Thread Rating:
  • 16 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” Menkıbeleri
#1
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” Menâkıbı:

Birinci Menâkıb: Imâm-ı Begavî “rahimehullahü teâlâ”
(Mesâbîh-i serîf) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ
anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri Uhud dagına çıkdılar. Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” da Uhud dagına
çıkdılar. Dag sallandı, ya’nî zelzele oldu. Resûl-i ekrem “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mubârek ayagı serîfleri
ile daga vurdu ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde
bir Peygamber, bir Sıddîk, iki sehîd vardır.)
Ikinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf)de Ebû Mûsâ el
Es’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmusdur.
Ebû Mûsâ el-Es’arî buyurdu ki, ben Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı serîflerinde idim. Medîne-
i münevvere baglarından bir bagda idik. Bir sahs geldi.
Kapıyı açmak taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu:
(Var, kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurdugu
sey ile müjde verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
hamd etdi. Ondan sonra bir sahs dahâ geldi. Kapıyı açmak taleb
etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu:
(Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah hazretlerinin
buyurdukları seyi haber verdim. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir sahs dahâ kapının
açılmasını taleb etdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretleri buyurdu: (Var kapıyı aç ve Ona Cennet ile
müjde ver ve o belâlar onun üzerine erisir.) Ben de varıp, kapıyı
açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah hazretlerinin
buyurduklarını haber verdim. Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd edip,
– 253 –
sonra dedi ki, (Allahül müste’ân) [Yardım ancak Allahü teâlâdan
istenir.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i serîf) kitâbında hasen
olarak bildirilen hadîs-i serîfde, Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmusdur. Ibni
Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr, Ömer ve Osmânı
“radıyallahü anhüm”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
zemân-ı serîflerinde andıgımızda terdiye ederdik. Ya’nî
“radıyallahü anh” der idik.
Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer
Dehlekî “rahimehullahü teâlâ” rivâyet eylemisdir. Sihrîn-i
Hôseb din büyüklerindendir. Âhıret yolunun sâliklerindendir
ve âriflerdendir. Tabakât-ı mesâyıhdendir. Basîret ve derece
sâhiblerindendir. Demislerdir ki, Bir gün ögle nemâzını kılıp,
menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kisiyi]
gördüm. Birbiri ile husûmet [münâkasa] ederler. Birbirine hos
olmıyan sözler söylerler. Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin elbiseniz
mü’min libâsı, ammâ sözleriniz câhillerin sözleridir. O
iki kisinin birisi dedi: Sen isitmez misin ki, bu mübtedi’ [i’tikâdı
bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler. Dedi ki,
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden
sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân
galebe edip, cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedi’a
dedim, böyle söyleme. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerinden sonra mü’minlerin büyügü Ebû Bekrdir.
Sonra Ömer, ondan sonra Osmândır. Ondan sonra Alîdir
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Diger sünnî merde [sahsa]
dedim ki, bununla münâkasayı bırak. Allahü teâlâ onun cezâsını
verir. O sünnî, Vallahi ben onu tâ benimle onun arasında
hükm etmeyince elden bırakmam, dedi. Ben, Sübhânallah!
Hazret-i Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete
intikâl buyurmusdur. Ve gökden vahy gelmesi de kesilmisdir.
Sizin aranızda ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan
genç bakdı gördü ki bir hamâm külhânı, ates vurup, iyice kızmıs.
O râfizîye dedi ki, insâf et ve söyledigin sözden pismân ol
ve rücû’ et. Yoksa, gel ikimiz bu atese girelim. Hak üzere olan
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs olur [kur-
– 254 –
tulur]. O mübtedi’ râfizî dedi ki, insâf veremem, ben hak üzereyim.
Ammâ gel atese girelim. Ben [Sihrîn-i Hôseb] dedim,
etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve teâlâ bundan nehy etmisdir.
O sünnî ve dîni pâk merd dedi ki, çâresiz atese girmeli. Sonra
sünnî ve mübtedi’ her ikisi ates yanına vardılar. Sünnî, basını
yukarı kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Sükr ve hamd, fadl ve
minnet Senin içindir. Seni ve melekleri sâhid etdim. Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halkın
en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”, yâr-i gâr
[magara arkadası] ve mûnis-i Resûlullah idi. Dahâ bir çok fazîletlerini
de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan
sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anhüm”. Sonra, (Benim dînim ve mezhebim
budur. Eger Hak üzere isem, bu atesi benim üzerimden
halâs eyle ki, Ibrâhîm Halîl “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm”
hazretlerini yakmadıgın gibi, beni de yakma) dedi ve atese girdi.
Sonra râfizî bas kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bütün
hamd ve sükrler senin içindir. Benim mezhebim ve i’tikâdım
budur ki, Resûlullah hazretlerinden sonra halkın en yüksegi
Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân zulm etdiler.
Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bîzârım.
Eger benim sözüm dogru ise, bu atesi benim üzerime
soguk eyle, dedi ve o da atese girdi. O külhâncı, o fırının kapısını
kapadı. Sihrin-i Hôseb “rahimehullah” der ki, benim karârım
kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [degisdi]. Ondan buna,
bundan ona kosdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların
hâli ates içinde ne oluyordu. Ikindi vakti oldu. Bakdım, o külhânın
kapagı düsdü. Düsündüm ki, simdi bu atesden selâmet
ile kim çıkar. Aglardım ve gözüm ona bakıp dururdum. Hemen
gördüm o sünnî terlemis olarak atesden dısarı geldi. Hemen
kalkdım. Onu kucakladım. Iki gözünün arasından öpdüm.
Dedim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ seni atesde ne yapdı. Dedi
ki, beni bir bostâna iletdiler ve bir dösek üzerinde uyutdular.
Dediler, gelinlerin yatdıgı gibi yat. Ben de bu âna dek yatdım.
Tâ simdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk nemâz vakti geldi.
Ikindi nemâzını cemâ’at ile kılasın. Ben de dısarı geldim. Sihrîn-
i Hôseb der ki, o sünnînin elini tutup, hemen o mekâna
oturtup, külhâncıları çagırdım. Kürek getirip, o atesi dısarı çı-
– 255 –
karıp, râfizîyi kürek ile çekdiler. Temâm vücûdu yanmıs, kömür
gibi olmus. Ancak alnı üzeri açık kalmıs, yanmamıs. Alnının
üzerinde üç satır yazılmıs. (Birinci satırda, (Bu tugyân ve
isyân eden bir kuldur.) Ikinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer ve Osmâna
hurmet etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ısyân
etdi]. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâna kâfir oldu dedi ve Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîd kesdi.)
yazılmısdı. Sihrîn-i Hôseb der ki, o gün dörtbin râfizî tevbe
edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca etrâfdan halk
gelip, o mübtedi’ râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin yapdıgını ve kahrını müsâhede edip, ibret aldılar.
Uzak sehrlere nâmeler [mektûblar] yazıp, gönderdiler ki, zinhâr
ve zinhâr [kat’iyyetle], hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine kötü sözler
söyleyip, seb’ etmeye ki, böyle ahvâl vâki’ oldu. (Ibret alınız,
ey akl sâhibleri.)
Besinci Menâkıb: Istanbulda Mustafâ Pâsa Câmi’inde halka
nasîhat eden, Sünbül efendi seccâdesinde halîfe olan Hasen
efendi “rahimehullah” rivâyet eder. Arabistânda seyâhat
ederken, Hasen-i Basrî “kuddise sirruh” hazretlerinin mezârını
ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed
derler bir mü’min muvahhid kimsenin odasına müsâfir oldum.
Birkaç gün orada müsâfir kaldım. Konusma esnâsında,
hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, sehrimizde Yahyâ adlı bir imâm
var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin râfizîlerden
idi. Def’alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül
Fârûk ve hazret-i Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anhüm”
haklarında nice uygunsuz sözler isitdik. Ammâ gelen
pâsaların koltuguna girmekle [onlar ile iyi geçinmek ile] kimse
ona bir sey yapmaga cür’et edemezdi. Onların ona zararı
olmazdı. Hattâ bir gün pâsaya benden sikâyet eder. Benim
onun ardında nemâz kılmadıgımı, müslimânları onun arkasında
nemâz kılmakdan, ona uymakdan men’ etdigimi söyler. O
da beni çagırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi.
Ben de dedim ki, sultânım, ahvâline vâkıf oldugum için uymuyorum.
Pâsa ıtâb tarîkiyle [azarlama yolu ile] dedi ki, elbette
uyup nemâz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, hâlini perîsân
– 256 –
ederim. Ben dedim ki; sultânım! Göz göre göre kisi kendini
atese bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden sonra, o ânda
basımı dahî kessen ona uyup [iktidâ’ edip] nemâz kılmam,
dedim, dısarı çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarsıda
otururken, o râfizî imâm Yahyâyı gördüm. Imâm durmayıp,
yüksek sesle çagırıp, yanıma gelin müslimânlar diye seslenir.
Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki,
avucu içine dislerini doldurmus. Ne oldu diye süâl etdik. Cevâb
verdi ki, bunlar, agzımda olan dislerimdir. Bu gece
rü’yâmda gördüm. Kıyâmet kopmus. Bana da susuzluk ârız
olmus ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim]. Mahser
yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaslı,
nûr yüzlü biri durur. Gelip-geçenlere su ulasdırır. Yanına vardım.
Süâl etdim ki, sen kimsin. Ebû Bekr-i Sıddîkım “radıyallahü
anh”, dedi. Ben dedim ki, dünyâda iken ben seni sevmezdim.
Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir tarafını dolasdım.
Uzun boylu, salâbetli [saglam] ve mehâbetli [heybetli]
sultân durur. Gelenlere su ulasdırır. Yanına varıp, dedim
ki, sen kimsin. Dedi ki, Ömer-ül Fârûkum “radıyallahü anh”.
Ne dünyâda iken severdim, ne simdi. Suyundan içmem deyip,
havuzun bir tarafını dolasdım. Gördüm ki bir alîm ve selîm
bir pîr-i mubârek durur. Gelene ve gidene su ulasdırır. Nûr
yüzünden ısık vurur. Yanına varıp, dedim, sen kimsin! Ben
Osmân-ı Zinnûreynim “radıyallahü anh”. Ben dedim. Seni
dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o kösesini
de dolasdım. Iri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve secâ’at ve
mehâbetli [heybetli] ve cesâretli bir sâhib-i se’âdet su ulasdırır.
Havuz kenârına, yanına vardım. Dedim ki, sen kimsin.
Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım “radıyallahü anh”. Ben hemen
mubârek ayaklarına düsüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. Dedim
ki, sultânım, meded bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet
susamısım. Buyurdu ki, yukarıda benim kardeslerime rast
gelmedin mi. Ben dedim, evet rast geldim. Lâkin ben onları
sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim. Suyundan içmek
isterim, deyince, Imâm hazretleri “radıyallahü teâlâ
anh” benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o ızdırâb ile uyandım.
Bütün dislerim avucumun içine düsdü. Ey müslimânlar,
bu âna kadar dalâlet yolunda idim. Allahü teâlâya hamd ol-
– 257 – Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn - F:17
sun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ simdi hidâyet edip, dogru
yola kavusdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini kalbinde
ihlâs ile yerlesdirdi. Rübâi:
Gördügü rü’yâda ki, döküldü bütün disleri,
Se’âdet yolunu buldurdu, dökülen bu disleri.
Zebânîler ona atesi hâzırlamıslar iken,
Böylece kurtuldu o elîm atesden!
Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû
Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin
ismlerini kazdırmısdı. Bir yola giderken basdıgı yerde bu serverlerin
ism-i serîfleri okunurdu. Bir mü’min muvahhid kimse,
onun ardında gelirdi. O serverlerin ismlerini görünce izin tutup
gitdi [ya’nî o izi ta’kîb etdi]. Mel’ûn râfizî ana yoldan çıkıp, bir
ormana sapmıs. Bir agaç gölgesinde uyumus. O mü’min sofî de
izleyip giderken, yoldan sapdıgını görünce, o da ormana teveccüh
edip [girip], o râfizîye erisip, gördü ki, yüzü üzerine yatmıs.
Ayakkabılarının altında o üç din büyügünün ism-i serîflerini
kazımıs gördü. Diledi ki o râfizîyi öldürsün. Yine düsündü ki,
belki, bu ismlerin yazıldıgından haberi yokdur, sorayım, dedi.
Sî’î gözlerini açdı. Gördü ki, bası üzerinde bir sofî durur. Sofî
sordu ki, ayaklarının altında olan ism-i serîflerden haberin var
mıdır. Mel’ûn râfizî, kötü sözler söylemege baslar. Sofînin yanında
da bir gizli kılıncı var imis. Çıkarıp (Bismillâhirrahmânirrahîm)
deyip, râfizîyi öldürür. Kılıncı kınına koyup, râfizînin
murdar lesini sürüyüp, bir çukura koyar. Üzerine biraz çör-çöp
bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol gider. Karsıdan çok
heybetli dört atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at salıp, derler
ki, sen adam öldürmüssün, kanlısın. Çabuk lesini bize göster.
Sofî feryâd eyledi. Ben fakîrim, kâtil degilim, nice-nice özr
ve behâne ederse de, gördü ki ellerinden kurtulamadı. O dört
atlının arasından birisi gögsüne harbesini dayayıp dedi ki, dön
geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de çâresiz önlerine düsüp, o
mel’ûnun murdar lesini gömdügü çukura gelir. Üzerinde olan
çalıyı kaldırdıgı gibi, bakdı ki, râfizînin yerinde bir büyük domuz
lesi yatar. Sofî onu gördügü gibi, hayret edip, tefekküre
vardı. Ondan sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde olsun
ki, Allahü teâlâ senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehen-
– 258 –
nem atesinden âzâd etdi. Cenneti nasîb kıldı. Sofî de sâd ve
mesrûr olup, onlara sordu ki, siz kimlersiniz. Onlar buyurdular
ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân, evvelce
gögsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir “radıyallahü anhüm”.
Sofî de Allahü tebâreke ve teâlânın bu ihsânına sükr
edip, sâd ve handân olarak yoluna gitdi.
Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. Ismine Eyyûb
bin Hasen derler idi. Pâdisâhlardan birine ba’zı kumas ve
meta’ satmak için huzûruna varır. Tesâdüfen o sırada pâdisâh;
emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ
anhüm” hakkında uygun olmıyan kötü sözler söyler. Tâcirin
gönlüne bu sözler hos gelmez! Pâdisâha nasîhat etmek ister.
Sonra, o sultânlara [üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr
gelmez, belki söylersem beni öldürür; deyip, isini görüp, gider.
O gece Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini
rü’yâsında görür. O pâdisâhı da orada, huzûrlarında durmus
görür. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri,
tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygunsuz
sözler [kelimeler] söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah
diye cevâb verdikde, bunu katl eyle diye öldürülmesini emr buyurur.
Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir nesne yokdur ki onu
katl edeyim.) Resûl-i ekrem hazretleri tâcirin eline bir bıçak
verir. Tâcir de emr-i serîfine itâ’at edip, sahsı bogazlar. Rü’yâdan
uyanıp, bu rü’yâyı varıp, sâha anlatmak ister. Serâyının kapısına
varır ki, aglamak ve feryâd sesleri isitir. Bu hâl nedir diye
sorar. Cevâb verirler ki: Bu gece pâdisâhı yatagında katl etmisler.
Sekizinci Menâkıb: Tebriz sehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ
isi-gücü bu üç serveri seb’ etmek [kötülemek] idi ve bunlara
bugz ve adâvet etmek idi. Bir gece rü’yâsında gördü ki, kıyâmet
kopmus. Bütün mahlûklar ayak üzere durur. Herkes hayret
içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız olmus. Mahser yerinde
gezip, su ararken gördü ki, bir alay adam geçer. Aralarında
bir mubârek âdem vardır. Elinde bir masrapa tutar. Durmayıp,
su dagıtır. O râfizî derhâl o ihtiyâr kisinin önüne vardı. Bana da
su ver, dedi. O nûr yüzlü kisi su verdi. Içecegi sırada o pîrin
ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk
– 259 –
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Ne zemân ki o mubârek ismi
isitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ geldi.
Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var.
Elinde bir masrapa su tutar. Durmayıp mahser yerinde istiyene
su verir. O râfizî onun yanına varıp, su istedi. O da masrapayı
sundu. Içecegi zemân onun da, ism-i serîfini sordu. Dediler, bunun
adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne zemân Ömer-ül Fârûkun
ism-i serîfini isitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir
alay dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü adam
var. Elinde bir masrapa ile su tutup, durmayıp ulasdırır. O râfizî
onun yanına varıp, su istedi. O da eline su verdi. Içecegi zemân
ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine Osmân-ı zinnûreyn
“radıyallahü teâlâ anh” derler. Osmân-ı zinnûreynin
ism-i serîfini isitdi. Suyu içmeyip, geri verdi. Ondan sonra bir
alay dahâ adam geldi. Onların aralarında, büyük, heybetli,
se’âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir masrapa su tutar. Durmayıp,
dagıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O zemân
onun da ism-i serîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mürtedâdır
“radıyallahü teâlâ anh”. Aliyyül mürtedânın ism-i serîfini
isitdi. Mubârek ayaklarına düsüp, meded yâ Alî, bana da su
ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” ona, önce geçen büyüklerden niçin su taleb
edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken
onları sevmezdim. Dâimâ bugz ve adâvet ederdim. Onların sularından
da içmem. Ben seni severdim. Senin âsıklarındanım,
dedi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” iki mubârek parmaklarını
o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de çıkardı. O
acı ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba’zı kimselerden
mervîdir ki, merhûm Sultân Süleymân “aleyhirrahmetü
rabbihül gufrân” acem [Îrân] seferinde o köre Tebrîz sokaklarında
rast gelmisdir ki, süâl edip, bu vak’âyı bizzat kendinden,
oldugu gibi isitmisdir. Yapdıgı ise pismân olup, dâimâ tevbe ve
istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü’min muvahhid ile bir râfizî,
Mekke-i Mükerremeye giderken yol arkadası oldular. O
mü’min, râfizîye herhâlde nasîhat eder ve derdi ki: (Gel bu râfizîlikden
ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir [pismânlıkdır].
– 260 –
Dünyâda yüz karalıgıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre
niçin kendine kıyarsın. Ve cânını Cehennem atesine atarsın.
Molla Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin kıt’asını râfizîler
hakkında isitmemismisin. Bu kötü fi’lden vazgeç. Yoksa
son pismânlık fâide vermez. Isitmedim ki, bir kimse Çihâr
yâr-i güzîn “rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini
sevmese; Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın; o kimse nasîhat almayıp,
aslâ ona tenbîh te’sîr etmez.) Gördü ki, insâfa gelmedi.
Hem meshûrdur: Cühûd îmâna gelmez! Mülhid kisi tevbekâr
olmaz! O mü’mine nisbet için, râfizî i’tikâdından vazgeçmedi.
Nasîhatlarını maskaralıga aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ’be-i serîfeye
yaklasdıklarında, bir hınzır göründü. Hemen o mel’ûn
râfizî deve üzerinde iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır seklinde
olup, deve üzerinden yere atlayıp, hınzırlara karısıp, onlar
ile gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli görüp, ibret aldılar. Aklı
olan kimse bu kıssadan hisse alıp, çihâr yâr-i güzîn “rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine karsı, zerre mikdârı
bugz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn sevgisi
ile kalbini doldurur.
Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çekisip,
dövüsürler. Allahü teâlâ kelbi [köpegi] hınzır [domuz] üzerine
musallat eder. Yehûdî râfizînin gözünü çıkarır. Râfizî yehûdînin
etegine yapısıp, mahkemeye götürüp, kâdî huzûruna
varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı. Efendi
hazretleri, hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye
ıtâb edip, bre mel’ûn, bu kisinin gözünü niçin çıkardın, dedi.
Yehûdî dedi, sultânım isitdim ki, rûz-i mahserde râfizîler yehûdîlerin
merkebi olup, yehûdîler üzerine binip, Cehennem atesine
varırlar. Benim o gün binegim bu olsun diye gözünün birini
çıkardım. Zîrâ hâfızam za’îf ve görüsüm azdır. Sâyed o günde
teshîs etmem güç olup ve yaya olarak Cehenneme varmakdan
ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi. Kâdî efendi ve meclisde
hâzır olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoslandılar ve râfizîye
ta’zîr eylediler [azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü
teâlâ katında ve insanlar yanında bütün milletden kötü olduklarında
sübhe yokdur. Zîrâ kâfirlerin inâdları bâtıl da olsa birer
cevâbları vardır. Ammâ bu mel’ûnların aslâ bir delîlleri yokdur.
Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî “kuddise sirruhüssâ-
– 261 –
mî” râfizîler hakkında söyle buyurmusdur: Kıt’a:
Râfizî olur kıyâmetde yehûdî esegi,
Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.
Nasrânî elinde bir demir çomak ile,
Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.
Nice yüzbin la’net o Hakdan, Resûlden de,
Esege binene yedene sürene ki var.
Râfizîler kıyâmet gününde baska bir bölük olup, süâlsiz ve
azâbsız Cennete dâhil olalım diye ümîd edip, dogru Cennetin
yolunu tutup, giderler. Cennet kapılarından bir kapıya varırlar.
Görürler ki, kapıda Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri
durur. Durmadan kevser serâbını ehl-i islâma içirir. Râfizîler
hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz
bunu sevmezdik. Simdi de bunun oldugu kapıdan Cennete
girmeyiz. Ve bunun elinden kevser serâbını içmeyiz. Oradan
dönüp Cennetin bir baska kapısına varırlar. Görürler ki, o kapıda
hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” durur. Durmadan
mü’minlere kevser serâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki,
dünyâda iken biz bunu sevmezdik. Simdi bunun oldugu kapıdan
Cennete girmeyiz. Ve kevser serâbını da içmeyiz. Oradan
dönüp, bir baska kapısına varırlar. O kapıda Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” hazretleri durur. Müslimânlara kevser serâbı
içirir. Tekrâr o murdârlar derler ki, dünyâda iken biz bunu da
sevmezdik. Onun oldugu kapıdan da Cennete girmeyiz. Bunun
da elinden kevser serâbını içmeyiz. Oradan da dönüp,
Cennetin bir baska kapısına varırlar. Görseler ki, o kapıda duran
Imâm-ı Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleridir. Bunlara
sorar ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmânın
“radıyallahü teâlâ anhüm” kapılarına ugramadınız mı?
Onlardan kevser serâbını içmediniz mi? Onlar derler ki, Onları
biz dünyâda iken sevmezdik. Onun için biz bugün de onların
serâblarından da içmedik. Onların kapılarından Cennete
girmedik. Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden kevser
serâbını içmek isteriz. Senin kapından Cennete girmek isteriz.
Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bunları red eyleyip,
bre mel’ûnlar! Bilmez misiniz ki onlardan tezkire alma-
– 262 –
yınca kimseyi Cennete koymam ve kevser serâbını içirmem.
Yıkılın buradan, buyurur. Hazret-i Alîden yüz bulamayınca,
can baslarına sıçrar. Bilirler ki, yanlıs yola gitdiklerinden belâya
ugradılar. Yapdıkları ise pismân olup, nedâmetler çekerler.
Velâkin bu pismânlıklarının fâidesini görmezler. Bu felâketde
iken her râfizîye birer yehûdî havâle olunur. Simdiye dek sizleri
ararız, nerede gezersiniz, derler. Yine o hâlde birer nasrânî
de gelerek, birer râfizînin sakalını tutup, çeke-çeke mahser
yerinin temâmını gezdirirler. Bütün mahser halkı arasında
rüsvay olurlar. Ondan sonra Allahü teâlâ korusun, azâb için
zebânîler gelir. Temâmını bu hâl ile Cehenneme götürürler.
Beyt:
Ni’metleri fânî olan bu denî dünyâyı asagı tut,
Sonu pismânlık olan isi yapma.
Mahser ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.
Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder.
Medâyinde bulunuyordum. Her nerede bir kimse vefât etse,
varıp ona kefen sarardım. Bir kimse gelip dedi ki, Kûfe ehlinden
bir kervân geldi. Aralarında biri vefât etdi. Gelip kefen sarasın.
Hizmetçimi kefen almaga gönderdim. Ben o kimsenin
meyyitini görmege vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât
eylemis. Karnı üzerine bir kerpiç koymuslar. Âniden o meyyit
kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi ki, yazıklar olsun bana, vay
bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah)
söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i serîfeyi demenin fâidesi
yokdur. Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine dil uzatıp, uygunsuz
sözler söylerlerdi. Ben de onlara uyar, söylerdim. Sonunda
helâk oldum. Beni Cehenneme iletip yerimi gösterdiler.
Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sakın,
o serverlere dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden
sonra, tekrâr öldü. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” rivâyet
buyurmuslardır. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü
teâlâ anhüm” hazretlerine uygun olmıyan sözler söyleyen bir
– 263 –
kimse vardı. Bir gün yüzünde bir yara peydâh oldu. O yara giderek
yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her dürlü ilâcı
denediler, sifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay oldu.
Sonra bu seklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde melâmet
oldu [yüzü kara olmak bedbahtlıgına kavusdu]. (Sevâhid-
ün nübüvve)den terceme olunmusdur.
Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocuklugumda
râfizî bir hocam var idi. Beni de râfizî yapmısdı. Bir
gece rü’yâmda kıyâmet kopmus. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretleri huzûrlarına ve mubârek hâk-i pâyelerine
bütün halk toplanmıs, sefâ’at ricâ ederler. Ben de huzûrlarına
vardım ki, sefâ’at isteyeyim. Gördüm, sag yanında
nûr yüzlü, selîm ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir
mubârek kimse durur. O da secâ’atlı ve bahâdır ve mubârek
yüzü nûrlu bir kimsedir. Hemen beni gördüler. Dediler ki; yâ
Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki, her gün bize dil uzatıyor,
biz bu adama ne yapdık. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri mubârek elini uzatıp, beni tutmak istedi.
Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyandım.
Gördüm ki, bütün saçım ve sakalım ve kasım ve kirpigim
dökülmüs. Dört ay dısarı çıkamadım. Dünyânın ilâcını kullandım.
Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan biri beni görmege
geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi oldugu gibi
anlatdım. O da dedi ki, sen meger Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine salevât getirmekden habersizsin.
Birkaç gün salevât-i serîfe getirmege devâm eyle ve Eshâb-ı güzîn
“rıdvânullahi aleyhim ecma’în” hazretlerine, derûn-i dilden
[kalbden] muhabbet eyle. Yapdıgın kabâhatlere tevbe ve istigfâr
eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda bu belâdan kurtulup, halâs
olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra iki rek’at
nemâz kılıp, hâlis niyyet ile etdigim islere nâdim olup, tevbe ve
istigfâra mesgûl oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sakalım,
kasım ve kirpigim çıkıp, evvelkinden de çok oldu. Onun
için, bu sultânlara ihânet üzere olanlar, dünyâda ve âhıretde sıkıntıdan
kurtulamazlar. (Sevâhid-ün nübüvve)den terceme
olunmusdur.
Ondördüncü Menâkıb: Imâm-ı Müstagfirî (Delâil-i Nübüv-
– 264 –
ve) adlı kitâbında yazmısdır. Büyüklerden birisi rivâyet eder.
Üç nefer kimse Yemen diyârına dogru yola çıkdılar. Bu müslimânlara
bir de râfizî katılmıs idi. Râfizî, O serverler [Eshâb-ı
kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu müslimânlar
ona her ne kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te’sîr etmeyip, râfizî
devâm ederdi. Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir
mikdâr istirâhat etdiler. Bir zemândan sonra uykudan uyanıp,
abdest almaga kalkdılar. O bedbaht maymûn gibi yatarken,
onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı. Âh, âh, herhâlde
ben bu menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler ki,
bu menzilde niçin kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki,
Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm
ki, basımın ucuna geldi. Bana dedi ki, bre bedbaht, bu menzilde
senin sûretin degisse gerek. Bu müslimânlar dediler ki, ne
durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve istigfâra mesgûl olup, niyâzda
bulun. O da ayaklarını toplayıp, kalkmak istedikde, o ân
Allahü teâlânın emri ile iki ayak parmakları degisiklige ugrayıp,
maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra topuklarına
kadar degisdi. Ondan sonra dizine kadar, ondan sonra kusagına
kadar, ondan sonra gögsüne kadar çıkdı. Sonra, temâm vücûdu
maymûn oldu. Müslimânlar bu hâli görünce, tutup sıkıca
devenin üzerine bagladılar. Yemene yakın vardıkda, aksama
yakın bir meselik yere ugradılar. Orada çok maymûn vardı. Hemen
maymûnları gördü. Deve üzerinden zorlayıp, baglarını kırıp,
yere indi. Varıp o maymûnlara ulasdı. Biz de maymûnlardan
korkduk ki, bize hücûm edecekler diye. Sonra gördük ki,
bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular. Degisiklige ugrayan
aralarından ayrılıp, bize karsı gelip, durdu. Gözlerinden o
kadar yas akdı ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diger maymûnlara
karsı gitdi. Simdi aklı olan kimselere hemen bu ibret
yeter. Nerede kaldı ki, o büyükler hakkında nice âyet-i kerîme
ve hadîs-i serîf vardır.
Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize dogru yolu göster,
Sapık yolları degil, sana varan yolu göster.
Onbesinci Menâkıb: Büyüklerden biri Sâm sehrine ugrar.
Bir mescidde sabâh nemâzını kılar. Imâm nemâzı kıldıkdan
sonra, arkasını mihrâba dönüp, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân
– 265 –
“radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin haklarında uygunsuz
sözler söylemege baslar. O büyük zât, imâmdan bu sözleri isitince
çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir seneden
sonra yine yolu Sâm sehrine ugrar. Tekrâr o mescide varıp,
sabâh nemâzını kılar. Nemâzı kıldıkdan sonra, imâm olan
kimse, arkasını mihrâba dönüp, O serverlerin [Ebû Bekr,
Ömer, Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin] büyüklüklerinden
bahs etmege, onları medh etmege baslar. O
büyük zât, cemâ’atden birine süâl eyler ki, bu imâm geçen sene
o serverlerin sânlarına uygunsuz sözler söyledi. Simdi de
medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir. O müslimân dedi ki, evvelki
imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek isterim.
O da önüne düsüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh
köpek, boynundan zincir ile baglı, yatar. O büyük dedi ki, bu
kelb [köpek] nedir. O müslimân dedi ki, geçen seneki imâm
budur. O din büyüklerine hâsâ, uygunsuz sözler söylerdi. Bir
gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler söylerken,
degisip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen geçen
seneki imâm mısın. O da eli ile basına isâret edip ve gözlerinden
yas akıtdı. Bu büyük de, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
sükr edip, iste cezânı buldun, dedi. (Sevâhid-ün nübüvve)
den terceme olunmusdur.
Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda,
cemâ’at ile gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû
Hayyân nâmında bir kimse vardı. O serverlerin haklarında uygun
olmıyan çirkin sözler söylerdi. Hepimiz o mel’ûna nasîhat
ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim var idi.
Yolumuz ona ugradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize
dedi ki, o kimseyi benim yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıslâh
edeyim. Bir zemândan sonra yola müteveccih olup, giderken,
o bedbahtı gördük ki, arkamızdan yetisdi. O mel’ûn kisiye
hâkim hil’at giydirip, bir at bagıslamıs. Ardımızdan yetisdi. Bize
eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz sözler
söylemege basladı. Bize karsı, ey Allahın düsmanları, beni
nasıl buldunuz, dedi. Biz de dedik ki, ey bedbaht ve nasîbsiz
kimse, bizden uzak ol. Yanımızda yürüme. Tâ ki senin nasîbsizligin
bize de bulasmasın. Hepimiz üzerine yürüdük. Kovduk.
Bizden uzak yürüdü. Mel’ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan sa-
– 266 –
pıp, bir yerde otururken, kızıl arılar üzerine hücûm etmisler.
Mel’ûn feryâda baslayıp, bizden yardım istedikde, biz de sâyed
bundan kurtulursa, insâfa gelir diye, bu niyyet ile yardıma vardık.
Yanına vardıgımızda, o arılar bize hücûm edip, az kaldı ki,
hepimizi helâk edecekler. Biz de sokmalarına tâkat getiremeyip,
çâresiz geriye kaçdık. O arılar da bize saldırmayı bırakıp,
yine o bedbaht kisinin [râfizînin] üzerine saldırıp, bir sâatde
gövdesinin etini delik-delik edip, bagıra-bagıra ölüp, cânı Cehenneme
gitdi. Biz de bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr
ederken ve birbirimiz ile söylesirken, gaybdan bir ses isitdik ki,
çihâr yâr-i güzîni sevmiyen kisinin dünyâda cezâsı budur. Âhıretde
yakalanacagı azâbların siddeti ve nihâyeti yokdur, diyordu.
(Sevâhid-ün nübüvve)den terceme olundu.
Onyedinci Menâkıb: Seyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî]
“kuddise sirruhül’azîz” hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı kitâbında
zikr etmisdir. Evliyâullahdan bir tâife vardır ki, Recebîler
derler. Onlar kırk kisi olup, fazla ve eksik olmazlar. Onların
hâli Receb ayının ilk gününde öyle olur ki, sanki gökler üzerine
konulmusdur. Harekete mecalleri olmaz. Ne ayak üzerine
durabilirler ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını degil, gözlerini
harekete kâdir olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olurlar.
Ammâ günden güne o hâlet bunlardan kalkar. Sa’bân ayı
girince, temâmen o hâlden kurtulurlar. Onlara Recebde Allahü
teâlânın izni ile çok kesf ve nihâyetsiz tecellîler olur. Sa’bân ayı
girince bu hâller onlardan kalkar. Ba’zan o hâllerin ba’zısı o tâifenin
ba’zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır. Hazret-
i Seyh “rahmetullahi teâlâ” der ki, o tâifeden birini gördüm
ki, onda râfizînin kesfi bâkî kalmısdı. O Recebî, râfizîleri hınzır
seklinde görürdü. Ba’zan olurdu ki, hâli örtülü bir kisiye, hiç
kimsenin mezhebini bilmedigi kimseye ugrardı. Eger o kisi râfizî
i’tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü. O sahsı taleb ederdi.
Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ hazretlerine
rücû’ etmesini ve râfizî oldugunu söylerdi. O sahs teaccüb
ederdi. Eger tevbe ederse ve tevbesinde sâdık olursa, onu
insan sûretinde görürdü. Derdi ki, dogru söylersin. Eger yalan
söylüyorsa, o sahsı yine hınzır sûretinde görürdü. Tevbe etmedin.
Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, sâfi’î mezhebinde olan
ve iyi olarak bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların
– 267 –
râfizî i’tikâdında oldugunu zan etmezdi. Si’â cemâ’atinden de
degiller idi. Lâkin o mezhebi seçmisler idi. O iki mu’temed kimse,
o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları dısarı çıkarın, buyurdu.
Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır sûretinde görürüm.
Bu benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâmetdir
ki, râfizîleri bana bu sûretde gösterir. Bu ma’nâdan
te’accüb edip [sasırıp], hemen o bâtıl mezhebden ve fâsid i’tikâddan
temâmen dönüp, kurtuldular.
Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik etmis
ve uygunsuz sözler söylemis olan râfizî tâifesinin cezâları.
Hâce Muhammed Pârisâ “kuddise sirruhül’azîz” hazretleri
(Fasl-ül-hitâb) adlı kitâbda buyurmusdur. Hazret-i Alî “kerremallahü
vecheh” buyurmuslardır ki: (Bir tâife beni Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin üzerlerine
tafdîl ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır.
Bununla ehl-i islâm arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri haber verdi.
Bunların katli ile bana emr eyledi. Zâhiren ehl-i islâma kardes
olduklarını söylerler. Bâtınlarında din düsmanıdırlar. Yalanı
güzel, kötülükleri temiz görürler. Mushaf-ı serîfi iptâl ederler.
[Kur’ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr [kötülük] üzerine
birbirleri ile yarısırlar. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” hazretlerine ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin büyüklerine
seb’ ederler. [Dil uzatırlar.] Eshâb-ı kirâm arasında olan vâkı’aları
anlatıp, anladıklarına tâbi’ olurlar. Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri onları afv etmez. Küçükleri büyüklerinden bozuk
fikrleri ögrenip, o seklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı
harâb ederler. Bid’at-ı seyyieleri ihyâ ederler [yayarlar]. O zemânda
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sünnetine
yapısan kimse sehîdlerin ve âbidlerin efdalidir. Se’âdet onlarındır.
Yeryüzünde râfizîden dahâ hoslanılmıyan kimse yokdur.
Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların üzerine gölge
verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin
serlisidir. Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ korusun.
Onlar su kimselerdir ki, gökdeki melekler arasında pislikler
diye adlandırılırlar. Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” hazretlerini meclislerinde ve mahfellerinde ve
mescidlerinde seb’ ederler [kötülerler]. Bu habîs isi kendilerine
– 268 –
si’âr ederler. Hikmet kalblerinden gider. Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretleri râfizî, bid’at ve dalâlet ehlinin sekllerini degisdirir.)
Eshâb-ı güzîn bu sözleri isitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el
mü’minîn. Eger biz o zemâna erisirsek ne yapalım.) Hazret-i
Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm” hazretlerinin havârîleri gibi olunuz. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine itâ’atden ve Eshâbına
muhabbetden ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan
baska size bir sey emr etmemisdir. Ben size derim, Hak ve sünnet
üzerine olmak, bid’at ve dalâlet üzerine olmakdan hayrlıdır.)
Rivâyet olundu ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ anh” hazretlerine bu haber erisdi ki; Abdüllah
bin Sebe’ seni Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü teâlâ
anhüm” üzerine tafdîl eder [üstün tutar]. Alî “kerremallahü
vecheh” yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu. Dediler
ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Sana muhabbet edeni katl eder
misin! Elbette. Benim oldugum sehrde olmasın. Hemen bulundugu
sehrden sürdü. (Sevâhid-ün nübüvve)den nakl olundu.
Velhâsıl Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
aralarında bu dördü [dört büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve kemâl-
i mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve ikrâm-i tâm ve hülefâ-i
nübüvvet ve uyûn-ı ehl-i hicret ve büyüklerin büyügü ve seçilmislerin
seçilmisi olmakla en öndedirler. Bu bâbda kıyâs yapmaga
ve düsünmege hâcet yokdur. Nitekim, onları üstün bilmek,
büyüklerin sözü ve icmâ’ ile sâbitdir. Büyüklerin sözlerine
ve icmâ’a uymak lâzımdır. Bos sözlere ve bid’atlere uymamalıdır.
Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Sevâhid-ün nübüvve)
den alınmısdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ “radıyallahü teâlâ
anh” hazretleri, Süveyde bin Akîkden rivâyet eder. Süveyde
der ki, Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine söyledim. Ben
si’âdan bir kavm üzerine ugradım ki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü
teâlâ anhümâ” hazretlerini naks ile zikr ederler [kötülerler].
Eger onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü
söylemege cür’et edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ “ker-
– 269 –
remallahü vecheh” buyurdu ki: (Onlar hakkında kalbimde iyilik
ve güzellikden baska birsey bulundurmakdan Allahü teâlâya
sıgınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yas ile doldu. Elimi
tutdu. Agladıgı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve
güzel bir nesne tutdugu hâlde, bir belig ve muhtasâr hutbe
okudu. Buyurdu ki: Nedir o kavmlerin hâli ki, Kureysin iki seyyidini
kötü zikr ederler. Ve bana zan ederler o sey ile ki, ben o
seyden pâkım. Ve onların dediklerinden berîyim. Ve onların
dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için cezâlandırırım. Onları
mü’min olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler bugz etmez.
Her kim ki o ikisini sever. Muhakkak beni sever. Her kim o ikisine
bugz eder; bana bugz eder. Ben ondan berîyim. Bilmis
olunuz ki, muhakkak cümle nâsın hayrlısı bu ümmetde, Peygamberlerden
sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ
anh”. En önce müslimân olan odur. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sevdigi
odur.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri indinde bu ümmetin
en mükerremi odur. Bu ümmetde Peygamberlerden
sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve
âhıretde ondan sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûkdur.
Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyndir. Ondan sonra benim
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Allahü teâlâya benim için
ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim. [Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri
sânlarına yakısır seklde; (Eshâb-ı kirâm), (Hak Sözün
Vesîkaları), (Mektûbât Tercemesi) ve (Se’âdet-i Ebediyye)
kitâblarında anlatılmısdır. Lütfen bu kitâblardan okuyunuz!]
Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da, ibret al!
Su direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!
Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!
Pâdisâh olsan da, derler “er kisi niyyetine”,
Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beg ve fakîr,
varlıga magrur olan, mecnûn degil de, yâ nedir?





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)