Thread Rating:
  • 13 Vote(s) - 3.08 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Osmanlı Tarihi
#1

Osmanlı Tarihi

Sultan Osman Gazi
Babası: Ertuğrul Gazi
Annesi: Halime Hatun
Doğum Tarihi: 1258
Doğum Yeri: Söğüt
Tahta Çıkışı: 1299 (1300)
Ölümü: 1324
Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânıdır. Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de denmiştir. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefâtından sonra Hân ve Sultân denmiştir. Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi olmuştur.

Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüt’de veya Osmancık’da dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur. 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydılar. İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtun iledir. 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtun ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı. Bu hanımından da Şehzâde Alâ’addin dünyaya geldi.
1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uc beyi olmuştur. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir.

[Image: i17028b3ivfh.jpg]

Sultan Orhan Gazi
Babası: Sultan Osman Bey
Annesi: Mal Hatun
Doğum Tarihi: 1281
Doğum Yeri: Söğüt
Tahta Çıkışı: 1326
Ölümü: 1360
Orhan Bey, 1281 (veya 1288 ) de Söğüt’te dünyaya geldi. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, annesi Mal Hâtun Osman Bey’in ilk hanımı ve Selçuklu Vezirlerinden Ömer Abdülaziz Bey’in kızıdır. Osmanlı padişahlarından Sultân, Hân, Seyfüddin ve Şücâ’uddin gibi ünvanları ilk olarak hakkıyla elde eden ve kullanan zattır. 1324 yılında 36 veya 43 yaşında babasının yerine Osmanlı Beyliğinin uc beyi oldu. Askerî bir deha olan Orhan Bey, kısa zamanda şöhretini dünyaya duyurmasını, ilmiyeden gelen vezir Hacı Kemâlüddin oğlu Alâ’addin Paşa, kardeşi ve veziri Alâ’addin Paşa, yine ilmiyeden gelen Molla Tâceddin Kürdî ve Vezir Hayreddin Paşa, vezir Lala Şahin Paşa ve de önce Bilecik sonra da Bursa Kadılığına getirilen Çandarlı Kara Halil gibi devlet adamları ile meşveret etmesine ve onların tecrübelerinden yararlanmasına borçludur. Osmanlı Devleti, Orhan Bey zamanında kurulmuştur.

Orhan Bey, Köse Mihal, Turgut Alp, Şeyh Mahmûd, Gâzî Mihal Bey ve Ahi Hasan gibi kahramanların gayretiyle, senelerdir çevreden kuşattığı Bursa’yı 6 Nisan 1326 tarihinde fethetmiş ve Bey Sancağı adıyla oğlu Murad’a vermiştir. Artık Osmanlının merkezi Yenişehir değil Bursa’dır. Bu hadiseden sonra, 1327 senesinde Bursa Kadısı Cendereli (Çandarlı) Kara Halil ve vezir Alâ’addin’in tavsiyeleri ile saltanatın en önemli alâmeti olan ilk Osmanlı akçesini (son zamanlarda Osman Bey’e ait bir sikke de bulunduğundan bu görüş nakz olunmuştur) yani sikkesini bastırmıştır. İlk darbhane de Bursa’da kurulmuştur.

Osmanlı sınırlarının Karadeniz ve İstanbul Boğazına doğru ilerlediğini gören Bizanslılar, Darıca ile Eskihisar arasında bir yer olan Pelekanon’da Osmanlı ordularıyla karşılaşmışlar ve Osmanlılar İmparatoru yaraladıkları gibi, 1329 veya nihâî olarak 1331’de İznik’i fethetmişlerdir.

İznik, Bizans açısından kudsî bir değere haizdi ve bunun farkında olan Orhan Bey, buradaki Ayasofya isimli Kiliseyi camiye çevirdi ve burada Osmanlı Devleti’nin ilk Üniversitesini kurarak başına da büyük âlim Kayserili Molla Davud’u tayin etti. İznik’i kurtarmak için hücuma geçen Bizans İmparatorunu, kaçmaya mahkum eden Orhan Bey, böylece 1335’e doğru bütün İslâm âleminde ve Avrupa’da Sultân ünvanıyla anılmaya başlandı; sonra da sulh yolunu tercih etti. Bu arada Bizans İmparatorunun kızı Prenses Theodora ile evlendi.

Bizans ile sulh yapan Sultân Orhan, bu sefer Anadolu fetihlerine yöneldi ve 1345’e doğru ilk olarak bir Anadolu Beyliğini yani Balıkesir merkezli Karesi Beyliğini Osmanlı Devleti’ne ilhak etti ve Anadolu’da 1354 yılında Ankara’ya kadar ilerledi ve orayı fethetti. Güneyde Çandarlı Körfezine dayanan Osmanlılar, Marmara Denizinin güneyindeki son toprakları da Bizans’ın elinden aldı; Üsküdar Osmanlı Devleti’nin eline geçti. Candaroğullarına bağlı Uluğ Beyoğulları Beyliği de Osmanlı Devleti’ne katıldı.

Kayınpederi olan Bizans İmparatoru’nun kendisine saldıran Slavlar ve Bulgarlara karşı Orhan Bey’den yardım istemesi üzerine Osmanlı ordusu, evvela 3 Şubat 1347 yılında İstanbul’a girdi. Sonra döndü. Paşa’nın yardım ordusunun öncüsü Gâzî Umur Bey’dir. 1347’de Süleyman Paşa, İmroz’a çıkartma yapmak istedi, ancak püskürtüldü. 1349 yılında yardım için Rumeli’ye geçti, Selanik’e kadar geldi ve şehri slavlardan kurtararak geri döndü. 1353 tarihinde, bu yardıma minnettar olan İmparator, Gelibolu yarım adasında, Çanakkale Boğazının Avrupa kıyısı üzerinde küçük Çimpe kalesini Avrupa’ya geçerken kolaylık olsun diye Süleyman Paşa’ya hediye etti. Daha önceki geçişlerden farklı olarak, artık Osmanlı Beyliği, Rumeli’nde hukuken ve fiilen var olmuşlardı. Türk tarihinin önemli olaylarından olan Rumeli’ye geçişin kahramanı Süleyman Paşa, Lüleburgaz ve Çorlu’yu da fethettikten sonra, 1357 yılında atının ayağının sürçmesi sonucunda düşerek vefat etti. Rumeli fetihlerini onun yerine Şehzâde Murâd devam ettirdiyse de, bu acıya dayanamayan 81 yaşındaki Sultân Orhan, 1362 yılında Nisan ayının sonlarına doğru vefat etti.

Orhan Bey, kaynaklardan öğrendiğimize göre hayatı boyunca 4 hanımla evlendi. Bunların aynı zamanda hanımları olduğu düşünülmemelidir. Bu hanımları ve bunlardan doğan çocukları sırasıyla şunlardır:
1) Nilüfer Hâtun (Holofira): Yarhisar Tekfu’runun kızıdır; Müslüman olup Nilüfer adını almıştır. Süleyman Paşa, I. Murad ve Şehzâde Kasım’ın annesidir.
2) Asporça Hâtun: Bizans İmparatoru’nun kızıdır; Şehzâde İbrahim ve Fatma Sultân’ın annesidir. Müslüman olmuştur.
3) Theodora Hâtun: Müslüman olmadığı ve evliliğin kısa sürdüğü anlaşılıyor. Şehzâde Halil’in annesidir.
4) Eftandise Hâtun: Mahmûd Alp’in kızıdır.

Sultân Orhan zamanındaki büyük ilim adamları ve maneviyât reisleri arasında, İznik’deki ilk yüksek tahsil müessesesinin müderrisi Davud-ı Kayserî, sonradan onun halefi olan ve yaya ile müsellemin teşkilinde fikir veren Alâ’addin Esved veya Kara Hoca, Osmanlı Devleti’nin ilk Bursa Kadısı ve Kazaskeri Çandarlı Kara Halil, Hasan-ı Kayserî ve maneviyât reislerinden ise, Seyyid Ahmed-i Kebîr-i Rufâ’î, Karaca Ahmed, Ahi Evran ve Musa Abdal başta gelen simalardandır.

Kaynak: Osmanlı Araştırmalar Vakfı

[Image: i17030bzpzkz.jpg]

Sultan Yıldırım Bayezid Han
Babası: Sultan 1. Murad
Annesi: Gülçiçek Hatun
Doğum Tarihi: 1360
Tahta Çıkışı: 1389
Ölümü: 8 Mart 1403
Osmanlı Padişahları arasında hakkında en çok konuşulan Padişahın Yıldırım Bâyezid olduğu doğrudur. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi; Kısa zamanda Anadolu birliğini kurup devleti genişletmesine rağmen, 1402’de Ankara’da Timur’a yenilerek tekrar başa dönülmesine sebep olmasıdır. İkincisi de, hem Emir Sultân Buharî’ye kayınpeder olması ve hem de içki içtiğine dair iddiaların bulunmasıdır. Önce Yıldırım Bâyezid’i tanıyalım.

1387 tarihinde katıldığı Karaman Seferinde gösterdiği kahramanlıklardan beri Yıldırım lakabıyla anılan I. Bâyezid, Sultân Murad’ın büyük oğlu ve veliahdıdır. Bursa’da babasının tahta çıktığı sene yani 761/1360 yılında Gülçiçek Hâtun’dan dünyaya gelmiş ve 791/1389 yılının Ramazan ayının beşinde de babasının şahâdeti üzerine tahta çıkmıştır. Padişah olmadan evvel sırasıyla Kütahya, Hamid İli ve ilk Amasya Sancak Beyliği gibi tecrübeleri bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin Kosova’da haçlı ordularıyla meşgul olmasını fırsat bilen Karamanoğulları, Osmanlı Devleti’ne ait sancak ve kazalara hücum başlattı. Bunu gören Yıldırım, 1390 yılının ilk günlerinde Anadolu birliğini tehlikeye sokmamak için hemen bu bölgeye intikal etti. Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan Beylikleri Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını bildirince, hemen 1390-91 kışında Ankara’ya gelerek orada kışlasını kurdu. Sonradan yanına Bizans İmparatoru II. Manuel’i de alarak Karaman bölgesine geçti ve onları ikaz etti. Zaten Karamanoğlu Damad Alâ’addin Bey de firar etmişti. Ege Adalarını vurarak Venedik Cumhuriyet’ine gözdağı vermeyi de ihmal etmeyen Yıldırım’ın bütün hayali İstanbul’u fethetmek idi. Bu sebeple 1391’de 7 ay sürecek olan İstanbul kuşatmasına başladı. Bizans’ın sulh ile itaat edeceğini umuyordu; ama olmadı.

Rumeli’nde gayr-i müslimlerle uğraşan Osmanlının aleyhine, durumu fırsat bilen Karamanoğlu-Candaroğlu ve Sivas’daki Kadı Burhâneddin’in ittifak yaptığı duyuldu. 1392’de Candaroğlu halledildi; İsfendiyaroğulları da Osmanlı’ya itaat etti. Kadı Burhâneddin ile olan savaş daha dehşetli idi. Yıldırım’ın oğlu Şehzâde Ertuğrul’un kumandasındaki Osmanlı ordusu, Çorum yakınlarında yenik düştü. Bu arada Yıldırım’ın kendisi Rumeli seferine devam ediyor ve 1392’de filozoflar diyarı olarak bilinen Atina Osmanlıya teslim oluyordu.

Bütün bu gelişmelerden rahatsız olan Macar Kralı Sigismund, üçüncü bir haçlı seferi hazırlığında idi. Gerçekten her çeşit düşman milletin yer aldığı 70.000 kişilik orduyla Tuna’yı geçerek Niğbolu’yu kuşattı ve düşman kuvvetler 130.000’e ulaştı. Ancak 25 Eylül 1396 tarihinde Avrupalıların asırlarca unutamayacakları Niğbolu Zaferi kazanıldı ve Yıldırım, artık Halife I. Mütevekkil tarafından Sultân-ı İklim-i Rum ve Sultân diye anılmaya başlandı. Üçüncü haçlı seferini fırsat bilerek yine Osmanlı topraklarına saldıran Karamanoğulları ise, nihâî dersi hak etmişlerdi ve gerçekten 1397’de Konya’ya giren Yıldırım eniştesi olan Karamanoğlu Beyini idam ettirdi ve Konya’yı Osmanlı Devleti’nin Karaman Eyâleti olarak ilan etti. Artık Anadolu birliği sağlanmış ve bütün Anadolu neredeyse Osmanlı Devleti’nin olmuştu. Rumeli’de Balkanlar Osmanlının hâkimiyetine girmişti.

İşte böyle bir dönemde Doğudan büyük bir tehlike geliyordu. Doğu Türkistan Hakanı Aksak Timur veya Timurlenk, fırtına gibi eserek Doğu Anadolu’yu tehdit ediyor ve memleketleri ellerinden alınan ve Osmanlıdan memnun olmayan Anadolu beyleri Timur’u tahrik ettikleri gibi, Timur’un düşmanları olan bazı beyler de Yıldırım’a sığınmış bulunuyorlardı. Timur nazik sayılabilecek bir üslupla Yıldırım’dan bu beyleri salı-vermesini ve kendisine tabi olmasını, şartlarının kabulü halinde, gayr-i müslimlerle olan cihadını takdir ettiği Osmanlı ordusuna yardım edeceğini ifade eden bir mektup gönderdi (Mektup, ‘Rum Meliki Yıldırm Bayezid’ diye başlamaktadır). Buna karşı Yıldırım’ın cevabı çok sert ve hatta hakaretâmiz oldu (Mektup, ‘Ey Timur denen parçalayıcı köpek ve Tekfurlardan daha kâfir olan adam’ diye başlamaktadır).

Neticede kaderin cilvesiyle Yıldırım’ın strateji açısından üstün görüldüğü uğursuz Ankara Meydan Muharebesi meydana geldi ve 28 Temmuz 1402 tarihinde Osmanlı ordusu yenik düştü ve Padişah esir alındı. Bu hadiseyle Osmanlı Devleti, cihan devleti olmaktan çıkmış ve yeniden başa dönmüştü. Zira bu savaşı takip eden yıllarda, 8 yıl kadar Anadolu’da kalan Timur buralarda terör estirdi ve eski beylere beyliklerini tamamen iade etti. 3 Mart 1403’de, bazı tarihçilerin ileri sürdüğü gibi intihar ederek değil, sıkıntıdan doğan bir kaç çeşit hastalığa dayanamayan Yıldırım vefat etti ve Osmanlı Devleti için Fetret Devri denen ara dönem başladı.

Yıldırım Bâyezıd devrinin ileri gelen devlet adamları arasında, iyi bir devlet adamı olmakla beraber takvâ cihetinden zayıf olduğu ittifakla açıklanan Çandarlı Ali Paşa, Timurtaş Paşa, Süleyman Paşa, İshak Bey ve Mihal oğlu Muhammed Bey zikredilebilir. Onun devrindeki âlimlerden ise, Şemseddin Fenari, oğlu Muhammed Şah Fenari, Hâfızuddin Muhammed Kürdî, Şeyh Kutbuddin İznikî ve Şihâbüddin Sivasî unutulmamalıdır. Devrinin Horasan erenlerinin başında, Emir Sultân denen Bâyezid’in damadı Şemseddin Muhammed Huseynî, Hacı Bayram ve Şeyh Abdurrahman-ı Erzincanî gelmektedir. Mevlid yazarı Süleyman Çelebi de onun zamanındaki en büyük şairlerdendir.

ZEVCELERİ: 1- Germiyanoğlu Devlet Şah Hâtun; İsa, Mustafa ve Musa’nın annesi. 2- Devlet Hâtun; Yine Germiyanoğlu olduğu söylenen ve Sultân Mehmed Çelebi’nin annesi ve ilk Vâlide Sultân. 3- Hafsa Hâtun; Aydınoğlu İsa Bey’in kızı. 4- Sultân Hâtun; Dulkadiroğlu Süleyman Şah kızı. 5- Marya (Olivera Despina) Hâtûn; Sirbistan Kralı Lazar’ın kızı. ÇOCUKLARI: 1- Ertuğrul Çelebi. 2- İsa Çelebi. 3- Mustafa Çelebi (Tartışmalıdır). 4- Büyük Musa Çelebi. 5- İbrahim Çelebi. 6- Kâsım Çelebi. 7- Yusuf Çelebi. 8- Hasan Çelebi. 9- Erhondu Hâtun. 10- Fatma Hâtun. 11- Paşa Melek Hâtûn. 12- Oruz Hâtûn. 13- Hundî Hâtûn. 14- Şehzâde Mehmed .

Kaynak: Osmanlı Araştırmalar Vakfı

[Image: i17029bjys1q.jpg]

Sultan Murad Hüdavendigar Han
Babası: Sultan Orhan Bey
Annesi: Nilüfer Hatun
Doğum Tarihi: 1326
Tahta Çıkışı: 1360
Şehid Olduğu Tarih: 1389
I. Murâd, Murâd Hüdâvendigâr ve Gâzi Murâd Hüdâvendigâr adlarıyla anılan Sultân Murâd, 1326 (726 H) yılında dünyaya geldi ve 1362 Mart ayında 35-36 yaşlarında iken Osmanlı Padişahı olarak tahta geçti. Hüdâvendigâr, hükümdâr demektir ve sonradan o zaman Osmanlı Devleti’nin başşehri olan ve kendisinin de valilik yaptığı Bursa’ya da Hüdâvendigâr Sancağı adı verildi.

Seferlerine Ankara’nın yeniden fethiyle başlayan Sultân Murâd, 1362 Temmuz’unda Edirne’yi zabtetti ve kendisine yeni başşehir yaptı. Bunu Balkanların önemli bir merkezi olan Filibe’nin fethi takip etti (1363). Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında bu ilerleyişi Hıristiyanları korkuttu ve Papa V. Urbanus’un tahrikiyle Osmanlı Devleti ilk haçlı seferine maruz kaldı. Ancak 60.000 kişilik haçlı ordusu 10.000 kişilik Hacı İlbeğ komutasındaki Osmanlı ordusunun yaptığı bir baskın sonucunda sındı ve tarihe Sırpsındığı zaferi olarak geçti (1363). Bunu Sırbistan’ın bir kısmı ile Bulgaristan’ın Osmanlı’ya ilhakı takip etti ve 1365 yılında da Dubrovnik (Raguza) ile ilk milletlerarası andlaşma imzalandı.

1375’de Hamidoğulları sembolik bir bedelle topraklarının yarısını Osmanlıya terk etti ve böylece Germiyanoğlu ile Karamanoğlu arasına Osmanlı girmiş oldu.

1383’de Candaroğulları Hamidoğullarının arkasından Osmanlı’yı metbû’ tanıyınca, Karaman oğulları rahatsız olmaya başladı ve 1386’da Osmanlı Karamanoğulları ihtilafı başladı. Her ne kadar, Sultân Murad’ın oğlu Şehzâde Bâyezid kahramanca savaşarak Karaman oğullarını dağıtıp Yıldırım ünvanını aldıysa da, bunu fırsat bilen Sırp Kralı Balkanlarda Osmanlı’nın üzerine yürüdü ve hatta Timurtaş Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı (Ploşnik Olayı, 1387). Bundan cesaret alan haçlı orduları, Sırpı ile Bulgarı ile Ulahı ile, hep birlikte Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ittifak ettiler ve Kosova’da 20 Haziran 1389 günü Osmanlı ordusu ile karşı karşıya geldiler.

Osmanlı ordusu, I. Kosova Zaferi diye tarihe geçen zaferle haçlı ordularını yendi ve 500 yıl kadar sürecek olan Balkan Hakimiyetini başlatmış oldu. Ancak bu güzellikler arasında, Miloş Obiliç adlı yaralı bir Sırp askeri tarafından Murâd Hüdâvendigâr hançerle vurularak şehid edildi (20.6.1389) ve Bursa’ya nakledilerek kendi adına yaptırılan Cami haziresine gömüldü. Osmanlı Devleti Balkanlara hâkim olmuş, Bulgaristan tamamen Osmanlı’nın eline geçerken Sırbistan’ın da önemli bir kısmı feth edilmişti. 37 muharebede bizzat bulunan Sultân Murâd, 27 yıl içinde babasından aldığı mirası 5 kat artırarak 500.000 km2’lik bir büyük devleti Osmanlı milletine miras bırakıyordu.

Batılı tarihçilerin de itirafıyla, fethettiği topraklarda Ortodokslara, Katoliklere ve diğer din mensuplarına kendi dindaşlarından daha iyi davrandı. Verdiği sözde durması hasebiyle dost düşman herkes tarafından sevilir hale geldi. Devlet teşkilâtçılığında da zirvedeydi. Her ne kadar yeniçeri teşkilâtı babası zamanında kurulmaya başlansa da, asıl yeniçeri ve acemi oğlanları teşkilâtlarını kuran ve geliştiren kendisi oldu. İstanbul'u ilk kuşatan Osmanlı Padişahı da kendisiydi.

Murâd Hüdâvendigâr’ı muvaffak eden sebeplerin başında onunla birlikte çalışan ehliyetli devlet adamlarını zikretmek gerekiyor. Bunların başında, bir görüşe göre Sultân Murâd zamanında ihdas edilen kazaskerliğe ilk defa getirilen Çandarlı Halil Efendi’yi zikretmek gerekiyor. Bu vazifeye gelir gelmez, Karamanlı Kara Rüstem’in de yardımıyla Maliye teşkilâtı tanzim edildi ve Sultân Orhan zamanında başlatılan Yeniçeri ve Acemioğlanları Teşkilatını bütün ayrıntılarıyla kurmaya muvaffak oldu. 1372 yılında da Vezir oldu ve artık Halil Hayreddin Paşa diye anılmaya başlandı. Diğer devlet adamları arasında ise, Halil Hayreddin Paşa’nın oğlu Ali Paşa’yı, yeniçeri ve acemi oğlan teşkilâtında büyük payı bulunan Timurtaş Paşa ve Lala Şahin Paşa’yı, kahramanlıkları ile meşhur Saruca Paşa, Evrenos Beğ, İne Beğ, Paşa Yiğit, Müstecap Subaşı ve Hacı İlbeğ’i zikretmek gerekmektedir.

Asrındaki âlimlerden ise Aksaray’lı Cemâlüddin Muhammed bin Muhammed, Bursa kadılarından ve Kâdîzade-i Rumî’nin babası Mahmûd Bedreddin ve de Azerbaycan Kadısı ünvanıyla meşhur Mevlânâ Burhânüddin’i zikretmek gerekmektedir.

ZEVCELERİ: 1- Gülçiçek Hâtûn; Yıldırım Bâyezid’in ve Yahşi Bey’in Annesi. 2- Marya Thamara Hâtun; Bulgar Kralının kızı. 3- Paşa Melek Hâtun; Kızıl Murad bey’in kızı. 4- Candar Oğullarından bir beyin kızı. 5- Bulgar Beyinin kızı. ÇOCUKLARI: 1-Yıldırım Bâyezid. 2-Ya‘kub Çelebi. 3- Savcı Bey. 4- İbrahim Bey. 5- Yahşi Bey. 6- Halil Bey; 7- Özer Hâtun; 8- Sultân Hâtun. 9- Nefise Melek Sultân Hâtûn .

Kaynak: Osmanlı Araştırmalar Vakfı

[Image: i17031bqu2wg.jpg]

Sultan Mehmed Çelebi Han
Babası: Sultan Bayezid Han
Annesi: Devlet Hatun
Doğduğu Tarih: 1387
Padişah Olduğu Tarih: 1413
Öldüğü Tarih: Mayıs 1421
1413-1421 tarihleri arasında Osmanlı tahtına oturan Sultân Mehmed Çelebi, 781/1380 yılında Germiyanoğullarından Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hâtun’dan dünyaya gelmiştir. Asil ve dindar bir devlet adamı olan Mehmed Çelebi, bazı tarihçiler tarafından Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu ve 9. asrın müceddidi kabul edilmektedir.

Babasının esareti sırasında vezir Bâyezid Paşa’nın tavsiyelerine uyarak Amasya’ya gitti ve padişahlığını ilan etti. Kardeşi İsa Çelebi’yi tasfiye etti. Ancak Süleyman Bey’in Ankara’ya kadar gelmesi üzerine, Amasya-Tokat-Sivas bölgesiyle yetindi. İyi bir diplomattı. Musa Çelebi önce Mehmed Çelebi’ye itaat etti. Ancak 1410 yılında Rumeli’de saltanatını ilan edince durum değişti. 1413 yılında kardeşi Musa Çelebi’nin öldürülmesinden sonra, Osmanlı tahtının tek vârisi olarak kaldı. Osmanlı tarihçileri tarafından yeni asrın yani Hicrî 9. asrın siyâset alanında müceddidi olarak kabul edilmektedir.

Çelebi Mehmed Rumeli’ndeki olaylarla uğraşırken, Karamanoğlu yine harekete geçti. Germiyanoğlu Yakub Bey’in Mehmed Çelebi’ye itaatini bildirmesi üzerine Bursa’yı kuşattı. Hacı İvaz Paşa’nın kahramanca müdafaası üzerine Yıldırım Bâyezid’in sur dışında kalan kabrine hakaret bile etti. İşte bu kargaşa içinde Sultânlık koltuğuna oturan Mehmed Çelebi, Aydın’daki Candaroğullarının da tabiiyetini kabul ettikten sonra Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü ve halasının oğlu olan Karamanoğlu II. Mehmed Bey’i esir aldı. Sonra affetti. Bu arada Venedik donanmasına karşı 1416 yılında Çalı Bey komutasındaki Osmanlı donanması hücuma geçti, ancak mağlup oldu. Buna karşılık Macar Kralı Sigismund’un haçlı seferi teşebbüsü, Mehmed Çelebi’nin bir paşası olan Gâzî İshak Bey tarafından püskürtülünce Osmanlı prestij kazandı. İshak Bey’in 1415 muharebesinden sonra Türklerin Bosna Sarayı dedikleri Sarajevo Osmanlı’nın eline geçti. İshak Bey’in Rumeli’deki bu fetihleri Romanya ve diğer Balkan bölgelerinde de devam etti. Sultân Mehmed de boş durmuyor ve Sinop’daki Candar Beğliğinin bir kısım topraklarını Osmanlı Devleti’ne ilhak ediyordu.

Osmanlı Devleti, yeniden eski ihtişamına kavuşmak üzere iken, iç ve dış düşmanlar, iki büyük gaileyi Osmanlı Devleti’nin başına açmakta gecikmediler. Ancak Sultân Mehmed’in fevkalade basiretli idaresi ve Allah’ın yardımıyla bu iki büyük bela da aşıldı.

Bunlardan birincisi, Şeyh Bedreddin isyânı idi. Musa Çelebi’nin Kazaskeri ve bir nevi Şeyhülislâmı olan bu ilim adamı, belli çevrelerce kullanıldı. Musa Çelebi’nin tasfiyesinden sonra Sultân Mehmed tarafından yüksek bir maaş verilerek İznik’te mecburi ikamete zorlanan Şeyh Bedreddin, Aydın ve İzmir taraflarında fesada başlayan Börklüce Mustafa ve Manisa civarında ortaya çıkan ve aslında bir Yahudi dönmesi olan Torlak Kemal ile olan eski ilişkilerinden korkarak, Kastamonu-Sinop-Kefe üçgenini takipten sonra Eflak Voyvodasına sığındı. Daha önce Şeyh Bedreddin’in kazaskerliği sırasında onun kethüdalığını yapan Börklüce Mustafa, İzmir’de, Urla yarımadasının kuzey tarafındaki Karaburun’da, Yahudi dönmesi Torlak Kemal ise, Manisa’nın Kızılbaşlarla meskûn bölgelerinde Osmanlı Devleti’nin aleyhinde bir isyan hareketine hazırlık yapıyorlardı. Şeyh Bedreddin’in de Rumeli’de bu tür hareketlere girişme teşebbüsleri bardağı taşıran son damla oldu. Bizans bunları şiddetle destekliyordu. Ordularının sayısı 5.000 ve 10.000’lerle ifade edilen ve Dede Sultân diye de anılan Börklüce Mustafa’nın isyanı, Timurtaş Paşa-zade Ali Bey’in de mağlup olmasıyla ciddileşti. Mehmed Çelebi’nin oğlu Şehzâde Murâd, Bâyezid Paşa’nın da yardımıyla Börklüce Mustafa ve asi kuvvetlerin üzerine yürüdü ve ele geçirilen Dede Sultân idam edildi. Bunu Torlak Kemal’in tepelenmesi izledi ve böylece Osmanlı Devleti’nde ilk ciddi alevi isyanı bastırılmış oldu.

Bunun üzerine Rumeli’deki Deliorman’da yerleşen Şeyh Bedreddin isyanı genişletme çabalarını sürdürdü. Selanik taraflarında Düzmece Mustafa ile meşgul olan Sultân Mehmed, olayı duyunca hemen Serez’e geldi ve Bâyezid Paşa’nın gayretiyle Şeyh Bedreddin ele geçirildi ve Serez çarşısında idam edildi. İdamına fetvâ veren ise, Sa’deddin Teftezâni’nin talebelerinden olan Herat’lı Mevlânâ Haydar’dır. 1420 yılında bu olay da kapatılmıştır.

Sultân Mehmed’in ikinci belası ise, Timur tarafından esir alınarak 16 yıl ortadan kaybolan ve ancak Bizans ve benzeri dış düşmanların tahriki ile saltanat iddiasıyla ortaya çıkan Yıldırım’ın gerçekten oğlu Düzmece Mustafa’dır. Normalde Sultân Mehmed’in ağabeyidir. Niğbolu Sancakbeyi Aydınoğlu Cüneyd’in de desteğini alarak kıyam eden Düzmece Mustafa, Sultân Mehmed’e yenildi ve Bizans İmparatoruna sığındı. Sultân Mehmed hayatta olduğu müddetçe salıverilmemek ve buna karşılık İmparatora yılda 300.000 akçe ödenmek şartıyla anlaşma yapıldı ve hatta bu anlaşmanın da etkisiyle Sultân Mehmed, 1420’de İstanbul’da İmparator II. Manuel’i ziyaret bile etti.

Sultân Mehmed Çelebi 39 yaşında vefat etti ve Bursa’daki Yeşil Türbeye defn olundu. Vefatında Osmanlı devleti eski genişliğine ve kuvvetine ulaşmıştı. 24 kere savaşa giren Mehmed Çelebi 40 yerinden yara almıştı. Samimi, dürüst, dindar ve diplomat bir devlet adamıydı.

ZEVCELERİ: 1- Şeh-zâde Kumru Hâtûn; Amasyalı bir Paşa’nın torunu. 2- Emine Hâtun; Dulkadır oğlu Mehmed Bey’in kızı ve II. Murad’ın annesi. ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Küçük Mustafa. 2- Şehzâde II. Murâd. 3- Şehzâde Mahmûd. 4- Şehzâde Yusuf. 5- Şehzâde Ahmed.

Sultân Mehmed Çelebi zamanındaki ileri gelen devlet adamları arasında, baştan beri onun sadık bir veziri olan Bâyezid Paşa’yı, ilmiyeden gelen İbrahim Paşa’yı ve Bursa kahramanı Hacı İvaz Paşa’yı; asrındaki büyük âlimler arasında Sa’deddin Teftezânî’nin talebelerinden Mevlânâ Burhânüddin Haydar’ı, Mevlânâ Sarı Ya’kub’u, Kara Ya’kub lakabıyla meşhur olan Ya’kub bin İdris’i, Kâfiyeci lakabıyla meşhur Mevlânâ Muhyiddin’i ve Bâyezid-i Sofî’yi; zamanındaki maneviyât erenlerinden özellikle Şeyh Abdüllatif’i, Amasyalı Pir İlyas’ı ve Şeyh Muslihuddin Halife’yi; şâirlerden ise sadece Hüsrev ü Şirin müellifi Şeyhi ile Molla Ezherî ve Şair Zihni’yi sayabiliriz .

[Image: i17032b8nfcd.jpg]

Sultan II. Murad Han
Babası: Sultan I. Mehmed Han
Annesi: Emine Hatun
Doğduğu Tarih: 1402
Devlet Reisi Olduğu Tarih:
Birinci defa (1421-1443)
İkinci defa 1443
Son defa (1444-1451)
Öldüğü Tarih: 3 Şubat 1451
Bazı tarihçilerin Osman Bey’den sonra ikinci kurucu dedikleri Sultân II. Murâd, 1404 yılında Dulkadiroğlu Emine Hâtun’dan Amasya’da dünyaya geldi. 1421 yılında babasının vefatından 41 gün sonra gelip Edirne’de tahta oturur oturmaz, Limni’de göz hapsinde bulunan amcası Düzmece Mustafa, Bizans İmparatoru tarafından serbest bırakılınca büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya geldi. Mustafa Çelebi, Edirne’ye gelerek padişahlığını ilan etti ve bununla da kalmayarak ordusuyla Bursa’daki II. Murad’ın üzerine yürüdü. 1422’de Sultân Murad’a mağlup olan amca Mustafa, düzmece olduğu iddiasıyla idam edildi. Aslında düzmece olmadığını daha evvel ifade etmiştik. Bizans’ın ihanetini gören Sultân Murad, hemen 30.000 askerle İstanbul’u kuşattı. Maddi sebepler açısından teslim almayı ümit ederken, 13 yaşındaki Küçük Mustafa’nın İznik’de Bizansın tahrikiyle saltanat ilan ettiğini duydu ve hemen ona yöneldi. Bu arada fırsatı ganimet bilerek Osmanlıya problem çıkaran Anadolu beyliklerinin de üzerine gitti ve sırasıyla Aydın, Teke, Menteşe ve Germiyân Oğulları beyliklerini tarihten silerek tamamen Osmanlı Devleti’ne ilhak etti.

Sultân Murad’ın Anadolu’daki sıkıntıları devam ederken Macarlar ve Sırplar Osmanlı Devleti’ni rahatsız ediyorlardı. 1425’de Venedik ile sulh yapan Sultân Murad, 1426’da Macar ordusunu bozdu ve fetihlere devam etti. Bu zaferler devam ederken, en önemlisi İzladi mevkiindeki 1443 yılındaki yenilgi olmak üzere, Osmanlı ordusu Hıristiyan kuvvetler karşısında bir kaç defa mağlup duruma düştü. Bunun üzerine Sultân Murâd, Macaristan’la Segedin Andlaşmasını imzalamak durumunda kaldı (1444). Aynı yıl, Mısır’daki İslâm âlimlerinin de manevi desteği alınarak Karamanoğlu II. İbrahim Bey ile de sulh andlaşması imzalandı.
40 yaşına gelen ve gerçekten de yıpranan II. Murad, 1444 Ağustos’unda oğlu Mehmed’i tahta geçirerek, kendisi ibadet ve taatle meşgul olmak üzere Manisa’ya çekildi ve Fâtih Sultân Mehmed birinci defa Osmanlı Sultânı oldu.

Hem Osmanlı ordusunun yenilgisinden ve hem de Fâtih’in 14 yaşında bir genç Padişah olmasından heveslenen Papa, yeni bir haçlı seferi için kolları sıvadı ve haçlı orduları Osmanlı Devleti aleyhinde Ak Şövalye diye bilinen Erdel Voyvodası Hunyadi Yanoş kumandanlığında bir araya geldiler. Tuna’yı geçerek Varna’yı kuşattılar. Tahtta oturan II. Mehmed, yapılan meşveretler ve özellikle Vezir-i Azam Çandarlı-zade Halil Paşa’nın ısrarlarıyla, II. Murad’ı yani babasını tahta davet etti. 1444 yılında ikinci defa sultan olan II. Murâd, hemen Edirne’ye geldi ve 40.000 askeriyle Varna önlerine ilerledi ve sadece 150 şehidle haçlı ordusunu darmadağın etti. Bütün İslâm âleminde ve özellikle Kahire’de dualarla yâd edilen bu zafer, Osmanlı Devleti’nin Balkanların sahibi olduğunu tescil etmişti. Edirne’ye dönen II. Murad yeniden yani ikinci defa oğlunu tahta çıkardı (1445).

Devlet adamları ve yeniçeri bu duruma razı olmadı ve Sultân Murad’ın yeniden tahta geçmesini ısrarla arzu ettiler. Bu ısrar karşısında üçüncü defa II. Murad tahta çıktı ve oğlu da böylece iki defa tahta çıkıp inmiş oldu (1446). Varna zaferinden sonra Arnavutluk’da İskender denilen bir mürtedle başı belaya giren II. Murad, oğlu Fâtih’i de alarak Arnavutluk seferine çıktı. Bu durumu fırsat bilen Ak Şövalye, Papanın da desteğini alarak bir diğer haçlı seferi daha düzenledi ve Osmanlı sınırlarını geçerek Kosova Ovasına kadar geldi. 17 Ekim 1448 tarihinde II. Kosova Zaferini kazandı ve böylece Avrupalıların Türkleri Balkanlardan atmak için giriştikleri son seferi de zaferle tamamlamış oldu. Buradan Edirne’ye dönen II. Murad 1449 yılında oğlunu evlendirdi. Oğlunu Manisa Sancakbeyliğine gönderen II. Murâd, 3 Şubat 1451 sabahı Edirne Sarayı’nda vefât eyledi.

ZEVCELERİ: 1- Dulkadiroğlu Alîme Hâtûn. 2- Yeni Hâtun; Amasyalı Mahmûd bey’in kızı. 3- Hüma Hâtun: Abdullah isimli bir şahsın kızı ve Fâtih’in annesi. Fâtih’in annesinin devşirme olduğu nakledilmektedir. Ancak Müslüman olduğu kesindir ve hele Ortodoks olan Mara Hâtûn ile Fâtih’in üvey annelik dışında alakası yoktur. 4-Tâcünnisâ Hatice Halîme Hâtun; Candaroğlu İsfendiyar Bey’in kızı. 5-Mara Hâtun; Çocuksuz ve ortodoks olarak ölen ve Fâtih’in üvey annesi olan bu kadın, Sırbistan Despotu George Bronkoviç’in kızı.

ÇOCUKLARI: 1- Fâtih Sultân Mehmed. 2- Ulu Şehzâde Alaaddin Bey. 3- Şehzâde Büyük Ahmed. 4- Şehzâde İsfendiyar. 5- Şehzâde Hüseyin. 6- Şehzâde Orhan. 7-Şehzâde Hasan. 8- Şehzâde Küçük Ahmed. 9- Yusuf Âdil Şah. 10- Hatice Sultân. 11- Hafsa Sultân. 12- Fatma Sultân. 13- Erhondu Sultân. 14- Şehzâde Selçuk Sultân.

Asrındaki büyük devlet adamları arasında, Timur Paşa’nın oğlu Gâzi Umur Paşa, Çandarlı-zâde Halil Paşa, devşirmelerden Şihâbüddin Paşa, Damad Karaca Paşa, Zağanos Paşa ve Kasım Paşa’yı; asrının meşhur âlimlerinden Molla Fenari’den sonra müftülük makamına gelen Molla Yegân lakabıyla meşhur Mevlânâ Muhammed, Molla Şemseddin Gürânî, Seyyid Alâ’addin Semerkandî, Hızır Beğ ve Alâ’addin Tûsî’yi; maneviyât erenlerinden Hacı Bayram’ın halifelerinden Ak Bıyık, Muhammediyye müellifi Yazıcızâde, Envâr’ül-Âşıkîn adlı eserin müellifi Ahmed-i Bîcan ve Şeyh Muslıhuddin’i; şâirlerden Hacı İvaz Paşa’nın oğlu Atâyî ve şiirlerinden dolayı idam edilen Nesîmî’yi mutlaka zikretmeliyiz.

[Image: i17033bk09xt.jpg]

Fatih Sultan Mehmed Han
Babası : Sultan II. Murad
Annesi : Hüma Hatun
Doğduğu Tarih : 30 Mart 1432
Padişah Olduğu Tarih : 1444-1451
Öldüğü Tarih : 3 Mayıs 1481
Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi. Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefât eyledi. Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi.

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisârı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi. Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi. 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı. Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi.

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı. Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu. 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyordu. Bizans’lılar parlayan ateşlerine ve Hz. Meryem’e güveniyorlardı. Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan’da muhasara başladı. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı. Bizans’ın Galata ile Sarayburnu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e girmesiyle parçalanmıştı. Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi. Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı.
Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir. Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi. Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu. Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı.

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu. Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi. Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti. 28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir. Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir.

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve benzeri zatları zikretmek icabeder.

ZEVCELERİ: 1- Gülbahar Hâtûn; II. Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi. 2- Gülşah Hâtun; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır. 3- Sitti Mükrime Hâtun; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır. 4- Çiçek Hâtun; Türkmen Beyi kızıdır. 5- Helene Hâtun; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır. 6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür. 7- Alexias Hâtun; Bizans Prenseslerindendir.

ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Mustafa Hân. 2- Gevher Sultân. 3- Şehzâde Cem Hân. 4- Şehzâde Bâyezid Hân. 5- İsmi bilinmeyen iki kızı.

[Image: i17034b5r1qw.jpg]

Sultan II. Bayezid Han
Babası : Sultan II. Mehmed
Annesi : Mükrime Hatun
Doğduğu Tarih : 1452
Padişah Olduğu Tarih: 19 Mayıs 1481
Tahttan Mecburen İnişi: 25 Nisan 1512
Öldüğü Tarih : 26 Mayıs 1512
Sultân II. Bâyezid, Gülbahar Hâtun’dan 1450 yılında Dimetoka Sarayı’nda dünyaya geldi. Babası Sultân Fâtih’in nâşı 17 gün saklandı ve Amasya’da Sancak Beyi olan Şehzâde Bâyezid İstanbul’a getirilerek tahta çıkarıldı. Bazı tarihçilerin, Osmanlı kaynaklarında geçen “îş ü nûşu severdi” şeklindeki ifadelerini, onun gençliğinde eğlence ve içkiyi severdi şeklinde yorumlamaları asla doğru değildir. Tam aksine veli lakabını alan nadir Padişahlardan biridir. Asrındaki maneviyât erleri ve âlimlere gösterdiği hürmet de bunun şahididir. Müstakil bir sorunun cevabında da özetleyeceğimiz gibi, Fâtih’in vefatıyla Hıristiyan alemi istediğine kavuşmuş ve Roma bir İslâm merkezi olmaktan kıl payı kurtulmuştu. İşte Şehzâde Cem olayı da bunun tuzu biberi oldu. Sultân Bâyezid, İtalya’daki Gedik Ahmed Paşa komutasındaki orduyu hemen geri çağırdı ve maalesef 1495 yılına kadar, birinci derecede Cem Sultân ve Memlüklülerle meşgul oldu. Sultân Bâyezid’in asıl saltanatı 1495 yılından başlatılabilir.

Bütün bu sıkıntılara rağmen, Sultân Bâyezid, 1483’de 1. Seferini Morava’ya ve 1484 yılında ikinci seferini de Boğdan’a yaptı. Maalesef düşmanlar, 1485 yılından itibaren, dünyanın 1. ve 2. güçlü devletleri olan Memlüklülerle Osmanlıların arasını açmaya muvaffak oldular. Osmanlı hacılarının güvenliğini sağlamayan Memlüklülere karşı, Mayıs 1485’de Çukurova’ya asker gönderilerek resmen harp başlatılmış oldu. Memlüklü Sultânı Kayıtbay düşmanlığın devamını istemiyordu; çünkü bundan Endülüs’de Müslümanlara zulmeden İspanya ve Portekiz ve ayrıca tüm Hıristiyan blok istifade ediyordu. Neticede Ramazan Oğulları Memlüklülerde ve Zülkadir Oğlu Osmanlı’da kalmak üzere, yıllar süren ve genellikle Memlüklü lehine sonuçlanan savaş yılları sona erdi.

1495’de Cem Sultân’ın vefatı ve de Memlüklü ile yapılan sulhden sonra yeniden asıl saltanat yıllarına başlayan II. Bâyezid, evvela Boğdan’a musallat olan Polonya’ya karşı haretekete girişti. Bununla da kalmadı; Venedik, Macaristan ve zaten arada düşmanlık bulunan İspanya ile fiilen savaş hali başladı. II. Bâyezid 4. Ve 5. seferini, sırasıyla 1499 ve 1500 yıllarında Venedik üzerine yaptı. 4 yıl süren savaşlar neticesinde, Venedik Balkanlardaki bütün müstemlekelerini, başta Mora ve Yunanistan olmak üzere, Osmanlı Devleti’ne teslim mecburiyetinde kaldı. Osmanlı orduları, Macaristan ve Bosna’da yaptıkları savaşlarda da önemli fetihler elde ettiler.

Maalesef, bu başarıların ardından, Erdebil’deki Safevî tarikatının şeyhlerinden Şeyh Cüneyd, onun oğlu Şeyh Haydar ve nihayet asırlarca Osmanlı Devleti’ni fetihlerinden uzak tutan Şah İsmail ve onun Şi’i devleti olan Safevîler meselesi ortaya çıktı. 1460’da Şeyh Cüneyd katledildi, ama yerine geçen Şeyh Haydar, işi daha da ileriye götürdü. Asıl problem, Uzun Hasan’ın da torunu olan Şah İsmail ile başladı. Şah İsmail’in desteğiyle Anadolu’dan toplanan Türkmen gençleri, Erdebil’e götürülüyor ve orada ciddi bir Şî’a eğitimi verildikten sonra, birer Şi’î mollası olarak Osmanlı Sofuları adıyla Anadolu’ya gönderiliyordu. 1507’de Şah İsmail’in Zülkadir Oğlu Alâüddevle Beyin kızını istemesi ve onun da bir Şi’îye kızını vermek istememesi üzerine, II. Bâyezid’in kayınpederi ve Yavuz’un da dedesi olan Zülkadir Oğlu beğliğine saldırdı ve zulme başladı. Osmanlı Devleti’nden ve Memlüklülerden tepki görmeyince iyice şımardı. Tepki, 1487 yılından beri sancakbeğliğinde bulunduğu Trabzon’dan yani Yavuz’dan geldi ve Şehzâde Yavuz hemen Gürcistan Seferine çıktı. Bu sefer sonucunda, Yavuz komutasındaki Osmanlı orduları, Şah İsmail’in oğlu İbrahim Mirza’nın komuta ettiği Safevî ordusunu Erzincan yakınlarında perişan etti. Halk, Yavuz adına “Yürü Sultân Selim, devrân senindir” türkülerini söylüyor ve babasının pasifliğini bir nevi protesto ediyordu.

Zor olan nokta Şah İsmail’in şahlığı ve şeyhliği beraber götürmesiydi. Bu sebeple Antalyalı bir Türkmen olan ve Erdebil’e giderek tam bir Şi’i mollası haline gelen Şah Kulu isimli halifesi, çevresine topladığı bazı göçebelerle devletin başına yeniden gâile açmaya hazırlanıyordu. Veziriazam Ali Paşa, üzerine yürüdü ve Sivas yakınlarındaki Gökçay mevkiinde 1511 yılında katledildi. Bu arada önce Kırım’a geçen ve ardından da Edirne’ye gelerek babasıyla görüşmek isteyen Selim’e, Şehzâde Ahmed ve Korkut taraftarları engel olmak istiyorlardı. Nitekim Çorlu’da babasının ordusuyla Şehzâde Selim’in ordusunu karşı karşıya getirdiler. Babaya kılıç çekilmez diyerek, Karabulut isimli atıyla kaçtı (1511). Aynı yıl Şehzâde Ahmed bu kargaşadan yararlanarak Konya’da sultanlığını ilan etti. Meşru veliahdlıktan düştü ve Şehzâde Korkut veliahd oldu.

Yeniçeri ve bazı devlet erkânının ısrarla Şehzâde Selim’i istediğini bilen Sultân Bâyezid, başka çare olmadığını anlamıştı. Şehzâde Ahmed'in, Şah İsmail'in yakın adamı Nur-ı Ali isimli halifesinin Amasya ve Tokat’da kargaşa çıkarmasına rağmen, karşı gelemeyerek Konya’ya gelmesi, Selim’in işini kolaylaştırıyordu. Bu hadiseler üzerine, 24 Nisan 1512 tarihinde Şehzâde Selim lehine tahttan ferâğat eden II. Bâyezid, 11 gün Eski Saray’da ikamet ettikten sonra, Dimetoka’ya gitmek üzere yola çıktı. Kendisine tahsis edilen ikametgâha ulaşmadan Çorlu yakınlarında yolda vefat etti.

ZEVCELERİ: 1- Nigâr Hâtûn; Şehzâde Korkut ile Fatma Sultân’ın annesi ve Abdullah Vehbi’nin kızı. 2- Şirin Hâtun; Abdullah kızı ve Şehzâde Abdullah’ın annesi. 3- Gülruh Hâtun; Abdülhayy’ın kızı ve Alemşah ile Kamer Sultân’ın annesi. 4- Bülbül Hâtun; Abdullah kızı ve Şehzâde Ahmed ile Hundi Sultân’ın annesi. 5- Hüsnüşah Hâtun; Karamanoğlu Nasuh Bey’in kızı. 6- Gülbahar Hâtûn; Abdüssamed’in kızı ve bir görüşe göre Yavuz’un annesi. 7- Ferâhşâd Hâtun; Kefe sancak Beği Mehmed’in annesi. 8- Ayşe Hâtûn; Zülkadiroğlu Alaaüd-devle Bozkurd Bey’in kızı ve bir görüşe göre Yavuz’un annesi.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Sultân Abdullah Hân. 2- Gevher Mülûk Sultân. 3-Şehzâde Sultân Korkut Hân. 4-Şehzâde Sultân Ahmed Hân. 5- Yavuz Sultân Selim Hân. 6-Şehzâde Sultân Şehinşâh Hân. 7-Şehzâde Sultân Mahmûd Hân. 8-Şehzâde Sultân Mehmed Hân. 9-Şehzâde Sultân Alem Şah Hân. 10- Selçuk Sultân. 11- Hatice Sultân. 12- İlaldı Sultân. 13- Ayşe Sultân. 14- Hundi Sultân. 15- Ayn-i Şah Sultân. 16- Fatma Sultân. 17-Şah Sultân. 18- Hüma Sultân. 19- Kamer Sultân.

II. Bâyezid devrinin önemli devlet adamları arasında, Vezir-i A’zamlardan İshak Paşa, Hersek-zâde Ahmed Paşa, Çandarlı İbrahim Paşa ve Koca Mustafa Paşa; Şeyhülislâmlardan Molla Abdülkerim Efendi ve Zenbilli Ali Efendi; ilim ve maneviyât erbabından ise, Molla Lütfi Efendi, Sarı Gürz, Muslihuddin bin Sinan Efendi, İdris-i Bitlisî, kendilerine uzaktan taltiflerde bulunduğu Molla Cami ve Ubeydullah Ahrar Hazretleri ve şairlerden ise, Niyâzî-i Mısrî, Vasfî ve İznikli Celilî misâl olarak zikredilebilir.

Gâzî, âlim, şâir, hattât, veli ve müzehhib gibi çok sıfatları bulunan II. Bâyezid, babası Fâtih’in fetihlerini çok iyi hazmetmesine rağmen, kendi zamanında sadece 160.000 km2’lik genişleme temin edebilmiştir. Fetret devrinden sonra Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı dönemlerinden olması, bunun başlıca sebeplerindendir .

[Image: i17035b90lsr.jpg]

Yavuz Sultan Selim Han
Babası: Sultan II. Bayezid
Annesi: Ayşe Hatun
Doğum Tarihi: 1470
Tahta Çıkışı: 25 Nisan 1512
Ölümü: 21 Eylül 1520
Karakterinin sertliğinden dolayı “Yavuz“ ve şehzâdeliğinden beri “Selim Şah“ denen Sultân Selim, 7 Safer 918/Nisan 1512'de Osmanlı padişahı olmuş ve 8 sene, 9 ay bu tahtta oturduktan sonra 8 Şevval 926/ 21 Eylül 1520'de vefat etmiştir: Zulkadiroğlu Alâüddevle'nin kızı Ayşe Hâtun'un oğlu olan Yavuz, şehzâdeliğinden beri, istikbalinin parlak olduğunu gösteren bir hayat çizgisi takip etmişti.

Anadolu'nun Safevî devletinin işgâli tehlikesine karşı, babasının ihmali ve aynı zamanda dedesi olan Alâüddevle'nin aczi karşısında şahlanan ve o dönemde Trabzon Sancakbeyi olan Yavuz, Şia’ya karşı Anadolu'yu müdâfaa hareketine girişti. Gürcülerle yaptığı muhârebeler sonucunda halkın nazarında manevi destek kazanan Yavuz, merkezin ikazlarına rağmen Şî’a ile olan mücadelesine devam etti ve bu mevzuda ihmâlkâr davranan babası II. Bayezid'i tahttan indirerek yerine kendisi oturdu. Ancak mücâdele sona ermemişti. İran meselesini halletmek için Amasya Sancakbeyi ve ağabeyi Şehzâde Ahmed ile Manisa Sancakbeyi olan Şehzâde Korkut ile anlaşması icab ediyordu. Yavuz'a karşı Şah İsmail'den yardım isteyen ve kuvvetli bir ordu ile isyana kalkışan Şehzâde Ahmed, 1513'de Bursa Yenişehir'de maslub edildi ve bağy= devlete isyan suçunun had cezası olarak idam olundu. Bu hadiseden 38 gün önce de, önceleri Yavuz'la anlaştığı ve kendisine Teke=Antalya, Hamîd = Isparta ve Midilli sancakları verildiği halde sonradan isyân eden diğer ağabeyi Korkut da aynı âkıbete uğramıştı.

Mevcut manileri bertaraf eden Yavuz, ittihâd-ı İslâm’ın mühim mani'i olan Safevî Devleti'ni ve onun sinsî reisi Şah İsmail'i halletmek üzere maddî ve manevî hazırlıklara başladı. İbn-i Kemal gibi allâmelerden bu fitnenin def’i için fetvâ alan Yavuz, 920/1514'de Çaldıran zaferini kazandı ve şarkın kapılarını Osmanlı Devleti’ne açtı. Kemah, Bayburt, Erzincan ve Kiğı Osmanlı Devleti'ne 921/1515'de ilhâk edildi. Bunu, aynı yıl Çaldıran zaferinden dönerken üzerine gidilen Zulkadiroğullarının Osmanlı Devleti'ne ilhâkı ta'kip etti. Bütün bu gayretlere rağmen, doğu ve güneydoğu bölgeleri Şi’a tehlikesinden kurtulamamıştı. İşte bu işi, büyük âlim İdris-i Bitlisî ve Bıyıklı Mehmed Paşa üstlendi. Bunların samimi gayretleri sonucu, 1516 ve ta'kip eden yıllarda, başta 26 aşiret olmak üzere, mühim Kürt ve Türkmen beylikleri, istimâlet ile yani kendi arzu ve istekleri ile Osmanlı Devleti’ne iltihâk eylediler. Böylece Doğu Anadolu top yekûn Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde kaldı.

Herhangi bir harb olmadan Doğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’ne iltihâkı ve Şah İsmail'in mağlûbiyeti Memlüklüleri ve Sultânları Kansu Gavri'yi rahatsız etmişti. Bu durumu hisseden ve Memlüklülere İslâm birliğini bozdurmak istemeyen Yavuz, Memlüklülerin üzerine yürüdü ve 922/1516 yılında Mercidabık'da Kansu Gavri karşısında büyük bir zafer kazandı. Bu zafer, Malatya, Divriği, Dârende, Besni, Gerger, Kâhta, Birecik ve Anteb'in de yeniden ve sağlam bir şekilde fethine yol açtı. Aynı yıl (922), Haleb ileri gelenleri, erkân-ı devleti ve ulemâsı ile Yavuz'a itaat ve teslimiyet mektubu gönderdiler. Böylece Haleb, Antakya, Hama ve Humus kaleleri de Osmanlı Devleti'ne ilhâk olundu ve eyâlet haline getirildikten sonra Haleb Beylerbeyliğine Karaca Ahmed Paşa getirildi. Daha sonra ise, Dâr-üs-Selâm Şam'a girildi ve birçok Arab Şeyhi kendi arzuları ile Osmanlı Devleti’ne iltihâk eyledi.

922/1516'da Kansu'nun yerine geçen Tomanbay'a bir nâme gönderen ve Mısır'a yürüyeceğini belirten Yavuz Sultân Selim, Safed, Nablus, Kudüs, Aclûn, Gazze ve kısaca Suriye ve Filistin'i de yol üzerinde feth eyledi. 923'de Kahire ve Mısır'ı, Ridâniye harbini zaferle kazanarak Osmanlı topraklarına ilhâk eden Yavuz, böylece şarkta tam bir ittihâd-ı İslâm kahramanı oldu. Böylece Anadolu, Karaman, Rûm ve Rumeli eyâletlerine ilâveten Osmanlı Devleti’ne Diyarbekir, Haleb, Mısır, Şam ve Zülkadriye Eyâletini de ilâve etmiş oldu.

Son Abbasî halifesi III. Mütevekkil Alellâh'dan Ayasofya'da yapılan bir dinî merâsimle halifelik ünvanını da kazanan Yavuz, Mekke Şerifi Ebul-Berekât'ın oğlu Şerif Ebu Nümey vâsıtasıyla Mekke'nin anahtarlarını kendisine göndermesiyle de hâdim'ül-Haremeyn vasfını elde etmişti. Doğuda ittihâd-ı İslâmı tahakkuk ettiren Sultân Selim, Batıdaki İslâm düşmanlarına da dersini vermek üzere 2 Şa'ban 926/1520'de sefere çıktı; ancak 8 Şevvâl 926'da yakalandığı bir hastalıkla manevi şehid oldu.

Netice olarak eyâlet sayısı dört olan Osmanlı Devleti'ni, 8 sene gibi kısa bir zamanda iki katına çıkardı. Son zamanlarına doğru te'sis edilen Cezâyir Eyâleti de hesâba katılırsa, Osmanlı Devleti'ne, bu dönemde beş eyâlet daha ilave edilmiş oldu. Safevilerden de Erbil, Kerkük ve Musul alınmış ve Bağdat Eyâleti'nin temelleri atılmıştır.

Merkez teşkilâtındaki en önemli değişiklik, Yavuz Sultân Selim'in Şarkî Anadolu ile Maraş, Malatya ve havalisini fethetmesi üzerine, 922/1516'da Arap ve Acem Kazaskerliği ünvanıyla Divan'a dâhil olmayan bir kazaskerliğin ihdâs edilip Diyarbakır'ın bu kazaskerliğe merkez olması ve bu hizmete de meşhur tarihçi İdris-i Bitlisî'nin getirilmesidir. Suriye ve Mısır da Osmanlı Devleti’ne tamamen ilhâk edilince, bu üçüncü kazasker de divan-ı hümâyûn hey'etine dâhil edilmiş ve bu hizmete Fenarî-zâde Mehmed Şah Efendi getirilmiştir. Daha sonra Pîrî Paşa zamanında bu makam kaldırılmış ve muâmelâtı Anadolu Kazaskerliği'ne devredilmiştir.

Yavuz dönemindeki devlet adamları arasında Sadrazam Koca Mustafa Paşa, Hersek-zâde Ahmed Paşa, Pîrî Mehmed Paşa ve nişancı Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi; ilim adamları arasında Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Şeyhülislâm Kemal Paşa-zâde, Mü’eyyed-zâde Abdurrahman Efendi ve Kara Muhyiddin Efendi zikredilebilir.

ZEVCELERİ: 1- Ayşe Hâtûn; Mengli Giray I’in kızı ve Beyhan ile Şah Sultân’ın annesi. 2- Ayşe Hafsa Hâtun; Kanunî, Hatice, Fatma ve Hafsa Sultânların annesi.

ÇOCUKLARI: Kanunî Sultân Süleyman Hân, Şehzâde Orhan, Şehzâde Musa, Şehzâde Korkut, Gevher Hân, Hatice, Beyhan, Hafsa, Fatma ve Devlet-Şahî Sultân

[Image: i17036b1h7qs.jpg]

Kanuni Sultan Süleyman Han
Babası: Yavuz Sultan Selim
Annesi: Hafsa (Hafize) Hatun
Doğum Tarihi: 1495
Tahta Çıkışı : 30 Eylül 1520
Ölümü: 6/7 Eylül 1566
Kanuni Sultan Süleyman devrine şarkıyatçı Ortalon’un söylediği şu sözlerle başlamak istiyoruz:

“Sultan Süleyman’ın eserleri bir sıraya konulsa, en alt katta muharebeleri, onun üstünde bıraktığı abideler ve en üstte ise, kurmuş olduğu ilmi ve hukuki müesseseler gelir”.

Yukarıda zikredilen özelliğinden dolayı Osmanlı tarihinde Kanuni; sadece Osmanlı Padişahlarının değil, dünyada görülen hükümdarların en muhteşemlerinden biri olması haysiyetiyle Batı aleminde Le Manifigue (Muhteşem) ve Grand (Büyük); şairlik mahlası olarak Muhibbi; 13 tane büyük gazaya fiilen iştirak etmiş olması hasebiyle Gazi ve diğer Osmanlı Padişahlarına dendiği gibi bazan da Süleyman Şah denen Kanuni Sultan Süleyman, bir rivayete göre, 900/1494 yılında Hafsa Sultan’dan Trabzon’da dünyaya gelmiştir. 926/1520 yılında ve 26 yaşında Osmanlı tahtına geçen Kanuni, 974/1566 tarihine kadar yani 46 sene Padişahlık yapmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman, evvela başına gaile çıkarmak isteyen, babası zamanında Şam Beylerbeyisi olan ve iktidar değişikliğinden istifade ederek Melik Eşref ünvanıyla hükümdarlığını ilan eden Canberdi Gazali’yi 1521’de idam ettirdi. Bu gaileyi bertaraf eden Kanuni, daha sonra meşhur seferlerinden 1. Sefer-i Hümayûn’unu Belgrad üzerine yaptı. 1. Macar seferi veya Engürüs seferi de denen bu sefer neticesinde, sırasıyla Böğürdelen (Şabaç), Zemun ve Salankamin kaleleri fethedilmiş ve nihayet daha sonraları Dar’ül-Cihad adını alan Belgrad, 927/1521’de feth olunmuştur. Bu arada Yemen’de fitnelere yol açan İskender adlı şahıs, kendi adamları tarafından öldürülerek, 927/1521 tarihinden itibaren bu beldelerde de Osmanlı Sultanı adına hutbe okunmaya başlanmıştır.

2. Sefer-i hümayûnunu asırlarca haçlı ordularına karakolluk yapan Rodos ve adalar üzerine düzenlemiş ve 929/1522 yılının sonlarına doğru Bodrum, Tahtalı ve Aydos kaleleriyle birlikte İstanköy, Sömbeki ve Rodos adaları Osmanlı ülkesine katılmıştır. Hıristiyanlığın İslam alemine karşı bir kalesi sayılan Rodos’un zabtı, Avrupa’da büyük bir hayret ve teessür uyandırmıştır. Osmanlı orduları adaları fetihle meşgul iken Anadolu’da problemler çıkaran ve Yavuz tarafından Zülkadriye Eyaleti beylerbeyliğine getirilen Şehsuvaroğlu Ali Bey fitnesi de, Ferhad Paşa kumandasında gönderilen ordu ile 929/1522’de bertaraf olunmuştur. Bu arada Mısır’da çıkan cüz’i isyanlar da aynı yıl bastırılmış; vefat eden Hayır Bey’in yerine evvela Mustafa Paşa ve sonra da ikinci vezir Ahmed Paşa getirilmiş ve memlekette huzur ve asayiş sağlanmıştır. 930/1523 yılında Şah İsmail’in Sultanı tebrik için elçi gönderdiğini ve aynı yıl kendisinin vefatı üzerine oğlu Tahmasb’ın yerine şah olduğunu da kaydetmek isteriz.

3. Sefer-i hümayûn, 2. Engürüs (Macaristan) veya Mohaç seferi olarak da bilinir. Belgrat’ın alınmasından sonra Müslüman Türk akınlarına ma’rûz kalan Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya, bu seferle önemli ölçüde Osmanlı topraklarına katılmıştır. 932/1526 tarihinde Tuna nehri üzerinde bulunan Petro Varadin (Petervardin) kalesini fetheden Osmanlı orduları, daha sonra da sırasıyla Sirem muhitindeki kaleleri, İyluk ve beraberindeki on küsur kaleyi ve nihayet Drava nehri kenarındaki Ösek (Eszek) kalesini zaptetmişlerdir. Kazanılan Mohaç zaferinden sonra, 932/1526 yılının Eylül’ünde Macaristan’ın başşehri olan Budin fethedilmiş ve bunu Segedin, Budin’in tam karşısında yer alan Peşte ve benzeri çevre şehirlerin fetihleri takip eylemiştir. İstanbul’a Macaristan fatihi ünvanıyla dönen Kanuni, bu seferiyle Orta Avrupa’da dengeyi değiştirmiş ve artık Osmanlı Devleti’nin sınırları Avusturya ve Çekoslovakya’ya dayanmıştır.

Ferdinand’ın tekrar Almanlardan destek alarak Budin’e yürümesi üzerine, 4. Sefer-i Hümayûn’unu da Macaristan’a düzenleyen Kanuni, 936/1529 tarihinde Budin’i yeniden Osmanlı hakimiyetine aldı ve yol üzerindeki Estergon’u ele geçirdikten sonra Ferdinand’ın gizlendiği Viyana’ya doğru yürüdü. Netice alınamayan I. Viyana Muhasarası, Alman ve Macarları tekrar ümitlendirdi.

5. Sefer-i hümayûnunu yeniden ümitlenen Alman Şarlken ve Macar Ferdinand üzerine yapmayı planlayan Kanuni, 938/1532 tarihinde başladığı bu seferinde, evvela Siklos (Şikloş), Kanije ve nihayet Viyana yolunu Osmanlı ordularına açan Güns kaleleri başta olmak üzere on beşten fazla kaleyi fethetmeyi başarmıştır. Meydandan kaçan Şarlken ve kardeşi Ferdinand’a ağır nameler gönderen Kanuni, Budin’i geri aldığı gibi, Papoçe, Şopron, eski başkentlerden Gradcaş, Pojega, Zacisne, Nemçe ve Podgrad kalelerini aldıktan sonra, 939/1532 senesi Kasımında Almanlarla sulh yaparak İstanbul’a dönmüştür.

6. Sefer-i hümayûn, Irakeyn seferi veya İran seferi diye de meşhurdur. Şarlken’den sonra Kanuni’nin ikinci büyük rakibi olan Şah Tahmasb, Bitlis hakimini kendisine tabi olması için zorluyor ve Osmanlı Devleti’nin başına doğuda gaileler açıyordu. Osmanlı Devleti’ni Olama Han ve Safevi devletini ise, Bitlis Hakimi Şeref Han tutuyordu. 940/1533 yılında sefer, Vezir-i A‘zam İbrahim Paşa komutasında başladı ve yol esnasında Adilcevaz, Erciş, Van ve Ahlat alındıktan sonra 941/1534 yılında Tebriz’e girildi. Daha sonra aynı yılın Eylül’ünde Padişah da sefere katıldı ve Karahan Derbendi geçildikten sonra Hemedan ve Kasr-ı Şirin yoluyla Bağdat’a ulaşıldı. 941/1534 Aralık ayında Bağdad direnmeden teslim oldu. Kerkük ve Hille gibi Irak beldeleri Osmanlı ülkesine katıldığı gibi, Güney Irak, Kuveyt, Lahsa, Katif, Necd, Katar ve Bahreyn bölgeleri de Osmanlı Devleti’ne itaat edince bütün bunlar, Basra Eyaleti adı altında Osmanlı’ya bağlandı (24.7.1538). Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa, aynı yıl Tunus’u fethederek Osmanlı Devleti’ne bağlamıştı.

7. Sefer-i hümayûnda Venediklilerin üzerine gidilmiş, Korfu ve Otranto hücuma ma’rûz kalmışsa da, Venediklilerin sulh talebi ve Fransa Kralının da arzusu üzerine 1537 yılında İstanbul’a dönüldü. Bu arada Doğu Hırvatistan’da Osiyek yakınlarındaki Vertizo’ya sokulan düşman askerleri yok edildi.

8. Sefer-i hümayûn Kara Boğdan yani Moldavya üzerine yapıldı. 1538 yılında Kanuni Moldavya üzerine yürürken, denizlerde Hadım Süleyman Paşa, Süveyş’ten hareket ederek Yemen ve Aden’i almış ve Hindistan’daki Diu Kalesini kuşatmıştı. Yine aynı yıl, Osmanlı Devleti’ne Batı Cezayir’i kazandıran Barbaros Hayreddin Paşa, Batılı donanmalara karşı kazandığı Preveze deniz zaferi ile Akdeniz’i bir Osmanlı Gölü haline getirmişti. Kara Boğdan seferi de, her ne kadar sulh ile neticelendi ise de, hem Moldavya bölgesinde ve hem Tuna boyunda Osmanlı sınırları durmadan genişliyordu.

9. Sefer-i hümayûn, 1541’de yapılan Budin Seferi’dir. Macaristan’da Osmanlıların himayesindeki Kral Yanoş Zapolya’nın ölümüyle (1540), Avusturyalı Ferdinand’ın buraları işgal etmek istemesi ve hatta Budin ve Peşte’yi kuşatması, Kanuni’yi tekrar bu bölgelere getirdi. 1541 tarihli bu seferle artık Macaristan’ı Budin Eyaleti’nin bir parçası haline getirdi.

Kısa bir süre sonra Ferdinand, Almanların desteği ile yine Budin ve Peşte’yi kuşattıysa da, Kanuni Sultan Süleyman 10. sefer-i hümayûnu ile hem Ferdinand’ı ve hem de kendisini destekleyen Almanları, 1543 tarihinde geri çekilmeye ve Osmanlı Devleti’nden sulh andlaşması istemeye mecbur etti. Bu sefer neticesinde Macaristan’ın dini merkezi olan Estergon, İstolni-Belgrad ile beraber iki mühim sancak merkezi olarak Budin’e bağlandı. Peç ve Şikloş, geri alındı. Yapılan andlaşmayı bütün Avrupa devletleri kabul etmek durumunda kalırken, Kanuni, tartışmasız “Cihan Padişahı“ ünvanını bu gaza ile kazandı. İmparator sıfatı, sadece Muhteşem Süleyman için kullanılabilecekti.

Muhteşem Süleyman, 11. sefer-i hümayûnunu, Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmayı adet haline getiren İran’a yaptı. Buna 2. İran Seferi de denir. 1548-1549 yıllarında gerçekleştirilen bu sefer ile, Tebriz geri alındı. 1553-1555 yılları arasında da 3. İran seferini ve genelde ise, 12. Sefer-i hümayûnunu yaptı. Buna Nahcivan Seferi de denmektedir. 1554 Temmuz’unda Revan’a gelen Padişah, oradan Nahcivan’a giderek burayı feth eyledi. Kuzey Azerbaycan üzerinden Güney Azerbaycan’a geçince, Şah sulh istedi ve ortalarda görünmeyince de Amasya’ya çekildi. 1555 yılında Amasya’da imzalanan andlaşma ile Gürcistan paylaşıldı ve Irak’da eski sınırlar muhafaza edildi.

Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid meseleleriyle yıpranan haşmetli Padişah, son büyük seferini, 1566 yılında Zigetvar’a düzenledi ve burada kuşatma sırasında 72 yaşında iken çadırında vefat etti.

Yavuz döneminde 6.5 milyon km2 olan Osmanlı Devleti’nin toprakları, Kanuni devrinin sonunda en yüksek seviyesine olmasa da, 15 milyon km2ye yükseldi. Osmanlı Devleti’nin sınırları içine, Avrupa’da -bugünkü siyasi sınırlarla- Eszak hariç Macaristan, Erdel (Romanya’da), Banat (Romanya ve Yugoslavya’da), Belgrad ve Voyvodana, Hırvatistan ve Slovenya ve daha nice yerler; Asya’da Rodos ve on iki ada, Arabistan, Batı Gürcistan, Doğu Anadolu’nun geriye kalan kısmı, himaye bölgeleri olarak, Yemen, Kuveyt, Bahreyn, Hadramut, Katar ve daha nice yerler; Afrika’dan Eritre, Cibuti, Somali, Habeşistan’ın önemli bölgeleri, Libya, Tunus, Çad ve Büyük Sahra’nın bazı kısımları dahil olmuştu. Kısaca “Bir sultan-ı azim’üş-şan idi ki, her hıttada hutbesi yürür ve bin bir kal’ada nevbeti vurulurdu.”.

Netice olarak Kanuni Sultan Süleyman devri, hem devletin sınırlarının genişlemesi yani siyasi ve coğrafi açıdan ve hem de ilim, kültür, hukuk ve maliye gibi konular açısından, Osmanlı Devleti’nin zirvelere yükseldiği bir dönemin kısa adıdır.

[Image: i17026b18dzf.jpg]

Hürrem Sultan
Kanuni Sultan Süleyman, hem büyük bir asker, hem kudretli bir idareci ve hem de eşine ender rastlanır bir devlet teşkilatçısı idi. Bu dehasını, Fatih zamanında hazırlanan teşkilat kanunlarını geliştirerek ve kısmen de değiştirerek gösterdi. Denilebilir ki, Osmanlı Devleti’nin siyasi, kültürel, sosyal, iktisadi, adli ve kısaca her çeşit yapılanması, Kanuni devrinde zirvesine yükseldiği gibi, devletin merkezi ve taşra teşkilatı da bu dönemde zirveye yükselmiştir. Bunu, hazırlattığı kanunnamelerde görmek mümkündür.

Kanuni devrinin zirveye yükselmesinde katkısı bulunan Sadrazamlar arasında Piri Mehmed Paşa, Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa’yı; Şeyhülislamlar arasında Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşa-zade, Çivi-zade ve özellikle de Ebüssuud Efendi’yi; diğer devlet adamları arasında Barbaros Hayreddin Paşa, Koca Nişancı Celal-zade Mustafa, Seydi Bey ve Ca’fer Ağa’yı; ilim ve maneviyat erbabı arasında ise, Nakşibendi Tarikatının reislerinden Hace Mahmûd Bedahşi, Şeyh Bali Efendi, Hace Derviş Mehmed Efendi, Molla Abdüllatif Efendi ve Kadi-zade Acem Efendi’yi zikredebiliriz. Ancak büyük zatlar bunlardan ibaret değildir.

ZEVCELERİ: 1- Hürrem Haseki Sultan; Kanuni’nin nikahına aldığı ve aslen Ukran bir Ortodoks rahibin kızı yahut Fransız veya İtalyan olduğu hususunda iddialar bulunan cariyedir. Şehzade Mehmed ve Selim II’nin annesi. 2- Mahidevran Kadın; Abdullah kızı ve Şehzade Mustafa’nın annesi. 3- Gülfem Hatun; Cariyelerden ve Şehzade Murad’ın annesi. 4- Abdullah kızı ve Şehzade Mahmûd’un annesi.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzade Sultan Mahmûd Han. 2-Şehzade Sultan Mustafa Han. 3-Şehzade Murad. 4-Şehzade Sultan Mehmed Han. 5-Şehzade Abdullah. 6- Mihrimah Sultan. 7-Şehzade Sultan Selim Han II. 8-Şehzade Sultan Bayezid Han. 9- Fatma Sultan. 10- Raziye Sultan. 11-Şehzade Sultan Cihangir. 12-Şehzade Orhan .

[Image: i17037bw7cot.jpg]

Sultan II. Selim Han
Babası : Kanuni Sultan Süleyman
Annesi : Hürrem Sultan
Doğduğu Tarih : 1524
Padişah Olduğu Tarih : 29 Eylül 1566
Öldüğü Tarih : 21 Aralık 1574
Sarı Sultân Selim diye de bilinen II. Selim 1566’da babasının vefâtından 23 gün sonra İstanbul’a gelerek Osmanlı tahtına oturmuştur. Daha sonra da bizzat Belgrad’a gelerek ordunun huzurunda da cülûs merâsimini tekrarlamıştır. Yeniçeri teşkilâtı cülûs bahşişinden dolayı ilk defa bu Padişah’a baş kaldırma belirtileri göstermiştir.

II. Selim, diğer Osmanlı Sultânlarına benzemeyen ve hem dirâyette ve hem ilim irfânda onların seviyesine çıkamayan bir şahsiyete sahiptir. Ordunun başında hiç bir sefere çıkmamıştır. Daha evvel Karaman Eyâletinin Paşa Sancağı olan Konya’da, Manisa’da ve Kütahya’da sancakbeyliği yapmış ve 42 yaşındayken Padişah olmuştu. Sokullu Mehmed Paşa da olmasaydı, devleti bu sekiz sene içerisinde belki aynı huzurla idare edemezdi. Ancak Kanuni Sultân Süleyman’ın dirâyetli Vezir-i A‘zamı Sokullu Mehmed Paşa, II. Selim yerine devleti idare ediyordu.

II. Selim devrinde patlak veren hadiselerden birincisi Yemen Meselesi idi. Kanunî devrinde iki beylerbeyilik haline getirilen Yemen’de zayıflayan Osmanlı idaresine karşı, Zeyd bin Ali neslinden gelen Topal Mutahhar isyan etti ve San‘a ile Te‘az taraflarına hâkim olan Murâd Paşa’yı mağlûb ederek katl eyledi. Bunun üzerine Yemen Eyâleti tek eyâlet haline getirilerek 975 Zilhicce/1568 Haziran tarihinde Haleb Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa Beylerbeyiliğe getirildi ve buradaki isyanı bastırdı. Sokullu tarafından Yemen Serdârı olarak gönderilen Sinan Paşa’nın gayretleri de eklenince, Yemen, uzun süre Osmanlı hâkimiyeti altına girdi.

Aynı yıl Kurdoğlu Hızır Reis de Endenozya’ya sefer düzenlemişti. Bu arada 1569 yılında Astırhan’a ve Ruslara karşı sefer düzenlendiyse de, Kale Ruslardan alınamadı.

Bu arada 978/1570 tarihinde Kıbrıs Adası Venediklilerin elinden alındı ve bir Hıristiyan Krallığa da son verilmiş oldu. Kıbrıs Müslüman Türklerin eline geçti.

II. Selim devrinde Osmanlı ordusu ilk defa İnebahtı’da Hıristiyan deniz donanması karşısında mağlûbiyete uğradı. 7.10.1571 tarihinde meydana gelen İnebahtı bozgunu, maalesef Avrupalıların gözünde yenilmez ordu diye bilinen Osmanlı Ordusunun bu vasfını bozdu. Ancak İnebahtı’da kaybedilen Osmanlı Donanması kısa bir zaman içerisinde yeniden inşâ olundu. Bu arada Osmanlı ordularının desteğini alan Kırım Hânı Giray Hân’ın 24.5.1571 tarihinde Moskova’yı alacak kadar Rusları perişan ettiklerini burada kaydetmemiz gerekmektedir.

II. Selim devrinin parlak fetihlerinden biri de 1574 tarihinde Tunus’un kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmasıdır. Bunun dışında II. Selim devri, fetihler ve zaferler devresi olmaktan ziyâde sulh ve mu‘âhedeler devresi olmuştur.

II. Selim, sekiz senelik saltanatından sonra 50 küsur yaşında Saray’da 18 Şaban 982/1574 tarihinde vefât etmiştir.

Şunu önemli ifâde edelim ki, Osmanlı Devleti’nin duraklama devresi, Kanunî’nin oğlu Şehzâde Mustafa’yı bir kısım müzevvirlerin iftirasıyla idama mahkûm ettirmesiyle başlar ve II. Selim devrini aslında bir duraklama devri saymak mümkündür. Zira bizzat ordusunun başında mücâhid fî sebîlillah bir Padişah yerine, Sarayından dışarıya çıkmayan ve sadece tenezzüh için Edirne ve benzeri yerlere giden bir Padişah anlayışı hâkim olmaya başlamıştır. Nitekim çok sevdiği Edirne’de Selimiye Camiini inşâ ettirmiştir.

Onun zamanında hizmet ifa eden Sadrazamlar arasında, devleti asıl yürüten insan diye bilinen Sokullu Mehmed Paşa, Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa’yı; diğer devlet adamları meyânında Piyale Paşa, Koca Nişancı Celal-zâde Mustafa Çelebi ve Feridun Ahmed Bey’i ve ilim adamları arasında ise Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi, Dede Cöngî Efendi, Kınalı-zâde Ali Efendi ve İmam Muhammed Birgivî’yi zikredebiliriz.

ZEVCELERİ: 1- Nurbânû Sultân; III. Murad’ın annesi ve İtalyan asıllı bir câriyedir. ÇOCUKLARI: 1- Sultân Murad III. 2- İsmihân Sultân. 3-Şehzâde Mehmed. 4-Şehzâde Ali. 5-Şehzâde Süleyman. 6-Şehzâde Mustafa. 7-Şehzâde Cihangir. 8-Şehzâde Abdullah. 9-Şehzâde Osman. 10- Gevherhân Sultân. 11-Şah Sultân. 12- Fatma Sultân.


[Image: i17038bin6op.jpg]

Sultan III. Murad Han
Babası: Sultan II. Selim
Annesi: Nur Banu Sultan
Doğum Tarihi: 1546
Tahta Çıkışı: 22 Aralık 1574
Ölümü: 16 Ocak 1595
Selim II ile Hasekisi Nur-Bânû Sultân’ın oğulları olub, babasının Saruhan Sancak Beğliği sırasında 5 Cemâziyel-evvel 953/4 Temmuz 1546 tarihinde Manisa’nın Bozdağ Yaylağında dünyaya gelmiştir. 966/1558 tarihinde Şehzâde Murad Akşehir Sancak Beğliğine getirilmiş ve babasıyla amcasının taht mücadelesinde Konya Muhâfızlığı görevini yürütmüştür. 1562 tarihinde Manisa Sancak Beğliğine tayin edilmiş ve padişah oluncaya kadar bu vazifede kalmıştır.

III. Murad zayıf irâdeli ve muhtelif tesirler altında kalabilen bir şahsiyete sahipti. Bu yüzden Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrazamlığı süresince işler iyi gitmişse de, onun vefâtından sonra devlet idâresi Vâlide Sultânların ve bazı menfaatperestlerin tesiriyle daima kötüye gitmiş ve Osmanlı Devleti’nin duraklaması tam manasıyla III. Murad devri ile başlamıştır. 21 sene kapalı bir hayat yaşayan III. Murad, sarayında münzevî bir hayat yaşamış, son zamanlarına doğru Cuma namazlarını dahi Saray Camiinde edâ etmeye başlamıştır. Meşru dairede kalmakla birlikte kadına düşkün bir tabî’atı vardır. Osmanlı tarihinde en fazla kadınla meşru dairede yaşayan padişah ünvanını alabilir. Hemen belirtelim ki, bu kadına düşkünlüğü gayr-i meşru hayat yaşıyor manasına alınmamalıdır. Zira aynı zamanda şair olan III. Murad bir cihetten de mutasavvıftır ve Fütûhât-ı Sıyâm ve Esrârnâme adlı iki tane tasavvufa dair eserleri de vardır.

Babası II. Selim'in ölüm haberi üzerine, Manisa Sancakbeyi bulunan oğlu Murad, İstanbul’a gelerek 28 yaşında 1574 yılında tahta geçti. Murad devrinde vukû‘ bulan hadiseler şunlardır:

Fas Sultânlığının Osmanlı Hâkimiyetine Girmesi: Afrika kıt'asının bütün kuzey kısımları Osmanlı hâkimiyetinde bulunmasına rağmen sadece Fas Sultânlığı müstakil bir devlet halinde bulunuyordu. Ancak son yıllarda Fas'ta taç ve taht kavgaları baş göstermişti. Fas Sultânı Mevlây Muhammed, Portekizlilerle işbirliğine başlamış bulunuyordu. Buna karşılık Fas tahtını ele geçiremeyen Abdülmelik, Osmanlılara sığınıp, kendisinin Fas Sultânlığına getirilmesini istemişti. İsteği kabul edilerek Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa'ya emir verildi. Fas ordusu mağlûp edilerek Abdülmelik, Fas Sultânlığına getirildi (1576). Bu tarihten sonra Fas'ta Osmanlı hâkimiyeti başladı. Bu sırada saltanat iddiasından vazgeçmeyen Mevlây Muhammed Portekizlilerden yardım istedi. Portekiz Kralı Sebastian 80 bin kişilik büyük bir kuvvetle Fas'a geldi. Ramazan Paşa idaresinde Osmanlı ve Fas kuvvetleri 1578 yazında Portekizlileri Vadi’s-sebil Savaşı'nda fena halde bozguna uğrattılar. Kral Sebastian, muharebe meydanında öldü.

Lehistan'daki Osmanlı Hâkimiyeti (1575): Lehistan Kralı Sigismund Ogüst ölünce, memleket taht kavgasına düşmüştü. Avusturya ve Rusya kendilerinin gösterdikleri namzetlerin Leh Kralı olması için faaliyet gösteriyorlardı. Hattâ bu maksatla, Rusya kuvvet bile sokmaya kalkıştıysa da, Osmanlı kuvvetlerini karşısında bulunca geri çekilmeye mecbur kaldı. Osmanlı Devleti için Lehistan çok ehemmiyetliydi. Bu yüzden diğer devletlerden daha atik davranıp, nüfuzunu kullanarak kendisine tâbi Erdel Beyi Bathory'yi Leh Krallığına seçtirdi (1575). Lehistan bundan sonra vergiye bağlandı ve 1578 yılına kadar Osmanlı himâyesinde bir devlet olarak kaldı.

Sokullu Mehmed Paşa'nın Ölümü (1579): III. Murad’ın cülûsundan sonra hükümet idaresinin başında yine Sokullu Mehmed Paşa vardı. Ancak son zamanlarda saraydaki bazı şahısların tesiriyle Sokullu’ya olan itimad ve muhabbet azaldı ve hatta Sokullu’nun zevcesi İsmihan Sultân ve Vâlide Nurbânû Sultân olmasaydı belki de görevden azledilecekti. Üç padişah devrinde aralıksız sadrazamlık yapan Sokullu Mehmed Paşa, Osmanlı tarihinde ehemmiyetli yeri olan bir devlet adamıdır. Aslen Bosna'nın Sokkuloviçi köyünden alınmış bir devşirmedir. Zekâ ve kabiliyetiyle yükselmiş, kaptan-ı deryalık dâhil, devletin çeşitli hizmetlerinde bulunmuştur. Bir savaş adamı olmaktan ziyâde, onun siyasi tarafının daha büyük olduğu görülür. Sultân III. Murad devrinde, Sokullu’nun eski nüfuzunun kalmadığı anlaşılıyor.

İran Harpleri ( 1578 = 1590): III. Murad, padişah olduğu zaman, İran Hükümdarı Şah Tahmasb, Tokmak Han idaresinde bir elçilik heyeti yollayarak tebriklerini ve hediyelerini sunmuştu. Elçilik heyeti İstanbul'da gayet iyi karşılanmıştı. Fakat bir müddet sonra Şah Tahmasb'ın ölmesiyle İran’da taht kavgaları başladı. Bir ara Tahmasb'ın oğlu İsmail, şahlığı elde etti. Bunun zamanında Osmanlı-İran dostluğu bozuldu. Osmanlı Devleti Avrupa ile sulhlar yaparak İran ile meşgul olmaya başladı. Çünkü Şah, Osmanlılarla süren barışı terk ederek, Doğudaki Kürtleri aleyhimize kışkırtıyordu. II. Şah İsmail de ölünce İran’da taht kavgalarının sürüp gitmesinden Osmanlılar istifade etmek istediler. Doğudaki valilerin de durumunu müsait görüp, İran’a saldırmanın vaktidir yollu haberler üzerine, Sultân III. Murad 1578 yılında İran'a harb açtı. O zaman Sokullu Mehmed Pasa daha sağdı ve İran savaşına engel olmak istedi. Sokullu Mehmed Paşa, İran'ın geniş bir ülke olduğunu, galip gelinse bile Şi’î olan halkının itaat altına alınamayacağını söylüyordu ki, bunda ne kadar haklı olduğu sonradan anlaşıldı: Padişah, kendisi sefere gidecek karakterde bulunmadığından, ordunun başına Lala Mustafa Paşa'yı serdar tayin etti.

Lala Mustafa Paşa'nın asıl hedefi, Gürcistan'ı istilâ etmek olacaktı. Topladığı kuvvetlerle Gürcistan'a girip, fetihlere başlayan Lala Mustafa Paşa, Tokmak Han idaresinde bir İran ordusunun üzerine geldiğini duyunca buna karşı maiyetindeki kumandanlardan Özdemiroğlu Osman Paşa'yı yolladı. Osman Paşa, İran kuvvetleriyle Çıldır'da karşılaştı ve Tokmak Han'ı mağlûp etti (1578 ). Lala Mustafa Paşa, Gürcistan içinde ilerleyerek Tiflis'i ele geçirdi ve Şirvan'a doğru ilerledi. Şirvan'ın bir kısmını zapteden Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa'yı serdar tayin ederek kendisi Erzurum'a döndü. İran kuvvetleri Osman Paşa üzerine taarruza geçtilerse de mağlûp olup çekildiler. Fakat İranlıların tecavüzü bitmiyordu. Kuvvetleri çok azalan Osman Pasa, geri çekilmek zorunda kaldı. Muharebelerin İran lehine dönmeye başlaması üzerine Lala Mustafa Paşa, azledilerek, yerine Koca Sinan Paşa serdar tayin edildiyse de kayda değer hiç bir muvaffakiyet elde edilemedi. Özdemiroğlu büyük bir gayretle İran savaşlarına devam ediyordu. Nitekim 1583 yılında Meş’ale Savaşı denen savaşta bir kere daha İranlıları yendi. Meş'ale Savaşı'ndan sonra İranlılar, Şirvan bölgesini boşaltmak zorunda kaldılar. Yeni serdar Ferhad Paşa, büyük kuvvetlerle İran sınırına gelip, bâzı muharebeler yaptı: Daha sonra sadrazam ve serdar tayin edilen Özdemiroğlu Osman Paşa ile beraber Tebriz'i almayı başardılar.

Osman Paşa'nın vefatından sonra Ferhad Paşa, ikinci defa olarak serdarlığa getirildi. Ferhad Paşa'nın bu ikinci serdarlığında Osmanlı orduları bazı muvaffakiyetler daha kazandılar. Ayrıca Doğuda Türkistan Hükümdarı Özbek Han, İran’a saldırınca Şah Abbas, Osmanlılardan barış istedi. 1590 yılında yapılan Ferhad Paşa Antlaşmasına göre: Tebriz, Şirvan, Gürcistan, Dağıstan bölgeleri Osmanlılara verilecekti. Büyük kayıplar karşılığında alınan bu yerler, Osmanlıların elinde fazla kalmayacak, tekrar İranlılara geçecektir.

Yeniçeri ve Sipâhi İsyanları: İran'la anlaşma yapıldıktan sonra İstanbul'da Yeniçeri ve Sipahi isyanları vuku‘ buldu. Bu isyanlar her ne kadar ulûfe (Yeniçerilere üç ayda bir verilen maaş) yüzünden çıkmışsa da, asıl sebebini devlet teşkilâtının bozulmaya yüz tutmasında aramak daha doğru olacaktır. İlk defa III. Murad devrinde Yeniçeri Ocağına rast gele kimseler alınarak kanun bozuldu. Yine ilk defa rüşvetle iş görülmeye başlandı. Askere ayarı düşük akçeler verilmek istenince Yeniçeriler, isyan ederek saraya yürüdüler. Âsiler defterdarın başını istediler. İstekleri yerine getirilince büsbütün şımardılar. 1589 yılında meydana gelen bu olaya Beylerbeyi Vak’ası denmektedir

III. Murad devrinde 1593 yılında da sipahilerin isyanını görüyoruz. Ulûfelerinin geri bırakılmasına kızan Sipahiler, saraya yürüyüp defterdarın kafasını istediler. Kendilerine nasihat etmek için gelenleri kovdular. İstanbul halkı da seyretmek için saraya dolmuştu. Halk dışarı çıkarılırken “Urun hâ!...” diye bir ses duyuldu. Saray muhafızları bunu Padişahın emri sanarak âsilerin üzerine saldırdılar ve dört yüze yakın âsiyi öldürdüler. Diğerleri kaçarak kurtuldu.

Yeni Bir Haçlı İttifakı Ve Nemçe (Avusturya) Harbleri (1593-1606): Bosna Beylerbeyi Telli Hasan Paşa, Avusturya topraklarına 1593 yılında büyük bir akın harekâtına girişmişti. Avusturya valilerinin Osmanlı sınırlarına tecâvüzlerine karşılık yapılan bu harekât, mağlûbiyetle neticelenmiş, komutanla birlikte çok şehid verilmiştir. Bu hadise Osmanlı-Nemçe harblerinin başlamasına sebep olmuştur. Nemçe savaşına Sadrazam Sinan Paşa gönderilmişti. Budin Beylerbeyi imdada giderek Nemçe ordusuyla harbe girdi ve mağlub oldu. Nemçeliler çok sayıda Macaristan kalesini ele geçirdiler. 1594 yılı baharında da Estergon Kalesini muhasara altına aldılar; ancak muvaffak olamadılar. Kırım kuvvetlerinin yardıma gelmesine rağmen tam bu sırada Osmanlı Devleti’nin başına bir gâile daha çıktı: Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Erdel, Eflak ve Boğdan Beyleri Papa’nın teşvikiyle isyan edip Avusturya tarafına geçtiler. Tam bu sırada yani 1595 yılında Padişah III. Murad vefât eyledi. III. Murad’ın saltanatının sonuna doğru Osmanlı toprakları yaklaşık 19.902.191 km2 idi. Buna Avrupa’da Polonya, Afrika’da Fas dâhildir.

III. Murad zamanındaki sadrazamlar arasında, yılların sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa, Koca Sinan Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa ve Mesîh Paşa’yı; diğer komutan ve devlet adamlarından Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa, Damad İbrahim Paşa, Okçu-zâde Mehmed Paşa ve Muallim-zâde Nişanı Mahmûd Çelebi’yi; Şeyhülislâmlar arasında Hâmid Efendi, Ma’lûl-zâde Mehmed Efendi, Müeyyed-zâde Abdülkadir Efendi, Bostan-zâde Mehmed Efendi ve Bayram-zâde Hacı Zekeriya Efendi’yi zikredebiliriz .

[Image: i17039b9yf9m.jpg]

Sultan III. Mehmed Han
Babası : Sultan III. Murad
Annesi : Safiye Sultan
Doğduğu Tarih : 26 Mayıs 1566
Padişah Olduğu Tarih : 27 Ocak 1595
Öldüğü Tarih : 22 Aralık 1603
Sultan III. Mehmed Han

III. Mehmed, II. Murad’ın Sâfiye Sultân’dan 1566’da dünyaya gelen oğludur. Babasının vefâtı üzerine sancak beyliğinden Osmanlı Padişahlığı tahtına oturan son şehzâde olarak 1595’de Manisa’dan gelerek İstanbul’da cülûs etti. Her padişah döneminde olduğu gibi, son zamanlarda âdet haline gelen yeniçerilerin baş kaldırmaları ve bahşiş talebi kavgaları bunda da meydana geldi. Ferhad Paşa’nın gayretleriyle zorbalar bastırıldı. Ancak Avusturya seferi uzayıp gidiyordu. Sadrazam Sinan Paşa, Eflak üzerine yürüdü; Bükreş’i aldı; ancak Yergöğü’nde dehşetli bir mağlûbiyet tattı.

Padişah Hocası Hoca Sa’deddin Efendi, Sinan Paşa’nın fikrine katılarak Padişahın bizzat sefere katılmasını arzu ediyordu. Bu arada vefat eden Sinan Paşa’nın yerine Damad İbrahim Paşa veziriazam olmuştu. Nihâyet Yeniçerilerin de teşvikiyle 21 Haziran 1596/24 Şevval 1004’de Padişah sefere çıkmak üzere hareket etti. Eğri Kalesi kuşatılıp feth olundu ve bu sebeple III. Mehmed Eğri Fâtihi olarak anıldı. Daha sonra Macarların Kereşteş dedikleri Haçova’da zor da olsa büyük bir zafer kazanıldı. Bunda Hoca Sa’deddin’in büyük bir rolü vardı. Harpten dönen Padişah, Hoca Sa’deddin ve çevresindeki insanların tesiriyle Cığala-zâde’yi sadrazamlığa getirdi. Ancak hem Kırım Han’ı Gâzî Giray’ı azledip Kırım’da fitne çıkarmasıyla ve hem de muharebe gününün ertesi günü askeri yoklatarak dâhilde ihtilâfların ve isyânların baş göstermesine vesile olmasıyla fayda yerine zarar getirdi. Gerçekten Cağaloğlu Sinan Paşa’nın bu hareketleri neticesinde Anadolu’da Celâlî denilen eşkıya isyanları memleketi kasıp kavurmaya başladı. 1008/1599 yılında Damad İbrahim Paşa yeniden Sadrazamlığa getirildi. Nemçe Harbi sürüp giderken Tiryaki Hasan Paşa ve Kuyucu Murad Paşa, Avrupa’da mühim zaferlere imza basıyorlardı. Uyvar üzerine gidilmesi de bu tarihlerde oldu.

Bütün bu zorluklar içinde bir de İran Şahı andlaşmayı bozdu ve Osmanlı Devleti’ne harb ilan etti. Anadolu’yu Celâlî isyanları kasıp kavuruyordu. Osmanlı Devleti bu karışıklıklar ve ihtilâller içinde iken III. Mehmed 1603’de dünyaya gözlerini yumdu. Oğlu Mahmûd’un katli, Celâlî isyanları ve bunları tahrik eden Safeviler karşısında ordunun başarılı sonuçlar alamaması, III. Mehmed’in ölümüne sebep olan en önemli olaylardı.

III. Mehmed, sancağa çıkan ve oradan padişahlığa gelen son Osmanoğludur. Fıtraten zayıf iradeli ve saf idi. Vehhâmdı. Anası Sâfiye Sultân’ın müthiş tesiri altında kalıyordu. Babası gibi III. Mehmed de, kardeş katli meselesini en çok suiistimal eden padişahlardan biriydi. 19 kardeşini, aldığı zayıf fetvâlara dayanarak idam ettirdi. Bu arada, başkalarıyla ittifak ettiği ve yazışmalarda bulunduğu jurnallenen oğlu Şehzâde Mahmûd’u da idam ettirdi; sonra da jurnalleyen insanların hayatına son verdi.

III. Murad devrinde de babasının zamanında olduğu gibi, devamlı bir duraklama ve hatta gerileme alâmetleri kendini göstermektedir. Düzenli kanunnameler yerine, devletin merkez teşkilâtında ve özellikle ülü’l-emrin temelini teşkil eden Padişah ve vezirlerde görülen şer‘-i şerife muhâlif halleri siyâsetnâmeler ile âlimler ikaz ve irşâd eylemişlerdir. Taşra teşkilâtında meydana gelen zulümleri ve haksızlıkları ise, ya yerli âlimler merkeze bildirmişler veya halkın tazallüm ve şikâyeti üzerine merkez teşkilâtı taşra memurlarına adalete ri‘âyet etmeleri için emirnâmeler göndermişlerdir. İşte Celâlî isyanlarının ortaya çıkış sebebi de budur.

Adâletnâme, devlet otoritesini temsil eden görevlilerin, re`âyaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmaları ve kanun, hak ve adâlete aykırı davranmaları halinde, ülü’l-emrin hakkı ve kanunu hatırlatıcı mâhiyette düzenlediği hukukî düzenlemelerine denir. Osmanlı Devleti’nde padişahın hükmü tarzında kendisini göstermiştir.

Osmanlı Devleti’nde, mezâlim divanının yerini Divan-ı Hümâyûn aldığı gibi, kanunnameler ve tezkire'lerin yerini de adâletnâmeler almıştır. Yani Divan-ı Hümâyûnda mazlûmların şikâyeti bizzat dinlendiği gibi, Divan görüşmelerini Kasr-ı Adâlet veya Adâlet Köşkü denilen yerde dinleyen Padişah tarafından, mahallî idarecilere şikâyetleri önlemek üzere adâletnâmeler de gönderilmiştir.

III. Mehmed, Adlî mahlasıyla şiirler yazan, nazik ruhlu ve zayıf irâdeli bir padişah; ancak Osmanlı padişahları arasında en çok takvâ sahibi olanlardandır. Zamanındaki sadrazamlar arasında Koca Sinan Paşa, Ferhad Paşa, Hadım Hüseyin Paşa, hiç kimsenin beğenmediği Cığala-zâde (Cağaloğlu) Sinan Paşa ve İbrahim Paşa’yı; âlimler arasında Hasan Can’ın oğlu Hoca Sa’deddin, Şeyhülislâm Bostan-zâde Mehmed Efendi, Hoca-zâde Mehmed Efendi ve şeyhlerden Şeyh Muhyiddin Efendi ile Şeyh Şemseddin Sivâsî’yi zikretmeliyiz.

ZEVCELERİ: 1- Hândân Vâlide Sultân; I. Ahmed’in annesi. 2- Vâlide Sultân; Abaza asıllı ve I. Mustafa vâlidesi. 3- Haseki; Şehzâde Mahmûd annesi. 4- Haseki; Şehzâde Selim annesi.

ÇOCUKLARI: (İsimleri bilinmeyen beş altı tane daha çocuğunun bulunduğu söylenmektedir). 1-Şehzâde Sultân Selim Hân. 2-Şehzâde Sultân Cihangir Hân. 3-Şehzâde Mahmûd Hân. 4-Şehzâde Ahmed. 5-Şehzâde Mustafa. 6- Hatice Sultân. 7- Ayşe Sultân .

[Image: i17040by53qm.jpg]

Sultan I. Ahmed Han
Babası : Sultan III. Mehmed
Annesi : Handan Sultan
Doğduğu Tarih : 18 Nisan 1590
Padişah Olduğu Tarih : 21 Aralık 1603
Ölümü : 22 Kasım 1617
14 yaşında hükümdâr olup 14 sene Padişahlık etmiş bulunan I. Ahmed, 1026/1617 yılında 28 yaşında vefât eylemiştir. III. Mehmed’in, Hândan Sultân’dan Manisa’da 18 Nisan 1590/22 Cemâziyelâhir 998 tarihinde dünyaya gelen oğludur. 22 Kânun-ı sânî 1603/18 Receb 1012 tarihinde babası yerine tahta çıktı. Padişah olduğunda on dört yaşında idi. Tahta çıktığı zaman memleketin iç düzensizliklerinden başka Avusturya ve İran harbleri devam ediyordu. Kırım Hânı süvarilerinin Boğdan ve Eflak’ı tahrip ve Erdel memleketini de sıkıştırmaları üzerine, bu üç beğ Avusturya tarafını bırakıp tekrar Türklerle birlik olunca, imparator sulha yanaşmak zorunda kaldı. Tuna üzerindeki Zitvatorok denen yerde Osmanlılarla andlaşma yapıldı (1606). Böylelikle 15 yıldır sürüp giden Avusturya (Nemçe) harbleri sona ermiş oldu. Bu andlaşma Osmanlı Devletinin Avrupa’daki ilerleyişinin durduğunun bir vesikası olarak kabul edilir.

İran savaşlarına gelince, İran şahı Büyük lâkabıyla anılan Şah Abbas ile yapılan muharebelerde hiç de iyi neticeler alınmadı. Nihayet 1612’de İranlılarla da sulh yapıldı. Fakat üç sene sonra iki devlet arasında savaş yeniden başladı (1615). Bir aralık anlaşma yapılır gibi olduysa da savaş gene devam etti. Celâlî denilen eşkıya yer yer Anadolu’yu kaplamıştı. Kuyucu Murâd Paşa, yıllarca uğraşarak ve yakaladığı zorbaları kuyulara doldurarak Anadolu’yu temizledi ve halka geniş bir nefes aldırdı.

I. Ahmed zamanında Murâd Reis ve Halil Paşa gibi deniz kahramanları Türk donanmasına zaferler kazandırmışlardır. Padişah, savaşlardan ve gailelerden ancak başını kurtarmıştı ki, ömrü vefa etmedi; genç yaşında öldü. İstanbul’da At meydanında yaptırdığı ismi ile anılan (Sultânahmet Câmi‘i) yanındaki türbesine defnedildi (1616).
Başta Muallim-i Sultânî Mustafa Efendi olmak üzere, muhitinin tesirine kapılan I. Ahmed, itimat ettiği değerli kimseleri devlet hizmetinde kullanmıştır. Gençliğine rağmen, icraatında azimli idi. Saraydaki kadın nüfuzunu önlemiş, kadınlara âlet olmamıştır. Özellikle Venedikli Baffo veya Safiye Sultân diye bilinen siyâsî kadını Eski Saray’a göndermekle kadınların devlet işlerine fazla karışmalarını önlemiştir. Ayrıca Yıldırım Bayezid’den beri sürüp gelen nizâm-ı âlem için kardeş katli meselesini düştüğü suiistimal çukurundan çıkarması ve bu usul yerine, saltanatın sülaleden en büyüğe geçmesi yani ekberiyyet ve erşediyyet nizâmını koyması ve kardeşi Mustafa’yı öldürmemesi gibi önemli icraatları vardır. Şiire meraklı idi. Yazdığı şiirlerde Bahtî mahlasını kullanırdı. Sultân Ahmed Câmi’ini o yaptırmıştır. Bir diğer önemli hizmeti de, o zamana kadar icrâ olunan Osmanlı Kanunlarını yeniden tertip ve tedvîn yoluna gitmiş olmasıdır. Elbette ki bunu, devrinde yaşayan kanun-şinâs âlimlere borçludur.

I. Ahmed devri denilince akla gelen isimlerin başında, Celâlî İsyânlarını durduran, devlet ve kanun nizâmının tesisi için yazılı ve fiilî tedbirler alan Vezir ve sonradan da Sadrazam olan Kuyucu Murâd Paşa gelmektedir. Ayn Ali’nin her iki Kanunnâme Mecmuasını da Kuyucu Murâd Paşa’ya takdim etmiş olması, onun hukûkî düzenlemeler üzerindeki fonksiyonunu da ortaya koymaktadır.

I. Ahmed devrinin sadrazamları arasında Kasım Paşa, Sokullu ailesinden Mehmed Paşa, Derviş Paşa ve Nasuh Paşa’yı; diğer devlet adamlarından Cigala-zâde Mahmûd Paşa, Etmekçi-zâde Ahmed Paşa ve Sarıkçı Mustafa Paşa’yı; meşhur âlimlerden Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi, Hoca-zâde Mehmed Efendi, Mu’allim-i Sultân Mustafa Efendi ve Ahi-zâde Hüseyin Efendi’yi ve maneviyat erenleri arasında Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, Şeyh Abdülmecid Sivâsî ve Cerrah Paşa Şeyhi diye bilinen Şeyh İbrahim Efendi’yi zikredebiliriz.

ZEVCELERİ: 1- Hatice Mahfirûze Sultân; Genç Osman’ın annesi. 2- Kösem Sultân (Mahpeyker Sultân). IV. Murad’ın annesi ve Osmanlı Hareminin en namdâr kadını. 3- Fatma Haseki; Câriyelerdendir.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Osman II. 2-Şehzâde Sultân Mehmed Hân. 3-Şehzâde Murad IV. 4-Şehzâde Cihangir Hân. 5-Şehzâde Hasan. 6-Şehzâde Bâyezid. 7-Şehzâde Kâsım. 8-Şehzâde Süleyman. 9- Sultân İbrahim. 10- Ayşe Sultân. 11- Fatma Sultân. 12- Hân-zâde Sultân. 13- Burnaz Atike Sultân. 14-Şehzâde Orhan. 15-Şehzâde Hüseyin .

[Image: i17041bqqc18.jpg]

Sultan I. Mustafa Han
Babası : Sultan III. Mehmed
Annesi : İsmi tarihe kaydedilmemiş.
Doğduğu Tarih : Hicri 1000 (M: 1591/1592)
Padişah Olduğu Tarih : 22 Kasım 1617
Tahttan İndirildiği Tarih : 26 Şubat 1618
Ölümü : Ocak 1639
Sultân Mustafa, iki defa Osmanlı tahtına oturmuştur:

Birincisi: Kasım 1617 - Şubat 1618 tarihleri arasındaki 3 aylık saltanattır. I. Ahmed vefât ettiği zaman, koyduğu ekberiyyet ve erşediyyet kaidesine göre, kendi şehzâdeleri henüz küçük idiler. Bunun üzerine II. Osman’ın şahsiyetinden çekinen ve Kösem Sultân diye de bilinen Mâhpeyker Haseki’nin de etkisiyle, kardeşi Sultân Mustafa tahta oturtuldu. Kendisi saltanattan uzak kalmak istiyordu ve Osmanlı kaynaklarının ifadesine göre, aklında hafiflik, re’yinde ve işlerinde isabetsizlik bulunması hasebiyle, devlet ve ilim adamları iç huzuruyla bi’atı yapamadılar. I. Ahmed devrinde devleti tek başına yürüten Dârüssa’âde Ağası Mustafa Ağa, Şeyhülislâm Es’ad Efendi, Kâim-makam Sofi Mehmed Paşa ve diğer yetkilileri ikna ederek hal’i için fetvâ aldılar ve I. Ahmed’in oğlu II. Osman’ı tahta çıkardılar.

İkincisi; Mayıs 1622-Eylül 1623 yani 1.5 yıllık saltanattır. II. Osman’ın büyük bir zulümle Mayıs 1622’de yani 4 yıl sonra tahttan indirilmesinden sonra, Veziriazam Davud Paşa kullanılarak Sultân Mustafa yeniden tahta çıkarılmıştır. Ancak II. Osman’ın ölümüne sebep olan yeniçerilerden ve Davud Paşa’dan halk rahatsızdır. Bu arada Saray’da bulunan şehzâdelerin de öldürüleceği haberi alınınca, halk ayaklanmaya başlamış ve Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin tavsiyesiyle Kara Davud Paşa azledilerek yerine Mere Hüseyin Paşa getirilmiştir. Karışıklık devam edince sırasıyla Lefkeli Mustafa Paşa ve Gürcü Mehmed Paşa sadrazamlığa tayin olundu.

İç karışıklıktan istifade etmek isteyen iç ve dış mihraklar Osmanlı Devleti’ni sarsıyordu. Trablusşam Beylerbeyi Yusuf Paşa ve Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa, yeniçerilere kin kusarak isyan etmişler ve çok sayıda yeniçeriyi de katletmişlerdi. İstanbul’a gelmek üzere hazırlık yapıyordu. Sipahiler, II. Osman’ın katillerinin bulunması için baş kaldırdılar ve bunun üzerine Kasım 1622’de toplanan divan Davud Paşa’nın idamına karar verdi. Ağustos 1623 yılında Sadrazamlığa getirilen Kemankeş Ali Paşa, basiretiyle devlet adamlarını topladı ve Sultân Mustafa’nın saltanat koltuğunda kalmaması gerektiğine karar verildi. Tahttan sevinçle Eylül 1623 tarihinde ayrılan Sultân Mustafa, Ocak 1639 tarihinde vefat etti.

Sultân Mustafa’nın dünyevî saltanatı istemeyen bir hali olduğu kesindi. Aklının hafif, tedbirinin zayıf ve saltanat koltuğunda dahi çocukça hareketlerde bulunan biri olduğu da doğruydu. Osmanlı kaynakları açıkça akıl hastası demek olan mecnun tabirini kullanmamaktadırlar. Konuyu Solakzâde’nin ifadeleriyle noktalamakta yarar görüyoruz: “26 yaşında idiler. Yalnız bir mikdar aklı hafif olup buna hapiste uzun süre kalması sebep olmuştur; giderek aklı başına gelir deyü doktorların tedaviye devam etmeleri kaydıyla Şeyhülislâm Es’ad Efendi kavliyle amel olunmuştur”.

III. Mehmed’in oğlu olan Sultân Mustafa’nın tesbit edilen kadını ve çocukları mevcut değildir. İkballeri vardır. Kadın efendileri bilinmemektedir .

[Image: i17042busgs9.jpg]

Sultan II. Osman
Annesi: Mahfiruz Sultan
Babası: Sultan 1. Ahmed
Doğum Tarihi: 3 Kasım 1604
Tahta Çıkışı: 26 Şubat 1618
Tahttan İndirildiği Tarih: 19 Mayıs 1622
Ölümü: 20 Mayıs 1622
Hâile-i Osmaniye, yeniçerilerin kazan kaldırarak II. Osman’ın canına kıydıkları acı musibet demektir. Bilindiği gibi, II. Osman, I. Ahmed’in oğlu olup Hatice Mahfirûze Sultân’dan Kasım 1604 yılında dünyaya gelmişti. 14 yaşında yani Şubat 1618’de tahta geçen ve Genç Osman diye de bilinen II. Osman, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca bilecek kadar âlim ve Fâris yahut Fârisî mahlaslarıyla şiir yazacak kadar da edibdi. Üzerinde müessir olan üç şahsiyetten birisi Hocası Ömer Efendi ve diğeri de Kızlar Ağası Mustafa Ağa ile Süleyman Ağa idi.

Sadrazam Halil Paşa’yı yerinde bırakan Padişah, Kaimmakam Sofi Mehmed Paşa’nın yerine Kara Mehmed Paşa’yı getirdi. İlk işi 1612 Nasuh Paşa anlaşması ile sona ermiş gibi görünen ve ancak devam eden İran’la olan ihtilafı sona erdirmek oldu ve Eylül 1618’de anlaşma imzalandı.

Sıra 1617 yılından beri devam eden Lehistan problemine gelmişti. Vezir-i azam İstanköylü Ali Paşa harp açılmasına taraftardı, diğer erkân-ı devlet ise istemiyorlardı. Seferden önce Rumeli Kazaskeri Taşköprülü-zâde Kemâlüddin Efendi’den fetvâ alarak kardeşi Şehzâde Mehmed’i katl ettirdi ve ahını aldı. Eylül 1620 tarihinde başlayan Lehistan seferi, Ekim 1621 tarihinde barış antlaşması ile sona erdi. Budin Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa şehid olmuş ve ordu moralsiz kaldığından istenen zafer elde edilememişti. II. Osman askerlere ve asker de kara hadımların sözlerine inandığı için II. Osman’a kırılmışlardı.
II. Osman bazı ıslâhâtları yapmak niyetindeydi ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi. Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı.

Kızlar ağası Süleyman Ağa ile Hocası Ömer Efendi padişahı hacca gitmesi için ikna etmeye başladılar. Hacca gitmesine, askerler, Kayınpederi ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi ile Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şiddetle karşı çıkıyordu. Devreye kapıkulu askerleri girdi ve Padişah’ı hacca göndermek isteyen Ömer Efendi, Süleyman Ağa ve Veziriazam Dilâver Paşa’nın başını isteyerek başta Rumeli Kazaskeri Yahya Efendi olmak üzere ulemayı araya soktular. Fayda vermedi ve sonunda askerler isyan ederek Bâb-ı Hümâyun’dan içeri girdiler. Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştikten sonra, II. Osman Orta Camiye getirildi. Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın tâlimatıyla kemend ile boğulmak istendi. Muvaffak olunamayınca, Yedikule’ye götürüldü ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada şehid edildi. (Mayıs 1622). Ne yazık ki, bu fitnenin başında Sultân Mustafa’nın Vâlide Sultân’ı bulunmaktaydı.

II. Osman’ın öldürülmesi, Osmanlı tarihinin en acı olaylarından biridir ve maalesef Kanuni’nin oğlu Şehzâde Mustafa olayı gibi tarihin akışını değiştirmiştir. II. Osman, bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin yükselmesine sebep olan yeniçeri teşkilâtının artık çürüdüğünün farkına varmıştı ve bu gerileme sebebini ortadan kaldıramadan vefat etti.

Devrinin sadrazamları arasında Halil Paşa, Kara Mehmed Paşa ve Dilâver Paşa’yı; Şeyhülislâm ve kayın pederi Es’ad Efendi’yi, Nişancı Okçu-zâde Mehmed Efendi’yi ve ilim erbabından ise, Hoca Ömer Efendi ve Müezzinzâde Mahmûd Efendi’yi özellikle zikretmeliyiz.

ZEVCELERİ: 1- Âkile (Rukıyye) Hânım; Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin kızıdır ve hür kadınlardan nikâh ile evlenen nâdir kadınlardandır. 2- Ayşe Hanım; Pertev Paşa’nın torunu.
ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Ömer. 2-Şehzâde Mustafa. 3- Zeynep Sultân .

[Image: i17043bze61t.jpg]

Sultan IV. Murad Han
Babası: Sultan 1. Ahmed
Annesi: Kösem Sultan (Mahpeyker)
Doğum Tarihi: 27 Temmuz 1612
Tahta Çıkışı: 10 Eylül 1623
Ölümü: 19 Şubat 1640 gecesi
I. Ahmed’in Mah-peyker (Kösem) Sultân adlı hanımından 28 Cemaziyülevvel 1021 (27 Temmuz 1612) tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiş oğludur. 1032/1623 tarihinde Veliahd Şehzâde Murad, Dördüncü Murad ünvanıyla 11 yaşını 1 ay 15 gün geçe tahta çıkmıştır. Bunun en önemli sebebi, Sultân Mustafa’nın şuurdan mahrum bulunması ve Devletin de Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa’nın isyanı ve benzeri olaylar sebebiyle müthiş bir zaafa maruz kalmış olmasıydı. Tecrübeli devlet adamı Sadrazam Kemankeş Ali Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi ve Kazaskerlerle de meşveret ederek, çocuk yaşta olmasına rağmen Sultân Ahmed’in en büyük ve erşed şehzâdesi Murad’ın Padişah olmasını zaruri görmüşlerdi. Mecnûnun yani akıl hastasının imâmeti yani Halife olması caiz görülmediğinden Padişah’ın hal‘i gerektiğini ve oğluna dokunulmayıp Saray’daki odasında göz hapsine alınacağını Vâlidesine ilettiler ve 9 Eylül 1623 sabahı Sultân Murad’ı halife ve hükümdâr ilan ettiler.

Sultân Murad, Ebâ Eyyub’ül-Ensârî türbesinde, asrın maneviyat reislerinden Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin eliyle kılıç kuşanmıştır.

IV. Murad’ın saltanat devresini iki ana bölüme ayırmak icab etmektedir:

Birinci Safha: IV. Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlarının ve Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devredir (1032/1623-1041/1632). Bu devre, 8 küsur sene devam etti.

Sultân Murad işbaşına geldiğinde, Yeniçeriler çok fazla şımarmışlardı. Padişahın huzuruna kadar giren yeniçeri ağaları ve ocak çorbacıları, Padişahın adamlarını katletmeye kadar işi vardırmışlardı. Memlekette rüşvet ve yolsuzluk aşırı derecelere ulaşmıştı. Dış ve iç hazineler bomboş olduğundan ocaklara cülûs bahşişi bile verilememekteydi. Hatta Enderun’daki altın ve gümüş eşya Darphâneye gönderilerek cülûs bahşişi verilmeye çalışılmıştı.

Devletin itibarı ve siyasi durumu da iyi değildi. Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa isyan etmiş ve eline geçirdiği yeniçerileri katletmeye başlamıştı. Sultân Osman’ın kanını isterim diyerek Genç Osman olayını bahane edip Devlete kan kusturmaktaydı. Diğer tarafdan fırsatı ganimet bilen İran da Bağdad’da isyan çıkartmış ve hatta Bağdad’ı ele geçirmişti. Kısaca içeride celâlî denilen zorbalar ve dışarıda da İranlılar Osmanlı Devleti’ni sarsmaktaydı.

Böyle bir durumda IV. Murad’ın tahta geçmesine vesile olan Sadrazam Kemankeş Ali Paşa da gururlanmış ve suiistimallere başlamıştır. Bunu fark eden ve hakkı söylemekten çekinmeyen Şeyhülislâm Yahya Efendi, 1032/1623 Ramazan Bayramında vâki olan ziyâretinde Sadrazamın rüşvet ve zorbalıklara göz yumduğunu Padişah’a iş‘âr edince, durumu öğrenen Sadrazam hemen onun da aleyhine geçmiş ve dürüst Şeyhülislâm’ı bir kısım yalan ve iftiralarla görevinden aldırarak yerine biraz da sâkin tabî’atlı olan Es’ad Efendi’yi tayin ettirmiştir. Bu da devlet için büyük bir problemdir.

Böylesine sıkıntılarla Padişah olan IV. Murad, bizzat hükmedemiyordu. Hâkim devlet ricâli ve annesi idi. Şeyhülislâm Yahya Efendi’yi görevden aldıran ve suiistimallere adı karışan Kemankeş Ali Paşa’nın Padişah’tan Bağdad’ın düşmesini yalan söyleyerek saklaması, bardağı taşıran son damla oldu. Verilen idam kararıyla hayatına son verilen Sadrazamın yerine tecrübeli devlet adamı ve Kubbealtı veziri Çerkes Mehmed Paşa getirildi. Abaza Mehmed Paşa’yı takip için Doğu Anadolu’ya kadar gelmişti; ancak yolda vefât etti ve yerine Diyarbekir Beylerbeyisi Hâfız Ahmed Paşa tayin edildi. Kösem Sultân’ın büyük kızı Ayşe Sultân ile evlenip Damad sıfatını da alan Hâfız Ahmed Paşa, Abaza Mehmed Paşa’nın affedilip Erzurum Valiliğinde ibkası üzerine, Bağdad’da Bekir Subaşı’nın çıkardığı isyanı bastırmak üzere Bağdad tarafına serdar-ı ekrem ve sadrazam olarak hareket etti. İyi bir komutan olmadığından muvaffak olamadı ve 1626 yılında azledildi. İran Şahı Şah Abbas Bağdad isyânını körüklüyor ve hatta gönderdiği askerlerle onları destekliyordu. Bağdad Valiliği Bekir Subaşı’ya verilerek mesele halledilmek istendi.

Yerine Damad Halil Paşa ikinci defa sadrazam oldu ve yeniden patlak veren Abaza isyânını bastırmak üzere Erzurum’a gönderildi. Ancak bu da başarılı olamadı ve 1628 yılında görevden alındı. Bunun yerine muhteris, otoriter ve becerikli bir komutan olan Dâmâd Hüsrev Paşa Sadrazamlığa getirdi. Önünde Abaza isyanını bastırmak meselesi vardı. Büyük bir mahâretle bu problemi, 1628 yılının 9. ayında çözdü ve Abaza’nın askerleri terhis olundu ve kendisi de İstanbul’a getirildi. Sultân Murad, ağabeyi Osman’ın kanı için mücadele eden bu komutanı Bosna Beylerbeyi yaparak taltif etti. Mesele de halledilmiş oldu.

Ancak bu sırada İran Şahı Bağdad’da ikinci isyanı çıkarmış ve Bağdad üzerine yürüyerek burayı işgal etmişti. Bu İran’la savaş yapılacak demekti. Yeniçeriye dayanan ve emniyet ve âsayişi temin ediyorum diyerek epeyce zulümler icra eden Hüsrev Paşa, bizzat Bağdad üzerine yürüdü. Ancak Bağdad’ı alamadı ve 1631 yılının onuncu ayında bu görevden azledildi. Yerine de yine Dâmâd Hâfız Ahmed Paşa getirildi.

Hâfız Ahmed Paşa’nın işi zordu. Zira hem Tokat’taki ma’zul sadrazam ve onun işbirlikçisi olan Damad Receb Paşa ile uğraşmak zorundaydı ve hem de İran Devletine karşı olan savaşı yönetecekti. Gerçekten ikincisine sıra gelmeden hayatı sona erdi. Zira IV. Murad’ın zorba başı dediği Damad Receb Paşa yeniçeriyi ve kapıkulu sipahilerini isyana teşvik etti. Maalesef bütün bu isyan tahriklerinde Nâibe-i Saltanat Kösem Sultân’ın da müdahalesi vardı ve isyancıları destekliyordu. Bütün arzuları kukla bir padişahla devleti idare etmekti. 19 Receb isyanı diye bilinen bu isyan neticesinde Hâfız Ahmed Paşa, Padişah’ın gözü önünde isyancılar tarafından öldürüldü ve Zorbacı başı Receb Paşa 1632 yılının bu zorlu günlerinde Sadrazamlığa getirildi.

Sultân Murad, zorbacı başı Receb Paşa’nın entrikalarının ardında mâzul Sadrazam Hüsrev Paşa’nın bulunduğunu biliyordu. Ayrıca isyan eden zorbalar, sadece Ahmed Paşa’nın öldürülmesiyle yetinmiyorlardı. Es’ad Efendi’den sonra yeniden Şeyhülislâm olan Yahya Efendi’nin de bu görevden alınmasını istiyorlardı. Nitekim alındı ve yerine Ahizâde Hüseyin Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi. İsteklerinin sonu gelmiyordu. Sultân Murad evvela, Murtaza Paşa’yı tavzif ederek Tokat’taki Hüsrev Paşa’nın ele geçirilmesini istedi; teslim olmadı ve sonra da öldürülüp halka cesedi teşhir edildi. Bunun üzerine Receb Paşa yeniden kapıkulu askerlerini tahrik ederek 20 Şaban ihtilali diye bilinen ikinci isyanı çıkarttı. Veliahd Şehzâde Bâyezid Padişah yapılmak istendi; ancak muvaffak olunamadı. IV. Sultân Murad, ipleri ele almaya başlamıştı ve hemen devleti tehlikeye sokan Recep Paşa’yı 18 Mayıs 1632 tarihinde idam ettirdi. Bunun üzerine Sultânahmed Meydanına toplanan isyancı askerler yeniden anarşi çıkarmak istediler. Ancak Sultân Murad zeki davrandı ve açık bir divan yaparak âlimler, devlet ricâli ve askerlerin huzurunda, halkın da duyabileceği şekilde tarihî bir nutkunu îrâd eyledi. Anarşinin devletin temellerine girdiğini, ordunun savaşamaz hale geldiğini, askerin siyâset ile uğraşmaktan işini yapamadığını, devleti bir avuç zorba ve hırsıza yedirmeyeceğini, şerî’ata, kendisine ve kanuna itaat etmeyen kim olursa olsun hakkından geleceğini bildirdi. Padişah, “Allah’a, O’nun Peygamberine ve sizden olan ülü’l-emre itaat ediniz” mealindeki âyeti okudu ve tefsir etti. Arkasından “Habeşli bir köle dahi olsa başınızdaki âmirlere itaat ediniz” manasını taşıyan hadisi zikredip şerh etti. Ve şununla bağladı: “Sizin sadakatiniz şu vakit doğrudur ki, aranızda tefrikaya mahal vermeyesiniz. Aranızdaki müfsidleri barındırmayasınız. Allah’ın emrine ve Resûlüllah’ın hadisine aykırı hareket edenleri desteklemeyesiniz. Ben ki, halifeyim, bana itaat etmeyip celâliler ve haricîler mesabesindeki eşkıyaları desteklerseniz, memleketin hali ne olur?”.

Bu fevkalade ikna edici konuşmayı dinleyen halk ve devlet ricali, Padişah lehine çok büyük tezâhürât yaptılar ve IV. Murad’ın asıl saltanat yılları başlamış oldu.

İkinci Safha: IV. Murad’ın ikinci ve asıl saltanat safhasıdır ki, Receb Paşa’nın katledilip zorbaların tasfiye edildiği 1041/1632 yılından başlar ve vefâtına yani 1640 yılına kadar devam eder. Son sekiz yıl Sultân Murad’ın asıl saltanat yıllarıdır.

IV. Murad 21 yaşına gelmiş ve çocukluk devresini bitirerek devleti idare edecek tecrübeye sahip olmuştu. Devletin idaresini ele alır almaz, Tabanı Yassı Mehmed Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Evvela devlet toprakları üzerindeki emniyet ve âsâyişi temin etmeye başladı; sonra da Devleti tehdit eden başta İran olmak üzere dış tehlikelere yöneldi. Şimdi bunları da çok kısa olarak özetleyelim:

1) IV. Murad’ın ilk yaptığı icraat, Ağabeyi Genç Osman’ın ölümüne yol açan ve memlekette huzuru bozan zorbacıların elebaşılarını teker teker temizlemek oldu. Gerçekten Saka Mehmed, Gürcü Rıdvan, Cadı Osman ve benzeri eşkıya reisleri hemen idam edildi. Bunlardan Beyşehri, Seydişehri ve çevresini kasıp kavuran Deli İlâhî, İstanbul’a getirilerek katl olundu. Balıkesir çevresinde Solakoğlu diye bilinen İlyas Paşa, Küçük Ahmed Paşa’nın gayretleriyle ele geçirildi ve ortadan kaldırıldı. Yine Lübnan ve Suriye taraflarında zulüm rüzgarları estiren Dürzi lider Maanoğlu Fahreddin ve oğlu Mes’ud da İstanbul’a celb olunduktan sonra 1635 yılında idam edildiler.

2) İstanbul’da 1043/1633 yılında çıkan ve İstanbul’un yaklaşık beşte birini yakıp yıkan büyük yangın üzerine, bunu da bahane eden IV. Murad, zamanın Şeyhülislâmı Ahi-zâde Hüseyin Efendi’den de fetvâ alarak, tütün ekmeyi ve tütün içmeyi yasaklamıştır. Ancak Şeyhülislâmdan aldığı fetvâyla bununla kalmamış ve çıkarılan yasağa uymayanları, devlete isyan etmiş kabul edip katl etmeye başlamıştır. Solakzâde, tütün yüzünden katle şer‘î cevaz veren Şeyhülislâm sonradan idam edilince, kendisi hakkında “Cezây-ı sezâsını buldu” ifadesini kullanmıştır. IV. Murad, tütün yasağı ile yetinmemiş ve o devirde zorbaların, işsizlerin ve de eşkıyanın toplantı yerleri haline gelen kahvehâneleri de hem kapatmış ve hem de yasağa rağmen içki içip sarhoş olanları gerekli cezalarla cezalandırmıştır. Her iki hadiseyi de, memlekette kaybolan huzuru yeniden tesis etmek gayesiyle ve de eşkıyanın gözünü korkutmak için yaptığı ifade edilen Sultân Murad, bazı tarihçilere göre, bütün Osmanlı arazilerinde yaklaşık 20.000 eşkıyayı ortadan kaldırmıştır. Elbette ki bütün tasfiyeler sırasında bazı mazlumlar da zulme maruz kalmış olabilir.

3) Sultân Murad’ın eski Osmanlı Padişahlarından farklı olarak yaptığı bir icraat da, o zamana kadar “Görevden azl olunur ve nefy olunabilir; ancak katl olunmaz” diye bilinen kuralı çiğneyerek, ulemâ sınıfından bazı insanları da idam ettirmesidir. 1043/1633 yılında İzmit, İznik ve Bursa taraflarına doğru düzenlediği teftiş seyahatinde, rüşvet iddiaları ve yolsuzluk ithamları yüzünden İznik Kadısını idam ettirmiştir. Bu durumu, teessüfle Vâlide Sultân’a bir tezkire ile duyuran ve tezkiresinde “Kendülerini bedduadan sakınırız. Umulur ki, siz kendilere nasihat buyurub âlimler zümresinin hayır duasını aldırasınız; ecdadının hürmet gösterdiği bu zümreye Padişah da hürmet göstere” ifadelerini kullanan Şeyhülislâm Ahi-zâde Hüseyin Efendi, Vâlide Sulân tarafından hemen menfi ithamlarla Padişah’a ihbar edilmiştir. Maalesef Sultân Murad, Şeyhülislâmı Padişaha isyan hazırlığı suçundan idam ettirmiştir. Bu Şeyhülislâm, kardeş katline de karşı çıkan ve bunu bizzat Sultân Murad’a hatırlatan cesur bir ilim adamıdır.

4) Osmanlı Devleti’nin iç ahvâlindeki bu karışıklıktan istifade eden İran Şah’ı, yeniden Bağdad’a saldırmış ve Bağdad’ı ele geçirmiştir. Padişah, sadrazamları tarafından yapılan harekâtlar netice vermeyince, bizzat kendisi İran üzerine iki ayrı sefer düzenlemiştir. Birinci İran Seferi, Revan Seferi diye meşhurdur. 1635 yılında yapılan bu sefer neticesinde, Revan (Erivan) alınarak Tebriz taraflarına da akın yapılmıştır. On ay sürmüştür. İkinci İran seferi ise, Bağdad Seferi diye bilinmektedir. İranlıların Revan’ı yeniden ele geçirmeleri üzerine 1638 yılında Padişah Bağdad’a yürümüştür. Uzun süren bir muhasaradan sonra 1639 yılında Bağdad yeniden Osmanlı Ülkesine katılmıştır. Bu savaşta Osmanlı Sadrazamı Tayyar Mehmed Paşa şehid olmuştur. Daha sonra Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın başkanlığında yürütülen sulh müzâkereleri neticesinde İranlılarla Kasr-ı Şirin Andlaşması yapılmış ve savaşlara son verilmiştir. Bu antlaşma ile Erivan ve Azerbaycan İran’da; Bağdad ve havalisi ise Osmanlı Devleti’nde kalmıştır. Artık, IV. Murad, Fâtih-i Bağdad ünvanını kazanmıştır.

Sultân Murad, büyük bir karşılama ile İstanbul’a döndü. Ancak nikris hastalığına müptelâ idi. Nihâyet tedâviler netice vermeyince, Ramazan Bayramının 2. günü yatağa düşen Sultân, 8.2.1640 tarihinde vefât eyledi. Cenaze merâsiminde gazalarda bindiği üç atının eğerleri ters takılarak cenazenin önünde yürütülmesi, İslâmiyet’te yok ise de, İslâma kesin aykırı bir âdet de değildir .

[Image: i17044bpa6mo.jpg]

Sultan İbrahim Han
Babası : Sultan I. Ahmed
Annesi : Kösem Sultan (Mahpeyker)
Doğduğu Tarih : 4 Kasım 1615
Padişah Olduğu Tarih : 9 Şubat 1640
Tahttan İndirildiği Tarih : 8 Ağustos 1648
Öldürülmesi : 18 Ağustos 1648
Sultân I. Ahmed’in Mahpeyker Kösem Sultân’dan 1615 yılında dünyaya gelen çocuğu olan I. İbrahim, 24 yaşında 1640 yılında ağabeyi IV. Murad’ın vefatından sonra tek Osmanoğlu olarak tahta oturdu. Kendisinden başka Osmanoğlu mevcud değil idi. Maalesef, kendisi diğer Osmanlı Padişahları derecesinde tahsil ve terbiyesini tamamlamamıştı. Zira hayatını zindan gibi olan kendi dairesinde geçirmiş; dört ağabeyinin idamını bizzat yaşadığı gibi, II. Osman ve IV. Murad zamanlarında olan acı olayları da bizzat yaşamıştı. Bütün bunlar, vücudunda bazı arızalara ve hatta tarihçilerin nakline göre şiddetli bir migrene yol açmıştı. Kendisini tahta davet eden ulemâ, devlet ricali ve Vâlide Sultân’a mütereddit bir sima ile bakan ve saltanatta aslâ niyeti olmadığını ifade eden Sultân İbrahim, tahta oturduktan sonra da, “Elhamdülillah, Ey Rabbım! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama layık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoş hal eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle” diye dua etmiştir.

Sultân İbrahim, lehinde ve aleyhinde olmak üzere iki durumla karşı karşıyaydı. Lehinde olan durum, dürüst ve ciddi bir devlet adamı olan Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın veziriazam olmasıydı. Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin de yardımlarıyla, aleyhlerindeki bütün tahriklere rağmen, I. İbrahim’in ilk yıllarında devlet idaresini epeyce rayına koymuştur. Hazinenin gelir-gider muvâzenesini muhafazaya çalışmış; sikke yani paranın değer ayarlamasını düzene sokmuş ve devlete ciddiyet getirmeye çalışmıştır.
Maalesef, başta Vâlide Sultân olmak üzere, bir kısım ehliyetsiz devlet adamlarının tahriklerine kapılan Sultân, Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı 1644 yılında idam ettirmiştir. Bir ay sonra Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin de ölümü, devletin kadınların, ağaların ve ehliyetsiz kişilerin eline geçmesine sebep olmuştur. Bunun en acı misâllerinden birisi, zaten yetişmemiş olan Padişah’a kanunları çiğneyerek bedava makamlar elde eden Safranbolu’lu Hüseyin Efendi’nin Hace-i Sultânî olarak tayin edilmesidir. Cinci Hoca da denmektedir. 1644 yılında Anadolu Kazaskerliğine kadar yükselmiştir. Buna rikâbdarlıktan II. Vezirliğe yükselen Yusuf Ağa ve sonradan Paşa’yı da ekleyebilirsiniz. Yusuf Paşa’nın rüşvet ve hediye düşkünü bir devlet adamı olduğu yönünde ithamlar vardır.

Aleyhinde olan durum, annesi ve Vâlide Sultân olan Kösem Sultân’ın varlığıdır. Biraz önce saydığımız olumsuzlukların başında da, maalesef bu kadın bulunmaktadır. Önceleri, annesinin ihtirasını bildiği için, Topkapı’dan Eski Saray’a göndererek bu dertten kurtulmak istemiştir. Ancak muvaffak olduğunu söylemek mümkün değildir. Maalesef, Kara Mustafa Paşa’dan sonra vezir-i azam olan Semin Mehmed Paşa da, bu aleyhteki durumu daha da kötüleştiriyordu.

Bütün bunlara rağmen, Katoliklerin zulmünden bıkan yerli Ortodoks Rumların Venediklilerden rahatsızlığından da istifade edilerek, 1645’de Malta üzerine sefere karar verildi. Serdârlık Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa’ya verildi. 1645 Ağustosunda 45 gün süren Hanya muhasarası zaferle sonuçlandı. Ancak acele davranıldı ve Osmanlı ordusu Girit’ten çekildi. 1646 yılında Deli Hüseyin Paşa serdârlığında 2. Sefer yapıldı, ancak Kandiye fethedilemedi. Ada ikiye bölünmüştü (1648).

Sultân İbrahim zamanında, Vâlide Sultân kısmen devre dışı bırakılmış ise de, devlet işlerine kadınların müdahalesi önlenememiştir. Padişahın aile hayatına düşkünlüğü, onu kadınların avucuna ister istemez itmiştir. Hakkındaki sefihlik iddiaları doğru değildir. Zira IV. Murad gibi otoriter; I. Mustafa gibi biçare ve III. Murad gibi fazla kadına düşkün değildir. Gençliğinde buhranlı bir hayat yaşaması, diğer sultânlar gibi kendini fazla yetiştirememesi, Osmanlı neslinin devamı için devamlı kadınlar tarafından özel hayata teşvik edilmesi, Şeker-pare denilen musâhibeler gibi onu eğlenceye teşvik eden câriyelerinin fazla oluşu, kadınların bu yakınlıklarını devletin imkânlarını çarçur etmekte kullanmaları, I. İbrahim’in cidden eksik olan yönleridir. Hele Telli Haseki başta olmak üzere, kendi hanımlarına aile fertlerinden daha fazla önem verir hale gelmesi, işi çığırından çıkarmıştır. Bunların tahriki ile Sultân İbrahim’de başlayan lüzumsuz samur merakı, bu olumsuzluklardan sadece biridir.

Önemle ifade edelim ki, bütün bu anlatılanlardan Sultân İbrahim’in gayr-i meşru bir hayat yaşadığı anlaşılmamalıdır. Zira özel hayata düşkünlük ile, gayr-i meşru hayat tamamen farklı şeylerdir.

Bütün bu olaylar, devlet idaresinde sıkıntılara yol açmış; israf ve bunun karşılığında gelirlerin azalması devleti sarsmaya başladı. Bunlardan biri de, Sivas Valisi Varvar Paşa’nın isyanıdır (1647). Ocak ağaları yeniden cuntalaşıp devleti soymaya başlayınca, Padişah bunların haklarından gelmek istedi ise de, olay duyuldu ve ihtilal çıktı. 1648 Ağustosunda asilerin isteği üzerine Sadrazam Hezar-pâre Ahmed Paşa azl edildi ve sonra asilerce öldürüldü. Ağaların adamı olan Sofu Koca Mehmed Paşa, sadrazamlığa getirildi. İhtilâlin arkasında nâibe-i saltanat olmak isteyen Kösem Sultân vardır. Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi’yi de yanına alan sadrazam tarafından, Ağustos 1648 tarihinde hal’ edildi ve bir odaya haps olundu. 7 Ağustos 1648’de henüz 7 yaşındaki IV. Mehmed’e, hem şer’-i şerife ve hem de kanuna aykırı olarak bî’at edildi. Sonra Şeyhülislâmın, “İki halife bulunduğu zaman, fitneyi önlemek için birini katlediniz” şeklindeki fetvâsına dayanılarak I. İbrahim hal’inden 11 gün sonra boğularak şehid edildi.

Zamanındaki sadrazamlar arasında Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Semin Mehmed Paşa ve Hezâr-pâre Ahmed Paşa’yı; Şeyhülislâmlar arasında Zekeriya-zâde Yahya Efendi ve Abdurrahim Efendi’yi ve diğer devlet adamları arasında Kaptan-ı Derya Deli Hüseyin Paşa, Kaptan-ı Derya Damad Fâzıl Paşa ve Nişancı Ahmed Paşa’yı zikr edebiliriz.

ZEVCELERİ: 1- Hatice Turhan (Tarhân) Vâlide Sultân; Rus asıllı bir câriyedir ve uzun yıllar nâibe-i saltanatlık yapmıştır. IV. Mehmed’in annesi. 2- Sâliha Dil-aşûb Vâlide Sultân; II. Süleyman’ın annesi ve câriye. III. Haseki olduğu sanılıyor. 3- Hatice Muazzez Sultân; II. Haseki’dir ve II. Ahmed’in annesidir. 4- Hüma Şah Haseki Sultân (Telli Haseki); Sultân İbrahim’in en çok sevdiği Haseki’si. Nikâh ile kadınlığa alındı. 5- Ayşe Sultân; 4. Haseki. 6- Mâh-i Enver Sultân; 5. Haseki. 7-Şivekâr Sultân; 6. veya 7. Haseki.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Mehmed IV. 2-Şehzâde Süleyman II. 3-Şehzâde Murad. 4-Şehzâde Selim Hân. 5-Şehzâde Osman. 6-Şehzâde Ahmed II. 7-Şehzâde Süleyman. 8-Şehzâde Bâyezid. 9- Fatma Sultân. 10- Ümmü Gülsüm Sultân. 11- Ayşe Sultân. 12- Gevher Hân Sultân. 13- Kaya Sultân. 14- Beyhan Sultân. 15- Atîka Sultân .

[Image: i17045bmldsl.jpg]

Sultan IV. Mehmed Han
Babası : Sultan İbrahim
Annesi : Hatice Turhan Sultan
Doğduğu Tarih : 2 Ocak 1642
Padişah Olduğu Tarih : 8 Ağustos 1648
Tahttan İndirildiği Tarih : 8 Kasım 1687
Ölümü : 6 Ocak 1693
Osmanlı tahtına, İslâm hukukunun aradığı şartların çoğunluğu bulunmadan gelen IV. Mehmed, I. İbrahim’in Turhân Hatice Sultân’dan 1642 yılında dünyaya gelmiş ve 7 yaşına basmadan Ağustos 1648’de Padişah olmuş müstesna bir şahsiyettir. Kendisini devlet işlerinden uzaklaştırdığı için oğlunun idamına dahi göz yuman Kösem Sultân, 7 yaşındaki torununu tahta geçirmekle, istediğine kavuşmuştur. Ertuğrul Gâzî, Osman Gâzî ve Kanuni’den sonra en uzun süre tahtta kalan Osmanlı Padişahıdır ve 39 yıl tahtta kalmıştır. Ava merakı sebebiyle Avcı Mehmed de denen IV. Mehmed’in saltanat yıllarını dört safhaya ayırmak icab etmektedir:

Birinci safha, Ağustos 1648-Eylül 1651 yılları arasında, Kösem Sultân’ın nâibe-i saltanat yani bir nevi padişah yerine padişahlık yaptığı dönemdir ki, Osmanlı Devleti’nin en acı günlerinden bir parçadır denilebilir. Zira bu döneme Ağalar Saltanatı da denmiştir. Çünkü Nâibe-i Saltanat olan Kösem Sultân, işlerini ağalar eliyle yürütmüştür. Sofu Mehmed Paşa da, kukla bir sadrazam durumundadır. Başlarını Kara Murad Ağa’nın çektiği ağaların hedefi, servetlerini arttırmak ve maalesef sefih sayılabilecek derecede hayatlarını yaşamaktı. Bunları kullanan Kösem Sultân ise, kendisini Eski Saray’a süren ve hatta idamla tehdit eden I. İbrahim’i tasfiye etmekle, devleti tek başına idare etme emeline ulaşmış görünüyordu. Sofu Mehmed Paşa ise, Atabekler ve Veliahdler gibi devleti idare etmek istedi ise de bu saltanatı, Sipahiler ile Yeniçerilerin Sultânahmed Meydanında karşı karşıya gelecek kadar isyan etmeleri ile sarsıldı ve 1649 yılında azledilerek katl olundu. Bunun üzerine, tamamen usullere aykırı olarak Yeniçeri Ağası Kara Murad Paşa sadrazamlığa getirildi.

Ancak arkasında asıl Vâlide Sultân Turhan Sultân’ın bulunduğu ve bir nevi halk isyanına dönüşen kargaşa bastırılamıyor ve Osmanlı Devleti kan kaybediyordu. Daha sonra, sırasıyla Melek Ahmed Paşa ve Abaza Siyavuş Paşa’nın sadrazam olması da işi değiştiremedi. Ağalar isyanı devam ediyordu. Kösem Sultân’ın IV. Mehmed’i öldürüp yerine Şehzâde Süleyman’ı getirmek istemesi, sonunu getirdi ve 1651 yılının bir Eylül gecesi Kösem Sultân öldürüldü. İçeride bu ihtilâllerin yaşanması, Girit’te devam eden savaşa yardımı da engelliyordu. Böylece birinci dönem atlatıldı. IV. Mehmed sadece olan bitenleri seyrediyordu.

İkinci safha, Eylül 1651-Eylül 1656 tarihleri arasındaki IV. Mehmed’in annesi olan Turhan Hatice Sultân’ın Nâibe-i Saltanat olduğu dönemdir. Devletin hazinesini soyan ağalar saltanatına son verildi ve 39 ağa yakalanarak idam edildi. Tamamen iflas noktasına gelen devlet hazinesine bir ayar verilmek üzere, malî konularda tam yetkili olmak şartıyla, 1652 yılının Haziran ayında Tarhuncu Ahmed Paşa sadarete getirildi. Tarhuncu Lâyihası diye meşhur olan bütçesini hazırladı. Dertlere çare olamayınca, 1656 yılına kadar 10’a yakın sadrazam değiştirildi. Devleti, Baş Mimar Kasım Ağa, Koçi Bey, Solakzâde, Şâmî-zâde Mehmed Efendi ve lalası İbrahim Ağa müşavirliğinde Turhan Sultân idare ediyordu. Ancak devlet, şîrazeden çıkmıştı ve dış baskılar da artıyordu. Tecrübeli müşâvirlerinin şiddetli tavsiyeleri ile, devleti tek başına idare etmek ve Vâlide Sultân işe karışmamak şartıyla, tecrübeli ve yaşlı vezir Köprülü Mehmed Paşa, Eylül 1656’da sadrazamlık makamına getirildi. Artık Köprülü’ler devri başlıyordu. Bu ikinci safhada tek müessir olan Vâlide Sultân’dır. Yani bir nevi Osmanlı Padişahlığı makamında Padişah’ın annesi oturmaktadır. Ancak Turhan Sultân, devleti Köprülü ailesi gibi asil bir aileye teslim etmekle, kendisiyle birlikte Osmanlı tarihindeki kadınlar saltanatına son vermiştir.

Üçüncü safha, Osmanlı Devleti’ne rahat bir nefes aldırtan Köprülü’ler devridir (Eylül 1656-Ekim 1676). Bu dönemde aynı aileden iki sadrazam iktidara gelmiştir. Köprülü Mehmed Paşa (1656-1661) ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa (1661-1676). IV. Murad’ı kendine model alan Köprülü Mehmed Paşa, Kanuni devrini yeniden yaşatmıştır denilebilir. Makam korkusuyla Girit Serdârı Gâzî Hüseyin Paşa’yı idam ettirmesi hatalı bir hareket olarak kabul edilmektedir. Ancak sonradan yaptıkları bunu telafi etmiştir. Köprülü Mehmed Paşa, evvela isyan eden Erdel Prensinin üzerine yürüdü ve Balkanlarda önemli başarılara imza attı. Uyvar fethedildi ve Erdel Osmanlı Devleti’ne bağlandı. (1658 ). Arkasından Anadolu’da Beylerbeyilerin de desteklediği ve tamamen sadrazamı hedef alan yeni bir Celâlî İsyanı başlamıştı. 31 paşanın idamıyla sonuçlanan bu isyanı bastırdı ve Anadolu’da Celâli isyanlarının sonunu getirdi. 1659’da Kırım Tatarları ile birlikte Rus ordusunu dağıttı. Onun döneminde 1661 Temmuz’unda İstanbul’un üçte birini yakan büyük yangın yaşandı ve beş yıllık sadaretten sonra Ekim 1661’de Edirne’de vefat etti.

Yerine geçerek 26 yaşında sadrazam olan oğlu Fâzıl Ahmed Paşa da, babasının başarılarını sürdürdü. 1663’de Almanlara karşı açılan harp 1664 yılının Ağustos Ayında Vasvar Andlaşması ile sona erdi. Zitvatorok Andlaşmasının tekrarı mahiyetindeydi. Fâzıl Ahmed Paşa döneminde başarılan işlerden biri de yıllardır devam eden Girit seferinin sona ermesi ve Girit’in fethedilmesiydi (1670). Bunu, Ukrayna meselesi yüzünden çıkan Polonya Harbi takip etti (1670). IV. Mehmed’in de katıldığı bu Lehistan seferinde, 1672 yılında Kamaniçe Kalesi feth edilince, Varşova’da panik başladı ve aynı yıl barış andlaşması imzalandı. Bu barış tekrar bozuldu ve 16767 yılında imzalanan nihâî andlaşma ile sulh uzun yıllar devam etti. Aynı yıl Fâzıl Ahmed Paşa vefat etti.

Dördüncü safha, 1676-1683 yılları arasında devam eden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa devridir. Köprülü’lerden sonra sadrazamlığa getirilen bu büyük devlet adamı, ilk problem olarak Ukrayna yüzünden patlak veren Rusya Savaşı ile meşgul oldu. 1677 yılında Çehrin’deki zor kuşatmada netice elde edilemeyince, IV. Mehmed ve sadrazamı 1. Rusya seferi için 1678 yılında yola çıktılar. I. Rusya seferi, 1680 yılında Çehrin’in alınması ile zaferle sona erdi ve bunu aynı yıl başlayan 2. Rusya Seferi takip ettiyse de, bu da 1681 yılında imzalanan Edirne Andlaşması ile tamamlanmış oldu. Bu gelişmeler, Osmanlı Devleti için büyük bir itibar kazanılmasına vesile oldu. Bundan rahatsız olan ve tecavüzlere başlayan Almanlara da 1683 yılında harp ilan edildi ve IV. Mehmed’in de katıldığı bu sefer, Osmanlı Devlet ricalinin ikiye ayrılmasıyla sonuçlandı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Almanya’nın taht şehri olan Viyana’nın alınmasını teklif ederken, başını Kırım Hanı Murad Giray’ın çektiği diğer devlet ricali, zaten ayağa kalkmış olan Avrupa’nın Almanya’nın yanında yer alacağını belirterek, sadece Yanıkkale’nın alınmasıyla yetinilmesini savunuyordu. Kara Mustafa Paşa’nın fikri ağır bastı ve onun serdârlığındaki Osmanlı ordusu 12 Eylül 1683 tarihinde Viyana önlerinde müttefik haçlı seferleriyle karşı karşıya geldiler. Maalesef, Kırım Hanı Murad Giray, şahsî sebeplerle ve neticeyi düşünmeyerek ihanet etti ve Türklerin elindeki Tuna Köprüsünden düşman askerlerinin geçişini uzaktan seyretti. Neticede 11 Eylül 1683 tarihinde beklenen hezimet geldi ve Osmanlı ordusu binlerce şehid vererek ve çok kıymetli hazinelerini kaybederek geri çekilmeye mecbur oldu. Bu, Osmanlı tarihinin en ağır mağlubiyeti idi. Bu mağlubiyette, askerin sefih hayatının ve eski Osmanlı ordusunun olmayışının da büyük etkisi vardı.

Viyana bozgunu, Kanuni’den beri gelip giden duraklama devrini resmen başlatmış oldu. Artık 1071’den beri devam eden Müslüman Türk Milletinin cihad zaferleri sona eriyor ve Avrupa galebe çalmaya başlıyordu.

Bu arada devletin rükn-i azamı denilen Turhan Sultân Temmuz 1683’de vefat etmişti. Aralık 1683 tarihinde IV. Mehmed aleyhteki tahriklere dayanamayarak istikametli sadrazamı azletti ve 50 yaşını doldurmadan idam sehpasına yollandı. Artık Osmanlı tarihinde kaht-ı ricâl devri başlıyordu. Viyana bozgunu ile Karlofça Andlaşması (1699) arasında geçen 15 yıl Osmanlı Devleti için felâket seneleri oldu. Venediklilerin ve Almanların başını çektiği haçlı kuvvetleri fırsatı ganimet bilerek, 1684 yılında Osmanlı Devleti’ne harp ilan ettiler. Sadrazam Kara İbrahim Paşa’nın beceriksiz idaresindeki Osmanlı orduları, zafere koşamıyor ve maalesef Eylül 1686’da Budin düşüyordu. Osmanlı kuvvetleri Budin’i çok iyi müdafaa ediyordu, ancak Budin’de büyük kayıplar vermelerine rağmen yeniden toparlanan haçlı orduları, 160 yıl önce perişan oldukları Mohaç Meydanında Osmanlı ordusunu geriye çekilmeye mecbur ediyorlardı.

Liyakatsiz devlet adamlarının elinde perişan olan devletin hali IV. Mehmed’i hasta etmişti. Köprülü ailesini iktidardan düşürdüğü için Padişah’dan rahatsız olan Köprülü-zâde Fâzıl Mustafa Paşa ve benzeri devlet adamlarının gayretleriyle Kasım 1687 yılında hal’ edildi ve ancak idam olunmadı. Yerine II. Süleyman tahta geçirildi. Hal’inden 5 yıl sonra Edirne Sarayı’nda Ocak 1693 tarihinde vefat etti.

Kendisine Avcı Mehmed lakabını verdirten av ibtilâsı dışında, hiç bir kötü alışkanlığı yoktu. İçkiyi Osmanlı ülkesinde şiddetle yasaklamıştı. Kahvehâneleri kapatmıştı. Kendisi beş vakit namazını cemaatle kılıyordu. Kısa bir süre tahsil görebildiği için diğer Osmanlı Padişahları gibi âlim değildi.

ZEVCELERİ: 1- Meh-pâre Emetüllah Râbi‘a Gülnûş Vâlide Sultân; Gülnûş Sultân diye bilinir. Giritli bir ailenin kızıdır. II. Mustafa ve III. Ahmed’in annesidir. 2- Afife Kadın. 3- Gülnâr Kadın. 4- Kâniye Haseki. 5- Siyavuş Haseki. ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Sultân Mustafa II. 2-Şehzâde Sultân Ahmed III. 3-Şehzâde Bâyezid. 4-Şehzâde İbrahim. 5-Şehzâde Süleyman. 6- Fatma Sultân. 7- Hatice Sultân. 8- Emetüllah Küçük Sultân. 9- Fatma Sultân. 10- Ümmî Sultân .

[Image: i17046bb4ini.jpg]

Sultan II. Süleyman Han
Babası : Sultan İbrahim
Annesi : Saliha Dilâşub Sultan
Doğduğu Tarih : 15 Nisan 1642
Padişah Olduğu Tarih : 8 Kasım 1687
Ölümü : 22 Haziran 1691
II. Süleyman, Sultân I. İbrahim’in Hasekisi Sâliha Dil-âşûb Vâlide Sultân’dan 1642 yılında dünyaya gelen ikinci oğludur. Osmanlı tarihçileri II. Süleyman ve Avrupalı tarihçiler ise, III. Süleyman derler. Çünkü I. Süleyman, Osmanlı tarihçilerinin Emir Süleyman dediği Yıldırım’ın oğludur. Hocaları Arabzâde Abdülvehhâb Efendi ve Celvetî Şeyhi Atpazarî Osman Fâzıl Efendi’den ciddi bir eğitim görmesine rağmen, yaşadığı kafes hayatının etkisiyle, eski Osmanlı Padişahlarını andıran bir şahsiyeti yoktu. 1687 yılında isyancıların IV. Mehmed’i tahttan indirmesiyle Padişah olmuştur. Padişah olduğunda Osmanlı Devleti, içte ve dışta buhranlı günler yaşamaktaydı.

İçerde devletin yaya kuvvetleri olan yeniçeriler ve süvari kuvvetleri olan sipahiler, bir kısım devlet adamlarının görevden alınması bahanesiyle isyan halindeydiler. Kasım 1687’den Mart 1688’e kadar 4 ay süren zorbaların isyan hareketleri neticesinde, Sadrazam Siyavuş Paşa katledildiği gibi, zorbacı başı Hacı Ali Yeniçeri Ağalığına, Tekeli Ahmed ve Deli Pîrî gibi bazı zorba başları da istedikleri makamlara tayin edildiler.

İçerideki bu kargaşayı fırsat bilen düşman da dört cepheden Osmanlı Devleti’ne saldırıyordu. Avusturya, Almanya, Venedik ve Ruslar dörtlü müttefikler halinde Osmanlı topraklarına saldırıyorlardı.

Her sene bir sadrazam ve serdâr değişikliğine gidiyordu. Macaristan’da kan gövdeyi götürüyor ve General Caraffa eyâlet merkezi Eğri’yi 1687’nin son ayında teslim alıyordu. Almanlar, Müslüman bir şehir olan Eğri’yi her şeyiyle Hıristiyan bir şehir haline getirdi ve yüzlerce cami harap edildi. Aynı yıl Venediklilerin güçlü kumandanı Morosini de, Mora’yı Osmanlı kuvvetlerinin elinden alıyordu. Avusturya cephesi kumandanı Yeğen Osman Paşa ile sadrazam İsmail Paşa arasındaki kavgalardan istifade eden Avusturya (Nemçe) kuvvetleri 1688 Eylül’ünde Belgrad’ı zapt ettiler. 100’ün üzerinde cami kiliseye çevrildi.

Polonya (Lehistan) ve Rusya cephelerinde ise, kara gün dostu Kırım Hanı Selim Giray’ın kahramanlıklarıyla zafer Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Avusturya’nın sulha yanaşmaması ve diğer haçlı kuvvetlerinin de onlara destek çıkması üzerine Padişah sefere çıktı. Ancak Sofya’ya kadar gelen Padişah, serdâr Recep Paşa’nın mağlubiyeti, orduda isyan belirtilerinin başlaması ve de Niş’in düşmesi üzerine, geri döndü.

II. Süleyman, bütün bu sıkıntılar karşısında, Şeyhülislâm Debbağ-zâde Mehmed Efendi’nin tavsiyeleriyle Köprülü-zâde Fâzıl Mustafa Paşa’yı, ağalar işlere karışmamak şartıyla sadrazamlığa getirdi (Ekim 1689). Sadrazam’ın ilk icraatı, yersiz bazı vergileri kaldırarak re’âyâyı memnun etmek oldu. Arkasından kendisi cepheye gitmek istediğinden, kendisi cephede iken Sultân’a etki edecek bütün ağaları devreden çıkarmak oldu. Nisan 1690’da Kanije’nin düşmesi haberi gelmesine rağmen, sancağı alarak Avusturya cephesine koşan Fâzıl Mustafa Paşa, Eylül 1690’da Semendire’yi ve Kasım 1690’da ise Belgrad’ı geri aldı. İstanbul’a geldiğinde Padişah bizzat karşıladı ve sevincini belirtti. Bu arada fitne ateşi sönmüyordu. Padişah’ın hastalığından ve sadrazamın yaptıklarından rahatsız olan bazı çevreler, ısrarla saltanatta değişiklik istiyorlardı. II. Almanya seferine çıkmak üzere Edirne’ye gelen II. Süleyman burada vefat etti. Yerine sadrazamın da tesiriyle küçük kardeşi II. Ahmed getirildi.

Zevceleri şunlardır: 1- Hatice Haseki; Baş Kadın 2- Behzâd Haseki. 3- İvaz Haseki. 4- Sülün Haseki. 5-Şeh-süvâr Haseki. 6- Zeyneb Haseki. Çocukları yoktur. Zira şehzadeliğinde çocuk sahibi olmasına müsaade edilmemiş ve padişahlığında da çocuğu olmamıştır. Aslında gençliğinde iyi bir eğitim alan II. Süleyman, aynı zamanda meşhur bir hattat idi. Müstakim bir padişah olan II. Süleyman, ömründe bir tek vakit namazını terk etmemiştir. Şer’-i şerife aykırı tek bir hali görülmemiş ve kimseye de kızmamıştır

[Image: i17047bc9c36.jpg]

Sultan II. Ahmed Han
Babası : Sultan İbrahim
Annesi : Hatice Muazzez Sultan
Doğduğu Tarih : 25 Şubat 1643
Padişah Olduğu Tarih : 22 Haziran 1691
Ölümü : 6 Şubat 1695

II. Ahmed, I. İbrahim’in 3. Oğludur ve Hatice Muazzez Haseki’den 1643 yılında dünyaya gelmiş olup, IV. Mehmed ve II. Süleyman’ın küçüğüdür. Köprülü’nün etkisiyle padişah olduğu ve Haziran 1691’de tahta oturduğu bilinmektedir.

Tahta çıktığında sadrazam Fâzıl Mustafa Paşa, II. Almanya seferi için Sofya’ya ulaşmak üzereydi. Burada Padişah’ın mührü ile samur kürkü aldı ve sefere devam etti. Baden markisi Ludwig’in kumandasındaki imparatorluk kuvvetleri ile Osmanlı kuvvetleri Salankamen’de bir araya geldi. Ancak bazı Osmanlı kurmaylarının Kırım ordusunu beklemeden serdarı taarruza erken başlamaya ikna etmeleri, hem Fâzıl Mustafa Paşa’nın şehid olmasını ve hem de ordunun mağlubiyetini netice verdi (Ağustos 1691). Saadet Giray Han’ın beceriksizliği ve Osmanlı kurmaylarının aceleciliği, hazır bir zaferi elden kaçırmıştı.

Köprülü-zâde’nin yerine vasıfsız bir devlet adamı olan Arabacı Hoca Kadı Ali Paşa sadrazam yapıldı ve Almanya cephesi serdarlığına da yaşlı vezirlerden Koca Halil Paşa getirildi. 1691’e kadar devam eden savaşta Almanlar bazı yenilgilere maruz kalınca, Türkçe’yi iyi bilen Kont Marsigli’yi sulh için gönderdiler ise de, anlaşma sağlanamadı.

Venedikliler de boş durmuyordu. Papalık ve Floransa’nın desteğiyle Girid’e kadar gelip Hanya’yı kuşattılarsa da, Ağustos 1692 yılında büyük kayıplarla çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada sadrazam Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa’nın serdar-ı ekrem olarak sefere çıkması, Belgrad’ı kuşatan Alman kuvvetlerinin Cafer Paşa tarafından perişan edilmesi ve Kırım Hanı Selim Giray’ın Erdel’e girmesi, Osmanlı kuvvetlerini epeyce ümitlendirdi. Ancak haçlı kuvvetlerini arkasına alan Venediklilerin Eylül 1694’de Sakız Adasını teslim almaları İstanbul’u endişeye düşürdü. Bu sıkıntıya dayanamayan II. Ahmed, Sakız’ın geri alınışını göremeden Edirne’de Şubat 1695 yılında vefat etti. 52 yaşındaydı. Bizzat kendisinin yazdığı Kur’ân’ı ve hatıra defteri ile meşhur olan II. Ahmed, Arapça ve Farsça’ya mükemmel denecek kadar vâkıftı. Devlet meseleleri ile diğer iki ağabeyinden daha ilgiliydi.

Tek bir kadın efendisi bilinmektedir ki, Râbi‘a Haseki Sultân’dır ve Haseki Sultân diye anılmaktadır. Çocukları ise şunlardır: 1- Âsiye Sultân. 2- Hatice Sultân. 3- Âtika Sultân. 4-Şehzâde Selim. 5-Şehzâde Abdullah. 6-Şehzâde Sultân İbrahim Hân .

[Image: i17048bno1o2.jpg]

Sultan II. Mustafa Han
Babası : Sultan IV. Mehmed
Annesi : Emetullah Rabia Gülnûş Sultan
Doğduğu Tarih : 5 Haziran 1664
Padişah Olduğu Tarih : 6 Şubat 1695
Tahtan İndirildiği Tarih : 23 Ağustos 1703
Ölümü : 8 Ocak 1704
Sultân II. Mustafa, IV. Mehmed’in Emetüllah Gülnûş Sultân’dan 1664 yılında dünyaya gelen oğludur. Amcası II. Ahmed’in vefatının duyar duymaz, Edirne’deki Veliahd Dâiresinden Hünkâr Dâiresine gelerek tahta oturmuş ve kendisine bî’at etmeleri için devlet adamlarını çağırmıştır (Şubat 1695). IV. Murad’dan sonra gelen Osmanlı Padişahları içinde en liyakatlisi, en âlimi ve en kültürlüsü idi. Vâlide Sultân’ın da devlet işlerine karışmayarak kendini hayır hizmetlerine vermesi onun için iyi bir imkândı. Sakız Adasının geriye alınışını göremeden vefat eden amcasının intikamını, kalyonlar kaptanı Mezomorta Hüseyin Paşa eliyle tahta çıktığı ay aldı ve Sakız Adasından Venediklileri kovdu. II. Mustafa'nın ilk icraatı Elmas Mehmed Paşa'yı sadrazamlığa ve hocası eski Şeyhülislâm Feyzullah Efendi'yi de Şeyhülislâmlığa getirmek oldu.

Bazı devlet erkânının karşı çıkmasına rağmen Avusturya üzerine çıktığı 1. Seferde, Lipve, Lügoş ve Şebeş Kaleleri feth olunarak Temeşvar’a kadar gelindi (Aralık 1695). Çevresindekilerin ısrarıyla İstanbul’a dönüldü. Ancak düşman durmuyordu. Açık denizlere inmeyi hedef edinen Rus Çarı Büyük Petro, Azak önüne kadar geldi. Osmanlı ordusunun kahramanca müdafaasına ve Çar Petro’yu geri çekilmeye mecbur bırakmalarına rağmen, 1 yıl sonra tekrar hücum etti ve Azak, Ruslar tarafından işgal edildi. Bu işgal İstanbul’u hüzne gark etti. Nisan 1696 yılında II. Mustafa 2. Sefer-i Hümâyuna çıktı ve Olaş Meydan Muharebesinde Avusturya Kralı Kral Elektör yenildi ve kaçtı. Bu zaferin ardından II. Mustafa tekrar Edirne’ye döndü.

Ancak II. Mustafa’nın katıldığı 3. Avusturya seferinde, karşısında Savoie prensi Mareşal Eugen vardı. Kara Mustafa Paşa ile Viyana önünde genç bir subay olarak savaşan bu komutanın komutasındaki Avusturya kuvvetleri, Macaristan’ın güneyinde yer alan Zenta’da Osmanlı ordusu ile karşılaştı. Maalesef Eylül 1697 yılında Padişahın baş komutan olduğu bir Osmanlı ordusu, tarihinde ilk defa, 15.000’e yakın şehid vererek ve Padişah’ın canını da zor kurtararak mağlubiyet acısını tattı. Hatta bu zaferin şımarıklığı ile aynı prens bir ay sonra Bosnasaray’a hücum etti ve burayı harabeye çevirdi
.
İslâm âlemi, İran da dahil olmak üzere, Osmanlı ordusunun bu mağlubiyeti sebebiyle kan ağlıyordu. Ancak düşman da kendinden emin değildi. Venedikliler, Hanya’yı muhasara altına almalarına ve Bosna-Hersek cephesinde Osmanlı Devleti’ni rahatsız etmelerine rağmen, Mora’yı kaybedecekleri korkusuyla Viyana’yı sulh için teşvik ediyorlardı. Lehistan bütün gayretiyle Kamaniçe’yi almak için uğraşıyordı. Ruslar ise, Azak Kalesini almakla yetinmiyorlar ve açık denize inmek için daha da ileri gidiyorlardı. İşte böyle bir havada, Osmanlı Sadrazamı Amca-zâde Hüseyin Paşa ve Reisül-Küttâb (Dışişleri Bakanı) Râmi Mehmed Efendi’nin gayretleriyle, Belgrad’ın 65 km kuzeybatısında yer alan Karlofça’da, Avrupa’daki üstünlüğün Osmanlı Devleti’nden Avrupalı Devletlere geçtiğini ortaya koyan ve Osmanlı Devleti’nin gerileme devrini başlatan ilk andlaşma imzalandı (Karlofça Andlaşması, 26.01.1699). Andlaşma Avusturya, Venedik ve Polonya ile devam eden 15 yıllık ve Rusya ile devam eden 9 yıllık savaşa son veriyordu; ancak Macaristan tamamen Avusturya’ya; Mora Venediklilere, Kamaniçe merkezli Podolya Eyâleti Lehlere ve 1700 yılında yapılan ilave İstanbul Andlaşması ile de Azak Ruslara teslim ediliyordu. Karadeniz Osmanlı Gölü olmaktan çıkmış ve Avrupa’daki hâkimiyet tamamen kaybedilmişti. Üç devletle 25 yıllık sulh andlaşması imzalanırken Rusya ile sadece üç yıllık mütâreke imzalanmıştı. Bunu İstanbul Andlaşması tamamlamıştır. Osmanlı Padişahı artık Avrupalı devlet başkanlarına sen değil, siz diyecekti. Buna rağmen 15 yıldır devam eden felâket yılları da sona ermişti.

Savaş sıkıntılarından kurtulan Osmanlı idaresi, iç problemleri çözebilmek için bir dizi reforma girişti. Yeni sınırlar kontrol altına alındı. Devletin müesseseleri yeniden tanzim olunmaya başlandı. Devlet idaresinde Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin etkisi görülmeye başlandı. Onun tezkiyesiyle sulh andlaşmasının mürahhası Rami Efendi, önce vezirliğe ve sonra da sadrazamlığa getirildi. Fakat onun da Feyzullah Efendi ile arası açıldı; azli için uğraştı, ancak muvaffak olamadı. Feyzullah Efendi, âlim, müstakim ve değerli bir insan olmasına rağmen, yakınlarını devlet idaresinde belli makamlara getirmesi ve bu noktadaki hırsı onu milletin gözünden düşürdü. Divan-ı Hümâyun, bir nevi Feyzullah-zâdeler Divanı haline geldi. Padişah’ın yarım asırdır İstanbul yerine Edirne’de oturması da merkezde bazı rahatsızlıklar meydana getiriyordu. Bu iki temel sebep 1. Edirne Vak’ası diye bilinen ayaklanmanın meydana gelmesine sebep oldu. İstanbul'da kıyam eden 200 kadar cebeci Edirne'ye gelinceye kadar 80.000'i buldular ve Ağustos 1703 tarihinde Padişah’ı tahttan indirdiler. Aksi sesler duyulsa da kardeşi III. Ahmed’i tahta geçirdiler. II. Mustafa ise, hal’ından 4 ay sonra kederinden vefat etti.

Hocaları Hafız Osman Efendi, Feyzullah Efendi ve Hoca-zâde Mehmed Efendi gibi âlimlerden ders alarak yetişen II. Mustafa, hattât, şair ve büyük bir İslâm âlimi idi. Fiilen sefere çıkan son Osmanlı Padişahı oldu. Hal’ edilmesinin baş sebeplerinden olan Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ise, çok büyük hakaretlere maruz bırakıldıktan sonra katl olunmuş ve cesedi de Tunca Nehrine atılmıştır (Eylül 1703).

Osmanlı hareminde beraber karı-koca hayatı yaşadıkları ve ancak genellikle çocuk sahibi olmadıkları câriyeler demek olan ikbal müessesesi, II. Mustafa’dan itibaren başlamıştır. İkballer çocuk doğurdukları zaman çoğunlukla Kadın Efendi olmuşlar ve bazan da nikâh akdi ile zevce haline getirilmişlerdir.

Osmanlı Devleti, bütün bu menfiliklere rağmen, yine de dünyada bir numaralı güçlü devlet idi ve onu yine Müslüman bir devlet olan Timuroğullarının Hindistan’da devam ettirdikleri devlet takip ediyordu.

ZEVCELERİ: KADIN EFENDİLERİ: 1- Âlî-cenâb Baş Haseki. 2-Şeh-süvâr Vâlide Sultân; 4. Haseki ve III. Osman’ın annesi. 3- Sâliha Sebkatî Vâlide Sultân; Câriyelerden ve I. Mahmûd’un annesi. 4- Hümâ Şah Haseki. 5- Afîfe Haseki. 6- Hatice Haseki. İKBALLERİ: 7- Hafsa Sultân; Üçüncü Haseki olduğu söyleniyorsa da Kadın Efendi olması kuvvetle muhtemeldir. 8- Hanife Hâtun; İkinci veya Üçüncü İkbaldir. 9- Fatma Şahin Hâtûn.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Sultân Mahmûd I. 2-Şehzâde Sultân Osman III. 3-Şehzâde Murad. 4-Şehzâde Mehmed. 5-Şehzâde Süleyman. 6-Şehzâde Hüseyin. 7-Şehzâde Selim. 8-Şehzâde Ali. 9- Safiyye Sultân. 10- Ayşe Sultân. 11- Emetüllah Sultân. 12-Şehzâde Hasan Hân. 13- Zeyneb Sultân. 14- Rukıyye Sultân .

[Image: i17049bsegej.jpg]

Sultan III. Ahmed Han
Babası : Sultan IV. Mehmed
Annesi : Emetullah Gülnûş Sultan
Doğduğu Tarih : 30/31 Aralık 1673
Padişah Olduğu Tarih : 22 Ağustos 1703
Tahtan İndirildiği Tarih : 1/2 Ekim 1730
Ölümü : 1 Temmuz 1736
III. Ahmed, IV. Mehmed’in 1674 yılında yine Emetüllah Gülnûş Sultân’dan dünyaya gelen ikinci oğludur. Ağabeyi ile âhenk içinde 9 yıla yakın veliahd olarak hayatını devam ettirmiştir. Ağabeyi kadar olmasa dahi, hattât, şâir ve müziğe meyli bulunan kültürlü bir padişahtır. Birinci Edirne Vak’ası’ından hemen sonra yani 1703’ün Ağustos ayında, Hânedân-ı Âl-i Osman aleyhine sözlerin dahi söylendiği bir havada, Şeyhülislâmın ısrarıyla tahta geçirilmiştir. III. Ahmed dönemini ana hatlarıyla şöylece özetlemek mümkündür:

Birinci Saltanat Devresi (1703-1718 ):
1703-1711 tarihleri arasındaki ilk yıllarında, önce iç huzuru sağlamaya çalışmış ve Edirne Vak’asının failleri teker teker cezalandırılmıştır. Sokullu veya Köprülü gibi dirâyetli bir sadrazam arayışındaydı ve kendisini tahta getirenlerin etkilerinin farkındaydı. Çok sayıda sadrazam değişikliğinden sonra Silâhdâr Dâmâd Çorlulu Ali Paşa’da karar kıldı ve devlet işlerini önemli ölçüde 4 yıl kadar ona havale etti.

Bu arada Avrupa’da İsveç Kralı Carl’ın Deli Petro’ya yenilip sonra da Osmanlı topraklarına sığınması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Nisan 1711’de harp başlamasına sebep oldu. Prut Seferi diye tarihe geçen bu savaşta Osmanlı ordularının komutanı sadrazam Baltacı Mehmed Paşa Serdâr-ı Ekremliğe tayin edildi. Çar, mağlup olacağını anlayınca, Başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye gönderdi ve sulh andlaşması yapılmasını arzuladı. İsveç Kralı ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşâvirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed Paşa, çok cazip şartlarla sulh akdi yaptı ve muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıktı (Prut Muâhedenâmesi, Temmuz 1711). Bu hadise üzerine muhâlifleri, Baltacı Mehmed Paşa aleyhinde her türlü iftirayı yapmaya ve Padişah’ı etkilemeye başladılar. Neticede Kasım 1711'de Edirne'de iken azil haberi geldi. Sonradan Deli Petro sözünde durmayınca, yeni bir savaş başlamadan bitti ve Şehid Ali Paşa’nın 1713’de imzaladığı Edirne Andlaşması ile Karlofça’da verilen yerler Rusya’dan geri alındı.
Sadrazam Silâhdâr Ali Paşa’nın, Karlofça’da verilenler Rusya’dan alındığı gibi, Venedik ve Avusturya’dan da alınması gerekir şeklindeki düşüncesi ve Venedik’in Karadağlı âsileri himaye etmesi, aradan geçen 15 yıldan sonra 1714 yılında Venedik’e harp ilan edilmesine sebep oldu. Avusturya’nın da Venedik’i desteklemesi üzerine, maalesef Damad Ali Paşa’nın şehid olmasıyla sonuçlanan bir mağlubiyet alındı (1716). Bir sene sonra yani 1717 yılında Belgrad düşünce, 1718 tarihli Pasarofça Muâhedenâmesi ile savaşa son verildi. Artık yeni bir dönem başlıyordu ve III. Ahmed’in 15 yıl süren birinci saltanat devresi sona eriyordu.

İkinci Saltanat Devresi = Lale Devri:
Mayıs 1718’de sadrazamlığa getirilen Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı ile başlayan ve 1730 yılına kadar devam eden devreye Lale Devri diyoruz. 1723’de başlayan İran Savaşları bu dönemin 1730’da tamamen sona ermesine sebep olmuştur. Her çeşit kültür faaliyetlerinin arttığı, Matbaanın tam olarak hizmet vermeğe başladığı ve harpten ziyade sulh, sükûn ve de eğlencenin hâkim olduğu bu dönem, Osmanlı tarihi için ayrı bir sayfadır. Maalesef ihtiva ettiği bazı gayr-i meşru sayfalar sebebiyle bu huzur devam edememiştir. Rusya’nın İran’a girmesi ve Osmanlı Devleti’nin de bu duruma müdahale mecburiyetinin bulunması, 7 sene sürecek olan İran Savaşlarını başlattı. Köprülü-zâde Abdullah Paşa’nın Tebriz’i fethetmesi ve İran’a ait beş eyâletin Osmanlı Devleti’ne ilhak edilmesi, Ekim 1727’de yapılan Hemedân Andlaşması ile Sünnî olan Eşref Şah Üveysî tarafından kabul edildi. Ancak Şi’î olan Nâdir Hân’ın bunları kabul etmeyerek bazı yerleri Osmanlı Devleti’nden geri alması, savaşı yeniden başlattı. Padişah ile sadrazamın İran Seferini 1723 baharına erteleme arzuları tepkiyle karşılandı.

Damad İbrahim Paşa’nın aleyhindeki bu rüzgar, kendi yakınlarına devletin bazı makamlarını ve menfaatlerini peşkeş çekmesi de ilave edilince, daha da arttı ve bu durum yeniçerileri azdırdı. Bir bahriye neferi olan Patrona Halil’in başını çektiği bu isyan hareketi, tarihin en kötü isyanı olacak şekilde genişledi. Yağmalar, hapishanelerdeki tutukluları serbest bırakarak silahlandırmalar ve ev baskınları artınca, asilerin Padişah’dan kellelerini istedikleri Damad İbrahim Paşa ve yakınlarından olan bazı paşalar idam edildiler. 1 Ekim 1730 günü, âsiler bununla da yetinmeyip Padişah’ın görevden ayrılmasını istediler ve gerçekten III. Ahmed’i o gece biraderi II. Mustafa’nın oğlu Sultân Mahmûd’u tahta davet ederek kendisinin feragat ettiğini açıklamak mecburiyetinde bıraktılar. III. Ahmed, ailesi ile birlikte Topkapı Sarayındaki dairelerinde 5 küsur yıl daha yaşadı ve 62 yaşında iken Temmuz 1736 tarihinde vefat etti. Az da olsa İslâma aykırı olan fiiller, bir huzur dönemini daha sona erdiriyordu.

ZEVCELERİ: (III. Ahmed’in hanımlarının sayısı bazı tarihçilere göre 13’ü ve bazılarına göre de 18’i bulmuştur. Biz, Kadın Efendileri ile birlikte 18 Hanım'ını tesbit edebildik.). KADIN EFENDİLERİ: 1- Emetüllah Baş Kadın. Baş Haseki. 2- Rukıyye İkinci Kadın. 3- Emîne Mihrişah İkinci Kadın; III. Mustafa’nın annesi. 4- Hatice İkinci Kadın. 5- Râbi‘a Şermi Kadın. 6- Zeyneb Kadın. 7- Emîne Musalli Kadın. 8- Hanife Kadın. 9- Gülşen Kadın. 10- Ümmü Gülsüm Kadın. 11- Hürrem Kadın. 12- Meylî Kadın. 13- Fatma HümâŞah Kadın. 14- Nijad Kadın. 15- Nazîfe Kadın. İKBALLERİ: 16-Şâyeste Sultân. 17-Ayşe Hanım; İkinci veya Üçüncü İkbaldir. 18 -Hâtem Hâtûn.

ÇOCUKLARI: (III. Ahmed, Osmanlı Padişahları arasında en çok kadınla evlenen devlet adamlarındandır ve bir kısım tarihçilere göre çocuklarının sayısı 50’yi bulmaktadır. Biz sadece bilinen ve meşhur olanlarını zikrettik.). 1-Şehzâde Mehmed. 2-Şehzâde Abdülmelik. 3-Şehzâde Murad. 4-Şehzâde Mehmed Hân. 5-Şehzâde Süleyman Hân. 6-Şehzâde Mustafa III. 7-Şehzâde Selim. 8-Şehzâde Ali. 9- Fatma Sultân. 10- Âtike Sultân. 11- Zeyneb Sultân. 12-Şehzâde Bâyezid Hân. 13- Ümmü Gülsüm Sultân. 14- Sâliha Sultân. 15- Ayşe Sultân; 16- Hatice Sultân; 17- Nazife Sultân; 18- Esmâ Sultân; 19- Zübeyde Sultân; 20-Şehzâde Sultân Nu‘man Hân; 21-Şehzâde İbrahim; 22- Abdülhamid I; 23-Şehzâde Seyfeddin; 24- Emetüllah Sultân; 25- Ayşe Sultân (Küçük); 26- Emine Sultân .

[Image: i17050brchlq.jpg]
Sultan I. Mahmud Han
Babası : Sultan II. Mustafa
Annesi : Saliha Sultan
Doğduğu Tarih : 2 Ağustos 1696
Padişah Olduğu Tarih : 2 Ekim 1730
Ölümü : 13 Aralık 1754
II. Mustafa’nın Sâliha Sebkatî Sultân’dan 1696 yılında dünyaya gelen oğludur. 2 Ekim 1730 tarihinde III. Ahmed’in yerine tahta geçmiştir. Rumeli Kazaskeri Feyzullahzâde İbrahim Efendi başta olmak üzere çeşitli hocalardan dersler alan I. Mahmûd, âlim, şâir ve bestekârdır. Akıllı, dikkatli, ihtiyâtlı, meşverete ehemmiyet veren ve kültürü yüksek olan bir padişahtır. Sebkatî mahlasıyla şiirler yazmıştır.

İlk işi Patrona Halil başta olmak üzere, ayak takımından oluşan isyancıların isteklerini yerine getirmek ve İbrahim Paşa ile yakınlarını devletin önemli makamlarından bertaraf etmek olmuştur. Ancak Kasım 1730’un sonuna doğru Patrona Halil başta olmak üzere bütün âsileri ortadan kaldırmış ve devleti huzura kavuşturmuştur. Babasının ve amcasının akıbetlerinden ve özellikle de III. Ahmed’in kendisine olan vasiyetinden ders alarak, Şeyhülislâmlık ve sadrazamlık makamında uzun süre kimseyi durdurmamıştır. Şeyhülislâmlık makamına Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin iki oğlunu getiren I. Mahmûd’un, çok sayıda sadrazamları arasında en önemli yeri Hekimoğlu Ali Paşa ihraz etmiştir.

İçteki kargaşaya son veren I. Mahmûd, yıllardır devam eden İran Harbini ele almıştır. Hekimoğlu Ali Paşa’nın 1731’de Urmiye’yi feth edip Tebriz’i istirdâd etmesi üzerine Ocak 1732’de İran ile Sulh Andlaşması imzalanmış ise de, Nâdir Hân bununla yetinmedi ve 1733’deki taarruzuyla harbi devam ettirdi. Erbil’i alarak Bağdad’ı kuşatma altına alan Nâdir Şah, büyük kumandan Topal Osman Paşa tarafından Temmuz 1733’de büyük bir hezîmete mahkûm edildi ve bu sefer sebebiyle I. Mahmûd’a gâzî ünvanı verildi.

İran’da Safevi Hânedânına son vererek Avşar Hânedânını başlatan Nâdir Şah, yine durmadı ve Kerkük’e girdi. İki Osmanlı Paşa’sını şehid eden ve Revan, Gence ve Tiflis’i Osmanlı Devleti’nin elinden geri alan Şah, bu avantajdan yararlanarak sulh istedi. 1639 tarihinde yapılan Kasr-ı Şirin Andlaşması esasları üzerine kurulan İstanbul Andlaşması Ekim 1736 yılında imzalandı. Aslında Sünnî ve Hanefi olan Nâdir Şah, bu inancını hâkim kılmaya kalkıştıysa da, iç kargaşadan korkarak geri durdu ve ancak İran’ı mu’tedil bir İmâmiyye-i İsnâaşeriyye ve Ca’ferî mezhebi çizgisine getirdi. Osmanlı Devleti’ne bu mezhebin hak bir mezheb olduğunu tasdik ettirmek istediyse de, Şeyhülislâmın ve âlimlerin muhâlefet etmesi üzerine muvaffak olamadı. 7 yıl süren barış halinden sonra, Doğuda Timuroğullarına büyük zararlar veren Nâdir Şah, yeniden Irak cephesinden Osmanlıya saldırdı (1743). Musul şehri kahramanca savunuldu ve Nâdir Şah büyük kayıplarla geri çekildi. 1744’de Kars’ı muhâsara etti; ancak muvaffak olamadı. Yeniden sulh istedi ve 1723’den beri çok sayıda Müslümanın kanının akmasına sebep olan bu harp, 1746 İstanbul Muâhedesi ile sona erdi. Neticede İran, Osmanlı Devleti’ne İsnâaşeriyyeyi yine hak mezhep olarak kabul ettiremedi.

İran’ın Osmanlı Devleti’ne saldırılarından memnun olan Rusya, fırsatı ganimet bilerek 1736 yılında Azak Kalesini ele geçirdi. Kırım’a giren ve büyük tahribat yapan Ruslar, Kırım Hanı Fetih Giray tarafından Kırım’dan kovuldular. Bu arada Rusya’nın müttefiki olan Avusturya, Polonya’yı paylaşmak ümidiyle 1737 yılında Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti ve üç koldan Osmanlı ülkesine saldırdı. Niş’i düşüren, Eflak, Sırbistan ve Bosna’ya giren Avusturya orduları, Ağustos 1737’de Şehid Ali Paşa’ya Banyaluka’da yenildiler. Osmanlı Devleti aynı anda, İran, Avusturya ve Rusya ile harp halindeydi. 1739 yılında Belgrad’a yürüyen Osmanlı ordularından çekinen Avusturya sulh istedi. Müzâkerelerini bizzat Sadrazam Hacı İvaz Mehmed Paşa’nın yürüttüğü sulh teşebbüsleri, Eylül 1739’da Belgrad Muâhedesi ile neticelendi. 1718 Pasarofça Andlaşması ile Avusturya’ya bırakılan yerlerin bir kısmı geri alınıyor ve Azak Kalesi de Ruslardan geri alınıyordu. Karadeniz Osmanlı Gölü olarak devam edecekti. Belgrad Muâhedesi, Osmanlı Devleti’nin hâlâ dünyanın birinci devleti olduğunu isbat ediyordu. Bu arada Osmanlı Devleti’ne yardımlarından dolayı, Dünyanın 2. büyük gücü olan Fransa da bazı imtiyâzlar yani kapitülasyonlar elde ediyordu. Üç imparatorluk ile aynı anda savaşan Osmanlı Devleti, hepsinde de galip olarak sulh müzâkerelerine katılıyordu.

Belgrad Anlaşması ile Osmanlı Devleti 28 yıllık bir barış dönemine imza atmış oluyordu. Osmanlı Devleti, devamlı savaş halinde bulunduğu için, içeride de halkın derebeyi adını verdiği a’yân denilen bazı mahallî mütegallibelerle de uğraşmak mecburiyetinde kaldı. Bunların bir kısmı devlete itaat adı altında halka zulm ediyordu ve bir kısmı da devlete baş kaldırıyordu. Aydın taraflarındaki Sarı Beyoğlu bunların başında gelmektedir. Dış problemleri halleden Padişah, Haziran 1740 tarihli Adâletnâmesiyle bu problemi de halletmeye çalışıyordu. Humbaracıbaşı Ahmed Paşa’nın gayretiyle 1734’de Maaşlı Humbaracı Ocağını teşkil etmiş ve yeni askerî düzenlemelerin zaruretine inanmıştır. Bu arada bozulan tımar ve ze’âmet usulünü ıslah etmek üzere Ocak 1732 tarihinde yeni bir tîmâr kanunu çıkarmayı ihmal etmedi. Necid’de ortaya çıkan Vehhâbî meselesi de, Sultân Mahmûd’un meşgul olduğu problemlerdendi.

Mide kanamasından muzdarip olan I. Mahmûd, 13 Aralık 1754 tarihinde Demirkapı tarafından Saray’a girdiğinde vefat etti.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Hâce Âlî-cenâb Baş Kadın. 2- Hâce Ayşe Kadın. 3- Hâce Verd-i Nâz Dördüncü Kadın. 4- Hatice Râmi Altıncı Haseki. 5- Hâtem İkinci Kadın. 6- Râziye Kadın. İKBALLERİ: 7- Meyyâse Hanım; Baş İkbal. 8- Fehmî Hanım; İkinci İkbaldir. 9- Habbâbe Hanım. 10- Sırrî Hanım.

ÇOCUKLARI: Hiç çocukları olmamıştır .

Kaynak: Osmanlı Araştırmalar Vakfı

[Image: i17051bw7mh7.jpg]

Sultan III. Osman Han
Babası : Sultan II. Mustafa
Annesi : Şehsuvar Sultan
Doğduğu Tarih : 2 Ocak 1690
Padişah Olduğu Tarih : 13 Aralık 1754
Ölümü : 29/30 Ekim 1757
III. Osman, I. Mahmûd’un kardeşi olup II. Mustafa’nın 1699 yılında Şehsüvâr Vâlide Sultân’dan doğma oğludur. Baş hocası Feyzullah-zâde İbrahim Efendi olan III. Osman, 2 yıldan biraz fazla sürecek olan saltanat tahtına ağabeyinin vefatı üzerine 13 Aralık 1754 yılında oturdu. Şişman, asabî ve geçimsiz bir devlet adamı olduğu ve sadrazamlardan hiç biri ile geçinemediği söylenmektedir. Sadrazamları arasında yer alan Hekimoğlu Ali Paşa, Yirmisekizçelebi-zâde Mehmed Said Paşa ve son sadrazamı olan Koca Mehmed Râgıb Paşa, gerçekten değerli olan devlet adamlarındandır. Ağabeyinin aksine müziği sevmez ve kadınlara iltifat etmezdi. Tebdil gezmek en önemli merakı idi. Kadınların sokaklarda serbestçe dolaşmalarını ve giyinip süslenmelerini ciddi manada sınırlamalara tabi tutmuştu. Hekimoğlu Ali Paşa, padişahın bazı makul olmayan tekliflerini şiddetle reddedecek kadar dirâyet sahibiydi ve arada sırada onunla tartışırdı.

III. Osman zamanının hatırlanacak olan en önemli olayları, İstanbul’un büyük bir kısmını ve hatta Paşakapısını dahi yok eden Hocapaşa ve Cibali yangınları; çok insanın ölümüne sebep olan veba salgını ve denizleri donduran müthiş kışlar gibi dahili hâdiselerdir. Kısaca III. Osman, çok yönleriyle diğer padişahlara benzemeyen farklı bir insandır ve 30 Ekim 1756 tarihinde şirpençeden dolayı vefat etmiştir.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Leyla Baş Kadın. 2- Zevkî Üçüncü Kadın. 3- Ferhunde Emîne Çocukları olmamıştır .

[Image: i17052b8j2gw.jpg]

Sultan III. Mustafa Han
Babası : Sultan III. Ahmed
Annesi : Mihrimah Sultan
Doğduğu Tarih : 28 Ocak 1717
Padişah Olduğu Tarih : 30 Ekim 1757
Ölümü : 21 Ocak 1774
III. Ahmed’in 1717 yılında Emine Mihrişah Sultân’dan dünyaya gelen oğludur. Laleli Camiinin bânisi olan III. Mustafa, Ekim 1756 yılında III. Osman’ın vefatı üzerine Osmanlı tahtına oturmuş ve 1769 tarihinden itibaren de Gâzi ünvanını kullanmıştır. Müneccimlik ve ilm-i nücûma aşırı bir ilgisi olduğu söylenmektedir. Şâir, hattât ve âlim bir padişah olan III. Mustafa, sadrazamı Koca Râgıb Paşa olması hasebiyle, saltanatının ilk on yılını huzur içinde devam ettirmiştir. Râgıb Paşa, akıllı bir vezirdir ve Padişahın harp ilanı arzularını 6 yıl boyunca dirâyetle reddetmiştir. 1757’de son cülûs bahşişini veren ve daha sonra bu âdeti ortadan kaldıran III. Mustafa, devlet hayatındaki problemleri ıslaha meyilli, malî konularda hassâstır. Süveyş Kanalını açmayı düşünen devlet adamlarındandır. Kapıkulu Ocaklarını rahatsız etmeden bazı reformlar yapmaya çalışmış; piyadeye dokunmadan topçu ve bahriye subayları yetiştiren Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn’u kurmuştur. 22 Mayıs 1766 yılında büyük İstanbul depremi onun zamanında olmuştur. Avrupa’da iktidar depremleri olurken, Osmanlı Devleti bu depremlerden etkilenmemiştir.

Rusların andlaşmalara aykırı olarak Polonya’ya asker sokması, Fransızların teşvik etmesi ve Padişah’ın savaşa meyilli olması, Ekim 1768’de Rusya’ya karşı harp ilan edilmesine sebep olmuştur. Çariçe II. Katerina komutasındaki Rus orduları, önce Kırım Han’ı Giray Han’ın darbelerine maruz kalmışlar ise de, Osmanlı ordusunun tecrübesiz ve hazırlıksız olması hasebiyle, 1769 son baharında Polonya’nın kapısı olan Hotin’i teslim almışlardır.

Karadeniz Osmanlı Gölü olması sebebiyle Fin Körfezinden Akdeniz yoluyla sürpriz bir şekilde Mora’ya Rumlarla birlikte asker çıkaran Ruslar, 1770 Nisan’ında perişan edildiler; ancak Baltık Filosu ile Ege’ye yönelen Rus kuvvetleri Temmuz 1770’de Koyun Adaları açıklarında Osmanlı gemilerine karşı büyük kayıplar vererek çekildi; sonra da Çeşme Limanında Osmanlı gemilerine baskın düzenleyerek çok büyük kayıp verdirdiler. Avrupa’da büyük akisler uyandıran Çeşme Baskınının intikamı Cezayirli Hasan Paşa tarafından alındı.

İşte Osmanlı Devleti’nin asırlardır, yani en az 1453 yılından beri dünyada tek süper güç olarak hayatını devam ettirmesi, bundan sonra meydana gelecek olaylarla sona erdi. Çünkü Kont Romanzov komutasındaki Rus kara askerleri Boğdan’ın Kartal (Larga) denilen bir mevkiinde Sadrazam İvaz-zâde Halil Paşa’yı Ağustos 1770 yılında mağlup ediyor ve Bender Rusların eline geçiyordu. Rusya bununla da kalmadı ve Kırım’ın kapısı olan Orkapı’yı kuşattı. Çariçe, Osmanlı Devleti’nden ayrılırsa bağımsız bir devlet olarak kabul edeceğini söyleyerek Kırım’ı ikiye böldü ve Kırım Rus işgaline mecburen boyun eğdi (Temmuz 1771). Artık Osmanlı Devleti dünyanın 1. Devleti olma özelliğini kaybetmişti. 1771 yılı içinde Ruslar Eflak’i yani Romanya’yı işgal ettier. Arkasından Dobruca’dan Bulgaristan’a giren Rusların bu ilerlemeleri, açtığı harp sebebiyle devletin başına büyük felâketlerin gelmesine sebep olduğunu düşünen Padişah’ı zora soktu ve sıkıntılar içinde nüzûl hastalığına tutularak vefât etti (Ocak 1774). Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemini başlatan Kaynarca Andlaşması, III. Mustafa’nın vefâtından sonra I. Abdülhamid devrinde imzalanacaktı.

ZEVCELERİ: 1- Ayn’ül-Hayât Baş Kadın Efendi. 2- Mihr-i Şâh Vâlide Sultân; Baş Kadın Efendi ve III. Selim’in annesi. 3- Rif‘at İkinci Kadın Efendi. 4- Ayşe Âdil-şah Üçüncü Kadın Efendi. 5- Fehîme Üçüncü Kadın Efendi. 6- Binnaz Üçüncü Kadın Efendi.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Mehmed. 2-Şehzâde Sultân Selim III. 3-Şah Sultân; 4- Beyhân Sultân; 5- Hatice Sultân; 6- Fatma Sultân; 7- Hatice Sultân; 8 - Hibetullüh Sultân; 9- Mihrimah Sultân; 10- Mihrişah Sultân .

[Image: i17053bajwcc.jpg]

Sultan I. Abdülhamid Han
Babası : Sultan III. Ahmed
Annesi : Rabiâ Sultan
Doğduğu Tarih : 20 Mart 1725
Padişah Olduğu Tarih : 21 Ocak 1774
Öldüğü Tarih : 6/7 Nisan 1789
III. Ahmed’in Râbi’a Şermî Kadın’dan 1725 yılında dünyaya gelen I. Abdülhamid, günümüze kadar Osmanlı soyunu devam ettiren bir padişah olarak Ocak 1774’de Osmanlı tahtına oturdu. Yaratılışı itibariyle saf, halka karşı merhametli, kerâmetleri halk arasında yayılacak kadar mütedeyyin ve devlet işleriyle de yakından ilgilenen bir padişahtır. Hayatı boyunca dirâyetli sadrazamları ve devlet ricâlini iş başına getirerek, Osmanlı Devleti’nin muhtâc olduğu ıslâhâtı yapmaya uğraşmıştır. Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın 1788’de Avusturya İmparatoru II. Josef’i mağlup etmesi üzerine Gâzi ünvanını kullanmaya başlamıştır.

Tahta çıktığında bütün cephelerde Osmanlı kuvvetleri büyük sıkıntılarla karşı karşıyaydılar. Ruslar, Şumnu’daki Osmanlı ordugâhına kadar gelmişler; Ruscuk ile Silistre’yi muhasara etmişlerdi. Bu kritik günlerde, Rusya içindeki karışıklıkların da yardımıyla, 1774 baharında Tuna yakınlarındaki Küçük Kaynarca Kasabasında sulh müzâkereleri başladı. Rusyayı Prens Renin ve Mareşal Romanzov, Osmanlı’yı ise, sadâret kethüdâsı Resmî Ahmed Efendi ile Reisülküttâb İbrahim Münîb Efendi temsil ediyordu. 28 madde ve 2 ilaveden meydana gelen ve Osmanlı Devleti’ni dünyada dördüncü devlet haline getiren muâhede 17 Temmuz 1774 tarihinde imzalandı. Avusturyalılar da kendilerine pay çıkarmak için Boğdan’ın kuzeyindeki Bukovina’yı işgal ettiler ve 1775 yılında yapılan bir andlaşma ile bu da kabul edildi. 1683 Viyana Bozgunundan sonra, Müslüman Türklerin karşı karşıya kaldıkları en büyük hezimetti.

Tahta geçtikten 6 ay sonra Kaynarca Muâhedesini imzalayan Padişah, bir kaç ay sonra da İran ile yüz yüze geldi. Kaçarlar’ın rakibi olan Kerim Han Zend, 1775’de Basra’yı muhasara altına alınca, Mayıs 1776’da İran’a harb ilan edildi. 1776’da İranlıların eline geçen Basra, ancak üç yıl sonra geri alınabildi. Bu arada iç karışıklıklar da devam ediyordu. Ağustos 1774’de Kaynarca Muâhedesinin üzüntüsüyle vefat eden Sadrazam Muhsin-zâde Mehmed Paşa’nın yerine gelen sadrazamlar bir türlü dikiş tutturamıyorlardı.

Kırımlılar Osmanlı Devleti’ne yaptıkları ihanetin cezasını çekiyorlardı; zira Ruslar söz vermelerine rağmen askerlerini Kırım’dan çekmemişlerdi. Osmanlı taraftarı IV. Devlet Giray’ın yerine Rus hayranı Şahin Giray Kırım tahtına oturmuştu (1775). Kırım’daki bu keşmekeşi kabul etmeyen Osmanlı Devleti harbe karar verince, Fransa’nın araya girmesiyle, Rusya ile Aynalıkavak’ta yeni bir andlaşma imzalandı (Mart 1779). Andlaşma Osmanlı Devleti’nin aleyhine işledi ve neticede Rus hayranı Şahin Giray Kırım tahtına oturdu. Bu akılsız Hân, her türlü gayr-i meşru işlere dalarak ve Çariçe’nin imkânlarını kullanarak, mürteci diyecek kadar hakaret ettiği Osmanlılardan intikam alıyordu. 1782’de kahraman Kırım halkı bu hâine karşı ayaklandı ve II. Bahadır Giray’ı tahta oturttu ise de, bu da devam etmedi. Şahin Giray’ın gafleti ile Rusya tekrar Kırım’a girdi. Çariçe’nin Temmuz 1783 tarihli fermanıyla Kırım Rusya’nın bir eyâleti oldu ve artık Kırım Müslümanların değil Ortodoks Rusların hâkimiyetine girdi. Artık saltanat merkezi olan Bağçesaray, Rus vilayet merkezi olan Akmescid’e taşınıyordu. Maalesef, Kırımlılar, üç asır boyunca hâkimiyetlerine karışmayan Osmanlı Devleti yerine, tamamen Müslüman olan Kırım’ı Ruslaştıran ve burayı ikinci bir Endülüs yapan Ruslarla başbaşa kaldılar. Binlerce Müslüman öldürüldü. Osmanlı Devleti’nin Kırım’daki hâkimiyeti 310 yıl devam etmişti. Osmanlı Devleti, 8 Ocak 1784 tarihli Andlaşmayla Kırım’ın Rusya’ya ilhâkını kabul etti.

Çariçe 1787’de 60.000 askeriyle Kırım’a geldi ve zaferini kutladı; bundan rahatsız olan Osmanlı Devleti Ağustos 1787 tarihinde yeniden harp ilan etti. 1768-1774 tarihleri arasında devam eden Osmanlı-Rus Harbi, Polonya’nın istiklâli için yapılmış göründüğünden millete mal edilememişti. Ancak bu yeni harp Müslüman Kırım’ı kurtarmak içindi ve herkes Ruslara diş biliyordu. Şubat 1788’de Avusturya da Osmanlıya karşı harb ilan etti. Sadrazam Koca Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Eylül 1788’de II. Joseph komutasındaki Alman ordusunu bozdu ve Osmanlı ordusu Avusturya’yı bertaraf ederek Ruslarla başbaşa kaldı. Aralık 1788’de Özi Kalesini alarak burada Müslüman katliamı yapan Rus ordusu, bununla da yetinmeyerek Podolya’nın merkezi olan Hotin’i de teslim aldı. Hotin ve Özi’deki Müslüman katliamları, Osmanlı Padişahının kederinden dolayı beyin kanaması geçirerek vefât etmesine sebep oldu (7 Nisan 1789). Cenazesi, Bahçekapıdaki İmâretinin yani şimdiki 4. Vakıf Han’ın karşısındaki türbesine defn edildi.

Sultân I. Abdülhamid’in Hotin ve Özi’nin düşmesi münasebetiyle bizzat kaleme aldığı hatt-ı hümâyûn insanı ağlatacak kadar manalıdır: “Özi’nin düştüğü takriri âlimallah beni yeniden kederlendirdi; bu kadar Müslüman erkek, kadın, küçük ve büyüğün kâfir elinde kalması beni mahzun eyledi. Yârab! Sen Mâlik’ül-mülksün. Senden niyazım, ölmeden bu beldeleri tekrar Müslümanların eline geçtiğini bana göster”.

ZEVCELERİ: KADIN EFENDİLERİ: 1- Ayşe Sine-perver Vâlide Sultân; IV. Mustafa’nın annesi ve IV. Kadınefendi. 2- Nakş-ı Dil Vâlide Sultân; II. Mahmûd’un annesi ve önce İkinci İkbal sonra Kadın Efendi. 3- Hatice Ruh-şah Baş Kadın Efendi. 4- Hümâ Şah Baş Kadın Efendi. 5- Ayşe Baş Kadın Efendi. 6- Binnaz İkinci Kadın Efendi. 7- Dilpezîr Kadın Efendi. 8- Mehtâbe Dördüncü Kadın Efendi. 9- Misl-i Nâ-yâb Kadın Efendi. 10- Mu‘teber Kadın Efendi. 11- Nevres Üçüncü Kadın Efendi. 12- Fatma Şeb-safâ Dördüncü Kadın Efendi. 13- Mihribân Üçüncü Kadın Efendi. 14- Nükhet-sezâ Hanımefendi; Baş ikbal. 15- Ayşe Hanımefendi; İkinci İkbaldir.

ÇOCUKLARI: 1-Şehzâde Sultân Mustafa IV. 2-Şehzâde Sultân Mahmûd II. 3-Şehzâde Abdullah. 4-Şehzâde Mehmed. 5-Şehzâde Ahmed. 6-Şehzâde Abdülaziz. 7-Şehzâde Abdurrahman. 8-Şehzâde Mehmed Nusret. 9-Ahter-Melek Hanım. 10- Ayşe Dürr-i Şehvar Sultân. 11- Esmâ Sultân. 12- Ayn-i Şah Sultân. 13- Hatice Sultân. 14- Emîne Sultân. 15- Râbi‘a Sultân. 16- Fatma Sultân. 17- Âlem-Şah Sultân. 18- Sâliha Sultân. 19- Hibetullah Sultân. 20- Râbi‘a Sultân .

[Image: i17054btqrl5.jpg]

Sultan III. Selim Han

Babası : Sultan III. Mustafa
Annesi : Mihrişah Sultan
Doğduğu Tarih : 24 Aralık 1761
Padişah Olduğu Tarih : 7 Nisan 1789
Tahttan İndirildiği Tarih : 29 Mayıs 1807
Öldüğü Tarih : 28 Temmuz 1808
III. Mustafa’nın Mihrişah Sultân’dan Aralık 1761 yılında dünyaya gelen III. Selim, amcasının cephelerdeki duruma üzülerek beyin kanaması geçirmesi ve vefat etmesi üzerine Osmanlı tahtına Recep 1203/Nisan 1789 tarihinde oturdu. İslâmî ilimlere vukûfu, şiir, hat ve diğer güzel san’atlardaki mahâreti ve kısaca kültürü açısından, denilebilir ki, 1595’de vefat eden III. Murad’dan sonra gelen Padişahlar içinde bir numaradır. III. Selim, aynı zamanda dirâyetli, merhametli ve ıslâhâta taraftar olan bir Padişahtır. Geldiğinde sadrazamlık koltuğunda Koca Yusuf Paşa’nın bulunması ve sonra da uzun müddet Kaptan-ı Deryalık görevinde bulunan Cezayirli Gâzî Hasan Paşa ile çalışması, onun için büyük bir fırsat olmuştur. Damad Melek Ahmed Paşa ise, III. Selim ile birlikte nizâm-ı cedîd mücadelesini veren sadrazamdır.

Saltanat III. Selim’e intikal ettiğinde, cephelerde durum çok kötüydü. Zira Rus ve Avusturya cephelerinde savaş bütün hızıyla devam ediyordu. Boğdan sınırlarındaki Fokşani Meydan Muharebesinde, Kemankeş Mustafa Paşa kumandasındaki Osmanlı orduları, Rus ve Avusturya kuvvetlerinin iki taraflı saldırıları üzerine ağır bir hezimete uğradılar (1203/Ağustos 1789 ). Bunu Rusların galibiyeti ile sonuçlanan Boza (Buzaov) mağlubiyeti takip etti (Eylül 1789 ). Ruslar Boğdan’ın başşehri Yaş’ı işgal ederken, Avusturyalılar da Bükreş’i teslim alıyorlardı (Ekim 1789 ). III. Selim’in askerlere hitâben kaleme aldığı ve İslâm’daki gazâ ruhunu hatırlatan hatt-ı hümâyûnu da müessir olamadı.
Osmanlı kuvvetleri, Eflak’a bağlı Yerköyü’nde Avusturya kuvvetlerini mağlup etseler de, Tuna’nın güneyine çekilmek durumunda kaldılar. Ruslar, Besarabya ile Dobruca arasındaki Osmanlı savunma merkezlerini, bazı kayıplar ve mağlubiyetlerle birlikte ele geçirmiş oldu (İsmail, Kili, Tulça gibi, 1790). İsveç’le yapılan ittifak Osmanlı Devleti’nin hiç işine yaramadı. Bu sırada 1789 Fransız İhtilalinin olması, Osmanlı Devleti’ni rahatlattı ve Avusturya sulh andlaşması istedi. Ağustos 1791’de imzalanan Ziştovi Muâhedesi ile Avusturya-Osmanlı Harbi sona erdi. Böylece tarihteki son Alman-Türk savaşı sona erdiği gibi, Alman kuvvetler, Belgrad başta olmak üzere işgal ettikleri yerleri Osmanlılara iade ettiler. Osmanlı Devleti ile başbaşa kalan Rusya da sulha yanaştı ve Ocak 1792 tarihinde imzalanan Yaş Andlaşması ile Özü ve Hocapaşa (Odesa) gibi bazı sahil şehirleri Ruslara bırakılarak, Osmanlı-Rus savaşına da son verildi.

Cephelerde kaybeden Osmanlı Devleti, sosyal, hukukî, iktisâdî ve özellikle de mağlubiyetlerin birinci sebebi sayıldığından askerî ıslâhatları düşünmeye başladı. Zira devlet, dış düşmanlara karşı vatanı müdafaa ederken, iç durum hiç de iyi değildi. Anadolu’da derebeyleri, Rumeli’de a’yânlar ve cephelerde savaşan yeniçeri grubu, devlet için büyük bir belâ haline gelmişti. Osmanlı ordusunun ve hatta bütün devletin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Osmanlı Devleti, gerileme devrini tamamlayarak artık yıkılmanın sancılarını çekmeye başlamıştı. Bu yıkılış emârelerinin sebeplerinin Kur’ân’a aykırı olarak yaşanan sefâhet, halkın vergi yükünün altında ezilmesi, müminlerin kalbinden devlete muhabbetin çıkması ve yardım duyguları yerine kin ve nefret duygularının fışkırmaya başlaması olduğunu, aklı başında olan herkes biliyordu. Osmanlı Devleti, nizâm-ı cedîd tabir edilen yeni bir düzenlemeye muhtâc idi. Ancak bu nasıl yapılacaktı? Bu konuda tamamen mevcut düzeni değiştirmek isteyenlerin görüşü esas alındı ve 24 Şubat 1793’de Nizâm-ı Cedid resmen bir Hatt-ı Hümâyûn ile ilan edildi.

Nizâm-ı Cedid de fayda vermedi. Osmanlı Devleti devamlı kan kaybediyordu. 400 yıldır dost devlet olarak bilinen Fransa’nın başına geçen General Napolyon Bonaparte, 1797 yılında Venedik Cumhuriyet’ine son vererek Osmanlı Devleti’ne komşu haline gelmişti. Bununla da kalmadı ve harp ilan etmeden Mısır İskenderiye önlerine geldi (Temmuz 1798 ). Görünürde, Padişaha itaat etmeyen Memluk Beylerini cezalandırmak için gelmişti; ancak buradan Kahire’ye hareket etti. Mısır Beylerbeyisi Ebu Bekir Paşa ile yaptığı Ehrâmlar Muhârebesini de kazandı. Bunu gören Osmanlı Devleti, Eylül 1798’de Fransa’ya harb ilan etti. İngilizler de tabiî müttefik oldu. Şubat 1799’da Filistin’e doğru ilerleyen ve Gazze ile Yafa’yı teslim alan Bonaparte, Akka’da Cezzâr Ahmed Paşa tarafından durduruldu. “Akka’da durdurulmasaydım, bütün şarkı ele geçirirdim” diyen General, İstanbul’dan bir ordunun Mısır’a doğru geldiğini duyunca Paris’e döndü. Haziran 1801’de Mısır’ın Tahliyesi Mukavelesi imzalandı ve Osmanlı ordusu Mısır’a girdi. Böylece III. Selim’e de Gâzi ünvanı verildi. Bunu, Nizâm-ı Cedidci Gâlib Paşa’nın Haziran 1802 tarihinde imzaladığı Paris Mu’âhedesi takip etti.

Bu arada Arabistan’da ortaya çıkan Vehhâbîlik hareketi de Osmanlı Devleti’ni ciddi manada rahatsız ediyordu. Bunu ayrıca inceleyeceğiz. Mısır’da Memluk Beyleri nasıl bertaraf edilir diye düşünülürken, Mısır’a gittiğinde (1799) asla Arapça bilmeyen ve Arnavud olan Mehmed Ali Ağa, bu beylikleri bertaraf etmek ve Hicaz’daki problemi çözmek için kullanıldı. Vehhâbileri bertaraf etmek ümidiyle kendisine Temmuz 1807 yılında Mısır Beylerbeyiliği verildi.

Bu arada, Fransız ihtilâlinin milliyetçiliği tahrik etmesi sebebiyle 1806 yılında Sırplar ihtilâl çıkardılar. Bunda yeniçerilerin Hıristiyan tebe’aya kötü muâmelesinin de etkisi vardı. Zaten Rumeli’de hâkim olan da devlet değil, a’yân denilen zorbalar idi. Vidin’de Pazvandoğlu Osman Ağa, Ruscuk’da Tirsiniklioğlu İsmail Ağa ve benzeri zorbalar büyük güç kazanmışlardı. Bunların üzerine gönderilen ve kısa zamanda haklarından da gelen Kadı Abdurrahman Paşa geri çekilince, hem halk rahatsız oldu ve hem de Sırp İhtilâli azıttı. Avusturya bu ihtilâli kışkırtıyordu. Ancak lider Kara Yorgi, 1804’de Ruslara yanaştı. Aralık 1806’da Belgrad’ı ele geçirdi ve Rusya da, Kaynarca’daki hakkını kullanarak Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Bender, Hotin, Akkerman ve Kili işgal edildi. Resmen Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Silistre valisi Alemdâr Mustafa Paşa, Rusları iki defa yenince, İngiltere Rusların yanında savaşa girdi. Şubat 1807’de İngiliz donanması İstanbul önlerine kadar geldiyse de, hemen geri döndü ve bu sefer Mısır’a yönelerek İskenderiye’yi işgal etti (Mart 1807). Mehmed Ali Paşa İngilizleri durdurdu. Diğer taraftan Rus cephesine gönderilmek istenen Nizâm-ı Cedid askerlerini kapıkulu ocağı neferleri kabul etmiyordu. Düşman vatanı işgal ederken, ordu birbirine girmişti. Ordu, devletin başına belâ olmuştu.

Önceleri Nizâm-ı Cedid’e taraftar olan ve en azından ses çıkarmayan âlimler, Nizâm-ı Cedid ricâlinin suiistimallerini ve ahlaksızlıklarını görünce, aleyhe geçmeye başladılar. Kasım 1806’da Şeyhülislâm olan İshak-zâde Mehmed Atâullah Efendi, âlimleri Nizâm-ı Cedid grubuna ve hatta Padişah’a karşı tahrik etti. İş çığırından çıktı ve Padişah, İslâma aykırı bazı fiilleri yapmakla (mesela ney üflemesi ve tanbur çalması, kız kardeşlerinin ve hanımlarının Avrupâî bir hayat yaşamaya başlamaları gibi) suçlandı. 25 Mayıs 1807’de Kastamonulu Kabakçı Mustafa denilen bir neferi kendilerine reis tayin eden yeniçeri yamakları, 19 yıl sürecek olan bir iç isyanı başlattılar. III. Selim hâlim ve selim birisi olduğu için, kan dökmeğe değil taviz vermeğe taraftardı. Bu sebeple 28 Mayıs 1807’de Nizâm-ı Cedid’i ilga etti ve bir gün sonra da kendisi tahttan indirildi. Yerine Padişahın amca-zâdesi olan IV. Mustafa tahta çıkarıldı.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Nef‘-i Zâr Baş Kadın Efendi. 2- Hüsn-i Mâh Baş Kadın Efendi. 3- Zîb-i Fer‘ İkinci Kadın Efendi. 4- Âfitâb Üçüncü Kadın Efendi. 5- Re’fet Dördüncü Kadın Efendi. 6- Nûr-i Şems Kadın Efendi. 7- Gonca-nigâr Kadın Efendi. 8- Dem-hoş Kadın Efendi. 9- Tab‘-ı Safâ Üçüncü Kadın Efendi. 10- Ayn-ı Safâ Kadın Efendi. 11- Mahbûbe Kadın Efendi. İKBALLERİ: 12- Meryem Hanımefendi. 13- Mihribân Hanımefendi. 14- Fatma Fer‘-i cihân Hanım Efendi. Çocukları olmadı .

[Image: i17055bk39q7.jpg]

Sultan IV. Mustafa Han
Babası : Sultan I. Abdülhamid
Annesi : Ayşe Sine (Seniye Perver Sultan)
Doğduğu Tarih : 8.09.1779
Padişah Olduğu Tarih : 29.05.1807
Tahttan İndirildiği Tarih : 28.07.1808
Öldüğü Tarih : 17.10.1808
IV. Mustafa, I. Abdülhamid’in Ayşe Sîneperver Vâlide Sultân’dan doğan büyük oğludur. IV. Mustafa, saf, kültürü zayıf ve saltanata karşı harîs bir insandı. Hep iyilik gördüğü amca-zâdesi III. Selim’e karşı vefâlı davranamadı. Nizâm-ı Cedid aleyhinde olanların yanında göründü ve 29 Mayıs 1807’de Osmanlı tahtına çıktı. İlk olarak ihtilâlcilerin arzularını yerine getirdi ve Kabakçı Mustafa, Şeyhülislâm Atâullah Efendi ve Sadâret Kaymakamı Musa Paşa’nın isteklerine göre devleti yönetmeye başladı. Bu arada Nizâm-ı Cedidcilerin bir kısmı öldürülmüş ve bir kısmı ise Ruscuk A’yânlarından vezir Alemdâr Mustafa Paşa’ya sığınmışlardı (Galip, Refik, Râmiz, Behîç ve Tahsin Beylerden oluşan bu ekibe Ruscuk Yârânı denmektedir).

İhtilâlciler, Nizâm-ı Cedidin gayr-i meşru olduğunu ve Padişahın aslâ yeniçerilere müdahale etmemesi gerektiğini ihtiva eden taahhüdnâme mahiyetinde bir hücceti, Padişahın Hatt-ı Hümâyûnu ile birlikte elde ettiler (Rebiülevvel 1222/1807). İhtilâlcilerin baskısından bıkan IV. Mustafa, Kabakçı Mustafa başta olmak üzere, ihtilâlcileri tasfiye gayesiyle Alemdâr Mustafa Paşa’yı ordusuyla beraber İstanbul’a davet etti.
Temmuz 1808’de İstanbul’a gelen Alemdâr, yolda iken Kabakçı Mustafa’yı katletmişti ve bu sebeple de Davud Paşa Sarayı’nda Padişah tarafından karşılandı. Ruscuk Yârânına burada Padişahı tevkif etmesini tavsiye ettilerse de, Alemdâr buna yaklaşmadı. 2 gün sonra vasıfsız bir Şeyhülislâm olan Atâullah Efendi azl edildi ve ekibi de tasfiye edildi. Padişah Alemdâr’a teşekkür ediyor ve Tuna Beylerini boş bırakmayarak dönmesini arzuluyordu. Ancak bunu dinlemeyen Alemdâr, 28 Temmuz 1808’de Bâb-ı Âli’yi basarak sadrazamdan mührü aldı, arkasından Topkapı Sarayına geldi. Hal’ edileceğini ve III. Selim’in tekrar tahta çıkarılacağını anlayan IV. Mustafa, hemen karşı planını uyguladı ve III. Selim ile II. Mahmûd’un öldürülmesi için tâlimat verdi. Maalesef bu tâlimatı alan Enderûnlular, dairesini basarak III. Selim’i şehid ettiler. II. Mahmûd ise, Harem hüddâmının yardımı ile kurtarıldı ve Alemdâr’ın desteğiyle kendisine bî’at olundu.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Şevk-i Nûr Baş Kadın Efendi. 2- Dil-pezîr İkinci Kadın Efendi. 3- Seyyâre Üçüncü Kadın Efendi. 4- Peyk-i Dil Dördüncü Kadın Efendi. Emîne Sultân isminde bir tek kızı vardı ve o da hemen vefât etmiştir .

[Image: i17056bj89qj.jpg]

Sultan II. Mahmud Han

Babası : Sultan I. Abdülhamid
Annesi : Nakşidil Sultan
Doğduğu Tarih : 20.07.1785
Padişah Olduğu Tarih : 28.07.1808
Öldüğü Tarih : 30.06/1.07 1839
II. Mahmûd, I. Abdülhamid’in Nakş-ı Dil Vâlide Sultân’dan dünyaya gelen küçük oğludur. 28.7.1808 tarihinde Osmanlı tahtına sıkıntılı bir şekilde oturdu. Amca-zâdesi III. Selim’den devlet idaresi, musiki ve devlet adamlarıyla münasebetler konusunda epeyce ders almıştı. Adlî mahlası ile şiirler yazan ve Mayıs 1813’den itibaren Gâzi ünvanını kullanan II. Mahmûd, yaptığı ıslâhâtlarla ve özellikle de Osmanlı Devleti’nin yüzünü batıya çevirmekle meşhurdur. Bazı tarihçiler onu Kanuni’den sonra en büyük padişah olarak vasıflandırırken, bazıları da batılılaşma yolundaki şekilde kalmış teşebbüslerinde dolayı tenkit etmektedirler. II. Mahmûd’un saltanat yıllarını, vak’a-i hayriye adı verilen yeniçeri ocağının kaldırılışına göre iki safhaya ayırmak yerinde olur:

Birinci Saltanat Safhası: Tahta çıktığında devletin halletmek mecburiyetinde bulunduğu iki mesele vardı: Birincisi, III. Selim’in şahâdetine sebep olan canilerin cezalandırılması ve ikincisi de devletin içine düştüğü sıkıntıdan kurtulabilmesi için gerekli ıslâhâtın yapılması. Önce devletin eyâletlerdeki elini gevşetmesinden dolayı idareyi ele alan derebeyler ve a’yânları, devlete itaat eder hale getirme meselesi ele alındı ve davet edilince askerleriyle İstanbul’a gelen a’yân ve derebeylerinin, Alemdâr Mustafa Paşa’ya olan güvenleri sebebiyle umumi bir meşveret meclisi toplandı. Neticede Sened-i İttifak adıyla devletin vükelâsıyla a’yân ve derebeyler arasında bir sened imzalandı. Buna göre her yerde devletin kanunları ve emirleri geçerli olacak; vergiler sadece devlet hazinesinde toplanacak; devlet namına asker toplanacak ve ancak a’yân ve derebeylerin haklarına da müdahale edilmeyecekti. Kısaca Anadolu Beylikleri haline gelen Osmanlı Devleti, yeniden büyük devlet olmaya söz veriyordu (Eylül 1808 ). Bunu, Alemdâr Mustafa Paşa’nın arzusuyla Ekim 1808’de Nizâm-ı Cedid’i ihya manasına gelen Sekbân-ı Cedid askerinin kurulması takip etti ve başına da Ruscuk Yârânından Behîc Efendi Umûr-ı Cihâdiye Nâzırı olarak tayin edildi.

Sadrazam Alemdâr Mustafa Paşa, Ruscuk Yârânı denilen ekibin elemanlarını önemli makamlara getirmişti. İyi niyetli ama kültürü zayıf olan bu devlet adamı, III. Selim’in şahâdetine engel olamadığı için çevresi tarafından tenkit ediliyor idiyse de, II. Mahmûd ona güveniyordu. Yeniçeri ise ona karşı bileniyordu. Ulemâ sınıfı, usul ve âdâb bilmediğinden dolayı, bazı çiğ hareketleri sebebiyle aleyhine geçtiler. Kasım 1808’de yeniçeriler sarayını bastılar; kendi adamları dışında savunmaya yardım gelmeyince, kendini hapsetti ve cephanenin bulunduğu binayı tabancasıyla ateşe vererek şehid oldu. Hadise karışınca, Şeyhülislâmın fetvâsı alınarak IV. Mustafa da boğduruldu (Kasım 1808 ). İsyan eden yeniçeriler, işi azıttı ve Topkapı Sarayı’na hücum ettiler. Bunun üzerine 4000 kişilik sekbân-ı cedid askeri yanında donanmay-ı hümâyûna bağlı gemilerden Yeniçeri Ağasının bulunduğu yere toplar atılarak saltanat muhafaza edilmeye çalışıldı ve hatta Süleymaniye Camiinin bir minaresi yara aldı. Neticede ulemânın tavassutu ile 18 Kasım 1808’de sekbân-ı cedid lağvedildi ve kısmî tavizlerle isyan bastırıldı.

IV. Mustafa zamanında (25.8.1807) Osmanlı ile mütâreke imzalayan Rusya, Fransa ile olan savaşına rağmen, iç karışıklıkları fırsat bilerek, Romanya’yı elde etmek ümidiyle Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etti. Temmuz 1809’da Sadrazam Yusuf Ziyâeddin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusuna yenilen Rus ordusu, önce geri çekildi; ancak sonradan tecâvüzlerini sürdürerek Poti’ye kadar geldi. Ağustos 1810’da Varna’yı almak istediler; başarılı olamayıp geri çekildiler. Napolyon Bonapart’ın ısrarla Rusların işini bitirelim teklifine, güvenilmeyen kişiliğinden dolayı menfi cevap veren Osmanlı Devleti, 28.5.1812 tarihinde Ruslarla Bükreş Muâhedesini imzaladı. Romanya’yı iade eden Ruslar, Bükreş çevresinde bir Sırp Prensliği kurdurulmasını kabul ettirmekle asıl tavizini almıştı. Bu olay, Yunan İhtilâlinin de çıkmasına sebep oldu.

Sırpların muhtâriyet elde etmesi, Patras Başpiskoposu Germanos’un liderliğinde 12 Şubat 1821’de Rum İsyanının yani Yunan İhtilâlinin başlamasına sebep oldu. Tohumları daha önceleri atılan bu ihtilâl neticesinde Yunanlılar, Mora’yı ele geçirdiler. İşin arkasında 1814’de gizli olarak Odesa’da kurulan Ethniki Hetaria ve Fener Patriği Gregorios ile Fener Beyleri vardı. Osmanlı Devleti, asırlarca Müslümanlar gibi hak ve hürriyetlerine riâyet ettiği Rumların böyle bir isyan çıkarmalarına şaşırdı ve yüzlerce Müslümanın kanının akmasına yol açan bu hareketi tahrik eden Cihân Patriğini, Fener Patrikhânesinin Orta Kapısı önünde Nisan 1821 tarihinde idam etti. Ancak Rusya’nın desteğini arkasına alan Rumlar, başlarına Prens Mavrokordato’yu geçirerek, Ocak 1822’de Yunanistan’ı kurduklarını ilan ettiler. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’yı kuvvetleriyle yardıma göndermesi üzerine, Haziran 1827’de Yunan İhtilâli bastırıldı. Yeniçeri yine beceriksizliğini ortaya koymuştu. Artık halk ve devlet nezdinde yeniçerinin sonu gelmişti. Haziran 1826’da yani II. Mahmûd’un 17. Saltanat yılında Vak’a-i Hayriye adıyla yeniçeri ocağı lağv edildi.

İkinci Saltanat Safhası: Yeniçeri ocağı lağvedilip yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla eğitimli ve düzenli bir askerî teşkilât kurulunca, devletin içerdeki problemlerinden biri ortadan kalkmış oldu. Bunu diğer ıslâhâtlar takip etti. Osmanlı Devleti’nin eyâlet askerleri dışında düzenli bir ordusu kalmadığını gören Rusya durumdan istifade etmek istedi; ancak Osmanlı Devleti, Ekim 1827 tarihli Akkerman Muâhedesini imzalayarak Sırbistan ve Romanya’nın muhtâriyetlerini biraz daha arttırıp tehlikeyi önlemeye çalıştı. Bu arada düvel-i mu’azzama adı verilen İngiltere, Fransa ve Rusya, aralarında Temmuz 1827 tarihli Londra Protokolünü imzalayarak Yunan meselesini kaşımaya karar verdiler ve Osmanlı Devleti’ne otonom bir Yunan Prensliği için tazyik etmek üzere donanmalarıyla İyonya Denizine kadar geldiler. Sulh halinde oldukları bir devlete aniden yaptıkları Navarin Baskını ile Osmanlı Donanmasını batırdılar (Ekim 1827). Üç devlet de özür diledi; ancak ordusuz olmasına rağmen Osmanlı Devleti Rusya’ya harb ilan etti (Nisan 1828 ). Fakat Ruslar, doğuda Ahıska’ya ve batıda ise Varna’ya kadar gelince durum tehlike arz etmeye başladı. Batıda Silistre’yi ve doğuda ise Erzurum’u teslim alan Ruslar, Ağustos 1829’da Edirne’ye girdiler. Bunun üzerine duruma İngiltere, Fransa ve Prusya müdahale ettiler. Ancak Fransa Eylül 1829’da Mora’yı işgal etmiş ve Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa Mora’dan ayrılmıştı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Ağustos 1829 tarihinde Londra Muâhedesini imzalamak mecburiyetinde kaldı ve bu andlaşma ile bağımsız bir Yunanistan Prensliği kuruluyordu. Ruslarla imzalanan Eylül 1829 tarihli Edirne Muâhedesi ile de Tuna Deltası ve Kafkasya tamamen Ruslara bırakıldı. Artık müstakil olan Eflak ve Boğdan, Sırp ve Yunanistan prenslikleri, Osmanlı Devleti’ni meşgul etmek için yeterliydi. Yunanistan Osmanlı Devleti’nden ayrılan ilk devlet oldu. Bu arada Sisam adasına da Aralık 1832’de otonom verildi ve 1913’de Yunanistan’a katılıncaya kadar bu statü devam etti.

Maalesef bu arada Fransa 1797’de Cezayir’den aldığı borcu ödemediği için 1827 yılında bölgeyi idare eden ve dayı denilen Osmanlı Beylerbeyi İzmirli Hüseyin Paşa’nın Fransız Konsolosunu tokatlaması üzerine, Fransa Cezâyir’e Haziran 1830’da asker çıkardı ve Temmuz 1830’da şehri teslim aldı. Rus mağlubiyetinden yeni çıkan Osmanlı Devleti, Fransa’nın tehdidi üzerine donanmasını bile gönderemedi. Artık Cezâyir Fransa’nın sömürgesi oluyordu.

Rus harbine asker göndermeyen Mısır Beylerbeyisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa da, şımarmıştı. Osmanlı sadrazamı olarak devlete hâkim olmak istiyordu. Mısır’ı gerçekten imar etmiş ve orada itibar kazanmıştı. Filistin’e kaçan fellâhları geri göndermeyen Sayda Valisi Abdullah Paşa’nın tavrını sebep göstererek oğlu İbrahim Paşa’yı Filistin’e gönderdi ve burayı işgal etti. İbrahim Paşa, sırasıyla Akka, Şam, Haleb ve Hatay’ı alarak Konya’ya kadar geldi (Kasım 1332). II. Mahmûd’un inkılâblarına kırgın olan halk, İbrahim Paşa’yı sevinçle karşıladı. Sadrazam Reşîd Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu üzerine geldiyse de, sadrazam esir alınınca geri döndü ve Mısır meselesi milletlerarası bir problem olmaya başladı. Tamamen Osmanlı Devleti’nin bir veziri gibi davranan ve halka zarar vermeyen İbrahim Paşa, Şubat 1833’de Kütahya’ya girdi ve İzmir’e vali tayin etmeye kalkıştı. Padişah, Çar’dan yardım istedi; o da 10 harb gemisini boğaza gönderdi; diğer devletler de bu fırsatı nasıl değerlendirebileceklerini düşünmeye başladılar. Fransa ve İngiltere’nin araya girmesiyle, Mehmed Ali Paşa Anadolu’dan çekildi ve kendisine yedi Osmanlı eyâleti birden verildi (Mısır, Cidde, Sayda, Trablus, Şam, Haleb ve Adana). Temmuz 1833’de imzalanan Hünkâr İskelesi Muâhedesi ile Rusya da bazı tavizler kopardı.

Mehmed Ali isyanını kullanan İngiltere, 1838’de Osmanlı Devleti ile yaptığı Ticâret Andlaşması ile müthiş tavizler kopardı. Osmanlı sanayiini engelleyen ve Osmanlı topraklarını İngiliz mallarına açık bir Pazar haline getiren bu andlaşmanın mimarı, Londra Büyükelçisi olan Mustafa Reşid Paşa idi. Nitekim Osmanlı Devleti, bu andlaşmadan istediği sonucu alamadı ve Mehmed Ali Paşa 6 yıl sonra tekrar Nizip’e kadar geldi ve Osmanlı ordusunu yendi (Haziran 1839). Bu bozgun sırasında II. Mahmûd ölüm döşeğindeydi ve 7 gün sonra Temmuz 1839’da vefât eyledi. Mısır krizi devam ediyordu.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Bezm-i Âlem Vâlide Sultân; I. Abdülmecid’in annesi ve İkinci Kadınefendi. 2- Pertev-niyâl (Nihâl) Vâlide Sultân; Sultân Abdülaziz’in annesi ve Beşinci Kadın Efendi. 3- Hâciye Pertev-Piyâle Nev-fidân Baş Kadın Efendi. 4- Âlî-cenâb Baş Kadın Efendi. 5- Fatma Baş Kadın Efendi. 6- Âşûb-i Can İkinci Kadın Efendi. 7- Hâciye Hoş-yâr İkinci Kadın Efendi. 8- Nurtâb Dördüncü Kadın Efendi. 9- Misl-i Nâ-yâb İkinci Kadın Efendi. 10- Pervîz-felek Dördüncü Kadın Efendi. 11- Vuslat Üçüncü Kadın Efendi. 12- Zer-nigâr Üçüncü Kadın Efendi. Ebr-i Reftâr İkinci Kadın Efendi. İKBALLERİ: 14- Hüsn-i Melek Hanımefendi; Baş ikbal. 15- Zeyn-i Felek Hanımefendi; İkinci İkbaldir. 16-Tiryâl Hanımefendi; Üçüncü İkbal. 17-Lebrîz-Felek Hanımefefendi; Dördüncü İkbâl.

ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Abdülmecid I. - Şehzâde Sultân Abdülaziz. 3- Şehzâde Abdülhamid. 4- Şehzâde Mehmed. 5- Şehzâde Ahmed. 6- Şehzâde Bâyezid. 7- Şehzâde Murad. 8- Şehzâde Mehmed. 9- Şehzâde Nizâmeddin. 10- Sâliha Sultân. 11- Mihrimah Sultân. 12- Ayn-i Şah Sultân. 13- Atiyye Sultân. 14- Âdile Sultân. 15- Râbi‘a Sultân. 16- Fatma Sultân. 17- Ayşe Sultân. 18- Hayriye Sultân. 19- Zeyneb Sultân. 20- Münîre Sultân. 21- Şâh Sultân. 22- Hâmide Sultân. 23- Cemîle Sultân .

[Image: i17057bqdg3k.jpg]

Sultan Abdülmecid Han
Babası : Sultan II. Mahmud
Annesi : Bezmialem Sultan
Doğduğu Tarih : 25 Nisan 1823
Padişah Olduğu Tarih : 1 Temmuz 1839
Öldüğü Tarih : 25 Haziran 1861
Halk arasında Sultân Mecîd diye bilinen I. Abdülmecîd, II. Mahmûd’un Bezm-i Âlem Vâlide Sultân’dan doğma büyük oğludur ve babasının 1 Temmuz 1839 tarihinde vefât etmesi üzerine Osmanlı tahtına 16 yaşındayken oturdu. Doğu dillerinden Arapça ve Farsça’yı, batı dillerinden ise Fransızca’yı çok iyi biliyordu; iyi bir hattât idi; Batı Musikisine âşinaydı. Mevlevî tarikatına mensuptu. Diğer Osmanlı padişahlarından farklı olarak memleketi çeşitli yönlerine düzenlediği altı seyahatle dolaşmıştı. Yakışıklı olan Sultân Abdülmecîd, babasının aksine nazik, zeki ve merhametli idi. Devleti kendisi değil, Tanzîmât hareketini hazırlayan bürokrasi yönetmiş idi. Bürokrasinin en ileri gelenleri ise, Reşid Paşa ve Tanzimâtçı ekibi idi. Ancak Reşid Paşa ve ekibinin muhâlifleri ilk yıllarında daha da hâkim durumdaydılar.

Tahta çıktığı zaman devlet Nizip bozgunu gibi acı bir olayla dertli idi. İsyancı bir beylerbeyinin askerleri, Osmanlı ordusunu perişan etmişti. Tanzîmât’a soğuk olan ihtiyâr Hüsrev Paşa’nın zorla sadrazam olması ve Padişahın da buna ses çıkarmaması (Temmuz 1839), Hüsrev Paşa’ya düşman olan Kaptan-ı Derya Ahmed Fevzi Paşa’nın Osmanlı donanmasını Çanakkale’den alarak İskenderiye’ye götürüp Mehmed Ali Paşa’ya teslim etmesi gibi bir felâketi doğurdu. Bu yüzden Hâin veya Firârî diye meşhur oldu. Artık Mehmed Ali Paşa, İngiltere’den sonra en kuvvetli donanmanın sahibiydi.

Nizâm-ı Cedid ve teceddüd hareketi, diplomasiden gelen Reşid Paşa liderliğinde kuvvetleniyordu. II. Mahmûd ve Pertev Paşa tarafından yetiştirilen Reşid Paşa, Tercüme Odasından gelen Mehmed Emin Âli Paşa ile Tıbbiye’den çıkma Keçeci-zâde Fuad Paşa’yı ekibine katmıştır. Sadrazam Hüsrev Paşa’nın Sultân Abdülmecid’e Reşid Paşa’nın idamını tavsiye etmesine rağmen, Padişah, Reşid Paşa’nın tarafını tutarak Kasım 1839’da Gülhâne Hatt-ı Hümâyûn’unu Reşid Paşa’ya okutarak Tanzîmât’ı ilan etmeye karar verdi. Rauf Paşa’nın Haziran 1840’da sadrazam olmasından sonra fiilen işler Reşid Paşa eliyle yürütülmeye başlandı.

Mehmed Ali Paşa, Sultân Mecîd’in padişah olmasıyla tekrar sadrazam olma hevesine kapıldı. Reşid Paşa ise, Mısır meselesini diplomatik yollarla çözmeye çalışıyordu. Londra ve Paris’deki temasları neticesinde, Mehmed Ali Paşa aleyhinde bir dizi plan hazırladı. Fransa’nın Mısır yanlısı tutumu üzerine İngiliz taraftarı bir siyâseti tercih etti; ancak Fransa ve Rusya’yı da açıktan kızdırmak istemiyordu. Temmuz 1840’da imzalanan Londra Muâhedenâmesi ile Mısır-Sudan irsî olarak ve Filistin ise kayd-ı hayat şartıyla Mehmed Ali Paşa’ya verildi; diğer elindeki eyâletler geri alındı. Donanma da Osmanlıya iade edilecekti. Bu şartlara uyulmazsa, 4 devlet askerini Mehmed Ali Paşa’ya karşı Osmanlı’nın emrine verecekti. Bu andlaşmayı kabul etmeyen Kavalalı üzerine müttefik kuvvetler asker gönderdiler ve oğlu İbrahim Paşa’yı Beyrut yakınlarında kesin bir şekilde mağlup ettiler. Halk bu sefer Osmanlı lehine ayaklanıyordu. İbrahim Paşa çok perişan şartlar altında Kahire’ye çekildi. İngiltere yan çizince Mısır’dan çıkarılamadı ve Sultân Abdülmecid Mayıs 1841 tarihli meşhur Mısır Fermanını neşretti. Buna göre Mısır-Sudan eyâleti vâli sıfatıyla Mehmed Ali Paşa ve nesli tarafından yönetilecekti. 1914 yılı sonunda Osmanlı hâkimiyeti sona erinceye kadar bu statü devam etti. Mısır iç işlerinde bağımsız ve dış meselelerde Osmanlı Devleti’ne bağlı olan özerk bölge haline gelmişti.

Reşid Paşa, Mısır meselesini ince diplomasisi ile hallettikten sonra, Temmuz 1841’de Boğazlar Andlaşmasını imzalayarak Rusların boğazları kullanmasına mani oldu. Mısır meselesinde sözü dinlenmeyen Fransa, bu sefer Lübnan’daki Maruni Hıristiyan azınlığı haçlı zihniyetiyle tahrik etmeye başladı. Osmanlı Devleti de duruma müdahale etti ve 1845’de Marunilere ve Dürzilere ait Sayda Valiliğine bağlı olmak üzere iki otonom kaza tesis etti.

Osmanlı Devleti’nin Tanzîmât ile kuvvet kazandığını ve iç problemlerini halletmeye başladığını gören Rus Çarı Nikolay, Reşid Paşa’nın diplomatik ataklarından çok rahatsızdı. Karşısında tek engelin İngiltere olduğunu bilen Çar, Petersburg’daki İngiliz büyükelçisine hasta adam diye vasıflandırdığı Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşma teklifini yaptı. Ancak İngiltere bu teklifi gizlice Osmanlıya bildirdi. Ancak Rusya emeline ulaşmak için Osmanlı Devleti’ne, Kudüs’teki Hıristiyan mukaddes makamlarında Katoliklerin bertaraf edilerek Ortodoksların hâkim olmasını teklif etti (Şubat 1853). Osmanlı Devleti, bu teklifi reddetti ve Mayıs 1853’de Rusya ile olan diplomatik münasebetler kesildi. Mustafa Nâili Paşa sadrazam ve Reşid Paşa da Hâriciye Nâzırı iken, Prens Gorçakof komutasındaki Rus kuvvetleri Romanya’ya girerek harbi fiilen başlattılar (Temmuz 1853). Bâb-ı Âli de, Fransa ve İngiltere’nin desteğini alarak Ekim 1853’de karşı harb ilan eyledi. Kafkasya ve Tuna boylarında olmak üzere iki cephede başlayan Osmanlı-Rus harbi karşılıklı galibiyet ve mağlubiyetlerle uzun süre devam etti. Katolik dünyayı temsil eden Fransız Kralı III. Napolyon sulh için Rusya’ya nota verdi. Notayı çok sert bir şekilde reddeden Çar, Fransa’nın İngiltere ile birlikte Osmanlı Devleti’nin yanında yer almalarına sebep oldu (Şubat 1854). İngiltere, Fransa ve Osmanlı’nın Mart 1854’de imzaladığı İstanbul Muâhedesi, üçünün Rusya’ya karşı ittifak ettiklerinin deliliydi. Rusya’nın yanında yer alan Yunanistan, Fransızların Pire’ye asker çıkarmasıyla cezalandırıldı ve Atina işgal edildi. Yeni komutan Mareşal Paskieviç komutasındaki Rus kuvvetleri, Mayıs 1854’de Silistre’yi muhâsaraya başladılar. Ancak Musa Paşa komutasındaki Osmanlı askeri kahramanlar gibi çarpışarak, Rusları perişan ettiler ve Namık Kemal’in Vatan yahud Silistre romanıyla tarihe geçen zaferlerini kazandılar (Haziran 1854). Ağustos 1854’de alkışlarla Bükreş’e giren Osmanlı ordusu, müttefik kuvvetlerle birlikte Eylül 1854’de Kırım’a girdiler. Mart 1854’de ordularının mağlubiyetine dayanamayan hasta I. Nikolay öldü. 15 Mart’ta Sardunya ile de bir ittifak muâhedenâmesi imzalandı.

Bu arada Osmanlı maliyesi harp giderleri yüzünden perişan hale gelmişti ve ilk defa İngiltere’den dış borç alındı (Haziran 1855). Savaş devam ediyordu ve Eylül 1855’de Sivastopol şehri Ruslardan alındı. Ancak Kafkas cephesinde durum iyi değildi. Kasım 1855’de Kars’ı teslim alan Ruslar, fiilen harbi bitirdiler. Sulh konferansının Paris’te toplanmasına karar verildi.

Osmanlı Devleti, Paris’te toplanacak konferans öncesi, Avrupalılara şirin görünmek için, 1272 Hattı veya Islâhât Hatt-ı Hümâyûnu yahut da Islâhât Fermanı diye bilinen yeni bir fermanı 18 Şubat 1856 (1272) tarihinde yayınladı. Bu ferman, hem Müslüman ve hem de gayr-i müslimler tarafından beğenilmemişti. Neticede 30.3.1856 (1272)’de Paris’de toplanan İngiltere, Fransa, Osmanlı, Avusturya, Prusya, Rusya ve Sardunya devletleri temsilcileri, XIX. asrın siyasi çehresini değiştiren Paris Muâhedesini imzaladılar. Buna göre, Kars Osmanlıya ve Kırım ise Ruslara iade ediliyordu. Karadeniz tarafsızlandırılacak ve askerden arındırılacaktı. III. Napolyon, Reşid Paşa’yı sevmediği ve iyi bir diplomat olduğunu bildiği için murahhaslığına itiraz etmişti. Ekim 1857’de Reşid Paşa, 6. Defa sadrazam oldu ve Ocak 1858’de ise vefat etti. Ağustos 1859 tarihli yeni bir Paris Muâhedenâmesi ile de, Eflak ile Boğdan’ın (Memleketeyn) birleşerek Romanya’yı meydana getirmeleri kararı alındı. Fransızlar ise yine boş durmadı. 1860’larda tahrik ederek isyan ettirdikleri Lübnan’daki Maruni Hıristiyanlara, Deyr’ül-Kamer merkezli bir otonom sancak kurdurdular (Haziran 1861).

İşte bu sıkıntılar ve Tanzîmât hareketleri içinde yuvarlanan Osmanlı Devleti’nin başı yani Sultân Abdülmecid, 25.6.1861 tarihinde veremden vefat etti.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Servet-sezâ Baş Kadın Efendi. 2- Şevk-efzâ Vâlide Sultân; Sultân V. Murad’ın annesi ve İkinci Kadın Efendi. 3- Hoş-yâr İkinci Kadın Efendi. 4- Tîr-i Müjgân Vâlide Sultân; Üçüncü Kadın Efendi ve II. Abdülhamid’in annesi. 5- Verd-i Cenân Üçüncü Kadın Efendi. 6- Gül-cemâl Dördüncü Kadın Efendi. 7- Rahîme Perestû Vâlide Sultân; Dördüncü Kadın Efendi ve II. Abdülhamid’in manevi annesi. 8- Gülistu (Gülistân) Dördüncü Kadın Efendi. 9- Düzd-i Dil Üçüncü Kadın Efendi. 10- Bezmî (Bezmârâ) Altıncı Kadın Efendi. 11- Mâhitâb Beşinci Kadın Efendi. İKBALLERİ: 12- Nâlân-ı Dil Hanımefendi; 3. ikbal. Ceylân-yâr Hanımefendi; 2. İkbaldir. 14- Ayşe Ser-firâz Hanımefendi; 2. İkbal. Sarayın adını batıran bir kadındır. 15- Nergis (Nergizu) Hanımefefendi; Dördüncü İkbâl. 16- Nâvek-misâl Hanımefendi; 4. İkbal. 17- Nesrîn Hanımefendi; İkinci İkbal. 18- Şâyeste Hanımefendi; 4. İkbal. 19- Nükhet-seza Hanımefendi; Baş İkbal. GÖZDELER: 20- Yıldız Hanımefendi; 2. Gözde. 21- Sâf-derûn Hanımefendi; 4. Gözde. 22- Hüsn-i Cenân Hanımefendi; 3. Gözde.

ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Murad V. 2- Şehzâde Sultân Abdülhamid II. 3- Sultân Mehmed Reşâd V. 4- Şehzâde Mehmed Ziyâaddin Efendi. 5- Şehzâde Mehmed Vahidüddin Efendi (Sultân Vahîdüddin). 6- Şehzâde Ahmed Nûreddin Efendi. 7- Şehzâde Mehmed Âbid Efendi. 8- Şehzâde Mehmed Fuad Efendi. 9- Şehzâde Mehmed Burhâneddin Efendi. 10- Behîce Sultân. 11- Medîha Sultân. 12- Senîha Sultân. 13- Refî‘a Sultân. 14- Nâile Sultân. 15- Râbi‘a Sultân; 16- Fatma Sultân; 17- Mevhibe Sultân; 18- Sâbiha Sultân; 19- Fatma Nâzıme Sultân; 20- Münîre Sultân; 21- Bedî‘a Sultân; 22- Na‘îme Sultân; 23- Cemîle Sultân; 24- Mehmed Rüşdî Efendi; 25- Osman Safiyyüddin Efendi. 26- Ahmed Kemâleddin Efendi. 7- Mehmed Vâmık Efendi. 28- Nizâmeddin Efendi; 29- Burhâneddin Efendi; 30- Neyyire Sultân; 31- Aliye Sultân; 32- Sâmiye Sultân; 33- Nâzıme Sultân; 34- Mukbile Sultân; 35- Fehîme Sultân; 36- Şehîme Sultân; 37- Süleyman Efendi.

Yukarıdaki listeden de görüldüğü üzere, hayatı boyunca meşru dairede de olsa, çok fazla kadınla beraber olan I. Abdülmecid, çocuklarına ve aile hayatına fazlaca düşkün bir insandı. İyi bir hükümdâr olmasına rağmen, Avrupa taklitçiliğini bazan gayr-ı makul denecek seviyelere getiriyordu. Bunda çevresindeki Avrupa tahsili görmüş bürokratların da büyük etkisi vardı. II. Mahmûd gibi, devletin askerler değil sivil bürokratlar tarafından idare edilmesine taraftardı .
[Image: i17058bd1u58.jpg]

Sultan Abdülaziz Han
Babası : Sultan II. Mahmud
Annesi : Pertevniyal Sultan
Doğduğu Tarih : 7/8 Şubat 1830
Padişah Olduğu Tarih : 25 Haziran 1861
Tahttan İndirildiği Tarih : 30 Mayıs 1876
Öldüğü Tarih : 4 Haziran 1876
Sultân Abdülaziz, 1830 yılında II. Mahmûd’un Kadın efendisi Pertev-niyâl Vâlide Sultân’dan Eyüp Sarayı’nda dünyaya gelmiştir. Haziran 1861’de ağabeyi I. Abdülmecid’in vefâtı üzerine Osmanlı tahtına çıkmış ve halk tarafından Sultân Aziz diye anılmıştır. III. Selim, II. Mahmûd ve I. Abdülmecid’in Avrupa’yı taklid eden ve çevreleri tarafından suiistimal edilen hayatlarının Osmanlı Padişahları hakkındaki ortaya çıkardığı menfi imajı, Sultân Aziz yaşadığı müstakim hayatıyla telafi etmiştir. Abdülhamid gibi velâyetine inanılan bir padişah olmuştur. İntihâr meselesi, tamamen sefih bir hayat yaşayan Hüseyin Avni Paşa ve bir kaç serseri subayın tertibinden ibarettir.

Mevlevî, hattât, pehlivan, bestekâr ve Arapça ile Farsça’ya vâkıf olan Sultân Aziz, Batı Musikisi hayranlığını Saray’dan çıkarmaya çalışmıştır. Ekibi, Tanzîmât’çıların ileri gelenlerinden olan Âli Paşa ve Fuad Paşa ile daha sonra Yeni Osmanlılar arasında yer alan Mithad Paşa ve arkadaşlarıdır. En büyük şanssızlığı ekibinin tam müstakim insanlar olmayışıdır. Sultân Abdülaziz, özellikle Sultân Abdülmecid devrinde devletin israflar ve sefâhetlerle sarsılan devlet nizâmına hemen çeki düzen vermekle işe başlamıştır. Saray’daki harcamaları durdurmuştur. Devletin hazinesinin kaçak verdiği kara delikleri kapatmaya çalışmıştır.

Zamanındaki ilk olay, Haziran 1861’de baş gösteren Sırp İsyanıdır. Karadağ İsyanı Ömer Paşa tarafından bastırılınca Avrupa ayaklanmış ve Eylül 1861’de İstanbul Mukavelesi imzalanmak mecburiyetinde kalınmıştır. Bu Protokol, Sırplara daha fazla muhtâriyet vermek manasına gelmektedir.

İkinci önemli olay, Sultân Abdülaziz’in üç taht vârisini ve çok sayıda devlet erkânını alarak Feyz-i Cihâd Vapuru ile Nisan 1863’de yaptığı Mısır Seyahatidir. Yavuz’dan sonra Mısır’a gelen ikinci Osmanlı Padişahı olması hasebiyle, Mısırlılar tarafından candan tezâhüratlarla karşılanmıştır. Bu arada, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olan Mısır Valisi İsmail Paşa da istediğini elde etmiştir. Maalesef, sadrazam ve adamlarını elde ederek, daha önce ailenin en büyük erkek evladı Mısır Valisi olacakken, Mayıs 1866’da yayınlattığı bir fermanla, Mısır velâyetini kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’dan alarak oğlu Mehmed Tevfik Paşa’ya vermiştir. Daha sonra Osmanlı Maliye Nâzırlığına getirilen Mustafa Fâzıl Paşa, gizli olarak kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyetini destekleyerek bu intikamını almıştır. Haziran 1866’da Mısır Valilerine Hidiv ünvanı verildi ki, kral naibi demektir.

Osmanlı askeri içerdeki iktidar mücadeleleriyle çalkalanırken, Sırbistan’da yine problemler çıkıyor ve Osmanlı Devleti, Nisan 1867’de 345 yıllık hâkimiyetinden sonra Belgrad’ı tamamen Sırp Prensliğine terk ediyordu. 1864’de İyonya Adalarını Yunanistan’a bağışlayan İngiltere, Yunanlıları şımartmış ve Girit’te karışıklıklar başlamıştı. Rusya’nın da desteğiyle Eylül 1866’da Girit İsyanı başladı. Osmanlı Devleti enosis = Yunan’a iltihak’tan başka bir şey istemeyen Rumlarla anlaşamadı. Sadrazam Âli Paşa’nın bizzat Girid’e gelmesi üzerine Fransa, Rusya, Prusya ve İtalya işe karıştı ve Âli Paşa, Ocak 1868’de meşhur Girit Fermanını ilan etti. Artık ada Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında sanki ortak bir eyâlet gibi idi.

Bu arada Sultân Abdülaziz, kendi zamanına kadar hiç bir Osmanlı Padişahının yapmadığı ve 1950 yılına kadar da hiç bir Türk Devlet Başkanının yapmayacağı bir işi yaptı. Yani 46 gün sürecek Avrupa Seyahatine çıktı. Davet, III. Napolyon ve Kraliçe’nin davetiyle Paris’ten başladı. Çok büyük ilgi gördü. Arkasından Galler Prensi VII. Edward’ın karşıladığı Londra ziyareti ile devam etti ve burada Kraliçe Victoria ile görüştü. Halkın çılgınca alkışladığı Abdülaziz, daha sonra Brüksel’e geçerek Kral II. Leopold ile öğle yemeği yedi. Berlin seyahati davetini özürleri sebebiyle kabul edemeyen Sultân Aziz’le Prens Bismarck’ın tavsiyesiyle Prusya Kralı ve Kraliçesi, Berlin’e 460 km uzaklıkta bulunan Koblenz’e kadar gelerek görüştü. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki etkisini göstermesi bakımından önemli idi. İstanbul’a dönerken Viyana Garında Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı tarafından karşılandı. Daha sonra da Budapeşte’ye uğradı ve Vidin yoluyla İstanbul’a döndü (21.6.1867-7.8.1867).

Bu arada Osmanlı Devleti’nin idarî, hukukî ve siyasî ıslâhâtı da devam ediyordu. 1862’de günümüzün Sayıştay’ı demek olan Div’an-ı Muhâsebât ve 1868’de günümüzün Danıştay’ı olan Şûrây-ı Devlet kurulmuştu. Günümüzün Yargıtay’ı demek olan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye de Abdülaziz devrinde tesis edilmişti. Mecelle’nin hazırlanması için hazırlıklar yapılmıştı. 1868-1869 kışında Yunanistan’la savaşa ramak kalması ve Paris Konferansı ile tatlıya bağlanması; Kasım 1869 tarihinde Süveyş Kanalının açılması, Abdülaziz döneminde meydana gelen önemli olaylardı.

Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirdiği mükemmel bir diplomat olan Âli Paşa’nın Eylül 1871’de vefat etmesi, Osmanlı Devleti açısından içte ve dışta tam bir yıkım oldu. Zira meşrutiyetçi görünen ve Yeni Osmanlılar Cemiyetinin mensupları olan Ziya Paşa, Namık Kemal ve benzerlerine gün doğdu. Rüşvetlerle Mısır Valiliğini oğluna vermeye çalışan Mısır Valisi İsmail Paşa da fırsatçılar arasındaydı. Osmanlı Devleti’nin kaht-ı ricâl devri başladı. Artık devlet, kültürlü ama vasıfsız bir sadrazam olan Mahmûd Nedim Paşa’nın; Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır’ı İngilizlere bir nevi satan Mithad Paşa’nın ve tam bir cani olup Amerikalılardan açıkça rüşvet alan Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın elinde kalmıştı. 1876’da Mithad Paşa ve ekibinin akılsız tasarruflarından dolayı, dış borçlar 200 milyon altını geçiyordu. Rus Büyükelçisi Kont İgnatiyev’in tahrikleri ve Sadrazam Mahmûd Nedim Paşa, Adliye Nâzırı Mithad Paşa ve Ticâret Nâzırı Mahmûd Celâleddin Paşa’nın menfaatleri uğruna, Ekim 1875’de 6 Ramazan Kararnâmesi diye bilinen ve istikraz faizlerini % 50 indiren Kararnâme ilan edildi. Avrupa Devletleri ayağa kalktı. Bu arada Hersek ve Bulgaristan isyanları da alabildiğine genişleyerek devam ediyordu. Rusya’nın tahriki ile 6 Mayıs 1876’da Almanya ve Fransa’nın Selanik Konsolosları katledilince tansiyon fevkalade yükseldi. Devleti içte ve dışta rezil eden Mithat Paşa ve ekibi, suçu Sultân Abdülaziz’e yıkarak onu hal’ etmeye karar verdiler. İngiltere’yi arkalarına almışlardı ve onlardan para desteği alıyorlardı.

Önce rüşvet vererek üniversite talebeleri demek olan talebe-i ulûmu ayaklandırdılar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti’ni yıkan ve tarihe 4 büyükler yahut Hal’ Erkânı diye geçen dört vasıfsız adam devletin en önemli makamlarına geldiler (11 Mayıs 1876): Mütercim Rüşdi Paşa sadrazam, Hüseyin Avni Paşa serasker, Mithad Paşa devlet nâzırı ve ehliyetsiz müfsid imam diye bilinen Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâm oldular. Abdülaziz’in devlete verdiği yeni şekil ve özellikle de yeni donanmadan korkan İngiltere, kuklası olan Mithad Paşa’yı kullanarak Padişah aleyhindeki her hareketi takip ediyordu. 30 Mayıs 1876’da Harbiye Mektebi kumandanı Süleyman Paşa, çoğu Türkçe bilmeyen iki tabur askeri kandırarak Dolmabahçe Sarayı’nı bastı ve Padişah’ı tahttan indirdi. Hal’ fetvâsını Padişah’ın şuurunun bozukluğuna dayandıran Şeyhülislâm ise, hırsının esiri ve inkılabcıların oyuncağı olmuştu. Padişah hal’ edilmekle kalmadı; Dolmabahçe Sarayı tam manasıyla yağmalandı. Hüseyin Avni Paşa, hem hırsız ve hem de namussuz biri idi. Askere bahşiş dağıtılarak memnuniyetsizlikler bastırıldı. Artık 30 Mayıs 1876 tarihinden itibaren, bütün bu olup bitenlerin arkasında olan ve Osmanlı Padişahları arasında mason olduğu bilinen V. Murad Osmanlı tahtında oturuyordu. Sultân Aziz, 4.6.1876 tarihinde yani hal’ından 5 gün sonra, Hüseyin Avni Paşa’nın kiralık katilleri eliyle, kol damarları intihara benzeyecek şekilde kesilerek şehid edildi ve resmen intiharmış gibi gösterildi.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Dürr-i Nev Baş Kadın Efendi. 2-Hayrân-ı Dil İkinci Kadın Efendi. 3- Edâ-Dil İkinici Kadın Efendi. 4-Neş’erek (Nesrin) Üçüncü Kadın Efendi. 5- Gevherî Dördüncü Kadın Efendi.

ÇOCUKLARI: 1- Yusuf İzzeddin Efendi; 2- Mahmûd Celâlüddin Efendi; 3- Mehmed Selîm Efendi; 4- Abdülmecid II; 5- Mehmed Şevket Efendi; 6- Mehmed Seyfeddin Efendi; Sâliha Sultân; 8- Nâzıme Sultân; 9- Emîne Sultân; 10- Esmâ Sultân; 11- Fatma Sultân; 12- Münîre Sultân; 13- Emîne Sultân .

[Image: i17059bh5i48.jpg]

Sultan V. Murad Han
Babası : Sultan Abdülmecid
Annesi : Şevkefza Sultan
Doğduğu Tarih : 21 Eylül 1840
Padişah Olduğu Tarih : 30 Mayıs 1876
Tahttan İndirildiği Tarih : 31 Ağustos 1876
Ölümü : 29 Ağustos 1904
Tanzîmât devrinin çocuğu olan V. Murad, Eylül 1840’da I. Abdülmecid’in Kadın Efendisi Şevketefzâ Vâlide Sultân’dan Çırağan sarayında dünyaya gelmiş ve 30 Mayıs 1876 yılında da 3 ay sürecek olan Osmanlı tahtına çıkmıştır. Sultân Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde ve hatta bilmeyerek de olsa katl olunmasında dahli bulunan V. Murad, alaturka terbiye usulleriyle büyütülmüş ve Arapça ile Fransızca’yı gençliğinde öğrenmiştir. 3 aylık padişahlığından sonra Çırağan Sarayında ikamete mecbur edilen V. Murad, Ağustos 1904’de şeker hastalığından vefat etmiştir.

Hayatı diğer Osmanlı padişahları gibi müstakim olmayan V. Murad, Sultân Abdülaziz ile çıktığı Avrupa seyahatinde, Avrupalıların ilgisini çekmiş ve Galler Prensi Edward’ın yakın dostluğunu kazanarak 1867’de mason olmuştur. İstanbul’da Murad Locasını kurdurtan da odur. İngiltere, kendi siyasi emellerine uygun hale getirdiği V. Murad’ın padişah olmasını ve Mithad Paşa’nın da sadrazam olmasını bütün imkânlarıyla desteklemiştir. Talebe-i ulûm isyanında da, askerin siyâsete karışarak Dolmabahçe Sarayını basmasında da ve Abdülaziz’in katlinde de bunların rolü olmuştur.

Tahta çıktıktan sonra, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin emirleriyle hareket eder olmuştur. Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Paşa ve Mithad Paşa umduklarını bulamamış ve halk nezdinde olup bitenler konuşulduğundan dolayı, halk desteğini kaybetmişlerdir. V. Murad’ın aklî melekesi zaten karışık olduğundan, amcası Abdülaziz’in hal’i ile ilgili ayrıntılı bilgileri öğrenince iyice dengesini kaybetmiştir. Nihâyet 15 Haziran 1876 gecesi, Girit isyanını görüşmek üzere toplanan vükelâ meclisini basan Sultân Abdülaziz’in kayınbiraderi ve hünkâr yaveri olan Binbaşı Çerkez Hasan, tabancasını çekerek Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa’yı ve bazı görevlileri öldürmüştür. Olaydan etkilenen V. Murad’ın aklî melekesi iyice bozulmaya ve dengesiz hareketler yapmaya başlayınca, uzmanlardan hastalığı ile alakalı rapor alınmış ve buna dayanılarak verilen fetvâ ile 31 Ağustos 1876 tarihinde hal’ına karar verilmiştir. Daha sonra sıhhatine kavuşmuş ise de, II. Abdülhamid’in hem iyi davranması ve hem de tedbirler alması sebebiyle devlete zarar verememiştir.

ZEVCELERİ: KADIN EFENDİLERİ: 1- Elrû Mevhibe Baş Kadın Efendi; 2- Reftâr-ı Dil İkinci Kadın Efendi; 3- Şâyân 3. Kadın Efendi; 4- Meyl-i Servet Dördüncü Kadın Efendi; İKBALLERİ: 5- Resân Hanımefendi; Baş ikbal; 6- Cevher-rîz Hanımefendi; İkinci İkbaldir; 7- Nev-Dürr Hanımefendi; Üçüncü İkbal; 8- Remiş Nâz Hanımefefendi; 9- Filizten Hanımefendi; GÖZDELER: 10- Visâl-i Nur Hanım.

ÇOCUKLARI: 1- Mehmed Salâhaddin Efendi. 2- Süleyman Efendi. 3- Seyfeddin Efendi. 4- Aliyye Sultân. 5- Hatice Sultân. 6- Fehîme Sultân. 7- Fatma Sultân .

[Image: i17060bkop2z.jpg]

Sultan II. Abdülhamid Han
Babası : Sultan Abdülmecid
Annesi : Tirimüjgân Sultan
Doğduğu Tarih : 21 Eylül 1842
Padişah Olduğu Tarih : 31 Ağustos 1876
Tahttan İndirildiği Tarih : 27 Nisan 1909
Öldüğü Tarih : 10 Şubat 1918
Sultân Abdülhamid Hân, Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan bir devlet adamıdır. Bir iki sayfada onun şahsiyetini ve devrindeki olayları özetlemek mümkün değildir. Bu sebeple sadece bazı olayların ana hatlarını vermeye çalışacağız.

II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir.

Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır. Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir.

Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir.

Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir. Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır.

Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir. Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı başârmıştır.

II. Abdülhamid’in saltanat yıllarını ikiye ayırmak ve meseleleri ona göre değerlendirmek şarttır:

BİRİNCİ SALTANAT DEVRİ
(31.8.1876-13.2.1878 );
MİDHAT PAŞA VE EKİBİNİN İDAREYİ ELİNDE TUTTUĞU ÇÖKÜŞ YILLARI

II. Abdülhamid, Midhat Paşa ve ekibini taltif ederek tahta çıkmış ve maalesef Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı Şubat 1878’e kadar da, idarede hep onların sözleri geçerli olmuştur. Neticede bu bir buçuk yıl kadar zaman, Osmanlı Devleti’nin çöküş ve hatta yıkılış yılları olmuştur. Rus askerlerinin Yeşilköy’e kadar geldiği bu acılı günlerin faturasını II. Abdülhamid’e yüklemek çok büyük hata olacaktır. Bu devrenin en önemli olaylarını şöylece özetlemek mümkündür:

Midhat Paşa ve Rüşdi Paşa’ların meşrutiyetle alakalı şartlarını kabul ederek II. Sultân Abdülhamid Hân ünvanını alan Sultân Abdülhamid, Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın entrikalarından bıkarak istifa eden Rüşdi Paşa’nın yerine Midhat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Osmanlı Devleti tam bir isyan ülkesi haline gelmiş ve bu durum açık denizlere girmek isteyen Rusya’nın iştahını açmış olmasından dolayı, Düvel-i Muazzama, İstanbul’da Tersane Konferansını tertip etmişlerdir. İngiliz baş mürahhası ve Türk dostu olan Lord Salisbury ısrarla Rus-Osmanlı savaşına taraftar olmadıklarını söylemesine ve Rus Çarı II. Aleksandr da, barışçı bir tavır izlemesine rağmen, Midhat Paşa, padişahla münakaşayı bile nazara alarak Rusya’ya harp ilan edilmesini savunmuştur. Midhat Paşa ile aynı fikirde olanlar, sadece Rusya’daki Panslavistlerdi.

Böyle bir dönemde, Osmanlı Devleti Midhat Paşa ve ekibinin ısrarıyla, 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’i (Taclı Meşrutiyet veya 93 Meşrûtiyeti de denmektedir) ilan etti ve temel itibariyle 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan ilk yazılı Anayasasını yani Kanun-ı Esâsî’yi ilan etti. Bundan cesaret alan, Midhat Paşa ve ekibi, ordunun harp istediğini, Rusya’nın yenileceğini ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında harbe katılacağını iddia ederek, harp ilanına karşı olanları vatan hâini ilan ettiler. II. Abdülhamid bunlardan hiç birini kabul etmiyordu ve ancak çaresizdi. Harp tekliflerini incelemek üzere Ocak 1877’de toplanan Meclis-i Meb’usân’ın 240 üyesinden 60’ı gayr-i müslim idi. Karar, harp ilanının lehine çıktı ve Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götüren bu karar, Rusya ile Osmanlı Devleti’nin başbaşa kalmasına sebep oldu. Memleketin felakete gittiğini gören II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı Şubat 1877’de azletti ve sürgün etti. Bu arada Düvel-i Muazzama, evvela büyükelçilerini İstanbul’dan çektiler ve sonra da Mart 1877’de Londra Protokolünü imzaladılar. Tersane Konferansından daha hafif teklifler ihtiva eden bu konferansı, Rus Çarı kabul etti ve sadece harp isteyen aşırı milliyetçileri teskin için Karadağ’a Nikşi Kazasının bırakılmasını istedi. Bunu Kanun-ı Esâsi’ye aykırı bularak reddeden Bâb-ı Âli, Nisan 1877’de büyük Rus-Osmanlı Savaşının yani halkın ifadesiyle 93 Harbi’nin başlamasına yol açtı. Fiilen Haziran 1877’de başlayan bu harb Ocak 1878’de Osmanlı Devleti’nin her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 felâketi, Şubat 1878’de Meclis-i Meb’ûsân’ın kapatılmasını ve II. Abdülhamid’in ikinci saltanat devresinin başlamasını netice verdi. Tarihçilere göre bu bir buçuk yıllık devreden II. Abdülhamid sorumlu değildi.

II. ABDÜLHAMİD’İN İKİNCİ SALTANAT DEVRESİ=ŞAHSİ İDARE DEVRİ
(13.2.1878-27.4.1909):

30 yıl kadar süren bu devreye, II. Abdülhamid’in şahsî idare devri veya muhâliflerinin ve maalesef Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden bir çoğunun ifadesiyle istibdâd devri (devr-i istibdâd) denmektedir. Bilançoları çok ağır olan 93 felâketinin devleti yok edeceğini gören basiretli devlet adamı II. Abdülhamid, Meclis-i Meb’ûsân’ın bağımsız Ermenistan, Pontus ve Kürdistan gibi devletlerin kurulmasını tartıştığını görünce, 13.2.1878’de Meclis’i fesh etti. Alman Devlet Adamı Bismark, “bir devlet millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, meclisin faydadan ziyade zarar vereceğini” ifade ederek tasvip etti. Rus Çarı zaten memnundu. Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı sadrazam yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek, tarihe Çırağan Baskını veya Ali Suavi Vak’ası olarak geçen elim olayı patlattı. Arkasında, İngiliz Büyükelçisi Lord Elliot ve yerine gelen Lord Layard ile Ali Suavi’nin İngliz ajanı olan hanımı Mary vardı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’i hafiyye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti.

İç buhranlarla perişan olan ve her iki cephede de mağlup duruma düşen Osmanlı Devleti, Yeşilköy’e kadar gelen Ruslarla, İntihar Andlaşması denilebilecek olan 3.3.1878 tarihli Ayastafanos Muâhedesini imzaladı. Ancak düvel-i muazzama denilen İngiltere, Fransa ve Avusturya yani Almanya’nın bundan rahatsız olmaları üzerine, 4,5 ay sonra bu andlaşma yok sayıldı ve 13.7.1878’de Berlin Muâhedenâmesini imzalayarak varlığını 30-40 yıl daha uzatmış oldu. Berlin Muâhedenâmesi de, Osmanlı Devleti’ni, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam istiklâliyet vererek Avrupa’dan tasfiye ediyordu. Bosna-Hersek Eyâleti Avusturya’ya verilirken, otonom bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. Karadağ’a bir kaza bırakmamak uğruna, devlet, Avrupa’dan siliniyordu.

Berlin Muâhedenâmesinden cesaret alan Ermeniler, 1895-1896 yıllarında Doğu Anadolu’da katliamlara ve bağımsız bir Ermenistan kurma teşebbüslerine giriştiler. II. Abdülhamid, teşkil ettiği Hamidiye Alayları ile bu tehlikeyi bertaraf etti ve dahi denecek kadar mükemmel olan dış politikasıyla, büyük devletlerin işe karışmasına mani oldu. Ermeni isyanlarına karşı sert tedbirler alan II. Abdülhamid, Ermeniler tarafından Kızıl Sultân diye anılmaya başlandı. İttihâdcılar ve Cumhuriyet dönemindeki sözüm ona bazı aydınlar da, aynen Ermeniler gibi, bu ünvanı kullanmaya devam etti. Ermenilerle ilgili batılı devletlerin baskılarını, imtiyaz ve maddi menfaat gibi her çeşit imkânı kullanarak durdurdu ve İngiltere bu diplomatik girişimler üzerine Çanakkale Boğazına kadar getirdiği Akdeniz filosunu geri çekti.

Ermenilerden bir netice alamayan İngiltere, dış borç batağına sapladığı Hidiv İsmail Paşa’dan Süveyş Kanalı tahvillerini de satın aldı. Bunun üzerine Mısır’a baskı yapmaya başladı. 1879’da Hidiv’in azledildiği Mısır, yine sükûn bulmadı. İngilizlerin Mısır’a hücum etmesi üzerine, II. Abdülhamid’in Mısır’a başbakan tayin ettiği Arabî Paşa’ya bağlı ordu Eylül 1882’de İngilizlere yenildi. Artık Mısır, fiilen İngiliz işgali altındaydı.

Bu arada büyük devletlerin tahriki ile iyice şımaran Yunanistan, Epir (Yanya) ve Girit Eyâletlerine göz dikerek Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Ancak Osmanlı orduları Yunanlıları bir kaç defa mağlup ettikten sonra Atina’ya kadar yaklaştılar. Yunanistan’ın sulh talebi üzerine, araya yine büyük devletler girdi ve son söz yine onların oldu. Aralık 1897’de imzalanan İstanbul Andlaşmasına göre, Tesalya geri veriliyor ve Girit’e muhtâriyet tanınıyordu.

İçte ve dıştaki bütün menfiliklere, Ermenilerin püskürtülmesi ve Yahudilere Filistin’de arazi verilmeyerek geri çevrilmeleri sebebiyle bütün Batılı devletlerin ve lobilerin aleyhteki faaliyetlerine rağmen, II. Abdülhamid, hiç bir zaman vazgeçmediği ittihâd-ı İslâm (İslâm Birliği) siyâseti sebebiyle halkı tarafından sevildi ve tutuldu. Neticede Devleti de ayakta durdurdu. 1902-1903 yıllarında Vilâyât-ı Selâse denilen Kosova (Üsküb merkezli), Selanik ve Manastır çevrelerinde, Makedonya İhtilâli başladı ve yine büyük devletler araya girerek Osmanlı Devleti’ne baskı yapmaya başladı. Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri, davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında patlayan bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu. İngilizler de boş durmuyordu; 1905’de Yemen’de isyan çıkardıkları gibi, II. Abdülhamid’in Akabe Kasabasına asker göndermesine müsaade etmek istemeyen İngiltere ile de savaş için burun buruna gelindi. İngilizlerin altın verdiği Arap kabileleri Osmanlı ordusuna saldırdı ise de bunlar bertaraf edildi. İngilizler Hicaz demiryolu ile Bağdad demiryolunun acısını böylece çıkarmak istiyorlardı. Neticede Tâbe ve Akabe arasındaki sınır, Mısırlı ve Osmanlı subayları tarafından yeniden çizildi.

Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idareyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi. 1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultân iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, Enver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanun-ı Esâsi’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar. 23 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilan edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilan edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi altında Meclis’den hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.

KADIN EFENDİLERİ: 1- Nâzik-edâ Baş Kadın Efendi.; 2- Bedr-i Felek Baş Kadın Efendi; Sâfi-nâz Nur-efzûn 2. Kadın Efendi; 4- Bîdâr 2. Kadın Efendi; 5- Dilpesend 3. Kadın Efendi; 6- Mezîde Mestân 3. Kadın Efendi; 7- Emsâl-i Nûr 3. Kadın Efendi; 8-Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhân) 4. Kadın Efendi. İKBALLERİ: 9- Sâz-kâr Hanımefendi; Baş ikbal; 10- Peyveste Hanımefendi; İkinci İkbaldir; 11-Fatma Pesende Hanımefendi; Üçüncü İkbal; 12- Behîce (Maan) Hanımefefendi; Dördüncü İkbâl; 13- Sâliha Nâciye Hanımefendi; 4. İkbal. GÖZDELER: 14- Dürdâne Hanım; Baş Gözde; 15- Câlibos Hanım; 2. Gözde; 16- Nazlıyâr Hanım; 3. Gözde

ÇOCUKLARI: 1- Mehmed Selim Efendi; 2- Mehmed Abdülkadir Efendi; 3- Ahmed Nuri Efendi; Ulviyye Sultân; 5- Nâile Sultân; 6- Zekiyye Sultân; 7- Fatma NâimeSultân; 8- Seniyye Sultân; 9- Senîha Sultân; 10-Şâdiye Sultân. 11- Hamîde Ayşe Sultân (Babam Sultânhamid adlı kitabın yazarı). 12- Refî‘a Sultân; 13- Hatice Sultân. 14- Aliyye Sultân; 15- Cemîle Sultân; 16- Sâmiye Sultân. 17- Mehmed Burhânüddin Efendi. 18- Abdürrahim Hayri Efendi. 19- Ahmed Nureddin Efendi. 20- Mehmed Bedreddin Efendi. 21- Mehmed Âbid Efendi .

[Image: i17061bkcskt.jpg]

Sultan V. Mehmed Reşad Han
Babası : Sultan Abdülmecid
Annesi : Gülcemal Sultan
Doğduğu Tarih : 2 Ekim 1844
Padişah olduğu tarih : 27 Nisan 1909
Öldüğü Tarih : 3 Temmuz 1918
Halk arasında Sultân Reşâd olarak meşhur olan V. Mehmed Reşâd hân, Sultân Abdülmecid’in Çırağan Sarayında 1844 yılında Gül-cemâl Kadınefendi’den dünyaya gelen 3. Oğludur. 27 Nisan 1909 tarihinde 65 yaşında Osmanlı tahtına oturmuştur. Dehası itibariyle Abdülhamid ile kıyaslamak mümkün değilse de, İslâm kültürüne vâkıf, Arapça ve Farsça’yı iyi bilen hattât, Mevlevî ve şâir bir padişahdır. Maalesef, İttihâd ve Terakkinin meşru ve gayr-i meşru her isteklerine boyun eğerek padişahlığını doldurmuştur.

İttihâdcılar, herkesi 31 Mart mürettibliği ve irtica ile suçlamaya başlamışlar, tehdid ile Tal’at Bey’i Dâhiliye nâzırı yapmışlardır. Roma Büyükelçisi olan ve tam bir ahlaksız diye vasıflandırılan İbrahim Hakkı Bey, zorla sadrazamlığa getirilmiştir. Tabii ki, Trablusgarb’ın elden çıkmasına da sebep olmuştur. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmûd Şevket Paşa ise, harbiye nâzırı olarak kabinede yerini almıştır. Sonradan, İttihâdcılar için “beyinsiz mahluklar” diyerek can verecektir. Kısaca Sultân Reşâd döneminde iktidar, tamamen Tal’at, Enver ve Cemal Paşa üçlüsünün elindedir. İttihâdcıların zorbalığı ile, Kavalalı Hânedanından Mehmed Said Hâlim Paşa sonradan sadrazamlığa getirilmiştir. Hiç bir vasfı olmadığı halde, kurallar çiğnenerek Tal’at Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesi de bu döneme rastlamaktadır. Son olarak, I. Cihan Harbine Osmanlı Devleti’nin girmesini dahi, Padişaha haber vermeden bu üçlünün yaptığını ifade edersek, Osmanlı Devleti’nin bu dönemde içine düştüğü çukuru daha iyi anlayabiliriz. Kısaca Osmanlı Devleti’nin bu kadar kötü eller tarafından idare edildiği başka bir dönemi mevcut değildir. Maalesef, İttihâdcıların Şeyhülislâmlarından Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin de farmason olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Bu kadro iş başına gelince, dış güçler Osmanlı Devleti vatandaşlarını tahrike başladılar. Suriye’de Dürziler, Yemen’de Zeydîler ve Balkanlarda Arnavudlar isyan ettiler. İttihâdcı politikanın iflas ettiğini gören Sultân Reşâd, yanına sadrazam ve diğer devlet erkânı ile Bediüzzaman gibi âlimleri de alarak, Rumeli Seyâhatine çıktı. Mahmûd Şevket Paşa’nın büyük kuvvetlerle ve silahla susturamadığı isyanı, 100.000 Arnavud ile Kosova Meydanında namaz kılarak teskin ettirdi (Haziran 1911).

İttihâdcılar kendilerine yakın olan Trablusgarb Valisi Recep Paşa’yı İstanbul’a davet ederek Harbiye Nâzırı yaptılar ve Abdülhamid’in Libya’yı korumak üzere bulundurduğu tümeni, hatalı bir kararla Yemen’e sevk ettiler. Bunu fırsat bilen İtalya, İttihâdcıların adamı ve kendisinin de ajanı olan Emanuel Karaso’yu kullanarak Libya’yı işgal etmek üzere harb ilan etti. Ekim 1911’de İtalyanlar Trablus ve Bingazi’yi işgal ettiler. Ancak Abdülhamid’in burada kurduğu milis teşkilâtı olan Senûsîler ve Kuloğulları sayesinde, Mussolini zamanına kadar Libya’yı tam olarak teslim alamadı. İtalyanlar daha sonra Mayıs 1912’de Akdeniz Adalarının merkezi olan Rodos’u işgal etti. Bu mağlubiyetlerin faturasının İttihâdcı Hakkı Paşa’ya kesilmemesi için İttihâd ve Terakki Partisi, Padişah'a Meclis’i fesh ettirdi ve Hakkı Paşa’yı Londra’ya gönderdi. İttihâdcıların tahriki ile Osmanlı ordusundaki subaylar, ittihâdcı ve halâskâr diye ikiye ayrıldılar; çeteler kurarak birbiriyle boğuşmaya başladılar. Bu rezâletin neticesinde Ekim 1912 Lozan Muâhedesi ile İtalya Harbine son verildi ve Libya İtalya’ya bırakıldı. 12 Ada ve Rodos Osmanlıya iade edildi.

II. Abdülhamid’in ittihâd-ı İslâm siyâsetini anlamayan İttihâdcıların Hakkı Paşa Hükümeti, ittihâd-ı anâsır diyerek, meşhur Temmuz 1910 tarihli Kiliseler ve Mektepler Kanununu çıkardı. Böylece asırlardır, aralarındaki rekabetle birbirlerine düşen Bulgar, Sırp ve Yunan azınlıklar arasında hakemlik yapılmış ve düşman birleştirilmiş oldu. Bununla da kalınmayarak Rumeli’deki yetişmiş 120 tabur terhis edildi ve yerine acemiler gönderildi. İttihâdcılar bunu yaparken, azınlıklar Rusya ve diğer devletlerin yardımıyla ağır silahlar satın alıyordu; bundan Selanik’te oturan II. Abdülhamid haberdar oluyor; ama ittihâdcıların kulakları kapalı kalıyordu. Rusya ile anlaşan Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan Ekim 1912’de arka arkaya Osmanlı Devleti’ne karşı harb ilan ettiler ve Osmanlı Devleti’ni perişan eden Balkan Harbi başladı. Böyle nazik bir dönemde Osmanlı Hâriciye Nâzırı Ermeni Gabriel Noradungiyan Efendi idi. Sonradan Osmanlı Devleti’ne hıyânet etti. Osmanlı Devleti’nin elinde Şark Ordusu denilen 5 kolordu dışında askeri olmadığı gibi, Arnavudlar da, Büyük Arnavutluk hayaliye gayr-i müslim çetelerle birlikte hareket ediyorlardı. Aralarında ittihâdcı ve halâskâr diye ikiye bölünen Şark Ordusu, Bulgaristan kuvvetleri karşısında mağlup olarak Kasım 1912’de Çatalca’ya kadar geriledi. Garb Ordusu da Sırplara karşı mağlup olmuştu. Yunanlılar meşhur Preveze’yi aldılar ve 6 Kasım 1912’de Selanik Yunanlılara Tahsin Paşa tarafından teslim edildi. İttihâd ve Terakki’ye göre mehd-i hürriyet olan Selanik, kendi siyâsetleri neticesinde Yunanlılara teslim edilmiş ve orada ikamet eden II. Abdülhamid, göz yaşları içinde İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na nakledilmişti. Mart 1913’de Edirne açlıktan dolayı Bulgarlara ve Yanya da Yunanlılara teslim edildi. Abdülhamid’in hal’ meselesindeki heyette bulunan Arnavud Es’ad Toptanî Paşa, devlete hıyânet ederek komutan Hasan Rıza Paşa’yı öldürüp İşkodra’ya el koydu. Osmanlı Devleti aleyhinde Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar ve Arnavudlar ittifak etmişlerdi. Arnavudları bu isyana iten sebeplerin başında İttihâdcıların dine aykırı hareketleri geliyordu.

Bütün bu olan bitenlere karşı, adı büyük ama kendisi küçük olan Ahmed Muhtâr Paşa’nın kabinesinde sadece Kıbrıslı Kâmil Paşa ve Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi ittihâdcılara muhâlif idiler. İttihâd ve Terakki, sert tutumlarından dolayı Dâhiliye Nâzırı Ahmed Reşîd Bey’den de bunalmışlardı. Harbiye Nâzırı ise, İttihâdcılara muhâlif olan Halâskâr Zâbitân Cuntasının lideriydi. Bu ittifakdan rahatsız olan İttihâd ve Terakki’nin liderlerinden Yarbay Enver Bey ve Albay Cemal Bey, İttihâdcı Prens Said Hâlim Paşa’nın yalısında bir araya geldiler ve siyâsetle uğraşmayacaklarına dair yemin ettiler. Kâmil Paşa bu yeminlere inanmadı ve nitekim onun aleyhinde Edirne’yi Bulgarlara verecek diye propagandaya başladılar. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey, komitecilerini alarak Bâb-ı Âli’yi bastı. 8 eri ve iki subayı şehid eden çeteler, kendilerine karşı çıkan Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa’yı şehid ettiler. Tal’at ve Enver Beyler, Kâmil Paşa’yı zorla istifa ettirdiler ve Mahmûd Şevket Paşa’yı sadrazam yaptılar. Tal’at kendini Dâhiliye Nâzırı tayin ettirdi. Başta Kâmil Paşa, Şeyhülislâm ve Reşid Bey olmak üzere yüzlerce muhâlif tevkif ve sürgün edildi. Tarihe Bâb-ı Âli Baskını diye geçen bu olay, askerin siyâsete karıştığı en çirkin olaylardan biridir.

Böyle bir iç karmaşada Balkan Harbine son vermek üzere Mayıs 1913 tarihli Londra Muâhedesine imza koyan Osmanlı Devleti, Balkanları hemen hemen terk ediyordu. Edirne’yi bile Bulgaristan’a bırakan bu andlaşma, devlet için bir intihar gibiydi. Osmanlı Devleti’ne ihânet eden Arnavudlar da umduklarını bulamadılar. Arnavudluğa verecekleri toprakların yarısını (Kosova ve Manastır) Sırbistan’a verdiler ve bugüne kadar bu ihanetin cezasını masum Arnavudlar çektiler.

Bu durumdan iyice kuduran İttihâdcılar, tatbik ettikleri örfî idare ile Kanun-ı Esâsî’yi rafa kaldırdılar. Padişahla arası iyi olmayan ve tarafsız sadrazam adıyla İttihâdcılar tarafından bu makama getirilen Mahmûd Şevket Paşa da, İttihâdcılardan bıkmıştı. İttihâdcılar, Mahmûd Şevket Paşa’yı hedef aldılar. İstanbul muhâfızı Cemal Bey, Paşa ile ilgili suikasd istihbârâtını haber bile vermedi. Hedef, hem Paşa’yı ve hem de muhâlefeti sindirmekti. Balkanlardaki mağlubiyet ve hele Edirne’yi Bulgarlara veren andlaşmadan dolayı, herkes İttihâdcılardan nefret ediyordu. İngiltere’nin arkasında olduğu söylenen Mahmûd Paşa suikasdı 11 Haziran 1913’de meydana geldi. Makam otomobiliyle Bâb-ı Âliye giden Paşa kurşunlanarak şehid edildi. İttihâdcılar, kendileri tertip ettikleri suikasdı muhâliflere ve özellikle de Halâskâr Zâbitân’a yüklediler. 29 kişiyi idam ederek muhâlefeti tasfiye ettiler. Tunuslu Hayreddin Paşa’nın hânedândan olan oğlu Dâmad Sâlih Paşa’yı bile idam ettirdiler. Sultân Reşad kukla gibiydi. Sıra Prens Said Hâlim Paşa’nın hem Hâriciye Nâzırı ve hem de Sadrazam olarak tayinine gelmişti; onu da yaptırdılar. Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey’di; Enver Bey’e de ordunun bütün yetkileri verildi. 3. adam olan Cemal Bey’e ise, önce donanma ve sonra da Devletin Arab Eyâletlerinin idaresi verildi. İttihâdcılar diktatörlüğü denilen bu çetede Ziya Gökalp de İttihâd ve Terakki Partisi Genel Sekreteri vazifesini ifa ediyordu. Kelimenin tam anlamıyla bir diktatörlük söz konusuydu.

Mahmûd Paşa’nın katlinden 18 gün sonra 2. Balkan Harbi çıktı. Osmanlı Devleti Edirne ve Batı Trakya’yı geri aldı. Enver Bey, Temmuz 1913’de Edirne’ye girdi. 10.08.1913 tarihli Bükreş Muâhedesi ile harb sona erdi. Artık Edirne fethi sarhoşluğunun da tesiriyle Osmanlı Devleti, İttihâd ve Terakki Partisi Genel Başkanı ve Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey, ordudan tek sorumlu olan Yarbay Enver Bey (Ocak 1914’de Harbiye Nazırı olmuş ve sonra Nâciye Sultân ile evlenerek Saray’a Dâmâd olmuştur), Bahriye Nâzırı ve Suriye’deki 4. Ordu Kumandanı Cemal Bey’in elindedir. Cemal Paşa, Fransız âşığı ve diğerleri ise Alman hayranıdırlar. Said Hâlim Paşa ise, tam bir kukladır.

Orduyu kısa zamanda kısmen de olsa düzene sokan Enver Paşa, I. Cihan Harbinin patlak vermesinden de istifade ederek Eylül 1914’de Kapitülasyon denilen imtiyazları iptal etti. I. Cihan Harbi, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve sonra da Osmanlı Devleti’nin katıldığı İttifak Devletleri ile Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Sırbistan, Romanya, Belçika, Yunanistan, Portekiz ve Karadağ’dan oluşan İtilaf Devletleri arasında cereyan ediyordu. İngiliz ve Fransız kuvvetler, Eylül 1914’de Marne Muhârebesinde müttefik kuvvetleri mağlup ettikten sonra, Osmanlı Devleti muhakemesiz bir şekilde harbe sokuldu. Tek sebep Enver-Tal’at ve Cemal Paşalar üçlüsü idi. Savaşa Almanlarla birlikte girmek üzere yayınladıkları tâlimatnameler bugün elimizdedir. Dolayısıyla bir asra yakındır, harbin resmi sebebi olarak gösterdikleri Osmanlı’ya sığınan iki Alman Harb gemisinin, Osmanlı’dan habersiz Karadeniz’e açılarak Rus limanlarını bombalaması ve bunun üzerine İtilaf devletlere ait kuvvetlerin de Osmanlı Devleti’ne harb açtıkları şeklindeki iddia, tamamen yalandır. Maalesef, Almanya ile yapılan gizli ittifaklar ve I. Cihan Harbine girmek kararı, Padişah, Sadrazam, Meclis ve Hükümetin haberi olmadan alınmıştır. 28 Temmuz 1914’de başlayan harbe Osmanlı Devleti 29 Ekim 1914’de katılmıştır. Neticesi herkesçe malumdur. Sadece Enver Paşa, liyakatsiz idaresi yüzünden Rus cephesinde 90.000 askeri Sarıkamış’ta şehid etmiştir. Ocak 1918 tarihli Amerika Başkanı Wilson’un 14 maddelik prensipleri, İttifak devletlerini mağlubiyete mahkûm etmiştir.

Ruslar işgal ettikleri (3.8.1915) Van Vilâyetini Ermenilere bırakıp çekilince, Ermeniler, asırlardır beraberce yaşadıkları Müslümanları kırmaya başladılar. Bunun üzerine 1915 Ermeni Tehciri diye bilinen ve ancak sonradan Ermeniler tarafından soykırım olarak gösterilen olay başladı. Osmanlı Devleti, kendi vatandaşı oldukları halde düşmanla birlikte hareket eden Doğu’daki 500.000 Ermeniyi, Dâhiliye Nâzırı Tal’at Bey’in emri ve sadrazam Said Hâlim Paşa’nın tasdikiyle tehcîre yani Kuzey Suriye ve Irak’a mecburi göçe zorladı. Yolda telef olanlar oldu. Ancak asla katliam yapılmadı.

Bunu İttihâdcıların zayıf siyâsetleri ve en önemlisi de dindeki zaafları sebebiyle, Arabistan’da Şerif Hüseyin Paşa’nın başlattığı Arab İsyanı takip etti (Haziran 1916). 1913’de İttihâdcıların takip ettiği Türkçülük siyâseti, Suriye’de Azım-zâdelerin başını çektiği Fransızlarla ittifak hareketini doğurdu. Neticede Osmanlı Devleti bütün cephelerde mağlup oldu. Bu acıya dayanamayan II. Abdülhamid, Şubat 1918’de vefat etti. Cihan Harbinin son günleriydi. Onu kardeşi ve padişah olan Sultân Reşâd takip etti ve 4.7.1918 tarihinde o da 74 yaşında dünyaya gözlerini yumdu.

ZEVCELERİ: 1- Kâm-res Baş Kadın Efendi. 2- Dürr-i Adn İkinci Kadın Efendi. 3- Mihr-engîz İkinci Kadın Efendi. 4- Nâz-perver Üçüncü Kadın Efendi. 5- Dil-firîb 4. Kadın Efendi. ÇOCUKLARI: 1- Mahmûd Necmeddin Efendi. 2- Ömer Hilmi Efendi. 3- Mehmed Zıyâaddin Efendi. 4- Refî‘a Sultân .

[Image: i17062bptrp9.jpg]

Sultan VI. Mehmed Vahîdüddin Han
Babası : Sultan Abdülmecid
Annesi : Gülistü Sultan
Doğduğu Tarih : 2 Şubat 1861
Padişah Olduğu Tarih : 4 Temmuz 1918
Saltanatın Ilgası : 1 Kasım 1922
Resmen VI. Mehmed diye bilinen ve halk arasında Sultân Vahîdüddin ünvanıyla tanınan Sultân VI. Mehmed Vahîdüddin Hân, Şubat 1861 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda, Sultân Abdülmecid’in IV. Kadınefendisi Gulistû (Gülistan) Hanımefendi’den dünyaya geldi. İttihâdcıların, asıl veliahd olan Sultân Aziz’in oğlu Yusuf İzzeddin’i intihar süsü vererek katletmeleri üzerine Osmanlı veliahdı oldu ve 4.7.1918 tarihinde Osmanlı tahtına oturdu. İyi bir İslâm hukukçusu, Almanya İmparatorluk mareşali ve Osmanlı müşiri ünvanlarına sahip iyi bir asker ve de musikiye âşık bir bestekâr idi. Almanya ve Avusturya seyahatlerinde kendisinin yaveri olan Mustafa Kemal, Padişah olduktan sonra da bir süre fahrî yaverliğini sürdürdü. Padişah olduğunda Hz. Ömer’in kılıcını maneviyât eri Mehmed Bah’aaddin Veled Çelebi kuşattı. Maneviyâtı güçlü bir padişahdı.

18 Kasım 1922’de İstanbul’u terk edinceye kadar geçen sıkıntılı saltanat yıllarında, onunla birlikte vazife ifa eden sadrazamlar arasında, İttihâdcıların reisi Mehmed Tal’at Paşa ve 5 defa hükümeti kuran Dâmâd Ferid Paşa; Şeyhülislâmlar arasında ise, Kuvay-ı Milliye aleyhine mecburen fetvâ veren Dürrî-zâde Abdullah Efendi ve Hürriyet ve İ’tilâf Partisinin adamı olan Mustafa Sabri Efendi, özellikle zikredilmelidir.

Sultân Vahîdüddin’in saltanatından 4 ay geçmeden 30 Ekim 1918 tarihinde uğursuz Mondros Mütârekesi imzalandı. Bunu Osmanlı topraklarının i’tilaf devletleri tarafından işgali takip etti.

İngilizler Kasım 1918’de Musul’u işgal ettiler; müttefik filo Kasım 1918’de İstanbul’a geldi ve 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edildi. Bu tarihten sonra sâdır olan Padişah İrâdelerini ve hatta hükümet kararlarını, sanki Sultân Vahidüddin’in arzusu ve kararı gibi görmek, tarihi yanlış yorumlamak demektir. Bu tarihten sonra Sultân Vahidüddin, hem işgal kuvvetlerini oyalamaya ve hem de elden geldiği kadar Kuvay-ı Milliye’yi destekleyerek yeni Türk Devletinin ortaya çıkmasını, şahsı aleyhine de olsa desteklemeye karar vermiştir. Artık yeniden Osmanlı Devleti’nin hayat bulamayacağının farkındadır. Yapılan bütün icraatlar bunu göstermektedir.

Sultân Vahidüddin, İstanbul’un düşman filoları tarafından kuşatıldığını ve topların Saraya çevirdiğini görür görmez, hemen yakın kumandanlarla Anadolu’da istiklâl tohumlarının nasıl atılacağını müzâkere etmeye başlamıştır. Filonun geldiği Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadar devam müzâkereler sonucunda, Mustafa Kemal ile defalarca görüşmüş ve Yıldız Sarayı’ndaki son ve gizli görüşmede, Anadolu’ya görevli olarak gitmesine ve milli bir idare kurulmasına karar verilmiştir. Neticede İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliğinden Mustafa Kemal’in vizesini alan, elindeki imkânlarla onu destekleyen ve Samsun’a çıkması için yeterli bir vapur hazırlatan Sultân Vahidüddin, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşmasından sonra da, hükümetleri vasıtasıyla ve şifrelerle Mustafa Kemal’i desteklemeye devam etmiştir. Sayın Murad Bardakçı’nın yayınladığı Şah Baba isimli eser ve Osmanlı Arşivlerindeki belgeler, bütün bunları doğrulamaktadır. Sultân Vahidüddin’in Mustafa Kemal’e ayrılırken söylediği son söz, “Cenab-ı Allah muvaffak etsin” sözüdür.

16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilince 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplanmıştır. Düşmanlar Sevr Muâhedenâmesini, ne işgal altındaki Osmanlı Devleti’ne ve ne de Ankara Hükümetine imza ettirememişlerdir. Anadolu’da imanlı milletin desteğiyle muvaffakiyetler kazanan Kuvay-ı Milliye ekibi ve özellikle de Mustafa Kemal ve arkadaşları, Başvekil Rauf Orbay’ın muhâlefetine rağmen, Anadolu’ya saltanat ve hilâfeti kurtarmak için geldiklerini çeşitli nutuklarında söylemelerine rağmen, evvela saltanata cephe almaya başlamışlardır. Cumhuriyet İdaresi kurarak Cumhurreisi olmak isteyen Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisine 1 Kasım 1922’de saltanatı ilga ettirmiştir. Bu arada kendi nâzırlarından ve meşhur Osmanlı gazetecilerinden Ali Kemal Bey’in, bazı kimseler tarafından İzmit’e kaçırılarak linç edilmesi, Sultân Vahidüddin’in Ankara’daki havayı sezmesine yardımcı olmuştur. Ankara’nın niyetini anlayan Sultân Vahidüddin, hem yeni kurulacak olan devlete zorluk çıkarmamak ve hem de daha fazla hakaretlere maruz kalmamak için, 18 Kasım 1922’de İstanbul’u terk etmiştir. Zaten 5 Kasım 1922’de resmen Osmanlı Devleti tarihe gömülüyor ve İstanbul Ankara’da kurulan milli devletin hâkimiyeti altına giriyordu.

Malta, Hicâz ve Mısır’a uğradıktan sonra İtalya’nın San Remo şehrine gelen Sultân Vahidüddin, 16 Mayıs 1926 tarihinde aynı şehirde, kederinden vefat etmiştir. Cenazesi Şam’a nakledilerek Yavuz Sultân Selim Camii Haziresine defn olunmuştur.

ZEVCELERİ (KADIN EFENDİLERİ): 1- Emîne Nâzik-edâ Baş KadınEfendi. 2- Şâdiye Meveddet II. Kadın Efendi. 3- İnşirâh Kadın Efendi. 4- Nevvâre Üçüncü Kadın Efendi. 5- Ni‘met Nev-zâd Hanım Efendi.

ÇOCUKLARI: 1- Mehmed Ertuğrul Efendi. 2- Münîre Sultân. 3- Rukıyye Sâbiha Sultân. 4- Fatma Ulviyye Sultân. 5- Fenîre Sultân .

[Image: i17063b05c7y.jpg]

İlk Osmanlılar
Bir cihan devleti olarak tarih sahnesinde yer almış olan Osmanlıların Batı Anadolu'nun
kuzey kesiminde küçük bir beylik halinde ortaya çıkışını dönemin çağdaş kaynaklarından
takip etmek mümkün değildir. Bu yüzden, dönem anlatılarında kronolojik tespitleri yapmak
güçleştiği gibi Osmanlı hanedanın kökenlerine dair söz söylemek de güçleşmektedir. İlk
Osmanlı kaynaklarının, kuruluş sürecinden yaklaşık bir asır sonra kaleme alınmış olmaları
kuruluş ve Osmanlıların kökeni mevzularını tartışmaya imkân vermemektedir. Bu mevzuların,
20. yüzyılın başlarından itibaren tartışılır hale gelmiş, özellikle Herbert Gibbons’un spekülatif
çıkarımları, uzun yıllar tarihçileri meşgul etmiştir. Yukarıda belirtildiği üzere yalnızca
Osmanlı kaynakları değil, Bizans kaynakları da bu sürecin aktarımı konusunda yetersiz
kalmaktadırlar. Bütün bu durum Osmanlı tarihinin bu ilk safhasında gerek beyliğin gerekse
hanedanın ortaya çıkışı ve müstakil bir devlet haline geliş süreciyle alakalı olarak bu
konularla uğraşan araştırıcıları vakıaya/olguya yönelik olmaktan çok teorik kurgulamalara
yöneltmiştir.
Bu durum özellikle 1980'li yıllardan itibaren başlayan ancak yeni bir çözüm ortaya
koymaktan çok daha önce üzerinde durulmuş, bir kısmı unutulmuş bilgileri yeniden
canlandıran ve sosyolojik-antropolojik kuramlarla süslenmiş itirazlara yol açmıştır. Bu
itirazlar ve tartışmalar için Söğüt'ten İstanbul'a, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Üzerine
Tartışmalar adlı kitaptan detaylı bilgiler edinmek mümkündür.
Yine de Osmanlı tarihinin bu ilk safhası ve ailenin menşei hususunda Osmanlı
kroniklerinin bilgisine başvurmaktan, bunları gerek Bizans gerekse XIII. yüzyıl Selçuklu
kaynaklarıyla karşılaştırmaktan başka bir çare bulunmamaktadır. Ayrıca çoğu geç tarihli
olmakla birlikte erken tarihli kayıtlara atıfta bulunan resmi belgeler, topografik ve maddi
malzemelerin yol göstericiliğinde olguya yönelik bilgilere ulaşılmaya çalışmaktadır.

Osmanlı Beyliği’nin Ortaya Çıkışı ve Osman Bey

Osmanlı Beyliğinin kurucuları, devlete adını veren
ailenin kökeni ve ilk dönem siyasi hadiseler hakkında kaynaklara dayalı sağlam bilgilere
ulaşmak kolay değildir. Mevcut kaynaklardan elde edilen efsanevi bilgilerden tarihi gerçekleri
tam olarak ortaya koymak oldukça zordur. Bu yüzden birçok tarihçi ilk Osmanlı kroniklerini
yeniden yorumlayarak Osmanlıların kimliği ve beyliğin ortaya çıkışını açıklamaya çalışırlar.
Tarihî şahsiyet olarak çağdaş bir Bizans kaynağında adı geçen Osman Bey'in dışında onun
ataları, bulunduğu yere gelişi, beyliğin teşekkülü konusu, en eskisi Osman Bey'in ortaya
çıkışından yüz yıl sonra kaleme alındığı bilinen ilk Osmanlı kaynağı (Ahmedi’nin Tarihi,
XIV.yüzyıl başı) ve onu takip eden XV. asır ortalarında çoğu Fatih Sultan Mehmed ve II.
Bayezid çağında yazılmış Osmanlı tarihlerine dayalı olarak aktarılmıştır. Bu yüzden bu
kaynakların kullanımı gerekli karşılaştırmaların yapılmaması halinde sorunludur.
Osmanlı tarih geleneğinde Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Bey'in ataları
1220'lerden itibaren Moğolların ortaya çıkışı sonucu Anadolu'ya akan Türkmen kitlelerine
bağlanır. Bazı Osmanlı kaynaklarında Osmanlıların çıkış noktası Mahan olarak belirtilirken,
diğer bazı kaynaklarda Ahlat ön plana çıkarılır. Celaleddin Harezmşah’ın 1230 yılında,
Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından Ahlat’ta mağlup edilmesi ve bu
bölgede yoğun bir Türkmen iskanı olduğu bilinen bir gerçektir. Görünen o ki Osmanlıların
ataları Moğolların Anadolu'ya ilerlemeleri üzerine Ahlat’tan Erzurum-Erzincan taraflarına
yönelmişler, bir süre burada kaldıktan sonra eski vatanlarına dönmek niyetiyle Haleb'e kadar
inmişler, sonra yeniden Pasin ovasına gitmek zorunda kalmışlar, burada iken ailenin bir kısmı
ayrılmış, geri kalanlar Ertuğrul Bey liderliğinde Ankara-Karacadağ yoluyla Söğüt'e
gelmişlerdir. Osmanlı kaynaklarında belirtilen bu güzergâh, XIII. yüzyıl Selçuklu tarihçisi
olan İbn Bibi’nin uzun uzadıya naklettiği Harezmli grupların Selçuklulara sığınma hadisesine
ve onlara yerleşmek üzere gösterilen yerlerle büyük benzerlik arz eder. Ancak Harezmli
grupları Osmanlıların atalarıyla irtibatlandırmaya yarayacak başka ipuçları yoktur. Nitekim
Osmanlı kaynaklarının bu macerada ilk zikrettikleri şahıs, Süleyman Şah'tır. Onun aktarılan
hikâyesinin sonradan kroniklere sokulduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı tarihlerinden bazıları
(Âşıkpaşazade Tarihi, Anonim Tevârih-i Âl-i Osmanlar, Oruç Bey Tarihi), Süleyman
Şah hikâyesini ön plana alırlarken, ilk Osmanlı tarihini yazan Ahmedi, Sultan Alaeddin ile
Gündüz Alp’in ilişkilerine temas eder ancak Gündüz Alp’in nereden geldiğini belirtmez. Fatih
Sultan Mehmed döneminde eserlerini yazan bazı tarihçiler (Enveri), hanedanın atalarından
birini Şah Melik olarak anar ve onları Urfa'dan yola çıkarır, Sultanönü'ne (Eskişehir bölgesi)
getirir. Aynı dönem tarihçilerinden bir diğeri (Şükrullah) ise Osmanlıların Selçuklu soyu ile
birlikte Anadolu'ya geldiği iddiasındadır ve onları Karacadağ'a yerleştirir. Bir başka tarihçi ise
Ahlat’ı temel alarak bunların önderleri olan Kayık Alp'den bahseder ve yine Osman Bey’in
atalarının Ankara-Karacadağ'a geldiklerini belirtir (Karamani Mehmed Paşa). Süleyman
Şah'ı bir tarafa bırakırsak kaynakların üzerinde birleştikleri şahsiyetler, Gök Alp, Gündüz Alp,
Ertuğrul, Sungur Tekin, Göndoğdu, Sarıyatı ve Osman Bey’dir. Bunlardan çıkarılabilecek
sonuç ise diğer bazı maddi kaynakların delaletiyle, Gündüz Alp- Ertuğrul ve Osman Bey
silsilesidir. İlk Osmanlılardan tespit edilebilen ve üzerlerinde belirli bir mutabakat oluşan bu
üç sima, aynı zamanda üç nesli işaret eder ve en azında aileyi 1220'li yıllara kadar uzatır.
Bunun dışında kroniklerde yer alan ve bugün bazı Osmanlı tarihlerinden tekrarlanan şecereler
oldukça güvensizdir.
Osmanlı kaynaklarının menkıbevi bilgileri daha çok Osman Bey'in şahsında toplanmış
gözükmektedir. Onun babası Ertuğrul ve kardeşleriyle olan ilişkileri, gazanın lideri vasfını
kazanışı, Şeyh Edebali ile olan bağı epik bir tarzda anlatılır. Bunlar yapılırken araya türlü
efsaneler eklenir, devletin teşekkülü idealize edilir. Ancak Osman Bey'in adını veren dönemin
tek çağdaş tarihi, Pachimeres tarafından yazılmış olup 1260-1307 yılları arasındaki
olayları anlatan bir Bizans kroniğidir. Bu eserde de onun adı dışında ataları hakkında hiç
bir bilgi yer almaz. Bu kaynak, Osman Bey'in tarihi bir şahsiyet olduğunu açık bir şekilde
ortaya koyar. Onun babasının adının Ertuğrul olduğu yolundaki bilgi ise Osman Bey'e ait
olduğu tespit edilen bir sikkeye dayanır. Ancak bu paranın sahte olduğu hakkında ciddi
şüpheler vardır.
Osman Bey'in tarihî bir şahsiyet olarak Kayı Boyu’na mensup olduğunda Osmanlı
kaynakları ittifak etmektedir. Yine bazı araştırıcılar böyle bir irtibatın sonradan uydurulmuş
olduğu görüşündedirler (P. Wittek, F. Köprülü, F. Sümer). Bununla beraber Osmanlı
hanedanının Kayı Boyu’na mensup olduklarına dair gelenek XV. yüzyılda hanedan tarafından
resmî bir kabul görmüştür. Öte yandan XV. ve XVI. asra ait tahrir defterlerine yansıyan
bilgiler, Osmanlıların ortaya çıktığı ana coğrafyada (Bursa-Eskişehir-Bolu hattı) Kayıların
açık izlerini gösterir.
Bütün bu tartışmalar bir tarafa bırakılırsa Osman Bey’in ilk teşkilatının Türkmen boy
sisteminin bir yansıması olduğuna şüphe yoktur. Nitekim parçalara ayrılan boyların bölük
denilen savaşçı guruplar oluşturduğu ve her bölüğün idarecisinin adıyla anılmaya başlandığı
anlaşılmaktadır. Osman Bey’in de bu gibi savaşçı bölüklerden oluşan toplulukta ön plana
çıktığı, Pachimeres’in (ö.1310) onun adını vermesinden anlaşılmaktadır. Bu durum Osman
Bey’in giderek kendi aşireti içinde güçlenmesi, Bizans ile mücadelesi sonucu şöhretinin her
tarafa yayılması ve bir beylik kurma sürecini başlatmasıyla ilgilidir. Onun liderliğinde toplum
yapısında önemli değişiklikler olmuş, zamanla uç bölgesinin biraz dağınık ve karışık yapısına
çeki düzen verilerek bir beylik-devlet haline dönüşecek temel siyasi unsurlar oluşmuş ve
siyasi hâkimiyetin doğuşu gerçekleşmiştir.
Osmanlı Beyliğinin diğer Türkmen beylikleri gibi ortaya çıkışında, XIII. yüzyılın
ikinci yarısında Selçuklu Anadolusu ile Bizans Anadolusundaki siyasi gelişmelerin önemli
rolü olduğu açıktır. Osmanlıların Eskişehir’den Bursa hattına kadar uzanan ve biraz kuzey
yönüne kayan sahada faaliyet göstermeye başlaması, Osmanlı kaynaklarında daha ziyade
Selçuklu Sultanı Alaeddin ile Ertuğrul yahut Osman'ın bu bölgedeki müşterek askerî
harekâtıyla irtibatlandırılır.
Bu kaynaklarda anlatılanları tarihî olarak kıyaslamaya yarayacak dönemin çağdaş
kaynaklarında (İbn Bibi ve Aksarayî’nin Selçuklu Tarihleri) herhangi bir açık ibare
bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı kaynakları Osmanlıların faaliyetlerini karıştırmalar ve
kulaktan dolma bilgilerle bu dönemin siyasi ortamına yerleştirmeye itina göstermişlerdir.
Mesela çok ehemmiyet verilen Karacahisar'ın fethi Osmanlı tarihlerinde devletin ortaya
çıkışının ve Selçuklu Sultanı ile olan bağın temeli, dönüm noktası olarak ele alınır. Fakat
dönemin Selçuklu kaynakları bu konuda tamamıyla sessizdir. Bu bakımdan Selçuklu ve
Bizans kaynaklarının XIII. yüzyıl Anadolu’su için anlattıklarına dönmek, söz konusu
kaynaklarda adı geçmese de Osmanlıların da teşekkülüne yol açacak siyasi ortamı ve
çerçeveyi anlamak bakımından önemlidir.

1243 senesinde Kösedağ Savaşı’nda alınan mağlubiyet, Anadolu Selçuklu Devleti’nin
Moğol vesayeti altına girmesine neden oldu. 1256’da bu kez Baycu Noyan Konya’yı tazyik
ederken, II. İzzeddin Keykavus Moğollar karşısında tutunamayarak İznik İmparatoru’na
sığındı. 1257’de Konya’ya gelse de iktidarını kardeşi IV. Kılıçarslan ile paylaşmak
durumunda kaldı. Keykavus, bir süre sonra kardeşi ile anlaşmazlığa düştü ve kaçarak
İstanbul’a sığınmak zorunda kaldı.
Bu süreçte, Moğollar ise Anadolu üzerindeki baskılarını giderek arttırmaktaydılar.
1284 senesinde Moğollar, Sultan II. Mesud’u Anadolu Selçuklu Devleti tahtına çıkardılar.
Lakin Karamanoğulları ve Eşrefoğulları buna muhalif olduklarından Konya’yı ele geçirip, III.
Keyhusrev’in iki oğlunu tahta geçirdiler. Buna karşın, İlhanlı hükümdarı Argun Han, oğlu
Keyhatu’yu büyük bir kuvvetle Anadolu’ya gönderdi ve II. Mesud’un gücünü sağlamlaştırdı.
Bu arada, Konya da ele geçirildi. Bu gelişmeler üzerine, 1288’de Germiyanlılar da dâhil uç
Türkmenleri, Sultan Mesud’a itaat arz etmek durumunda kaldılar. Sultan Mesud ise
Germiyanlılar ve diğer uç Türkmenlerini dağıttı; böylece bu Türkmen grupları da daha da
Batı’ya doğru hareket ederek bulundukları bölgede kendi egemenliklerini tesise başladılar.
Aydın, Karesi, Saruhan ve Menteşe Beylikleri bu şekilde ortaya çıktı. Kuzeybatı Anadolu’da
ise Kastamonu beyleri ön plana çıkıyordu. 1291-92 senesinde Keyhatu, uç Türkmenleri
üzerine bir askerî harekât düzenleyerek onları kontrol altına almaya çalıştı. 1298’de ise
İlhanlıların yeni hükümdarı Gazan Han, II. Mesud’un yerine Anadolu Selçuklu tahtına III.
Alaeddin Keykubad’ı geçirdi. Bu durum yeni bir takım karışıklıklara yol açtı.
III. Alaeddin Keykubad’ın tahta geçişi, Moğol kumandanlarından Sülemiş’in sert
tepkisine yol açtı. Gazan Han’a karşı 1299 senesinde isyan eden Sülemiş, İlhanlıları oldukça
meşgul ederken, bu ortamda 1299-1301 yıllarında uç Türkmenleri Bizans üzerine tazyiklerini
daha da arttırmaya başladılar. Bu gelişmeler Osmanlı kaynaklarında beyliğin kuruluşu ile
irtibatlandırıldığından tarihçiler beyliğin kuruluş tarihi olarak 1299 tarihini seçme
eğilimindedirler.
Öte yandan, Bizans kaynaklarından da bu süreci takip etme imkânı bulunmaktadır.
Dönemin olaylarına şahit olan Pachimeres, Bizans'ın Anadolu sınırındaki gelişmeleri biraz
karışık da olsa geniş bir şekilde açıklar. Onun bu tasviri ilk Osmanlı coğrafyasını kabaca
zihinlerde canlandırmaya yardımcı olmaktadır: 1250'den itibaren Paflagonya/Kastamonu
dağları Türkmen boylarıyla dolmuştur. İmparator VIII. Mikael 1260'lı yıllardan itibaren takip
ettiği askerî güç oluşturma yolundaki gayretlerinin tepkiyle karşılanması, sınır boylarındaki
savunma zincirini zayıflatır. Savunma hattı çöker, fazla vergi talepleri de Paflagonya
köylülerinin Türklere dönmelerine ve onlara lojistik destek sağlamalarına yol açar. Mikael
1281-1282'de tahkimatı arttırırsa da bir süre sonra bu da bir işe yaramaz. Türkmenlerin yoğun
faaliyetleri üzerine Mikael'in oğlu Andronikos ancak 1290'da Bursa tarafına geçer. Bursa,
İznik, Ulubat gibi kasabaların savunma düzenini gözden geçirirse de bu faaliyet etkisiz kalır,
özellikle Sakarya savunma zinciri çökmektedir. Bu anlatılanlar Osman Bey'in bu yeni oluşan
siyasi ve sosyal ortamdan istifade ettiğini gösterir

Osmanlı Beyliği’nin İlk Siyasi Askerî Faaliyetleri
Osmanlı Beyliğinin ilk yıllarının kronolojisini oluşturmak oldukça zordur. Fakat
yukarıda zikredilen Bizans kroniği Pachimeres ve Âşıkpaşazade'nin tarihinin içinde yer alan
ve ilk dönemlere ait en önemli kaynak olan Yahşi Fakih Menakıbnamesi, Osman Bey'in
bölgedeki faaliyetleri hakkında nispeten ayrıntılı bilgiler verir. Bu sayede bir kronoloji
oluşturma denemesi yapmak mümkündür.
Osman, babasının vefatının ardından kendine bağlı birliklerle hareket etmeye
başlamıştır. Kulacahisar’ın ardından da Karacahisar’ın ele geçirilmesi Osman’ın siyasal bir
aktör olarak belirginleşmesine neden olurken, ardından Sakarya Vadisi üzerinde ilerlemeye
başlamıştır. Yüzyılın sonunda ise Osmanlı anlatılarına, bir düğün etrafında şekillenen
hadiseler etrafında Osmanlıların Bilecik ve Yarhisar’da egemenlikleri başlamıştır.
Türkmen uç beyleri, üzerlerindeki Moğol baskısının azaldığını hissettiklerinde, Bizans
topraklarına yönelik akınlarını sıklaştırıyorlardı. 1298-1301 yılları arası dönemde, yukarıda da
değinildiği üzere Sülemiş İsyanı dolayısıyla oluşan atmosfer, bu Türkmen beylerinin
faaliyetlerini arttırmalarına neden oldu. Osman Bey de bu süreçte, İznik’e yönelik bir yayılma
politikası güttü. Yalova da bu dönemde ele geçirilmiş olmalıdır. Bundan sonraki hedef İznik
olmuş, Osman Bey’e bağlı birlikler İznik’i kuşatmışlardır. Halil İnalcık’a göre kuşatma
yaklaşık iki yıl sürmüştür. Şehrin kıtlık dolayısıyla bunalması neticesinde, İstanbul’dan
yardım istenmek zorunda kalınmıştır.
Bafeus Savaşı’na ilişkin en önemli kaynağımız, Bizans kronik yazarı olan
Pachimeres’tir. Pachimeres’e göre İznik’in imparatordan yardım istemesi üzerine, Mouzalon
idaresinde Bizans kuvvetleri Osman’ın üzerine ilerlemişlerdir. Taraflar arasındaki
çarpışmalarda önceleri Bizans üstünlüğü olsa da Osman Bey dengeyi kendi lehine
değiştirmeyi başarmış ve sonuçta savaşı galip tamamlamıştır. Pachimeres, bu yenilgiyi yerel
milislerin işbirliği yapmaması bağlamaktadır. Mouzalon idaresinde bir miktar Bizans
askerinin yanı sıra Alan paralı askerleri ve yerel milisler de bulunuyordu. Yerel milislere ait
para ve atlar, onlardan alınıp Alanlara verilince onlar da işbirliği yapmaktan kaçınmışlardır.
Bafeus Savaşı ve burada elde edilen zafer sonrası Osmanlı Beyliğinin bir siyasi
teşekkül haline geldiği genel olarak kabul edilmektedir. Hatta bazı tarihçiler bu savaşın
tarihini yani 1302’yi Osmanlı Beyliğinin kuruluş tarihi olarak kabul etme eğilimindedirler.
Bununla beraber Pachimeres’in anlattıkları o tarihe kadar Osman Bey’in aslında tanınmış ve
kendi başına hareket eden bir bey olduğunu göstermektedir.
Osman Bey, Bafeus Savaşı sırasında ve sonrasında civarındaki Bizanslı feodal
beylerle amansız bir mücadeleye girmek yerine onlarla genellikle iyi geçinip bölgedeki
durumunu kuvvetlendirdi. Mesela bunlar arasında tarihlerde en sık adı geçen şahıs
Harmankaya’nın feodal beyi (tekfur) Köse Mihal’dir. Osman Bey’in bu tanınmış silah
arkadaşının torunları sonradan büyük bir akıncı ailesi olarak Rumeli kesiminde askerî
faaliyette bulunacaklardır. Osman Bey'in bölgedeki bu beylerle ilişkisi konusunda Bizans
kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Osmanlı kaynakları ise bu konuda epik hikâyelere
bolca yer verir. Bunlardan çıkarılacak sonuç Eskişehir'den Bursa ve İznik'e kadar olan
havalide birçok küçük kalenin Osmanlı idaresi altına alındığıdır.
Bafeus'un hemen ardından Osman Bey’in, Melangeia'yı (Yenişehir) ele geçirdiği ve
hareket üssü yaptı. İznik'i tehdit ederek burayı sürekli abluka içinde tuttu. Bu arada da adları
Osmanlı kaynaklarında zikredilen irili ufaklı kaleleri ele geçirdi. İznik ablukası dışında
Osman Bey'in faaliyetleri ile ilgili olarak Bizans kaynaklarına dayalı bilgiler 1307'ye kadar
yoktur. Bu arada Bizanslılar ağırlığı Batı Anadolu'ya kaydırmışlardı. Bizanslılar parayla
tuttukları Katalanlı askerlerle Türkmenlerin faaliyetini önlemeye çalıştılar. Bunlar başlangıçta
etkili olup Türkmen saldırılarını engelledilerse de daha sonra Bizanslılarla anlaşmazlığa
düşüp bölgeden çekildiler (1304).
Katalan askerlerinin çekilmesinden sonra Osman Bey İznik-Bursa üzerindeki baskıyı
artırdı. Nitekim imparator 1305 baharında İlhanlı Olcayto'ya daha önce Gazan Han'a yaptığı
teklife benzer şekilde, gayri meşru kızını eş olarak verme ve Türklere karşı ittifak kurma
isteğini iletti. İlhanlılardan yeteri kadar asker gönderileceği vaadini aldı ve kız kardeşi
Maria'yı İznik'e gönderip şehir halkının Osman Bey'e karşı direnişlerini desteklemeye,
canlandırmaya çalıştı. Fakat Moğolların geliş haberleri Osman Bey'in faaliyetlerine daha da
hız vermesiyle sonuçlandı. Nitekim 1307'de Trikokkia (Karahisar) kalesini alıp İznik-İzmit
bağlantısını tamamen kesmişti.
1321'de patlak veren iç savaşa kadar Avrupa'da uğraşan Bizanslılar, Osman Bey ile
ilgilenemediler. Ancak 1307'den 1326'da Bursa'nın fethine kadar geçen süre zarfında Osman
Bey'in ve oğlu Orhan'ın faaliyetleri hakkında muasır bir kaynak mevcut değildir. Osmanlı
kaynaklarından anlaşıldığına göre Osman Bey Sakarya'dan Boğaz'a ve kuzeyde Karadeniz
kıyısına kadar çok geniş bir bölgenin kontrolünü ele geçirmişti.
Bu noktada Osmanlı tarihlerinin Osman Bey’in faaliyetleri hakkında çizdikleri tabloya
bakıldığında, dönemin diğer kaynakları olan Bizans ve Selçuklu kaynaklarıyla uyuşmayan
bilgilerle karşı karşıya kalınır. Aşıkpaşazade'nin tarihinin içinde yer alan ve ilk dönemlere ait
en önemli kaynak olan Yahşi Fakih Menakıbnamesi, Osman Bey'in bölgedeki faaliyetleri
hakkında nispeten ayrıntılı bilgiler verir.
Buna göre Osman Bey Yenişehir'i aldıktan sonra İnegöl'e hücum eder. Buradaki küçük
bir hisar olan Kulaca'yı fetheder. Bugün bazı kitaplarda Osmanlıların 1285’te ilk fethettiği
kale olarak Kulaca’nın gösterilmekte olması doğru değildir. Ardından Sakarya'nın doğusunda
Mudurnu'ya akınlar yapar, sonra İzmit'e yakın bölgelere ulaşır. Bilecik ve İnegöl'ü ele geçirir.
Bursa tekfuru, Osman Bey'in akınlarını durdurmak için dört komşu şehrin Atranos, Kestel,
Kite ve Bednos'un tekfurlarıyla ittifak yapar. Bu seferberlik Dinboz bozgunuyla son bulur.
Yahşi Fakih'e göre Osmanlılar bundan sonra Bursa'nın fethine girişirlerse de burayı
alamayınca abluka siyaseti izler. Bu verilen bilgilerin kronolojisini yapmak son derece güçtür.
Bazı tarihçiler bu bilgileri belirli bir sıraya koyarak şu sonuca ulaşmışlardır: Osman Bey
1285’te aşiretiyle Söğüt-Domaniç arasında faaliyet göstermektedir. 1285-1299 arasında
Göynük, Gölpazarı, Bilecik, Yarhisar, Yenişehir, İnegöl’de hâkimiyet kurmuştur.
Pachimeres’e dönülecek olunursa o 1304'te Osmanlı ablukası altındaki Bursa’nın
Türklere yıllık bir haraç verdiğini belirtir. Bu arada Türkler Sakarya boyunda Lefke, Mekece,
Geyve, Karaçepiş, Karatekin gibi hisarları almıştır. 1305’te Sguros adlı bir kumandan Bizans
imparatoru tarafından Osman Bey’i engellemek için gönderilmiştir. Ancak bunlar Katokia
(muhtemelen Karaçepiş kalesi) bölgesinde başarısız olmuşlardır. Bundan sonra da İznik
ablukası başlar. Bu bilgilerin ayrıntıları hakkında başka bir kaynağa dayalı doğrulama
yapılamamakla birlikte Bizans kaynakları bölgedeki Türklerle savaşmak için görevlendirilmiş
olan idarecilerden söz eder.
Bütün bu askerî faaliyetlerin bir sonucu olarak Bursa, İzmit, İznik gibi şehirler adeta
bir ada gibi geride kaldı. Osman Bey'in 1324'te vefatı, oğlu Orhan'ın iki sene sonra Bursa'nın
fethiyle Osmanlı Beyliğinin teşekkül aşaması tamamlanmış oldu. Osmanlı Beyliği bulunduğu
bölgede siyasi istikrarı temin etme yolunda kuvvetli adımlar attı. Orhan Bey dönemi Osman
Bey’in dönemine göre çok daha ayrıntılı olarak bilinmektedir.

ORHAN GAZİ DÖNEMİ VE İLK RUMELİ FÜTUHATI
Bursa’da Osmanlı İdaresinin Başlaması
1321 senesinde Bizans’ta başlayan ve 7 sene kadar süren iç savaştan istifade etmeye
çalışan Osmanlılar, bu amaçla Bursa ve İznik üzerine askeri operasyonlar başlatmışlardır. I.
Osman döneminde başlayan Bursa kuşatmasına, Orhan Gazi’nin beyliğinde de devam edilmiş
ve nihayet 6 Nisan 1326 senesinde şehir bir antlaşma neticesinde teslim alınmıştır. Orhan
Gazi’nin Bursa tekfuruna verdiği ahidnameye göre Osmanlı askerleri yağmada
bulunmayacaklar, kimseyi esir almayacaklar, gitmek isteyenler serbestçe şehri terk
edebilecekler, teslimde Orhan Bey’e 30.000 altın tazminat ödenecektir. Sonraki gelişmelere
de bakıldığında Bursa’nın fethi aslında Osmanlı Beyliğinin kuruluşunun gerçek manada
tamamlandığının resmidir. Orhan Bey’in fetih sonrası para bastırmış olması bir istiklal
alameti olduğu gibi onun artık bağımsız ve güçlü bir lider olduğunun da ispatı niteliğindedir.
Bursa’nın düşüşünün ardından, ertesi sene Ulubat şehri de bölgede yaşanan bir
depremde surlarının hasar görmesi neticesinde kolaylıkla Osmanlıların eline geçmiştir.
Bitinya bölgesinde sadece şehirlerle sınırlı olan Bizans hâkimiyeti, bu gelişmelerin de
gösterdiği üzere sarsılmaktadır.

Pelekanon Savaşı
Bursa’nın düşüşünün ardından, ertesi sene Ulubat şehri de bölgede yaşanan bir
depremde surlarının hasar görmesi neticesinde kolaylıkla Osmanlıların eline geçmiştir.
Bitinya bölgesinde sadece şehirlerle sınırlı olan Bizans hâkimiyeti, bu gelişmelerin de
gösterdiği üzere sarsılmaktadır.Bu gelişmelerin ardından İznik ve İzmit’in hedef haline gelmesi Bizans imparatoru III.
Andronikos Palaiologos’un harekete geçmesine neden olmuştur. Toplamış olduğu bir ordu ile
İzmit körfezi boyunca ilerleyerek bugünkü Gebze civarına denk düşen Pelekanon mevkiine
gelmiştir. Buna mukabil, Orhan Bey de buraya gelmiş ve askerleri civar tepelere
mevzilendirmiştir. İki güç arasında devam eden çarpışmalardan ilk gün bir netice
alınamazken, çarpışmalar ikinci gün daha da şiddetlendi ve Orhan Bey’in ordusu, III.
Andronikos’un ordusunu bozguna uğrattı (11 Haziran 1329). Kendisi de yaralanan imparator,
savaş meydanından kaçarak bir gemiyle İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.
Pelekanon Savaşı, birkaç açıdan önemlidir. Öncelikle bu savaş Doğu Roma
İmparatoru ile Osmanlıların doğrudan karşı karşıya geldikleri ilk savaştır. Bu savaşın
ardından Osmanlı Beyliği Kocaeli bölgesinin fethini tamamlarken, İznik ve İzmit’e doğru
yapacakları seferler için önlerinde başka bir engel kalmamıştır. Bu galibiyetinin neticesinde
Orhan Bey, hem tebaası hem de diğer Türkmen beyleri nezdinde büyük şöhret kazanmıştır.

Orhan Bey’in Pelekanon Savaşı’ndan sonraki hedefi, uzun süredir abluka altında
tuttuğu İznik olmuştur. İznik şehir, Bizans İmparatorluğunun hem dinî hem de siyasi açıdan
önemli bir şehridir. MS. 325 senesinde, İmparator Konstantinos, Hıristiyanlığı resmî din
olarak kabul etmeden evvel, burada Hıristiyanlığın ilk büyük ekümenik konsili toplanmıştır.
Önemli doktriner kararlar alınmıştır. Aynı şekilde, 1204 senesinde Konstantinopolis şehri,
Latin işgaline uğradığında, Bizans başşehri İstanbul’dan buraya taşınmıştır Orhan Bey işte bu
önemli şehri, 2 Mart 1331 tarihinde ele geçirmiştir. Bu şehrin ele geçirilişinin, Orhan Bey’in
şöhretini daha da artırdığı muhakkaktır. Çünkü İznik, kısa bir süre de olsa Selçuklu
egemenliğinde kalmış ve Anadolu Selçuklu Devleti’ne başşehirlik yapmıştır. Bu gelişmenin
ardından, Orhan Bey İzmit’i de kuşatmış, lakin Bizans imparatoru, Osmanlı Beyliği ile
anlaşma yoluna gitmiş ve Bitinya bölgesindeki diğer bazı kaleler için Osmanlılara belli bir
miktar ödemeyi taahhüt etmiştir (Ağustos 1333). Bu durum Bizans İmparatorluğunun
Osmanlı Beyliğinin haraçgüzarı olduğu anlamına gelmektedir.
1337 senesinde Bizans imparatoru Arnavutluk’ta kendisine isyan eden unsurlar
üzerine bir sefer düzenlemişken, Orhan Bey bu durumdan istifade etmek suretiyle, İzmit’i bir
kez daha kuşatmış, şehir de sulhen teslim olmuştur. İzmit’in fethi ile birlikte, Osmanlı Beyliği
daha da iyi tanınan bir siyasi teşekkül haline gelmiştir. Beyliğin sınırlarının genişlemesi, yeni
bir idari yapılanmaya gidilmesini zorunlu kılmış ve bunun neticesinde Orhan Bey kendisini
ulu bey olarak konumlandırırken, oğlu Süleyman’a ve amcasının oğlu Gündüz’e idari
bölgeler tahsis etmiştir. Orhan Bey idaresindeki bu siyasi teşekkül, gücünü artık o kadar
artırmıştır ki bazı Bizans kaynaklarında yer aldığı üzere otuz altı parçalık bir filo ile İstanbul
civarına çıkarma yapacak hale gelmiştir.

Orhan Gazi’nin Karesi Beyliği’ndeki İç Karışıklara Müdahalesi
Osmanlı Beyliği, ilk dönemlerinde bir siyasal strateji olarak Anadolu beylikleri ile
çatışmamayı tercih etmiştir. Gaza odaklı faaliyetleri Osmanlı Beyliğine Anadolu Türkmen
beylikler dünyası içerisinde oldukça prestijli bir konum kazandırmıştır. Bu sayede Osmanlı
Beyliği sürekli olarak göç almaya devam etmiş, bu yeni nüfusun iskânı Osmanlıların ele
geçirdikleri bölgelerde kalıcı olmalarına da yardımcı olmuştur. Osmanlılar bir yandan söz
konusu gaza faaliyetlerine devam ederken, Anadolu Türkmen beylikleri ile de dostane
ilişkilerini muhafaza etmişlerdir. Osmanlı Beyliği’nin Bursa’nın fethi sonrası sınır komşusu
haline geldiği, Balıkesir-Çanakkale bölgelerinde hâkim olan Karesi Beyliğiyle olan ilişkileri
de dostane bir çerçevede seyretmiştir.
Karesi Beyliği de, tıpkı Osmanlı Beyliği gibi, uç bölgesinde olması dolayısıyla
Bizans’la çatışma halinde olan bir beylikti. Fetih stratejileri, Osmanlı fetih stratejileri ile
örtüşmekteydi. İki taraf arasında bundan kaynaklanan doğal bir rekabet bulunaktaydı. Bu
rekabet, iki yapının birbiriyle bütünleşmesi şeklinde son bulacaktır. Ama Karesi Beyliği’ndeki
taht krizi ve bunun neticesinde başlayan iç karışıklıklar, Osmanlıların bu karışıklığa
müdahalesi ve taraflar arasında çatışmaların ortaya çıkmasıyla neticelenmiştir.
Orhan Gazi’nin Karesi Beyliği üzerinde tesis ettiği egemenliğin kronolojisini
oluşturmak zor olmakla birlikte, kesin olarak söylenebilecek olan şey Karesi beyinin ölümü
üzerine beyliğin ikiye bölündüğü, hanedan mensuplarının iç çatışmaya başladıkları ve bu
çatışmada Osmanlıların taraf olarak Karesi bölgesinde egemenlik tesis ettikleridir. Bu bölge
1345-46 yıllarında Osmanlı egemenliğine girmiş olmalıdır. Zira 1349-50 tarihli bir İlhanlı
vergi listesinde, Batı Anadolu beylikleri içerisinde Karesi Beyliğinin adı geçmemektedir. Bu
da bu tarihten önce Karesi Beyliğinin ilhakının Osmanlılarca neticelendirildiğine işaret eder.
Askeri stratejilerindeki paralellik, iki beyliğin toplumsal tabanındaki paralelliğe de
işaret eder. Bu paralellik, taraf unsurlarının hemen bütünleşmesine yardımcı olmuştur;
Osmanlılar Karesi Beyliği’nden devşirmiş oldukları askerî (özellikle denizci) unsurlardan, bir
sonraki aşamada Rumeli’ye geçişte istifade edeceklerdir. Ayrıca Karesi Beyliği topraklarının
Rumeli’ye yakınlığı da bu geçişi kolaylaştırıcı bir faktör olacaktır Beyliğin sınırlarını bu
şekilde genişletmiş olması ile artık Osmanlılar yeni bir uç bölgesi oluşmuş olacaktır.
Osmanlıların gücünün bu yeni uç bölgesine aktarılması ise Anadolu’daki genişletmeyi hem
yavaşlatan hem de kuvvetlendiren bir etki yapacaktır. Bundan sonra, fetihlerin yönü Rumeli
bölgesi olacakken, buradaki fetihlerden elde edilen zenginliğin Anadolu’ya aktarılacak bu
sayede bu bölgede Osmanlı gücü pekiştirilecektir

ORHAN GAZİ DÖNEMİ VE İLK RUMELİ FÜTUHATI


Rumeli’ye Geçiş ve İlk Askerî Faaliyetler
Yukarıda da ifade edildiği üzere Osmanlıların Rumeli’ye geçişlerini, Karesi Beyliği
topraklarında egemenlik tesis etmeleriyle başlatmak gerekmektedir. 1350’li yıllara
gelindiğinde, Osmanlılar Bizans İmparatorluğu’ndaki taht kavgalarından istifade etmek
suretiyle, Gelibolu yarımadasına geçmeyi ve burada tutunmayı başaracaklardır. Bizans
İmparatorluğu’nda Ioannis Palaiologos ile Ioannis Kantakuzinos arasında başlayan taht
mücadelelerinde, Orhan Bey, eskiden beri tanıdığı ve sıkı ilişki içerisinde olduğu
Kantakuzinos’un tarafını tutacaktır. İmparator, III. Andronikos öldüğünde, yerine o sırada 9
yaşında olan Ioannis Palaiologos geçmiş, fakat III. Andronikos zamanında Büyük Dük
(Megas Domestikos) olan Kantakuzinos imparator naibi sıfatıyla devleti yönetmeye
başlamıştır. III. Andronikos’un eşi Anna ile Kantakuzinos arasında başlayan gerilim,
Kantakuzinos Trakya’dayken yetkilerinin alınması ile birlikte bir iç savaş halini aldı. Yetkileri
elinden alınan Kantakuzinos Dimetoka’da 1341 senesinde imparatorluğunu ilan etti. Önce
Aydınoğlu Umur Bey’le ittifak yapan Kantakuzinos, 1345 senesinde de Orhan Bey ile onun
askeri gücünden istifade etmek amacıyla ittifak arayışına girdi. Hatta 1346 senesinde, kızı
Theodora’yı da Orhan Bey ile evlendirdi.
1348 senesinde Aydınoğlu Umur Bey’in vefatı üzerine, Kantakuzinos’un tek müttefiki
olarak Orhan Gazi kalmış bulunuyordu. Bu ittifak sürecinde, Osmanlılar zaman zaman
Rumeli yakasına geçme fırsatı bulmuşlar ve bölgeyi tanımaya başlamışlardır. Neticede, bu
birliktelik Kantakuzinos’un imparator olarak İstanbul’u ele geçirmesine yardımcı olarak
Osmanlıların da yeni bir fetih stratejisi geliştirmelerine imkân sağlayacaktır.
Kantakuzinos, 1347 senesinde, Bizans tahtının tek başına hâkimi olduktan sonra,
yaşanan gelişmeler üzerine Osmanlı kuvvetleri müttefikleri Kantakuzinos’a yardım amacıyla
iki kez Gelibolu Yarımadası ve Trakya’ya geçme imkânı bulacaklardır. Bölgede yaşanan
ciddi bir veba salgınını müteakip yaşana kargaşa ortamında, Sırp Çarı Stefan Duşan,
hâkimiyet alanını Serez’e kadar genişletmiştir. Bu gelişme İstanbul-Selanik arasındaki bağın
kopması anlamına geldiğinden, Kantakuzinos, bir askeri operasyon için Orhan Bey’e
başvurdu ve Şehzade Süleyman idaresindeki Osmanlı kuvvetleri Trakya’ya geçtiler. Duşan’ın
kuvvetleri önce Selanik’i, ardından da Kavala’yı ele geçirdi. Bu süreçte bazı çatışmalar
yaşansa da, Kavala’nın Sırpların eline geçmesi üzerine, Süleyman geri çekildi. Orhan Bey,
Kantakuzinos’a mazeret olarak Anadolu’da saldırıya uğradığını beyan etti. Bu gelişme
üzerine Sırplar, Kuzey Yunanistan, Teselya ve Epir’i tamamen ele geçirdiler.
Osmanlı kuvvetlerinin Trakya’ya ikinci geçişleri ise, 1352 senesinde gerçekleşir. Bu
geçiş, Venedik ve Ceneviz arasındaki mücadelede, Osmanlıların Cenevizlilerle ortak hareket
etmesiyle de alakalıdır. Orhan Bey’e bağlı kuvvetler, yukarıda da belirtildiği üzere hâkimiyet
sahalarını Üsküdar’a, oradan da Karadeniz kıyısına kadar uzatmışlardı. Karadeniz kıyısındaki
Yoros kalesinde egemen olan Cenevizliler, bu yüzden, Osmanlılarla iyi geçinmek
durumundaydılar. Nitekim 1351 senesinde başlayan Venedik-Ceneviz savaşı esnasında,
Venedik kuvvetleri, Bizanslılarla işbirliği yaparak bir Ceneviz kolonisi olan Galata’yı
kuşatınca Cenevizliler, Orhan Bey’den yardım istemişler ve erzaklarını bu sayede Osmanlı
limanlarından temin etmişlerdir. Bazı kaynaklarda, Orhan Bey’in Galata müdafaası için
Cenevizlilere 1000 kadar okçuyu gönderdiği de yazılıdır. Bir yandan Bizans İmparatorluğu ile
de iyi ilişkiler içerisinde olan Orhan Bey’in bu hamlelerinin nedeni, Rumeli’ye geçişte
Ceneviz gemilerini kiralamakta kolaylık sağlanmasıydı. Bu sıcak ilişkilerin neticesi olarak
Osmanlılar ve Cenevizliler arasında bir ittifak antlaşması imzalanmıştır. Karşı cephede ise,
Bizans ve Katalan-Venedik ittifakı, Katalanların ve Venediklilerin çekilmesi neticesinde
dağılmış, Bizanslılar da hem Osmanlılarla hem de Cenevizlilerle bir barış antlaşması
imzalamaya mecbur kalmışlardır (6 Mayıs 1352).
Bu esnada Edirne, Sırpların ve Venediklilerin destek verdiği V. Ioannis tarafından
kuşatılmış, Kantakuzinos da Orhan Bey’den bir kez daha yardım istemek zorunda kalmıştır.
Bu talebe binaen, yine Şehzade Süleyman kumandasında 10-12 bin kişilik bir atlı asker grubu
Rumeli’ye geçirilmiş, bu ordu Sırp-Bulgar müşterek ordusunu mağlup etmeyi başarmıştır.
Osmanlı kuvvetleri, Bulgaristan içlerine kadar akınlar düzenlemişlerdir. Bu Osmanlı
kuvvetlerinin Trakya’daki ilk ciddi başarılarıdır.
Şehzade Süleyman, Kantakuzinos’a yardıma kadar Gelibolu’da bazı yerleri ele
geçirmiştir. Savaş bitiminde geri dönerken, kendisine üs olarak tahsis edilmiş olan Çimpe
hisarını boşaltmamıştır. Her ne kadar Kantakuzinos bu hususta Orhan Bey’e başvurmuş olsa
da bir netice alamamış, Mart 1354’te yaşanan bir zelzelede Trakya’nın Marmara kıyıları ciddi
hasar görmüş, Osmanlılar da bu karışık durumdan istifade ederek Gelibolu’yu ele
geçirmişlerdir. Bu gelişme Balkanlardaki Osmanlı varlığının da başlangıcı olmuştur. Bu
gelişme üzerine imparator tahttan çekilmek durumunda kalmıştır.
Aynı zamanda bir tarihçi olan Ioannis Kantakuzinos, tahttan çekilirken yapmış olduğu
konuşmada, Osmanlı tehlikesine dikkat çekmiş ve Osmanlılarla yapmış olduğu ittifakı
savunmuştur. Ona göre Osmanlılarla iyice güçlenip karşılarına çıkacak hale gelinceye kadar
barış içerisinde yaşamak icap etmektedir. Bunun için de hazinenin dolu, ordu ve donanmanın
ise güçlü olması icap etmektedir. Kantakuzinos’un bu konuşmasını da ihtiva eden eseri, erken
dönem Osmanlı tarihi açısından temel başvuru kaynaklarından biridir.
Kantakuzinos’un ardından yeniden tahta geçen V. Ioannis Palaiologos, Osmanlılara
karşı Trakya’da bir mücadele başlattıysa da, Katolik inancını benimsemiş olması dolayısıyla
yerel halktan fazlaca destek görmedi. Osmanlılar Trakya’daki ilerlemelerine devam ettiler.
Lakin 1357’de Şehzade Süleyman’ın ölümü, yine aynı sene Şehzade Halil’in de korsanların
eline düşmesi neticesinde Trakya’daki faaliyetler durma noktasına geldi. Bundan sonra,
Şehzade Murad, yanında Karesi kumandanlarından olan lalası Şahin ile birlikte, buradaki
mücadeleyi yeniden başlattı. Bu arada, Ioannis Palaiologos’un çabaları sonuç vermiş, bir
Haçlı donanması Lâpseki’ye çıkarma yapmıştır. Fakat Osmanlı birlikte bu saldırıyı
savuşturmayı başarmıştır. Bu çarpışmanın özelliği de, Osmanlılara karşı düzenlenmiş olan ilk
Haçlı Seferi olmasıdır.
Sonraki süreçte Osmanlıların hedefi Edirne olmuştur. Buna giden yolda İstanbulEdirne
arasındaki yerlerin ele geçirilmesine çalışılmış, bu stratejinin bir parçası olarak Çorlu
ve Lüleburgaz ele geçirilmiştir. Edirne’nin ise ne zaman ele geçirildiği konusu tartışmalıdır.
Literatürde Edirne’nin fethi için 1363, 1364, 1369, 1371 gibi çeşitli tarihler verilir. Osmanlı
kaynaklarından çıkarılan bilgiler, buranın Orhan Bey’in sağlığında, oğlu Şehzade Murad ve
Lala Şahin tarafından bir askeri harekât sonrası ele geçirildiği yönündedir. Bu da bize, şehrin
1362 tarihinden önce, 1361’de ele geçirildiğini gösterir. Hangi tarihte ve her ne şekilde olmuş
olursa olsun, Edirne’nin Osmanlıların eline geçmesi, Trakya ve Balkanlar için bir dönüm
noktası oluşturur. Burası bir üs haline gelmiş, neticesinde bir taraftan Balkanlara diğer
taraftan İstanbul’a yönelik iki cephe açılmıştır.

ORHAN GAZİ DÖNEMİ VE İLK RUMELİ FÜTUHATI


Rumeli’de Yerleşmenin Başlangıcı ve İskân Faaliyetlerinin
Özellikleri
Rumeli’de fetihler, Osmanlılar için yeni bir hayat sahası manasına gelmekteydi. Bu
yüzden, Anadolu’dan Rumeli’ye doğru nüfus nakilleri yapmaya başladılar. Bu nakiller
gelişigüzel göçler şeklinde değil, son derece sistemli bir şekilde cereyan etti. Öncelikli olarak
Anadolu’daki göçebe unsurlar, yeni fethedilen bu yerlere gelmek ve buradaki yeni
imkânlardan faydalanmak için gönüllü oldular. Bu imkânlar sadece göçebe unsurları değil,
elbette bazı yerleşik unsurları da cezp etti. Öte yandan, Osmanlı Beyliği, yeterince göçün
olmadığı lakin insan gücüne ihtiyaç olan noktalarda zorunlu sürgünler yapmaktan da geri
durmadı. Böylece Rumeli bir Osmanlı vatanı haline gelmeye başladı.
İslam hukuku, yapısı itibariyle, gayrimüslim unsurlara İslam topluluğu içerisinde
tanımlı bir alan açıyor; onların kendi kimlikleri ile yaşamalarına müsaade ediyordu. Osmanlı
Beyliği de, İslam hukukunun tanımış olduğu bu imkândan hareketle, gayrimüslim nüfusa alan
açtı. Bizans coğrafyasındaki siyasi belirsizlik, Hıristiyanlık içerisindeki mezhepsel çatışmalar,
Ortodoks unsurların Osmanlı sistemini benimsemede güçlük çıkarmamalarına neden oldu.
Ayrıca Osmanlıların gayrimüslimlerden almış oldukları haraç, daha evvel Bizans
İmparatorluğuna ödemiş oldukları vergilerden yüksek de değildi.
Bizans İmparatorluğunda merkezî idarenin zayıflamış oluşu, feodal beylerin güç
kazanması şeklinde bir netice verdi. Feodal beylerle merkezî idare arasındaki çatışmalar, yerel
halkı iyice bezdirmiş durumdaydı. Osmanlı Beyliğinin hâkimiyet tesis ettiği yerlerde
uygulamaya başladığı timar sistemi, daha sağlıklı bir tebaa-devlet ilişkisinin tesisi anlamına
geliyordu. Öte yandan, Bizans egemenliğinde imtiyazlı olan yerel aristokrasi ve askerî
gruplar, Osmanlı askerî teşkilatı bünyesine alınarak eritildi. Bu unsurlara timar verilirken artık
toprağın hâkimi değillerdi; bir manada vergi tahsildarı hüviyetini kazanmışlardı. Bu da halk
üzerinde, hukuki bir hakları olmaması manasına geliyordu.
Balkanlardaki fetihler ilerledikçe, daha evvel uç bölgesi pozisyonunda olan yerler, iç
bölgeler halini aldılar. Bu sayede, buradaki şehirler büyümeye, toprak siyasi istikrarın
teminiyle birlikte daha düzenli bir biçimde işlenmeye başlandı. Anadolu’dan Rumeli’ye olan
göçler bir defada gerçekleşmedi, bütün XV. ve XVI. yüzyıllar boyunca bu nüfus akışı devam
etti. Türk yerleşmeleri Trakya, Makedonya, Kuzeybatı Rumeli ve Dobruca-Varna hattında
yoğunlaştı. Buralardaki yer adlarından, iskân süreci ve iskânın niteliği hakkında bilgiler
edinmek mümkündür.
Balkanlara yerleşen Türk göçmenler, genellikle müstakil köyler kurmaktaydılar. Bu
yerleşimler de Anadolu’dan gelinen yerin yahut ilk yerleşen aile reisinin adını taşıyordu.
Şehirlerde de durum benzerlik arz ediyor, sulhen teslim olan yerlerde yerli ahaliye
dokunulmuyor; Türkler onlara karışmaksızın yeni mahalleler kuruyorlardı. Bu sayede
Balkanlar’daki birçok şehir, Osmanlı fetihleri sonrası gelişme göstermiş ve harap vaziyetten
çıkıp mamur hale gelmiştir

ORHAN GAZİ DÖNEMİ

Orhan Bey’in Ölümü ve Şehzade Murad’ın Tahta Çıkışı
Orhan Bey, yukarıda da belirtildiği üzere Edirne’nin ele geçirilişinin ardından hayatını
kaybetmiştir. Yaşı hayli ilerlemekle birlikte ölüm nedeni veba hastalığıdır. Uzun süren iktidarı
döneminde, Osmanlı topraklarını bir hayli genişletmiş, Rumeli’ye geçişi temin ederek
Osmanlılara yeni bir hayat sahası açmıştır. İdari alanda yapmış olduğu düzenlemelerle devlet
aygıtının ve bürokrasinin oluşumuna katkıda bulunmuş, askerî alandaki düzenlemelerle de
daha sistemli bir yapı teminine çalışmıştır.
Orhan Bey öldüğünde oğullarından İbrahim, Halil ve Murad hayattadır. Yaşça büyük
olan ve ağabeyi Süleyman’ın üzerine Rumeli fütuhatına liderlik eden Şehzade Murad,
babasının vefatının ardından tahta geçmiştir. Kardeşleri İbrahim ve Halil’in Karaman ve
Eretna kuvvetlerinin de desteğiyle Bursa’yı ele geçirme girişimleri olmuşsa da, Rumeli’deki
kuvvetlerine Lala Şahin Paşa’yı serdar olarak bırakıp hızla Bursa’ya geçmiş ve kontrolü ele
almıştır.

Edirne’nin fethi sonrasında, Osmanlıların Batı’ya dönük ilerleyişleri devam etmiştir.
Şehzade Murad’a bağlı beyler, Balkanlarda fetih hareketlerine devam etmişlerdir. Edirne’nin
ardından ele geçirilen diğer bir önemli merkez, Kantakuzinos’un imparatorluğunu ilan ettiği,
Batı Trakya’nın önemli şehirlerinden olan Dimetoka’dır. Hacı İlbeyi idaresindeki birlikler
tarafından ele geçirilmiştir (1361). Dimetoka’nın ardından bu sefer bir kol kuzeye doğru
ilerlemiş ve Filibe şehrini Osmanlı Beyliği topraklarına katmıştır. Lala Şahin Paşa’ya bağlı
birlikler tarafından ele geçirilen Filibe, bundan sonra, Lala Şahin Paşa’nın askeri üssü haline
gelecektir (1363).
Osmanlı ilerlemesi, Batı dünyasında ciddi bir tehdit algısı oluşturmuştur. Bu yüzden
Osmanlı Beyliği’ne karşı bir Haçlı Seferi düzenlenmesi kararı alınmıştır. Bu Haçlı ordusunun
başında, Savoia Kontu VI. Amadeo yer almaktaydı. 1365 senesinde, Kıbrıs Kralı Pierre
liderliğindeki Haçlı ordusunun İskenderiye’deki başarıları, Hıristiyan dünyasını yeni bir Haçlı
Seferi için motive etmiştir. Ertesi sene düzenlenen bu sefer ile Gelibolu Haçlılarca ele
geçirilmiştir. (Ağustos 1366).
I. Murad, Gelibolu düşmeden evvel, Mart 1366’da Trakya’daki kazanımları muhafaza
etmek ve İstanbul’a doğru ilerlemek maksadıyla Rumeli’ye geçmişti. I. Murad’ın Rumeli’de
bulunduğu süre içerisinde (yaklaşık 5 sene) Bizans ve Bulgar topraklarına yönelik birçok
askeri operasyon düzenlenmiştir.
Sırp çarı Stefan Duşan’ın 1355 senesindeki ölümünün ardından, Balkanlar’da birçok
feodal bey türemiştir. I. Murad döneminde, bu feodal beylerden birçoğu Osmanlı hâkimiyetini
kabul edip, vasallik statüsü kazanmışlardır. Siyasi olarak elde edilen bu kazanımlar, Balkan
haritasında ciddi değişikliklere sebep oluyordu. Öte yandan Trakya yöresindeki hâkimiyet,
özellikle İstanbul üzerindeki baskıyı artırmaktaydı. 1366-1371 yılları arasında Osmanlılar söz
konusu bölgede hem Bulgarlara hem de Bizanslılara karşı mevzi kazandılar. Başlangıçta
Bulgar çarı ile birlikte hareket eden I. Murad, ittifakı 1366 sonlarında bozmuş ve Doğu
Bulgaristan’a yönelik bir askerî operasyon başlatmıştır. Aydos, Karinabad ve Süzebolu gibi
yerler bu süreçte Osmanlı egemenliğine girdi. Öte yandan Bizans’la olan mücadele de
Pınarhisar, Kırkkilise, Vize gibi kalelerin ele geçmesi ile neticelendi.
Bu yayılma sürecinde yerel unsurlar, Osmanlıları her zaman dostça karşılamıyor,
zaman zaman ciddi çatışmalar çıkabiliyordu. Aynı şekilde Papalık ve diğer İtalyan şehir
devletleri bu yerel unsurlarla ittifak halinde Osmanlıları bölgeden çıkarmaya çalışıyorlardır.
Lakin bu çabalar bir sonuç vermedi ve Balkanlar’daki Osmanlı egemenliği kalıcı hale geldi.
1368-69 seferlerinde ise Kızılağaç Yenicesi, Yanbolu ve ardından da Samakov ve
İhtiman ele geçirildi. Samakov’un ve İhtiman’ın ele geçirilmesi hem askeri-stratejik açıdan
hem de ekonomik açıdan önemli bir gelişmedir. Samakov’da önemli bir demir madeni
bulunmaktadır; öte yandan özellikle İhtiman’ın ele geçirilmesi ise Sofya yolu açılmış, bu
sayede yeni bir akın yönü tayin edilmiştir.
Osmanlıların Balkanlardaki bu faaliyetleri devam ederken Bizans İmparatorluğu da
ittifak arayışları içerisindeydi. V. Ioannis Palaiologos ve Sırp Voyvoda Ugljeşa Mrnjavçeviç
arasındaki ittifak, siyasi açıdan olduğu kadar dini açıdan da önemliydi. Bu ittifakın bir
yansıması olarak Sırp ve Bizans kiliselerinin birleştiği ilan edildi (Mayıs 1371).

[Image: i17064b9xycj.jpg]

[Image: i17065bc6gev.jpg]


Çirmen Savaşı
Bu gelişmenin ardından, Batı Makedonya’da voyvoda olan Ugljeşa Mrnjavçeviç’in
merkez üssü Serez’di ve bu sayede Bizans İmparatorluğu ve Osmanlılarla sınırdaş haline
gelmişti. Ugljeşa, kardeşi Sırp kralı Vukaşin Mrnjavçeviç’in de desteğini alarak Osmanlılar
üzerine bir sefer yapma kararı aldı. Bu esnada, Rumeli’de Osmanlı kuvvetleri Lala Şahin
Paşa’nın idaresi altındaydı. Gelen bu güçlü ordu ile Edirne ciddi bir tehditle karşı karşıya
kalmış, Lala Şahin Paşa bunun üzerine Bursa’daki I. Murad’dan yardım talep etmiştir.
I. Murad’ın destek kuvvetleri henüz Biga kuşatması ile meşgulken, Hacı İlbeyi
idaresindeki öncü Osmanlı kuvvetleri, Meriç nehri kıyısındaki Çirmen (Crnomen) mevkiinde
ani bir baskınla Sırp ordusu dağıtmayı başardı (26 Eylül 1371). Kral Vukaşin ve kardeşi
despot Ugljeşa savaş meydanında hayatlarını kaybettiler.
Bu savaş, Osmanlıların Balkanlardaki yayılmasına gerçek manada ivme kazandırmış
bir savaştır. Artık, Makedonya, Sırbistan ve Yunanistan topraklarına doğru Osmanlı
yayılmasının önünde ciddi bir engel kalmamıştır. Sırp kralının savaş meydanında ölümü
neticesinde, Sırp prensleri Osmanlıların haraçgüzarı olmayı kabul edip bağlılık bildirmek
durumunda kalmışlardır. Haracın da ötesinde, I. Murad’ın talebi doğrultusunda Osmanlıların
düzenlemiş oldukları seferlere asker göndermeyi de taahhüt etmek zorunda kalmışlardır.
Sırp tehlikesinin ortadan kalkması, Bizans İmparatorluğunu da rahatlatmış, oluşan bu
yeni durumdan istifade ederek daha evvel Sırp egemenliğine geçmiş bölgelerde hak iddia
etmesine neden olmuştur. Bu savaşın akabinde, Sırplar da kendi aralarında bölünmüşler, yeni
kral Marko Mrnjavçeviç’in otoritesi herkesçe kabul görmemiştir. Böyle bir atmosferde,
Bizans İmparatorluğu 1372 senesinde Serez’i ele geçirmiştir. Osmanlılar bu yeni durumu
kabullenmemiş, önce Serez’e ardından da Selanik’e yönelik yapılan kuşatma harekâtlarından
bir netice alınamamıştır. Lakin bu kuşatma harekâtları, Bizans İmparatorluğu’nu Osmanlı
Beyliği ile barış yapmaya zorlamış, Osmanlılara senelik 15000 hyperper haraç ödemeyi
kabullenmişti. Bizans İmparatorluğu ile yapılan bu antlaşma sayesinde, Osmanlılar da
Gelibolu Boğazı’ndan Rumeli’ye geçişlerini garanti altına almış oluyorlardı.


[Image: i17066brr7bf.jpg]

Kosova Savaşı’na Doğru

Çirmen Savaşı’ndan sonraki süreçte, Osmanlıların Balkan fütuhatına devam ettiklerini
görmekteyiz. Bunu kolaylaştıran amillerin başında Bizans İmparatorluğunda yaşanan taht
krizi idi. Bu taht krizinde taraf olan Osmanlıların, IV. Andronikos’u desteklediklerini ve uzun
vadede IV. Andronikos kaptırmış olduğu tahtını oğlundan geri aldığına şahit olacağız.
İdris-i Bitlisi’ye göre I. Murad, Çirmen savaşından sonraki süreçte 1372 senesinde
tekrar Rumeli’ye geçmiştir. Lakin oğlu Savcı Bey’in isyanı üzerine Bursa’ya dönmüş ve onun
kuvvetleriyle yapmış olduğu mücadeleyi kazanarak gözlerine mil çektirmiştir (1374).
Osmanlı idaresindeki gazi beyler, bu süreçte Rumeli fütuhatına devam etmektedirler. Evrenos
Bey’in İskeçe ve Buri’yi alması ve Lala Şahin Paşa’nın Batı Bulgaristan bölgesinde yapmış
oldukları fetihler bu döneme rastlar. Bu dönemde, Serez abluka altına alındıysa da ele
geçirilememiştir.
Bu askerî operasyonlar devam ederken Osmanlıların asıl hedefi sürekli olarak
Gelibolu’yu geri almak olmuştur. Askeri-Stratejik önemi haiz Gelibolu’nun tekrar ele
geçirilmesi, Osmanlıların Bizans-Venedik-Ceneviz arasında cereyan eden savaşlara müdahil
olması neticesinde mümkün olacaktır. Bozcaada egemenliği üzerinde anlaşamayan bu güçler
arasındaki çatışmalar esnasında Osmanlılar, o zaman Bizans tahtında oturan IV. Andronikos’a
destek vermiş ve o da bu destek karşılığında Gelibolu’yu Osmanlılara terk etmiştir (1377).
1379 senesinde ise I. Murad siyaset değiştirerek, bu sefer IV. Andronikos’a karşı babası V.
Ioannis’i destekleme kararı almıştır. V. Ioannis ile yapılan anlaşma ile Bizans’ın ödemekte
olduğu haracın miktarı artırılırken, Anadolu’da yer alan Alaşehir’in de Osmanlı idaresine
bırakılması sözü alınmıştır.
1381-1383 yılları arasında Anadolu’daki işlerle ilgilenmek zorunda kalan I. Murad,
1383 senesinde Edirne’ye dönmüş ve Balkan fütuhatına devam etmiştir. Balkan coğrafyasına
göz atacak olursak, bu esnada, Sırp prensleri arasında bir birlik tesis edilememiştir. Knez
Lazar Hrebeljanoviç, Kruşevac merkezli bir bölgeyi kontrol ederken, Osmanlı kaynaklarında
Vılkoğlu şeklinde gördüğümüz (Vuk Brankoviç) ise Priştine, Prizren ve Üsküp’ü de içine alan
bir bölgede hâkimdi. Knez Lazar, Macar kralı I. Lajos ile ittifak yapmış olup Osmanlılar için
bir tehlike oluşturuyordu. Öte yandan Vuk Brankoviç ise Osmanlı vasalliğinin gereğini yerine
getirmekteydi. 1382 senesinde, I. Lajos’un ölümü üzerine, I. Murad Balkanlar’daki önemli bir
rakibinden kurtulmuş, bu da Osmanlıların Niş, Epir, Arnavutluk doğrultusunda fetih
harekâtını hızlandırmasına vesile olmuştur.
I. Murad, Edirne’ye geçince, veziri Çandarlı Hayreddin Paşa’yı, Serez ve Selanik
üzerine göndermiştir. Selanik 1383-1387 yılları arasında kuşatılmış ve ele geçirilmişse de
Osmanlı hâkimiyeti uzun süreli olamamıştır. Asıl kalıcı hâkimiyet 1430 yılında tesis
edilecektir. Osmanlıların 1371’den sonra Balkanlar’ın güneyindeki fetih hareketlerinin
duraklaması, uç bölgelerinde nüfus yığılmasına neden olmuş, bunun neticesi olarak da yeni
fetihler ve yeni timar sahalarının açılması için devlet üzerinde bir baskı oluşmuştur. Bununla
ilintili olarak, önce Kavala ve hemen ardında da Serez ele geçirilmiştir (Eylül 1383). Draç
üzerinden Adriyatik’e ulaşan eski Roma yolu Via Egnatia, bu hat üzerinde gerçekleştirilen
fetihlerin temel belirleyicisi olmuştur.
Yine aynı dönemde I. Murad, Rumeli Beylerbeyi olam Timurtaş Paşa’yı, Arnavutluk
ve Bosna üzerine göndermiştir. Timurtaş Paşa, Pirlepe, Manastır ve İştip kalelerini bu
dönemde ele geçirdiler. Epir bölgesinde çeşitli yerleri ele geçiren Timurtaş Paşa, güney
Arnavutluk’ta Zeta Prensi II. Balşiç’e ağır bir darbe vurdu (1385). Bu savaşın ardından
Arnavutluk bölgesinde bazı kabileler Osmanlı himayesini kabullendiler ve Arnavutluk’ta
Osmanlı idaresi başlamış oldu.
Sırp Knezi Lazar, yaklaşan Osmanlı tehlikesi karşısında bir dizi savunma önlemi
almıştı. Kaleler ve dağ geçitlerini güçlendirirken, memleketini boşaltıp halkı ve mallarını
kalelerde topluyordu. Osmanlı ordusu, Lazar’ın kuvvetleri ile karşılaşamayınca, Niş üzerine
yürüdü ve şehir ele geçirildi (1386). Böylece Morava vadisi savunmasız kaldı. Bu gelişme
üzerine, Lazar, I. Murad ile anlaşma yoluna girip Osmanlı vasalliğini kabul etti. Yine bu
dönemde, 1383-1386 arası bir tarihte Sofya da Osmanlı hâkimiyetine geçti.
Kosova Savaşı ve Sonuçları
Niş’in düşüşünün ardından Osmanlı vasalliğini kabul etmiş olan Lazar Hrebeljanoviç,
sonraki süreçte hâkimiyet alanını, yine Osmanlı vasalliğini kabul etmiş olan diğer Sırp
prensleri aleyhine genişletmiş, Morava vadisindeki zengin gümüş madenlerini Saxon
madencileri kullanmak suretiyle işletmiş ve bu gümüşü Dubrovnik tüccarı vasıtasıyla
İtalya’ya sevk ederek ciddi zenginlik elde etmişti.
Kuzey Arnavutluk bölgesinde faaliyet gösteren Osmanlı uç beyi Kavala Şahin’in
idaresindeki ordu, o dönemde Osmanlı otoritesini kabul etmiş olan Zeta Prensi II. Curac
Balşiç’e destek amaçlı Bosna’ya akın düzenledi. Osmanlı ordusunun düzenlemiş olduğu bu
akın netice vermemiş, Osmanlı ordusu Bosna Kralı I. Stjepan Tvrtko tarafından bozguna
uğratılmıştır. Bundan sonraki süreçte psikolojik üstünlük daha evvel Osmanlı haraçgüzarlığını
kabul etmiş olan Sırp unsurlara geçmiştir. 1381-85 arasındaki süreçte haraçgüzar haline
getirilmiş olan Sırp Prensleri, teker teker Osmanlı hâkimiyetini reddetmeye başlamışlardır.
Bosna Krallığı ve Sırp Prensleri arasındaki bu ittifakı önlemek ve sarsılan Osmanlı
hâkimiyetini yeniden tesis etmek için I. Murad, büyük bir orduyla Rumeli’ye hareket etme
kararı almıştır. Timurtaş Paşa’yı Karamanoğulları’ndan gelebilecek bir tehlikeyi önlemek
amacıyla bir miktar askerle Anadolu’da bırakmış, Çandarlı Ali Paşa’yı bir ordu ile birlikte
Bulgar Çarı üzerine göndererek oradan gelebilecek herhangi bir tehlikenin önüne geçmiştir.
Diğer bir potansiyel tehlike olan Macar Kralı Sigismund ise, Lazar ve Stjepan Tvrtko ile
problem yaşadığından bu ittifaka destek vermemiştir.
İki taraf ordusu, Kosova ovasında karşı karşıya gelmiş ve savaş kesin bir Osmanlı
galibiyeti ile neticelenmiştir. Lazar Hrebeljanoviç savaş esnasında, I. Murad ise savaşın
ardından bir saldırıya uğramak suretiyle hayatlarını kaybetmişlerdir.
Bu savaş, neticeleri itibariyle Osmanlı tarihinin ve aynı şekilde Balkan tarihinin
önemli savaşlarından biridir. Kısa vadede Osmanlılar için ciddi bir askeri ve siyasi kazanç
temin edilmiştir. Artık, Tuna’nın güneyinde yer alan bölgede Osmanlılara karşı koyabilecek
bir tek Macarlar kalmış durumdadır. Ayrıca, Osmanlılara Kuzey Sırbistan yolu açılmış, Sırp
despotluğu Osmanlıların vasali haline gelmiştir.
Uzun vadede ise, bölgede yapılan Bosna’ya doğru uzanan fetihler neticesinde,
bölgenin etnik, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapısında değişiklikler meydana
gelmiştir. Bu bölgede Katolik baskısından kaçan grupların İslamiyet’e girdikleri ve bir
İslamlaşma gerçekleştiği görülmektedir. Bu savaş, ayrıca, milliyetçilikler çağında Sırp
milliyetçiliğine ilham vermiştir.
Kosova savaşı ile başlayan süreçte, Balkanlarda iskân yoğunlaşmış, bununla paralel
bir şekilde İslamlaşmada da bir artış olmuştur. Bu sayede Balkanlar’da Osmanlı varlığı
sağlamlaşmış, Ankara Savaşı sonrası süreçte dahi bu yapı bozulmadan kalabilmiştir.

[Image: i17067b70e9i.jpg]

[Image: i17068bajraw.jpg]

[Image: i17069bwxgg0.jpg]

[Image: i17070bvfnki.jpg]

Anadolu’da Vasalleşmenin Başlaması

Osmanlı Beyliği, tarih sahnesine çıktıktan sonra, Anadolu beylikleri ile ilgili olarak
genellikle dikkatli bir siyaset takip etmiştir. Askeri operasyonlarında ağırlığı Bizans ve
Balkan coğrafyasına vermiş ve gaza siyaseti gütmüştür. Gazada elde etmiş olduğu büyük
başarılar, Osmanlıları “Anadolu Türkmen Beylikleri Dünyası”nda özel bir konuma getirmiş
ve döneminin siyasal çekim merkezi olmayı başarmışlardır. Bu dikkatli siyasetin bir
yansıması olarak komşu ve civar beyliklerle çatışmadan kaçınılmıştır.
I. Murad dönemi ise Anadolu Türkmen beylikleri ile olan ilişkilerde bir kırılmanın
yaşandığı dönem olmuştur. I. Murad, takip etmiş olduğu vasalleştirme siyaseti ile Osmanlı
Beyliği liderliğinde bir anlamda gevşek bir konfederasyon yapısı oluşturma amacı gütmüştür.
I. Murad’ın Rumeli’de faaliyetlerini yoğunlaştırması neticesinde, Anadolu
topraklarında da bir güvenlik tehlikesi ortaya çıkmıştı. Bu yüzden I. Murad, burada ortaya
çıkabilecek tehlikeleri de hesaba katmak durumunda kalmıştır. Tehlikenin en büyük kaynağı
olarak da, diğer Batı Anadolu beylikleri üzerinde Osmanlılarla aynı iddiaları paylaşan ve
benzer bir siyaset güden Karamanoğulları görülmektedir. Bu iki siyasal yapı, bu dönemde
ciddi bir rekabete girmiş görülmektedir. Osmanlılar, burada, gaza dolayısıyla edindikleri
kâfirle savaşma şöhretini de etkili bir biçimde kullanmış görülmektedirler. Lakin iki hadise
Osmanlıları Anadolu Türkmen Beylikleri Dünyası’nın lideri haline getirmiş ve bu sayede
Osmanlıların Anadolu’daki hâkimiyet sahası genişlemiştir.
Karamanoğlu Alaaddin Bey, Osmanlıların gaza şöhretlerini üstlenebileceğini
göstermek amacıyla o dönemde Memlük sultanının yaptığı çağrıya uyarak, Kıbrıs Krallığı’nın
himayesinde bir kale olan Gorigos’u kuşatma altına almıştır. Lakin diğer Anadolu
beyliklerinin de destek verdiği bu sefer, bir hezimetle neticelenmiş ve bu müşterek ordu
dağılmıştır. Karamanoğulları’nın imajı bu seferle ciddi bir biçimde zedelenmiştir. Bu sefer
sonrası, Hamidoğlu İlyas Bey kendi adına sikke kestirip, hutbe okutmuş lakin Karamanoğlu
Alaaddin Bey karşısında zor duruma düşünce Osmanlılardan ve Germiyanoğulları’ndan
yardım istemek zorunda kalmıştır. İlyas Bey’in ardından Hamidoğulları tahtına oturan
Hüseyin Bey de, Osmanlı himayesine girmiş ve Karaman sınırında olan Akşehir, Beyşehir,
Seydişehir, Yalvaç ve Karaağaç gibi yerleri I. Murad’a satmıştır. Yine bu dönemde, I.
Murad’ın oğlu Bayezid ile Germiyanoğlu Süleyman Bey’in kızı evlenmiş ve Kütahya, Emet,
Simav ve Tavşanlı çeyiz olarak Osmanlılara verilmiştir.
Osmanlı kaynaklarında yer alan bu bilgilere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Bu tarz
toprak genişletme keyfiyeti, gaza ile şöhret yapmış olan Osmanlı Beyliğinin kendi gibi
Müslüman unsurlara karşı askerî operasyonlarını meşrulaştırma niyetinin bir göstergesi
olabilir. Her ne şekilde olursa olsun, bu bölgelerin 1380’e gelene kadar Osmanlıların eline
geçmiştir. Osmanlı Beyliği ile Karamanoğulları arasında sıkışmış bulunan Hamidoğulları ve
Germiyanoğulları gibi beylikler yönlerini Osmanlılara çevirmiş görünmektedirler.
Hamidoğulları’ndan alındığı iddia edilen bölge, Karamanoğulları ile yaşanan
problemin görünür sebebi olarak takdim edilir. Nitekim Osmanlı askerleri
Hamidoğulları’ndan alınan yerlere yerleşince, Karamanoğulları ile sınır komşusu olmuşlardır.
1385 senesinde, I. Murad Rumeli’ye geçince Karamanoğulları söz konusu bölgeyi ele
geçirmiş, sultan da ertesi sene Karaman Seferi’ne çıkmıştır.

Karaman Seferi
I. Murad, 1385 senesinde Sırp seferinden dönüşte Edirne’de, Karamanoğulları’nın
Hamidoğulları’ndan alınan bölgeye yönelik seferinden haberdar oldu. Kışı Bursa’da
geçirdikten sonra, 1386 baharında Karamanoğulları üzerine sefere çıktı. Frenkyazısı denen
mevkide cereyan eden bu savaşı, Osmanlı kuvvetleri kazanmış, Karamanoğlu Alaaddin Bey
Konya’ya kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Onu takiben giden I. Murad, Konya’yı kuşatsa
da, Alaaddin Bey’in itaatini bildirmesi neticesinde bu toprakları kendisine bıraktı.
Frenkyazısı Savaşı’nda alınan mağlubiyet, Karamanoğulları’nın Anadolu beylikleri
üzerindeki iddialarının sona ermesi anlamına gelmektedir. Daha evvel Osmanlıların en büyük
rakibi olan Karamanoğulları’nın nüfuzu iyice kırılmış, daha evvel onların yüksek hâkimiyetini
kabul eden unsurlar, Osmanlı himayesine girmişlerdir. Böylece Osmanlıların Anadolu’da
hâkimiyeti pekişmiş, Sivas’a kadar olan bölgede Osmanlı hâkimiyeti tesis edilmiştir.

Anadolu’daki Vasalleşmenin Sonuçları
Anadolu’da yaşanan bu vasalleşme süreci, Kosova Savaşı’nda netice vermiş; Osmanlı
ordusu içerisinde Batı Anadolu beylikleri askerleri de görev yapmışlardır. Lakin I. Murad’ın
Kosova Savaşı’nda hayatını kaybetmesinden sonra, bu ittifak çatırdamış, Karamanoğulları son
bir çabayla diğer beylikleri yanına alarak Osmanlı topraklarına saldırmıştır. Bu yeni durum, I.
Bayezid döneminde Anadolu beylikleri üzerindeki siyasette köklü değişikliklere neden
olacaktır.
Osmanlı Devleti’ne vasallik bağı ile bağlanan bu unsurların, Osmanlı hâkimiyetini
kabul etmede zorluk yaşayıp yaşamadıkları konusu açık bir konu olmamakla birlikte, bu
beylikler halkı ile Osmanlı tebaası, toplum yapısı itibariyle benzerlikler gösteriyorlardı. Bu
yüzden halk nezdinde ciddi bir kriz yaşanmıyor görünmektedir. Öte yandan Osmanlılar,
hâkimiyeti altına aldıkları bu gibi yerlerin yerel aristokrasisine de saygı göstermekte, onları
timar sistemi içerisinde konumlandırmakta ve mülklerinin ellerinde kalmasını temin
etmektedir. Bu yüzden, bu bütünleşmede bu uygulamalar etkin olmuştur denebilir.
İlk Gelişmeler: Anadolu ve Karaman Seferleri

I. Murad, savaş meydanında ağır bir şekilde yaralanınca, yerine büyük oğlu olan Bayezid’in geçmesini vasiyet etmiştir. Böylece I. Bayezid, Osmanlı tahtına oturmuş, ilk iş olarak da savaşta esir edilmiş olan Sırp prensi Lazar’ı idam ettirmiştir. Ayrıca tahtı için potansiyel tehlike olarak gördüğü kardeşi Yakup’u da devlet erkânının
nasihatleri
doğrultusunda iktidarın bölünmezliği anlayışının bir yansıması olarak öldürtmüştür. Henüz kardeş katli uygulaması kurumsallaşmamışken, I. Bayezid’in kardeşi Yakub’u öldürmesini, Savcı Bey’in babasına isyanının hatıralarının taze oluşuyla açıklamak mümkün görünmektedir. I. Murad’ın ölüm haberi üzerine, Anadolu’da bir takım karışıklıklar ortaya çıkmıştır. I. Murad döneminde takip edilen dikkatli siyaset neticesinde Osmanlılara vasallik bağıyla bağlanmış olan beylikler, Karamanoğulları önderliğinde tekrardan bağımsızlıklarını kazanmak için bir takım girişimlere başlamışlardır. Karamanoğlu Alaaddin Bey, Germiyanoğlu II. Yakub Bey ve Sivas’ta bulunan Kadı Burhaneddin bu kargaşadan istifade etmek suretiyle Osmanlı topraklarına saldırıda bulunmuşlardır. Karamanoğulları, I. Murad zamanında Hamidoğulları’ndan alınmış olan Beyşehir’i alıp Eskişehir’e kadar ilerlemiş; Germiyanoğulları Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı’da yeniden hâk
imiyet
kurmuş, Kadı
Burhaneddin
ise Kırşehir’i zapt etmiştir

I. Bayezid ise, bu gelişmelere kayıtsız kalmayarak Anadolu Seferi’ne çıkmıştır. 1389
-
90 kışında çıkılan bu seferde, Candaroğulları’nın Kastamonu şubesinin başında yer alan Süleyman Bey, Bizans imparatorunun oğlu ve taht ortağı olan Manuel ve Osmanlı vasali olan Sırp kralı ve onlara bağlı kuvvetler de bulunuyordu. Öncelikli olarak Germiyanoğulları üzerine yürüdü ve Germiyanoğlu Yakup Bey’i yakalayarak hapsettirdi. Ardından Denizli’yi ele geçirerek Aydınoğulları Beyliği üzerine yürüdü. Aydınoğulları Beyliği, tıpkı Saruhanoğulları ve Menteşeoğulları gibi, karada örgütlenmekten ziyade denizde örgütlenmişler ve gaza faaliyetlerine bu şekilde devam etmişlerdi. Bu yüzden, kara kuvvetleri güçlü değildi. Bunun neticesi olarak, Osmanlı ordusuna mukavemet edemeyeceklerini bildiklerinden teker teker teslim olmayı tercih ettiler. Aydınoğlu İsa Bey teslim olduğu için Tire’de ikametine ve vakıflarını idare etmesine müsaade edildi. Ardından Menteşe Bey’i Mahmud Bey teslim oldu. Kendisi Menteşe Beyliği’nin Balat şubesinin başındaydı; Muğla şubesinin başında olan Mehmed Bey ise teslim olmayıp kaçmayı tercih etti. Saruhan Beyliği toprakları da bu süreçte ele geçirildi. Bu sefer esnasında, İzmir’e gidilmemesi, I. Bayezid’in seferi uzatmak istememesi ile alakalıydı. Aynı şekilde, ele geçirilen yerlerde ticari imtiyazları bulunan Venedik’in bu imtiyazları tanınmak suretiyle, gerek onların dostlukları kazanıldı, gerekse de bölge ekonomisin canlılığı muhafaza edildi. Bu sefer esnasında ayrıca, Aydınoğulları himayesinde olan Anadolu’daki tek Bizans şehri Alaşehir de ele geçirildi.

I. Bayezid’in bundan sonraki hedefi Karamanoğulları Beyliği olmuştur. Yukarıda da
beyan edildiği üzere, Karamanoğulları, I. Murad’ın Kosova’da ölümü üzerine, Beyşehir’i ele
geçirmişti. Bu yüzden I. Bayezid, Rumeli’deki vasallerinin ve Bizans İmparatorluğu’nun
gönderdikleri askerlerin de içerisinde bulunduğu büyük bir ordu ile 1390 Mayıs’ına
gelindiğinde, ikamet ettiği Afyon’dan hareketle Karamanoğulları üzerine yürümüştür.
Öncelikle Beyşehir geri alınmış, Hamidoğulları toprakları ele geçirilmiştir. Yine bu sefer
esnasında, Antalya da Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Hamidoğulları’na ait toprakları oğlu
İsa Bey’e tevcih ederken, Antalya’nın idaresini de Firuz Bey’e bırakmış, böylece yukarıda
zikrettiğimiz merkezileştirme siyasetini devam ettirmiştir.
Daha sonra Konya üzerine yürüyen I. Bayezid şehri kuşatmıştır. Karamanoğlu
Alaaddin Bey, Osmanlılara mukavemet edemeyeceğini anladığından Taşeli’ne çekilmiştir.
Hasat mevsimi olduğundan I. Bayezid, askerlerinin halkın mahsulüne dokunmasını kesinlikle
yasaklamış, böylece yerel halkın desteğini kazanma arayışına da girmiştir.
Karamanoğulları’na, müttefikleri olan Candaroğlu Süleyman Bey ve Kadı Burhaneddin’e
bağlı kuvvetlerden destek gelmeyince, barış istemek zorunda kalmışlardır. I. Bayezid de,
özellikle Rumeli’de yaşanmakta olan gelişmeler dolayısıyla bu barış teklifini kabul etmiştir.
Bu antlaşma ile zaten Osmanlılara ait olan lakin Karamanoğulları’nca işgal edilmiş Beyşehir
ve Akşehir Osmanlılarda kaldığı gibi taraflar arasında Çarşamba Suyu’nun sınır olmasına
karar verilmiştir (1391).
PROF. DR. MAHMUT AK

Anadolu’daki Vasalleşmenin Sonuçları
Anadolu’da yaşanan bu vasalleşme süreci, Kosova Savaşı’nda netice vermiş; Osmanlı
ordusu içerisinde Batı Anadolu beylikleri askerleri de görev yapmışlardır. Lakin I. Murad’ın
Kosova Savaşı’nda hayatını kaybetmesinden sonra, bu ittifak çatırdamış, Karamanoğulları son
bir çabayla diğer beylikleri yanına alarak Osmanlı topraklarına saldırmıştır. Bu yeni durum, I.
Bayezid döneminde Anadolu beylikleri üzerindeki siyasette köklü değişikliklere neden
olacaktır.
Osmanlı Devleti’ne vasallik bağı ile bağlanan bu unsurların, Osmanlı hâkimiyetini
kabul etmede zorluk yaşayıp yaşamadıkları konusu açık bir konu olmamakla birlikte, bu
beylikler halkı ile Osmanlı tebaası, toplum yapısı itibariyle benzerlikler gösteriyorlardı. Bu
yüzden halk nezdinde ciddi bir kriz yaşanmıyor görünmektedir. Öte yandan Osmanlılar,
hâkimiyeti altına aldıkları bu gibi yerlerin yerel aristokrasisine de saygı göstermekte, onları
timar sistemi içerisinde konumlandırmakta ve mülklerinin ellerinde kalmasını temin
etmektedir. Bu yüzden, bu bütünleşmede bu uygulamalar etkin olmuştur denebilir.

İlk Gelişmeler: Anadolu ve Karaman Seferleri
I. Murad, savaş meydanında ağır bir şekilde yaralanınca, yerine büyük oğlu olan
Bayezid’in geçmesini vasiyet etmiştir. Böylece I. Bayezid, Osmanlı tahtına oturmuş, ilk iş
olarak da savaşta esir edilmiş olan Sırp prensi Lazar’ı idam ettirmiştir. Ayrıca tahtı için
potansiyel tehlike olarak gördüğü kardeşi Yakup’u da devlet erkânının nasihatleri
doğrultusunda iktidarın bölünmezliği anlayışının bir yansıması olarak öldürtmüştür. Henüz
kardeş katli uygulaması kurumsallaşmamışken, I. Bayezid’in kardeşi Yakub’u öldürmesini,
Savcı Bey’in babasına isyanının hatıralarının taze oluşuyla açıklamak mümkün
görünmektedir.
I. Murad’ın ölüm haberi üzerine, Anadolu’da bir takım karışıklıklar ortaya çıkmıştır. I.
Murad döneminde takip edilen dikkatli siyaset neticesinde Osmanlılara vasallik bağıyla
bağlanmış olan beylikler, Karamanoğulları önderliğinde tekrardan bağımsızlıklarını
kazanmak için bir takım girişimlere başlamışlardır. Karamanoğlu Alaaddin Bey,
Germiyanoğlu II. Yakub Bey ve Sivas’ta bulunan Kadı Burhaneddin bu kargaşadan istifade
etmek suretiyle Osmanlı topraklarına saldırıda bulunmuşlardır. Karamanoğulları, I. Murad
zamanında Hamidoğulları’ndan alınmış olan Beyşehir’i alıp Eskişehir’e kadar ilerlemiş;
Germiyanoğulları Kütahya, Emet, Simav ve Tavşanlı’da yeniden hâkimiyet kurmuş, Kadı
Burhaneddin ise Kırşehir’i zapt etmiştir.

XII. ve XIII. Yüzyıllarda Anadolu'daki Kültür ve İmarHareketlerine Bir Bakış


Anadolu Selçuk Devleti kurulurken, bunun ilk zamanları Anadolu
istilâsı ile geçmiş evvelâ Bizans ve arkasından Haçlılarla uğraşılmış ve
nihayet XII. yüzyılın son yarısında mücadeleler eski hızını kaybederek
bir îmar faaliyeti başlamıştır. Anadolu Selçukileri orta ve doğu
Anadolu'da kurulmuş olan Danişmend, Mengûcek, Saltukoğulları'nm
memleketlerini en geç XIII. yüzyıl ortalarına kadar tamamen ilhak
ettikten sonra Anadolu'da bir Türk topluluğu vücuda geimiş ve bu
küçük beyliklerin ilmî ve sosyal müesseselerinin ilâvesi suretiyle
umumî bir kültür ve îmar bütünlüğü kendisini göstermiştir. Şunu daha
evvel kaydedelim ki Anadolu Selçukilerinde resmî muharrerat farsca
olduğundan hükümdarlara ve ümeraya ithaf edilen eserlerin pek çoğu
da farsca olup arapça eserler pek azdır ve türkçe ise hiç yoktur.
Daha XII. yüzyılın ikinci yarısında Selçuk memleketleri dahilindeki
istikrar ve dış siyasetteki bazı muvaffakiyetler dola-yısiyle Anadolu
Selçuk devletinin ilmî ve içtimai bakımlardan kalkınmakta olduğu
görülüyor ki bu da ikinci Kılıç Arslan (1156—1192) ve oğlu Rükneddin
Süleyman (1196—1203) zamanlarından başlamış bulunmaktadır.
Gerek bu iki hükümdarın ve gerek bunlardan sonra gelen Selçuk
sultanlariyle vezir ve beylerinin Anadolu'daki kültür ve sosyal
müesseseleri ve ilmî hayatı yükseltmek için âdeta birbirleriyle rekabet
ettiklerim müşahede ediyoruz; bu fikrî hareket dolayısiyle memleket
haricinden de bir hayli ilim adamı Anadolu'ya, gelmeğe başlamış,
bunlara karşı gösterilen yüksek himaye ve hüsn-i kabul Urfa, Suriye,
Irak ve İran taraflarından bir hayli âlim, mütefekkir, edip ve
sanatkârların Selçuk memleketlerine gelip yerleşmelerine sebep
olmuş ve bilhassa münevver bir hükümdar olan İkinci Kılıç Arslan'la
yine münevver ve açık fikirli olan ve her biri bir vilâyette valilik eden
oğullarının ilim adamlarına gösterdikleri rağbet bunların muhitlerinde
birer fikir çerağı uyandırmıştır.
Bilhassa felsefî eserleriyle meşhur olup onikinci asrın son
yarısında yaşamış olan ve Şahabeddin Maktul diye anılan Şahabeddin
Sühreverdî 18 Anadolu'ya geldiği zaman ikinci Kılıç Arsian'ın fevkalâde
hüsn-i kabul ve iltifatını gördü. Kendisinin mensup olduğı Işrakiyun
felsefesini Anadolu'da yaymasına ses çıkarılmadı 19. Halbuki aynı zat
daha sonra aynı kanaatinden dolayı Halep ulemasının verdikleri fetva
ile S el âh a d-din Eyyubî tarafından 585 H; 1189 M. de katledilmişti.
Şahabeddin Maktul, İkinci Kılıç Arslan'ın oğlu Niksar emiri Berkyaruk
namına Pertevnâme isimli farsca felsefî eserini ve Harput Emiri
İmadeddin Ebu Bekir bin Karaarslan adına da Elvâh-ı İmadiye adlı
yine felsefî bir kitabını telif etmiştir 20
.
Berkyaruk, münevver, şair ve felsefeye meraklı olduğundan
kendisine ithaf edilen bu eseri okuyarak bütün rumuzları Öğrenmiştir.
Sultan ikinci Kılıç Arslan namına müteaddid eser sahibi olan Tiflisli
Ebu'1-Fazl Hüseyin bin Mehmed tarafından arapçadan farscaya
çevrilen bir Melheme kitabiyle Kâmil-üt-tâbir isminde bir rüya
tabirnamesi vardır. Bu Melheme kitabı sonradan türkçeye çevrilmiş
olup bir nüshası Ayasofya kütüphanesinde 2705 numaradadır. Yine
Niksar Emiri Nasırüddin Berkyaruknamına 558 H. 1163 M. de
Kemalüd-din Ebu Bekir bin İsmail tarafından farsca Ravzat-ül-Menâzır
TM Melik-in-Nâsır isminde bir kelâm kitabı ve İkinci Kılıçarslan'm
diğer oğlu Muhyiddin Mesud adına da Ebu Hanife Abdülkerim bin
Ebi Bekir tarafından El-Ihtiyârat fi MecmaVr-Rübaiyât adındaki bir
Rubaiyat mecmuası kaleme alınmıştır.
İkinci Kılıç Arslan'm oğullarından Tokat Emiri ve daha sonra
Selçuk Sultam olan Rükneddîn Süleyman da Şababeddin
Sühreverdî'nin felsefesini kabul edenlerden idi. Kadirşinas bir
hükümdar olan Rüknüddin namına veziri Malatyalı Meh-med bin Gazi
tarafından kaleme alınmış olan Ravzat-ül-Ukul adında farsca Kelile ve
Dimne tarzında bir eser vardır. Rükneddin Süleyman Şah kendisine bir
kaside takdim etmiş olan şair ve edip Zahir-i Faryabî'ye iki bin altın ile
on cins at, beş köle, beş cariye, beş katır ile her cinsten elli kat
elbiselik göndermişti.
Rükneddin'in vefatiyle XII. yüzyıldaki fikir hareketleri hakkında
bilgimiz şimdilik bu kadardır; XIII. yüzyılın ilk yarısında ise bunlara
nazaran daha mebzul olarak ilmî, edebî ve tasavvufî eserlere rast
gelmekteyiz. Bu asrın ilk yarısı, Orta Asya'daki Moğol istilâsı
dolayısiyle o taraflardan Anadolu'ya bir çok ilim adamlarının hicret
etmeleri itibariyle pek mühimdir. Bu gelenler arasında Meviâna
Celâlüddin Rumî'nin babası Sultan-ül-ulema Bahaüddiıı ile onun
talebesi Burhanüddin Muhakkik-i Tirmizî de vardır.
XIII. yüzyılda ise Işrakıyun felsefesi yerine Anadolu'da Vahdet-i
Vücud felsefesinin inkişafı başladığını şiir, edebiyat ve tasavvufun
revaç bulmakta olduğum görüyoruz.
ikinci Kılıç Arşla n'ınKüçük oğlu olup onüçüncü asır başlarında
Selçuk Sultanı olan Birinci Giyasüddin Keyhus-rev, Farscadan başka
rivayete göre rumca ve lâtince de biliyordu; güzel farsca şiirleri
vardır1. Mehmed bin Ali Ravendi tarafından 599 H. 1202 M. de telif
edilmiş olan Kitab-ı Râhat-üs-Sudur ve Ayeî-üs-sürur isimli Selçuk
tarihi bu Giyasüddin Keyhusrev namınadır 21
.
Birinci Giyasüddin Keyhusrev'in oğlu Birinci İz-zeddin Keykâvus
(1210-1219) malûmat sahibi ince fikirli şair ve kadirşinas bir
hükümdardı. Bundan dolayı babası devrindeki fikir hareketleri bunun
zamanında da kuvvetle devam etmiş şiir ve edebiyat bu, baba oğul
devrinde daha çok rağbet görmüştür.
MusuPdan Emir Hüsameddin Sâlar'm kızı, izzeddin Keykâvus
hakkında yetmiş iki beyitli bir kaside kaleme alıp takdim ettiği zaman
İzzeddin, kasidenin her beytine yüz kızıl (tam ayarlı) altın vermiştir.
Nizamüddin Erzincanî, Şem-seddin Tabsî de güzel kasideler
takdimiyle, Sultan Izzed-din'in bol ihsanına nail olmuşlardı. Hattâ
Nizamüddin tarafından Tabsî'ye nazire olarak kaleme alınan kasideyi
pek ziyade takdir eden îzzeddin Keykâvus, bu zatı Divan başkâtipli-
ğinden emir-i arız vazifesine terfi ettirmişti. Kadı Burha-nüddin
Anevî'nin Enis-ül-Kulub adlı farsca tarihi îzzeddin Keykâvus admadır.
Bu, Kadı Burhanüddin (Ebu Nasr bin Mesud) Anevî Sivas kadılığında
bulunmuş olup Izzeddin'in Sivas Darüşşifası vakfiyesinde adı
geçmektedir. Yine bu hükümdar adına yukarıda adı geçen Malatyalı
Mehmed bin Gazî'nin Berid-üs-saâde ismiyle büyüklerin vecizelerinden
toplanmış bir eserde görülüyor, izzeddinKeykâvüs bu
zattan arapçayı ve kavaid-i arabiyeyi öğrenmiştir.
Birinci izzeddin Keykâvus Ankara'da, evvelce namazgah denilen
ve şimdi yerinde Etnografya müzesi olan mahalde güzel bir medrese
ile Sivas'ta Darüşşifa ismiyle meşhur hastaha-nesini yaptırmıştır.
Bunun devrindeki âlim, edip ve şairler arasında veziri Mecdüddin Ebu
Bekir ile Tuğraî Şemseddin Hamza ve Emir-i arız Nizamüddin Ahmed
ve sonradan vezir olan Şemseddin İsfahanı'yi görmekteyiz.
Yine bu XIII. yüzyıl, fikir hareketleri ve iktisadî durum itibariyle
Anadolu'nun en mesud bir devridir. Alâüddin Key-kubad, şair, ressam
ve mahir bir oymacı idi; mütaleayı ve ilmî mübahaseleri pek severdi.
Devlet yasasına son derece riayetkar olup bu hususta katiyyen
müsamaha göstermezdi. Sık sık okuduğu eserlerden birisi İmam
Gazalî'nin mev'ize ve ahlâktan bahseden Kimyây-ı saadet) isimli farsca
eseri ve diğeri de Nizamülmülk'ün Siyasetnâme'si idi. Meşhur
mutasavvuf Şeyh Sadrüddin Konevî, M evi âna Celâlüddin Rumî,
in Dâyc. Seyyi (I BuhıüdIin Muhakkik-i Tîrmizî gibi yüksek
mutasavvıflar bunun devrinde büyük hürmete mazhar olmuşlardı.
Şeyh - i ekber Muhyİddin Arabî, bunun zamanında Anadolu'ya gelerek
Konya, Sivas ve Erzincan taraflarını gezerek Vahdet-i vücud felsefesini
neşretmiştir. Nec-meddin Dâye, Mirsâd-ül-ibad fi mebde-i ile'l-miad .
isimli eserini 1230' da Sivas'ta ikmal ederek, Ai'aüddin Keykubad'a
ithaf etmiştir 22
.
Mevlâna'mn mesnevisi, Divan-ı kebiri, Fih-i mafih ve mektubatı
ile Sadrüddin Konevî'nin Nüsus , Fükuk, Risaletülvücud vesair bir hayli
eseri onüçüncü asrın tasavvufî kıymetli teliflerindendir. Sadreddin
Konevî'-nin Allame Nasırüddîn Tusîîle ilmî meseleler üzerinde mükâ-
tebeleri de vardır. Ahmed bin Said El-Zencanî tarafından siyasete
müteallik olarak kaleme alınan Kitab-ül-letaif-ül-Alaiye fVl-fezail-is
seniyye'si Alâüddin Keykubad adına telif edilmiştir.
Alâüddin Keykubad devri âlimleri arasında UVmtye'li Kadı
Siracüddin (Ebü's Sena Mahmud bin Ebi Bekir) ile meşhur Selçuk
kumandanlarından Kemalüddin Kâmyar'ı zikretmek lâzımdır. 682 H.
1283 M. senesinde doksan yaşında vefat eden Siracüddin, Konya'da.
Kadi'l-kuzat denilen en yüksek mertebeye yükselmiş olup en meşhur
eseri mantık ve ilm-i kelâma dair Metali ül envar 'dır. Bu zat kelâm ile
tasavvuf arasındaki fark dolayısiyle mutasavvuflara daimî surette
tarizde bulunmuş ve garip tesadüf eseri olarak Mevlâna Celâlüddin
Rumî'nin cenaze namazını kıldırmıştır.
Bir müddet Buhara'da, tahsil görmüş olan Kemalüddin Kâmyar
ise felsefe, fıkıh ve şiirde tam bir vukuf sahibi olup felsefede üstadı
Şahabüddin Sühreverdi idi.
Alâüddin Keykubad'ın vefatından az zaman sonra memleketin
başına çöken moğol tahakkümü sebebiyle fikir hareketleri burmuş
gibidir. Artık eski refah devrine ait eserlere pek de tesa-o f
edilmemektedir. Bu XIII. asrın ikinci yarısında ikinci İzzeddin Keykâvüs
namına 655 H. 1257M.de telif edilen Letaif-ül-hikme isminde bir
felsefe kitabına tesadüf ettiğimiz gibi 1257 de Selçuk veziri Muînüddin
Süleyman Pervane namına Saîdüddin Ferganî'nin telif ettiği tbn Farız'ın
meşhur kasidesinin şerhi olan farsca Meşarık-ud-derar-iz-züher
fi heşf-i hakayık-ı nazm-id-dürer tasavvufî bir eserdir.
683 H. 1284 M. de Mahmud oğlu Hatib Mehmed'in İkinci Mesud
namına telif ettiği farsca siyasete dair Kıstas-ül-adâle ile El-Evamir-ülAlaiye)
isimli farsca îbn Bîbî Selçuknâmesi, Horasanlı koca Dehhanî'nin
Üçüncü Alâüddin Keykubad'ın emriyle yazdığı farsca manzum
selçuknâme ve Sadr-ı Mütetabbib diye meşhur olan Rük-neddin Ebu
Bekir'in münşaata dair Ravzat-ül-küttab ^jj) ( ^LSOi isimli eseri ve şair
Nasırı tarafından 689 H. 1290 M. de Ahi Mehmed namına yazılan
Fütüvvetnâme ile yine aynı zatın 699 H. 1299 M. de yazdığı manzum
îşrakat risalesi ve Yusuf isminde biri tarafından sükâtun faidesine dair
yazılan ve mühim hikâyeleri ihtiva eden Hamuşnâme, diğer bazı
tercümeler ve risaleler XIII. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmış
eserlerdir, 23
Kaynak;3 Ord. Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları : 1 / 22-27

Karaman Oğulları Beyliği


Son tetkiklere göre Karaman aşiretinin, Oğuzların Salur veya
Afşar boylarından birisine mensup oldukları hakkında iki rivayet
vardır. Birinci Alâüddin Keykubad Türkmen aşiretlerini Rum ve Kilikya
hudutlarına yerleştirdiği sırada 1228 senesinde de Kilikya
Ermenilerinden aldığı Ermenâk (Kamerüddin ili) taraflarına da
Karaman aşiretini yerleştirmişti. Bu tarihte Karaman aşiretinin beyi
Sadeddin oğlu Nûre Sofi adında Babalîlerden birisi idi. Bu aşiret on
üçüncü asrın sonlarına doğru yani Anadolu Selçuk Devletinin
çöküntüye başladığı sıralarda mühim rol oynamış, gerek Ermeni
kuralları ve Moğollarla ve gerek Moğollarla beraber hareket eden
Selçuk kuvvetleriyle kanlı çarpışmalar yapmışlardır.
Nûre Sofi denilen Karaman beyinden sonra oğlu Keri-müddin
Karaman aşiret beyi olup Dördüncü Kılıç Arslan tarafından kendisine
Ermenâk tarafları dirlik yani timar olarak verilmiş ve kardeşi Bonsuz
da Selçuk hükümdarının sarayında Candar yani muhafız olarak
vazifelendirilmiştir (654 H./1256 M.).
Kerimüddin Karaman, Selçuk ailesi arasındaki ihtilâflardan
istifade ederek nüfuzum arttırmış, hattâ Konya üzerine yürümüş ise
de muvaffak olamayarak mağlup olmuş ve kardeşleri Zeynehhac ile
Bonsuz yakalanarak îdam edilmişlerdir. Karaman'-ın 660 H./1262 M.
de vefatı üzerine Rükneddin Kılıç Arşları bunun oğullarını Gevele
kalesine hapsetmiş ise de vezir Muînüddin Süleyman Pervâne'nin
müdahalesiyle serbest bırakmış ve bunlar yine babalarının Ermenâk
timarına sahip olmuşlar ve büyükleri olan Şemseddin Mehmed Bey
Karaman beyi olmuştur.
Mehmed Bey, moğollarla çarpışmış iki defa onları bozmuş ve
Konya'yı zabt ederek Selçuk hanedanından olduğunu iddia ettiği
Giyasüddin Siyavüş adında birisini —ki Selçuknâme-lerde tezyif yollu
Cimrî denilmektedir— Selçuk hükümdarı îlân ederek 39 Siyavüş adına
para bastırıp kendisi de onun vezir ve kumandanı olmuştur (1277).
Mehmed Bey, bundan sonra yine Moğol ve Selçuk kuvvetleriyle
yaptığı bir müsademede maktul düşmüştür (1278 ).
Mehmed Beyden sonra kardeşi Güneri Bey, Karaman beyi olarak
Selçuk hanedanı arasındaki saltanat kavgalarında rol oynamış ve bu
da 1300 senesi nisanında vefatına kadar Moğollarla onların nüfuzları
altındaki Selçukîler ve Ermenistan kıraliyle mücadelede
bulunmuştur.
Güneri Beyden sonra Karaman beyliği kardeşlerinden Mahmud
Beye geçmiş ve 1307 veya az daha sonra vefatı üzerine aile arasındaki
birlik sarsılmış, Mahmud'un iki oğlu Bur-haneddin Musa ve Bedreddin
ibrahim Beyler arasında ihtilâf çıkmış ve bu münasebetle Karaman
beyliği üzerinde Memlûk sultanlarının tesiri görülmüştür.
Bedreddin'den sonra yerine oğlu Halil bey Karaman beyi olmuştur.
Halil bey'in 745H./1344 M. tarihli Larende vakfiyesine göre 40 bu
tarihlerde hükümdar olduğu anlaşılıyor.
Karaman oğulları, Ilhanilerin Anadolu valilerine karşı cephe alarak
1314 de Konya'yı elde etmişlerdir. Anadolu beylerinin II-hanilere karşı
rabıtalarını temin etmek üzere 1314 veya 1316 senesinde 41
Anadolu'ya gelmiş olan Beylerbeyi Emir Çoban, Konya'yı geri almış ve
burası tekrar Karaman oğullarına geçmiş ise
deDemirtaş720H./1320M. de Konya'yı zabtetmiş (Menakıb-ül-ârifin
tercümesi 445), nihayet Anadolu valisi Demirtaş'm Mısır'a firarı
üzerine Karaman oğulları serbest kalmışlardır (1327).
Karaman beylerinden Halil Beyin oğlu olup biraderi Sey-feddin
Süleyman beyin katlinden sonra 762 H./1361 M. De 42 Karaman
hükümdarı olan Alâüddin Ali bey, Osmanlılarla ilk münasebatta
bulunan zattır. Zamanı vekayiinin tetkikinden, kendisinin faal,
mücadeleci ve azim sahibi bir hükümdar olduğu anlaşılmaktadır.
Alâüddin Ali Bey, 772 H./1370 M. den evvel1 Osmanlı hükümdarı
Murad Hüdavendigâr'ın kızı Nefise Sultan diye tarihlerimizde yanlış
olarak adı geçen Meek hatuni2 almış ve bu suretle iki devlet arasında
akrabalık teessüs etmiş ise de Osmanlıların Anadolu'ya yayılarak
kendi hudutlarına kadar dayanmalarından endişe eden Alâüddin Bey
fırsat bularak bunu önlemeğe çalışmış ve bu yüzden iki devlet
arasında muharebeler olmuştur.
Osmanlılarla Karamanlılar arasında ilk muharebe, Murad
Hüdavendigâr'ın, Hamidoğlu Hüseyin Beyden satın almış olduğu
şehirlerden Akşehir, Yalvaç, Karaağaç, Beyşehri, Seydi-şehri gibi
yerlerin Karaman hududu üzerinde bulunmaları sebebiyle Alâüddin
Bey bundan kuşkulanarak bu taraflara taarruz edip Beyşehri'ni
almıştır. Bunun üzerine Rumeli'den Anadolu'ya geçen Sultan Murad
ilk defa çetin bir muharebeden sonra Ka-ramanoğlu'nu mağlup
ederek onu Konya'da muhasara etti ise de kızı Melek Hatun'un
ricasiyle aldığı yeri iade ederek sulh oldu (788H./1286 M)43
.
1389'da Murad Hüdavendigâr'ın Kosova'da şehid olması ve
yerine gççen oğlu Yıldırım Bayezid'e karşı Anadolu beylerinde
Osmanlılar aleyhinde bir hareket belirmesi üzerine Osmanlı
hükümdarı Anadolu'ya geçerek Batı Anadolu'da Saruhan, Aydın, Balat
tarafındaki Menteşe beyliklerini ilhak eyledikten sonra
Karamanoğlu'nu da mağlup ederek sulhe mecbur eylemiş (1390) ve
daha sonra tekrar Osmanlı hududunu geçerek muahedeyi bozması
üzerine Yıldırım Bayezid, Akçaçay muharebesinde Karaman ordusunu
bozmuş ve Konya'ya, kapanan Alâüddin Beyi orada yakalayarak
öldürtmüş ve bunumüteakip Karaman beyliğinin pek çok yerlerini
daha doğrusu Toros dağlarının Jsuzey kısmındaki
memleketleri^lde^derejk, bu beyliğe son y,exv mistir (800 H./1398
M).
Alâüddin Beyin katlinden sonra Larende yani Karaman^da onun
iki oğlu ile zevcesi Melek Hatun'ı elde eden Yıldırım Baye-zid bunları
Bursa/'ya göndermiştir, bu iki kardeş Ankara muharebesinin sonuna
kadar Bursa'da kalmışlardır. Timur Han, Karaman beyliğini, Bursa'dan
getirttiği Alâüddin Beyin büyük oğlu Mehmed Bey'e vermiştir (805
H./1402 M).
Bu hâdiselerden sonra Osmanlı şehzadeleri arasındaki saltanat
mücadeleleri sırasında Karamanoğlu Mehmed beyin ve daha sonra
oğlu İbrahim Beyin Osmanlılar aleyhine müthiş taarruzları ve hattâ
Osmanlılara karşı Sırplar ve macarlarla ittifak gibi hareketleri varsa da
bunlar Osmanlı vekayii kısmında gösterilmiş olup iki devlet arasındaki
bu husumet o beyliğin tamamen ortadan kaldırılmasına kadar devam
etmiştir. 44
Kaynak;44 Ord. Prof. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları : 1 / 43-47

PROF. DR. MAHMUT AK


Kaynak:
Osmanlı Araştırmalar Vakfı


Kronolojisi
1324 – 1362 Orhan Bey: iznik ,izmit, karesioğulları,gümüş para,medrese,ordu,divan,vezir,subaşı,kadı,Tersane
1326 Bursanın fethi gerçekleşti :
1353 Çimpe Kalesi Alındı :
1362 – 1389 I.Murat : iskan politikası uygulandı , kapıkulu ocağı kuruldu ,ilk defterdar atandı ,tımar sistemi kuruldu ,ilk kazasker atandı,rumeli beylerbeyliği kuruldu
1363 Sazlıdere Savaşı : Başkent Edirne oldu
1364 Sırpsındığı Savaşı : Haçlılar mağlup edildi
1389 I.Kosova Savaşı : İlk Kez top kullanıldı , Balkanlardaki fetihler kalıcı oldu
1389 – 1402 I.Beyazit (Yıldırım): Anadolu hisarı,Tersane
1396 Niğbolu Savaşı : Bizans vergiye bağlandı
1402 Ankara Savaşı : Timur ordusu osmanlıyı yendi, Fetret devri başladı, istanbulun alınması gecikti
1413 – 1421 I.Mehmet(Çelebi)
1421 – 1451 II.Murat
1444 Varna Savaşı
1448 II.Kosova Savaşı
1451 – 1481 Fatih Sultan Mehmet : Topkapı sarayı inşa edildi,Rumeli Hisarı inşa edildi,Kilitbahir kalesi inşa edildi,Sahn-ı seman medresesi açıldı,enderun mektebi geliştirildi, kanunname-i ali osman(ilk osmanlı anayasası) yayınlandı ,ilk altın para pasıldı
1491 Trabzon Pontus Devleti yıkıldı
1473 Otlukbeli Savaşı : Akkoyunlu usun hasan yenildi
1478 Topkapı Sarayı inşa edildi
1475 Kırım Alındı
1483 Karamanoğulları yıkıldı
1481 – 1512 2.Beyazit
1484 Boğdan Fethi
1498 Lehistan Seferi
1512 – 1520 Yavuz Sultan Selim
1514 Çaldıran Savaşı : Safevi devleti yıkıldı Doğu anadolu osmanlı egemenliğine girdi
1516 Mercidabık Savaşı : Memlüklüler yenildi suriye alındı
1517 Ridaniye Savaşı : Memlükler yenildi mısır alındı,halifelik osmanlıya geçti
1520 – 1566 Kanuni Sultan Süleyman
1522 Rodos Fethi
1526 Mohaç Savaşı : Macaristan alındı
1529 I.Viyana Kuşatması
1535 Fransaya İlk kez kapütülasyon
1538 Preveze Deniz Savaşı : Akdeniz türk gölü , cezayir alındı
1551 Trablusgarp Fethi
1564 – 1579 Sokullu Mehmet Paşa : Kıbırsın fethi, ölümü ile duraklama dönemi başladı
1571 İnebahtı Deniz Savaşı : Haçılar osmanlı donanmasını yaktı
1639 Kasrı Şirin Antlaşması : Türkiye – İran sınırı
1656 Çınar Vakası(Vakayi Vakvakiye)
1699 Karlofça Antlaşması : İlk kez büyük çapta toprak kaybı, Gerileme dönemi başladı
1595 – 1603 III.Mehmet : Kafes usulünü getirdi
1603 – 1617 I.Ahmet : Ekber – Erşed Sistemini Getirdi
1618 – 1622 Genç Osman :Yeniçeriler tarafından öldürüldü
1623 – 1640 IV.Murat :Risaleler
1669 Giritin Fethi
1711 Prut Savaşı
1718 Pasarofça Antlaşması :Batının üstünlüğü kabul edildi, barış politikasına geçildi
1718 Lale devri : III.Ahmet
1730 Patrona Halil İsyanı : Lale devri sona eriyor
1730 – 1754 I.Mahmut : Handesehane,bölük,alay,tabur,Kont dö Boneval
1739 Belgrad Antlaşması : Fransaya verilen kapütülasyonlar sürekli hale geldi
1757 – 1774 III.Mustafa : Sürat topcuları,esham senetleri, denizcilik okulu(Bahri hümayün)
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması : Kırım Bağımsız oldu , Rusyaya ilk kez kapütülasyon verildi
1774 – 1789 I.Abdulhamit : ulufe yasak,istihkam okulu,yeniçeri sayımı,culüs yasak
1789 Fransız İhtilali : milliyetçilik ve demokrasi
1789 – 1807 III.Selim : devlet matbaası,askeri okulda fransa zorunlu,berri hümayün,yerli malı,lahiya,meşveret meclisi
1792 Yaş Antlaşması : Kırım rusyaya , Dağılma dönemi başladı
1793 Londraya ilk daimi elçiliğin açılması (yusuf agah efendi)
1804 Sırp İsyanı
1807 Kabakçı Mustafa İsyanı : 3. selim tahttan indiriliyor
1808 – 1839 II.Mahmut : Redif,harbiye,tıbbiye,mızıka-i hümayün,ilk nüfus sayımı,tımar kaldırıldı,muhtarlıklar,polis,karantina,müsadere kalktı,pasaport,posta,rüştiye,mektebi maarif(memur),avrupaya ilk öğrenci,takvimi vakayi,memura maaş
1808 Senedi İttifak (ilk anayasal belge)
1821 Eflak ve Morada Rum isyanı (yunan)
1829 Edirne Antlaşması : Yunanistan Bağımsız
1830-1848 İhtilalleri : Fransada cumhuriyet ilan edildi
1830 Cezayir Fransa tarafından işgal edildi
1833 Mısır meselesi
1833 Kütahya Antlaşması : Mısır,girit,şam,cidde valilikleri mehmet ali paşada
1833 Hünkar İskelesi Antlaşması : Rusya ile yakınlaşma, boğazlar sorunu çıkıyor
1838 Balta Limanı Antlaşması : İngiltereye ticari ayrıcalık, Osmanlı açık Pazar
1839 – 1861 Abdulmecit : iltizam kaldırıldı,arazi kanunnamesi,posta nezareti, kaime,mecidiye,jandarma,darülfünun,telgraf,demiryolu
1839 Tanzimat Fermanı : Kanun üstünlüğü , Mustafa reşit paşa
1840 Londro Konferansı : Mısır meselesi uluslararası alanda çözülüyor, Mısır vergi ödeyecek,osmanlı devletine ait olacak
1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi : Boğazlar uluslararası statü kazanıyor, osmanlı egemenliğinde kalıyor,boğazlarda mutlak egemenlik son buluyor
1847 Bank-ı Dersaadet
1854 Kırım Savaşı : Osmanlı-Rusya , ilk dış borç ingiltereden alındı
1856 Bank-ı Osmani kuruldu
1856 Paris Antlaşması : Osmanlı ıslahat yapacak,Avrupa devleti sayılacak,Eflak – boğdana muhafiyet,ıslahat fermanı ilan edildi,karadeniz tarafsız olacak
1856 Islahat Fermanı : eşitlik
1859 Kız Rüştiyeleri açıldı
1860 Tercüman-ı Ahval : ilk özel gazete çıkarıldı
1861 – 1876 Abdulaziz :
1862 İlk Posta pulu
1864 Vilayet Nizamnamesi
1867 Memleket Sandıkları : Ziraat bankasının temeli
1864 Nizamiye Mahkemeleri
1868 Mecelle hazırlanıdı :Ahmet cevdet paşa
1868 Galatasaray Sultanisi
1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi
1870 Darülmuallimat : Kız öğretmen okulu
1876 – 1908 I. Meşrutiyet Dönemi
1876 I.Meşrutiyet (kanun-i esasi): genç osmanlılar,osmanlıcılık,milliyetçilik,batıcılık
1876 Tersane Konferansı
1878 Osmanlı-Rus Harbi
1878 Ayestefanos Antlaşması
1878 Berlin Antlaşması : Kars,Ardahan,Batum Rusyaya, Doğu beyazıt osmanlıya
1878 Sırbistan , Karadağ, Romanya bağımsız
1878 Kıbrıs ingiltereye bırakıldı
1878 Bosna-Hersek Avusturya idaresine girdi
1878 Bulgaristan Prensliği kuruldu
1878 İstidbad dönemi : yıldız sarayı,hafiyelik,panislamizm,sanaiyi nefise mektebi,berlin-bağdat demiryolu hattı, tramvay hattı,hamidiye alayları,basına sansür
1881 Duyunu umumiye kuruluyor
1881 Tunus Fransa Tarafından işgal edildi
1882 Mısır ingiltere tarafından işgal edildi
1889 İttihat ve Terakki kuruldu
1908 – 1918 II.Meşrutiyet Dönemi
1908 Reval Konferansı (Rusya-ingiltere)
1908 Bulgaristan Bağımsız oluyor
1908 Girit Yunanistana veriliyor
1908 Bosna Hersek Elden çıkıyor





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)