENİŞİN
f. Yastığa yaslanıp oturan.
VİSAK
Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman.
VİSAL
(Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. Hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. L.) Öyle ise Bâki'nin yolunda çalışmak lâzım gelir.
VİSAM
(Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar.
VİSATA
Kavim arasında şerefli ve aziz olmak.
VİSAYE
Vasiyet etmek.
VİSL
(C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ.
VİSME
Bir boya otu. * Çivit yaprağı.
VİŞAH
(Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası.
VİŞAM
(Veşm. C.) Dövmeler.
VİŞAYE
Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık.
VİŞN-AB
f. Vişne şerbeti, vişne şurubu.
VİTAM
Çulhaların beze sürdükleri nesne.
VİTAMİN
Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır.
VİTAS
Kazmak. * Kırmak.
VİTR
Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr)
VİZAM
Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.)
VİZARE
Yardım etmek. * Kuvvet vermek.
VİZİTE
ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.
VİZR
Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek.
VOKAL
İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler.
VOLKAN
Fr. Yanardağ.
VOYVODA
Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan eyalet ve sancakların mülhak kazalarına halkın isteğiyle yerlilerin ileri gelenlerinden birini voyvoda tayin ederlerdi. (O.T.D.S.)
VU'AZ
(Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler.
VUFUD
Gelme, geliş.
VUFUR
Bolluk, çokluk, kesret.
VUHUFET
Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık.
VUHUL
(Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar.
VUHUŞ
(Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
VUKU'
Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı.
VUKUAT
(Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler.(Verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat, verilmeyen mertebeler; imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler, nihayetsize illet olamaz. Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler. M.)
VUKUD
Ateş alıp yanma. Tutuşma.
VUKUF
Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.
VUKUFDÂR
f. Haberi olan. Bilgili.
VUKU'-İ HÂL
Bir hâdisenin çıkış ve oluş şekli.
VUKUKA
Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması.
VUSAFA
(Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar.
VUSKA
(Bak: Vüska)
VUSLA
Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey.
VUSLAT
Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.
VUSTA
(Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak.
VUSU'
Kudret, tâkat, güç, kuvvet.
VUSUB
Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak.
VUSUK
(Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar.
VUSUL
Ulaşma, erişme, varma, yetişme.
VUU'
Tilki.
VUUD
Vaidler. Vâdeler.
VUUL
şerefliler. * Kuvvetliler.
VUZ'
Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması.
VUZU'
Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme.
VUZU'
Abdest alma. Abdest suyu. Abdest.
VUZUH
Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık.
VÜCUB
Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak.
VÜCUBÎ
Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet.
VÜCUB-U ZEKÂT
Zekâtın vacib, şart oluşu. * Verilmesi Allah tarafından emredilmiş olan zekât.
VÜCUD
Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.(Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hâricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hâricîden olan o âyine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u hâricîleri kuvvetiyle, o vücud-u mânevide ve misâlide hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücud rusuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıt altına girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.İşte $ şu kâinatın Sâni'-i Zülcelâli vâcib-ül-vücuddur. Yâni: O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib râsih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sâir tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler: $ demişler. Yâni: Vücud-u Vâcib'e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler. M.)(Vücudun en kuvvetli mertebesi olan "Vücub" un; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan "mekândan münezzehiyet" in; ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan "vahdet"in sâhibi "Zât-ı Vâcib-ül Vücud"un en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyyeti ve sermediyyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyâde mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyyet isnad etmek ve onları ezeli tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilâf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddid cüzlerinde kat'i bürhanlarla gösterilmiştir. L.)(Vücud ise; birincisi mümeyyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müreccihe olmak üzere ilim, irade, kudret sıfatlarını istilzam eder. İ.İ.)
VÜCUDÎ
Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı.
VÜCUD-U HÂRİCÎ
Zâhir, ademden çıkmış olan. İlmî vücuddan âlem-i şehadete gelmiş olan. Maddî varlık, cismanî eşya.
VÜCUD-U HİSSÎ
His ile bilinen vücud. Hisse aid vücud, varlık. Duygulu cesed.
VÜCUD-U İLMÎ
İlmî varlık.(Vücud-u ilmî, hayat-ı umumiyenin ma'nevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye o ma'nidar ve o canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır. S.)
VÜCUH
(Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri.
VÜCUH-U İ'CAZ
Mu'ciz olmanın yolları. İ'caz nevileri ve vecihleri.
VÜCUH-U SEB'A
Yedi vecih. Kur'anın yedi tarzda okunuşu.
VÜCUM
Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma.
VÜCÜR
(Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler.
VÜFFED
(Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler.
VÜFUD
Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler.
VÜFUR
Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma.
VÜHUB
Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan.
VÜKELÂ
(Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
VÜKELÂ-İ DEÂVÎ
Dâvâ vekilleri. Avukatlar.
VÜKNE
Kuş yuvası.
VÜKUB
Yavaş yürüme.
VÜKUL
Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği.
VÜKUN
(Vekn. C.) Kuş yuvaları.
VÜKUR
(Vekr. C.) Kuş yuvaları.
VÜLÂT
(Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler.
VÜLÂT-I EMR
Vâliler. İşin başındakiler, idareciler. İdareye memur zâbitler.
VÜLEYD
(Veled. den) Küçük çocuk.
VÜLU'
Bir şeye aşırı derece düşkünlük.
VÜLUC
Girme, sokulma, duhul etme.
VÜLUG
Köpeğin su içmesi.
VÜREYD
Çok küçük damar.
VÜRKA
Siyahı galip olan bozluk.
VÜRU'
Korkaklık.
VÜRUD
Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları.
VÜRUK
Yan yatma.
VÜRUŞ
Yemek yemek. * Ziyafet vermek.
VÜS' (VÜS'AT)
Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.
VÜSEMA
(Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar.
VÜSKA
Çok kuvvetli ve sağlam olan.
VÜSUB
(Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma.
VÜSUK
Bağlar, râbıtalar. * Anlaşma ve sözleşmeler.
VÜSUK
Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık.
VÜSÜD
(Visâde. C.) Yastıklar.
VÜŞUL
Mal azlığı. * Zayıflık.
VÜZERA
(Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir)
VÜZUB
Lüzumluluk, icab etme, gereklilik.
VÜZUB
Su gibi akma.
VÜZUB-İ DEM
Kan akma, kanama.
VÜZUR
Tuzak. * Süprüntü sepeti.


Y Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


YA
Hey, ey! mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; baştaki kelimeyi üstün meftuh okutur. Yâ Rabbe-l Âlemîn de olduğu gibi.Yâ üç şekilde kullanılır:1- Müennes zamiri olur. Kübrâ $ Hüsnâ gibi.2- Harf-i inkâr olur.3- Harf-i tezkâr olur. Bu hâlde elifle olursa Harf-i nidâ dır. Bâzen te'kid için kullanılır: Yâ Allah, Yâ Rabbi denildiği gibi. Bazen teessüf, istimdad ve istigase ifade ettiği de olur. Yâ meded Allah, Yâ Allah! gibi. Yâ, terdif beyan eder. Ve yahut manasına: Ya gelir ya gelmez gibi. Taaccüb ve istigrab beyan eder: Ya öyle mi? de olduğu gibi. Tasdik bildirir: Evet, hay hay mânasını ifade eder. Gider yâ gibi.
YA
Kur'ân alfabesindeki son harfin ismidir. Ebcedî değeri 10'dur. Hecâ harflerinin mahmuse kısmındandır. Şedide ile rihve arasında, ortadadır.
YA EYYÜHEL HOTO
Ey vahşi, kaba dağ adamı!
YA LEYTE
Keşke, ne olurdu.
YAB
f. "Yaften: Bulmak" mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab $ : Şifa bulan, iyileşen.
YABAN
f. Çöl, sahra.
YABANİ
Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.
YABENDE
f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif.
YABİS
Kuru.
YABNAK
f. Bulan, bulucu.
YA'BUB
Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at.
YÂD
f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık.
YAD-BUD
f. Armağan, yâdigâr.
YADBÜD
f. Hâfıza kuvveti.
YADDAR
f. Hatırda tutan, unutmayan.
YADDAŞT
f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra.
YADE
f. Hâtıra.
YÂD-I ŞEBÂBET
Gençlik hâtırası.
YÂD-İ HAZİN
Hüzünlü hâtıra.
YADİGÂR
Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan.
YADKERD
f. Hazırlama.
YAFE
f. Saçma ve mânasız söz.
YAFES
Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.
YAFTE
f. "Bulunmuş, bulmuş, bulunan" mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte $ : f. Şeref bulmuş.
YAFUF
Turaç kuşunun yavrusu.
YAFUH
Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.
YA'FUR
(C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı.
YAĞFİRULLAH
Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).
YAĞMA
f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu.
YAĞMAGER
(C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba.
YAĞMAGERÎ
f. Çapulculuk, yağmacılık.
YAH
f. Buz.
YAHAMİM
(Yahmum. C.) Kara dumanlar.
YAH-AVER
f. Buzlu şerbet, buzlu su.
YAHBESTE
Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.
YAHÇE
f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri.
YAHMUM
(C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne.
YAHMUR
Yaban eşeği.
YAHNİ
f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey.
YAHPARE
f. Buz parçası.
YAHTE
f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp.
YAHTEMİL
İhtimal.
YAHUD
f. İsterseniz, veyâ. İyisi.
YAHUDİ
Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî. (Bak: İsrail)Yahudilerin vaziyetlerine ve seciyelerine işaret eden âyetler şunlardır: 2: 60-66 arası. 5: 62-64 arası ve 17: 4.(Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzâaf riba yapıp bankaları te'sise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. S.)
YAHYA (A.S.)
Zekeriya'nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa'dan (A.S.) önce Tevrat'a göre hareket ederdi. Kudüs'ün o zamanki reisi, Hz. Yahya'nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.
YAHYAH
Beri gel demektir.
YAİS
(Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus.
YAKAZA
(Bak: Yakza)
YAKAZAN
Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak.
YAKIK
Katı nesne.
YAKITÎ (YAKUTÎ)
Kırmızı üzüm.
YAKIZ
(C.: Eykâz) Uyanık.
YAKÎN
Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
YAKÎNEN
Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette.
YAKÎNÎ
Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair.
YAKÎNİYYÂT
Yakînî bir surette bilinenler.
YAKTÎN
Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.
YA'KUB (A.S.)
Kur'an-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası ve İshak Aleyhisselâm'ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir. (Bak: Yusuf A.S.)
YAKUT
Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.
YAKUT-U MÜZAB
Erimiş yakut. * Göz yaşı. * Kan. * Kırmızı şarap.
YAKUT-U ZERD
Sarı yakut. * Güneş.
YAKZA
Uyanıklık. Dikkatte olma.
YAKZÂN
Uyanık.
YAKZATEN
Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette.
YÂL
f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan.
YÂL Ü BÂL
Boybos düzgünlüğü.
YALAK
Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.
YALAN
(Bak: Kizb)
YALDIZ
t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey.
YALE
f. Sığır boynuzu.
YALMEND
f. Aile reisi. Aile başkanı.
YA'LUL
(C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve.
YALVANE
f. Kırlangıç kuşu.
YAM
f. Posta beygiri.
YAMAK
Yardımcı, yardak, muavin.
YA'MELE
İşe dayanıklı cins dişi deve.
YAMUR
Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği.
YA'MUR
(C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu.
YAN
f. Hastanın sayıklaması.
YANESUN
Anason otu.
YA'Nİ
(Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki.
YANİ'
Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin.
YANKESİCİ
Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.
YÂR
f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili.
YARA
f. Güç, kuvvet, kudret, takat.
YÂRÂN
f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer.
YARANE
f. Dostça.
YÂRÂN-I AŞK
Âşıklar, aşk dostları.
YÂRÂN-I SAFÂ
Zevk ve eğlence ile vakit geçiren dostlar. Safâ dostları.
YÂRE
Yara.
YÂRE
f. Bilezik.
YÂRE-İ HİCRAN
Ayrılık yarası.
YAREK
f. Dölyatağı. Meşime.
YÂR-I BÎVEFÂ
Vefasız dost.
YÂR-I CİHAR
(Bak: Çar yâr)
YÂR-I GAR
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh'ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır. (Bak: Sıddık)
YÂR-I KADÎM
Eski dost.
YARI ÜMMİ
Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden.
YÂRÎ
f. Yardım. * Dostluk.
YARMEND
f. Dost, muin, yardımcı.
YARRES
f. İmdada yetişen.
YASEMİN
f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç.
YASIB
Yeşim taşı.
YASIF
Yeşim taşı.
YASİN
Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir. (Bak: Huruf-ı mukattaa)
YASİN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir.
YASİR
Sol tarafa giden.
YA'SUB
Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş.(Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. M.)
YÂVE
f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan.
YÂVE-GÛ
(C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan.
YÂVER
f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
YÂVERÂN
(Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar.
YÂVERÎ
f. Yâverlik, yardımcılık.
YÂVER-İ EKREM
Cenab-ı Hakk'ın emrinde çalışan en makbul yâver, en kerim olan Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)
YAVUZ
şiddetli yanan. * A'lâ, fevkalâde. * Pek sert.
YAVUZ SULTAN SELİM
(Hi: 875-926) Osmanlı Padişahlarından dokuzuncusudur. Sultan Süleyman Han'ın babası, 2. Bayezid Han'ın oğludur.Azim ve sebat örneği olan ve memleket mes'elelerinde en küçük kusurları bile afvedemiyen Yavuz Selim, Çaldıran seferine çıkmıştı. Uzun müddet seferde olan askerleri bir gün padişahın çadırına kurşun atacak kadar işi ileri götürdüler. Yavuz Selim hemen çadırından dışarı fırladı; atına atladığı gibi toplu bir halde duran Yeniçerilerin arasına atını sürdü, öfkeli nazarlarla sert sert baktıktan sonra:" -Bre asker kıyafetli korkak herifler! Askerî itaat, emre muhalefetten mi ibarettir? Zahmete katlanmadan zafer kazanmak kande görülmüştür? Şecaat ve erliğinden şüphe edenler, rahatını düşünenler geri dönüp karılarının yanlarına gitsinler. Ben buraya kadar zahmetler ihtiyar edip, kemal-i zelilâne bir surette geri dönmek için gelmedim. Şemşir-i celâletim altında hamaset ve şecaat göstermek isteyenler benimle beraber gelsinler. Siz gelmezseniz, ben yalnız da giderim...' diyerek atını Çaldıran'a doğru sürmüştür. Neticede Şah İsmail'e galip geldi. Şiiliğin Anadolu'ya yayılmasına mani oldu. Daha sonra Tebriz ve Mısır'ı aldı. Hutbelerde "Haremeyn-i Şerifeyn'in Hâdimi" diye ismini okuttu ve ilk Osmanlı Hâlifesi oldu. Osmanlı Devletinin topraklarını iki misline çıkardı. Büyük bir İslâm ittihadı için gayret gösteriyordu. Şirpençe denilen bir çıban vesilesi ile Rahmet-i Rahman'a kavuştu. Türbesi, İstanbul'da yaptırdığı Sultan Selim Camii avlusundadır. (R. Aleyh)
YAZDEH
f. Onbir.
YAZDEHÜM
f. Onbirinci.
YA'ZİD
Acı marul.
YEAKİB
(Ya'kub. C.) Erkek keklikler.
YEALİL
(Ya'lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer.
YEASİB
(Ya'sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri.
YEBAB
f. Yıkık, bozuk, harap, virâne.
YEBAN
f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer.
YEBANİ
f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani)
YEBES
Sonradan kuruyan yaş mevzi.
YEBREM
Gelberi ismiyle bilinen bir cins demir kürek.
YEBS
Islak şeyin kuruması.
YEBUSET
Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik.
YE'CÜC VE ME'CÜC
Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi.(Ye'cüc ve Me'cüc hâdisatının icmâli Kur'anda olduğu gibi, rivâyette bir kısım tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'anın muhkemâtından olan icmâli gibi muhkem değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar te'vil isterler. Belki râvilerin içtihadları karışmasıyla tâbir isterler. Evet $ Bunun bir te'vili şudur ki: Kur'an'ın lisan-ı semavîsinde "Ye'cüc ve Me'cüc" nâmı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı herc ü merc ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı zir-ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efrâdı onlardandır. Evet, ihtilâl-i Fransavîde hürriyet-perverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir, bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkıye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan; elbette, ektikleri tohumlar hiç bir kayıd ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa; akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise; hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise; Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede yapılan ve acâib-i seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinî'nin binasına sebebiyet veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'an'ın mücmel haberini tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mu'cizane ve muhakkikane haber vermiş. Ş.) (Bak: Mürted)
YED
El. * Mc: Kuvvet, kudret, güç. * Yardım. * Vasıta. * Mülk.
YEDAN
Eller. İki el.
YEDEYN
İki el.
YED-İ BEYZÂ
Musa Aleyhisselâm'ın mu'cize olarak gösterdiği beyaz ve parlak eli. Bu tabir mecaz olarak keramet ve hârikulâde haller ve meziyetler hakkında kullanılır.
YED-İ EMİN
Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs. * Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse. * Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer. * Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir lâkabı.
YED-İ KUDRET
Allah'ın kudreti ve kudretinin tasarrufu.
YED-İ RAHMET
Rahmet eli, Rahmetle ihsan edilmesi.
YED-İ TASARRUF
Sahibolma, sâhiblik.
YED-İ TULÂ
En uzun el. * Geniş nüfuz. * Tam, çok geniş ilim ve ihtisas. * Büyük kudret.
YEDİYY
El ile dokunmuş.
YEDULLAH
Cenab-ı Hakk'ın kudreti, yardımı.
YEFA'
Yüksek yer.
YEFEN
Bunak adam.
YEFTENC
Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan.
YEGÂN
f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker.
YEGÂN YEGÂN
f. Ayrı ayrı. Birer birer.
YEGÂNE
Tek, bir.
YEGÂNE-GÎ
f. Teklik, yegâne ve tek oluş.
YEGDEN
f. Birden, birdenbire.
YEGUS
Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine ait bir put.
YEHHİR
Katı ve sert taş. * Serap.
YEHMA
Sahra, çöl.
YEHMUM
Kömür gibi simsiyah olan şey. * Zifir ve kara duman. * Cehennem ahalisini ihata eden perde.
YEHMUR
Çok sözlü, çok konuşan adam. * Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi. * Yeri götüren balık.
YEHR
İnat etmek.
YEHUD
Yakub (A.S.) ın büyük oğlunun adıdır. (Bak: Ya'kub)
YEİS
(Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet)
YEK
f. Bir, münferid. * Bir oluş, birlik.
YEK-ÂVÂZ
f. Tek sesli, bir sesli. * Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. * Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume.
YEKÂYEK
f. Birer birer. Tek tek. * Ansızın.
YEKBAR
(Yekbâre) f. Bir defa, bir kere. Bir defada.
YEKCİNS
f. Aynı cinsten.
YEKÇEŞM
Tek gözlü. * Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. "Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden" meâlinde mecazen söylenilmiştir. * Güneş. (Bak: Deccal)
YEKDANE
f. Eşi, benzeri olmayan. Tek.
YEKDEM
f. Bir nefes, çok az, çok kısa.
YEKDEST
f. Bir elli, tek elli. * Bir çeşit, bir cins. * Eskiden yapılmış bir çeşit rende.
YEKDİĞER
Bir başkası.
YEK-DÜ-SE
f. Bir-iki-üç.
YEKE
f. Yalnız, bir, tek.
YEKNESAK
Devamlı aynı halde olan. Biteviye. Değişmez bir hal.(Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. L.)
YEKPA
f. Tek ayaklı. Topal.
YEKPARE
Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.
YEKREH
f. Riyasız, doğru.
YEKRİŞTE
f. Uygun, muvafık, yaraşır. * Şefkatli.
YEKRU(Y)
f. İki yüzlülük yapmayan, riyasız. * Hâlis ve itimad edilir dost.
YEKRUZ
f. Bir günlük. Geçici, muvakkat.
YEKSAL
f. Bir yıllık. Bir yaşında.
YEKSAN
Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman.
YEKSER
f. Baştan başa. * Ansızın. * Yalnız başına.
YEKSÜVARE
(C.: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen. * Mc: Arkadaşı olmayan kimse.
YEKŞEBE
f. Bir gecelik.
YEKTA
Tek, yalnız, eşsiz. * Bir kat.
YEKTENE
f. Tenha, yalnız başına.
YEKÛN
Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır)
YEKVÜCUD
Tek kişi gibi. Hep birden.
YEKZEBAN
Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik. * Aynı dili konuşan. Bir dilde.
YEL
(C.: Yelân) Pehlivan. şampiyon.
YELAN
(Yel. C.) f. şampiyonlar, pehlivanlar.
YELDA
f. Uzun.
YELE
f. Kuvvetle saldıran. * Otlağa salınmış hayvan sürüsü. * Koşan, koşucu, seğirten. * Bazı hayvanların ensesindeki kıllar.
YELEB
Beyaz deve. * Polat demir. * Toplamak, cem'etmek. * Deriden yapılmış cübbe, zırh ve gömlek. * Kalkan.
YELEK(A)
Her nesnenin beyazı. * Beyaz keçi.
YELEL
Üst dişlerin kısa olması.
YELEM
Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.
YELEMLEM
Deri. * Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.)
YELENDED
Etli, semiz kimse.
YELMA'
Yalancı. * Serap.
YELMEK
(C.: Yelâmık) Kalın kaftan.
YELPEZ
Yelpaze. * Serinletmek için el ile havalandırma âleti.
YELTENMEK
t. Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak.
YEMAME
Ehlî güvercin.
YEMEN
Arap diyarında bir vilayet ismi.
YEMHUR
Uzun boylu adam. * İt sineği.
YEMİN
Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ taraf, sağ el.
YEMİN-İ LÂĞV
Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemindir (ki; şer'an kefâret lâzım gelmez).
YEMM
Deniz, bahir, derya, umman. * Güvercin kuşu.
YEN'
Yemişin olgunlaşması.
YENABİ'
(Yenbu'. C.) Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler. * Kedi yavruları.
YENABİ'-İ ULÛM
İlim kaynakları, çeşmeleri.
YENARIK
Yassı bilezik.
YENBAGİ
Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir.
YENBU'
(C.: Yenâbi) Pınar, kaynak. * Kedi yavrusu.
YENBUB
Dikenli bir ağaç.
YENGEÇ
t. Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan.
YENHUB
Korkak.
YENME
(C.: Yünem) Bir nevi ot.
YERA
(Yerâa. C.) Yontulmamış kamış kalemler. Kamışlar. * Ateşböcekleri.
YERA'
Sığır buzağısı.
YERAA
(C.: Yerâ) Kamış düdük. * Yontulmamış kalem.
YERABİ'
(Yerbu'. C.) Tarla fareleri.
YERBU'
(C.: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.
YEREKAN
Sarılık hastalığı. * Ekin âfetlerinden bir âfet.
YERER
Katı ve sert nesne.
YERHAMÜKÜMULLAH
Allah (C.C.) size rahmet ve merhamet eylesin meâlinde dua olup, aksıran kimseye söylenmesi sünnettir. (Bak: Teşmiyet)
YERHUM
Erkek kartal.
YERKU'
Şiddetli açlık.
YERMA'
(C.: Yerâmi) Alçı taşı.
YERUN
Ağu, zehir. * Aygır suyu.
YE'S
Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.(Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olmayan azaptan korka, ye'se düşer. Böyle me'yusun gözüne, dinî mes'elelere münafi edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez; diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. M.N.) (Bak: Ucb)
YESAG
f. Kanun, nizam. * Yasak.
YESAR
Sol, sol el. * Varlık, zenginlik. * Gençlik. * Bolluk. * Kolaylık.
YESARET
Zenginlik. * Kolaylık.
YESARÎ
Sola ait. Sol ile alâkalı.
YE'S-AVER
f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden.
YESBEHUN
Yüzerler. (manasında)
YE'S-EFZA
Kederi, ye'si ve elemi artıran.
YESER
Kolaylık, sühulet. * Birinin sağ tarafından gelme. * Yün, ip gibi şeyleri bükme.
YESİR
Az şey, az, kalil. * Kumarbaz. * Kolay.
YESR
Öldürmek.
YESRİB
Medine-i Münevvere'nin müslümanlıktan evvelki ismi. (Bak: Medine)
YESSİR
Kolaylaştır (meâlinde duâ).
YESTEUR
Medine yakınında bir yer. * Deve sağrısına yapılan palas. * Belâ. * Bâtıl. * Misvak ağacı.
YESUR
Kumarbaz.
YEŞB (YEŞF-YEŞM)
Yeşim denilen taş.
YEŞK
f. Köpek dişi adı verilen sivri diş.
YETAMA
(Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
YETEM
(Bak: Yütm)
YETİM
Babası ölmüş olan çocuk. * Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)
YETİME
Yetim kız. * Eşsiz.
YETİM-HÂNE
f. Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer.
YETİM-ÜT TARAFEYN
Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk.
YETN
Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.
YETU'
Sütleğen otu.
YEUK
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin putlarından bir putun ismi.
YEUS
(Ye's. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me'yus.
YEVM
Gün. Yirmidört saatlik zaman. * Sene. * Asır. Devir. * Devre.
YEVMEN FE YEVMEN
Günden güne, gittikçe.
YEVMÎ
Günlük. Güne ait.
YEVM-İ FASL
İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem', yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, yevm-ül kıyam, yevm-ül kıyame, yevm-ül mev'ud, yevm-ül miâd, yevm-ül misak, yevm-ül mizan, yevm-ül va'd, yevm-ül vâkıa, yevm-üs suâl, yevm-ül arz.
YEVM-İ MİSAK
Sözleşilen gün. * Kıyâmet Günü.
YEVM-İ NÜŞUR
Kıyamet günü, mahşer günü. Herkesin amel defterinin açılıp neşredilip gösterileceği gün.
YEVM-İ ŞEVK
Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.
YEVM-İ TENAD
Kıyamet günü.
YEVM-İD DİN
Din günü, ceza günü, mâneviyat günü.(...Nasıl dünya; maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını, belki o fâniyat ve zailâtın bâki ve dâimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir, diye ifade ediliyor. E.L.)
YEVMİYE
Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret. * Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.
YEVM-ÜL FETİH
Fetih günü. * Mekke-i Mükerreme'nin fethi.
YEVM-ÜL HAMİS
Perşembe günü. Beşinci gün.
YEVM-ÜL HULUD
Kıyamet günü.
YEVM-ÜL HURUC
Kıyamet günü.
YEVM-ÜN NAHR
Zilhiccenin onuncu günü.
YEVM-ÜT TELÂKİ
Kıyamet günü. Ruz-u mahşer.
YEZ
f. Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit.
YEZDAN
f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud.
YEZDANÎ
İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik.
YEZEK
f. Bekçi, gece bekçisi.
YEZİD
(Hi: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.
YEZİD BİN EBİ SÜFYAN
Ebu Süfyan'ın oğlu. Hz. Muaviye'nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme'nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh'ın Şam'a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vefat eyledi. (R.A.)
YOGA
Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.
YOGİ
Hindistan'da çilecilere (yogalara) verilen isim.
YOL-DAŞ
Yol arkadaşı.
YORDAM
t. Edâ. * Alâyiş, tantana, debdebe. * Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk.
YORUM
Uydurma bir kelimedir. (Bak: Tefsir)
YORUMLAMAK
(Bak: Tefsir etmek)
YUCE
f. Damla, katre.
YUDA
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir ve onu ihbar edip ihanet etmiştir. Yehuda veya Yuda Şem'un da denir. (Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere İsa. Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda. E.L.)
YÛDLÛN
Tarhun otu.
YUG
f. Boyunduruk.
YUH
(Yuhâ) Güneşin isimlerindendir. * Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna "yuha çekmek" denir.
YUHANNA
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
YUNUS (A.S.)
Benî İsrail peygamberlerinden ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçenlerdendir. Elyesa (A.S.) dan sonra Ninova şehrine gönderildi. Şehir ahalisi kendisine itaat etmediği için müteessir olarak bir gemiye binmiş ve oradan denize atılmış. Cenab-ı Haktan emir almadan şehri terk ettiğinden bu hâl başına gelmişti. Büyük bir balık onu yuttu. Hz. Yunus tam bir iltica ile Allah'a dua etti ve balık onu gece, bir sahil kenarına bırakıverdi. Sıhhat bularak tekrar Ninova şehrinde ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğe devam etti.(İşte Hz. Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor. Onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz hutumuz (balığımız) dur. Hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder, bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakiki vaziyetimiz budur biz de Hazret-i Yunus'a (A.S.) iktidâen umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip "Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzâlimîn" demeliyiz. L.)
YUNUS EMRE
(Vefat Mi: 1320) Porsuk Nehri'nin Sakarya'ya döküldüğü yere yakın Sarıköy'de doğduğu söylenir. Tasavvufî halk edebiyatının veli şâiri olan Yunus Emre, yaşadığı devirde halk tabakasını irşad ve tenvir etmiştir. Bir çok memleketleri ve bu arada Konya, Şam ve Azerbeycan'ı dolaştı. Konya'da Mevlâna ile görüştü. Risalet-in Nasuhiye isminde Mesnevî tarzında bir eser yazdı. Şiirleri daha sonra "Divan" adlı bir kitapta toplandı.Mevcudattaki her zerrede Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğini okutturan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir eserinde, sinek kanadının hârika san'atından, tevhide delil ve alâmet olduğundan bahsederken şöyle der:"- Bir sineğin kanadı, vücudu ne kadar hârika bir san'at-ı Rabbaniye olduğuna lâtifâne bir işaret olarak meşhur Yunus Emre'nin bu fıkrası ne güzel bildirir:Bir sineğin kanadın, kırk kağnıya yüklettim. Kırkı da çekemedi, şöyle kaldı yazılı..."
YUNUS SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 10. suresidir. Mekkîdir.
YUSUF (A.S.)
Hz. Yakub'un (A.S.) oniki oğlundan en küçüğü idi. Babası kendisini çok severdi. Gördüğü bir rüyayı babası tabir ederek peygamber olacağını ve bütün kardeşlerinin kendisine itaat edeceklerini söyledi. Kardeşleri kendisini kıskandıkları için bir hile ile izini kaybetmek istediler ve bir kuyuya attılar. Oradan Mısır'a giden kervancılar aldılar. Mısır'da köle diye sattılar. Sarayda Mısır Maliye Nâzırı'nın yanında hizmet ederdi. Güzelliği, temizliği dillere destan oldu. Mısır Azizi'nin karısı Zeliha'nın iftirasına uğrayarak bir müddet hapiste, zindanda kaldı. Orada peygamberlikle müşerref oldu. Mısır Meliki'nin gördüğü rüyayı en sahih olarak Hz. Yusuf (A.S.) tabir ederek bir müddet sonra hapisten çıktı. Rüyadaki tabir gibi yedi sene bolluk oldu. Ve ondan sonra da yedi sene kıtlık başlamıştı. Hz. Yusuf da Hazine Nâzırı tayin edildi. Her taraftan mahsul, yiyecek almağa gelirlerdi. Kenan illerinde hasta ve Yusufuna ağlamakla gözleri görmez olan Hz. Yakub'un evlâdları da mahsul almak için geldiler. Hz. Yusuf evvelâ onları tanımazdan geldi, sonra onlara iyilik etti ve babalarını da Mısır'a davet etti. Yusuf'un gömleğini gözüne sürmekle Hz. Yakub'un gözleri de açılmıştı. Yusuf (A.S.) Mısır'a aziz oldu, Zeliha ile evlendi. Kardeşleri, babası da Mısır'a davet edildi ve mes'udane bir hayata kavuştular. Kısas-ı Enbiya)(Hz. Yusuf (kendisi) Cenab-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti. O saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun...İşte Kur'an-ı Hakîm'in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yusuf'un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki; kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet ondadır... Hem Hz. Yusuf'un âlî sıddıkiyyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor. M.)
YUSUF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 12. suresidir. Mekkîdir.
YUŞA (A.S.)
Hz. Musa'dan (A.S.) sonra peygamber olmuş ve Benî İsrail'i çöllerden kurtarmıştı. Ondan sonra pek çok reisler Yahudilerin idaresinde bulundu, bazan da hâkimsiz kalarak esaret hayatı yaşadılar. Tâ bir müddet sonra İsmail (A.S.) hâkim oldu. Onbir sene Benî İsrail'i idare etti. Sonra içlerinden bir melik olmasını istediler. İsmail (A.S.) Tâlut'u intihab eyledi. Benî İsrail meliklerinin birincisi Tâlut oldu. Tâlut saltanata geçtikten sonra Hz. İsmail'in (A.S.) tedbiri üzere Benî İsrail'den bir ordu tertib etti ve Filistin üzerine yürüdü. Düşmanları Amelika ordusu karşı geldi. Reisleri Câlut meydana çıkıp er istedi. Tâlut tarafından Hz. Dâvut çıktı ve Câlut'u öldürdü. Bir müddet sonra devlete, Benî İsrail'e Hz. Dâvut (A.S.) hâkim oldu. Amelika ile sonradan bir muharebede Tâlut öldü. Dâvut (A.S.) nübüvvetle saltanatı cem' eyledi. Kudüs'ü pay-i taht eyledi. Kırk sene idareyi Musa'nın (A.S.) şeriatı üzerine Benî İsrail'i idare eyledi.
YUZ
f. Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars.
YUZE
f. El açan, dilenci.
YÜBS
Kuruluk.
YÜBUSET
Kuruluk.
YÜDİ
(Yed. C.) Eller.
YÜMKİN
Olabilir, mümkün olur.
YÜMN
(Yümün) Kuvvetli, uğur, bereket.
YÜMNA
Sağ taraf, sağ el.
YÜMNE
Yemen alacalarından bir alaca kumaş.
YÜMNÎ
Uğura, berekete ait. Uğurlu.
YÜMN-İ İMAN
Kuvvetli imandan gelen bereket ve kuvvet, saadet.
YÜMUM
(Yemm. C.) Denizler.
YÜRNA
Kına.
YÜSCAN
Yeşil taylasanlar.
YÜSR (YÜSÜR)
Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah.
YÜSRA
Sol taraf. Sol el. (Eyser'in müennes)
YÜSRET
Kolaylık, sühulet. Rahat.
YÜSRUG
Ot arasında olan kırmızı bir böcek.
YÜSUR
Ekşi yüzlü olmak.
YÜSÜR
Kolaylık, sühulet, yüsr.
YÜTM
(Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir. (L.R.)
YÜUS
(Ye's. C.) Yeisler, ümitsizlikler, kederler.



Z Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler


Z?YUT
(Zeyt. C.) Yağlar.
ZA
(-Zây) f. " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ $ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren.
ZA
Zı harfinin bir adı. "Zâ-yı mu'ceme" de denir. Noktalı olduğundan dolayı " : tı" harfinden ayırdetmek için bu isim verilmiştir.
ZA
Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû" şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır)
ZA
Bu, şu mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle.
ZA
Ze harfinin adı.
ZAAF
(Bak: Za'f)
ZAAL
Şâdlık, neşeli oluş, neşat.
ZAAN (ZIÂN)
Deve üstüne mahfe bağladıkları ip.
ZAAR
şiddetli korku.
ZA'AR
Zâlim kimse ki herkes ondan korkar.
ZAARRE
Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması.
ZAAZİ'
(Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar.
ZAB
(Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi.
ZA'B
Def'etmek, kovmak. * Doldurmak.
ZA'B
Avaz, ses, savt. * Bacanak.
ZAB'
Sırtlan.
ZABAB
Rutubetli duman. Sis.
ZABAZIB
Devenin çok acıktığında karnının ötmesi.
ZABB
Kertenkele, keler.
ZA'BEL
(C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk.
ZABIT
Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce imzalanan rapor.
ZÂBITA
Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan bağ.
ZÂBITA-İ AHLÂKIYE
Ahlâk zâbıtası.
ZÂBITA-İ BELEDİYE
Belediye zâbıtası.
ZÂBİH
(Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen.
ZABİL
Kısa boylu.
ZÂBİT
(C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse.
ZÂBİTÂN
(Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar.
ZABT
Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak.
ZABT U RABT
Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza.
ZABTIYYE
Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti.
ZABTIYYE NÂZIRI
Emniyet genel müdürü.
ZABTIYYE NEZARETİ
Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi.
ZABT-NÂME
f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt.
ZABU'
(C.: Zıbâ) Sırtlan.
ZA'BUB
Kısa boylu fena adam.
ZABY
Geyik, karaca, gazâl denen hayvan.
ZABYAN
Ağaç.
ZABZAB
Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık.
ZAC
Kara boya.
ZA'C
Koparmak.
ZACC
Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek.
ZACİR(E)
Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan.
ZAD
Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi.
ZAD
(Ziyadet. den) Artsın, çoğalsın.
ZAD
f. "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş.
ZADE
f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) $ : Padişah evlâdı.
ZADE
(Ziyâdet. den fiil) Çoğaldı, ziyade oldu veya çok olsun, çoğalsın (meâlinde).
ZADEGÂN
f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı.
ZADEGÎ
f. Asillik, soy temizliği, zadelik.
ZADE-İ TAB'
(Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri.
ZADELLAH
Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua).
ZADEN
f. Doğmak, doğurmak.
ZÂD-I ÂHİRET
Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel.
ZA'F
Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık.
ZA'F
Derhal, hemen öldürmek.
ZAFAİR
(Zafire. C.) Örülmüş saçlar.
ZAFAR
Yemen diyarında bir şehrin adı.
ZAFER
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma.
ZA'FERAN
(C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek.
ZAFERE
Göze inen perde.
ZAFER-YAB
f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen.
ZA'F-I TE'LİF
Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması.
ZA'FÎ
Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair.
ZAFİR
Galib gelmiş olan.
ZAFİR
Zafer bulan. Zafere erişen.
ZAFİRE
Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile.
ZAFİRE
Kapı perdesi.
ZA'FİYYET
Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük.
ZAFR
(Bak: Zufr)
ZAFRE
Çukur yer.
ZAG
(C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz.
ZAGAFE
(C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne.
ZAGAİN
(Zagine. C.) Kinler, nefretler.
ZAGAK
Kızılcık yemişinin çekirdeği.
ZAGAN
f. Çaylak.
ZAGAR
Av köpeği.
ZAG-BEÇE
f. Karga yavrusu. Yavru karga.
ZAGİNE
(C.: Zagain) Kin, nefret.
ZAGT
Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme.
ZAGZAG
Zayıf nesne.
ZAGZAGA
Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek.
ZAHA
Çirkin kokulu, pis kokulu.
ZAHAİR
(Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler.
ZAHAR
Arka ağrısı.
ZAHARA
Ev eşyası.
ZAHF
(C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi.
ZAHH
Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek.
ZAHİB
(Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan.
ZAHİD(E)
(Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.
ZAHİDÂNE
f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi.
ZAHİF
Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen.
ZAHİF
Kibirli, mağrur.
ZAHİFE
(C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler.
ZAHİH
Ateş közünün parlaması.
ZAHİK
Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne.
ZAHİL
Zakkum ağacı.
ZAHİL
(Zühul. den) İhmal eden. Unutan.
ZAHİL
Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan.
ZAHİR
(Zahr. dan) Kuvvetli deve. * Yardımcı, arka çıkan. * Geriden gelen kuvvet.
ZAHİR
Yüksek şeref. * Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış bitki.
ZAHİR
Engin denizler. * Taşkın, coşkun. * Semiz, tavlı ve bol olan.
ZAHİR
Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan.
ZAHİR
(Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.
ZAHİRE
Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi.
ZAHİRE
(Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler.
ZAHİRE
(C.: Zevâhir) Parlak.
ZAHİRE
Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık.
ZAHİRE-İ ÂHİRET
Ahiret azığı. Hayır ve iyilikler. Sâlih amel ve ibâdetler.
ZÂHİREN
Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi.
ZÂHİRÎ
(Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir)
ZÂHİRÎ MEZHEB
Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir. Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değil, üstadları İmam-ı A'zam ve Ebu Yusuf'un akvâl-i fıkhiyesini zikretmiştir.
ZÂHİRİYYAT
Dış görünüşler.
ZÂHİRİYYUN
Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.
ZÂHİR-PEREST
f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen.
ZÂHİT
(Bak: Zâhid)
ZAHK
Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması.
ZAHL
Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak.
ZAHM
Yara, ceriha.
ZAHM
İri.
ZAHM
Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik.
ZAHMDAR
f. Yaralı, mecruh.
ZAHME
f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı.
ZAHMET
Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç.
ZAHMHURDE
f. Mecruh, yaralı.
ZAHM-İ TÎG
Kılıç yarası.
ZAHM-İ ZEBAN
Dil yarası.
ZAHMİN
f. Yaralı, mecruh.
ZAHMKÂR
f. Yaralayıcı, yara açan.
ZAHMNAK
f. Yaralı, zahmzede, mecruh.
ZAHMRES
f. Yara açan, yaralayıcı.
ZAHMZEDE
f. Yaralı. Mecruh.
ZAHR
(C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber.
ZAHR-I GAYB
Gıyabında, kendisi hâzır olmadan.
ZAHR-I KALB
Kuvve-i hâfıza. Ezber kuvveti. Ezbere.
ZAHRÎ
(Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.
ZAHZAH
Uzak, baid.
ZAHZAHA
İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma.
ZAİ'
Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey.
ZA-İ MU'CEME
Rı harfinden ayırd etmek için ze harfine verilen bir isim.
ZAİB
Eriyici, eriyen.
ZAİD
Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. * Mat: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid)
ZAİF
(Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel.
ZAİF
Kalp, eksik akçe.
ZAİK
Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen.
ZAİKA
(Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.(Hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envâını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu suretle kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor, belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var. S.)
ZAİL
(Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
ZAİLAT
(Zâil. C.) Zâil olan şeyler.
ZÂİLÂT-I FÂNİYE
Gelip geçici olanlar, bir hâlde durmayıp gidenler.
ZAİM
(Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider.
ZAİNE
(C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın.
ZAİR(E)
Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci.
ZAİT
(Bak: Zâid)
ZAK
Pak, arı, temiz.
ZAK
f. Dölyatağı, meşime. Rahim.
ZA'K
Çağırmak, bağırmak.
ZAK-DAN
f. Döl yatağı, rahim.
ZAKINE
(C.: Zevâkın) Enek çukuru.
ZAKİ
Güzel kokulu, keskin kokulu.
ZAKİ
(Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi.
ZÂKİR
Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.
ZÂKİRE
Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey.
ZÂKİRÛN (ZÂKİRÎN)
Zikredenler.
ZAKKUM
Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi.
ZAKM
Yemek, ekl.
ZAKN
Yükletmek.
ZAKNA'
Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri.
ZAKT
Cima etmek.
ZAKV
Çağırıp bağırmak.
ZAKZAK
Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi.
ZAKZAKA
Çocukların oynayıp sıçramaları.
ZAL
() harfinin bir ismi. "Dal-i Mu'ceme ve "Zel" de denir. * Horoz ibiği.
ZAL
İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı.
ZAL'
Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi.
ZALAL
Gölge eden. Gölge olan.
ZALÂM
Karanlık. Zulmet.
ZALÂM-I ZULM
Zulmün karanlığı.
ZALEF
Kum ve taş olmayan sağlam yer.
ZALEME
(Zâlim. C.) Zâlimler.
ZALF
Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude.
ZALİ'
Geniş, bol, vâsi.
ZALİ'
(C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak hayvan.
ZALİF
Çok hor, çok hakir kimse.
ZALİFEN
Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek.
ZALİK
Giden, gidici.
ZALİK(E)
Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece.
ZALİL
Gölgeli.
ZALİM
(C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak.
ZÂLİM(E)
Zulmeden, haksızlık eden.
ZÂLİMÂNE
f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce.
ZÂLİMÎN
(Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
ZÂLİMÛN
(Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler.
ZALLAM
(Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim.
ZALM
Kar. * Diş beyazlığı.
ZALMA
(C.: Zulem) Karanlık.
ZALÛM
Çok zulmeden. Çok zâlim.
ZAM
Ayıp.
ZAM
(Bak: Zamm)
ZA'M
Kelâm, söz.
ZAMA
Diş etinin kanının az olması.
ZAMA'
Susuzluk.
ZAMAİM
(Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar.
ZAMAİR
(Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler.
ZAMAİR-İ ŞAHSİYYE
Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen kelimeler. (Bak: Şahıs zamiri)
ZAMAN
Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti.
ZAMAN
(Bak: Zeman)
ZAMANET
Kötürümlük.
ZAMAN-I AMEL
Üzerine alma. Deruhde etme. İltizam.
ZAMAN-I RÜCU'
Huk: Cayma tazminatı. Vadinden dönme tazminatı.
ZAMİH
Somak ağacı. ("Tadım" da denir)
ZAMİLE
(C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük.
ZAMİME
Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme.
ZAMİN
Hasta ve kötürüm kimse.
ZAMİN
Tazmin eden. Kefil olan.
ZAMİN
Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan.
ZAMİR
Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk: Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan. Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben, sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin yerini tutan kelime.
ZAMİR
Düdük çalan. Ney çalan. Ney-zen.
ZAMİR-İ FİİLÎ
Gr: Geçmiş zaman fiillerinin sonuna gelen -dim, -din, -Di, -dik, -diniz, -diler... gibi eklerdir.
ZAMİR-İ İZAFÎ
Gr: Muzâfların sonuna gelen -im, -in, -i, -imiz, -iniz, -leri gibi eklerdir.
ZAMİR-İ MÜTEKELLİM
Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben" gibi)
ZAMİR-İ NİSBÎ
Gr: İsimlerin sonuna gelen, -im, -sin, -dir, -iz, -siniz, -dirler gibi eklerdir.
ZAMİR-İ ŞAHSÎ
Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler; Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi. (Bak: Şahıs zamiri)
ZAMM
Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu.
ZAMME
Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi.
ZAMME-İ MAKBUZE-İ HAFİFE
(Ü) sesini veren zamme.
ZAMME-İ MAKBUZE-İ SAKİLE
(U) sesini veren zamme.
ZAMME-İ MEBSUTA
O sesi.
ZAMME-İ MEBSUTA-İ SAKİLE
(O) sesini veren zamme.
ZAMMETÂN (ZAMMETEYN)
İki zamme.
ZAMPARA
(Aslı "zenpare"dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek.
ZAMYA
Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse.
ZAMYAN
Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.)
ZAMZAM
(C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse.
ZAN
Ayıp.
ZAN
(Bak: Zann)
ZA'N
Göçmek.
ZANBUR
(Bak: Zünbur)
ZANGOÇ
(Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse.
ZANİ(YE)
Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan.
ZANİN
Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse.
ZANİN
Cimri, bahil ve hasis olan.
ZANİYE
(Bak: Zani)
ZANK
Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı.
ZANKÂ'
(Bak: Dankâ')
ZANN
şüphe. Zannetmek, samak. Sezme.
ZÂNN
Zanneden. Sanan. Zannedici.
ZANN-I GALİB
Kuvvetli, hakikate en yakın olan zann. (Bak: Su-i zan)
ZANN-I KABUL-Ü CUMHUR
Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri.(Ümmeti da'vetle teşri' edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.Yoksa, davet bid'attır; reddedilir, ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz... Lemeât)
ZANNÎ
Zanna ait, zanna dâir ve müteallik.
ZÂNÛ
f. Diz.
ZÂNÛ-BER-ZÂNÛ
f. Diz dize.
ZÂNÛ-BE-ZÂNÛ
f. Diz dize.
ZÂNÛ-BE-ZEMİN
f. Diz çökerek, dizini yere koyarak.
ZANÛN
Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu.
ZÂNÛZEDE
f. Diz çökmüş.
ZÂNÛ-ZEN
f. Diz çökmüş.
ZAPT-Ü RABT
(Bak: Zabt ü rabt)
ZAR
f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar $ : Lâle bahçesi.
ZAR
f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
ZA'R
Meyletmek, eğilmek.
ZA'R
Bedende kılın az olması.
ZAR'
(C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi.
ZAR ZAR
f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya.
ZARAAT
(Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme.
ZARAFET
Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik.
ZARAFET-PERVER
f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven.
ZARAGIM
(Zırgam. C.) Arslanlar.
ZARAİF
Zârif, ince, hoş şeyler.
ZARAR
Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp.(Zarar, birşeye dahil olan eksikliktir ki, hastalık veya körlük, topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma a'maya ve pek zayıf hastaya darir denilir. Mühimmat ve levazım tedarikinden âciz olmak da bu mânadadır. Binaenaleyh zararlılar; dertli, sakat, âciz, özürlülerdir. Bunların gayrı olan gayr-i uli-z zarar ise, sahih, salim ve kadir olanlar demek olur. E.T.)
ZARAR-DİDE
f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan.
ZARAR-I ÂMM
Umumla ilgili zarar.
ZARAR-I BEYYİN
f. Meydanda ve âşikâr olan zarar.
ZARAR-I HASS
Bir veya bir kaç şahsa âit olan zarar.
ZARAR-I MAHZ
Fık: Kendisinin faydası yerine zararı olan.
ZARAR-I MA'NEVÎ
Huk: Tazminat. Manevî zarar ve ziyan.
ZARB
(Bak: Darb)
ZARF
Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.
ZARF-I MEKÂN
Mekân gösteren kelime. ("Burada, dışarda, içerde" gibi)
ZARF-I ZAMAN
Gr: Zaman gösteren kelime. ("Erken, geç" gibi)
ZARFİYYET
Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması.
ZARİ
f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık.
ZARİ'
(Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi.
ZARİ'
Hurma ağacının dikeni.
ZARÎ
Kanı durmayan damar.
ZARİB
(C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe.
ZARİF(E)
Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan.
ZARİFANE
f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette.
ZARİFE
Fazla ve lüzumsuz söz.
ZARİF-ÜT TAB'
İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu.
ZARİH
(Darih) Mezar, kabir. Türbe.
ZARİR
(C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer.
ZARİS
Taşla yapılmış kuyu.
ZARİYAT
Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv)
ZARİYAT SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir.
ZARR
Zarar.
ZARR
Soğuktan dolayı suyun donması.
ZÂRR
Zarar veren, zararlı.
ZARRÂ'
(Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı.
ZARURAT
(Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar.
ZARURET
Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. ( $ kaidesi, yâni: "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i Şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vâki olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zaruret derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir." S.)(Meşakkat teysiri celb eder. Yâni: Suubet, sebeb-i teshil olur ve darlık vaktinde vüs'at gösterilmek lâzım gelir. Karz ve havale ve hacr gibi pek çok ahkâm-ı fıkhıyye bu asla müteferri' dir. Ve fukahanın ahkâm-ı şer'iyyede gösterdikleri ruhas ve tahfifat hep bu kaideden istihraç olunmuştur.Şu kadar var ki hakkında nass-ı kat'i bulunan, meselâ yapılması her halde kat'iyyen memnu bulunan bir hususda meşakkat özrile o nassın hilâfı irtikâb olunamaz. Orada meşakkat, teysiri celb etmez.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir.Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar. Yâni: İşlenmesi men ve nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zaruret halinde mübah hükmünde olur, bundan dolayı yapan muahaza edilmez. Muteber bir ikraha mebni başkasının malını itlâf veya açlıktan helâk havfından dolayı başkasının taamını rızası olmaksızın yemek gibi.Maamafih haram ve memnu olan şeyler, üç nevidir. Birincisi: Memnuiyeti aslâ sâkıt olmayan muharremattır. Başkasını zulmen öldürmek veya başkasının haksız yere bir uzvunu kesmek gibi. İkincisi: Aslâ sâkıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata mahal olan muharremattır. Başkasının malını itlâf gibi. Üçüncüsü: Zaruret halinde memnuniyeti sâkıt olan muharremattır. Meyte gibi temiz olmayan bir şeyi yemek gibi.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir ve arz olunduğu üzere her memnua şâmil değildir. Ist. Fık. K.)
ZARURÎ
(Bak: Zaruriyye)
ZARURİYYAT
(Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler.
ZARURİYYAT-I DİNİYYE
İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak.)
ZARURİYYAT-I NÂŞİE
Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler.
ZARURİYYE
(Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
ZA'T
Boğmak. Boğazlamak.
ZÂT
Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
ZÂTEN
Esâsen, aslında, asıl olarak.
ZÂTÎ
(Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.
ZÂTİYYAT
şahsiyetler. Zâta mahsus işler.
ZÂT-UL ESMÂR
Meyve veren. Meyveli.
ZÂT-UL HAREKE
Kendi kendine hareket eden cisim. Aslında hareketli olan cisim. Otomatik.
ZÂT-UL İLKAH-İ ZÂHİRE
İlkahı (döllenmesi) çiçek vâsıtasıyla olan nebat.
ZÂT-ÜL BEYN
İki kişi arasındaki düşmanlık.
ZÂT-ÜL CENB
Yan zarı iltihab. Akciğer zarı iltihabı.
ZÂT-ÜL MATÂLİ'
Birkaç matlâı bulunan akaside.
ZÂTÜLBEYN
(Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık.
ZÂTÜLCENB
(Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi.
ZÂT-ÜR RİE
Akciğer zarı iltihabı.
ZÂT-ÜZ-ZEVC
Kocası olan kadın.
ZAUN
Yük devesi.
ZAV'
Aydınlık. Işık.
ZAVABIT
(Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller.
ZAVAHİR
(Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
ZAVARİB
Nabız damarları.
ZAVİYE
Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır.
ZAVİYETÂN (ZAVİYETEYN)
İki zaviye. İki açı.
ZAV'-UŞ ŞEMS
Güneş ışığı.
ZAY'A
(C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa.
ZAYA'
Elden çıkma, yok olma.
ZAYAN
Yasemin çiçeği.
ZAY'AT
Kaybolma, kaybetme.
ZAYF
Misafir. Gelip geçen.
ZAYH
İncir ağacı.
ZAYH
Çok sulu süt.
ZAYİ'
(Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan.
ZAYİÂT
Zarar ve ziyanlar. Yitikler.
ZAYİG
Mail, eğik, eğilmiş.
ZAYİGA
Meyledici, eğilen.
ZAYİL
Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile)
ZAYR
Mazarrat, ziyan.
ZAYVEN
(C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam.
ZA'ZA'
Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel.
ZA'ZAA
şiddetle hareket ettirmek, sarsmak.
ZA'ZAA
Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak.
ZA'ZAA-İ ESNÂN
Dişlerin şiddetle birbirine vurması.
ZE
Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir.
ZE'A'
Bölükler, fırkalar.
ZEAL
İnkârdan sonra ikrâr etmek.
ZEAM
Tamâ, hırs.
ZEAMET
Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr.
ZE'B
Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak.
ZEBAB
Karasinek. (Bak: Zübab)
ZEBAN
f. Dil, lisan, lügat, lehçe.
ZEBAN-ÂVER
f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren.
ZEBAN-DIRAZ
f. Dil uzatan, atıp tutan.
ZEBANE
f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev.
ZEBANEKEŞ
f. Alevlenen, alevli.
ZEBANEŞ
Onun dili.
ZEBANİ
Cehennem'de vazife gören melek.
ZEBANİYÂN
f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler.
ZEBANİYE
Azap melekleri.
ZEBANZED
f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz.
ZEBAYİH
(Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar.
ZEBB
Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı.
ZEBB
Üzüm kurutmak.
ZEBEB
Kaşın kıllı ve yoğun olması.
ZEBED
(C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl.
ZEBER
f. Üst.
ZEBERCED
Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş.
ZEBERDEC
Zeberced taşı.
ZEBERDEST
f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir.
ZEBERDESTÎ
f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet.
ZEBERİN
f. Üstteki.
ZEBG
Yaramaz huy, kötü alışkanlık.
ZEBH
Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebiha" denir.)
ZEBİB
Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri.
ZEBİH
Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı.
ZEBİHA
Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh)
ZEBİHEYN
İki kurban.
ZEBİL
Fışkı, gübre. * Pislik.
ZEBİR
Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup.
ZEBK
Yolmak.
ZEBL
İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği.
ZEBN
Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması.
ZEBR
Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek.
ZEBREC
Ziyne, süs.
ZEBTEL
Kısa boylu.
ZEBUN
f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan.
ZEBUNÎ
f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik.
ZEBUN-KUŞ
Düşkünleri ezen. Zâlim. Gaddar.
ZEBUR
Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı.
ZEBZEB
(C.: Zebâzib) Adam zekeri.
ZEBZEB
Uzun gemi.
ZEBZEBE
Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak.
ZE'C
şiddetle emme, yutma. * Doldurmak.
ZECA
(Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek.
ZECA'
Hüküm geçmek. * Kolaylık.
ZECC
Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi.
ZECCA'
Adımı birbirinden uzak olan.
ZECCAC
Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan.
ZECEC
Kaşın uzun ve ince olması.
ZECEL
Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak.
ZECL
Atma.
ZECME
Kelime.
ZECR
Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme.
ZECRE
Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak.
ZECREN
Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek.
ZECRÎ
Cebren, zorlayıcı olarak.
ZED
Vurucu, vuran mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed $ : Kulağa çalınan. Zeban-zed $ : Yayılmış söz.
ZED
f. Vurma, dövme.
ZEDE
(Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede $ : Musibete uğramış.
ZEDEGÂN
(-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
ZEDERGÂH
(Bak: Zidergâh)
ZEELAN
Yab yab yürümek.
ZEFER
Ağaca vurulan payanda, destek.
ZEFER
Kötü koku.
ZEFERAT
Soluk almalar.
ZEFF
Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek.
ZEFİF
Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek.
ZEFİR
Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ.
ZEFİRR
Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve.
ZEFN
Raksetmek, dansetmek.
ZEFR
Yükseltmek. * Yük getirmek.
ZEFUR
Kir, pas, vesah.
ZEFZEFE
Titreme, sarsılma.
ZEGAB
Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler.
ZEGAN
f. Çaylak.
ZEHAB
Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan.
ZEHADET
Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık.
ZEHAİR
(Bak: Zahair)
ZEHARİF
(Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler.
ZEH-DAN
f. Döl yatağı, rahim.
ZEHDER
Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı.
ZEHEB
Altın.
ZEHEBÎ
Altına ait. Altından yapılma.
ZEHEB-İ ZÂİB
Eriyen altın.
ZEHEM
Yağlı ve kirli olmak.
ZEHEN
(C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet.
ZEHER
(C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek.
ZEHF
Yeynilik, hafiflik.
ZEHİ
(Bak: Zihi)
ZEHİB
Altın sürülmüş, yaldızlı.
ZEHİD
Az, kalil.
ZEHİM
(C.: Zühüm) Yağlı ve kirli.
ZEHK
Yorulmak.
ZEHK
Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu.
ZEHL
Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma.
ZEHL
(Bak: Zahl)
ZEHLUL
İyi at.
ZEHNA'
Düzgün. * Süs, ziynet.
ZEHR
(Zehir) f. Zehir, ağu, semm.
ZEHR(E)
Çiçek. şükufe.
ZEHRA
(Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak.
ZEHR-AB
f. Acı su.
ZEHR-ABE
f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık.
ZEHR-ALUD
f. Zehirli. Zehir karışmış.
ZEHR-AMİZ
f. Acı, zehirli.
ZEHRAVAN
(Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.
ZEHR-BAR
f. Pek acı, zehir saçan.
ZEHR-BAZ
Zehir veren. Zehir yapan. * İmandan ayıran.
ZEHRE
f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra.
ZEHRE
(C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet.
ZEHREÇÂK
f. Çok korkmuş, ödü patlamış.
ZEHREDÂR
(C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli.
ZEHR-EFŞAN
f. Zehir saçan.
ZEHR-HAND
f. Acı acı gülme.
ZEHR-İ KATİL
Öldürücü zehir.
ZEHRİN
f. Pek acı, zehir gibi.
ZEHR-NAK
f. Zehirli, ağulu.
ZEHUK
(Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan.
ZEHV
Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu.
ZEHZEHE
Zehi zehi demek.
ZEİM
Ayıplanmış.
ZEİR
Öncü, çeri kimse.
ZEİR
Aslan kükremesi.
ZEKÂ
Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü.
ZEKÂ
Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma.
ZEKÂB
f. Yazı mürekkebi.
ZEKAN
(C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ("Enek" de derler.)
ZEKÂRET
Erkeklik.
ZEKÂT
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).( $ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise: Namaz $ Yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İ.İ.)(Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:1- Sadakayı vermekte israf olmaması.2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.3- Minnetle in'âmın bozulmaması.4- Fakir olmak korkusu ile sadakanın terk edilmemesi.5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesi ile ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyyesinde sarfetmesi lâzımdır. İ.İ.)(Sadakalar kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince, emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat $ Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş, $ Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya maraz ve acz gibi bir maniadan dolayı nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki $ hallerini tecrübe etmeyen cahil, onları $ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder. $ Sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr u zaruret gibi alâmetleriyle tanırsın. $ İnsanlardan dilenmezler, hele $ ilhah-ı ısrar ile hiç dilenmezler, olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hâl ederler...Bu âyet, Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı Muhacirîn hakkında nazil olmuştur ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine'de ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu, daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur'an tahsil ederler, mevâız ve tedrisat-ı Peygamberîyi istimâ' ile müstefid olurlar, hep oruçlu bulunurlar. Hâsılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risalet'in Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivayete göre birgün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa'nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: "Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir. " İşte bu âyet de bunlar dolayısiyle nâzil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemât-ı âmmeye vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe vakit bulamayan veya kudreti yetişemiyen fukara-yı mü'minîn bu âyetin hükmünde dâhildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler. E.T.)
ZEKÂVET
Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış.
ZEKEN
İlim, feraset.
ZEKER
(C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı.
ZEKERİYYA (A.S.)
Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir. Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve Hanne'den doğmuştur. Zekeriyya Aleyhisselâm'ın himayesinde büyümüştü. Sonradan Yahya isminde oğlu dünyaya geldi. Yahudiler Zekeriyya'ya (A.S.) iftira ederek onu şehid ettiler. Kur'an-ı Kerim'de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya A.S.)
ZEKEVAT
(Zekât. C.) Zekâtlar.
ZEKİ(YE)
Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı.
ZEKİ(YE)
Hâlis. Temiz. Hali temiz olan.
ZEKİK
Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması.
ZEKİR
Unutmayan. Hâfızası kuvvetli.
ZEKİYY
Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan.
ZEKK
Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması.
ZEKUN
Sivri ve sarkık enekli.
ZEKURET
Erkeklik.
ZEKVE
Tamamlamak. Kesmek.
ZEKZEKE
Çirkin ve yaramaz huylu olmak.
ZELA'
Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.
ZELAHLAH
(C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak.
ZELAK
Sülük.
ZELAK
(Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması.
ZELAKA
(İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir.
ZELALET
Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet.
ZELAZİL
(Zilzil. C.) Uzun etekler.
ZELAZİL
Zelzeleler. Yer sarsıntıları.
ZEL-CEDD
Kudret, kuvvet, azamet ve büyüklük sâhibi. (Bak: Cedd)
ZEL-CUD
Bol bol ihsan eden, cud ve cömertlik sahibi.
ZELEC
Kaymak yer.
ZELEF
Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine "ezlef" derler) (Müe: Zülefâ)
ZELEFE
(C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer.
ZELEL
Eksiklik.
ZELEME
Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ)
ZELH
Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer.
ZELİC
(Ayak) kaymak.
ZELİF
Adımını atmak.
ZELİK
Düşük oğlan, sakat çocuk.
ZELİL
Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan.
ZELİL
Sürçüp düşen. * Yanılan.
ZELİLÂNE
f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde.
ZELİLÎ
Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık.
ZELK(A)
Sürçme, kayma.
ZELL
Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma.
ZELLAT
(Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar.
ZELLE(T)
Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç.
ZELLET-ÜL KARİ'
Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık.
ZELUH
Kaypak yer.
ZELUL
Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli.
ZELULÎ
Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü.
ZELZAL
(Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal)
ZELZELE
Yer sarsıntısı. * Sarsma.(Sual : Mâdem bu zelzele musibeti hatâların neticesi ve keffaret-üz-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî cânipten elcevab: Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip yalnız burada bu kadar denildi: $ Yani: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar."Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler, A'lâ-yı İlliyyîne çıksınlar ve Ebucehiller, esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar, böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller, aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.Mâdem, mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o biçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir. S.)
ZELZELET-ÜS SÂA
Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan çok müthiş zelzele.
ZELZİL
Ev içinde olan mal, mülk ve eşya.
ZE'M
Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak.
ZE'M
Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm.
ZEMA'
Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan.
ZEMAHŞERÎ
(Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir.
ZEMAİM
(Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler.
ZEMAM
(Bak: Zimam)
ZEMAN
Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.(Levh-i Mahv-İsbat ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşey'in bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir. S.)
ZEMANE
f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans.
ZEMANE(T)
Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma.
ZEMANEN
Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle.
ZEMAN-I MEDİDE
Pek uzun zaman.
ZEMAN-I VUSÛL
Varma zamanı.
ZEMANÎ
Zamanla ilgili, zamana ait.
ZEMANİYAN
f. İnsanlar. Beşer.
ZEMAR
Kamışa (ney'e) üfleyen.
ZEMARE
Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık.
ZEMCA
Kuş kuyruğunun çıktığı yeri.
ZEMCERE
(C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak.
ZEME
(C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik.
ZE'ME
Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet.
ZEMEC
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak.
ZEMEL
Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması.
ZEMEN
Zaman, vakit.
ZEMER
İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse.
ZEMEYAN
Acele.
ZEMHA
Yaramaz huylu, bahil kimse.
ZEMHARE
(C: Zemâhir) Ok.
ZEMHERİ®
Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi.
ZEMİL
Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam.
ZEMİL
Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit.
ZEMİM
Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt.
ZEMİME
Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket.
ZEMİN
f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu.
ZEMİN
Kötürüm kimse.
ZEMİN Ü ZAMAN
Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet.
ZEMİN-BUS
(Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme.
ZEMİN-DÂR
(C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli.
ZEMİN-İ ŞURE
Çorak yer.
ZEMİN-KUB
f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar.
ZEMİR
Bahadır, kahraman, yiğit.
ZEMİSTAN
f. Kış. Kış mevsimi.
ZEMİSTANÎ
f. Kışlık. Kış mevsimine ait.
ZEMK
Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka" derler.)
ZEMKA
Kuşun kuyruğunun bittiği yer.
ZEML
Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş.
ZEMM
Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
ZEMMÂM
Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici.
ZEMMAR
Düdük çalan.
ZEMN
Kötürüm olmak.
ZEMR
Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak.
ZEMR
Düdük çalmak.
ZEMU' (ZEMİ')
Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan.
ZEMZEM
Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp aktığını veya bu kuyunun çok çok akmağa başladığını görünce, "zem zem" diye söylemesi ile kuyunun akması kesilmiş ve bu vecihle kuyu bu ismi almıştır.) *Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek. * Çok bol.
ZEMZEME
Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat.
ZEMZEME-DÂR
f. Ahenkli.
ZEMZEME-PİRÂ
f. Şarkı söyleyen, terennüm eden.
ZEN
f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen $ : Söz atan, lâf atan.
ZEN
f. Kadın, nisa.
ZENA'
Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi.
ZENABİ
Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük.
ZENABİL
(Zenbil. C.) Zenbiller.
ZENABİR
(Zünbur. C.) Eşek arıları.
ZENADIK
(Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar.
ZENADİKA
(Zındık. C.) Zındıklar.
ZENAH
(Zenâhdân) f. Çene.
ZENAN
f. "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek.
ZENAN
Kadınlar.
ZENANE
f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi.
ZENAV
(Bak: Avzen)
ZENB
Suç, günah, kabahat.
ZENBAK
Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı.
ZENBEREK
(Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey.
ZENBERİYYE
Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek.
ZENBİL
İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap.
ZENBİLLİ ALİ EFENDİ
Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam dindarların sultanlara karşı nasıl metanet ve cesaret göstereceğine nümunelik bir zat olarak yaşamış, devlet reislerine istikameti gösterebilen bir İslâm kahramanı olmuştur. Vefatı Mi: 1526 tarihine rastlar. Karaman'lı olduğu söylenir.
ZENBUC
Yabani zeytin.
ZENBUREK
f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar.
ZENC
Siyah, kara.
ZENCEBİL
Hoş kokulu bir baharat adı.
ZENCERE
Parmakla fiske vurmak.
ZENCİ
Siyah ırktan olan. Siyâhi.
ZENCİR
f. Zincir.
ZENCİR-BEND
f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan şâirleri arasında bunun yerine "Redd-ül acz an-is sadr", halk şâirleri arasında ise "Zincirleme" veya "Ayaklı koşma" denilirdi.Safter-i âlemsin, senden hidâyet,Hidâyet menbaı dilde begayet,Begayet cemâlin nur-i beşâret,Beşâret gösterir hüsnün enveri.Enver-i cihansın, senden münevver,Münevver sıfatın zât-ı mükerrer,Mükerrer eyledin dehri serâser,Serâser okunur kenz-i ekberi(Lâ)
ZEND
(C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri.
ZENDEKA
Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)
ZEN-DOST
f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara.
ZENEB
Kuyruk.
ZENED
f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde).
ZENEK
f. Küçük kadın.
ZENEN
Burundan sümük akıp durmak.
ZENG
Zenci. * Kir, pas. * Zil.
ZENGÂR
Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir.
ZENGEL(E)
f. Çıngırak. * Çan.
ZENH
Yemeğin kokup bozulması.
ZENİM
Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık.(Zenim, Zeneme'den müştaktır. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpe gibi yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan muallâk bırakılan sarkıntıya denir ve bu, her tarafa sallanır durur. Lisanımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arapçada ise zenim denilir. Mecazen: Dalkavuk veya kulağı kesik, kulağı küpeli tâbirlerindeki mânayı andırır.İbn-i Cerir tefsirinde tafsil olunduğu üzere, târifinde şöyle denmiştir: Nesebi mülhak, piç, şer ile mâruf, kötü damgalı, fâcir ilâahir... E.T.)
ZENİN
Sümük.
ZENK
Bir taife adı.
ZENKA
Dar sokak.
ZENME
Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça.
ZENNA'
Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın.
ZENNE
Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı.
ZENNUN
Sümüklü.
ZENPARE
f. Zampara. Zenperest.
ZENPEREST
(C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse.
ZENTERE
Darlık, şiddet.
ZENUB
Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib mânasına istiare olunmuştur. (E.T.)
ZENYAN
Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi.
ZER
Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile.
ZE'R
Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek.
ZER'
Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil.
ZER'
Ekilmiş. Ekme. Tohum ekme. * Yetişmiş ekin.
ZER'
Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, kuvvet, tâkat.
ZER'
Yaratmak. * Yere tohum saçmak.
ZE'R (ZEİR)
Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar.
ZERA
Gölgelik, perdelik.
ZERA'
Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük.
ZERA'
İplik eğirmekte elleri çabuk olan.
ZERAA
Genişlik. * Hız, sür'at.
ZERAB
f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep.
ZERABÎ
(Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak.
ZERAF
f. Zürafa.
ZERAFE (ZÜRÂFA)
(C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa.
ZERAFÎ
(Zerafe. C.) Zürafalar.
ZERAK
Gök renkli. Mavi.
ZERARE
Saçılan şey.
ZERARÎ
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
ZER-BAF
Sırma dokuyan.
ZER-BÂF
Sırma dokuyan.
ZERBE
Yüce avazlı, gür sesli olmak.
ZERD
(Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak.
ZERD
f. Sarı. * Soluk, solgun.
ZERDAB
(Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap.
ZERD-ÂLÛ
f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali.
ZERDE
f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı.
ZERDEC
Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu.
ZERDEME
Yutacak yer.
ZERDFAM
f. Sarı renkte. Sarı renkli.
ZERDGUŞ
f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak.
ZERDÎ
f. Sarılık. Sarı renkte olma.
ZERDOST
f. Cimri, hasis, tamahkâr.
ZERDÜŞT
Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam.
ZE'RE
Meşelik.
ZERE'
Başın önünde vâki olan beyazlık.
ZEREB
Keskin nesne. * Midenin bozulması.
ZEREB
(C.: Zerâib) Koyun ağılı.
ZERECUN
(Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu.
ZERED
Zırh.
ZEREF
(Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek.
ZERENDUD
(Ze-endud) f. Altın yaldızlı.
ZER-ENDUZ
Altun kazanan.
ZERGER
(C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu.
ZERGERÎ
f. Kuyumculuk.
ZERGÛN
f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli.
ZERH
Yemeğe zehir katmak.
ZER-HIRİD
(Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle.
ZERİ'
Çabuk ve kolay olan.
ZERİ'
Araya giren, şefaat edici.
ZER'Î
(C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey.
ZERİA
(C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve.
ZERİN
(Bak: Zerrin)
ZERİR
Zeki, hafif kimse.
ZERİR
Yanmak. * Parlamak.
ZERİRE
(C.: Ezirre) Göz otu. Tutya.
ZER'İYYAT
Ekim işleri.
ZERK
Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek.
ZERK
Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi.
ZERK-ÂLÛD
f. Riyalı, riya karışık.
ZER-KEŞ
f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan.
ZERK-FÜRUŞ
f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî.
ZERM
Kesilmek.
ZERNEB
Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et.
ZERNİGÂR
f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı.
ZERR
Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak.
ZERR
Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak.
ZERRA'
Ekinci, çiftçi.
ZERRAD
Zırh ören.
ZERRAK
(Zerk. den) İki yüzlü.
ZERRAT
(Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
ZERRE
(C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
ZERREVÂRİ
f. Zerre gibi çok küçük.
ZERREVÎ
Zerre ile alâkalı, zerreye âit.
ZERRİN
f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı
ZER-RİŞTE
f. Altın tel. Sırma. * Sarı.
ZERŞEK
Kadın tuzluğu. Pars anberi.
ZER-ŞİNAS
f. Altın tanıyan, sarraf.
ZER-TAR
f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını.
ZERUF
Seri, hızlı, aceleci.
ZERUR
Göz otu.
ZERV
Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek.
ZER-VER
f. Altın yaldızlı olan.
ZERYAC
Zerde aşı.
ZERZERE
Sığırcık kuşunun ötmesi.
ZE'T
Boğmak.
ZETT
Ziynet, süs.
ZEUM
Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun.
ZEUR
Korkak kimse.
ZE'V
Sürmek ve sulamak.
ZEV'
Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder.
ZEVABE
(C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması.
ZEVABİ'
Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi)
ZEVACİR
(Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler.
ZEVAD
Azıklar, yiyecekler.
ZEVADE
Ziyadelik, çokluk.
ZEVAH
Gitmek.
ZEVAHİF
(Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler.
ZEVAHİR
(Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve berrak olanlar.
ZEVAHİR
Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler.
ZEVAHİR
(Bk: Zavahir)
ZEVAİB
(Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler.
ZEVAİD
(Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler.
ZEVAİL
(Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar.
ZEVAL
Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.(Gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki; acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zevâl ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zevâl ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.)
ZEVALÎ
Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı.
ZEVAL-İ ELEM
Elemin sona ermesi.(Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. S.)
ZEVAL-İ LEZZET
Lezzetin bitmesi, lezzetin sona ermesi.
ZEVALNÂPEZİR
f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen.
ZEVALPEZİR
f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren.
ZEVAMİL
(Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları.
ZEVANİ
(Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar.
ZEVARİ'
Küçük tuluklar.
ZEVAT
(Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
ZEVATA
İki zat. * İki sahib. * Çift.
ZEVAT-I KİRAM
Şerefli, temiz, büyük zatlar.
ZEVAT-I MA'DUDE
Sayılı zevât. Sayılı kimseler.
ZEVAYA
(Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler.
ZEVB
Erime.
ZEVC
Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş.
ZEVCAT
(Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler.
ZEVCE
Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş.
ZEVCEYN
Karı ile koca. Kadın ile erkek çift.
ZEVCİYYET
Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş.
ZEVD
Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk.
ZEVD
Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek.
ZE'VE
(C: Ze'vât) Zayıf koyun.
ZEVEBAN
Erime.
ZEVEBAN ETMEK
Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması.
ZEVEL
Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle)
ZEVER
Meyl, eğrilik.
ZEVF
Adımını birbirine yakın atmak.
ZEVG
Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme.
ZEVH
Develeri dağıtıp toplamak.
ZEVH
şiddetle yürümek.
ZEVİ
(Zû. C.) Sahipler.
ZEVİ-L EHSAS
Duygu sahibi olanlar, duyanlar, hissedenler.
ZEVİ-L ERHAM
Yakın akraba.
ZEVİ-L ERVAH
Ruh sahipleri. Hayatlılar, ruhlular. Can sahibi olanlar.
ZEVİ-L İDRAK
İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan.
ZEVİ-L UKUL
Akıl sahipleri. Aklı olanlar. * Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen görenler.
ZEVK
Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.(Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz... S.)
ZEVK-ÂLUD
f. Zevkli, zevk karışık.
ZEVK-BAHŞ
f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle.
ZEVK-CÛ
(C. : Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan.
ZEVKÎ
Zevkle alâkalı. Zevke âit.
ZEVK-İ SELİM
En temiz, nezih ve en yüksek derecedeki zevk. Selâmette olan zevk. Meşru dairedeki zevk. * Sezme kabiliyeti.
ZEVKİYYAT
Zevk ve eğlenceye dair hususlar.
ZEVK-YÂB
f. Lezzet alan, zevklenen.
ZEVL
(C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak.
ZEVLAK
Taraf, cânib.
ZEVR
Göğüs altı.
ZEVR
Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü.
ZEVRA'
Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer.
ZEVRAK
Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik.
ZEVRAKÇE
f. Ufak kayık. Ufak sandal.
ZEVRAKSÜVÂR
f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan.
ZEVRE
Uzaklık. * Ziyaret etmek.
ZEVREKA
(C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi.
ZEVT
Boğmak.
ZEVV
Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar.
ZEVVAK
Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan.
ZEVY
Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak.
ZEVY
(Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak.
ZEVZAT
Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak.
ZEVZEK
t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa.
ZEY'
Güzelce pişip erimek.
ZEY'
(Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma.
ZEYB
(Bak: Zîb)
ZEYBEK
Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker.
ZEYD
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid)
ZEYD (ZİYÂD)
Men'etmek, reddedip gidermek.
ZEYD BİN SABİT (R.A.)
Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) kâtipliğini yapmıştır. Süryanice de öğrenmişti. Hz. Ebu Bekir-i Sıddık'ın (R.A.) hilâfeti mes'elesinde Ensar'ı tenvir etmiş, hakikatı izah etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) devirlerinde büyük hizmetler görmüş ve beyt-ül mâl te'sisinde ve tesbitinde büyük hizmetleri olmuştur. Hi: 45 tarihinde 56 yaşında irtihal etmiştir.
ZEYEK
İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması.
ZEYF
(C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe.
ZEYG
Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma.
ZEYH
Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak.
ZEYH
(Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak.
ZEYHAN
Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak.
ZEYL
Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek.
ZEYL
Ayırma. Tefrik.
ZEYLEN
Ek olarak. İlâve ederek.
ZEYLİYÂT
İlâve ve ek olarak yazılan şeyler.
ZEYN
Zinet, süs. Süslemek.
ZEYN-AB
(Kürdçe) Su kaynağı, pınar.
ZEYNEB
Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice)
ZEYN-ÜD DİN
Dinin süsü, dinin zineti.
ZEYN-ÜL ABİDİN
(Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti. * (Hi: 38-94) Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali'dir. Tâbiînin büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetullâhi Aleyh)
ZEYR
Eksilmek.
ZEYT
Zeytinyağı. Yağ.
ZEYTUN
Zeytin.
ZEYTUNÎ
Zeytin renginde olan.
ZEYY
Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek.
ZEYY
(Bak: Ziyy)
ZEYYAL
Kuyruklu. * Uzun etekli.
ZEYYAT
Zeytin ağacı.
ZE'ZEE
Cem'etmek, toplamak.
ZI
Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur.
ZIA
İşlenir toprak. Tarla.
ZIAR
Devenin ağzını bağlamak.
ZIBA'
(Zabu. C.) Sırtlanlar.
ZIBAB
(Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler.
ZID
Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey.
ZIDDÂN
İki zıt.
ZIDDEYN
Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt.
ZIDDİYET
Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu.
ZI'F
İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı.
ZIFR
Tırnak. Çengel. Pençe.
ZIHAR
İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak. * Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karısına, "Sen bana anam gibisin" demesi gibi. Bu halde karısı da ona haram olurdu. İslâmiyetten evvel câhiliyet âdetleri olan ve bir nevi boşanma usulü sayılan bu çeşit hareketi İslâmiyet men'etmiştir ve zecr için zıhar eden kimseye keffaret vaz' olunmuştur. (O.L.)
ZIHARE
Elbisenin dış yüzü, dış tarafı.
ZIHLİL
Dayanacak ve kayacak dar mekân.
ZIHRIT
Koyun ve deve burunlarından akan sümük.
ZIHRÎ
(C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne.
ZIKKÎ
Deriden yapılmış su tulumu.
ZILAL
(Zıll. C.) Gölgeler.
ZILALE
Gölgelik.
ZILF
Hayvanların çatal tırnağı.
ZILL
Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
ZILL-ÂLUD
f. Gölgeli.
ZILL-I ZÂİL
Geçen gölge.
ZILL-I ZALİL
Koyu gölgeli yer.
ZILLÎ
Gölge ile alâkalı.
ZILLÎM
Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan.
ZILLİYET
Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik.
ZILLULLAH
Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı.
ZIMAD
(C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez.
ZIMAN
Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel.
ZIMAR
Irz, namus.
ZIMAR
Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey.
ZIMN
İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan.
ZIMNEN
Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak.
ZIMNÎ
İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden.
ZINDIK
(Bak: Zendeka)
ZINNE
Töhmet, kabahat.
ZINNET
Cimrilik, pintilik.
ZI'R
(C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası.
ZIRA'
(Bak: Zirâ')
ZIRAR
Karşılıklı zarar vermek.
ZIRBA'
Maymuna benzer bir hayvan.
ZIRBAN
(C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan.
ZIRGAM
(C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer.
ZIRH
Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise.
ZIRHPUŞ
(C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen.
ZIRR
Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk.
ZIVANA
f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik.
ZIVANADAN ÇIKMAK
Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek.
ZIYA
(Bak: Ziyâ)
ZIYA'
Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma.
ZIYA'
(Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar.
ZIYK
(Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı.
ZIYYIK
Pek dar.

f. Türkçedeki "den, dan" mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır $ : Mısır'dan.

Kılık, kıyafet. Elbise.

Arapçada kelimenin yerine göre "Zâ, Zû, Zî" şeklinde okunan, "sâhib" mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır.
ZİAB
(Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar.
ZİAMET
(Bak: Zeâmet)
Zİ'B
Kurt. Canavar.
ZÎB
Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise.
ZİBA
f. Güzel, süslü, yakışıklı.
ZİBAC
Nedimelik etmek. * Sohbet etmek.
ZİBAK
Cıva.
ZİBAL
Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey.
ZİBAR
(Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları.
ZÎBARÛ
(Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber.
ZÎB-ÂVER
f. Süsleyici, bezeyici.
ZÎBAYÎ
f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık.
ZİBBAH
Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar.
ZİBBAN
(Zübâb. C.) Sinekler.
ZİBBİR
Kuvvetli.
Zİ'BE
Eyerin ve semerin iki yanlarının arası.
ZÎB-EFZA
f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan.
ZİBENDE
f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel.
Zİ'BER
Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı.
ZİBE'RA
Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar.
ZİBERKAN
Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı.
ZİBH
Boğazlanan davar.
ZİBHA
(Zübha) Kuşpalazı, difteri.
Zİ'BIK
Civa.
Zİ'B-İ MÜTEGANNİM
Koyun postuna girmiş kurt.
Zİ'B-İ YUSUF
Kabahati ve suçu olmadığı halde suçlandırılan kimse.
ZİBL
Süprüntü. Gübre.
ZİBNİYE
Zorla def'edici, zorla kovan.
ZİBR
Mektup. Kitap.
ZİBRAK
Sarartmak.
ZİCAC
Karanfil.
ZİCAN
Meyletmek, eğilmek.
ZİCC
Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak.
ZİDA(Y)
Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı.
ZİDB
(C.: Ezdâb) Nasip, kısmet.
ZİDE
(Zidet) : f. "Çoğalsın, artsın" anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır.
Zİ-DER
f. Kapıdan.
Zİ-DERGÂH
f. Dergâhtan.
ZİDET FAZLUHU
Bilgisi artsın, fazlı çok olsun!
ZİDK
Sıdk, doğruluk.
ZÎF
Kenar, nâhiye, cânip, taraf.
ZİFAF
Gerdeğe girmek. Gerdek.
ZİFAN
Öldürücü zehir.
ZİFAN
(Zayf. C.) Misafirler.
ZİFF
Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü.
ZÎ-FİKİR
Fikir sahibi, tefekkür eden.
ZİFİL
Katran.
ZİFR
(C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere "Zevâfir" derler.)
ZİFRA
(C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer.
ZÎFÜNUN
Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi.
ZİH
f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit.
ZÎH
(C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ)
ZİHAF
Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun zıddı: İmâle'dir)
ZİHAM
Kalabalık, sıkışıklık.
ZÎHASSA
Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi.
ZÎ-HASSA-İ MEŞHURE
Meşhur hususiyet sâhibi.
ZÎ-HASSE
Duygulu, duygu sâhibi, hisseden.
ZÎ-HAŞMET
Haşmet sahibi, haşmetli.
ZÎ-HAYAT
Hayatlı, hayata sâhip, canlı. (Bak: Hayat)
ZİHBE
(C. Zihâb) Yağmur katresi.
ZİHİ
f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin.
ZİHİ
Şu, bu mânasına gelen müennes işaret zamiri.
ZİHİN
(Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ)
ZİHLAF
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek.
ZİHNEN
Zihin ile, düşünerek, akıl ile.
ZİHNÎ
(Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit.
ZİHN-İ MAHDUD
Dar zihin.
ZİHNİYYÂT
Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
ZİHNİYYET
Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa.
ZÎK
Yaka kenarı.
ZÎK
(Bak: Dıyk)
ZİKÂR
(Zeker. C.) Erkekler.
ZÎKARED GAZVESİ
Zîkared, Gatafan diyarı civarında oniki mil mesafede bir kuyudur. Rivayete göre Medine ile Hayber arasında ve Şam yolu üzerindedir ve Medine'ye iki konak mesafededir. Bu Zîkared kuyusu yakınında yapılan gazaya Gabe Gazası da denilir, hicretin altıncı yılında rebiül-evvel ayında vuku bulduğu rivayet edilir.Hayberden üç gün önce bir takım Gatafan ve Fezare çapulcuları Resulullah'ın sağılan develerine yağmacılık etmeleri üzerine bu gaza vuku bulmuştur. İbn-i Sa'd, bu develerin yirmi tane olduğunu ve Gabe Korusu'nda yayılırken baskına uğradığını bildiriyor. (S.B.M.)
ZİKE
Silâh.
ZÎ-KIYMET
Kıymet sâhibi, kıymetli.
ZİKİR-HÂNE
Allah'ın çok çok zikredildiği yer. Mescid, câmi. Ehl-i tarikatın toplanıp Allah'ı zikrettikleri yer. Tekke.
ZİKR
(Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * Allah'ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.(İ'lem eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşvü nemâ bulamaz; ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlik-ı Semâvat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde (ene) mahvolur...Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuurlara tâbi değildir. M.N.)
ZİKRA
Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek.
ZİKR-ÂREND
f. Zikreden. Anan.
ZİKR-İ ALENÎ
Aşikâr ve açıktan toplanıp Allah'ı zikretmek.
ZİKR-İ CEHRÎ
Yüksek sesle yapılan zikir.
ZİKR-İ HAFÎ
İçten ve kalbden yapılan gizlice olan zikir. Nakşilerin zikir şekli.
ZİKR-İ KALBÎ
Kalb ile yapılan, sessiz zikir.
ZİKZAK
Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma.
Zİ-L ECNİHA
Çok cihetli, çok hususiyetli bulunan. * Kanatlar sahibi. * Çok taraflı.
Zİ-L YED
Fık: Bir malı elinde bulunduran. Bu malın hakiki sahibi olsun veya olmasın halen istediği şekilde kullanmakta bulunan kimse.
ZİLAL
(Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller.
Zİ'LEB(E)
Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve.
ZİLHİCCE
Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar.
ZİLKA'DE
Arabi ayların on birincisi.
ZİLL
Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması.
ZİLLE
Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter.
ZİLLET
Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
ZİLLET-İ NEFS
Nefis alçaklığı.
ZİLYE
(C.: Zelâli) Büyük döşek.
ZİLZAL
Zelzele, sarsıntı.
ZİLZAL SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. "Zelzele, İzâzülzile" sureleri de denir.
ZİLZİL
(C.: Zelâzil) Uzun etek.
Zİ'M
Ayıp.
ZİMAL
(Bak: Zemel)
ZİMAM
Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet.
ZİMAM
Hayvan yuları. Yular.
ZİMAM-DÂR
f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan.
ZİMAR
Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile efradı.
ZİMAR
Deve kuşlarının sesi.
ZİMEM
(Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler.
ZİMEMAT
(Zimem. C.) Borçlar.
ZİMMAR
Deve kuşu sesi. * "Bağırmak, savt ve sada etmek" mânâsına mastar.
ZİMMET
Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma.
ZİMMET-DÂR
f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı.
ZİMMÎ
Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.(Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var diye usul-ü şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık, merdud-üş şehadettir, çünkü hâindir. L.)
ZİMMİT
Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse.
ZİMR
(C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit.
ZİMZİM
İri gövdeli deve.
ZÎN
f. Binek hayvanlarına vurulan eyer.
Zİ-N NUR
Nurlu, ışıklı. Parlak. * Bahtiyar.
Zİ-N NUREYN
İki nur sâhibi meâlinde cihar-ı yar-ı güzinden Hz. Osman'ın (R.A.) lâkabı. (Hazret-i Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ile iki kat akrabalığı dolayısiyle) (Bak: Osman R.A.)
ZİNA
Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet.
ZİNAB
(Zeneb. C.) Kuyruklar.
ZİNABE
Her şeyin ardı, arkası.
ZİNAK
Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak.
ZİNAKÂR
f. Zina eden, zâni.
ZİNBAR
Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç.
ZİNCAR
Bir nevi balık.
ZİNDAN
f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer.
ZİNDAN-I ATÂLET
Atâlet zindanı. (Bak: Himmet)
ZİNDANÎ
(C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı.
ZİNDE
f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli.
ZİNDE-BÂD
f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol.
ZİNDE-DÂR
f. Gece uyumayan, uyanık kalan.
ZİNDE-DİL
f. Kalbi diri olan, uyanık.
ZİNDE-GÎ
f. Canlılık, zindelik, dirilik.
ZİNDIK
(Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka)
ZİNE
Düzgün. * Libas, elbise.
ZİNET
Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.(Her bir çiçekte, her bir meyvede bir mizan ve o mizan bir intizam içinde ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde ve o tevzin ve tanzim bir zinet ve sanat içinde ve o zinet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tadlar içinde bulunduğundan; her bir çiçek o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e işaretler ediyor. L.)
ZİNFİLECE
(Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR $ f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette.
ZİNHARHÂR
f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen.
ZİNKÎR
Tırnak kesintisi.
ZİN-PUŞ
Eyer örtüsü.
ZİR
f. Alt, aşağı.
ZİR
(C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi.
ZİR Ü ZEBER
Altüst, karmakarışık, darmadağın.
ZİRA
f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki.
ZİRA'
El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine peynir veya su, yağ gibi şeyler konan deriden kap.
ZİRAAT
Çiftçilik, ekincilik.
ZİRABE
Keskinlik.
ZÎ-RAHM
Nesebî akraba.
ZİRAÎ
Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı.
ZİRAYE
Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak.
ZİR-BEND
f. Kayış, kuşak, kemer.
ZİREK
f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek.
ZİREKÎ
f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık.
ZİRFİN
(C.: Zerâfin) Kapı halkası.
ZİR-İ ZEMİN
Yeraltı.
ZİRİBA'
Belâ, zahmet.
ZİRİN
f. Alttaki, aşağıdaki.
ZİRNÎK
Zırhım, fare otu.
ZİRR
Düğme. * Tomurcuk.
ZÎ-RUH
Ruhlu, canlı, hayattar. Zi-hayat. (Bak: Ruh)
ZİRVE
Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi.
ZİRVE-İ BÂLÂ
f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat.
ZİRVE-İ CEBEL
Dağ tepesi.
ZÎ-ŞAN
Şanlı, meşhur ve şerefli olan.
ZÎ-ŞA'ŞAA
Çok parlak. Şa'şaalı.
ZİŞT
f. Çirkin. Kötü. Kabih.
ZİŞTÎ
f. Çirkinlik.
ZÎ-ŞUUR
şuurlu. şuur sâhibi.
ZÎT
(Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek.
ZİVANA
(Bak: Zıvana)
ZİVER
Şiddetle yürümek.
ZİVER
Süs. Zinet.
ZİYA
Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. (Nur, ziya'dan daha umumidir. Çünkü ziyâ aydınlığın intişarı mülâhazası ile ve Nur, intişarı ve sebatı mülâhazaları ile ıtlak olunmuştur ve bazıları indinde bizzat olan aydınlığa ziya; ve vasıta ile olan aydınlığa nur ıtlâk olunur. L.R.)(Ziya ile; mevcudat görünür, hayat ile, mevcudatın varlığı bilinir; her birisi birer keşşaftır. M.)
ZİYA'
Kaybolma, mahvolma.
ZİYA PAŞA
(Mi: 1825 - 1880) İstanbul'da doğmuş ve Adana'da vali iken vefat etmiştir. İslâm-Türk hürriyet-perverlerinden olan Ziya Paşa, "zekâvette alemdar" bir şahsiyet olmasına rağmen, kâinatta cereyan eden hâdiselerin gaye ve hikmeti karşısında şaşırmış, bu sebebten ıztırab çekiyor. " Eyvah kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım" diye feryad etmiştir. Yine kâinattaki İlâhi güzellik ve zahirde çirkin olarak gözüken, fakat neticesi hayır ve hikmetler dolu olan hadiseler karşısında da; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ederek ruhunun feryadını dindirmeğe çalışmıştır.Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve Namık Kemal ile 1876'da Paris'e hicret etmiştir. Zafernâme ve üç cildlik Harabât adlı -Divan edebiyatı şairlerinin seçme şiirlerini toplayan- kitabı vardır.
ZİYA-BÂR
(Ziya-efşan - Ziyapâş) Işık saçan.
ZİYA-DÂR
Ziyalı, ışıklı, parlak. * Aydın. Akıllı, münevver.
ZİYADE
Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma.
ZİYA-EFŞAN
f. Işık saçan, ziya saçan.
ZİYAF
(Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler.
ZİYAFE
Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek.
ZİYAFEŞAN
f. Işık saçan, ziya saçan.
ZİYAFET
Karışık ve değişik olma.
ZİYAFET
Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme.(Görünüyor ki; bu âlemin sâhibi -yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle- hârika bir sahâvete sahib olduğu gibi nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereler ile hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh bu ebedî sahâvet, tükenmez servet, ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder... M.N.)
ZİYAİ
(Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan.
ZİYAL
Uzun kuyruklu at.
ZİYAME
Ayıplı olmak.
ZİYAN
f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar.
ZİYANİSAR
(Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen.
ZİYANKÂR
f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici.
ZİYAPAŞ
f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan.
ZİYAR
Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler.
ZİYARE
Meşhur, şöhretli.
ZİYARET
Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak.
ZİYARET-GÂH
f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer.
ZİYA-YI KALB
Kalbin ziyası, nuru, ışığı. Kalbin iman nuruyla ziyalanması, uyanması, gafletten halâs olması.
ZİYY
(C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et.
ZİZA'
Ot ve su olmayan yer.
ZİZEFUN
Ihlamur ağacı.
ZORBAZ
f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar oldukları için ekseriyetle vücutlarının kuvvet ve metanetine delil olan görülmeğe değer numaralar da gösterirlerdi. Meselâ bazı cambazlar koca bir taşı yerden alıp havaya atarlar ve taş aşağıya inerken, başlarının üstündeki lâstik topmuş gibi kâh göğüsleriyle, kâh arkalarıyla, kâh başlarıyla karşılayıp taşa vururlar, yere düşmeden tekrar havaya çıkarırlar ve böylece oynarlardı.Bazan da koca su küplerini karşılarına alıp, koç dövüşür gibi karşıdan hızla gelip başlarıyla vurarak küpü parça parça ederlerdi. Bu çeşit kuvvet oyunları gösteren cambazlara, zorbaz denirdi. (O.T.D.S.)

Kelimenin başına gelerek "sâhip, mâlik olan" mânasını verir. (Bak: Zâ)
ZÛ'
(C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık.
ZÛ'
Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş.
ZUAFA
(Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar.
ZUAK
Tuzlu su.
ZUAMA
(Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri.
ZU'BAN
(Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar.
ZUBBAN
(Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler.
ZUBE
Bir taraf.
ZUCRET
Yürek darlığı, iç sıkıntısı.
ZUCRETVER
f. Sıkıntılı.
ZUD
Üçten ona kadar olan develer.
ZUD
f. Çabuk, tez, hemen olan, acele.
ZUDAŞNA
(Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan.
ZUDENDAZ
(Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz.
ZUDHİZ
f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr.
ZUDÎ
f. Tezlik, çabukluk.
ZUDRES
f. Çabuk erişen.
ZUDSİR
f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan.
ZUDTER
f. Daha çabuk.
ZU-ESMAR
Meyveli. Semereli.
ZUFR
Tırnak.
ZUFUR
(C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar.
ZUGLE
Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması.
ZUGLUL
Yeyni, hafif. * Küçük oğlan.
ZUGR
Şam vilayetinde bir yerin adı.
ZUHAL
(Bak: Zühal)
ZUHAR
Ok yeleği. Kanat yeleği.
ZU-HAZZ
Nasibi olan, nasibli. * Hoşlanan, zevk alan.
ZUHR
Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref.
ZUHR
Öğle vakti. Öğleyin.
ZUHR(E)
İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık.
ZUHREFE
Süslemek, bezemek.
ZUHRUF
Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın.
ZUHRUF SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir.
ZUHUR
Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
ZUHURÂT
Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.)
ZUK'
(C.: Ezkâ) İki uyluk arası.
ZUKAK
(C.: Ezikka) Sokak.
ZUKK
Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi.
ZUKL
Harâmi. * Küçük dar gemi.
ZU'KUK
(C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse.
ZULAME
Mazlumun hakkı.
ZULEL
Gölgelikler.
ZULEM
Karanlıklar.
ZULEMAT
(Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar.
ZULLAME
(Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal.
ZULLÂN
(Zelil. C.) Zeliller.
ZULLE
(C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa.
ZULM
(Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.( $ sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek hizmetimize tecavüzü, zendeka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin, nâhiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür'aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Alem-i Beka'daki Mahkeme-i Kübrâ'ya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.İşte Hadis-i Şerifte $ mezkûr hakikata dahi işaret ediyor. Yâni: Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem'den çıkmıyacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir. Yoksa mü'min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes'uddur. Âdeta mü'minin imanı, mü'minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor. L.)
ZULMANÎ
Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan.
ZULMAT
(Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri.
ZULMEN
Haksızlıkla, zulüm yaparak.
ZULMET
Karanlık. * Mc: Sıkıntı.
ZULMET-ÂLUD
Karanlıklı. Karışık ve sıkıntılı.
ZULMET-EFZÂ
(Zulmet-fezâ) Karanlığı artıran.
ZULMET-İ MÜNEVVERE
Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti, cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebep. Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve izah olundu zannetmektir. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısıyye ve elektrik gibi isimleri takmakla o hârika hâdiseler izah olunmuş olamazlar.
ZULMET-İ MÜZEVVER
Dedikodu, fitneden hâsıl olan azab ve mânevi karanlık.
ZULM-Ü MÜTEHACCİR
Taş haline gelmiş, zulüm. (Bak: Sanemperest)
ZU'LUB
(C.: Zeâlib) Bez parçası.
ZULUF
(Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları.
ZU'LUK
Bir ot cinsi.
ZULUL
Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler.
ZULÜMAT
(Bak: Zulmât)
ZU'M
(Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan.
ZU'MİYYÂT
Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler.
ZUMNE
Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık.
ZU'MUM
Yorulmak.
ZUN
Put, sanem.
ZUNBUB
İncik önünde olan kuru kemik.
ZUNUN
(Zann. C.) Zanlar. şübheler.
ZUR
Yalan. Asılsız. Uydurma.
ZUR
(Zor) f. Kuvvet, güç.
ZU'R
Korku, havf.
ZURAFA
(Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
ZURAR
Keskin bir taş.
ZURBA
f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü.
ZURBAYÂNE
f. Zorbalıkla, zorbacasına.
ZURBAZ
(Bak: Zorbaz)
ZURHANE
f. Spor salonu.
ZURK
Yonca içinde biten yaban otu.
ZURKÂR
f. Zorlayan.
ZURMEND
f. Güçlü, kuvvetli.
ZURU'
(Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri.
ZURUB
Kısa boylu, şişman ve etli kimse.
ZURUF
(Zarf. C.) Zarflar. Kablar.
ZU'RUR
Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi.
ZUTT
Zencilerden bir kabile.
ZUYUC
Meyletmek, yönelmek, eğilmek.
ZUYUF
(Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar.
ZÛ-ZENEB
Kuyruklu. Kuyruğu olan.
ZÜ-
Sâhip, mâlik mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
ZÜAF
Ağu. Zehir.
ZÜAF
Tez, acele, hızlı seri.
ZÜBAB
Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak.
ZÜBAB(E)
Sinek.
ZÜBAD
Bir ot cinsi.
ZÜBALE
Mum. Kandil fitili.
ZÜBANA
Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni.
ZÜBBAD
Değersiz şey. * Kaymak.
ZÜBD
Tereyağı, kaymak.
ZÜBDE
(C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi.
ZÜBDE-İ KEMÂL
Kemâlin en ileri derecesi.
ZÜBDE-İ MAKAL
Sözün özü.
ZÜBDÎ
Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler.
ZÜBED
(Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler.
ZÜBEH
Bir ot.
ZÜBEYR
(Zübür. den) Yazılı küçük şey.
ZÜBEYR BİN AVVAM (R.A.)
Sahabe-i Kiramdan ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Erkeklerin beşincisi olarak onbeş yaşında iken İslâmiyeti kabul etti. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı muhafaza için ilk kılıç çekenlerdendir. Bütün gazalarda bulunup çok yara aldı. Mısır'ın Fethinde bulundu. Çok zengin olduğu hâlde bütün varını İslâmiyete fedâ etti. Namaz kılarken şehid edildi (Hi: 67). Namazını Hz. Ali (Radıyallahü anh) kıldırdı.
ZÜBRE
(C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.)
ZÜBUL
Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik.
ZÜBUL-YAFTE
f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan.
ZÜBUR
(Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar.
ZÜBÜR
(Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar.
ZÜBYE
(C.: Zübâ) Tepe.
ZÜCAC(E)
Cam, şişe, sırça.
ZÜCACÎ
Camcı, şişeci, sırçacı.
ZÜCACİYYE
Cam veya sırçadan yapılı kaplar.
ZÜCAL
Oyuncu güvercin.
ZÜCC
(C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok demiri.
ZÜCLE
(C.: Zücül) İnsanlardan bir taife.
ZÜCUR
(Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar. Eziyetler. Kovmalar.
ZÜFF
(Züfâf) : Az, kalil.
ZÜFFE
Bölük, zümre.
ZÜFR
Ulu kişi, seyyid.
ZÜFRE
(C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri.
ZÜFYAN
Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi.
ZÜHA'
Miktar.
ZÜHAL
Satürn Gezegeni.
ZÜHAR
Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek.
ZÜHBAN
(Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar.
ZÜHD
Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
ZÜHDÎ
Zühde ait ve müteallik. Zühde dair.
ZÜHDİYYE
Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki sahibi olmağa çalışmak.
ZÜHD-Ü KALB
Kalben dünyaya değil, Allah rızasına müteveccih olmak. Kalbin dünya alâkalarından kesilmesi.
ZÜHEYR
Küçük çiçek. Çiçekcik.
ZÜHLUK
(C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman.
ZÜHM
İçyağı.
ZÜHME
(C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk.
ZÜHRE
Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan. Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan yıldızlar. * Berraklık, safilik.
ZÜHREVÎ
Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar.
ZÜHRUF
(Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet.
ZÜHUB
(Zeheb. C.) Altınlar.
ZÜHUK
Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma.
ZÜHUL
Gafil olmak, gaflette bulunmak. Meşgul olmak.
ZÜHUL
Uzak olmak, yerinden gitmek. Uzaklaşmak.
ZÜHUL
Unutmak veya bir işi geciktirmek. Elde olmayan bir sebeple bir işi geciktirmek. Yanılmak. Kasden unutur gibi olmak.
ZÜHUL
(Zahl. C.) Düşmanlıklar. Adâvetler. Öç ve intikamlar.
ZÜHUMET
Yağlılık.
ZÜHUR
(Su) çok olmak. * (Irmak) su ile dolu olmak. * Büyük ve uzun olmak.
ZÜHUR
(C.: Ezhâr) Darlık zamanı için saklanıp biriktirilen şey.
ZÜHUR
Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * Çiçekler. Ezhar.
ZÜHURET
Parlaklık, parıldama.
ZÜKA'
Güneş.
ZÜKA'
Üveyik kuşunun sesi.
ZÜKA'
Nakit.
ZÜKAE
Malı çok olan, zengin.
ZÜKAK
(C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ.
ZÜKAM
Nezle.
ZÜKE
Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa.
ZÜKK
Üveyik kuşunun yavrusu.
ZÜKME
Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı kimse.
ZÜKR
Kalbdeki fikir, düşünce.
ZÜKRAN
(Zeker. C.) Erkekler.
ZÜKRE
Peklik. * Keskinlik.
ZÜKRE
şarap konulan küçük tuluk.
ZÜKUN
(Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler.
ZÜKUR
(Zeker. C.) Erkekler.
ZÜKURET
Erkeklik.
ZÜ-L CELAL
Celâl sahibi, Allah (C.C.) Azamet, kibriyâ, izzet ve heybet sahibi Cenâb-ı Hak. (C.C.)
ZÜ-L CELAL
Celal sâhibi.
ZÜ-L CEMAL
Cemâl, lütuf, rahmet ve güzellik sâhibi Allah. (C.C.)
ZÜ-L CENAH
Çok cihetli, çok taraflı, her yana gidebilir.
ZÜ-L CENAHEYN
İki taraflı. Çitf kanatlı. * Hem dünya hem âhirete âit. Zâhiri ve bâtıni bilgisi geniş olan kimse. İki mânevi yol takib eden. İki ayrı meharet sahibi.
ZÜ-L ECNİHA
Kısım kısım, Çok taraflı, çok kanatlı.
ZÜ-L FİKAR
(Zülfekar) Resül-ü Ekrem (A.S.M.) zamanında bir kâfire âit kılıç iken Hz. Peygamber (A.S.M.) Bedir Muharebesinde Hz. Ali'ye (R.A.) verdiği ve ucu iki kısma ayrılan meşhur kılıç.(Mecâzen, şimdiki devirde Hz. Peygamber (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim hakkında inkâra ve şüpheye düşenleri ilmen, aklen ikna edip, mânen küfrü kesen Risale-i Nur Külliyatından çok mühim bir eserin ismidir. Bu kitapta üç yüzden ziyade, râvileri ile birlikte hadis-i şerifler nakledilerek Kur'an-ı Kerim'in mu'cizeliği ve Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.) hak peygamber olduğu isbat ve beyan edilmiştir.)
ZÜ-L KARNEYN
İki boynuzlu. Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen ve Peygamber olup olmadığı tam bilinmeyen büyük bir hükümdar ismi. İki zülüflü yahut da şark ve garbın hakimi olduğu için böyle denilir. Eski Yemen Padişahlarından birisidir. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm zamanında bulunup Hazret-i Hızır'dan ders almıştır. Bazıları yanlış olarak bunu İskender-i Rumî ile karıştırır. İskender-i Rumî Milâddan 300 sene evvel yaşamış ve Aristo'dan ders almıştır. Yemen'li İskender'e İskender-i Kebir de denir. (Bak: Karn)
ZÜ-L KAVAFİ
İkiden fazla kafiyeli nazım şekli.
ZÜ-L YEDEYN
İki elliler, insanlar.
ZÜLAKA
(Bak: Zelâka)
ZÜLÂL
Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı.
ZÜLÂLÎ
(Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına benziyen.
ZÜLÂL-İ VASL
Sevdiğine, muhabbet ettiğine kavuşmanın neticesi hâsıl olan tatlılık ve sürur.
ZÜLAM
Parasız, züğürt.
ZÜLEF
(Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe. Menzile.
ZÜLENKATA
Zeker. * Kısa boylu kişi.
ZÜLF
(Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi.
ZÜLFA
Yakınlık, yaklaşma.
ZÜLFE
Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak saçağı benzediği için bu ad verilmiştir.
ZÜLFET
Yakınlık.
ZÜLF-İ PERİŞAN
f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu.
ZÜLF-İ YÂR
f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur, şeref.
ZÜLHUKA
Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne.
ZÜLKA
Kaypak, düz yer.
ZÜLKUM
Boğaz.
ZÜLL
Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk.
ZÜLLAHA
Arka ağrısı.
ZÜLL-İ TESLİM
Teslim olma alçaklığı.
ZÜLUL
Vezinde eksik olmak.
ZÜLÜF
(Bak: Zülf)
ZÜLÜL
(Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar.
ZÜLZAL
Zelzele, deprem, sarsılma.
ZÜLZİL
(C.: Zelâzil) Etek ucu.
ZÜMER
(Zümre. C.) Gruplar, zümreler.
ZÜMER SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir.
ZÜMH
Yüce ve büyük olmak.
ZÜ-MİRRE
Halk. * Hasen yahut bediî eserler.
ZÜMMAH
Bahil, yaramaz kişi.
ZÜMMEL (ZÜMMÂL)
Zayıf, korkak kişi.
ZÜMRE
Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
ZÜMRE-İ MUVAHHİDÎN
Bir Allah'a inanmış ve O'nun emirlerinden ayrılmak istemeyenler. Bir Allah'a inanıp başka fikre aldanmayanlar.
ZÜMRÜT
Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı.
ZÜMUH
Uzak olmak. * Katı olmak.
ZÜMUM
(Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar.
ZÜMÜRRÜD
Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk.
ZÜNABE
Herşeyin ardı, arkası.
ZÜNANE
Borcun ve iddetin bakiyyesi.
ZÜNBA'
Akıllı, zeyrek kimse.
ZÜNBUR (ZÜNBÂR)
(C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası.
ZÜNEYB
Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık.
ZÜNNAR
İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.)
ZÜN-NUN
(Sahib-i Nun) Yunus Peygamber'in (A.S.) bir namı. * Mısır'lı Ebul Gayıd: Tasavvufun büyük müessislerindendir. Hi. 860'da vefat etmiştir.
ZÜNUB
(Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar.
ZÜ'NUN
Bir ot cinsi.
ZÜNZÜN
(C.: Zenâzin) Gömlek eteği.
ZÜR'A
Bir miktar ekilmiş yer.
ZÜRARE
Saçılan şey.
ZÜR'E
Aklık, beyazlık.
ZÜREFA
(Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ)
ZÜREYKA'
Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir)
ZÜRİBE (ZİRİBE)
(C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek.
ZÜRKA(T)
Mâvi, mâvimtırak renk.
ZÜRKUM
Çehresi gömgök kimse.
ZÜRMANİKA
Sof zırh.
ZÜRNUK
Küçük nehir.
ZÜRRA'
(Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler.
ZÜRRAK
(C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan.
ZÜRRE
Darı.
ZÜRRİYAT
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller.
ZÜRRİYET
Soy, nesil, döl, kuşak.
ZÜRU'
Ekili tarlalar.
ZÜRUD
(Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları.
ZÜRUR
Ay, güneş ve yıldızın doğması.
ZÜRZÜR
Sığırcık kuşu.
ZÜUBE
(C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik budak.
ZÜVAF
Tez, hızlı, seri.
ZÜVAL
Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi.
ZÜVAN
Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum.
ZÜVENN
Kısa boylu.
ZÜVEYZA'
Kısa boylu.
ZÜVİYET
Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy)
ZÜVVAR
(Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler.
ZÜYUF
(Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar.
ZÜYUL
(Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan ilâveler.
ZÜYUR
(Bak: Ziver)





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)