06-02-2018, 12:24 AM
(This post was last modified: 06-02-2018, 12:30 AM by RasitTunca.)
(GİRİŞ)
Ta´dîl ve Tecvîr Meseleler
İstitâat
Kullara Ait Fiillerin Yaratılması
(Halk ve Kesb):
Tevlîdin Reddi
Güç Yetirilmiyecek Şeylerle Mükellef Tutulmak.
İrâde-i llâhiyyenln Her Şeye Şâmil Olması
Kul İçin En Uygun Olanı Yaratmanır Allah´a Vacib Olmadığı
Rızıklar
Eceller
Kaza ve Kader
Hidayete Erdirmek ve Saptırmak.
İRADE, KAZAVE KADER BAHİSLERİ
(GİRİŞ)
Ta´dîl ve Tecvîr Meseleler[1]
Ta´dfl adalete, Tecvîr de zulme nisbet etmek demektir. Ehl-i kıble, [2] Allah taâlânın adalet ve hikmetle mevsûf olduğu, bunların zıddı-nı teşkil eden zulüm ve sefehten de münezzeh bulunduğu noktasında ittifak etmekle beraber, ta´dîl ve tecvîr meşeleri içinde hangi şeyin adalet veya zulüm, hikmet veya sefeh olduğu ve binâenaleyh yüce Allah´a nisbet edilip edilemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Ehl-i kıble hikmetle sefehin ta´rifi konusunda da birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Mu´tezile, «Hikmet, failine veya başkasına fâide temin eden şeydir, sefeh ise bunun zıddıdır» derken Eş´arîler, «Hikmet, failinin kasıd ve irâdesine uygun olarak meydana gelen dir, sefeh ise bunun zıddıdır» tarzındaki bir ta´rîfi benimsemiştir. Üstâd Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve ona tâbi´ olanlar ise şöyle demişlerdir; «Hikmet, (fâide taşısın taşımasın) neticesi iyi ve güzel olan iştir, sefeh de bunun zıddıdır». Bu meselelerin tafsilâtını İnşallah ileride vereceğiz.[3]
İstitâat
İstitâat, kudret, kuvvet, takat ve bir de vüs1 lisancılara göre yalan manâlı, kelâmcılara göre de eş manâlı isimlerdir.[4]
Ehl-i sünnete göre istitâat (gücü yetmek, takat getirmek) ihtiyarî fiiller[5] için kullarda mevcuddur. Cebriyye buna muhalefet ederek «İnsan, tıpkı cansız varlıklar gibi, Allah´ın yarattığı fiillere sadece bir sahne teşkil eder» demiştir. Cebriyyenin bu iddiasında ilâhî emir, yasak, va´d ve vaîdinin (tehdidinin) hiçe sayılması, dînî hükümlerin ib-tâli, duyulara ve zarurete bağlı (zarurî - bedîhı) gerçeklerin inkârı vardır. Sofistlerle (Sûfestâiyye) fikirbirliği mevcuddur. Kaderiyye, Dırâ-riyye ve Kerrâmiyyeden bir çokları ise «Kulun istitâatı vardır, hem de mükellef tutulurken kudret sahibi olabilmesi için bu istitâat fiilden öncedir» demiştir.
Ehl-i sünnet de şöyle dedi: «Filin vukuu için gerekli kudret (istitâat) fiilden önce değil fiil ile beraber bulunur». Çünkü kula ait olan hadis kudret bir arazdır, arazın devamlı oluşu ise muhaldir. Eğer kulun kudreti (yapacağı) fiilden önce bulunsaydı (kudret bir araz olduğu ve araz devam vasıfı taşımadığı için) fi´lin vukuu sırasında mevcûd olamıyacak ve böylece fiil kudretsiz meydana gelmiş olacaktı. Bir fi´lin kudret olmaksızın meydana gelmesi mümkün olsaydı onun âciz (kudretin mahrum) kimseden de sudur etmesi doğru olurdu, bu ise bâtıldır.
Arazların devamlılık arzetmesinin imkânsızlığına gelince, devamlılık (bakaa) onu taşıyan zâtın (bâkıynin) ötesinde (onun hakîkatın-dan ayrı) bir mânâdır. Bu da şu delil ile sabittir ki cevher, varoluşunun ilk safhalarında «varoluş» ile vasıflandığı halde «devamlı oluş» (bakaa) ile vasıflanmayabilir. Bu gerçeği izah eden bir husus da şudur; Bir cevher vücûd bulduktan sonra yok olsa onun için «Var oldu fakat devam edemedi» demek mümkün olur. Eğer devam var olmak demek olsaydı sözümüzün neticesi şu olacaktı; «Var oldu, fakat var olamadı». Bu İse bâtıldır.[6]
İmdi, «devamlı oluş«un (bakanın) «varoluş»tan (vücûddan) ayrı bir şey olduğu ortaya çıktığına göre, deriz ki: Arazların kendiliklerinden bulunması mümkün değildir. Çünkü hareket ettiren olmaksızın hareketin mevcudiyetini düşünmek muhaldir. Eğer arazlar devamlılık arzetseydi bakaa denen sıfat onunla beraber bulunurdu. Fakat arazın kendiliğinden bulunması imkânsız olunca bakaa gibi (başka) bir sıfatın da onun sayesinde mevcûd olması imkânsız hale gelmiştir. Şu da var ki (kudret arazının bakaa arazını taşıdığı iddia olunduğu gibi) bir arazın diğer bir arazla mevcud olması imkân dâhilinde bulunsaydı «hayat"ın «kudret», «hareket» in de «renk» sayesinde mevcûd olması mümkün olurdu. Halbuki hayatın kudretle ve hareketin renk ile vasıflanması muhaldir, işte bakaa (ile kudretin durunrju)da aynıdır.
Şunu da belirtelim ki eğer araz devamlılık arzetseydi onun devamlılığı mutlaka cevherinkinden ayn olurdu, çünkü cevher ile araz mâhiyet bakımından birbirinden ayn şeylerdir; farklı mâhiyet arz eden iki şeyin aynı devamlılık vasfını taşıması ise mümkün değildir. Bahis konusu edilen husus imkân dâhilinde olsaydı kudreti taşıyan zâtın ortadan kalkması halinde bile kudretin tek başına devam ettiğini düşünmek yerinde olurdu. Bu da doğru olsaydı başlangıçta kudreti taşıyacak bir zât mevcûd değilken bile kudretin tek başına vücûd bulması mümkün olurdu. Oysa ki bunların hepsi muhaldir. Muhale götüren şey de elbette muhal olur. [7]
Soru : Filin vukuu için gerekli insan kudretinin hakîkaten devam arzetmesinin imkânsızlığını kabul etsek bile, bundan bir kudret-i sabıkadan yoksun olduğu neticesi çıkmaz. Siz -eşyadaki hilliyyet ve mülkiyetin, insanın şahsındaki küfür veya imanın devamlılığından olduğu gibi- «teceddüd-i emsal» yoluyla sıfatların hükmen devam ettiğini kabul etmiş değil miydiniz jşte bunun gibi kudret de fi´lin vukuu sırasında teceddüd-i emsâ! yoluyla bâkıy kalabilir.[8]
Cevap : Kudretin hakikaten devam edemiyeceğini kabul ettiğinize göre teceddüd-i emsal formülüne tutunmanız size bir şey temin etmez. Çünkü fiil ile beraber (fi´le mukaarin) hâsı! olan kudret ya beraberinde bulunduğu bu fi´lin veyahut onu ta´kîbeden diğer bir fi´lin kudretidir. Eğer «Beraberinde bulunduğu filin kudretidir» derseniz, bu sözünüzden, fi´lin mukaarin kudretle meydana geldiği neticesi çıkar. Bu takdirde de bu fi´lin vücûd bulmasında sabık kudretin hiçbirtesiri bahis konusu olamaz. Böyle bîr kudretin varlığı yokluğuna mü-sâvî olur. Eğer «Fiil ile beraber ortaya çıkan kudret onu ta´kîbeden diğer bir filin kudretidir» diyecek olursanız, o halde şu anda vuku´ bulmakta olan fiil kendisine ait kudretten yoksun olmuş demektir. Bunun faili müteakip bir fi´le muktedir sayılırsa da (şu anda vuku´ bulan file muktedir olmadığından) fiil kudretten yoksun bir kişiden neş´et etmiş olur. Eğer bu caiz ise filin acz ile birleşmesi (ve aczin mahsûlü olması) da caizdir. Halbuki muarızımız insan kudretinin fiilden önce bulunmasını kulun mükellef tutulabilmesi için şart koşmuştu. Yukanki izaha göre fiil kudret olmaksızın da vuku´ bulabilecekse onun, teklifin gerçekleşmesi sırasında şart koşulmasına ne lüzum vardır Şu da var ki vukuu sırasında kudretten yoksun olan bir filin vukuundan çok önce mevcûd olabilecek bir kudretle meydana gelmesinin muhal olduğu noktasında muârıztmızla ittifak halindeyiz. O halde filin, vukuundan bir zaman (ân) önce mevcûd bir kudretle meydana gelmesi de aynı şekilde muhal olacaktır, çünkü şu andaki yokluk (geçmiş zamanların muhtelif anlarında varlık kaydetse de bizim için) bir değişiklik arzetmez.
Aynı kudret birbirine zıd olan iki şeye elverişli olabir mi
Eş´ariyyenin büyük çoğunluğu ile muhaddis kelâmcılar «elverişli olamaz» dediler. Ebû Hanîfe (rh.) ise «Bir kudret zıd ofan iki şeye elverişli olabilir, fakat bir anda değil, münâvebe suretiyle» demiştir. Ebû Ha-nîfe´ye bu görüşünde el-Kalânisi,[9] İbni Süreye[10] İbni Râvendî muvafakat etmiştir. Çünkü kudretin mahalli (vâsıtası) zıd olan iki şeye de elverişli oian âlettir, o halde kudret de onun gibidir. Meselenin derinleştirilmesine geünce, tâat ile ma´sıyet sâhibolduklan fiil özelliği bakımından değil, sadece ilâhî emir ve yasağa nisbetleri itibariyle ayrıcalık arzederler. Şöyle ki «secde» fili Allah taâlâya olursa tâat, aksine puta vâki" olursa ma´sıyettir. Aslında burada secdenin kendisinde bir değişiklik hâsıl olmaz, buna bağlı olarak secdeye ait kudret de bir değişiklik arzetmez. Şu kadar varki kudret tâatie beraber olursa «tevfîk», ma´sıyetin yanında bulunursa «hızlan» adını alır, haddizâtında o birdir, aynıdır. Nasıl ki secde Allah´a vâki olunca tâat, puta vâki" olunca ma´sıyet adını alır, fakat haddizatında o, alnı yere koymaktan İbarettir, adının değişmesi sadece ilâhî emir veya yasağa nisbeti itibariyledir. İşte kudret de onun gibidir. Tevfîk sadece Allah´ın yardımıyla mümkündür.[11]
Kullara Ait Fiillerin Yaratılması
Ehl-i sünnetCAIlah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: «Kullardan ve bütün canlılardan zuhur eden fiiller yüce Allah´ın yarattığı şeyler olup Aliah taâlâdan başka onların hiç bir mucidi yoktur, meydana getirilen fiil ister madde (ayn) olsun, ister onun taşdığı vasıf (araz) olsun». Ashâb-ı kiram ile Tabiîn bu akîde üzere bulunuyordu. Nihayet kaderiyye zuhur etmiş ve «Bütün canlıların ihtiyarî fiilleri kendi îcadla-rıyla meydana gelir, bu fiillerin, Allah taâlânın yaratması ve kudretiyle bir alâkası yoktur» tarzındaki İddiayı ileriye sürmüştür.
Kaderiyyenin bu iddiası kökünden yanlıştır. Çünkü Allah taâlâ, «İşte Rabbiniz olan Allah! Ondan başka hiç bir Tanrı yoktur. O, her şeyi yaratandır»[12] buyurmuştur. Yine o, şöyle buyurur: «Yoksa onlar Allah´a onun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da bu yaratma işi kendilerince birbirine benzer göründü De ki : Allah her şeyi yaratandır». [13]Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmelerde başkalarından temayüz ettiği «hâlıkıyyet» ile kendini medhetti. Bu da her hangi bir şeyin yaratılmasında ona hiç bir kimsenin ortak olamamasını iktizâ eder. Yine şânı-yüce Allah şöyle buyurur: «Bizzat kendinizi de iş işlemenizi de Allah yaratmıştır». [14]Şunu hemen ifade edelim ki
edatı fiil ile bareber bulununca bütün Nahiv âfimlerine göre masdar mânâsına alınır.
Nitekim «iş yapışın hoşuma gitti» mânâsına diyebilirsin.
Buna göre âyet-i kerimenin mânâsı
«Allah sizi de iş işlemenizi de yaratmış» tarzında olur. Bu mânâyı Rasûlüllah (s.a.) efendimiz de açıkça ifade buyurarak şöyle demiştir: «Muhakkak ki Allah her iş yapanı ve onun yapışını yaratmıştır».[15]
Ef´âl-i ibâd hakkında Ehl-i sünnetin aklî deliline gelince:
a) Kulun bizzat kendisi yaratılmıştır, varlığı da yokluğu da mümkündür, var olmak ile olmamak ihtimali ona nisbetle müshavidir. Binâenaleyh onun var olmak ihtimalinin gerçekleşmesi (tereccüh etmesi) için varlığı kendinden olan (vâcibu´l-vücûd) bir tercih edicinin tercihine ihtiyaç vardır, bu da Allah taâlâdan başka bir şey değildir. Biz, Ehl-i sünnet, bu aklî delil ile Dehriyyeyi, aynlann (a´yânın) varoluşunu Allah´a nisbet etmeyi inkâr edişleri hususunda mağlûp edip susturduğumuz gibi Mu´tezileyi de kullara ait fiillerin vukuunu Allah´a nisbet etmeyi reddedişleri konusunda sustururuz, çünkü gerek ayn-lar, gerek fiiller varoluş bakımından birbirine müsâvîdir.
b) Mademki kul (İddia edildiği üzere) kendi nefsinde meselâ hareket fi´lini îcâd etmeye muktedirdir, o halde sorarız: Bu hareket hali kulda mevcudken Allah taâlâ onun nefsinde sükûnu îcâd etmeye muktedir midir, değil midir Eğer «muktedirdir» derseniz, iki ztddın ic-timâı lâzım gelir; şayet «değildir» derseniz, yüce Allah´a acz nisbet etmiş olursunuz; halbuki bu neticelerin ikisi de muhaldir.
c) Şunu da belirtelim ki yaratma gücüne sahip olabilmenin şartı, yaratıcının, henüz var olmadan önce yaratılacak şeyin bütün inceliklerini bilmesidir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Hiç yaratan bilmez mi O her şeye nüfuz eden her şeyden haberdar olandır». [16]Şüphe yok ki bir fi´le dair hiç bir bilgisi olmayan kimse elbette ona gücü yetmiyecektir.Kâfir iie bid´atçının, fiillerinin kötülüğüne dair bilgileri olmadığı gibi insan da işleyeceği fiil hakkında iyilik, kötülük, zarar veya fâide temin etmesi bakımından umumiyetle bir bilgiye sahip değildir, o halde onun hâlık olması düşünülemez. [17]
Soru : Kulun îcâd sıfatına sâhiboiuşunun imkânsızlığına hükmettiğinize göre onun hiç bir fili yok demektir, zira fi´lin îcaddan başka mânâsı yoktur [18]
Cevap: Kulda fi´lin mevcûd olduğu noktasınada muarızımızla ittifak halinde olmakla beraber onun, îcâd özelliğine sâhiboiuşunun imkânsızlığını da isbat etmiş bulunuyoruz. O halde kula ait bir fi´lin mevcûd olduğu, fakat bunun îcâd mânâsına gelmediği ortaya çıkmış oldu. [19]
(Halk ve Kesb):
İmdi şunu belirtelim ki mevcûd olan fi´iî sıfatlar iki nevi´dir.
Birinci nevi´, Allah taâlânın kulda kendi kudret ve irâdesi olmadan- yarattığı fiildir, titreme hastalığına kapılmış kimsenin hareketleri gibi.
ikincisi, Allah taâlânın kulda -kendi kudret, irâde ve ihtiyarıyla- yarattığı fiildir, ihtiyarî hareketlerimiz gibi. Bu iki nevi1 fiil arasındaki fark zarûreten bilinmektedir. Bunlardan ikincisine «kesb», birincisine de «halk» denilmiştir. Kulun bu ihtiyarî fiilleri -başka bir ifade bulunamadığı için- «kesb» kelimesiyle dile getirilmiştir, tıpkı haz ile elem arasındaki fark kesinlikle hissedilmekle beraber ancak bu iki lâfızla ifade edildiği gibi.
Hulâsa, kulun filine «halk» değil «kesb», Allah taâlânın filine de «kesb» değil «halk» denilmiştir. «Fiil» kelimesi ise bu her iki terime de şâmildir.[20] BurMâtürîdiyyenin görüşüdür. Eş´ariyyeye göre, fiil hakîkat mânâsına da îcâd etmekten ibarettir, şu kadar var ki kesb´e de mecazî olarak fiil denilmiştir. Bu iki görüşten isabetli olan biz Mâtürîdiy-yenin ortaya koyduğu görüştür. Çünkü fiil kelimesinin herhangi bir kayda bağlı olmaksızın kul için isti´mâl edilmesi onun hakîkat mânâsına alındığını gösterir. Şu da var W bir kelimenin mecaz mânâda kullanılabilmesinin şartlarından biri de o kelimenin hakîkat mefhûmu İle mecaz mefhûmu arasında belirH bir noktada benzerimin mevcûd olmasıdır, böylece lâfız o mânâyı İfade edebilmesi İçin hakîkat mefhûmundan alınarak mecaz mehûmunda kullanılmış olur. Kulun kesbl ile Allah taâlânın îcâdı arasında herhangi bir benzerlik mevcûd olmadıkından (eş´ariyyönln İddia ettiğD mecaz bahis konusu değildir.[21]
Şimdiye kadar anlattıklarımızın ışığı altında İki kudret sahibinin tesiriyle bir kudret eserinin (makdûrun) vûcûd bulmasının mümkün olduğu ortaya çıkmış oldu, ancak bu kudret eseri, İki kudret sahibinin her birine ayn bir yönüyte Hgili olabilir. Buna göre fiil îcâd yönüyle Allah´a, kesb yönüyle de kula ait bir kudret eseri olur.
Halk ile kesb arasındaki farka gelince, aletsiz meydana gelen şey halk, âletle meydana gelen de kesb´dir. Şöyle de denildi: Kudret sahibinin (kaadirln) tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk, mümkün olmayan şey de kesb´dir. Böylece kesb kula, halk da Allah´a ait olmuş olur. Bu söylediğimiz, halkın îcâd mânâsına alınmasına göredir. Fakat halk şekil ve suret vermek mânâsına alındığı zaman kulada nisbet edilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak Isâ aleyhisse-lâmdan haber vererek şöyle buyurdu: «Hani sen çamurdan kuş biçiminde bir şey halk edersin», yani şekil verirsin. [22] Şu âyet-i kerîmedeki halk kökünden maksûd olan mânâ da aynıdır. «Suret yapanların (hâlikıynin) en güzeli olan Allah´ın sânı ne yücedir!». [23] Buradaki «suret yapanlar» demektir. [24]
Soru : Eğer söylediğiniz gibi kulun fili kula nisbetle kesb, Allah´a nlsbetle halk olsaydı bu fiil Allah ile kul arasında müşterek olurdu [25]
Cevap: İki kişi arasındaki ortaklığın ana vasfı ortaklardan her birinin kendi payına müstakıllen sâhibolmasıdır. Meselâ iki kişi arasında, müşterek bir köle gibi; onlardan her biri kölenin yarısına sâhib olur, birine ait olan şey öbürünün payına dâhil olmaz. Buna mukabil kölenin tamamı biryönûyle ortaklardan birine, digerir yönüyle de diğerine ait olursa, köle, aralarında müşterek sayılmaz. Meselâ bir kimse kölesini diğerine kiralasa, kölenin tamamı «aslî mülkiyet» bakımından kiraya verene, «faydalanma mülkiyeti» bakımından da kiraya alana ait olur. Bu durumda «köle ikisi arasında müşterektir» denilemez. Bütün bunlardan daha açık bir misal şudur ki her köle satınalınmış olması bakımından efendisinin, yaratılmış olması bakımından ise Yara-ttcı´sının mülküdür. Şimdi bir kimse kalkıp da «Köle Allah ile kullan arasında müşterektir» diyebilir mi, hiç Bilakis ortaklık, muarızımızın da kabul ettiği üzere, bazı arazlan Allah taâlânm .bazılarını da kulların yaratmasıyla olur. Bu kanaat karşısında artık ortaklık dâvası, küstahlık ve inadı yüzünden muhalefet gösteren kimseye havale edilmelidir. [26]
Tevlîdin Reddi[27]
Şimdiye kadar anlattıklarımızla isbat etmiş olduk ki kullara ait fiillerin neticeleri (eserleri) Allah taâlânm yaratması ve îcâdı ile hâsıl olur. Bu neticeler Kaderiyyenin (Mutezilenin) zannettiği gibi kulların fiillerinden (Allah´ın dahli olmadan) neş´et etmiş değildir, Nezzâm, [28] «Neticeler, tabiatleri îcâbı Allah taâlânm filidir» derken Kalânisî de «Yaratılışları îcâbı Allah taâlânm filidir» demiştir. [29]Sümâme b. el-
Eşres[30] İse bunların, failleri bulunmayan birer netice olduğunu iddia etmiştir.
Doğru olan bizim ileriye sürdüğümüz görüştür. Çünkü bu neticeler kulun fili ile meydana gelmiş olsaydı; a) Ya tamamen kudretsiz hâsıl olacak; b) Veya fi´lin kendisiyle vuku" bulduğu kudretle; c) Yahut da başka bir kudretle vücûd bulacaktı. Birinci şıkkın kabul edilmesine imkân yoktur, çünkü kudretten yoksun bir netice muhaldir. İkinci şık da kabule şâyân değildir, çünkü fi´lin, kendisiyle vuku´ bulduğu kudret (yukarıda da isbat edildiği üzere) fiil İle hemen beraber (mukaa-rin) bulunduğundan neticenin husulü zamanında ortadan kalkmış olur, Üçüncü şıkka gelince, o da ma´kul değildir. Zira fiil ile eserinin (neticesinin) kudreti ayrı ayn olduğu takdirde, insanın, fiil olmaksızın eseri veya eser olmaksızın fi´li elde edebilmesi gerekirdi; meselâ dövmek olmaksızın elemin, veya elem olmaksızın dövme fi´linin elde edilişi gibi. Şu sebeple ki (iddia edildiği üzere iki ayrı kudretle) iki şeye muktedir olan kimse tek başına onların her birine de muktedir olur.
Münakaşa konusu edilen meselelerde görüşümüzün isabetli olduğunun diğer bir delili de şudur ki, meselâ, dövme fi´lini işleyen bir kimsenin o filiden sonra hemen ölmesi mümkündür, elem ise ondan sonra meydana gelmiş olur. Halbuki ölüden fi´lin (neticenin) sâdır olması muhaldir. Ne var ki Allah taâla, kanununu, sebebe tevessülün hemen peşinde eserini yaratmak tarzında yürütmüştür. Kul eserin hâsıl olması kasdıyla sebebine başvurunca, bu eser, her ne kadar onun filiyle meydana gelmiş değilse de, ona nisbet edilmiş, mes´ûliyet ödeten ona yönelmiş, şer"an dünyada tazminata, âhiret-te de azaba duçar olmuştur, Meselâ bir insan bir diğerinin tutumunu yağı akacak şekilde delse, bunun için ödeten kınanır, şer´an da mes´ultutulur. Gerçi tulumun içindeki yağ hakikate onun fi´li ile akmış değildfr, fakat o, neticenin meydana gelmesi kasdıyla sebebine başvurunca netice (fiil) ona nisbet edilmiştir. Bahis konusu mesele de aynen bunun gibidir. [31]
Güç Yetirilmiyecek Şeylerle Mükellef Tutulmak
Âlimlerimiz (Allah hepsine rahmet eylesin!) şöyle dedi: «Allah taâ-lânın, kullarını, onlar tarafından meydana getirilmesi mümkün olmayan şeylerle mükellef tutması caiz değildir»; Eş´ariyye buna muhalefet etmiştir. Çünkü körü bakmakla, kötürümü yürümekle mükellef tutmakta olduğu gibi âcizi teklif altında bulundurmak hikmetten uzaktır; binâeanleyh sânı yüce, hikmet sahibi Allah´a böyle bir şey nisbet edilemez. Meselenin derinleştirilmesine gelince, tekiîf (yani mükellef tutmak) demek, failine zahmet (külfet) verecek bir işi imtihan için[32] emretmek, demektir; öyle ki yaparsa ondan dolayı mükâfatlandırılacak, yapmazsa cezalandırılacak. İşte böyle bir şey ancak kul tarafından meydana getirilmesi düşünülebilen hususlarda olabilir, yoksa muhal olan şeylerde değil.[33]
Soru: Allah taâlâ, «Ey Rabbimiz, taakat getiremiyeceğimiz şeyleri bize yükleme!» [34] buyurmuştur. Eğer bu, caiz olmasaydı ondan Allah´a sığınmak da doğru olmazdı. Yine Cenâb-ı Hakkın, meleklere, «Şunların (eşyanın) isimlerini bana haber verin»[35]buyurması bu ne-vi´dendir, halbuki o, meleklerin bundan habersiz ve âciz olduğunu biliyordu. Yine rivayet olunan şu hadîs de bizim için bir delil teşkil eder: «Allah taâlâ kıyamet gününde, suret yapanlara: "Haydi biçimlendirdiğiniz şeylere can verin bakalım!» buyuracaktır».[36]
Cevap: Birinci âyette taakat getirilemiyecek şeylerin yükletilme-sinden sığınılmaktadır. Bize göre Allah taâlânm, bir kişiye, gücününtaşıyamıyacağı bir dağı veyahut duvan yüklemesi, onun da bu se-bebie ölmesi caizdir, fakat kişiyi, bir dağı veya duvarı taşımakla-yaptığı takdirde mükâfatlandırılacak, yapmadığı zaman da cezalandıracak şekilde-mükellef tutması caiz değildir; çünkü bu, biraz önce anlattığımız üzere hikmetten uzaktır. Cenâb-ı Hakkın, meleklere, «Eşyanın isimlerini bana haber verin!» tarzındaki emrine gelince, bu, hakikat mânâda bir teklif değildir. Sadece meleklerin aczini apaçık ortaya koymak maksadıyla emir sıygasının ifadelendirdiği, muhatabın aczini ve kifayetsizliğini belirtici bir hitap tarzıdır. Bu ise caizdir. Yine resim ve heykellere can verilmesini emretmek de gerçek mânâda bir teklif olmayıp kişiyi işlediği haramdan dolayı bir nevi´ muazzeb kılmaktır. Bu hâdisenin, bir imtihan yeri değil de bir ceza ve mükâfat yurdu olan kıyamette vuku´ bulması da görüşümüzü destekliyen bir husutur. [37]
Soru: Allah taâlâ; iman etmiyeceklerini bildiği halde Ebû Cehil[38] ile Fir´avn´ı[39] imanla mükellef tutmuş değil midir Elbetteki yüce Allah´ın bildiğine aykırı olan bir şeyin vukuu muhaldir. [40]
Cevap: Bu nevi´ bir suâle iik terettüb eden şey icmâa muhalefet, sonra da yüce Allah´ın haber verdiği bir hakîkatı hiçe saymaktır. İcmâa muhalefet şundan doğmaktadır ki bütün müslümanlar, insan kudreti dâhilinde olmayan bir şeyin teküf edilmesinin asla vâki´ olmadığı hususunda ittifat etmişledir, ihtilâf sadece bunun aklen caiz olup olmadığı noktasındadır. Bahis konusu suâlin tekzîb eder durumuna düştüğü ilâhî haber de şu âyet-i kerîmedir: «Allah hiç bir kimseyi gücünün yeteceğinden başkasıyla mükellef tutmaz».[41] Muhal olan bir şey ise kimsenin gücü dâhilinde değildir.
Muarızın «Yüce Allah´ın bildiğine aykırı olan bir şeyin vukuu muhaldir» tarzındaki sözüne gelince, deriz ki, muhal, varlığını farzetmekaklen mümkün olmıyan, caiz de mümkün olan şeydir. Bir şeyin variı-âının veya yokluğunun aklen düşünülmesi, Allah taâlânın ilmine ve irâdesine nisbet edilmeksizin, kendi zâtına göre olur. Bunun isbati da şöyledir: Biz, kâinatın, varlığı da yokluğu da eşit olan bir mümkün olduğunda ittifak etmişizdir. Halbuki yüce Allah onun var olacağını bilmiştir. Kâinatın şu anda bilfiil var oluşu da onun vâcib (varlığı zaruri) olmasını gerektirmez; zira Allah taâlânın var olacağını bildiği şey Vâcib", var olmıyacağını bildiği şey de «muhal» olsaydı «câiz»in gerçekleşmesine imkân kalmaz ve bu takdirde irâde-i ilâhiyye mümkün olan iki şeyden birini diğerine tercih etmek için değil de vâcib olanı muhal olandan ayırdetmek için tecellî etmiş olurdu; bu ise aklı başında kimselerin benimsiyemiyeceği bir şeydir. [42]
Soru: Allah taâlâ tarafından bilinen bir şeyin hilafının gerçekleşmesi mümkün olsaydı yüce Allah´a cehalet nisbet edilmiş olurdu [43]
Cevap: Cehalete nisbet ediş bir şeyin bizzat varolması konusunda bahis mevzuu edilebilir, yoksa onun varlığını tasavvur etme hususunda değil. İmdi Allah taâlânın o şey hakkındaki ilmî, varlığının tasavvuru mümkün olmakla beraber filen var olmıyacağı tarzındadır, bu ise Allah´a cehalet nisbet etmek değil, aksine onun ilmini isbat ve kabul etmektir.
Tevfîk Allah´tandır. [44]
İrâde-i llâhiyyenln Her Şeye Şâmil Olması
Ehl-i hak (Allah zaferlerini artırsın) şöyle dedi: «Meydana getirilen her şey Allah taâlânın irâdesi, kaza ve kaderiyle olur; ayn olsun, araz olsun, hayr olsun, şer olsun».
Mu´tezile de «Yüce Allah´ın rızâsına uygun olmayan şey onun irâdesinde de dâhil değildir" demiştir. Bu mezhebin âlimleri mubah olan şeyler hususunda ise kendi aralarında ihtilâf etmiştir.
Biz deriz ki Allah taâlâ, var olacağını bildiği bir şeyin bilfiil vücûd bulmasını da murâd etmiştir, onu ister emretmiş olsun, ister olmasın. Nitekim Ebû Hanîfe (r.a.) Kaderiyye fıkrasına mensûb bir zat ile tartışırken aynı noktaya temas ederek şöyle sormuş:
«Allah taâlâ vuku" bulacak kötülük ve menhiyyâtı ezelde biliyor muydu, bilmiyor muydu »
Karşısındaki zat, "Biliyordu" demeye mecbur kalmış. Bunun üzerine Ebû Hanîfe:
«Allah, ezelde bildiğini bildiği gibi mi izhâr etmek (yaratmak) istemiştir, yoksa bildiğinin hilâfına mı izhâr etmeyi murâd etmiştir ki o taktirde onun ilmi cehl olur diye sormuş. Karşısındaki zat kendi mezhebinden vazgeçerek tevbe etmiş.
Bu sebepledir ki âlimlerimiz (Allah hepsine rahmet eylesin): «Allah´ın irâdesi ilmi ile beraber yürür» demiştir. Doğru olan, «İrade fiil ile beraber yürür» denilmesidir. Bunun mânâsı da şudur: Allah´ın fi´li (eseri) olan her şey aynı zamanda onun muradıdır. Bu yüzden olacaktır ki Üstâd İmam Ebû Mansûr (rh.), «Bu mes´ele Efâl-i İbâdın Yaratılması meselesinin bir parçasıdır» demiştir. Biz, kullara ait bütün fiillerin Allah´ın yaratığı olduğunu isbat ettiğimiz takdirde bunlar onunirâdesi dâhiline girmiş olur. Çünkü yüce Allah bu fiilleri murâd etmeseydi bunları yaratmakta mecbur olurdu; bu ise muhaldir.
Kur´ân-ı kerîmin bazı âyetleri ilâhî meşîetin (irâdenin) umûmî olduğunu (hayra da şerre de şâmil bulunduğunu) ifade eder. Meselâ: «Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz».[45] «Allah dileseydi ona ortak koşamaziardı».[46] «Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi».[47] Bazı âyetler de ilâhî irâdenin dalâlete de taallûk ettiğini haber verir: «Dilediğini saptırır»[48] ve «Kimi saptırmak isterse onun kalbini son derece daraltır, sıkar»[49] mealindeki âyetler gibi.
Ehl-i sünnete göre meşîet ile irâde arasında fark yoktur. [50] Bu görüşümüzün doğruluğunu gösteren delil ise bütün müslümanların kabule şâyân gördüğü şu hadîs-i şerîfin lâfzıdır: «Allah´ın dilediği olur, dilemediği de olmaz».[51]Muarızlarımızın görüşü ise bu hadis-i şerifin hükmüne aykırı düşmektedir. Çünkü Allah, bütün kâfirlerin imanını dilediği halde bu, gerçekleşmemiş, dilemediği küfürleri ise tahakkuk etmiştir. O halde muarızın iddiası ümmetin ittifakıyla bâtıldır. [52]
Soru: Allah kâfirin küfrünü dileseydi, kâfir, Allah´ın bu dilemesinin hâricine çıkamı(Zeker) cebir altında kalırdı. Bu durumda onun ya küfürde ma´zür görülmesi icâbederdi - ki bundan Allah´ın emri, nehyi, mükâfat ve cezasının hiçe sayılması doğar-yahut küfrü yüzünden cezalandırılması gerekirdi; bunda da kudret dâhilinde bulunmayan bir şeyle mükellef tutulmak ve ayrıca yüce Allah´a zulüm nisbet etmek vardır [53]
Cevap: Bu suâl karşısında size Allah´ın ilim s´fatı ile mukabele ederiz. Şöyle ki yüce Allah kâfirin küfrünü bildiğine göre. acaba kâfir Allah´ın ilim dairesinin dışına çıkabilir mi, çıkamaz mı İşte sizin ilim konusunda vereceğiniz cevap bizim de irâde hususunda vereceğimiz cevabı teşkil eder.
İmdi biz deriz ki: Allah taâiâ kâfirin küfrünü, imana kudreti olmakla beraber onun kendi irâde ve ihtiyarı ile dilemiştir, tıpkı bu tarzda onun küfrünü bildiği gibi. Bu sebeple de Allah´ın emri, nehyi, mükâfat ve mücâzâtı yerinde olmuştur. Allah taâlânın irâde ve ilminin taallûk ettiği şey kulun ihtiyarî fi´li olunca bunun faili olan kulun cebir altında bulunduğu nasıl iddia olunabilir Üstelik Cenâb-ı Hak kulun irâdeye sâhib olduğunu «Dileyen iman etsin, dileyen de küfretsin»[54] mealindeki âyet-i kerîmesiyie açıkça ifade buyurmuştur. Yine o, «Dilediğinizi yapın»[55]buyurmuştur, kul da bu hakikati, kendi içinde, inkârına mecal bulamıyacak şekilde zarurî olarak hissetmektedir. Cenâb-ı Hakkın kulun fiillerine ait irâdesi ise hem nassan, hem de aklen sabittir. Binâenaleyh bu iki irâdenin hiç birini inkâra imkân yoktur.
Soru: Allah taâlâ, «Cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım»[56] mealindeki âyet-i kerîmesinde cinleri ve insanları kulluk (ibâdet) için yarattığını haber verdiği halde onlardan küfür ve ma´sıyeti nasıl murâd etmiş olur Yine Cenâb-ı Hak bu mâhiyette oimak üzere şöyle buyurmuştur: «Allah size kolaylık diler, yoksa güçlük istemez»[57] «Allah kulları için zulmü asla dilemez».[58]
Cevap: Birinci âyeti umûmî muhtevası üzere yürütmek mümkün değildir. Çünkü çocuklar ve deliler ona kulluk etmemiştir. O halde te´vîi edilmeye muhtaçtır. Bu te´vîl de iki türlü düşünülebilir: Birincisine göre âyetin mânâsı, «bana kullar (köleler) olsunlar diye...» tarzında olabilir, ikinci te´vile göre ayetten maksad umûm (insanlar ve cinler) olmayıp sadece Allah taâlânın, cinlerden ve insanlardan kendisine ibâdet edeceklerini bildiği kimseler kasdedilmiş olabilir; doğrusunu
Allah bilir ya!
ikinci âyete gelince, burada da asıl maksad (umûm olmayıp sadece) Cenâb-ı hakkın, (ma´zeretl olanlar İçin) Ramazan İçinde oruçlarını yeylp Ramazan hâricinde kaza etmelerini meşru´ kılmakla kullarına güçlük değil, bil´akls kolaylık dilediği... tarzındadır.[59]
Üçüncü âyetin mânâsı da şöyledir. Allah kullarına zulmetmeyi dilemez, yani onlara zulmetmez. Fakat âyetin mânâsı, «Allah kullarının birbirine zulmetmesini dilemez» tarzında değildir. Nitekim âyette;
buyurması da bunu gösterir. Buradaki «lâm». «âlâ» manasınadır, tıpkı şu âyette olduğu gibi: «Eğer, kötülük ederseniz kendi aleyhinize».[60]
Buradaki ifi» İfadesi demektir.
Doğru yola erdiren sadece Allah´tır. [61]
Ma´dûm, [62]âlimlerimizin çoğuna göre Allah taâlânın irâdesine konu teşkil etmez, Matürîdiyye İle Eş´ariyyeden bazıları ise buna muhalif kalmıştır. Zira ilâhî irade fiil ile beraber bulunur. Ma´dûm fi´le konu teşkil edemediğinden irâde-i ilöhiyyenin dâhiline girmez. Şu da var ki irâdeye taallûk eden bir şey hadis olur, halbuki ma´dûm ezelidir. Bunu bütün müslümaniarın kullandığı şu söz isbat eder: «Allah´ın (ezelde) dilediği olur, dilemediği olmaz. [63]Müslümanlar bunun yerine, «Allah´ın olmıyacağını dilediği şey olmaz» dememişlerdir.
Ma´dûm, Salimiyye ile Mukannaiyye rnüstecnâ, bütün müslüman-ianr, kanaatına göre ilâhî rü´yete de konu teşkil edemez. Bu iki fırkaise «Kâinat var olmadan önce, ezelde Allah tarafından görülüyordu» demiştir. Bu söz, kökünden yanlıştır, çünkü bu, ma´dûmun «şey»[64] olmasını gerektirir. Bunun da neticesi kâinatın kadim oluşunu benimsemeye varır. Şu da var ki vücud bulmayan ve vücûd bulması muhal olan ma´dûm ile vücûd bulması mümkün olmakla beraber asla var olmıyacağtna dair ilm-i ilâhînin sebkat ettiği ma´dûm "un ilâhi rü´yete konu teşkil edemeyiceği noktasında müsiümanlar ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh varlık sahasına İntika! etmeyen mâ´düm da aynen böyledir, zira (bunların her birinin taşıdığı) «yokluk» vasfında bir ayrıcalık mevcûd değildir. Şunu da belirtelim ki, rü´yetullah bahsinde de anlattığımız üzere, duyular âlemide görülebilmenin müessir şartı var olmaktır. Bu şart ortadan kalkınca görülebilme hâdisesi gerçekleşmez ve muhal oluş ortaya çıkar. O halde görülmesi muhal olan şey Allah´ın rü´yetine nisbet edilemez. Bu.zıdlan biraraya getirme hâdisesine benzer ki duyular âleminde muhal olunca ilâhî kudrete de nisbet edilemez.
Hidâyete erdiren Allah taâlâdır. [65]
Kul İçin En Uygun Olanı Yaratmanır Allah´a Vacib Olmadığı
Kullan için en uygun (en hayırlı, aslah) olanı yerine getirmek Allah Taâlâya vâcib olmadığı gibi onlar için kötü olmayan şeyi (salâhı) seçip yaratmak da üzerine borç değildir. Mü´tezile bu görüşün aksini benimsemiş; içlerinden Bişr b. el-Mu´temir ile onun fikrinde olanlar «Kul için hayırlı olana (zarar getirmeyene) riâyet etmek Allah´a va-cibdir" demiştir.[66]
Muhaliflerimizin görüşü yanlıştır.
a) Çünkü ulûhiyyet vücûbu kabul etmez. Bil´akis yüce Allah kullan hakkında dilediğini yapar. Şu kadar ki o, mü´rninleri bir lutufla mümtaz kılmıştır ki onu bütün kâfirlere ihsan buyursaydı iman ederlerdi; bu onun lûtf-u keremindendir. Bazı kullannı bundan mahrum kılarsa bu da onun adli bir kahrı neticesi olur. O, lûtf-u kereminde olduğu gibi adl-ü kahnnda da övgüye lâyıktır.
b) Şu kadar da var ki «Kul için en uygun olanı yaratmak Allah üzerine vâcibdir» demek, Allah taâlânın, kullarına hidâyet vermek suretiyle onlara olan lütufkârlığını inkâr etmek demektir. Çünkü üzerine vâcib olan bir hakkı edâ eden, hak sahibine lütufta bulunmuş sayılmaz.
c) «Kul için en hayırlı olanı yaratmanın câcibolduğu» görüşünün.aynı zamanda Allah taâlâ´nın kudret sahasını sınırlandırma fikri taşıdığını da söylemeliyiz. Çünkü buna göre yüce Allah, kuluna en uygun olanı vermiş, tüketmiştir. Şayet onun kudreti dâhilinde kul için daha elverişli bir şey bulunur da kendisine vermemiş olursa bu, ondan gelen bir haksızlık ve zulüm yerine geçer. Bu düşünce tarzından, Allah taâlânın, Muhammed (s.a.) hakkıda -Ebû Cehil için bahis konusu edilemiyecek- fazla bir lütufkârlığının mevcûd olmadığı neticesi çıkar; çünkü bu düşünce tarzı, yüce Allah´ın, kendi kudreti dâhilinde bulunan en elverişli şeyi son noktasına kadar Rasülüllah (s.a.) efendimizle Ebû Cehlin her birine verdiğini benimsemektedir.
d) Bir de şu noktaya temas edelim: Bütün müslümanlar, Cenâb-ı Haktan bizi günahtan korumasını, bize yardımcı olmasını ve fiillerimizi rızâsına uygun kılmasını taleb etmenin meşrûiyyeti üzerinde ittifak etmiştir.[67] Yüce Allah eğer taleb ettikleri şeyleri zaten kendilerine vermiş idiyse onların taleb edişleri abes (ve nankörlük) olur, şayat vermemişse onlar hakkında kötülüğe vesile olacak bir şey yapmış olur. Yine bunun gibi Cenâb-ı Haktan hastalığın giderilmesini ve musibetin kaldırılmasını istemek de caiz, hatta müstahabdır. Eğer hastalık ile belâ kul hakkında hayra vesile ise bunların kaldırılmasını istemek kötülüğü istemektir, şayet bu iki şeyin bulunmaması hayra vesile idiyse demek ki Allah taâlâ kulları için şerre vesile olacak bir şey yapmış.
e) Muarızlarımızın benimsediği görüşün çarpıklığını ortaya koyan bir husus da şudur ki onlara göre yüce Allah kendi kudreti dâhilinde olan isti´dad ve imkânı son noktasına kadar kâfire verdiği halde kâfir iman etmemiştir, o halde kul için en hayırlı olan şeyin Allah taâlânın kudreti dahilinde bulunmadığı ortaya çıkmış oluyor; çünkü kul için en hayırlı olan kendi isteğiyle iman edip ebedî seâdete erişmektir, yoksa imana muktedir olup da inanmamak ve ebedî felâkete ma´ruz kalmak değildir. Binâenaleyh onların iddiasına bakılacak olursa Allah taâlâ kulu hakkında onun için en hayırlı olanı değil, en zararlı olanı yapmış oldu.
Tevfik ve hidâyet yalnız Allah´tandır. [68]
Rızıklar
Ehi-i sünnet şöyle dedi: «İnsanın yediği şey, ister helâl ister haram olsun, onun rızkıdır.» Mu´tezile ise «Haram nzık değildir» demiştir. Bu ihtilaf şundan neş´et etmiştir ki «rızık» kelimesi bize göre canlının kendisiyle beslendiği şeyin adı olmuştur; onlara göre İse sadece meşru" olarak canlının mülkiyetine giren şeydir.[69] Onların görüşü yanlıştır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakkın, şu âyet-i kerime ile bütün canlıların rızkını vereceğine dair olan va´dinden cayması neticesini doğurur: «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah´a ait olmasın».[70] Halbuki hayvanlar için mülkiyet düşünülemez. Bazen insan, ömrü boyunca haram yer, her halde böylesi için «Allah taâlânın rekını yememiştir» denilemez. [71]
Soru: Haram Allah´ın rızkı ise niçin onun yenilmesinden ötürü vap veriyor [72]
Cevap: Kulun, onun çaresine başvurması, ona yönelmesi ve onu tercih etmesinden ötürü. Zira Allah taâlâ mutlak olarak rızık vereceğini va´detmiş ve şu âyet-i kerimesinde de belirtildiği üzere onun helal yoldan aranmasını kuluna emretmiştir: «Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yeyin».[73]Kul hırsı ve nefsânî arzusu sebebiyle rızkı helâl olmayan yoldan arayınca yüce Allah da onu kendisine o yoldan verir, fakat, yanlış tercihi ve emr-i iiâhlye muhalefeti yüzünden onu cezalandırır. Tıpkı müteveliidâtta söylediğimiz gibi (´bk. s. 144), ölüm, öldürülen kimsede Allah taâlânın yaratmasıyla hâsıl olur, fakat Cenâb-ı Hak ölümün sebebine başvurması vetonu kasdetmesi yüzünden kaatiti cezalandırır. [74]
Tevfika erdiren yüce Allah´tır. [75]
Eceller
Ehl-i sünnet (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: Maktul kem eceliyle ölmüştür, onun başka bir eceli yoktur.» «Kati», kaatilin bir fi´|| olup onunla kaaimdir, ölüm ise kaatilin fi´li sonunda Allah taâlânır^ îcâdetmesi suretiyle ölmüş kimse ile bulunan bir şeydir.
Mu´tezile ise şöyle dedi: «Maktul, eceli kesilmiş (ömrünü bitiremt miş kişidir, şayet öldürülmemiş olsaydı ömrünün sonuna kadar yaşa yacaktı.» Kâ´bi[76]de, «Onun kati ve Ölüm olmak üzere iki eceli vardır! elemiştir. Ona göre maktul (fi´l-i ilâhî olan ölümle) ölmüş değildir.
İsabetli olan bizim söylediğimizdir. Çünkü yüce Allah kullan hakkındaki İlmine ve irâdesine uygun olarak onların ecellerine hükmetmiştir. Şüphe yok ki Allah taâlânın, ilminde ve irâdesinde takdim ve te´hîr yoktur, onun kaza ve hükmünü geri çevirmek mümkün değildir. [77]
Soru: Rasûlüllah (s.a.) efendimiz, «Hısım ve akrabayı ziyaret ömrü uzatır»[78] buyurmuştur. Eğer insanın tek eceli olsaydı onun uzaması düşünülemezdi [79]
Cevap: Bu hadîs-i şerifte yer alan «ziyâde»nin izahı şöyledir: Hısım ve akrabayı ziyaret etmeseydi o kimsenin ömrünün -meselâ- elli yıl olacağı Allah taâlânın ilminde mevcuddu. Bunun yanında Cenâb-ıHak onun hısım ve akrabayı ziyaret edeceğini ve bu sebeble ömrünün yetmiş yıl olacağını da biliyordu. Binâenaleyh burada yüce Allah´ın hüküm ve irâde ettiği, onun, hısım ve akrabasını ziyaret ederek yetmiş yıl yaşayacağı şıkkıdır. İşte oradaki yirmi yıl bu meziyeti sebebiyle -sıla-i rahim yapmamış olsaydı ömrünün elli yıl olacağına dair ilm-i ilâhîye nazaran- bir ziyada (ömrün uzaması) sayılmıştır. Bu İzah tarzı şu temele istinâd ediyor ki Allah taâlâ, icâd edilecek ma´dumun nasıl îcâd edileceğini bildiği gibi îcâd edilmeyecek ma´dumun, şayet icat edilecek olsaydı nasıl îcâd edilebileceğini de bilir. Tıpkı cehennemliklerin, dünyaya döndürülmiyeceklerini bildiği halde şayet dünyaya iade edilecek olsalardı eski küfürlerine avdet edeceklerini şu âyet-i kerîmesiyle haber verdiği gibi: «Eğer onlar geri gönderilseler bile yine men´olunduklan kötülükiere dönerlerdi. Şüphe yok ki onlar yalancı kimselerdir».[80]
Kaza ve Kader
Ehl-i hak (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: «Yaratıkların fiilleri, halleri ve sözlerinin hepsi yüce Allah´ın kaza ve kaderi ile vücûd bulur.»
Mu´tezilîler ise «Ma´sıyetler onun kaza ve kaderiyle değildir» demiştir. Bunlar irâde (irâde-İ ilâhiyyenin her şeye şâmil olması) bahsinde de aynı şeyi iddia etmişlerdi. Bu meselenin aslı kullara ait fiillerin yaratılması mevzuuna dayanır.
irndi biz deriz ki: «Allah tahalânın yaratması ve iradesiyle vücûd bulan her şey onun kaza ve kaderine bağlıdır.» Çünkü kaza, lügatte, sağlam ve mâhirâne bir şekilde yapmak, işlemek demektir. Nitekim Huzeyl oğullan kabilesine mensup şâir Ebû Züeyb şöyle demiştir:
«İkincinin de üzerinde, Dâvûd peygamberin veya zırh san´atkân meşhur Tübbe´in maharetle ördüğü (yaptığı) iki zırh vardır». [81]Beyitte yer alan «yaptı, maharetle örüp yaptı» demektir. Kader ise her bir mahlûku kendisine ait vasfıyla ta´yin ve tesbit etmektir bu; vasfa iyilik, kötülük, fayda ve zarar gibi şeyler dâhil olabileceği gibi o mahlûka ait zaman ve mekân unsuru ile ona terettüb edecek mükâfat veya azab da dâhildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki biz her şeyi bir kader ile yarattık».[82] Peygamber (s.a.) efendimiz de (imanı ta´rîf ederken) «Kadere de, hayrıyla, şerriyle Allah teâlâdan olduğuna... (iman edersin)»[83] buyurmuştur.
Soru: Peygamber (s.a.) efendimiz Allah taâiâdan haber vererek: «Kazama razı olmayan, belâma sabretmiyen ve nimetime şükretmi-yen kimse kendisine benden başka bir Rab arasın»[84] buyurmuştur. Eğer küfür de onun kazasıyla vücûd bulsaydı ona da râzî olmamız gerekirdi, halbuki küfre razı olmak caiz değildir
Cevap: Küfür, Allah tââlânın kazası değil, kazasının bir eseridir. Çünkü onun kazası aynı zamanda onun sıfatıdır, küfür ise kulun sıfatıdır. Onun buradaki kazası, küfrü kâfirin nefsinde kötü. çirkin ve bâtıl bir nesne olarak yaratmasıdır; fakat bu, kulun, ebecfî azaba müstahak olacak şekilde küfrü irâde ve ihtiyar etmesi halinde olur. işte biz kullar böyle bir kazâ-i ilâhiyyeye razı oluyoruz. Şunu da belirtelim ki hadts-i kudsîdeki kazadan maksad, insana, kendi irâdesi olmadan isabet eden hastalık ve musibetlerdir. İnsanın kedi iradesiyle giriştiği (küfür gibi) fiillere ise nasihate muhtaç olmadan râzi olacağı şüphesizdir. O halde bu nevi´ şeyler yukarıdaki hadîsin şümul sahasına girmez.
Tevfik ve hidâyete erdiren yalnız Allah´tır, [85]
Hidayete Erdirmek ve Saptırmak
Ehl-i sünnet (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi; «Allah tââlânın hidâyete erdirmesi demek kulun nefsinde hidâyetlenmeyi (ihtidayı, doğru yola girmeyi) yaratması demektir. Saptırmak (ıdlâl) da onda sapıklığı (dalâleti) meydana getirmesi mânâsına gelir». Mu´tezile de şöyle dedi: «Yüce Allah´ın hidâyeti doğru yolu göstermesi demektir, saptırması ise kula «sapık» demesi (sapık tesmiye etmesi) veya kul kendi nefsinde sapıklığı yarattığı zaman onun sapıklığına hükmetmesi demektir.»
Bu mevzu´da da isabetli olan Ehli sünnetin görüşüdür. Çünkü Ce-nâb-ı Hak Peygamber aleyhisselâma hitaben şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki sen her sevdiğin (istediğin) kimseyi hidâyete erdiremezsin».[86] Eğer hidâyet doğru yolu göstermek mânâsına olsaydı onun Peygamber efendimizden nefyedilmesi doğru olmazdı, zira o, sevdiğine de sevmediğine de doğru yolu göstermiş, hidâyeti açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, «Dilediğini saptınr, dilediğine de hidâyet verir»[87] buyurmaktadır. Eğer hidâyetin mânâsı doğru yolu açıklamaktan ibaret olsaydı âyette zikredilen şıklar (dilediğine sapıklık, dilediğine hidâyet) tahakkuk edemezdi, çünkü yüce Allah´ın doğru yolu açıklaması herkes için vâriddir. Saptırmak terimine gelince, o da (Mutezilenin iddia ettiği gibi) kula «sapık» demekten ibaret olsaydı (âyette zikredildiği üzere) ilâhî irâde ile değil, kulun iradesiyle kayıtlanmış olurdu, çünkü bu anlayışa göre sapıklık kulun kasıd ve irâdesine bağlt olmaktadır.
Şunu da belirtelim ki hidâyet bazan Peygamber aleyhisselâma nisbet olunur, bu, onun hidâyete vesile olması ve ona da´vet etmesimünasebetiyledir. Nitekim sânı yüce Allah´ın şu âyetinde öyledir: «Muhakkak ki sen doğru bir yola rehberlik ediyorsun». [88]Buradaki hidâyetten (rehberlik) maksad açıklamak ve da´vet etmektir. Hidâyet bazan, hidâyet bulmaya sebeb teşkil ettiği için Kukana da nisbet edilir, şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: «Muhakkak ki bu Kar´ân en doğruya iletir (hidâyet eder)». [89] Saptırmak (ıdlâl) da, kul sapıklığı ihtiyar ettiği takdirde Allah taâlâ´nın onu kulda meydana getirmesi bakımından Cenâb-ı Hakka nisbet edildiği gibi sapıklığa sebeb oima ve ona da´vet etme münasebetiyle şeytana da nisbet edilmiştir. Nitekim yüce Allah (şeytanın sözlerini nakil meyanında) şöyle buyurmuştur: «Onları (Allah´ın kullarını) mutlaka saptıracağım, onları behemehal olmıyacak kuruntulara boğacaeğım».[90]Saptırmak, dalâlete sebebiyet verdikleri için putlara da nisbet edilmiştir. Yüce Allah ibrâhîm aleyhisselâmdan haber vererek şöyle buyurmuştur: «Rabbim! Onlar (putlar) insanlardan bir çoklarını yoldan saptırdılar».[91] Şu muhakkaktır ki bir fiil aynı mânâda hem Allah taâlâya, hem de başkasına nisbet edilemez. [92]
[1] İrâde Kaza ve Kader» adını verdiğimiz bu üçüncü bölümde kelâm ilminin mühim meselelerinden biri sayılan kader problemi ile ondan neş´et eden bazı konular üzerinde durulacaktır. İhtilâf konusu meselelerde daima mu´tedil bir yol ta´kibeden Ehl-i sünnetin karşısına, kader mevzuunda, insan İrâdesini İnkâr eden CebriyyG ile Allah´ın ezeli irâdesini inkâr eden Kaderiyye ve bilhassa Mu´tezile çıkmaktadır. Ehl-i sünnet dışı olmakla beraber ilmî sayılabilecek bir ekol kurmuş bulunan Mutezile kendisini «Ehl-i adi» kabul eder. Onlara göre kulların ihtiyarî fiillerini Allah taâlânın yaratması, sonra da bu fiillerden kötü olanlara mukabil onları cezalandırması zulümdür, hi km etsizi iktir. Aksine, bu fiillere karışmı(Zeker) tamamen kulun müstakil İrâdesine terketmesi de adalettir, işte müeilif Sâbûnî, kadere müteallik meselelerin tamamına «Ta´dîl ve Tecvîr Meseleleri» demiş ve adalet ile zulmü (veya hikmet ile sefehi) ta´rif ederek hangi fiilin yüce Allah´a nisbet edilebileceğini, hangisinin de ona nisbet edilemiyecegini anlatmak istemiştir.
[2] Ehl-i kıble, Kâ´beye müteveccihen namaz kılmanın farzıyyetini kabul eden kimseler, demektir. Binâenaleyh Ehl-i sünnette birlikte diQer İslâmî fırkalar da Ehl-i kıbledendir. Nitekim bu husus müellifimizin ifadesinden de anlaşılmaktadır, (bk. Ab-düikaahir el-Bâgdâdî, el-Fark beyne´l-fırak, s. 12-14).
[3] Hikmet medih ve kemâl sıfatlarından, sefeh de zem ve eksiklik belirtilerindendir. Bütün müslümanlar, yüce Allah´ın hikmetle mevsûf olduğu ve sefehten münezzeh bulunduğu noktasında ittifak etmişler, fakat bunun ötesinde belirli bazı fiillerin hikmet mi, yoksa sefeh mi olduğu konusunda aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu fiilleri hikmet telâkkî eden, onların Allah taâlâdan sudur etmesini de benimser, sefeh kabul eden ise derin hikmet sahibi Yaratıcı´dan bu gibi fiillerin zuhurunu elbette muhal görür. İşte bu nevi1 meselelere «Ta´dil ve Tecvîr meseleleri» denir. Bu bölümün ana konularından birini teşkil ettiği için söze «Kullara ait fiillerin yaratılması (Halku efâli´l-ibâd)» ile başlıyacağız. İstitâat bahsini de bir mukaddime olarak ilk önce ele alacağız. Çünkü istitâat sözkonusu ettiğimiz ´ meselelerin istinad ettiği prensiplerdendir» (el-Kifâye, varak 54a).
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 127-128.
[4] İstitâat iki nevi´dir. Birincisi fi´lin vukuu için gerekli vâsıta ve âletlerin yerinde ve sıhhatli olmasıdır. Bu ney´i istitâat bilittifak fiilden öne© bulunur. Ta´rîfi: «Hürriyet ve ihtiyar sahibi bir kimsenin kendi iradesiyle fi´li icra etmeye hazır olmasıdır." «Yol bakımından hacca muktedir olan.,» CAl-i imrân, 3/97) mealindeki âyet-i kerimede geçen istitâattan maksad bu nevi1 istitöatttr. İstitâatın ikincisi bizzat kudretin kendisidir. Bu nevi´ istitâat bazılarına göre. «Fi´lin meydana gelişine bizzat tesir eden kesin bir irâdeden doğan bir kudrettim diye ta´rîf edilir. Cenâb-ı hakkın «Onlar işitmeye muktedir olamazlardı» (Hûd.l 1/20) mealindeki âyet-i kerimesinde geçen istitâattan maksad da budur» (eM´timâd, varak 50a).
[5] Bilindiği üzere insan vücudunda hareketi sağlayan kaslardır. Kasların bir kısmı kol ve bacaklarda olduğu gibi kendi isteğimizle hareket eder. Bir kısmı da kendi isteğimize bağlı olmı(Zeker) mide ve kalb gibi iç uzuvlarımızın hareketini sağlar. İhtiyarî fiillerden maksad kendi isteğimize bağlı olarak çalışan kaslarımızla yaptığımız işlerdir.
[6] Müellifin, üzerinde önemle durduğu nokta ihtiyarî bir fi´li işlerken kulda mevcûd olduğunu kabul ettiğimiz kudretin özelliğidir. Böyle bir kudreti Cebriyye kabul etmezken Ehl-i sünnet ile Mu´tezile bunun mevcudiyetini benimser. Ancak Mutezile, ihtiyarî bir fi´lln meydana gelebilmesi için gerekli kudrete, kul, o fi´li yapmaya başlamadan önce sahib olduğunu iddia eder. Böylece Kul o fi´li kendi başına, müstakillen yapmış olur, Allah´ın bunda hiç bir dahli olmaz. Bunun neticesi-dirki Mu´tezile «Kul kendi fi´linin halikıdır» der, Ehl-i sünnete göre ise, ihtiyari bir fi´li İşleyebilmek için kulda mevcûd olması gereken kudret o fi´le tam başlamadan önce onda mevcûd değildir. Ancak kul, işi yapmaya karar verip tam ifâ edeceği anda Allah taâlâ gerekli kudreti yaratıp ona verir. Böylece o fi´fi hakikatte işleyen Allah tahâlâ olur. Bunun içindir ki Ehl-i sünnet «Bütün fiillerin hâliki Allah´tır» der. Müellif Sâbûnî, metinde, kulda bulunduğunu kabul ettiğimiz «kuclret»in bir araz olduğunu, araz denen şeyin de iki ân ve iki zaman içinde devam edemiye-ceğini, binâenaleyh fiilden önce varsa fiil ânında bulunamayacağını, bunun ise muhal olduğunu... isbata çalışır. Görüldüğü gibi bütün bunlar aklî isbatlardır. Nakli isbatlar ise müteakip bahislerde görülecektir.
[7] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 129-131.
[8] Teceddüd-i emsal, benzerlerin, aynı mâhiyette oian sıfat veya arazların yenilenil me5i, yani ardarda devam etmesi, demektir. Meselâ dînen kullaniimasi mubah olan eşyanın taşıdığı bu ibâha (hilliyet) veya birinin mülkiyetinde bulunan bir nesnenin taşıdığı mülkiyet vasfı birer arazdır. Arazlar devamlılık arzetmediğine göre söz konusu edilen ibâha ve mülkiyet vasıfları şu anda varsa bundan sonraki zaman bölümleri içinde yok demektir. O halde filân şeyin kullanılması mubah olmaktan çıkmış veya filân nesne filânın mülkiyeti altında bulunma vasfını kaybetmiştir. İşte burada teceddüd-i emsal imdadımıza yetişir. Arazların her biri geçici olmakla beraber îeceddüd-i emsal yoluyla her bir arazın yok oluşunun peşinden onun bir misli, bir benzeri yerine geçer ve böylelikle eşyadaki araziyet sürer gider, tıpkı kesik kesik noktalardan doğrunun teşekkül etmesi gibi. İnsanın şahsındaki küfür ve iman arazları (vasıfları) da aynen bunun gibidir. Metinde söz konusu edilen sı kudret arazı da bunları teşbih edilmekte, onun her zaman, yani fiilden önce de, fi´lin vukuu sırasında da mevcûd olabileceği iddia edilmektedir.
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 131.
[9] Ahmed b. İbrâhîm b. Abdullah, Ebû´l-ADbâs; Eş´arî bir mütekellimdir, eserleri vardır, bk. Şerhu´l-lhyâ 2/5: TebyTnu kezibi´l-müfteri 1/393; İşârâtü´l-merâm, s. 24.
[10] Ahmed b. Ömer b, Süreye. Ebûi-Abbâs; kaadî, Şafiî fakîh ve müîekeilim, bir çok eseri vardır. 306 h./918. m. yılında vefat etmiştir (Tabakaatü´s-Sübkî 2/87; el-A´îâm. 1/178).
[11] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 131-133.
[12] el-Enâm. 6/102.
[13] Er-Râ´d. 13/16.
[14] es-Safföt, 37/96.
[15] Bu hahîsi Buhâfî «Halku eföli´Hbâd» adlı eserinde Yetmiştir Suyutı de «Bugyetu´i-vuât» ında
[16] el-Mülk,67/14.
[17] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 134-136.
[18] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 136.
[19] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 136.
[20] Çünkü fi´lin ta´rifi, mümkini imkân halinden alıp gerçek varoluşa (vücûda) irca´ etmekten ibarettir. Burada söz konusu edilen vücuddan maksat gerçekleşmek, realitede var olmaktır. Yalnız zikri geçen irca Allah´a nisbeî ediünce var olması ´ aklen mümkün o!an şeyi îcâd etmek mânasına, kula nisbet edilince de mümkin bir fiili yapmak için vasıtasına (âletine) başvurmak mânâsına gelir. Buna göre nfiii» kelimesi (Allah´a da kula da şâmil bir) âm olur, «halk» Allah taâlâya, «kesb» de kula hâs olur» (el-Kifâye, varak 62b.)
[21] el-Kifâye´den (varak 59a): «Eş´ariyye âlimlerinin tamamı, kullara alt flillerh Allah taâlantn mahlûku olduğu ve bu flitlerin kulun İrade kudretinin daMttnde bulunau-Qu noktasnda biz MâfürîdSere muvafakat etmiştir. Yalnız onlar kulunlrade^kudretinin dahilinde otan bir işe hakikat manasında «fiil» adım vermekte bize muhalefet ederek demişlerdir ki: «KuHar tarafından meydana getirilen İşe JaMrat mânâsında kesb. mecaz manasında fiil denilir.» Çünkü onlarca hakM fHI ancak îcad olabilir. «Kulun kesblne hakikat manada fll adı verilebilir mi .verilemez: mi» tarzında göze çarpan bu İhtilaf gerçekte öze ait olmayp lâfza racl bir ntilamr»
[22] et-MÖlde,5/110.
[23] eHVIu´mlnûn, 23/14.
[24] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 136-137.
[25] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 137.
[26] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 138.
[27] Tevffd lügatte; Doğurma, meydana getirme,... neticesini verme demektir. Istılahta, «Bir fi´lin diğer bir fiil vasıtasıyla dolaylı olarak failinden neş´et etmesidir, elin hareketi sebebiyle anahtarın hareketi gibi» diye ta´rîf ve izah edilir. Mu´tezüenin benimsediği bu tevlîd prensibi içinde, ayrıca, fiillerin sonunda hâsıl olan neticenin doğrudan doğruya o fi´lîn eseri olduğu görüşü de mevcuddur. Şöyle ki Mu´tezile, bilindiği üzere, kullara ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişini tamamen kullara nisbet ederler. Kul - meselâ - camı kırmak için ilâhî kudret ve îcâdın müdâhalesi olmadan tamamen kendi kasıd ve iradesiyle yumruğunu kaldırarak cama vurur. Bu birinci safhaya fi´lin vukuu diyoruz. İkinci safha camın kinim asıdır, buna fi´lin netice ve eseri denir. Mutezileye göre ikinci safha da (misâlimizdeki camın kırılşı) İlâ- , hî kudret ve îcâdın müdâhalesi olmadan, tamamen fi´lin mahsûlüdür, ondan doğma (mütevvellid) dir. İşte Kelam ıstılahında bu hâdiseye, yani fi´lin kendi neticesinl yine kendisinin doğurmasına «tevlîd» doğan bu neticelere de «mütevellidât» denilmiştir. Ehl-i sünnete göre gerek fi´lin vukuu (kulun yumruğunu cama vurması), gerek vuku´ bulmuş bir fi´lin neticesinin husulü (camın kırılması) hakîkat mânâda Allah´ın icadıyla olur. Mutezilenin benimsediği tevlîd bir nevi´ determinizmdir. Tabiî ilimler için kabu! edilen tecrübî determinizm tabiat kanunlarının umûmî ve zarurî oluşuna istinad eder. Bu telâkkî, Allah´tan başka her şey için. kabul ettiğimiz imkân prensibini, tesadüfü, keramet ve mu´clzeyi... inkâr eder. Ancak son araştırmalar bu telâkkinin yersiz olduğunu ortaya koymuştur. Emil But-ro´nun (Emile Boutroux, 1845-1921) kaleme aldığı ve H. Z, Ülken´in türkçeye çevirdiği «Tabiat Kanunlarının Zorunsuzlugu Hakkında» adlı eser (Millî Eğitim Bakanlığı yayınlarından, İstanbul. 1947) bu sahada yapılan çalışmalardan biridir.
[28] Ibrâhîm b. Seyyar b. Hâni´, Ebü İshâk; Basralı, Mu´tezile imamlarındandır. Felsefi ilimlerde derinleşmiş ve kendisine has bazı görüşlere sâhibolmuştur. Mu´teziie fır- ..; kalanndan onun görüşünü benimseyenlere Nezzamiyye adı verilmiştir. 231 h./845 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm, 1/36),
[29] Mu´tezüenin büyük çoğunluğu, fiillere ait eser ve neticelerin o fi´ii işleyen kulun icadıyla meydana geldiğini, Allah taâlânm bunda bir tesiri bulunmadığını kabul eder ye bunlara «ef´âi-i mütevveilide» (veya mütavellidât) adını verirler. Nezzâm ise mütevvellidâttn, yaratılış îcâbı, Aiah taâlânm eseri olduğunu ileri sürmüş-tür.Yani Allah taâlâ, canlıyı, dövülme filinden mutlaka elem duyacak bir tabîat-te yaratmıştır binaenaleyh bu neticenin (elemin) doğuşunda ne Allah´ın, ne de kulun bir tesiri yoktur. Kalânîsî de, «Neticeler, tabiatîcâbt, Allah´ın eseridir, yani onun tab´ı Allah tarafından öyle tesbit edilmiştir» demiştir. Bu izah Nezzâm´ın görüşüne yakındır, hatta onun aynıdır. Bu iki görüşün özü, tabiatçılann telâkkisinde olduğu gibi, sebeb bulunduğu takdirde neticesinin de mutlaka bulunacağı fikrinden ibarettir» (el-Kİfâye, varak 64a).
[30] Sümâme b. el-Eşres en-Numeyri, Ebû Ma´n; Mu´tezile ileri gelenlerindendir, ona bağlı olanlara Sümâmlyye denilmiştir. 213 h./828 m. yıhnda vefat etmiştir (el-A´iâm, 2/86).
[31] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 139-140.
[32] Teklifin gayesi, Mutezileye göre edâ (yerine getirilmesi), bize göre ise imtihandır» (el-l´timâd, varak 73b)
[33] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 141.
[34] el-Bakara.2 286
[35] el-Bakara.2/31
[36] Sahlh-i Buhâri. 3/17, el-Buyû 140,8/218, et-Tevhid/56,
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 141.
[37] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 141-142.
[38] Amr b. Hişâm b. el-Mugîra; Kureyş´in Mahzûmiyye kolundan; Rasûlüllah (s.a.) efendimizin en büyük düşmanı; Câhiliyye devrinde Kureyşin dahî, kahraman ve eşröfındandı. İnadı yüzünden küfründe ısrar etti ve Büyük Bedir gününde, 2 h./ 624 m. yılında öldürüldü.
[39] Rr´avn» Eski Mısır hükümdarlarına verilen bir lâkabdır. Milâddan önce 3200 tarihinde başlayıp m.ö. 342 yılına kadar devam eden 30 kadar sülâlesi vardır. Kur´ân-ı kerimde zikri geçen Rr´avn, Uz, Musa´nın nübüvveti arasında hükümdar olandır. Adının el-Velîd b. Mus´ab olduğu sanılmaktadır (bk. İsiâm Ansiklopedisi ve el-Müncid fi´l-edebi ve´l-ulûm, Rr´avn maddesi; M. Hamal Yazır, Hak Dini Kur´ân Dili, el-Bakara, 2/49 âyetinin tefsiri).
[40] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 142.
[41] el-Bakara, 2/286.
[42] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 142-143.
[43] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 143.
[44] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 143.
[45] ed-Dehr, 76/30.
[46] el-En´ûm. 6/107.
[47] Yûnus, 10/99.
[48] ©f-Rö´d, 13/27,
[49] el-Enâm,6/125.
[50] «İrâde ile meşîet bir kaç mânâda kullanılır: Temenni, dua, emir, rızâ, tahakküm ve cebri izâl© gibi. Bunlardan temennî mânâsındaki irâdenin Allah´a nisbeti caiz değildir, çünkü o, acz ve cehl alâmetidir. Allah taâlâ ise bundan yüce ve münezzehtir. Emir ile rızâ mânâsına gelen irâdenin ise Allah´a nisbeti caizdir, ancak bu irâde ma´sıyet ve kötülüklere şâmil değildir. Tahakküm ve cebrin izâlesi mâ-nâstndaki irâdeye gelince, bu, Allah´ın bir sıfatı olup kendi îcâdının mahsûlü olan her şeye - müslümanların ittifakıyla - şâmildir. Şu kadar var ki Mu´tezile, kullara ait fiillerin Allah´ın yaratmasıyla vücûd bulduğunu inkâr ettiğinden kötülük ve ması-yetlerin onun ifâdesi altında bulduğunu kabul edememiştir. 8ize göre İse her şey Allah´ın icadıyla vücüd bulduğundan aynı zamanda onun irâdesi altına girmiş bulunur" (el-KIfâye. varak 67b vd.)
[51] Peygamber (s.a.) efendimiz kızlarından bazılarına dinî konuları öğretirken şöyle derdi: «Her sabah şu tesbîhi tekrarla: Allah´a teşbih eder, ona hamdederim. Kuvvet ve kudret ancak Allah iledir. Allah´ın dilediği olur, dilemediği olmaz..." (Sü-nen-i Ebî Dâvud, 2/614, el-Edeb/101; bk. el-Esmâ´ ve´s-sıfât, s. 160-164).
[52] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 144-145.
[53] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 145.
[54] el-Kehf, 18/29.
[55] Fusslet.41/40.
[56] et-Tûr, 52/66.
[57] el-Bakara, 2/185.
[58] Gâflr,40/31.
[59] Bahis konusu ûyetln baş tarafı şöyledir, Meûlen: «Ramazan ayı ki Kufân o ayda İndirilmiştir, insanlara hidayet rehberi, doğru yolun ve hak İle battı ayırdeden hükümlerin apaçık delillerini İhtiva1 eden Kur"ân. O halde içinizden o aya erlşebilen kimse onu oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca dtfler günlerde oruç tutsun."
[60] el-İsrâ; 17/7.
[61] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 146-147.
[62] Ma´dûm, yok, gayr-ı mevcûd demektir, İstılahta, zihnin dışında (hariçte) ne bizzat, ne do başkasına baölı olarak bukjnmıyan ma´tûm-i ilâhî, diye ta´rtf olunur. Önceki bahiste İlâhî irâdenin her şeye şâmn olduğunu İsbat etmemiz karşısında «acaba_ ma´dûma da şâmil midir » alye akla gelebilecek bir soruya cevap teşkil etmek üzere bu faal açılmıştır.
[63] Bu hadisin kaynağı 36 numaralı dipnotunda zikredilmiştir.
[64] «Şey»: var olan, var olması mümkün olan (mevcûd ve mümkin).
[65] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 147-148.
[66] «Mü´tezüe âlimlerinin çoğunluğu «Kui için en elverişli olanı yapmak ve onu kula vermek Allah üzerine vâcibdir" dediler. Bişr b. el-Mu´temir ile ona tâbi´ olanlar ise «Kul hakkında en uygun olanı yerine getirmek Allah´a vâcib değildir, fakat kulu için hayra vesile olanı yapmak ona vâcibdir, kullar için kötülüğe vesile olacak şeyi yapması ise caiz değildir» demiştir». (el-Kifâye. varak 72 b.)
[67] «Zira müslümanlar ve semavî dinlere inananların hepsi taaîlere yardım etmesini, günahlardan korumasını ve belölartnt izâle etmesini (Cenâb-ı Haktan) niyaz ederler; nassbu hakikati naber vermiştir» (ei-İ´îimâd, varak 70a-b).
[68] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 149-150.
[69] Sa´dettin Teftâzânfnin «Şerhu´l-Akaid» inde mevzu´ ile alâkalı olarak verdiği izahâ-tı-faideli olur umuduyla - dercediyorum: (İstanbul, 1315 h. baskısı, s. 127-128): «Rızık, Allah taâlânın, canlıya sevkettiği ve canlının yediği şeyin adıdır. Bu, helâl olabileceği gibi haram da olur. Bu ta´rif, nzkın, «Canlının kendisiyle beslendiği şey» tarzında izah edilmesinden daha doğrudur. Çünkü sonuncu ta´rif, rızık mefhûmunda dâhil olduğu halde Allah îaâlâya nisbet unsurundan yoksundur. Mutezileye göre haram nzık değildir. Çünkü onlar rızkı, bazan «Meşru, mâlikin mülkiyeti altında bulundurup yediği şeydir.» bazan da «Kendisiyle faidelenmenin memnu´ olmadığı şeydir» diye îa´rif ve izah etmişlerdir. Bu ise ancak helâl olabilir. ...Bu ihtilâfın temeli şunlara dayanır: Rızık mefhûmunda Allah taâlâya nisbet ediliş mutlaka bahis konusudur, Allah´tan başka rızık verici yoktur, kul haram yemekten Ötürü zem ve cezaya müstahaktır; halbuki yüce Allah´a istinâd eden bir şey körü olamaz, onu işleyen kişi de zem ve cezaya müstahak olmamalıdır. Ehl-i sünnetin cevabı şöyledir; Kulun cezaya çarptırılması kendi isteğiyle haramın sebeblerine başvurmuş olmasındandır".
[70] Hûd, 11/6.
[71] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 151.
[72] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 151.
[73] el-Bakara. 2/168.
[74] «Şeyh Ebû´i-Hsan er-Rüstûgfenî ve Ebû İshâk el-İsferâinî bu meselede kökte bir ayrılığın mevcûd olduğunu kabul etmeyip «İhtilâf sadece lâfız bakımındandır» demişlerdir. Doğru olan görüş de budur» (el-İ´timâd, varak 75a).
[75] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 151-152.
[76] Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd el-Kâ´bî, Ebû´l-Kaasim; Mu´tezile imamlarından biri ve Kâ´biyye diye İsimlendirilen zümrenin reisi. 319 h./ 931 yılında vefat etmiştir (el-A1am,4/189.
[77] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 153.
[78] Bu hadîs için SüyûITnln el-Câmiu´s-sagir´İne ve el-MünâvTye ait şerhine («Sılatü´r-rahım» maddesi) ve bir de Sehâvi´nin el-Makaasıdu´l-hasene´sine («Sadakutu´s-sırn» maddesi) bakınız. Buhörî (7/72, et-Tıbb/12). Müslim (hadis nu. 2557, el-Birr/6) ve Ebû Dâvud (1/393, ez-Zekâh 45) şu mealde bir hadis rivayet ederler: «Kim rızkının genişletilmesi ve ecelinin geriye bırakılmasını arzu ederse hısım-akrabasmı ziyaret etsin.»
[79] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 153.
[80] el-En´âm, 6/28 154
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 153-154.
[81] Su beyt için bk. Divânu´i-Hüzeliyyîn, birinci kısmı. s. 19. Tübbe´; Meşhur Tübbaiyye zırhlarının, adına izafe ediligi Hımyer hükümdarlarındandır. Ebû Züeyb: Huveylid b. Hâlid b. Muharriş; Huzeyl oğullarından hem Câhiliyyet hem de İslâmiyet devrinde yaşamış büyük bir şâir. İslâmiyet devrinde Medine´ye yerleşmiş, savaşlara ve fetihlere katılmıştır. 27 h./648 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm. 2/373).
[82] el-Kamer, 54/49.
[83] Sahîrvl Müslimde rivayet edilen Cibril hadiside (hadîs nu. 8, el-İmân/ 1 söyle bu-yurulur: Cibril ona: imâm haber ver diye sordu. Rasûlüllah ise şöyle buyurdu: «Allah´a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmendir, ayrıca hayır ve şerriyle birlikte kadere Inanmandır. Difler bir rivayette (haaîs nu. 10) ise "kaderin tamamına İman etmendir» buyurulur.
[84] Bu kudsî hadîs İçin bk. Sayûtî, el-Camlu´s-sagîr, : -M , ı . A maddesi; Aliyyul-Kaarî, ei- Ahâdisû´t-kudsiyye, 11. hadis.
[85] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 155-156.
[86] el-Kasas. 28/56.
[87] Fâtır,35/8.
[88] eş-Şûrâ, 42/52.
[89] el-İsrâ. 17/9.
[90] ervNisâ,4/119.
[91] İbrahim. 14/36.
[92] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 157-158.
Ta´dîl ve Tecvîr Meseleler
İstitâat
Kullara Ait Fiillerin Yaratılması
(Halk ve Kesb):
Tevlîdin Reddi
Güç Yetirilmiyecek Şeylerle Mükellef Tutulmak.
İrâde-i llâhiyyenln Her Şeye Şâmil Olması
Kul İçin En Uygun Olanı Yaratmanır Allah´a Vacib Olmadığı
Rızıklar
Eceller
Kaza ve Kader
Hidayete Erdirmek ve Saptırmak.
İRADE, KAZAVE KADER BAHİSLERİ
(GİRİŞ)
Ta´dîl ve Tecvîr Meseleler[1]
Ta´dfl adalete, Tecvîr de zulme nisbet etmek demektir. Ehl-i kıble, [2] Allah taâlânın adalet ve hikmetle mevsûf olduğu, bunların zıddı-nı teşkil eden zulüm ve sefehten de münezzeh bulunduğu noktasında ittifak etmekle beraber, ta´dîl ve tecvîr meşeleri içinde hangi şeyin adalet veya zulüm, hikmet veya sefeh olduğu ve binâenaleyh yüce Allah´a nisbet edilip edilemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Ehl-i kıble hikmetle sefehin ta´rifi konusunda da birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Mu´tezile, «Hikmet, failine veya başkasına fâide temin eden şeydir, sefeh ise bunun zıddıdır» derken Eş´arîler, «Hikmet, failinin kasıd ve irâdesine uygun olarak meydana gelen dir, sefeh ise bunun zıddıdır» tarzındaki bir ta´rîfi benimsemiştir. Üstâd Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve ona tâbi´ olanlar ise şöyle demişlerdir; «Hikmet, (fâide taşısın taşımasın) neticesi iyi ve güzel olan iştir, sefeh de bunun zıddıdır». Bu meselelerin tafsilâtını İnşallah ileride vereceğiz.[3]
İstitâat
İstitâat, kudret, kuvvet, takat ve bir de vüs1 lisancılara göre yalan manâlı, kelâmcılara göre de eş manâlı isimlerdir.[4]
Ehl-i sünnete göre istitâat (gücü yetmek, takat getirmek) ihtiyarî fiiller[5] için kullarda mevcuddur. Cebriyye buna muhalefet ederek «İnsan, tıpkı cansız varlıklar gibi, Allah´ın yarattığı fiillere sadece bir sahne teşkil eder» demiştir. Cebriyyenin bu iddiasında ilâhî emir, yasak, va´d ve vaîdinin (tehdidinin) hiçe sayılması, dînî hükümlerin ib-tâli, duyulara ve zarurete bağlı (zarurî - bedîhı) gerçeklerin inkârı vardır. Sofistlerle (Sûfestâiyye) fikirbirliği mevcuddur. Kaderiyye, Dırâ-riyye ve Kerrâmiyyeden bir çokları ise «Kulun istitâatı vardır, hem de mükellef tutulurken kudret sahibi olabilmesi için bu istitâat fiilden öncedir» demiştir.
Ehl-i sünnet de şöyle dedi: «Filin vukuu için gerekli kudret (istitâat) fiilden önce değil fiil ile beraber bulunur». Çünkü kula ait olan hadis kudret bir arazdır, arazın devamlı oluşu ise muhaldir. Eğer kulun kudreti (yapacağı) fiilden önce bulunsaydı (kudret bir araz olduğu ve araz devam vasıfı taşımadığı için) fi´lin vukuu sırasında mevcûd olamıyacak ve böylece fiil kudretsiz meydana gelmiş olacaktı. Bir fi´lin kudret olmaksızın meydana gelmesi mümkün olsaydı onun âciz (kudretin mahrum) kimseden de sudur etmesi doğru olurdu, bu ise bâtıldır.
Arazların devamlılık arzetmesinin imkânsızlığına gelince, devamlılık (bakaa) onu taşıyan zâtın (bâkıynin) ötesinde (onun hakîkatın-dan ayrı) bir mânâdır. Bu da şu delil ile sabittir ki cevher, varoluşunun ilk safhalarında «varoluş» ile vasıflandığı halde «devamlı oluş» (bakaa) ile vasıflanmayabilir. Bu gerçeği izah eden bir husus da şudur; Bir cevher vücûd bulduktan sonra yok olsa onun için «Var oldu fakat devam edemedi» demek mümkün olur. Eğer devam var olmak demek olsaydı sözümüzün neticesi şu olacaktı; «Var oldu, fakat var olamadı». Bu İse bâtıldır.[6]
İmdi, «devamlı oluş«un (bakanın) «varoluş»tan (vücûddan) ayrı bir şey olduğu ortaya çıktığına göre, deriz ki: Arazların kendiliklerinden bulunması mümkün değildir. Çünkü hareket ettiren olmaksızın hareketin mevcudiyetini düşünmek muhaldir. Eğer arazlar devamlılık arzetseydi bakaa denen sıfat onunla beraber bulunurdu. Fakat arazın kendiliğinden bulunması imkânsız olunca bakaa gibi (başka) bir sıfatın da onun sayesinde mevcûd olması imkânsız hale gelmiştir. Şu da var ki (kudret arazının bakaa arazını taşıdığı iddia olunduğu gibi) bir arazın diğer bir arazla mevcud olması imkân dâhilinde bulunsaydı «hayat"ın «kudret», «hareket» in de «renk» sayesinde mevcûd olması mümkün olurdu. Halbuki hayatın kudretle ve hareketin renk ile vasıflanması muhaldir, işte bakaa (ile kudretin durunrju)da aynıdır.
Şunu da belirtelim ki eğer araz devamlılık arzetseydi onun devamlılığı mutlaka cevherinkinden ayn olurdu, çünkü cevher ile araz mâhiyet bakımından birbirinden ayn şeylerdir; farklı mâhiyet arz eden iki şeyin aynı devamlılık vasfını taşıması ise mümkün değildir. Bahis konusu edilen husus imkân dâhilinde olsaydı kudreti taşıyan zâtın ortadan kalkması halinde bile kudretin tek başına devam ettiğini düşünmek yerinde olurdu. Bu da doğru olsaydı başlangıçta kudreti taşıyacak bir zât mevcûd değilken bile kudretin tek başına vücûd bulması mümkün olurdu. Oysa ki bunların hepsi muhaldir. Muhale götüren şey de elbette muhal olur. [7]
Soru : Filin vukuu için gerekli insan kudretinin hakîkaten devam arzetmesinin imkânsızlığını kabul etsek bile, bundan bir kudret-i sabıkadan yoksun olduğu neticesi çıkmaz. Siz -eşyadaki hilliyyet ve mülkiyetin, insanın şahsındaki küfür veya imanın devamlılığından olduğu gibi- «teceddüd-i emsal» yoluyla sıfatların hükmen devam ettiğini kabul etmiş değil miydiniz jşte bunun gibi kudret de fi´lin vukuu sırasında teceddüd-i emsâ! yoluyla bâkıy kalabilir.[8]
Cevap : Kudretin hakikaten devam edemiyeceğini kabul ettiğinize göre teceddüd-i emsal formülüne tutunmanız size bir şey temin etmez. Çünkü fiil ile beraber (fi´le mukaarin) hâsı! olan kudret ya beraberinde bulunduğu bu fi´lin veyahut onu ta´kîbeden diğer bir fi´lin kudretidir. Eğer «Beraberinde bulunduğu filin kudretidir» derseniz, bu sözünüzden, fi´lin mukaarin kudretle meydana geldiği neticesi çıkar. Bu takdirde de bu fi´lin vücûd bulmasında sabık kudretin hiçbirtesiri bahis konusu olamaz. Böyle bîr kudretin varlığı yokluğuna mü-sâvî olur. Eğer «Fiil ile beraber ortaya çıkan kudret onu ta´kîbeden diğer bir filin kudretidir» diyecek olursanız, o halde şu anda vuku´ bulmakta olan fiil kendisine ait kudretten yoksun olmuş demektir. Bunun faili müteakip bir fi´le muktedir sayılırsa da (şu anda vuku´ bulan file muktedir olmadığından) fiil kudretten yoksun bir kişiden neş´et etmiş olur. Eğer bu caiz ise filin acz ile birleşmesi (ve aczin mahsûlü olması) da caizdir. Halbuki muarızımız insan kudretinin fiilden önce bulunmasını kulun mükellef tutulabilmesi için şart koşmuştu. Yukanki izaha göre fiil kudret olmaksızın da vuku´ bulabilecekse onun, teklifin gerçekleşmesi sırasında şart koşulmasına ne lüzum vardır Şu da var ki vukuu sırasında kudretten yoksun olan bir filin vukuundan çok önce mevcûd olabilecek bir kudretle meydana gelmesinin muhal olduğu noktasında muârıztmızla ittifak halindeyiz. O halde filin, vukuundan bir zaman (ân) önce mevcûd bir kudretle meydana gelmesi de aynı şekilde muhal olacaktır, çünkü şu andaki yokluk (geçmiş zamanların muhtelif anlarında varlık kaydetse de bizim için) bir değişiklik arzetmez.
Aynı kudret birbirine zıd olan iki şeye elverişli olabir mi
Eş´ariyyenin büyük çoğunluğu ile muhaddis kelâmcılar «elverişli olamaz» dediler. Ebû Hanîfe (rh.) ise «Bir kudret zıd ofan iki şeye elverişli olabilir, fakat bir anda değil, münâvebe suretiyle» demiştir. Ebû Ha-nîfe´ye bu görüşünde el-Kalânisi,[9] İbni Süreye[10] İbni Râvendî muvafakat etmiştir. Çünkü kudretin mahalli (vâsıtası) zıd olan iki şeye de elverişli oian âlettir, o halde kudret de onun gibidir. Meselenin derinleştirilmesine geünce, tâat ile ma´sıyet sâhibolduklan fiil özelliği bakımından değil, sadece ilâhî emir ve yasağa nisbetleri itibariyle ayrıcalık arzederler. Şöyle ki «secde» fili Allah taâlâya olursa tâat, aksine puta vâki" olursa ma´sıyettir. Aslında burada secdenin kendisinde bir değişiklik hâsıl olmaz, buna bağlı olarak secdeye ait kudret de bir değişiklik arzetmez. Şu kadar varki kudret tâatie beraber olursa «tevfîk», ma´sıyetin yanında bulunursa «hızlan» adını alır, haddizâtında o birdir, aynıdır. Nasıl ki secde Allah´a vâki olunca tâat, puta vâki" olunca ma´sıyet adını alır, fakat haddizatında o, alnı yere koymaktan İbarettir, adının değişmesi sadece ilâhî emir veya yasağa nisbeti itibariyledir. İşte kudret de onun gibidir. Tevfîk sadece Allah´ın yardımıyla mümkündür.[11]
Kullara Ait Fiillerin Yaratılması
Ehl-i sünnetCAIlah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: «Kullardan ve bütün canlılardan zuhur eden fiiller yüce Allah´ın yarattığı şeyler olup Aliah taâlâdan başka onların hiç bir mucidi yoktur, meydana getirilen fiil ister madde (ayn) olsun, ister onun taşdığı vasıf (araz) olsun». Ashâb-ı kiram ile Tabiîn bu akîde üzere bulunuyordu. Nihayet kaderiyye zuhur etmiş ve «Bütün canlıların ihtiyarî fiilleri kendi îcadla-rıyla meydana gelir, bu fiillerin, Allah taâlânın yaratması ve kudretiyle bir alâkası yoktur» tarzındaki İddiayı ileriye sürmüştür.
Kaderiyyenin bu iddiası kökünden yanlıştır. Çünkü Allah taâlâ, «İşte Rabbiniz olan Allah! Ondan başka hiç bir Tanrı yoktur. O, her şeyi yaratandır»[12] buyurmuştur. Yine o, şöyle buyurur: «Yoksa onlar Allah´a onun yarattığı gibi yaratan ortaklar mı buldular da bu yaratma işi kendilerince birbirine benzer göründü De ki : Allah her şeyi yaratandır». [13]Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmelerde başkalarından temayüz ettiği «hâlıkıyyet» ile kendini medhetti. Bu da her hangi bir şeyin yaratılmasında ona hiç bir kimsenin ortak olamamasını iktizâ eder. Yine şânı-yüce Allah şöyle buyurur: «Bizzat kendinizi de iş işlemenizi de Allah yaratmıştır». [14]Şunu hemen ifade edelim ki
edatı fiil ile bareber bulununca bütün Nahiv âfimlerine göre masdar mânâsına alınır.
Nitekim «iş yapışın hoşuma gitti» mânâsına diyebilirsin.
Buna göre âyet-i kerimenin mânâsı
«Allah sizi de iş işlemenizi de yaratmış» tarzında olur. Bu mânâyı Rasûlüllah (s.a.) efendimiz de açıkça ifade buyurarak şöyle demiştir: «Muhakkak ki Allah her iş yapanı ve onun yapışını yaratmıştır».[15]
Ef´âl-i ibâd hakkında Ehl-i sünnetin aklî deliline gelince:
a) Kulun bizzat kendisi yaratılmıştır, varlığı da yokluğu da mümkündür, var olmak ile olmamak ihtimali ona nisbetle müshavidir. Binâenaleyh onun var olmak ihtimalinin gerçekleşmesi (tereccüh etmesi) için varlığı kendinden olan (vâcibu´l-vücûd) bir tercih edicinin tercihine ihtiyaç vardır, bu da Allah taâlâdan başka bir şey değildir. Biz, Ehl-i sünnet, bu aklî delil ile Dehriyyeyi, aynlann (a´yânın) varoluşunu Allah´a nisbet etmeyi inkâr edişleri hususunda mağlûp edip susturduğumuz gibi Mu´tezileyi de kullara ait fiillerin vukuunu Allah´a nisbet etmeyi reddedişleri konusunda sustururuz, çünkü gerek ayn-lar, gerek fiiller varoluş bakımından birbirine müsâvîdir.
b) Mademki kul (İddia edildiği üzere) kendi nefsinde meselâ hareket fi´lini îcâd etmeye muktedirdir, o halde sorarız: Bu hareket hali kulda mevcudken Allah taâlâ onun nefsinde sükûnu îcâd etmeye muktedir midir, değil midir Eğer «muktedirdir» derseniz, iki ztddın ic-timâı lâzım gelir; şayet «değildir» derseniz, yüce Allah´a acz nisbet etmiş olursunuz; halbuki bu neticelerin ikisi de muhaldir.
c) Şunu da belirtelim ki yaratma gücüne sahip olabilmenin şartı, yaratıcının, henüz var olmadan önce yaratılacak şeyin bütün inceliklerini bilmesidir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Hiç yaratan bilmez mi O her şeye nüfuz eden her şeyden haberdar olandır». [16]Şüphe yok ki bir fi´le dair hiç bir bilgisi olmayan kimse elbette ona gücü yetmiyecektir.Kâfir iie bid´atçının, fiillerinin kötülüğüne dair bilgileri olmadığı gibi insan da işleyeceği fiil hakkında iyilik, kötülük, zarar veya fâide temin etmesi bakımından umumiyetle bir bilgiye sahip değildir, o halde onun hâlık olması düşünülemez. [17]
Soru : Kulun îcâd sıfatına sâhiboiuşunun imkânsızlığına hükmettiğinize göre onun hiç bir fili yok demektir, zira fi´lin îcaddan başka mânâsı yoktur [18]
Cevap: Kulda fi´lin mevcûd olduğu noktasınada muarızımızla ittifak halinde olmakla beraber onun, îcâd özelliğine sâhiboiuşunun imkânsızlığını da isbat etmiş bulunuyoruz. O halde kula ait bir fi´lin mevcûd olduğu, fakat bunun îcâd mânâsına gelmediği ortaya çıkmış oldu. [19]
(Halk ve Kesb):
İmdi şunu belirtelim ki mevcûd olan fi´iî sıfatlar iki nevi´dir.
Birinci nevi´, Allah taâlânın kulda kendi kudret ve irâdesi olmadan- yarattığı fiildir, titreme hastalığına kapılmış kimsenin hareketleri gibi.
ikincisi, Allah taâlânın kulda -kendi kudret, irâde ve ihtiyarıyla- yarattığı fiildir, ihtiyarî hareketlerimiz gibi. Bu iki nevi1 fiil arasındaki fark zarûreten bilinmektedir. Bunlardan ikincisine «kesb», birincisine de «halk» denilmiştir. Kulun bu ihtiyarî fiilleri -başka bir ifade bulunamadığı için- «kesb» kelimesiyle dile getirilmiştir, tıpkı haz ile elem arasındaki fark kesinlikle hissedilmekle beraber ancak bu iki lâfızla ifade edildiği gibi.
Hulâsa, kulun filine «halk» değil «kesb», Allah taâlânın filine de «kesb» değil «halk» denilmiştir. «Fiil» kelimesi ise bu her iki terime de şâmildir.[20] BurMâtürîdiyyenin görüşüdür. Eş´ariyyeye göre, fiil hakîkat mânâsına da îcâd etmekten ibarettir, şu kadar var ki kesb´e de mecazî olarak fiil denilmiştir. Bu iki görüşten isabetli olan biz Mâtürîdiy-yenin ortaya koyduğu görüştür. Çünkü fiil kelimesinin herhangi bir kayda bağlı olmaksızın kul için isti´mâl edilmesi onun hakîkat mânâsına alındığını gösterir. Şu da var W bir kelimenin mecaz mânâda kullanılabilmesinin şartlarından biri de o kelimenin hakîkat mefhûmu İle mecaz mefhûmu arasında belirH bir noktada benzerimin mevcûd olmasıdır, böylece lâfız o mânâyı İfade edebilmesi İçin hakîkat mefhûmundan alınarak mecaz mehûmunda kullanılmış olur. Kulun kesbl ile Allah taâlânın îcâdı arasında herhangi bir benzerlik mevcûd olmadıkından (eş´ariyyönln İddia ettiğD mecaz bahis konusu değildir.[21]
Şimdiye kadar anlattıklarımızın ışığı altında İki kudret sahibinin tesiriyle bir kudret eserinin (makdûrun) vûcûd bulmasının mümkün olduğu ortaya çıkmış oldu, ancak bu kudret eseri, İki kudret sahibinin her birine ayn bir yönüyte Hgili olabilir. Buna göre fiil îcâd yönüyle Allah´a, kesb yönüyle de kula ait bir kudret eseri olur.
Halk ile kesb arasındaki farka gelince, aletsiz meydana gelen şey halk, âletle meydana gelen de kesb´dir. Şöyle de denildi: Kudret sahibinin (kaadirln) tek başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk, mümkün olmayan şey de kesb´dir. Böylece kesb kula, halk da Allah´a ait olmuş olur. Bu söylediğimiz, halkın îcâd mânâsına alınmasına göredir. Fakat halk şekil ve suret vermek mânâsına alındığı zaman kulada nisbet edilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak Isâ aleyhisse-lâmdan haber vererek şöyle buyurdu: «Hani sen çamurdan kuş biçiminde bir şey halk edersin», yani şekil verirsin. [22] Şu âyet-i kerîmedeki halk kökünden maksûd olan mânâ da aynıdır. «Suret yapanların (hâlikıynin) en güzeli olan Allah´ın sânı ne yücedir!». [23] Buradaki «suret yapanlar» demektir. [24]
Soru : Eğer söylediğiniz gibi kulun fili kula nisbetle kesb, Allah´a nlsbetle halk olsaydı bu fiil Allah ile kul arasında müşterek olurdu [25]
Cevap: İki kişi arasındaki ortaklığın ana vasfı ortaklardan her birinin kendi payına müstakıllen sâhibolmasıdır. Meselâ iki kişi arasında, müşterek bir köle gibi; onlardan her biri kölenin yarısına sâhib olur, birine ait olan şey öbürünün payına dâhil olmaz. Buna mukabil kölenin tamamı biryönûyle ortaklardan birine, digerir yönüyle de diğerine ait olursa, köle, aralarında müşterek sayılmaz. Meselâ bir kimse kölesini diğerine kiralasa, kölenin tamamı «aslî mülkiyet» bakımından kiraya verene, «faydalanma mülkiyeti» bakımından da kiraya alana ait olur. Bu durumda «köle ikisi arasında müşterektir» denilemez. Bütün bunlardan daha açık bir misal şudur ki her köle satınalınmış olması bakımından efendisinin, yaratılmış olması bakımından ise Yara-ttcı´sının mülküdür. Şimdi bir kimse kalkıp da «Köle Allah ile kullan arasında müşterektir» diyebilir mi, hiç Bilakis ortaklık, muarızımızın da kabul ettiği üzere, bazı arazlan Allah taâlânm .bazılarını da kulların yaratmasıyla olur. Bu kanaat karşısında artık ortaklık dâvası, küstahlık ve inadı yüzünden muhalefet gösteren kimseye havale edilmelidir. [26]
Tevlîdin Reddi[27]
Şimdiye kadar anlattıklarımızla isbat etmiş olduk ki kullara ait fiillerin neticeleri (eserleri) Allah taâlânm yaratması ve îcâdı ile hâsıl olur. Bu neticeler Kaderiyyenin (Mutezilenin) zannettiği gibi kulların fiillerinden (Allah´ın dahli olmadan) neş´et etmiş değildir, Nezzâm, [28] «Neticeler, tabiatleri îcâbı Allah taâlânm filidir» derken Kalânisî de «Yaratılışları îcâbı Allah taâlânm filidir» demiştir. [29]Sümâme b. el-
Eşres[30] İse bunların, failleri bulunmayan birer netice olduğunu iddia etmiştir.
Doğru olan bizim ileriye sürdüğümüz görüştür. Çünkü bu neticeler kulun fili ile meydana gelmiş olsaydı; a) Ya tamamen kudretsiz hâsıl olacak; b) Veya fi´lin kendisiyle vuku" bulduğu kudretle; c) Yahut da başka bir kudretle vücûd bulacaktı. Birinci şıkkın kabul edilmesine imkân yoktur, çünkü kudretten yoksun bir netice muhaldir. İkinci şık da kabule şâyân değildir, çünkü fi´lin, kendisiyle vuku´ bulduğu kudret (yukarıda da isbat edildiği üzere) fiil İle hemen beraber (mukaa-rin) bulunduğundan neticenin husulü zamanında ortadan kalkmış olur, Üçüncü şıkka gelince, o da ma´kul değildir. Zira fiil ile eserinin (neticesinin) kudreti ayrı ayn olduğu takdirde, insanın, fiil olmaksızın eseri veya eser olmaksızın fi´li elde edebilmesi gerekirdi; meselâ dövmek olmaksızın elemin, veya elem olmaksızın dövme fi´linin elde edilişi gibi. Şu sebeple ki (iddia edildiği üzere iki ayrı kudretle) iki şeye muktedir olan kimse tek başına onların her birine de muktedir olur.
Münakaşa konusu edilen meselelerde görüşümüzün isabetli olduğunun diğer bir delili de şudur ki, meselâ, dövme fi´lini işleyen bir kimsenin o filiden sonra hemen ölmesi mümkündür, elem ise ondan sonra meydana gelmiş olur. Halbuki ölüden fi´lin (neticenin) sâdır olması muhaldir. Ne var ki Allah taâla, kanununu, sebebe tevessülün hemen peşinde eserini yaratmak tarzında yürütmüştür. Kul eserin hâsıl olması kasdıyla sebebine başvurunca, bu eser, her ne kadar onun filiyle meydana gelmiş değilse de, ona nisbet edilmiş, mes´ûliyet ödeten ona yönelmiş, şer"an dünyada tazminata, âhiret-te de azaba duçar olmuştur, Meselâ bir insan bir diğerinin tutumunu yağı akacak şekilde delse, bunun için ödeten kınanır, şer´an da mes´ultutulur. Gerçi tulumun içindeki yağ hakikate onun fi´li ile akmış değildfr, fakat o, neticenin meydana gelmesi kasdıyla sebebine başvurunca netice (fiil) ona nisbet edilmiştir. Bahis konusu mesele de aynen bunun gibidir. [31]
Güç Yetirilmiyecek Şeylerle Mükellef Tutulmak
Âlimlerimiz (Allah hepsine rahmet eylesin!) şöyle dedi: «Allah taâ-lânın, kullarını, onlar tarafından meydana getirilmesi mümkün olmayan şeylerle mükellef tutması caiz değildir»; Eş´ariyye buna muhalefet etmiştir. Çünkü körü bakmakla, kötürümü yürümekle mükellef tutmakta olduğu gibi âcizi teklif altında bulundurmak hikmetten uzaktır; binâeanleyh sânı yüce, hikmet sahibi Allah´a böyle bir şey nisbet edilemez. Meselenin derinleştirilmesine gelince, tekiîf (yani mükellef tutmak) demek, failine zahmet (külfet) verecek bir işi imtihan için[32] emretmek, demektir; öyle ki yaparsa ondan dolayı mükâfatlandırılacak, yapmazsa cezalandırılacak. İşte böyle bir şey ancak kul tarafından meydana getirilmesi düşünülebilen hususlarda olabilir, yoksa muhal olan şeylerde değil.[33]
Soru: Allah taâlâ, «Ey Rabbimiz, taakat getiremiyeceğimiz şeyleri bize yükleme!» [34] buyurmuştur. Eğer bu, caiz olmasaydı ondan Allah´a sığınmak da doğru olmazdı. Yine Cenâb-ı Hakkın, meleklere, «Şunların (eşyanın) isimlerini bana haber verin»[35]buyurması bu ne-vi´dendir, halbuki o, meleklerin bundan habersiz ve âciz olduğunu biliyordu. Yine rivayet olunan şu hadîs de bizim için bir delil teşkil eder: «Allah taâlâ kıyamet gününde, suret yapanlara: "Haydi biçimlendirdiğiniz şeylere can verin bakalım!» buyuracaktır».[36]
Cevap: Birinci âyette taakat getirilemiyecek şeylerin yükletilme-sinden sığınılmaktadır. Bize göre Allah taâlânm, bir kişiye, gücününtaşıyamıyacağı bir dağı veyahut duvan yüklemesi, onun da bu se-bebie ölmesi caizdir, fakat kişiyi, bir dağı veya duvarı taşımakla-yaptığı takdirde mükâfatlandırılacak, yapmadığı zaman da cezalandıracak şekilde-mükellef tutması caiz değildir; çünkü bu, biraz önce anlattığımız üzere hikmetten uzaktır. Cenâb-ı Hakkın, meleklere, «Eşyanın isimlerini bana haber verin!» tarzındaki emrine gelince, bu, hakikat mânâda bir teklif değildir. Sadece meleklerin aczini apaçık ortaya koymak maksadıyla emir sıygasının ifadelendirdiği, muhatabın aczini ve kifayetsizliğini belirtici bir hitap tarzıdır. Bu ise caizdir. Yine resim ve heykellere can verilmesini emretmek de gerçek mânâda bir teklif olmayıp kişiyi işlediği haramdan dolayı bir nevi´ muazzeb kılmaktır. Bu hâdisenin, bir imtihan yeri değil de bir ceza ve mükâfat yurdu olan kıyamette vuku´ bulması da görüşümüzü destekliyen bir husutur. [37]
Soru: Allah taâlâ; iman etmiyeceklerini bildiği halde Ebû Cehil[38] ile Fir´avn´ı[39] imanla mükellef tutmuş değil midir Elbetteki yüce Allah´ın bildiğine aykırı olan bir şeyin vukuu muhaldir. [40]
Cevap: Bu nevi´ bir suâle iik terettüb eden şey icmâa muhalefet, sonra da yüce Allah´ın haber verdiği bir hakîkatı hiçe saymaktır. İcmâa muhalefet şundan doğmaktadır ki bütün müslümanlar, insan kudreti dâhilinde olmayan bir şeyin teküf edilmesinin asla vâki´ olmadığı hususunda ittifat etmişledir, ihtilâf sadece bunun aklen caiz olup olmadığı noktasındadır. Bahis konusu suâlin tekzîb eder durumuna düştüğü ilâhî haber de şu âyet-i kerîmedir: «Allah hiç bir kimseyi gücünün yeteceğinden başkasıyla mükellef tutmaz».[41] Muhal olan bir şey ise kimsenin gücü dâhilinde değildir.
Muarızın «Yüce Allah´ın bildiğine aykırı olan bir şeyin vukuu muhaldir» tarzındaki sözüne gelince, deriz ki, muhal, varlığını farzetmekaklen mümkün olmıyan, caiz de mümkün olan şeydir. Bir şeyin variı-âının veya yokluğunun aklen düşünülmesi, Allah taâlânın ilmine ve irâdesine nisbet edilmeksizin, kendi zâtına göre olur. Bunun isbati da şöyledir: Biz, kâinatın, varlığı da yokluğu da eşit olan bir mümkün olduğunda ittifak etmişizdir. Halbuki yüce Allah onun var olacağını bilmiştir. Kâinatın şu anda bilfiil var oluşu da onun vâcib (varlığı zaruri) olmasını gerektirmez; zira Allah taâlânın var olacağını bildiği şey Vâcib", var olmıyacağını bildiği şey de «muhal» olsaydı «câiz»in gerçekleşmesine imkân kalmaz ve bu takdirde irâde-i ilâhiyye mümkün olan iki şeyden birini diğerine tercih etmek için değil de vâcib olanı muhal olandan ayırdetmek için tecellî etmiş olurdu; bu ise aklı başında kimselerin benimsiyemiyeceği bir şeydir. [42]
Soru: Allah taâlâ tarafından bilinen bir şeyin hilafının gerçekleşmesi mümkün olsaydı yüce Allah´a cehalet nisbet edilmiş olurdu [43]
Cevap: Cehalete nisbet ediş bir şeyin bizzat varolması konusunda bahis mevzuu edilebilir, yoksa onun varlığını tasavvur etme hususunda değil. İmdi Allah taâlânın o şey hakkındaki ilmî, varlığının tasavvuru mümkün olmakla beraber filen var olmıyacağı tarzındadır, bu ise Allah´a cehalet nisbet etmek değil, aksine onun ilmini isbat ve kabul etmektir.
Tevfîk Allah´tandır. [44]
İrâde-i llâhiyyenln Her Şeye Şâmil Olması
Ehl-i hak (Allah zaferlerini artırsın) şöyle dedi: «Meydana getirilen her şey Allah taâlânın irâdesi, kaza ve kaderiyle olur; ayn olsun, araz olsun, hayr olsun, şer olsun».
Mu´tezile de «Yüce Allah´ın rızâsına uygun olmayan şey onun irâdesinde de dâhil değildir" demiştir. Bu mezhebin âlimleri mubah olan şeyler hususunda ise kendi aralarında ihtilâf etmiştir.
Biz deriz ki Allah taâlâ, var olacağını bildiği bir şeyin bilfiil vücûd bulmasını da murâd etmiştir, onu ister emretmiş olsun, ister olmasın. Nitekim Ebû Hanîfe (r.a.) Kaderiyye fıkrasına mensûb bir zat ile tartışırken aynı noktaya temas ederek şöyle sormuş:
«Allah taâlâ vuku" bulacak kötülük ve menhiyyâtı ezelde biliyor muydu, bilmiyor muydu »
Karşısındaki zat, "Biliyordu" demeye mecbur kalmış. Bunun üzerine Ebû Hanîfe:
«Allah, ezelde bildiğini bildiği gibi mi izhâr etmek (yaratmak) istemiştir, yoksa bildiğinin hilâfına mı izhâr etmeyi murâd etmiştir ki o taktirde onun ilmi cehl olur diye sormuş. Karşısındaki zat kendi mezhebinden vazgeçerek tevbe etmiş.
Bu sebepledir ki âlimlerimiz (Allah hepsine rahmet eylesin): «Allah´ın irâdesi ilmi ile beraber yürür» demiştir. Doğru olan, «İrade fiil ile beraber yürür» denilmesidir. Bunun mânâsı da şudur: Allah´ın fi´li (eseri) olan her şey aynı zamanda onun muradıdır. Bu yüzden olacaktır ki Üstâd İmam Ebû Mansûr (rh.), «Bu mes´ele Efâl-i İbâdın Yaratılması meselesinin bir parçasıdır» demiştir. Biz, kullara ait bütün fiillerin Allah´ın yaratığı olduğunu isbat ettiğimiz takdirde bunlar onunirâdesi dâhiline girmiş olur. Çünkü yüce Allah bu fiilleri murâd etmeseydi bunları yaratmakta mecbur olurdu; bu ise muhaldir.
Kur´ân-ı kerîmin bazı âyetleri ilâhî meşîetin (irâdenin) umûmî olduğunu (hayra da şerre de şâmil bulunduğunu) ifade eder. Meselâ: «Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz».[45] «Allah dileseydi ona ortak koşamaziardı».[46] «Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi».[47] Bazı âyetler de ilâhî irâdenin dalâlete de taallûk ettiğini haber verir: «Dilediğini saptırır»[48] ve «Kimi saptırmak isterse onun kalbini son derece daraltır, sıkar»[49] mealindeki âyetler gibi.
Ehl-i sünnete göre meşîet ile irâde arasında fark yoktur. [50] Bu görüşümüzün doğruluğunu gösteren delil ise bütün müslümanların kabule şâyân gördüğü şu hadîs-i şerîfin lâfzıdır: «Allah´ın dilediği olur, dilemediği de olmaz».[51]Muarızlarımızın görüşü ise bu hadis-i şerifin hükmüne aykırı düşmektedir. Çünkü Allah, bütün kâfirlerin imanını dilediği halde bu, gerçekleşmemiş, dilemediği küfürleri ise tahakkuk etmiştir. O halde muarızın iddiası ümmetin ittifakıyla bâtıldır. [52]
Soru: Allah kâfirin küfrünü dileseydi, kâfir, Allah´ın bu dilemesinin hâricine çıkamı(Zeker) cebir altında kalırdı. Bu durumda onun ya küfürde ma´zür görülmesi icâbederdi - ki bundan Allah´ın emri, nehyi, mükâfat ve cezasının hiçe sayılması doğar-yahut küfrü yüzünden cezalandırılması gerekirdi; bunda da kudret dâhilinde bulunmayan bir şeyle mükellef tutulmak ve ayrıca yüce Allah´a zulüm nisbet etmek vardır [53]
Cevap: Bu suâl karşısında size Allah´ın ilim s´fatı ile mukabele ederiz. Şöyle ki yüce Allah kâfirin küfrünü bildiğine göre. acaba kâfir Allah´ın ilim dairesinin dışına çıkabilir mi, çıkamaz mı İşte sizin ilim konusunda vereceğiniz cevap bizim de irâde hususunda vereceğimiz cevabı teşkil eder.
İmdi biz deriz ki: Allah taâiâ kâfirin küfrünü, imana kudreti olmakla beraber onun kendi irâde ve ihtiyarı ile dilemiştir, tıpkı bu tarzda onun küfrünü bildiği gibi. Bu sebeple de Allah´ın emri, nehyi, mükâfat ve mücâzâtı yerinde olmuştur. Allah taâlânın irâde ve ilminin taallûk ettiği şey kulun ihtiyarî fi´li olunca bunun faili olan kulun cebir altında bulunduğu nasıl iddia olunabilir Üstelik Cenâb-ı Hak kulun irâdeye sâhib olduğunu «Dileyen iman etsin, dileyen de küfretsin»[54] mealindeki âyet-i kerîmesiyie açıkça ifade buyurmuştur. Yine o, «Dilediğinizi yapın»[55]buyurmuştur, kul da bu hakikati, kendi içinde, inkârına mecal bulamıyacak şekilde zarurî olarak hissetmektedir. Cenâb-ı Hakkın kulun fiillerine ait irâdesi ise hem nassan, hem de aklen sabittir. Binâenaleyh bu iki irâdenin hiç birini inkâra imkân yoktur.
Soru: Allah taâlâ, «Cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım»[56] mealindeki âyet-i kerîmesinde cinleri ve insanları kulluk (ibâdet) için yarattığını haber verdiği halde onlardan küfür ve ma´sıyeti nasıl murâd etmiş olur Yine Cenâb-ı Hak bu mâhiyette oimak üzere şöyle buyurmuştur: «Allah size kolaylık diler, yoksa güçlük istemez»[57] «Allah kulları için zulmü asla dilemez».[58]
Cevap: Birinci âyeti umûmî muhtevası üzere yürütmek mümkün değildir. Çünkü çocuklar ve deliler ona kulluk etmemiştir. O halde te´vîi edilmeye muhtaçtır. Bu te´vîl de iki türlü düşünülebilir: Birincisine göre âyetin mânâsı, «bana kullar (köleler) olsunlar diye...» tarzında olabilir, ikinci te´vile göre ayetten maksad umûm (insanlar ve cinler) olmayıp sadece Allah taâlânın, cinlerden ve insanlardan kendisine ibâdet edeceklerini bildiği kimseler kasdedilmiş olabilir; doğrusunu
Allah bilir ya!
ikinci âyete gelince, burada da asıl maksad (umûm olmayıp sadece) Cenâb-ı hakkın, (ma´zeretl olanlar İçin) Ramazan İçinde oruçlarını yeylp Ramazan hâricinde kaza etmelerini meşru´ kılmakla kullarına güçlük değil, bil´akls kolaylık dilediği... tarzındadır.[59]
Üçüncü âyetin mânâsı da şöyledir. Allah kullarına zulmetmeyi dilemez, yani onlara zulmetmez. Fakat âyetin mânâsı, «Allah kullarının birbirine zulmetmesini dilemez» tarzında değildir. Nitekim âyette;
buyurması da bunu gösterir. Buradaki «lâm». «âlâ» manasınadır, tıpkı şu âyette olduğu gibi: «Eğer, kötülük ederseniz kendi aleyhinize».[60]
Buradaki ifi» İfadesi demektir.
Doğru yola erdiren sadece Allah´tır. [61]
Ma´dûm, [62]âlimlerimizin çoğuna göre Allah taâlânın irâdesine konu teşkil etmez, Matürîdiyye İle Eş´ariyyeden bazıları ise buna muhalif kalmıştır. Zira ilâhî irade fiil ile beraber bulunur. Ma´dûm fi´le konu teşkil edemediğinden irâde-i ilöhiyyenin dâhiline girmez. Şu da var ki irâdeye taallûk eden bir şey hadis olur, halbuki ma´dûm ezelidir. Bunu bütün müslümaniarın kullandığı şu söz isbat eder: «Allah´ın (ezelde) dilediği olur, dilemediği olmaz. [63]Müslümanlar bunun yerine, «Allah´ın olmıyacağını dilediği şey olmaz» dememişlerdir.
Ma´dûm, Salimiyye ile Mukannaiyye rnüstecnâ, bütün müslüman-ianr, kanaatına göre ilâhî rü´yete de konu teşkil edemez. Bu iki fırkaise «Kâinat var olmadan önce, ezelde Allah tarafından görülüyordu» demiştir. Bu söz, kökünden yanlıştır, çünkü bu, ma´dûmun «şey»[64] olmasını gerektirir. Bunun da neticesi kâinatın kadim oluşunu benimsemeye varır. Şu da var ki vücud bulmayan ve vücûd bulması muhal olan ma´dûm ile vücûd bulması mümkün olmakla beraber asla var olmıyacağtna dair ilm-i ilâhînin sebkat ettiği ma´dûm "un ilâhi rü´yete konu teşkil edemeyiceği noktasında müsiümanlar ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh varlık sahasına İntika! etmeyen mâ´düm da aynen böyledir, zira (bunların her birinin taşıdığı) «yokluk» vasfında bir ayrıcalık mevcûd değildir. Şunu da belirtelim ki, rü´yetullah bahsinde de anlattığımız üzere, duyular âlemide görülebilmenin müessir şartı var olmaktır. Bu şart ortadan kalkınca görülebilme hâdisesi gerçekleşmez ve muhal oluş ortaya çıkar. O halde görülmesi muhal olan şey Allah´ın rü´yetine nisbet edilemez. Bu.zıdlan biraraya getirme hâdisesine benzer ki duyular âleminde muhal olunca ilâhî kudrete de nisbet edilemez.
Hidâyete erdiren Allah taâlâdır. [65]
Kul İçin En Uygun Olanı Yaratmanır Allah´a Vacib Olmadığı
Kullan için en uygun (en hayırlı, aslah) olanı yerine getirmek Allah Taâlâya vâcib olmadığı gibi onlar için kötü olmayan şeyi (salâhı) seçip yaratmak da üzerine borç değildir. Mü´tezile bu görüşün aksini benimsemiş; içlerinden Bişr b. el-Mu´temir ile onun fikrinde olanlar «Kul için hayırlı olana (zarar getirmeyene) riâyet etmek Allah´a va-cibdir" demiştir.[66]
Muhaliflerimizin görüşü yanlıştır.
a) Çünkü ulûhiyyet vücûbu kabul etmez. Bil´akis yüce Allah kullan hakkında dilediğini yapar. Şu kadar ki o, mü´rninleri bir lutufla mümtaz kılmıştır ki onu bütün kâfirlere ihsan buyursaydı iman ederlerdi; bu onun lûtf-u keremindendir. Bazı kullannı bundan mahrum kılarsa bu da onun adli bir kahrı neticesi olur. O, lûtf-u kereminde olduğu gibi adl-ü kahnnda da övgüye lâyıktır.
b) Şu kadar da var ki «Kul için en uygun olanı yaratmak Allah üzerine vâcibdir» demek, Allah taâlânın, kullarına hidâyet vermek suretiyle onlara olan lütufkârlığını inkâr etmek demektir. Çünkü üzerine vâcib olan bir hakkı edâ eden, hak sahibine lütufta bulunmuş sayılmaz.
c) «Kul için en hayırlı olanı yaratmanın câcibolduğu» görüşünün.aynı zamanda Allah taâlâ´nın kudret sahasını sınırlandırma fikri taşıdığını da söylemeliyiz. Çünkü buna göre yüce Allah, kuluna en uygun olanı vermiş, tüketmiştir. Şayet onun kudreti dâhilinde kul için daha elverişli bir şey bulunur da kendisine vermemiş olursa bu, ondan gelen bir haksızlık ve zulüm yerine geçer. Bu düşünce tarzından, Allah taâlânın, Muhammed (s.a.) hakkıda -Ebû Cehil için bahis konusu edilemiyecek- fazla bir lütufkârlığının mevcûd olmadığı neticesi çıkar; çünkü bu düşünce tarzı, yüce Allah´ın, kendi kudreti dâhilinde bulunan en elverişli şeyi son noktasına kadar Rasülüllah (s.a.) efendimizle Ebû Cehlin her birine verdiğini benimsemektedir.
d) Bir de şu noktaya temas edelim: Bütün müslümanlar, Cenâb-ı Haktan bizi günahtan korumasını, bize yardımcı olmasını ve fiillerimizi rızâsına uygun kılmasını taleb etmenin meşrûiyyeti üzerinde ittifak etmiştir.[67] Yüce Allah eğer taleb ettikleri şeyleri zaten kendilerine vermiş idiyse onların taleb edişleri abes (ve nankörlük) olur, şayat vermemişse onlar hakkında kötülüğe vesile olacak bir şey yapmış olur. Yine bunun gibi Cenâb-ı Haktan hastalığın giderilmesini ve musibetin kaldırılmasını istemek de caiz, hatta müstahabdır. Eğer hastalık ile belâ kul hakkında hayra vesile ise bunların kaldırılmasını istemek kötülüğü istemektir, şayet bu iki şeyin bulunmaması hayra vesile idiyse demek ki Allah taâlâ kulları için şerre vesile olacak bir şey yapmış.
e) Muarızlarımızın benimsediği görüşün çarpıklığını ortaya koyan bir husus da şudur ki onlara göre yüce Allah kendi kudreti dâhilinde olan isti´dad ve imkânı son noktasına kadar kâfire verdiği halde kâfir iman etmemiştir, o halde kul için en hayırlı olan şeyin Allah taâlânın kudreti dahilinde bulunmadığı ortaya çıkmış oluyor; çünkü kul için en hayırlı olan kendi isteğiyle iman edip ebedî seâdete erişmektir, yoksa imana muktedir olup da inanmamak ve ebedî felâkete ma´ruz kalmak değildir. Binâenaleyh onların iddiasına bakılacak olursa Allah taâlâ kulu hakkında onun için en hayırlı olanı değil, en zararlı olanı yapmış oldu.
Tevfik ve hidâyet yalnız Allah´tandır. [68]
Rızıklar
Ehi-i sünnet şöyle dedi: «İnsanın yediği şey, ister helâl ister haram olsun, onun rızkıdır.» Mu´tezile ise «Haram nzık değildir» demiştir. Bu ihtilaf şundan neş´et etmiştir ki «rızık» kelimesi bize göre canlının kendisiyle beslendiği şeyin adı olmuştur; onlara göre İse sadece meşru" olarak canlının mülkiyetine giren şeydir.[69] Onların görüşü yanlıştır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakkın, şu âyet-i kerime ile bütün canlıların rızkını vereceğine dair olan va´dinden cayması neticesini doğurur: «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah´a ait olmasın».[70] Halbuki hayvanlar için mülkiyet düşünülemez. Bazen insan, ömrü boyunca haram yer, her halde böylesi için «Allah taâlânın rekını yememiştir» denilemez. [71]
Soru: Haram Allah´ın rızkı ise niçin onun yenilmesinden ötürü vap veriyor [72]
Cevap: Kulun, onun çaresine başvurması, ona yönelmesi ve onu tercih etmesinden ötürü. Zira Allah taâlâ mutlak olarak rızık vereceğini va´detmiş ve şu âyet-i kerimesinde de belirtildiği üzere onun helal yoldan aranmasını kuluna emretmiştir: «Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yeyin».[73]Kul hırsı ve nefsânî arzusu sebebiyle rızkı helâl olmayan yoldan arayınca yüce Allah da onu kendisine o yoldan verir, fakat, yanlış tercihi ve emr-i iiâhlye muhalefeti yüzünden onu cezalandırır. Tıpkı müteveliidâtta söylediğimiz gibi (´bk. s. 144), ölüm, öldürülen kimsede Allah taâlânın yaratmasıyla hâsıl olur, fakat Cenâb-ı Hak ölümün sebebine başvurması vetonu kasdetmesi yüzünden kaatiti cezalandırır. [74]
Tevfika erdiren yüce Allah´tır. [75]
Eceller
Ehl-i sünnet (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: Maktul kem eceliyle ölmüştür, onun başka bir eceli yoktur.» «Kati», kaatilin bir fi´|| olup onunla kaaimdir, ölüm ise kaatilin fi´li sonunda Allah taâlânır^ îcâdetmesi suretiyle ölmüş kimse ile bulunan bir şeydir.
Mu´tezile ise şöyle dedi: «Maktul, eceli kesilmiş (ömrünü bitiremt miş kişidir, şayet öldürülmemiş olsaydı ömrünün sonuna kadar yaşa yacaktı.» Kâ´bi[76]de, «Onun kati ve Ölüm olmak üzere iki eceli vardır! elemiştir. Ona göre maktul (fi´l-i ilâhî olan ölümle) ölmüş değildir.
İsabetli olan bizim söylediğimizdir. Çünkü yüce Allah kullan hakkındaki İlmine ve irâdesine uygun olarak onların ecellerine hükmetmiştir. Şüphe yok ki Allah taâlânın, ilminde ve irâdesinde takdim ve te´hîr yoktur, onun kaza ve hükmünü geri çevirmek mümkün değildir. [77]
Soru: Rasûlüllah (s.a.) efendimiz, «Hısım ve akrabayı ziyaret ömrü uzatır»[78] buyurmuştur. Eğer insanın tek eceli olsaydı onun uzaması düşünülemezdi [79]
Cevap: Bu hadîs-i şerifte yer alan «ziyâde»nin izahı şöyledir: Hısım ve akrabayı ziyaret etmeseydi o kimsenin ömrünün -meselâ- elli yıl olacağı Allah taâlânın ilminde mevcuddu. Bunun yanında Cenâb-ıHak onun hısım ve akrabayı ziyaret edeceğini ve bu sebeble ömrünün yetmiş yıl olacağını da biliyordu. Binâenaleyh burada yüce Allah´ın hüküm ve irâde ettiği, onun, hısım ve akrabasını ziyaret ederek yetmiş yıl yaşayacağı şıkkıdır. İşte oradaki yirmi yıl bu meziyeti sebebiyle -sıla-i rahim yapmamış olsaydı ömrünün elli yıl olacağına dair ilm-i ilâhîye nazaran- bir ziyada (ömrün uzaması) sayılmıştır. Bu İzah tarzı şu temele istinâd ediyor ki Allah taâlâ, icâd edilecek ma´dumun nasıl îcâd edileceğini bildiği gibi îcâd edilmeyecek ma´dumun, şayet icat edilecek olsaydı nasıl îcâd edilebileceğini de bilir. Tıpkı cehennemliklerin, dünyaya döndürülmiyeceklerini bildiği halde şayet dünyaya iade edilecek olsalardı eski küfürlerine avdet edeceklerini şu âyet-i kerîmesiyle haber verdiği gibi: «Eğer onlar geri gönderilseler bile yine men´olunduklan kötülükiere dönerlerdi. Şüphe yok ki onlar yalancı kimselerdir».[80]
Kaza ve Kader
Ehl-i hak (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi: «Yaratıkların fiilleri, halleri ve sözlerinin hepsi yüce Allah´ın kaza ve kaderi ile vücûd bulur.»
Mu´tezilîler ise «Ma´sıyetler onun kaza ve kaderiyle değildir» demiştir. Bunlar irâde (irâde-İ ilâhiyyenin her şeye şâmil olması) bahsinde de aynı şeyi iddia etmişlerdi. Bu meselenin aslı kullara ait fiillerin yaratılması mevzuuna dayanır.
irndi biz deriz ki: «Allah tahalânın yaratması ve iradesiyle vücûd bulan her şey onun kaza ve kaderine bağlıdır.» Çünkü kaza, lügatte, sağlam ve mâhirâne bir şekilde yapmak, işlemek demektir. Nitekim Huzeyl oğullan kabilesine mensup şâir Ebû Züeyb şöyle demiştir:
«İkincinin de üzerinde, Dâvûd peygamberin veya zırh san´atkân meşhur Tübbe´in maharetle ördüğü (yaptığı) iki zırh vardır». [81]Beyitte yer alan «yaptı, maharetle örüp yaptı» demektir. Kader ise her bir mahlûku kendisine ait vasfıyla ta´yin ve tesbit etmektir bu; vasfa iyilik, kötülük, fayda ve zarar gibi şeyler dâhil olabileceği gibi o mahlûka ait zaman ve mekân unsuru ile ona terettüb edecek mükâfat veya azab da dâhildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki biz her şeyi bir kader ile yarattık».[82] Peygamber (s.a.) efendimiz de (imanı ta´rîf ederken) «Kadere de, hayrıyla, şerriyle Allah teâlâdan olduğuna... (iman edersin)»[83] buyurmuştur.
Soru: Peygamber (s.a.) efendimiz Allah taâiâdan haber vererek: «Kazama razı olmayan, belâma sabretmiyen ve nimetime şükretmi-yen kimse kendisine benden başka bir Rab arasın»[84] buyurmuştur. Eğer küfür de onun kazasıyla vücûd bulsaydı ona da râzî olmamız gerekirdi, halbuki küfre razı olmak caiz değildir
Cevap: Küfür, Allah tââlânın kazası değil, kazasının bir eseridir. Çünkü onun kazası aynı zamanda onun sıfatıdır, küfür ise kulun sıfatıdır. Onun buradaki kazası, küfrü kâfirin nefsinde kötü. çirkin ve bâtıl bir nesne olarak yaratmasıdır; fakat bu, kulun, ebecfî azaba müstahak olacak şekilde küfrü irâde ve ihtiyar etmesi halinde olur. işte biz kullar böyle bir kazâ-i ilâhiyyeye razı oluyoruz. Şunu da belirtelim ki hadts-i kudsîdeki kazadan maksad, insana, kendi irâdesi olmadan isabet eden hastalık ve musibetlerdir. İnsanın kedi iradesiyle giriştiği (küfür gibi) fiillere ise nasihate muhtaç olmadan râzi olacağı şüphesizdir. O halde bu nevi´ şeyler yukarıdaki hadîsin şümul sahasına girmez.
Tevfik ve hidâyete erdiren yalnız Allah´tır, [85]
Hidayete Erdirmek ve Saptırmak
Ehl-i sünnet (Allah zaferlerini dâim kılsın) şöyle dedi; «Allah tââlânın hidâyete erdirmesi demek kulun nefsinde hidâyetlenmeyi (ihtidayı, doğru yola girmeyi) yaratması demektir. Saptırmak (ıdlâl) da onda sapıklığı (dalâleti) meydana getirmesi mânâsına gelir». Mu´tezile de şöyle dedi: «Yüce Allah´ın hidâyeti doğru yolu göstermesi demektir, saptırması ise kula «sapık» demesi (sapık tesmiye etmesi) veya kul kendi nefsinde sapıklığı yarattığı zaman onun sapıklığına hükmetmesi demektir.»
Bu mevzu´da da isabetli olan Ehli sünnetin görüşüdür. Çünkü Ce-nâb-ı Hak Peygamber aleyhisselâma hitaben şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki sen her sevdiğin (istediğin) kimseyi hidâyete erdiremezsin».[86] Eğer hidâyet doğru yolu göstermek mânâsına olsaydı onun Peygamber efendimizden nefyedilmesi doğru olmazdı, zira o, sevdiğine de sevmediğine de doğru yolu göstermiş, hidâyeti açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, «Dilediğini saptınr, dilediğine de hidâyet verir»[87] buyurmaktadır. Eğer hidâyetin mânâsı doğru yolu açıklamaktan ibaret olsaydı âyette zikredilen şıklar (dilediğine sapıklık, dilediğine hidâyet) tahakkuk edemezdi, çünkü yüce Allah´ın doğru yolu açıklaması herkes için vâriddir. Saptırmak terimine gelince, o da (Mutezilenin iddia ettiği gibi) kula «sapık» demekten ibaret olsaydı (âyette zikredildiği üzere) ilâhî irâde ile değil, kulun iradesiyle kayıtlanmış olurdu, çünkü bu anlayışa göre sapıklık kulun kasıd ve irâdesine bağlt olmaktadır.
Şunu da belirtelim ki hidâyet bazan Peygamber aleyhisselâma nisbet olunur, bu, onun hidâyete vesile olması ve ona da´vet etmesimünasebetiyledir. Nitekim sânı yüce Allah´ın şu âyetinde öyledir: «Muhakkak ki sen doğru bir yola rehberlik ediyorsun». [88]Buradaki hidâyetten (rehberlik) maksad açıklamak ve da´vet etmektir. Hidâyet bazan, hidâyet bulmaya sebeb teşkil ettiği için Kukana da nisbet edilir, şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: «Muhakkak ki bu Kar´ân en doğruya iletir (hidâyet eder)». [89] Saptırmak (ıdlâl) da, kul sapıklığı ihtiyar ettiği takdirde Allah taâlâ´nın onu kulda meydana getirmesi bakımından Cenâb-ı Hakka nisbet edildiği gibi sapıklığa sebeb oima ve ona da´vet etme münasebetiyle şeytana da nisbet edilmiştir. Nitekim yüce Allah (şeytanın sözlerini nakil meyanında) şöyle buyurmuştur: «Onları (Allah´ın kullarını) mutlaka saptıracağım, onları behemehal olmıyacak kuruntulara boğacaeğım».[90]Saptırmak, dalâlete sebebiyet verdikleri için putlara da nisbet edilmiştir. Yüce Allah ibrâhîm aleyhisselâmdan haber vererek şöyle buyurmuştur: «Rabbim! Onlar (putlar) insanlardan bir çoklarını yoldan saptırdılar».[91] Şu muhakkaktır ki bir fiil aynı mânâda hem Allah taâlâya, hem de başkasına nisbet edilemez. [92]
[1] İrâde Kaza ve Kader» adını verdiğimiz bu üçüncü bölümde kelâm ilminin mühim meselelerinden biri sayılan kader problemi ile ondan neş´et eden bazı konular üzerinde durulacaktır. İhtilâf konusu meselelerde daima mu´tedil bir yol ta´kibeden Ehl-i sünnetin karşısına, kader mevzuunda, insan İrâdesini İnkâr eden CebriyyG ile Allah´ın ezeli irâdesini inkâr eden Kaderiyye ve bilhassa Mu´tezile çıkmaktadır. Ehl-i sünnet dışı olmakla beraber ilmî sayılabilecek bir ekol kurmuş bulunan Mutezile kendisini «Ehl-i adi» kabul eder. Onlara göre kulların ihtiyarî fiillerini Allah taâlânın yaratması, sonra da bu fiillerden kötü olanlara mukabil onları cezalandırması zulümdür, hi km etsizi iktir. Aksine, bu fiillere karışmı(Zeker) tamamen kulun müstakil İrâdesine terketmesi de adalettir, işte müeilif Sâbûnî, kadere müteallik meselelerin tamamına «Ta´dîl ve Tecvîr Meseleleri» demiş ve adalet ile zulmü (veya hikmet ile sefehi) ta´rif ederek hangi fiilin yüce Allah´a nisbet edilebileceğini, hangisinin de ona nisbet edilemiyecegini anlatmak istemiştir.
[2] Ehl-i kıble, Kâ´beye müteveccihen namaz kılmanın farzıyyetini kabul eden kimseler, demektir. Binâenaleyh Ehl-i sünnette birlikte diQer İslâmî fırkalar da Ehl-i kıbledendir. Nitekim bu husus müellifimizin ifadesinden de anlaşılmaktadır, (bk. Ab-düikaahir el-Bâgdâdî, el-Fark beyne´l-fırak, s. 12-14).
[3] Hikmet medih ve kemâl sıfatlarından, sefeh de zem ve eksiklik belirtilerindendir. Bütün müslümanlar, yüce Allah´ın hikmetle mevsûf olduğu ve sefehten münezzeh bulunduğu noktasında ittifak etmişler, fakat bunun ötesinde belirli bazı fiillerin hikmet mi, yoksa sefeh mi olduğu konusunda aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu fiilleri hikmet telâkkî eden, onların Allah taâlâdan sudur etmesini de benimser, sefeh kabul eden ise derin hikmet sahibi Yaratıcı´dan bu gibi fiillerin zuhurunu elbette muhal görür. İşte bu nevi1 meselelere «Ta´dil ve Tecvîr meseleleri» denir. Bu bölümün ana konularından birini teşkil ettiği için söze «Kullara ait fiillerin yaratılması (Halku efâli´l-ibâd)» ile başlıyacağız. İstitâat bahsini de bir mukaddime olarak ilk önce ele alacağız. Çünkü istitâat sözkonusu ettiğimiz ´ meselelerin istinad ettiği prensiplerdendir» (el-Kifâye, varak 54a).
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 127-128.
[4] İstitâat iki nevi´dir. Birincisi fi´lin vukuu için gerekli vâsıta ve âletlerin yerinde ve sıhhatli olmasıdır. Bu ney´i istitâat bilittifak fiilden öne© bulunur. Ta´rîfi: «Hürriyet ve ihtiyar sahibi bir kimsenin kendi iradesiyle fi´li icra etmeye hazır olmasıdır." «Yol bakımından hacca muktedir olan.,» CAl-i imrân, 3/97) mealindeki âyet-i kerimede geçen istitâattan maksad bu nevi1 istitöatttr. İstitâatın ikincisi bizzat kudretin kendisidir. Bu nevi´ istitâat bazılarına göre. «Fi´lin meydana gelişine bizzat tesir eden kesin bir irâdeden doğan bir kudrettim diye ta´rîf edilir. Cenâb-ı hakkın «Onlar işitmeye muktedir olamazlardı» (Hûd.l 1/20) mealindeki âyet-i kerimesinde geçen istitâattan maksad da budur» (eM´timâd, varak 50a).
[5] Bilindiği üzere insan vücudunda hareketi sağlayan kaslardır. Kasların bir kısmı kol ve bacaklarda olduğu gibi kendi isteğimizle hareket eder. Bir kısmı da kendi isteğimize bağlı olmı(Zeker) mide ve kalb gibi iç uzuvlarımızın hareketini sağlar. İhtiyarî fiillerden maksad kendi isteğimize bağlı olarak çalışan kaslarımızla yaptığımız işlerdir.
[6] Müellifin, üzerinde önemle durduğu nokta ihtiyarî bir fi´li işlerken kulda mevcûd olduğunu kabul ettiğimiz kudretin özelliğidir. Böyle bir kudreti Cebriyye kabul etmezken Ehl-i sünnet ile Mu´tezile bunun mevcudiyetini benimser. Ancak Mutezile, ihtiyarî bir fi´lln meydana gelebilmesi için gerekli kudrete, kul, o fi´li yapmaya başlamadan önce sahib olduğunu iddia eder. Böylece Kul o fi´li kendi başına, müstakillen yapmış olur, Allah´ın bunda hiç bir dahli olmaz. Bunun neticesi-dirki Mu´tezile «Kul kendi fi´linin halikıdır» der, Ehl-i sünnete göre ise, ihtiyari bir fi´li İşleyebilmek için kulda mevcûd olması gereken kudret o fi´le tam başlamadan önce onda mevcûd değildir. Ancak kul, işi yapmaya karar verip tam ifâ edeceği anda Allah taâlâ gerekli kudreti yaratıp ona verir. Böylece o fi´fi hakikatte işleyen Allah tahâlâ olur. Bunun içindir ki Ehl-i sünnet «Bütün fiillerin hâliki Allah´tır» der. Müellif Sâbûnî, metinde, kulda bulunduğunu kabul ettiğimiz «kuclret»in bir araz olduğunu, araz denen şeyin de iki ân ve iki zaman içinde devam edemiye-ceğini, binâenaleyh fiilden önce varsa fiil ânında bulunamayacağını, bunun ise muhal olduğunu... isbata çalışır. Görüldüğü gibi bütün bunlar aklî isbatlardır. Nakli isbatlar ise müteakip bahislerde görülecektir.
[7] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 129-131.
[8] Teceddüd-i emsal, benzerlerin, aynı mâhiyette oian sıfat veya arazların yenilenil me5i, yani ardarda devam etmesi, demektir. Meselâ dînen kullaniimasi mubah olan eşyanın taşıdığı bu ibâha (hilliyet) veya birinin mülkiyetinde bulunan bir nesnenin taşıdığı mülkiyet vasfı birer arazdır. Arazlar devamlılık arzetmediğine göre söz konusu edilen ibâha ve mülkiyet vasıfları şu anda varsa bundan sonraki zaman bölümleri içinde yok demektir. O halde filân şeyin kullanılması mubah olmaktan çıkmış veya filân nesne filânın mülkiyeti altında bulunma vasfını kaybetmiştir. İşte burada teceddüd-i emsal imdadımıza yetişir. Arazların her biri geçici olmakla beraber îeceddüd-i emsal yoluyla her bir arazın yok oluşunun peşinden onun bir misli, bir benzeri yerine geçer ve böylelikle eşyadaki araziyet sürer gider, tıpkı kesik kesik noktalardan doğrunun teşekkül etmesi gibi. İnsanın şahsındaki küfür ve iman arazları (vasıfları) da aynen bunun gibidir. Metinde söz konusu edilen sı kudret arazı da bunları teşbih edilmekte, onun her zaman, yani fiilden önce de, fi´lin vukuu sırasında da mevcûd olabileceği iddia edilmektedir.
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 131.
[9] Ahmed b. İbrâhîm b. Abdullah, Ebû´l-ADbâs; Eş´arî bir mütekellimdir, eserleri vardır, bk. Şerhu´l-lhyâ 2/5: TebyTnu kezibi´l-müfteri 1/393; İşârâtü´l-merâm, s. 24.
[10] Ahmed b. Ömer b, Süreye. Ebûi-Abbâs; kaadî, Şafiî fakîh ve müîekeilim, bir çok eseri vardır. 306 h./918. m. yılında vefat etmiştir (Tabakaatü´s-Sübkî 2/87; el-A´îâm. 1/178).
[11] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 131-133.
[12] el-Enâm. 6/102.
[13] Er-Râ´d. 13/16.
[14] es-Safföt, 37/96.
[15] Bu hahîsi Buhâfî «Halku eföli´Hbâd» adlı eserinde Yetmiştir Suyutı de «Bugyetu´i-vuât» ında
[16] el-Mülk,67/14.
[17] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 134-136.
[18] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 136.
[19] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 136.
[20] Çünkü fi´lin ta´rifi, mümkini imkân halinden alıp gerçek varoluşa (vücûda) irca´ etmekten ibarettir. Burada söz konusu edilen vücuddan maksat gerçekleşmek, realitede var olmaktır. Yalnız zikri geçen irca Allah´a nisbeî ediünce var olması ´ aklen mümkün o!an şeyi îcâd etmek mânasına, kula nisbet edilince de mümkin bir fiili yapmak için vasıtasına (âletine) başvurmak mânâsına gelir. Buna göre nfiii» kelimesi (Allah´a da kula da şâmil bir) âm olur, «halk» Allah taâlâya, «kesb» de kula hâs olur» (el-Kifâye, varak 62b.)
[21] el-Kifâye´den (varak 59a): «Eş´ariyye âlimlerinin tamamı, kullara alt flillerh Allah taâlantn mahlûku olduğu ve bu flitlerin kulun İrade kudretinin daMttnde bulunau-Qu noktasnda biz MâfürîdSere muvafakat etmiştir. Yalnız onlar kulunlrade^kudretinin dahilinde otan bir işe hakikat manasında «fiil» adım vermekte bize muhalefet ederek demişlerdir ki: «KuHar tarafından meydana getirilen İşe JaMrat mânâsında kesb. mecaz manasında fiil denilir.» Çünkü onlarca hakM fHI ancak îcad olabilir. «Kulun kesblne hakikat manada fll adı verilebilir mi .verilemez: mi» tarzında göze çarpan bu İhtilaf gerçekte öze ait olmayp lâfza racl bir ntilamr»
[22] et-MÖlde,5/110.
[23] eHVIu´mlnûn, 23/14.
[24] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 136-137.
[25] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 137.
[26] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 138.
[27] Tevffd lügatte; Doğurma, meydana getirme,... neticesini verme demektir. Istılahta, «Bir fi´lin diğer bir fiil vasıtasıyla dolaylı olarak failinden neş´et etmesidir, elin hareketi sebebiyle anahtarın hareketi gibi» diye ta´rîf ve izah edilir. Mu´tezüenin benimsediği bu tevlîd prensibi içinde, ayrıca, fiillerin sonunda hâsıl olan neticenin doğrudan doğruya o fi´lîn eseri olduğu görüşü de mevcuddur. Şöyle ki Mu´tezile, bilindiği üzere, kullara ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişini tamamen kullara nisbet ederler. Kul - meselâ - camı kırmak için ilâhî kudret ve îcâdın müdâhalesi olmadan tamamen kendi kasıd ve iradesiyle yumruğunu kaldırarak cama vurur. Bu birinci safhaya fi´lin vukuu diyoruz. İkinci safha camın kinim asıdır, buna fi´lin netice ve eseri denir. Mutezileye göre ikinci safha da (misâlimizdeki camın kırılşı) İlâ- , hî kudret ve îcâdın müdâhalesi olmadan, tamamen fi´lin mahsûlüdür, ondan doğma (mütevvellid) dir. İşte Kelam ıstılahında bu hâdiseye, yani fi´lin kendi neticesinl yine kendisinin doğurmasına «tevlîd» doğan bu neticelere de «mütevellidât» denilmiştir. Ehl-i sünnete göre gerek fi´lin vukuu (kulun yumruğunu cama vurması), gerek vuku´ bulmuş bir fi´lin neticesinin husulü (camın kırılması) hakîkat mânâda Allah´ın icadıyla olur. Mutezilenin benimsediği tevlîd bir nevi´ determinizmdir. Tabiî ilimler için kabu! edilen tecrübî determinizm tabiat kanunlarının umûmî ve zarurî oluşuna istinad eder. Bu telâkkî, Allah´tan başka her şey için. kabul ettiğimiz imkân prensibini, tesadüfü, keramet ve mu´clzeyi... inkâr eder. Ancak son araştırmalar bu telâkkinin yersiz olduğunu ortaya koymuştur. Emil But-ro´nun (Emile Boutroux, 1845-1921) kaleme aldığı ve H. Z, Ülken´in türkçeye çevirdiği «Tabiat Kanunlarının Zorunsuzlugu Hakkında» adlı eser (Millî Eğitim Bakanlığı yayınlarından, İstanbul. 1947) bu sahada yapılan çalışmalardan biridir.
[28] Ibrâhîm b. Seyyar b. Hâni´, Ebü İshâk; Basralı, Mu´tezile imamlarındandır. Felsefi ilimlerde derinleşmiş ve kendisine has bazı görüşlere sâhibolmuştur. Mu´teziie fır- ..; kalanndan onun görüşünü benimseyenlere Nezzamiyye adı verilmiştir. 231 h./845 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm, 1/36),
[29] Mu´tezüenin büyük çoğunluğu, fiillere ait eser ve neticelerin o fi´ii işleyen kulun icadıyla meydana geldiğini, Allah taâlânm bunda bir tesiri bulunmadığını kabul eder ye bunlara «ef´âi-i mütevveilide» (veya mütavellidât) adını verirler. Nezzâm ise mütevvellidâttn, yaratılış îcâbı, Aiah taâlânm eseri olduğunu ileri sürmüş-tür.Yani Allah taâlâ, canlıyı, dövülme filinden mutlaka elem duyacak bir tabîat-te yaratmıştır binaenaleyh bu neticenin (elemin) doğuşunda ne Allah´ın, ne de kulun bir tesiri yoktur. Kalânîsî de, «Neticeler, tabiatîcâbt, Allah´ın eseridir, yani onun tab´ı Allah tarafından öyle tesbit edilmiştir» demiştir. Bu izah Nezzâm´ın görüşüne yakındır, hatta onun aynıdır. Bu iki görüşün özü, tabiatçılann telâkkisinde olduğu gibi, sebeb bulunduğu takdirde neticesinin de mutlaka bulunacağı fikrinden ibarettir» (el-Kİfâye, varak 64a).
[30] Sümâme b. el-Eşres en-Numeyri, Ebû Ma´n; Mu´tezile ileri gelenlerindendir, ona bağlı olanlara Sümâmlyye denilmiştir. 213 h./828 m. yıhnda vefat etmiştir (el-A´iâm, 2/86).
[31] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 139-140.
[32] Teklifin gayesi, Mutezileye göre edâ (yerine getirilmesi), bize göre ise imtihandır» (el-l´timâd, varak 73b)
[33] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 141.
[34] el-Bakara.2 286
[35] el-Bakara.2/31
[36] Sahlh-i Buhâri. 3/17, el-Buyû 140,8/218, et-Tevhid/56,
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 141.
[37] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 141-142.
[38] Amr b. Hişâm b. el-Mugîra; Kureyş´in Mahzûmiyye kolundan; Rasûlüllah (s.a.) efendimizin en büyük düşmanı; Câhiliyye devrinde Kureyşin dahî, kahraman ve eşröfındandı. İnadı yüzünden küfründe ısrar etti ve Büyük Bedir gününde, 2 h./ 624 m. yılında öldürüldü.
[39] Rr´avn» Eski Mısır hükümdarlarına verilen bir lâkabdır. Milâddan önce 3200 tarihinde başlayıp m.ö. 342 yılına kadar devam eden 30 kadar sülâlesi vardır. Kur´ân-ı kerimde zikri geçen Rr´avn, Uz, Musa´nın nübüvveti arasında hükümdar olandır. Adının el-Velîd b. Mus´ab olduğu sanılmaktadır (bk. İsiâm Ansiklopedisi ve el-Müncid fi´l-edebi ve´l-ulûm, Rr´avn maddesi; M. Hamal Yazır, Hak Dini Kur´ân Dili, el-Bakara, 2/49 âyetinin tefsiri).
[40] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 142.
[41] el-Bakara, 2/286.
[42] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 142-143.
[43] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 143.
[44] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 143.
[45] ed-Dehr, 76/30.
[46] el-En´ûm. 6/107.
[47] Yûnus, 10/99.
[48] ©f-Rö´d, 13/27,
[49] el-Enâm,6/125.
[50] «İrâde ile meşîet bir kaç mânâda kullanılır: Temenni, dua, emir, rızâ, tahakküm ve cebri izâl© gibi. Bunlardan temennî mânâsındaki irâdenin Allah´a nisbeti caiz değildir, çünkü o, acz ve cehl alâmetidir. Allah taâlâ ise bundan yüce ve münezzehtir. Emir ile rızâ mânâsına gelen irâdenin ise Allah´a nisbeti caizdir, ancak bu irâde ma´sıyet ve kötülüklere şâmil değildir. Tahakküm ve cebrin izâlesi mâ-nâstndaki irâdeye gelince, bu, Allah´ın bir sıfatı olup kendi îcâdının mahsûlü olan her şeye - müslümanların ittifakıyla - şâmildir. Şu kadar var ki Mu´tezile, kullara ait fiillerin Allah´ın yaratmasıyla vücûd bulduğunu inkâr ettiğinden kötülük ve ması-yetlerin onun ifâdesi altında bulduğunu kabul edememiştir. 8ize göre İse her şey Allah´ın icadıyla vücüd bulduğundan aynı zamanda onun irâdesi altına girmiş bulunur" (el-KIfâye. varak 67b vd.)
[51] Peygamber (s.a.) efendimiz kızlarından bazılarına dinî konuları öğretirken şöyle derdi: «Her sabah şu tesbîhi tekrarla: Allah´a teşbih eder, ona hamdederim. Kuvvet ve kudret ancak Allah iledir. Allah´ın dilediği olur, dilemediği olmaz..." (Sü-nen-i Ebî Dâvud, 2/614, el-Edeb/101; bk. el-Esmâ´ ve´s-sıfât, s. 160-164).
[52] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 144-145.
[53] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 145.
[54] el-Kehf, 18/29.
[55] Fusslet.41/40.
[56] et-Tûr, 52/66.
[57] el-Bakara, 2/185.
[58] Gâflr,40/31.
[59] Bahis konusu ûyetln baş tarafı şöyledir, Meûlen: «Ramazan ayı ki Kufân o ayda İndirilmiştir, insanlara hidayet rehberi, doğru yolun ve hak İle battı ayırdeden hükümlerin apaçık delillerini İhtiva1 eden Kur"ân. O halde içinizden o aya erlşebilen kimse onu oruçla geçirsin. Kim de hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca dtfler günlerde oruç tutsun."
[60] el-İsrâ; 17/7.
[61] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 146-147.
[62] Ma´dûm, yok, gayr-ı mevcûd demektir, İstılahta, zihnin dışında (hariçte) ne bizzat, ne do başkasına baölı olarak bukjnmıyan ma´tûm-i ilâhî, diye ta´rtf olunur. Önceki bahiste İlâhî irâdenin her şeye şâmn olduğunu İsbat etmemiz karşısında «acaba_ ma´dûma da şâmil midir » alye akla gelebilecek bir soruya cevap teşkil etmek üzere bu faal açılmıştır.
[63] Bu hadisin kaynağı 36 numaralı dipnotunda zikredilmiştir.
[64] «Şey»: var olan, var olması mümkün olan (mevcûd ve mümkin).
[65] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 147-148.
[66] «Mü´tezüe âlimlerinin çoğunluğu «Kui için en elverişli olanı yapmak ve onu kula vermek Allah üzerine vâcibdir" dediler. Bişr b. el-Mu´temir ile ona tâbi´ olanlar ise «Kul hakkında en uygun olanı yerine getirmek Allah´a vâcib değildir, fakat kulu için hayra vesile olanı yapmak ona vâcibdir, kullar için kötülüğe vesile olacak şeyi yapması ise caiz değildir» demiştir». (el-Kifâye. varak 72 b.)
[67] «Zira müslümanlar ve semavî dinlere inananların hepsi taaîlere yardım etmesini, günahlardan korumasını ve belölartnt izâle etmesini (Cenâb-ı Haktan) niyaz ederler; nassbu hakikati naber vermiştir» (ei-İ´îimâd, varak 70a-b).
[68] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 149-150.
[69] Sa´dettin Teftâzânfnin «Şerhu´l-Akaid» inde mevzu´ ile alâkalı olarak verdiği izahâ-tı-faideli olur umuduyla - dercediyorum: (İstanbul, 1315 h. baskısı, s. 127-128): «Rızık, Allah taâlânın, canlıya sevkettiği ve canlının yediği şeyin adıdır. Bu, helâl olabileceği gibi haram da olur. Bu ta´rif, nzkın, «Canlının kendisiyle beslendiği şey» tarzında izah edilmesinden daha doğrudur. Çünkü sonuncu ta´rif, rızık mefhûmunda dâhil olduğu halde Allah îaâlâya nisbet unsurundan yoksundur. Mutezileye göre haram nzık değildir. Çünkü onlar rızkı, bazan «Meşru, mâlikin mülkiyeti altında bulundurup yediği şeydir.» bazan da «Kendisiyle faidelenmenin memnu´ olmadığı şeydir» diye îa´rif ve izah etmişlerdir. Bu ise ancak helâl olabilir. ...Bu ihtilâfın temeli şunlara dayanır: Rızık mefhûmunda Allah taâlâya nisbet ediliş mutlaka bahis konusudur, Allah´tan başka rızık verici yoktur, kul haram yemekten Ötürü zem ve cezaya müstahaktır; halbuki yüce Allah´a istinâd eden bir şey körü olamaz, onu işleyen kişi de zem ve cezaya müstahak olmamalıdır. Ehl-i sünnetin cevabı şöyledir; Kulun cezaya çarptırılması kendi isteğiyle haramın sebeblerine başvurmuş olmasındandır".
[70] Hûd, 11/6.
[71] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 151.
[72] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 151.
[73] el-Bakara. 2/168.
[74] «Şeyh Ebû´i-Hsan er-Rüstûgfenî ve Ebû İshâk el-İsferâinî bu meselede kökte bir ayrılığın mevcûd olduğunu kabul etmeyip «İhtilâf sadece lâfız bakımındandır» demişlerdir. Doğru olan görüş de budur» (el-İ´timâd, varak 75a).
[75] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 151-152.
[76] Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd el-Kâ´bî, Ebû´l-Kaasim; Mu´tezile imamlarından biri ve Kâ´biyye diye İsimlendirilen zümrenin reisi. 319 h./ 931 yılında vefat etmiştir (el-A1am,4/189.
[77] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 153.
[78] Bu hadîs için SüyûITnln el-Câmiu´s-sagir´İne ve el-MünâvTye ait şerhine («Sılatü´r-rahım» maddesi) ve bir de Sehâvi´nin el-Makaasıdu´l-hasene´sine («Sadakutu´s-sırn» maddesi) bakınız. Buhörî (7/72, et-Tıbb/12). Müslim (hadis nu. 2557, el-Birr/6) ve Ebû Dâvud (1/393, ez-Zekâh 45) şu mealde bir hadis rivayet ederler: «Kim rızkının genişletilmesi ve ecelinin geriye bırakılmasını arzu ederse hısım-akrabasmı ziyaret etsin.»
[79] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 153.
[80] el-En´âm, 6/28 154
Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 153-154.
[81] Su beyt için bk. Divânu´i-Hüzeliyyîn, birinci kısmı. s. 19. Tübbe´; Meşhur Tübbaiyye zırhlarının, adına izafe ediligi Hımyer hükümdarlarındandır. Ebû Züeyb: Huveylid b. Hâlid b. Muharriş; Huzeyl oğullarından hem Câhiliyyet hem de İslâmiyet devrinde yaşamış büyük bir şâir. İslâmiyet devrinde Medine´ye yerleşmiş, savaşlara ve fetihlere katılmıştır. 27 h./648 m. yılında vefat etmiştir (el-A´lâm. 2/373).
[82] el-Kamer, 54/49.
[83] Sahîrvl Müslimde rivayet edilen Cibril hadiside (hadîs nu. 8, el-İmân/ 1 söyle bu-yurulur: Cibril ona: imâm haber ver diye sordu. Rasûlüllah ise şöyle buyurdu: «Allah´a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmendir, ayrıca hayır ve şerriyle birlikte kadere Inanmandır. Difler bir rivayette (haaîs nu. 10) ise "kaderin tamamına İman etmendir» buyurulur.
[84] Bu kudsî hadîs İçin bk. Sayûtî, el-Camlu´s-sagîr, : -M , ı . A maddesi; Aliyyul-Kaarî, ei- Ahâdisû´t-kudsiyye, 11. hadis.
[85] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 155-156.
[86] el-Kasas. 28/56.
[87] Fâtır,35/8.
[88] eş-Şûrâ, 42/52.
[89] el-İsrâ. 17/9.
[90] ervNisâ,4/119.
[91] İbrahim. 14/36.
[92] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâtüriyye Akaidi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 157-158.
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca