MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Welcome, Guest
You have to register before you can post on our site.

Username
  

Password
  





Forum Statistics
Members:» Members: 27
Latest member:» Latest member: Fahriye
Forum threads:» Forum threads: 17,708
Forum posts:» Forum posts: 20,391

Full Statistics Full Statistics

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)



   


Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat rahat yataklarınızda uyumaz, Allâh Allâh diyerek çırılçıplak dağlara fırlardınız

“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat rahat yataklarınızda uyumaz, Allâh Allâh diyerek çırılçıplak dağlara fırlardınız.”

İfadesi Hz. Rasûlullâh’ın haşyetine işaret eder. Ve, kendisindeki o haşyeti dile getiriştir.

“İçinizde ‪#‎Allah‬’ı en çok bilen benim. En çok korkan da benim!” demesi de, haşyete işarettir.

Buradaki korku, haşyettir. Korku, bildiğimiz Allâh’ın sopasından korkma değildir. Hadiste ona işaret ediyor.

Yeryüzünde, Hz. Muhammed’den daha iyi, daha yüksek vahdet ehli olabilir mi? Onun bahsettiği en yüce durum işte bu haşyettir.

Ama, hayalindeki “tanrı”na “Allâh” etiketini yapıştırıp ona, Allâh diyenler, haşyetin ne olduğunu bilmezler. Onlara göre en yüksek mertebe aşktır.

Muhabbet, temeli ile ikilik ve şirktir. Tâ ki, aşkın en son noktası ikiliği kaldırır. O noktaya kadar hep ikiliktir, muhabbet! Zaten, haşyeti duyan kişide ikilik kalmaz! Çünkü, “Hiçlik” noktasındadır. Haşyetin sonucu; O azamet ve kibriyâ önünde hiç olduğunu hissediştir.

− Haşyet, Mardiye’de mi hissedilir?

− Mutmainne’de onun ilk hâlleri hissedilir, yaşanır. Radiye’de kemâle erer. Mardiye’de tam haşyet yaşanır. Mardiye’de ve Sâfiye’de belli olur.

− Bu haşyet duyulmaya başlandığında çok büyük acılar da yaşanır mı?

− Sen o haşyeti her zaman duyamazsın zaten... O ancak, bir namazda iken ve kendini o konuda yoğunlaştırdığında hissettiğin bir olaydır. Haşyet duymana rağmen beden duruyor, varlığını sürdürüyor. Beden ortadan kalkmıyor ki! Beden ortadan kalkmadığı gibi, bedenin dünyası da yaşamını sürdürüyor.

− Bu yaşam sürerken, yapılan fiillerin yanlışlığının farkına vararak bu sistem içinde korkuların yaşanması olacak mı?

− Olacak tabii!

− Peki, bunlardan sıyrılmak zikirden, ibadetten, Hacc’dan..?

− Şimdi bakın! ‪#‎Zikir‬, arabanızın deposunu benzinle doldurmaktır. Ama, arabayı hedefine götürmek yol bilgisi ister. Yolu bilmiyorsan, hangi yoldan nereye gideceğini bilmiyorsan, arabaya ne kadar benzin doldurursan doldur. Hatta, arkasına benzin dolu tank bağla istersen!

Önemli olan ilimdir!

Zikir, ilmin gelişmesi için gereklidir. Zikir hedef değildir ama, onsuz bir yere varılmaz. İlerleyemezsin! Mümkün değil! Ne kadar yol bilirsen bil, arabanın deposunda benzin yoksa çakıldın kaldın bir yerde.

Ben, “DUA VE ZİKİR” isimli kitabımda yazdım. Zikir istemek için bana gelmenize gerek yok ki! Bu kitabımda ben, herkesin neler yapabileceğini yazıyorum. Benim, kitaplarımda tüm bunları yazmaktan amacım, insanlar beni aramak gereğini duymasınlar, beni aramak mecburiyetinde kalmasınlar.

Gerekli olan tüm bilgiler kitaplarda var. Dolayısıyla beni aramanıza gerek yok!

---oOo---

İsa a.s. İki doğumdan sözetmiş. 1. Dünyaya 2. Semaya. Beden Dünyaya doğar, sonra "insan" ise semaya/melekûta doğar. ‪#‎Aşk‬ ta doğar! Ne demek?

Kendini beden kabullenmiş, bedenin kendi otomasyonu ile çalışan ve sonunda toprağa karışacak varlık olduğunu hissetmeyen bu bilgiyle gider. Kendisini beden kabullenenin tek doğumu vardır. Aşk'a doğan ise ikinci doğumu tadar ve Dünyadayken dünya kayıtlarında arınmış yaşar.

Aşk yaşayandan kopyalanır istidadı olanca. Öğrenilmez okunarak ya da dinlenerek. Aşk serhoşları vardır ateşteki demir misali. Aşk olan vardır.

İhlâs Sûresini ancak aşk yaşayanlar "okur". Aşk şarabı kimini ‪#‎Allah‬ serhoşu yaparken, kimine de Dünyadayken ölümü tattırır. Melekûtta yaşar.

Benlik zincirlerinden kurtulmadan AŞK olamazsın, aşkı yaşayamazsın. Kabullerin uçmana engel prangalarındır. Dünyan değerliyse aşkı unut!


Ahmet HULUSi
   

Evrensel Öz ve Özümüz


Hayvan, "insan"lık bilgisi edinmekle "insan" olmaz!
Bana bunu yaptırtan Allah'tır, demen seni cehenneminden çıkartmıyacaktır. İblis de öyle demişti!
İnsanlar arasındaki ilişkinin frekans boyutunda yürüdüğünü göremiyen bilim; insanın da gerçekte frekans yapı olduğunu farkedemez!
Bilim, beyinin frekans çözen frekans paketi olduğunu çözemediği sürece yabanda dolaşacaktır.


kitap:Hz.Muhammed Neyi Okudu

Evrensel Öz ve Özümüz

İnsanın, asla evrenden söz edemeyeceğini; “Evren” ismi altında anlatılmak istenen şeyin, ancak ve sadece kesitsel algılama araçları beş duyuya dayanan “insanın evreni” olduğunu anlatmıştık...

Daha sonra da, “madde” diye bir şeyin gerçekte var olmadığını; “madde” tespitini dahi beş duyuya dayanan algılama araçlarının yaptığını; başka algılama araçlarının da başka “madde”ler tespiti yapabileceğini açıklamaya çalışmış; ve her algılama aracına GÖRE değişen sayısız “madde” âlemleri vardır; ki onlar, bize göre, hep “madde ötesi” âlemlerdir, demiştik...

İnsan, beş duyu verileriyle evreni tanıyamayacağına göre; insan, evren içi bir varlık olduğuna göre; evrende her şey, madde ötesi dalgalardan ya da kuantsal yapıya dayanan çeşitli frekanstaki, çeşitli anlamları kapsamında bulunduran birimler olduğuna göre; bu takdirde özü itibarıyla “İNSAN” nedir?

Gözden öze yönelebilenlere, gözden öze geçebilenlere, beyinlerini beş duyu verileriyle bloke olmaktan kurtarıp, derin ve kapsamlı düşünce yoluyla, madde sanısından “Evrensel Öz”e doğru, bilim artı sezgi gücüyle kullanabilenlere göre...

Evrende mevcut olan her birim, yapısına ve algılama aracına göre yer aldığı katmanda, tüm evrensel öz değerlere sahiptir. “Evrensel öz”e sahip bulunan her birim, kendi algılama araçlarının oluşturduğu katmanda yaşadığı sürece, o katman kendi “madde” dünyası olarak mevcuttur; diğer katmanlar ise, “yok” hükmünü alır, algılama aracının kapasite yetersizliği dolayısıyla!

Gerçekte, evrende mevcut bulunan her şey, aynı özden meydana geldiği için, ister “Yaratan Güç” denilsin, ister günümüz deyişiyle “Salt Bilinç” diyelim bu evrensel kudret ve ilim, holografik bir biçimde, evrenin her katmanındaki her birimin her noktasında, aynı şekilde mevcuttur!

Evrene, aynı özden meydana gelmiş değişik terkiplerdeki sayısız türün algılama araçlarından bakışı bir yana koyup da; tüm algılama araçlarının kapasitesine sahip tek bir algılama aracıyla, Özden yapıya doğrultusunda bakabilirsek, algılarız ki; canlı, sonsuz, sınırsız, ilim ve kudret sahibi, kendi varlığı dışında başka bir şeyden söz edilmesi mümkün olmayan “TEK”ten başka bir şey mevcut değildir; ki artık siz, “O”na ne isim isterseniz veriniz!

Bugünkü bilimsel değerlendirmeler, geçtiğimiz binlerle yıllık süreç içinde mevcut olmadığı için, o günün gözden öze yönelenleri, beş duyunun kesitsel verileri üstüne, beş duyu ötesi algılama sistemlerini de devreye sokarak, bu gerçeklere önemli ölçüde ulaşmışlar; ancak ne var ki, kendi lisanları ile, “mecaz yollu” bu gerçekleri dile getirmişlerdir.

“Evrenin tek bir ruhtan meydana geldiğini”, “her şeyin varlığının bu tek ruh ile mevcut ve devam etmekte olduğunu”, “insanın, özünde mevcut olan bu ruhu, dışarıda aramasının boş bir şey olacağını” vurgulayan öze ermişler, ne yazık ki kendilerini gözle sınırlayanlar tarafından anlaşılamamışlardır.

Evren, özü itibarıyla tek ve tümel bir bilinç ve güç olduğuna, gerçekte sonsuz-sınırsız yapısına ve her birimin kendi ilmi ve kudretiyle, ve gene kendi varlığıyla var olduğuna göre; insan için evrenin gerçeğine vardırıcı tek yol, gene insanın kendi bilinci ve özüdür.

İster tüme varış; ister tümden geliş sistemleriyle hareket edelim, öncelik hep “tüm”dedir! “Tüm”ü bilmezseniz, bilmediğinize varamazsınız! “Tüm”ü bilmezseniz, tümden gelim olanaksızdır! Öyle ise her koşulda, öncelikle bilinmesi zorunlu olan “TÜM”dür!

“Madde”miz, beş duyu verilerine göre mevcut olan bir katman olduğuna göre; algılama araçları değiştikçe “maddeler” de değişeceğine göre; bu hükmü veren bilinç, kesinlikle anlaşılır ki madde değildir!..

Bilinç, madde olmadığına göre; “Evrensel Öz”den meydana gelmiş, “Evrensel Öz”le mevcut, ancak yapısını henüz değerlendiremediğimiz, meçhul frekanslı dalga boyudur!

Ve bu gerçeğe göre biz, evrendeki -göz boyutuna gore- milyarlarca galaksiden bir galakside, yüz milyarlarca yıldızdan birinin bir uydusunda yaşamakta olan, milyarca bedenden bir et-kemik beden değil; varlığını “Evrensel Öz”den alan ve “O” öz ile var olan bir bilinç titreşimiyiz!

Beş duyu sınırlamaları dolayısıyla, “madde” diye isimlendirdiğimiz her şey dahi, değişik frekanslardaki ışınsal yapıdan başka bir şey değildir!...

Ne var ki, “Evrensel Öz”ü holografik bir biçimde varlığında bulunduran; ve hatta o “Evrensel Öz”ün mevcudiyetiyle var olan; holografik bir biçimde öz sahibi ışınsal yapı olan varlığımıza, bizden öncekiler “RUH” adını takmışlardır.

Öyle ise, insan için, “yok olma” anlamında “ölüm” asla söz konusu olmayıp; olay, kişinin bilincinin, madde boyutundan holografik ışınsal beden boyutuna sıçramasıdır; ya da eskilerin tanımlamasıyla; “Ruhlar âlemine geçiş” söz konusudur... Ve bu holografik ışınsal özellikli beden için, ışınsal evrende, eriştiği algılama kapasitesiyle, bu kapasiteye bağlı katmanda sonsuza dek yaşam mevcuttur.

Ahmed Hulusi
   

Kâbe ve İnsan

Uzun bir yolculuktayız…

Büyük bir kervan içinde akıp gidiyoruz. Her şey akıyor, çocukluğumuz, gençliğimiz, yaşlılığımız, dostlarımız, düşmanlarımız…

İçinde yaşadığımız dünya, nehirler, dağlar, bulutlar, gezegenler, yıldızlar, galaksiler, bütün âlem… Hiçbir şey durmuyor…

Yönsüz yolculuk bir savrulmadır, bir kopuş. Bu sonsuz hareket içinde sahih bir yön edinmek ve oraya yönelmek bu yüzden önemli.

Müslümanın yönü Kâbe’dir, yönelişi orayadır. Ve eğer güç yetirebilirse hayat yolculuğunda yolunu bir kez oraya düşürmelidir.

Aklımız ermeye başladığında fark ettiğimiz ilk şeylerden biri sürekli bir akış hali. Durduramadığımız, asla durduramayacağımız bir yolculuk devam edip gidiyor. Her şey ayarlanmış, her varlık bir program dahilinde akıyor, bir şeye, bir yere gidiyor.

İlk insan, ilk yolculuk

İnsanın yolculuğu ilk insanla yani babamız Âdem a.s.’la başladı. Cennet’ten başladı. Şeytanın ilk babamızla anamızı aldatması ile yol gözüktü. Yüce Mevlâ, onların tevbesini kabul buyurdu. Ama ilâhi takdir onları cennetten çıkartıp dünyaya yerleştirdi.

Âdem a.s. ile Havva validemiz ve onların neslinden gelecek olan bütün insanlar artık yeryüzünde yaşayacaklardı. Yüce Mevlâ’nın ahlâkını, yani göklerin ve yerin taşıyamadığı o yüce emaneti temsil edeceklerdi. Hem de baş düşmanları şeytanın amansız tacizleri altında…

Bir ömür yeryüzünde yaşayacaklar, ocak yuva kuracaklar, çoluk çocuk yapacaklar, kâh ağlayacak kâh gülecekler, ahiret hayatını burada kazanacaklar, nihayet ölümle dünya hayatlarını bitireceklerdi. Onların neslinden gelen bütün çocukları da benzeri bir hayatı yaşayıp dünyadan göçecekler, sonunda da büyük bir mahkemede hesap verip Rablerine döneceklerdi. Bu yolculuk işte o zaman bitecekti.

Yüce Mevlâ hükmünü vermişti. Bundan geri dönüş yoktu. Öyle de oldu.

Âdem a.s. ile Havva validemiz yeryüzüne indirildi. Tevbelerine devam ediyorlardı. Kim bilir Kur’an -ı Kerim’de haber verilen o içli yakarışlarını kaçıncı kez tekrar ediyorlardı:

“Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen muhakkak hüsrana uğrayanlardan olacağız..” (Araf, 23)

Dualar ediyor ve secdelere kapanıyorlardı. Secde ediyorlardı ama yöneldikleri bir kıbleleri var mıydı?

Yedi kat semada bulunan meleklerin ve haklarında bilgi sahibi olmadığımız diğer sema ehlinin bir kıblesi vardı. Yüce Mevlâ’ya kulluklarını yaparken ona yöneliyor, onun etrafında tavaf ediyorlardı. Rasul-i Ekrem s.a.v ., Miraç gecesinde onu görmüştü. Yedinci kat semada Arş-ı Âlâ’nın tam altındaydı. İbrahim a.s. ile orada görüşmüştü. Sonra içine girip namaz kılmış ve hakkında şöyle buyurmuştu:

“Her gün ona yetmiş bin melek girer ve kıyamete dek geri dönmezler.” (Taberî, Tefsir, 15/13-14)

Etrafında binlerce meleğin sürekli olarak tavaf ettiği yedinci kat semadaki bu mabedin adı “ Beyt-i Mamur”du . Tûr Suresi’nde Rabbimiz’in üzerine yemin ettiği Beyt-i Mamur…

Peki yeryüzüne indirilen Âdem a.s. ile Havva validemizin ve onlardan gelecek neslin bir kıblesi, yönelecekleri bir yer olmayacak mıydı?

Yeryüzünün ilk evi, ilk şehri

Âdem a.s. ve Havva anamız, yeryüzüne indirildiklerinde hiçbir yerleşim emaresi yoktu. Ama Kâbe-i Muazzama’nın yeri belliydi. Yüce Mevlâ, Âdem a.s.’a yerini bildirdi ve meleklerle birlikte inşaatını yapıp tamamladı. (Kurtubî, Tefsir, 2/ 120-121 )

Böylece yeryüzünde insan için kurulmuş olan ilk ev Kâbe-i Muazzama oldu. Yüce Rabbimiz, ilk evin Kâbe, şehirlerin anası demek olan Ümmü’l – Kurâ’nın ( En’am , 92), bir nevi dünyanın başşehrinin de Mekke olduğunu bize bildirmiştir:

“Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke’de olandır; alemlere bereket ve hidayettir.” ( Âl -i İmran, 96)

Hz. Âdem a.s. ve ona tabi olanlar namazlarını kılarken, ibadetlerini yaparken Allah’ın evi olarak Kâbe’ye yöneldiler, Yüce Mevlâ’ya itaatlerini ifade etmek için onun etrafında dönerek tavaf ettiler.

Kâbe-i Muazzama, insanın yeryüzündeki varlığıyla aynı geçmişe sahiptir. İnsanı dağınıklıktan kurtarmak ve tevhide, bir ve tek olana ulaştırmak için alemlerin sahibi tarafından insanoğluna ihsan edilmiştir.

İnsanın her günkü hayatında yönünü belirleyen ve hayatın merkezine yerleşen ilâhî bir unsur, sanki göklerden yeryüzüne uzatılmış bir kurtuluş merdivenidir.

Ayette ifade buyurulmuştur: Kâbe-i Muazzama sadece yeryüzü için değil, bütün alemler için berekettir. Hem maddi anlamda, hem de manevi anlamda berekettir. Aynı zamanda o, bütün alemler için hidayettir. Arz’dan Arş’a yükselen manevi bir koridor gibi cazibesine ya da yörüngesine girenleri Yüce Mevlâ’ya ulaştıran bir hidayettir.

Adem a.s.’dan sonra Kâbe

Zaman su gibi akıp gidiyordu. Âdem a.s.’ın çocuklarından Nuh a.s.’ın yaşadığı dönem geldi. O da insanları Allah’a kulluğa davet etti. Çoğunluğu bu daveti reddedince büyük bir tufan meydana geldi. Yeryüzünü sular kapladı. İşte bu esnada bütün şehirler olduğu gibi Mekke de su altında kaldı. Kâbe-i Muazzama yıkıldı, yeri belirsiz hale geldi.

Yıllar sonra Yüce Mevlâ İbrahim a.s.’ı peygamber olarak gönderdi. Kâbe’nin temellerini bulup ortaya çıkarmak ve onu inşa etmek için İbrahim a.s.’ı, onun vefakâr eşi Hacer anamızı ve sadakatli oğlu İsmail a.s.’ı seçti.

O sıralarda İbrahim a.s. Ürdün taraflarında yaşıyordu. Oğlu İsmail a.s. yeni doğmuştu. Yüce Mevlâ’nın emri gereği genç hanımı Hacer validemizi ve kundaktaki İsmail a.s.’ı yanına alıp yola çıkması gerekiyordu. İbrahim a.s ., ilk hanımı Sare anamızı Ürdün’de bırakıp yola çıktı. Vahyin kılavuzluğunda yol alarak nihayet Mekke’ye ulaştı.

İbrahim a.s. ve Kâbe’nin yeniden inşası

Mekke o sıralar çölün orta yerinde ıpıssız bir yer. Etrafı güneşten kavrulmuş dağlar, orta yerde bir düzlük, kızgın kumların üzerinde üç insan; başka hiç kimse yok… Bütün insanlık için görevlendirilmiş üç insan… Başka kimsenin farkında olmadığı, olamayacağı bir görev için buradaydılar. Kendilerinden sonra gelecek her bir insan namına büyük bir yük altındaydılar. Bunca yola ve çilelere bütün insanlık için katlanmaktaydılar.

İbrahim a.s. bunun farkındaydı. Ya Hacer validemiz? Ya koynundaki bebek? Daha sonra bunu mutlaka anlayacaklardı. Ama o an, yani İbrahim a.s.’ın Hacer validemizi koynundaki bebekle o çölün orta yerinde bıraktığı an, büyük ihtimalle bunları bilmiyorlardı. Ama Hacer validemiz biricik eşine, gönlü merhametle dolu Allah’ın Nebisi İbrahim a.s.’a iman ediyordu.

İbrahim a.s. o yumuşak, o merhametli peygamber, değerli eşini ve kundaktaki yavrusunu çölün ortasında bırakıp geri dönmüştü. Hacer validemiz peşinden koştu. Kendilerini bırakıp nereye gittiğini sordu. Sorusunu üç kere tekrarlamasına rağmen bir cevap alamadı. Çünkü İbrahim a.s. cevap veremeyecekti. İçindeki yangını göğsünde söndürecekti ama cevap vermeyecekti. Sonunda Hacer validemiz, “Bunu Rabbimiz mi sana emretti?” diye sorunca, İbrahim a.s. sadece “evet” diyebildi. Bu Hacer validemize yetiyordu. “O zaman git, O bizi zayi etmez.” diyordu. İşte Kâbe’nin yeniden inşası ve namazın hayata ikamesi için seçilen kadın böyle bir imana sahipti.

Çölün ortasında kundaktaki yavrusuyla tek başına kalıyordu da, Rabbi istediği için gönül hoşluğuyla razı oluyordu. Sığınacağı bir evi yoktu, yatacağı bir döşeği de… Sadece birkaç öğünlük yemeği ve suyu vardı.

Ne eşsiz sadakat, iman ve tevekkül!.. Şu ahir zamanda buna ne kadar muhtacız…

Bunca çile neden?


İbrahim a.s. Hacer validemizden uzaklaştıktan sonra bir tepeciğin üzerine çıktı. Oradan Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yeri görüyordu. Ama Hacer validemiz O’nu göremiyordu. İşte tam oradan Kâbe’nin temellerinin bulunduğu yere yönelip Yüce Mevlâ’ya şöyle dua etti:

“Ey Rabbimiz! Neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harimin’in yanında çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, bunu namazı ikame etmeleri için yaptım…” (İbrahim, 37)

Demek ki bunca yolculuk, bunca hasret, bunca çile namazı ikame etmek için… Namazı ikame etmek ne olabilir? Günlük hayatın merkezine namazı, yani Allah’a secdeyi yerleştirmek… Kâbe’ye, Allah’ın evine yönelerek O’nun huzurunda olduğumuzun farkında olmak… Tayin edilen vakitlerde ve cemaatle eda etmek. Diğer bütün işlerimizi namazın etrafında örgülemek . İşte namazı ikame etmek bu…

Yüce Mevlâ, her bir insanın dünyasını ve ahiretini ilgilendiren bu görevi İbrahim a.s.’a, Hacer validemize ve İsmail a.s.’a vermişti. Yüce Mevlâ sanki bu hadisenin hiç unutulmamasını istiyordu. İnsanların aklından çıkmasın diye duyan herkesin içini yakacak bir hatırayla Kâbe-i Muazzama’yı ortaya çıkartıyordu. İşte bunun için Hacer anamız kundaktaki bebeğiyle ıpıssız çölün ortasında bıraktırılıyordu.

Safa ve Merve tepelerindeki hatıra

Kısa zamanda azık da su da bitti. Bebeğe verecek bir damla süt bile gelmez oldu. Ana yüreği bebeğinin ağlamalarına dayanabilir miydi? Aramaya başladı; bir o tepeye, bir bu tepeye koşuyordu. O sıralarda küçük birer tepecikti Safa ile Merve. Safa tepesine çıkınca bir su kaynağı veya gelip geçen birini görebilmek ümidiyle etrafa bakıyordu. Bir taraftan da uzakta yatan bebeğini gözetliyordu. Bir şey göremeyince kendinden geçercesine Merve tepesine yöneliyordu. İki tepenin arasındaki düzlüğe ulaşınca eteklerini toplayıp hızlıca koşuyor, tepeye doğru tırmanırken yavaşlıyordu. Bebeğinin ağlama sesi geldikçe telaşlanıyor ve koşuyordu.

Bir o tepeye bir bu tepeye altı sefer yapmıştı. Ama ümit verici hiçbir emare gözükmüyordu. Merve tepesine doğru tırmanmıştı; bu yedinci seferiydi. Etrafta yine hiçbir şey yok. Tam o esnada bir ses duydu. Baktığında bebeğinin yakınında bir melek duruyordu. O, Cebrail a.s.’ dan başkası değildi. Yeri eşeledi ve oradan su kaynamaya başladı. Hacer validemiz büyük bir telaşla onu avuçlayıp testisine doldurmaya koyuldu. Suyun boşa akmasını istemiyordu. Onun Zemzem olduğunu, Yüce Mevlâ’nın önce onlara ve daha sonra bütün insanlığa ihsan ettiği bereketli bir kaynak olduğunu nereden bilecekti?

Bir gün Rasul-i Ekrem s.a.v. Hacer anamızın bu halini anlatırken şöyle buyurmuştu: “Allah İsmail’in annesine rahmet eylesin, eğer onu avuçlamasaydı kaynayan bir pınar olacaktı.”

Hacer validemiz sudan içti ve çocuğunu emzirdi. Cebrail a.s. ise ona şu müjdeyi veriyordu: “Zayi olmaktan sakın korkma! Burada Allah’ın evi vardır. Bu bebek ve onun babası onu yeniden inşa edecekler. Allah onun ehlini zayi etmez.” (Buharî, Enbiya 12; Sünen-i Beyhakî , 5/98)

Herkes davetli


Yüce Mevlâ, Hacer validemizi yavrusuyla birlikte korudu, büyüttü. Geçen kervanlardan Mekke’ye gelip yerleşenler oldu. Derken küçük bir kasaba haline geldi. Daha sonra Allah’ın takdir ettiği bir günde İbrahim a.s ., Mekke’ye geldi ve oğlu İsmail a.s. ile Kâbe’nin temellerini ortaya çıkartıp inşasını yaptı. Mekke ahalisi İbrahim a.s.’a tabi oldu. Onunla birlikte Kâbe’ye yönelerek Yüce Mevlâ’ya kulluklarını yaptı.

Bir gün İbrahim a.s. bütün insanlığı hacca davet etmekle görevlendirildi. Tabii ki Allah Tealâ tarafından… Bu olay, Kur’an-ı Kerîm’de şöyle ifade buyuruldu :

“Bir zamanlar İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. İnsanlar arasında haccı ilân et! Gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan yorgun argın develer üzerinde gelsinler!.. ” (Hac, 26-27 )

İbrahim a.s.’ ın yapmış olduğu bu daveti Yüce Mevlâ yer ile gök arasında bulunan herkese hatta taşlara, ağaçlara, topraklara varıncaya kadar her şeye işittirdi. Bu davete bütün varlıklar “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diyerek itaat etti. (Hakim en- Nisaburî , el-Müstedrek ala’s – Sahihayn , 2/421, 601)

Yoluna gücü yeten herkes davetliydi artık. Kâbe’yi ziyaret etmek için atılan her adım, harcanan her kuruş ibadet olarak yazılıyordu. Hem de farz bir ibadet… Hacca veya umreye gitmeyi arzulamak, niyet etmek, sohbetini yapmak, derdine düşmek, kısaca Kâbe’yi ziyaret uğruna herhangi bir şey yapmak insanın yapabileceği en mübarek amel olarak kaydediliyordu.

Dışarıdan bakıldığında bir seyahat; doğru… İnsan zaten bir yolcu değil mi? Zaten büyük bir kervan içinde akıp gitmiyor mu? Hep mekân değiştirip durmuyor mu? İşte Yüce Mevlâ kulunun bu en önemli özelliğini ibadete çevirmiş. Her bir adımına mükâfat ihsan eylemiş. Evini ziyarete gelenleri anasından doğduğu gün gibi bütün günahlarından temizleyeceğini vaat etmiş. Misafirleri olarak maddi-manevi ikramlarla onları geri göndereceğini haber vermiş…

Son Nebi ve Kâbe


İbrahim a.s.’dan sonra her zaman olduğu gibi toplumda çeşitli yozlaşmalar oldu. Gelen nesillerin bir kısmı İbrahim a.s.’ın yolunu terk etti, putlara tapmaya başladı ve Kâbe-i Muazzama’nın etrafını putlarla doldurdu.

Allah Tealâ , İbrahim a.s.’ın torunları arasından son elçisini gönderdi. Muhammed Mustafa s.a.v.’i Mekke topraklarında nübüvvetle görevlendirdi. Yirmi üç sene içerisinde şirk alameti olarak ne varsa hepsini temizledi. Mekke, Medine ve bütün Arap yarımadası Kâbe’nin sahibine iman eyledi. Bu hidayet halka halka genişlerken, Efendimiz s.a.v. insanı kemale erdirecek bütün hakikatleri ve ibadetleri müminlere öğretti.

Hicretin onuncu senesiydi. Bu senenin, Rasul -i Ekrem s.a.v.’in dünyadaki ömrünün son senesi olduğunu kim bilebilirdi? Allah’ın dinini insanlığa tebliğ yolunda hiç kimsenin tahammül edemeyeceği çilelerle, mücadelelerle dolu peygamberliğinin yirmi üçüncü yılıydı.

Onuncu yılın Zilkade ayında Rasul -i Ekrem s.a.v. hacca gideceğini ilan buyurdu. Bu haber her tarafa yayıldı. Yürüyebilen veya binekli olarak yola çıkabilecek olan herkes hazırlıklarını yapıp Medine’de toplanmaya başladı.

Rasul-i Ekrem s.a.v ., Medine’ye hicretten sonra altı yıl Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edememişti. Altıncı yıl çıkmış olduğu umre yolculuğu, Mekke’deki müşriklerin engellemesi sonucu Hudeybiye’de son bulmuştu. Efendimiz s.a.v. Hicret’ten sonra ancak yedinci yılda Kâbe’yi ziyaret edebildi.

Mekke’de toplam üç gün kalabilmişti. Umresini tamamlayıp geri döndüğünde Mekke’deki müşrikler, ertesi yıl Mekke’nin fethedileceğini nereden bileceklerdi?

Hicretin sekizinci yılında Mekkeli müşrikler Hudeybiye anlaşmasını bozunca Efendimiz s.a.v. büyük bir orduyla Mekke’yi fethetti. Hemen peşinden çevre kabilelere doğru fethi genişletti. Bu esnada Mekke’ye otuz kilometre kadar bir mesafede bulunan Cirane’den bir umre daha yaptı.

Hicret’in dokuzuncu yılında Rasul -i Ekrem s.a.v. Medine’de kaldı. Hac için Hz. Ebu Bekir r.a.’ı görevlendirdi. Hicretin onuncu yılında da hep birlikte hacca gitmek için hazırlıklara başlandı. Bu Allah Rasulü’nün dünya gözüyle Kâbe’yi son ziyareti olacaktı. Bundan dolayı daha sonra bu ziyarete Veda Haccı ismi verilecekti.

Efendimiz s.a.v. Hicret’ten sonra iki umre yapmıştı. Şimdi hac için yola çıkıyordu. İslâm’ın beşinci şartı olan hac ibadetini yapacaktı. Bu esnada hac ibadetinin önemini ve ne şekilde yapılacağını da ümmetine öğretecekti.

Yüce Mevlâ ayetlerini inzal buyuruyordu:

“Yeryüzünde insanlar için konulmuş olan ilk ev, Mekke’de olandır. Mübarek kılınmış ve bütün âlemler için hidayet olmuştur. Orada apaçık deliller ve İbrahim’in makamı vardır. Beytullah’ı haccetmek, yoluna gücü yetmek şartıyla bütün insanlar üzerine Allah’ın hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmran, 96-97 )

İhram


Rasul-i Ekrem s.a.v ., Medine’de toplanan yüz bini aşkın müslümanla Zilkade ayının sonlarına doğru yola çıktı. Medine’nin yakınında bulunan ve Medine’lilerin mikat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrama girdi. İki rekât namaz kıldı ve telbiye getirdi:

“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk: Buyur Allahım emrine geldim. Buyur Allahım , senin ortağın yok. Hamd sana. Nimet de hükümranlık da senin. Senin hiçbir ortağın yok.”

İhrama girmek, normalde helal olan birçok şeyi kişinin kendisine haram kılması demektir. Giyinmeden traş olmaya, koku sürünmeden yüzü örtmeye, yeşillik koparmaktan avlanmaya varıncaya kadar birçok şeyden el etek çekmek demektir. Adeta harem topraklarında Allah’ın misafiri olarak ölümü ve ahireti yaşamak… Zorunlu ihtiyaçlarla yetinip, çoğunlukla ibadetle, tefekkürle, tezekkürle meşgul olmak demektir.

Tavaf


Rasul-i Ekrem s.a.v ., etrafında yüz binden fazla Sahabi ile Mekke’ye ulaştı. Benî Şeybe kapısına kadar ilerledi. Kâbe’yi görünce ellerini kaldırıp dua etti. Sonra rida denilen ihram bezinin üst kısmının bir tarafını sağ omzunu açıkta bırakacak şekilde koltuğunun altından geçirip sol omzuna attı ( ıztıba ). Doğruca Hacer-i-Esved’in yanına gitti. Gözyaşlarını tutamıyordu. Ellerini yaslayıp onu öptükten (istilâm) sonra şöyle söyledi:

– Bismillâhi Allahu Ekber . Ey Allahım ! Sana iman ederek (geldim); Kitabını ve Rasulü’nün sünnetini tasdik ederek (geldim).”

Efendimiz s.a.v. tavafa böyle başlamıştı. Biz de O’nun gibi tavaf yapmalıyız. Kâbe’nin etrafında dönmenin, Allah’a itaatin en üst seviyede ifadesi olduğunu bilerek tavaf yapmalıyız. Hacer -i Esved’i öpmek mümkün olmayınca, uzaktan ellerimizi kaldırıp “ Bismillâhi Allahu Ekber ” diyerek istilâm etmeli ve tavafa başlamalıyız. Allah Rasulü’nün gözyaşlarını hatırlayarak gönlümüzün ve gözümüzün nurlanmasını dileyerek başlamalıyız.

İbn Ömer anlatıyor: “ Rasulullah s.a.v. Hacer -i Esved’i istikbal etti ve sonra istilam etti. Sonra da iki dudağını üzerine koyup uzun uzun ağladı. Döndüğünde Ömer’i yanında gördü o da ağlıyordu. Şöyle buyurdu: Ya Ömer, burada gözyaşları dökülür.” (Sahih-i İbn Huzeyme , 4/212)

İbn Abbas r.a. anlattı: “Nebi s.a.v. şöyle buyurdu: Allah, kıyamet gününde Hacer -i Esved’i diriltecek; onun gören iki gözü ve konuşan dili olacak da, kendisini istilâm edenlere dosdoğru olarak şahitlik edecek. ( Tirmizî , Hac 113; Sünen-i Beyhakî , 5/75)

Rabbimiz’e gönlümüzü açıp: “Ey Rabbim! Sana iman ettiğim için geldim. Bu evi mübarek kılanın sen olduğuna iman ederek geldim. Kitabında yer alan ve Rasulün İbrahim a.s.’a yaptırmış olduğun davete icabet ederek geldim. Rasulün Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.’in sünnetine uyarak geldim. Onlar nasıl evini tavaf ettilerse, onların izlerine basarak onların yolundan gitmek için geldim.” diyerek nice hayırlı insanların ve binlerce meleğin arasında tavaf ettiğimizden asla şüpheye düşmemeliyiz.

Sa’y

Tavafı tamamladıktan sonra Rasul -i Ekrem s.a.v ., Safa tepesine yöneldi. Oraya yaklaşınca Safa ve Merve’nin Allah’ın şiarlarından (mübarek kıldığı sembollerden) olduğunu bildiren Bakara 158. ayetini okudu. Üstüne çıkınca Kâbe’ye doğru döndü ve oraya bakarak tehlil ve tekbir getirdi:

– “Allah’dan başka ilâh yoktur. Tektir. Eşi ve ortağı yoktur. Hükümranlık O’nun, hamd , O’na mahsus. Diriltir, öldürür; her şeye kadirdir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yok. Vaadini yerine getirdi, kuluna yardım etti. Toplanmış olan bütün kabileleri, tek başına bozguna uğrattı.”

Bir müddet dua ettikten sonra Safa tepesinden Merve tepesine doğru yürümeye başladı. İki tepe arasındaki düzlüğe ulaştığında hızlıca ve salına salına koştu. Merve tepesine yaklaşınca yine yukarıdaki ayeti okudu ve tepeye varınca Kâbe’ye dönerek tekbir ve tehlilde bulundu. Dua yapıp Safa tepesine doğru döndü.

Allah nasip eder de hacca veya umreye gidersek, Hacer validemizi mutlaka hatırlamalıyız. Safa ile Merve tepeleri arasındaki sa’y (hızlı yürüyüş, koşturma) onun bir hatırasıdır. O kendisinden sonra gelen bütün insanlık için bir görevi üstlenmişti, namazı hayata ikame etme görevini. Bu görevi yerine getirmek için Ürdün’den Mekke’ye hicret etti. Bebeğiyle yapayalnız çölün ortasında hayat mücadelesi verdi.

Safa tepesinden Merve tepesine koşturup durması, Kâbe’yi yeniden inşa edecek olan bebeğinin hayatta kalması içindi. Yeryüzünde kılınan her namazda Hacer anamızın, İbrahim ve İsmail a.s.’ ın hakkı ve hatırası vardır. Bizim için o çilelere katlanan Hacer anamızın çektiği ıztırabı bizim hissetmemiz mümkün değildir. Ama sa’y yaparken Hacer anamızı hatırlayarak onunla koştuğumuzu düşünebiliriz. İsmail a.s.’ ın ağlama seslerini hayal edebiliriz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in Hicret’ten yedi yıl sonra etraftan seyreden Mekkeli müşriklerin bakışları altında büyük bir hasret ve iştiyakla burada sa’y ettiğini düşünebiliriz. Böylece bir anlamda namazın hayata ikamesi hususunda verilen mücadelelere katılmış oluruz.

Safa ile Merve arasında sa’y etmek sadece yürümek veya koşmaktan ibaret değildir. Onlar, Allah’a davetin, O’na kulluğun ve bu uğurda çekilen çilelerin şahitleridirler. Bunun için Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:

“Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın şiarlarındandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir beis yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” (Bakara, 158)

Vakfe


Rasul-i Ekrem s.a.v., Zilhicce’nin sekizinci günü Mina’ya çıktı. Orada bir gece kalıp ertesi gün Arafat’a hareket etti. Orada veda hutbesini irad buyurduktan sonra, öğle vaktinde öğle ile ikindi namazlarını birleştirerek kıldı. Sonra Rahmet tepesinin eteğine gelerek devesini kayalıklara yaklaştırıp Kâbe’ye doğru yöneldi. Ellerini kaldırıp duaya başladı. Güneş batıp sarılığı gidinceye kadar uzun bir süre duaya devam etti. Allah’a imanını ve teslimiyetini dile getirdi. Bol bol tevbe etti. Her türlü kötülükten ve musibetten O’na sığındı.

Arafat meydanı, hac yolculuğunun son noktasıdır. Gidişin noktalanıp dönüşün başladığı mekândır. Orası adeta saatlerin durması, derin bir ömür muhasebesinin yapılması gereken bir yerdir. Günahların döküldüğü ve ilâhi lütufların çekildiği bir yer. Herkesin kendi derdine yandığı bir yer. Yeryüzünün her köşesinde alev alev yanan gönüllerin niyazlarını bir araya getirdikleri bir meydan…

Orada Mevlâ’ya yükselen tevbelerin ve niyazların arasında herkes kendi derdine düşmeli, günahına yanmalı, gözünü etraftan kurtarmalı, sadece Rahman’a yalvarmalı. Ömürde belki de bir daha nasip olmayacak olan bu ânı , sadece Yüce Mevlâ’ya niyaza ayırmalı.

Veda zamanı

Rasul-i Ekrem s.a.v., güneş battıktan sonra Müzdelife’ye hareket etti. Ertesi gün Mina’da şeytan taşladıktan sonra kurbanlarını kesti ve Kâbe’ye doğru yolculuğuna devam etti. Ziyaret tavafından sonra tekrar Mina’ya çıktı. Üç gün peş peşe Mina’da ikamet buyurduktan ve bu günler içinde her gün üç mahalde şeytanı taşladıktan sonra Kâbe’ye döndü. En sonunda veda tavafını yaptı.

Veda tavafından sonra Efendimiz s.a.v. Mekke’den ayrıldı. İbadetlerimizi nasıl yapacağımızı kendisinden öğrenmemizi ve nasıl ibadet ediyorsa öyle ibadet etmemizi tavsiye ediyordu. Şöyle buyurmuştu:

“ Menâsıkınızı ( Hacc ve umre ile ilgili ibadetlerinizi) benden alın; bilemiyorum, belki de bu hacdan sonra hac yapamam.” (Müslim, Hac 310)

. . .

İlk insandan itibaren yeryüzü ehlinin kıblesi olan Kâbe-i Muazzama, müslümanların sadece ibadetlerinin değil, hayatlarının ve anlayışlarının da kıblesidir. Âdem a.s.’ dan Muhammed Mustafa s.a.v.’e kadar bütün peygamberler bu hakikatin şahitliğini yapmışlardır. Günlük yaşantımızda yerini alan Beytullah’ı dünya gözüyle ziyaret etmek dinimizin beş temel şartından biridir. Onu ziyaret etmenin insana neleri kazandıracağı, ziyaret etmeden asla anlaşılamayacak hakikatlerdendir.

Diller donuk, gönül yanık, kelimeler aciz kalıyor. Yüce Mevlâ kullarına Kâbe’nin sıcaklığını, ziyaret esnasında ihsan ediyor. Bunu yaşamak lazım. Gücü yeten herkesin ömründe bir kez olsun yaşaması lazım…

Yön ve Yönelmek Neden Önemli?

Yüce Mevlâ’nın mekânı yoktur. Ne mekân, ne zaman, hiçbir şeyle sınırlı değildir. Çünkü yeri ve zamanı yaratan O’dur . Yaratılmış olan bütün varlıklar ise sınırlıdır; hepsine bir mekân tayin edilmiştir. Melekler gibi manevi varlıkların, insanlar gibi hem maddi hem manevi yönü olan varlıkların ve dağ-taş gibi tamamen maddi varlıkların da bir mekânı vardır. Dolayısıyla bütün varlıkların bir yön’ü vardır. Mekânı ve yönü olmayan tek varlık Allah Tealâ’dır .

Şuurlu varlıkların ve tabii ki bunların arasında insanın anlayışında, hissedişinde mekân ve yönün çok büyük önemi vardır. İman ettiği Yaratıcı’yı görmek, O’na yönelmek, hatta mümkün olsa dokunmak ister. Halbuki Yüce Mevlâ, zamandan da mekândan da münezzehtir. Bunun için Yüce Rabbimiz, kullarının fıtratlarına uygun olarak görebilecekleri, dokunabilecekleri, yönelebilecekleri bir mekânı kendisini temsil etmek üzere evi olarak tahsis etmiş ve bereketlendirmiştir.

Melekler, cinler ve insanlar, Allah Tealâ’nın sonsuzluğuna ve sınırsızlığına iman ederler. İbadetlerini ise kendilerine verilmiş olan bedenleri ve ruhlarıyla yaparlar. Meleklerin bedenleri nurdan, cinlerin dumansız ateşten ve insanlarınki ise topraktan yaratılmıştır. Her birisi sınırlı varlıklarıyla, kendilerine tayin edilmiş olan mekânlarda ibadetlerini yaparlar ve ibadetlerini yaparken mutlaka bir tarafa doğru yönelirler.

Ne tarafa yönelirlerse yönelsinler, hakikatte Yüce Mevlâ her an onların karşısındadır. Bununla birlikte onlara mekân ve yön anlayışını veren Yüce Mevlâ, kullarına lütufta bulunmuş ve anlayışlarına uygun olarak kendisini temsil eden bir mekâna onları yönlendirmiştir. Ona yönelmeyi ve onu ziyaret etmeyi kendine yönelme ve kendini ziyaret etme olarak kabul buyurmuştur. Onu ziyarete gelenleri kendi misafirleri olarak isimlendirmiştir. Sema ehli için bu mekân Beytü’l -Mamur’dur. Yeryüzüne indirilen insanoğlu için de göklerdeki Beytü’l -Mamur’un tam izdüşümü olan Kâbe-i Muazzama’dır. Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ifadesine göre Beytü’l-Mamur’dan bir şey düşecek olsa, yeryüzünde tam da Kâbe-i Muazzama üzerine düşecek kadar aynı hizada kılınmışlardır.



Mehmet IŞIK , Semerkand Dergisi, Aralık 2005.
   

Bi-Rabbihim

Kur’ân-ı Kerîm’de “B” harfi kadar öncelikli ve O’nu “OKU”mada, çok önemli bir anahtar olan “Bi-Rabbihim” tanımlaması üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Zira bu husus ne kadar anlaşılırsa, Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı inceliklerin fark edilmesi de o kadar kolaylaşacaktır.

“Bi-Rabbi-HİM”, her birimin özünde mevcut olan ve Esmâ terkibi şeklinde açığa çıkan Rubûbiyet boyutuna işaret ederken, “Bi-Rabbi-KE”,sendeki isimler bileşimi hâlinde açığa çıkan, özündeki Rubûbiyet boyutunu dillendirmektedir.

Rabbihim=Rablerine, yani Rabb-ül âlemîn’e işaret ederken, Bi-Rabbihim=Onların Özlerinde, Hakikatlerinde mevcut olan, o boyuttan -mertebeden- her birinde tasarruf eden Rubûbiyet (Rab’lik) kuvvesi anlamını taşır.

Ancak bundan dolayı da, kesinlikle parçalanma, yani ayrı ayrı Rab’ler anlaşılmamalıdır!

Bütün, ampul filamanlarına gelen elektrik aynıdır; Rubûbiyet boyutunun genel anlamına örnek olarak... Filamanlar ise birimi oluşturan Allâh isimleri bileşimi, yani Esmâ terkipleri misalidir... 1967 yılında yazdığım “TECELLİYÂT” isimli kitabımda anlatmıştım bu konuyu. Oradan okuyabilirsiniz.

Konuya bir örnek: “Kadr” Sûresi’ni hatırlayalım...

“Tenezzelül Melâiketü ver Rûhu fiyha Biizni Rabbihim min külli emr”

“Melekler ve Ruh Onda tenezzül eder, Rablerinin izni ile her hükümden…” (97.Kadr: 4)

“RUH” her ne kadar, yalnızca kişinin ölüm ötesi bedeni gibi anlatılmışsa da, Kurân’daki esas işareti, “o şeyin mânâsı, taşıdığı anlam” şeklindedir!

Buna göre, “insanın ruhu” denildiğinde, insanın varlığını meydana getiren Esmâ terkibinin ihtiva ettiği genel anlam, anlaşılır. Nitekim halk dilindeki “ben senin ruhunu okurum” deyimi de bu anlamla paraleldir.

“KADR” nedir; gökten inen(!) Kadir nasıl iniyor?.. Bu konuya daha sonraki yazıda devam etmek istiyorum!

Bu arada dikkatimizden kaçmasın:

“…ahızün Bi-nasıyetiha...” (11.Hûd: 56) âyeti de Rabbin tasarrufunun alında (beyinlerde) açığa çıktığına işaret eder!

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ B-illâh” vurgulamasını da şimdi bir düşünün bakalım... Acaba niçin bu zikir çok önemli ve insana, neden, neler kazandırıyor?

İşte Kurân’da geçmekte olan “Bi-rabbihim” zamiri, bize göre, daima birimlerin Rabbi hükmünde olan; onların varlıklarının hakikatini meydana getiren, “Esmâ terkibi” oluşunu vurgular. Bu konu daha geniş olarak 1985 yılında yazmış olduğum “İNSAN VE SIRLARI” kitabında “Rab” ve “Rubûbiyet” bölümlerinde anlatılmıştır. Rabb-ül âlemîn ifadesi ise Küllî anlamda Rubûbiyet mertebesini ifade eder ki, tüm Esmâ terkiplerinin varoluşu bu mertebeden aldıkları kuvve ile mümkündür zerreler boyutunda.

Burada da gördüğünüz üzere, belli kelimelerin başına gelen “B” eki konuyu bambaşka boyutlara ve anlamlara taşımaktadır.

Evet, şimdi de konumuzla ilgili başka bir önemli noktaya dikkat çekelim.

“B-illâhi” diyerek yemin etmeyi men ederlerdi eskiler; niye?

Çünkü anlamı, “varlığımdaki ALLÂH adına konuşuyorum ki!..” diyedir de ondan!

İş böyle ise, gerçekten, bu anlamın getirisinin ve götürüsünün idrakinde misiniz acaba? Ne dediğinizin farkında mısınız böyle yemin ettiğinizde?

Bütün bunlar neyi gösteriyor?..

İnsanın vehmettiği, var sandığı, dışarıdaki, ötesindeki bir tanrıya yönelmek yerine; kendi hakikatindeki Allâh isimlerinin işaret ettiği kuvvelere yönelerek, onları aktive etmeye çalışması gerçeğini gösteriyor! İbadet denen bütün çalışmalar bunun içindir…

Kişinin kendi hakikatindeki Allâh isimlerinin özellikleri yanı sıra, ötesindeki bir tanrı kavramını kabul etmesi “ŞİRK” diye anlatılan olgunun ta kendisidir!

İnsanların birbirinden yardım, şefaat dilemesi, veya Rasûlullâh veya manevî büyüklerden yardım dilemesi; onların kendisi gibi “KUL” olarak var olup, ne var ki kendisinin açığa çıkaramadığı kuvveleri onların ortaya koyabildiklerini fark etmesi suretiyle olursa, bu “şirk” olmaz!

Ama, ötede bir tanrı kabul ederken, kendi hakikatini inkâr ederek; kendini mahlûk, karşısındakini Hâlık gibi görerek bunu uygularsa, bu “şirk” olur.

Burada önemli olan, kendindekini fark edip, kullanamadığını bilerek, karşısındakinden yardım istemektir.

Tanrılaştırmadan!..

Normal yaşamda herhangi bir konuda, birisinden yardım-şefaat istemek ne ise, manevî konularda da olay aynıdır!

Ne var ki gelecek yardım, asla kişinin fıtratını değiştirmez; özündeki açılım (isimler bileşimi) müsaadesi kadarıyla gerçekleşebilir.

İstediğin yardım, istidat ve kabiliyetini değiştirmez... İstidat ve kabiliyetin kapsamı kadarıyla yardımcı olabilir! Ki buna “illâ Bi-izni-h” denmiştir Âyet’el Kürsî’de!

Duan, zikrin, arzun buna devam ettiğin sürece kabiliyetini arttırır; ama kestiğin anda eski hâline döner!.. Buna “himmet” de derler.

Himmetini daimî tutmalısın ki kabiliyetin artsın; istediklerin, istidadın kadarıyla gerçekleşsin.

Rasûlullâh veya bir başkasından yardım istediğinde, o kişi bu yardımı yapabilecek kapasitedeyse ve buna rağmen sana beklediğin yardım ulaşmıyorsa, o kişiye karşı değişik duygular içine girme; olayı, kapasitende, fıtratında ara!

“Bi-rabbihim” ifadesiyle vurgulanan Esmâ terkibin kesinlikle herkesten farklıdır ve bir eşi daha yoktur. Bu sebeple de kimse kimseye örnek olmaz ve kimse kimsenin yolundan Rabbini tanıyamaz!

Bu Dünya’ya bir Şahı Velâyet Hz. Âli dahagelmez!.. Eğer onun gibi olmak için dua ediyorsan, bu gerçekleşmez! Bil ki aynı tecelli iki defa oluşmaz!


İstek konusunda da haddini bilmek şarttır; her konuda olduğu gibi!

Hiç kimse GİBİ olmaya çalışma; zira bu mümkün değildir! Kendin ol, ilminin azamisini kullanarak!

Fıtrat konusunu çok iyi anlamak gerek!

Herkesin bir fıtratı vardır ve bu asla değişmez! Yani doğum süreci içinde kendisinde oluşan Allâh isimleri özelliklerinin bir bileşim şeklinde beyinde programlanması!

Bu yüzden, “can çıkmadıkça huy çıkmaz” demişlerdir!

Bu yüzden, “yedisinde neyse yetmişinde de odur” demişlerdir!

Testi, hikmeti Hûda içindekini sürekli üretir! Kiminde şerbet vardır, kiminde bulaşık suyu!.. Astrolojik tesirler ise, testileri zaman zaman eğen kollardır! O zamanlarda, testide ne varsa o dökülür; süslü görüntülü testilerde ne bulunduğu da, o zamanlarda anlaşılır!

Bu şaşılacak bir şey değildir!

Algılayabildiğimiz dünyamızda ne varsa, en sevdiğimizden en tiksindiğimize kadar, hepsi de ismi “ALLÂH” olanın, kendi Esmâ’sıyla yaratmış olduğu birimlerdir...

Cennetin cennetliği veya cehennemin cehennemliği birimin yapısına GÖREDİR! Zebânîlere GÖRE cehennem cennettir; pislik böceğine GÖRE de dışkı içinde yaşamak cennet!

Yaratıkların tümü de, “GÖRE”sel olarak değerlidir veya tiksindiricidir! Birine göre en sevgili gelen, diğerine göre en tiksindirici olabilir!

Sendekini seversin, karşındakinde!

Sendeki yoksa karşındakinde, ondan hoşlanmaz ve onunla bir arada olmayı istemezsin!

Zamanla değişir insan!..

Zaman içinde derûnundaki, farkında olmadığın bir kısım veriler açığa çıkınca, değer yargıların da değişir, beraber olmak istediklerin de! “Dün” senin için değerli olanlar, “bugün” artık değer ifade etmemeye başlar! Onların yerine başkaları değer kazanır indînde!

Her kuş sürüsüyle uçar! Herkes, sonunda, lâyık olduklarıyla beraber olur!

Akıllı insan, gerçekçi olur! Kendisindeki “HASİYB”, hesaba çeker onu “münker ve nekir” anlamı ile!

İlmine göre, nerede, ne hâlde, ne gibi bir yaşantı ile ömrünü geçirmekte olduğunu fark eder insan o zaman!

Yaşamımda, kendini “gavs” veya “dünyanın hâkimi” sanan kişiler gördüm... Bazıları kendisini hep Rasûlullâh veya çok yakın sahabesiyle görüyordu rüyalarında!.. Kimi akıl hastanesine gitti, kimi gün geldi bu hâlden sonra inkârları yaşadı... Kimi de o hayalle gitti bu dünyadan...

Önemli olan, ilminizi ne kadarıyla yaşamınıza geçirip; “iradenizi”, “ilminiz” doğrultusunda ne kadar “kudret”le açığa çıkarttığınızdır! Hayallerle geçen geceleriniz değil!

Yalnız geldiniz ve yalnız gideceksiniz sonsuz yaşama; bu Dünya yaşamında elde ettiklerinizle... Yaptıklarınızın sonucuna yalnızca siz katlanacaksınız; dün olduğu gibi, bugün olduğu gibi, yarınlarda da!

Kendiniz için de, tüm dostlarınız için de, muhtemelen belki de hiç göremeyeceğiniz bu garîp için de, duanızı esirgemeyin.

-----------------
Kaynak :
Ahmet HULUSi
26 Ağustos 2005
Raleigh – NC, USA
   

Müminin Başına Gelen Belalar Nedendir?


Belâ Niye?

Hacc’a gidecek herkese haber verin! Umreye gideceklere de haber verin! Gidenler belki gittiler, gidecekler de vardır.

Geçen defaki Hac’dan gelişlerinde söylemiştim bazı arkadaşlara.

Birçok insan, Umreden, Hac’dan geldikten sonra başlarına gelmedik belâ kalmıyor.

“Yahu bir mübarek yere gittik geldik, nereden geldi bu iş, bu belâ başımıza?” diyorlar.

Hâlbuki, bunu diyenlerin hepsi de, orada bu belâyı kendileri istediler, talep ettiler. Dualarının kabul olması ile de o belâlar başlarına geliyor...

Niye?

Çünkü, oraya gidenlerin hepsi de, Allâh’tan büyük mertebeler istiyorlar. Allâh’a yakîn elde etmek istiyorlar. Evliya, enbiyâ ile beraber olmak istiyorlar... Bunun pahası da, o belâlara katlanmak, sabretmektir!

Yüksek mertebeler sadece ibadetle, zikirle elde edilmez!.. Onun pahası belâlara katlanmaktır.

Rasûlullâh’ın bir açıklaması vardır. Buyuruyor ki:

“Belânın büyüğü Rasûllere, sonra Nebilere, sonra mertebesine göre evliyaullâha ve en azı da müminlere” diyor.

“Belâ” demek; kişinin tasfiye aracı demek! İnsanın arınması, saflaşması!

Altın nasıl ateşe atılır, saflaşır, üstündeki katkılar yanar yok olur, sonuçta nasıl saf altın kalırsa; insan da belâlarla yontulur, saflaşır, arınır.

Dolayısıyla, oraya gittiğiniz zaman, eğer yüksek mertebelere tâlip olup, bu yolda dua ediyorsanız; bilin ki, birtakım çileler, sıkıntılar sizi bekliyor. Çünkü bunlar, arınma çalışmalarıdır.

Kitabımızın birinde diyoruz ki;

“Cehennem insanlara Allâh’ın rahmetidir.”

Niye?

Çünkü o yanma dediğin olaylarla sen arınıyorsun, saflaşıyorsun! Eğer o arınma saflaşma ortamı olmasaydı, zaten cennete giremeyecektin. Senin için bir arınma ortamıdır cehennem!

Senin nefsine, şartlanmalarına, değer yargılarına ters gelen, hoş gelmeyen olaylarla karşılaşıyor; zorunlu olarak onlara katlanıyor ve bu yüzden de yanıyorsun.

Zaman içerisinde ona bağışıklık kazanıyorsun. Onu hoş görmeye başlıyorsun, yerinde görmeye başlıyorsun.

“Allâh, mâdemki böyle istemiş, böyle olsun” deyip, Allâh’tan razı olma noktasına geliyorsun.

İşte, senin arınman denen olay böyle meydana geliyor.

Her şey eğer senin sevdiğin, istediğin istikamette gelişirse, bu, aslında senin cehennemdeki yanmanı büyütür ve genişletir.

Dolayısıyla ki orada, isteklerinize çok dikkat edin!

Ya, çok güzel şeyler isteyin ama, sonuçlarına katlanmayı kabul edin. Ya da istemeyin! Ve dualarınızda;

“Yâ Rabbi, katlanamayacağımız yükten sana sığınırız. Bize vereceklerini hazmıyla ver. Bizi isyana, küfre sürükleyecek hâllerden sana sığınırız” diye dualarınıza ilave edin!

Aslında bunun benzerini birçok defa bilmeyerek de söylüyorsunuz, “Âmener Rasûlü”yü okurken. “Takatimizin dışında kalandan sana sığınırız” diyorsunuz ama, o dediğinizin farkında da değilsiniz maalesef...

Kaynak:

Ahmed Hulusi
   

Akıl, İman İçindir!,Niçin bütün Hristiyanlık, Yahudi, batı alemleri ileri gittiler, Müslümanlar, İslam alemi geri kaldılar? ,  Ama İslam alemi, maalesef ,yıllardır anlatılan yanlış, bir tanrı anlayışı, dolayısıyl, her şeyi ,yukarkinden bekliyorlar, Ötedekinden bekliyorlar,

Akıl, İman İçindir!

Vehim kuvveti yani "yoku varsanıp, varı yok sayma" özelliğinin üstesinden gelecek olan insandaki güç; akıl değil, imandır!

Vehim; akıl ve ona dayalı olan tefekkür mekanizması üzerinde rahatlıkla tasarruf ederken, fiilleri direkt yoldan etkileyen iman karışısında daima yenik düşer!

İşte bu yüzdendir ki, "Dini anlaması için akıllıya teklif yapılmış ve iman ederek yürümesi" önerilmiştir!

İnsanın gerek Dünya yaşamındaki cehennemî süreç ve gerekse de ölüm ötesi yaşamındaki cehennemi hep onda galip gelen vehim kuvvesinin sonucudur! Bunun sona erdirilmesi ise yalnızca iman kuvvesi ile mümkündür!

Video Metnini Görmek İçin Tıklayın
İster dünya yaşamım olsun, isterse ahirete bakış açım olsun, bunların tamamını "akılcılıkla" yaparım! Ama "İMAN BAHSİ" aklın durduğu yerdir. Rasulullah aleyhisselam bize, İslam adıyla bildirilen sistem ve düzeni, İMAN ESASINA dayalı biçimde nakletmişir. Niçin iman?

AKIL, iman içindir! İMAN, özündeki hakikatin olan Allah'ı anlayıp bilebilmen içindir! Akıl her şeyi bir kıyasa sokarak, bir örneğe, bir misale, beş duyunun algılayacağı bir nesneye bağlayarak çözümleme yoluna gider.
Ama Allah’ı idrak edip, hissedip yaşama konusunda akıl bir şey yapamaz. Orda iman geçerlidir. Aklın acze düştüğü iki yer vardır.

Müslümanlığı kabul eden, Rasulullah'ı Rasul ve Nebi olarak kabul eden, namaz kılan, oruç tutan, "Rasulullah'ın yanıbaşında yaşayan kişilere", Bakara suresi 8. ayetiyle, "İnsanların bir kısmı 'B harfinin işaret ettiği anahtar' doğrultusunda Allah'a ve geleceğimizin ne olacağı konusunda iman ettik derler ama onlar 'B sırrına' dayalı olarak iman etmemişlerdir" denerek ne vurgulanmaktadır?

Sadece olay “Ben Rasullullah’a inandım, O’nun bildirdiğine iman ettim” demekle bitmiyor iş. O 'B' harfinin işaret ettiği anlam doğrultusunda Rasullullah’a iman etmek önemli. Bu imanın getirisi ne?

“Yüzünü, vechini, şuurunu, bilincini neye döndürürsen döndür, hepsinde Allah’ın vechi yani O’nun isimlerinin manalarının açığa çıkmış hali mevcuttur. Bunu göremiyor musun?” diyor.

Seni yakan herşeyden senin kurtulabilmen iman ile mümkündür. İnsanın başarı sırrı özündeki Allah'a inanmasındadır.
İman gücü kadar üstün bir güç yoktur. Çünkü iman edilen şey senin varlığındaki ilahi kuvvelerdir.

Niçin bütün Hristiyanlık, Yahudi, batı alemleri ileri gittiler, Müslümanlar, İslam alemi geri kaldılar?

Ama İslam alemi maalesef yıllardır anlatılan yanlış bir tanrı anlayışı dolayısıyla her şeyi yukarkinden bekliyorlar. Ötedekinden bekliyorlar. Göktekinden bekliyorlar ve sırtüstü yatıyorlar.
Özünüzdekine iman edin. Özünüzdekini tanıyın. Özünüzdeki Allah’ı bilin, anlayın, kavrayın. İşte kurtuluş yolu burasıdır. Başarı yolu burasıdır.
Kur'an Arapça gelmiştir amma, içindeki sırlar "ALLAHÇA" olarak bildirilmiştir.  Allahça'yı öğrenmeyip, bilmeyip, kabiliyet veya fıtratları elvermediği için bunu fark edemeyenler, olayın şeklinde kalmışlar, olayı din kavgası şekline sokmuşlar, taa olayı terörizme kadar götürmüşlerdir.
Lütfen Allah Rasulu Muhammed Mustafa (a.s)'ın, o yeryüzüne gelmiş en muhteşem beynin, o yeryüzüne gelmiş en muhteşem ilim çıkaran zatın ne getirdiğini anlamaya, hissetmeye çalışın.

Kaynak:

Ahmed Hulusi
   

islamı yaşarken yaptığımız mantık hatası.

islam toplumları olarak öyle bir inanç yaşıyoruz ki, akıl ve mantık tek kelimeyle devre dışı. televizyonlara çıkıp dinden bahseden, dini kendi nefislerinde şekillendiren din simsarcıları, ruhban papazlarını aratmıyorlar. tabi bizde ruhban sınıfı yok, öyle değil mi? dinimizde yok, ama bizler ellerimizle ruhban sınıfını yarattık. televizyona çıkıp, halkın öyle sorularıyla muhatap oluyorlar ve bu kişilerde onlara, öyle cevaplar veriyorlar ki, insanın hayret etmemesi mümkün değil. din adeta oyuncak olmuş birilerin elinde. yalanlar, iftiralar, rivayet ve sanı bilgilerle, allah emretmediği halde, bunlar allah ın emirleridir diyenlerin iftiraları ile yaşanıyor islam. tabi tüm bu acı manzaraların sorumlusu, aslında topluma din adına masal, hikâye anlatanlar değil, bizleriz. allah ın bizleri sorumlu tuttuğuna hükmettiği kur’an ile bizler, bağımızı hiç kurmadık. ona danışmadık ve onun bizlere ne anlattığını, anladığımız dilden hiç okuyup düşünmedik. çünkü bizler, menfaat şebekeleri, allah ile aldatıcıların tuzağına düştük. sizler kur’an ı anlayamazsınız dediler ve bizlerde onlara inandık. belki de nefsimize/işimize bu yol, daha uygun geldi. imtihanımızı onlara havale ettiğimizi zannettik. allah ın emirlerinden habersiz, aklımıza gelen her konu hakkında, acaba islam inancına uyar mı, uymaz mı korkusu, bizleri hep tedirgin etti. onun içinde neredeyse, nefes alırken bile korkar olduk. dini tek ellerine alan din simsarcıları, allah ın yemin olsun ki sizler için kur’an ı/ islam ı kolaylaştırdım hükümlerine inatla, dini zorlaştırdılar ve toplum içinde adeta korku imparatorluğu kurdular. onu yapma günah, bunu yapma günah zihniyetiyle, islam dini toplumlar arasında bölünmelere, huzursuzluklara ve toplumlar arasında düşmanlıklara neden oldu. huzur kalmadı, allah ın orta yolundan çok uzaklaştık. dini tek ellerine alanlar, bizlere islam ı öyle yaşatıyorlar ki, neredeyse kıpırdayacak halimiz kalmadı, günaha gireriz korkusuyla. hâlbuki allah ın rehberini elimize almış olsaydık, bizleri allah ile aldatanların zalimliklerini, yalanlarını hemen fark ederdik, ama bunu toplum olarak ne yazık ki yapmadık, yapmıyoruz. değerli din kardeşlerim. islam ı lütfen birilerine endeksleyerek yaşamanın yolunu seçmeyiniz, hata yapma riski çok büyük olur. bizlerin ilk önce yapması gereken, sorumlu olduğumuz, allah ın kitabı kur’an ı, anladığımız dilden bolca okuyup, ayetler üzerinde dikkatle düşünerek, ayetler arasında bağlantı kurmaya çalışmalıyız. çünkü allah kur’an i anlamaya çalişanin, gönül gözünü açarim ve gereken bilgileri veririm diyor. aklı başında her müslüman, imtihani gereği, gösterdiği çaba ölçüsünce, kur’an i mutlaka anlayacaktir. allah anlayamayacağımız bir kitaptan bizleri, sorumlu tutmaz ve imtihan etmez, lütfen bu gerçeği unutmayalım. bizleri kur’an dan uzaklaştıran ve allah ın kelamını yalnız azınlık bazı kişilerin anladığını söyleyenlerin tuzağına, lütfen artık düşmeyelim. aklınıza takılan sorularınızı kur’an a sorunuz ve kur’an a danışınız. mecbur kalırsanız, bir konu hakkında danışacağınız kişiden kanit olarak, allah in ayetlerini isteyiniz. eğer size kanıt olarak kur’an değil de, kelimeleri eğip bükerek, doğruluğundan emin olamayacağımız rivayetlerden, sanı bilgilerden kanıt gösteriyorlarsa, lütfen bunlara kanmayınız, inanmayınız. unutmayalım peygamberimiz allah dan ümmetine, yalniz kur’an ile hükmetme emri almişti. bu sözlerim allah ın kelamı, ayetlerle sabittir. geleneksel islam ın, mezheplerin, beşeri fikih inancının öğretilerini, kur’an da göremediğinizde, bakın kur’an da her şey yokmuş diyenlere aldanmayınız. allah emirlerini, hükümlerini hayatımıza geçirmemizi bizlerden isterken, çok basit ve kolay bir şekilde istemiştir. sorumlu olduğumuz kısımda bunlardır. mezheplerin ve fikih inancinin dine ilaveleri, asla din değil, çağin gereği toplumlarin anlayişlari, gelenekleri ve dini yaşamlarina geçirme şeklidir. elbette bunlara hiç kimse karışamaz, yeter ki bunlar olmasaydı, inancımızı yaşayamazdık demeyelim. yeter ki dini, bu inançlarımızla zorlaştırmayalım. bunları söylemek allah ın kelamına saygısızlıktır. bizlere düşen görev, kafamızdaki sorunun cevabını kur’an dan aramak olmalıdır. din adina delil ve kanit yalniz kur’an dir. bunu yeterli görmeyenler, allah in sinirlarini aşanlardir. eğer allah, kafamizda oluşan, düşündüğümüz konu hakkinda, kur’an da bizleri bağlayici hiçbir kanit indirmediyse, bu konuda bir hükmü yoksa, dini konudan bizleri bağlayan bir sakincasida yok demektir. böyle konular, allah ın bizleri serbest bıraktığı, düşünerek hayatımıza geçirmemiz gereken konulardır. ayrıca böyle konular zamana, mekâna, geleneklere göre de değişe bilecek konulardır. onun için kur’an her çağa, zamana ve mekâna uyan, eşsiz bir rehberdir. din zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcıdır. din akla hitap eder, onun içindir ki ayetlerin sonunda, bizleri düşünmeye davet eder. allah ın kur’an da yasaklamadığını haramlaştıranlar, allah a ve elçisine iftira atanlardır, bunu unutmayalım. allah yasaklamadığı ve bizleri serbest bıraktığı konular hakkında hiçbir bilgi vermeyerek, bizlerin hayatımızı daha rahat ve özgür sınırlarda yaşamamıza, fırsat tanımıştır. bizlere düşen, kur’an in yasaklarina uymaktir, bahsedilmeyenleri kur’an dişinda arayanlar, şeytanin ve menfaat şebekelerinin tuzağina düşeceğini unutmamalidirlar. bu konuda peygamberimizin, çok önemli bir hadisini sizlere hatırlatmak istiyorum. allah’ın kitabında helal kıldığı helal, haram kıldığı haramdır. hakkinda sustuğu ise serbesttir. allah’ın serbest bıraktıklarını kabul edin ve bilin ki allah hiçbir şeyi unutucu değildir. ebu davud k. etime 39/tırmizi k. libas 6 ibni mace k. etime 60/ el-müracaat sayfa 20 dinde sınırları allah, ben belirlerim der ve kur’an ın sınırlarını aşanlar içinde zalimlerdir, kâfirlerdir uyarısını yapar. allah enam 150. ayetinde, kur’an ın haram hükmünü vermediği halde, “allah şunu haram etmiştir diye tanıklık edip duran şahitlerinizi getirin” diye uyaran kişilerin gösterdiği rivayet kanıtların, ayetleri inkâr ettiği uyarısını yapıyor ve böyle kişilerle sakın birlikte olmayın diye bizleri uyarıyor. yine bakara suresi 5. ayetinde allah, kurtuluşa ereceklerin yalniz, allah in katindan gelen kur’an-hidayet üzerinde olanlar olacaği müjdesini verir bizlere. casiye 6. ayetinde de, cahiliye toplumlarının yaptığı yanlışı örnek vererek, allah ın katından indirilen kitabın dışına çıkıp, atalarının inandığı rivayet ve sanı inançların yanlışlığına dikkat çekmek için de, bakın nasıl uyarıyor. (allah'tan ve o'nun ayetlerinden sonra, hangi söze inanacaklar?) nahıl 116. ayette, allah ın kur’an da haram dedikleri dışında, şu helaldir, şu haramdir diyenlerin, allah a iftira atmiş olacaklarini ve bunlarin asla kurtuluşa eremeyeceklerini, çok açık bir şekilde bizlere ayetinde bildirmiştir. ne yazık ki bugün bizler, allah ın sizleri kur’an dan sorumlu tutuyorum uyarılarına kulaklarımızı kapamış, beşerin allah a ve elçisine iftira atan rivayet ve sanı bilgilerle, islam ı yaşadığımızı zannediyoruz. böyle olunca da acı, keder ve üzüntü yakamızı bırakmıyor. birbirimizi katletmekten bile çekinmiyoruz. dilerim müslüman âlemi olarak, allah cümlemizin gönül gözünü açsın ve yaptığımız yanlışların, izlediğimiz yanlış yolun farkında olabilelim. yoksa allah ın gazabından, asla kurtulamayacağız. saygılarımla


------------------
ALINTI

Kaynak:

Haluk Gümüştabak
   

Salâvat ve Ayna Nöronlar

Bugüne kadar yazmadığım bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum… Ama önce şu

biline…

Acelem yok!

En kötü ihtimalle, birkaç yıl içinde, belki de dünyamı değiştirdikten sonra

kesinleşecek…

İnsan beyninin, İngilizcede “wave” denen “dalga” yapılı kendi “RUH”unu ürettiği…

Her beynin, kendi parmak izini, yani “özel şifresini” taşıyan ruhunu ürettiği

kesinleşecek; bundan dolayı da, reenkarnasyonun mümkün olmadığı, yani ölümü

tatmış kişinin tekrar yeni bir bedende dünyaya gelmeyeceği gerçeği netleşecek.


“Bilgi” ve “dalga” aynı şeyin algılayana göre iki ayrı değerlendirilişi!

1972 yılında yayınlanan “Ruh İnsan Cin” isimli kitabımda ilk defa yazmıştım her

insan beyninin kendi özel şifresiyle kendi ruhunu ürettiğini; “insan” denen

“bilinç” yapının, beyinle iletişimi kesildikten sonra, “ruh” adı verilen “dalga”

bedenle (ruhu nûrânî), yaşamına değişik boyutlarda, çeşitli aşamalardan geçerek

hep ileriye doğru devam ettiğini...

Yeryüzüne gelmiş en muhteşem insan Allâh Rasûlü Muhammed Mustafa’yı, Orion

yıldızında oturan tanrının peygamberisananlar; insan ruhunun da, oradaki ruhlar

âleminden kanatlı meleklerle getirilip ceninin içine sokulduğunu tasavvur

etmekteler…

Evrensel boyutlardan, Galaksi içinde Dünya’nın yerinden ve dahi Dünya üstündeki

insan bedeninin ölçütünden habersiz, kozası içinde yaşamakta olanlar; elbette ki,

Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın Kur’ân ile açıkladığı, hâlâ değeri fark edilememiş

işaret, sır ve bilgilerden de mahrumdurlar!

Bilelim ki, “RUH”, bir anlamı itibarıyla varlığın varoluş özellik ve amacıdır

(“sen bu işin ruhunu kavramamışsın” cümlesi örneğinde olduğu gibi)... Diğer

anlamı itibarıyla da, beynin ürettiği “dalga”ların oluşturduğu “bilinci” ihtiva

eden beden mânâsınadır.

“Ruhumdan nefhettim” işaretinin anlamı ise…

“Üflemek” anlamına gelen “nefh”, ciğerdeki havanın dudaktan açığa çıkarılması

anlamında olduğuna göre; kişinin hakikatini oluşturan Allâh isimlerinin işaret

ettiği özelliklerin, kişinin içinden-özünden-derûnundan “irsâl olup”, gelip(?)

beyinde açığa çıkarılışını ifade etmektedir.

Yoksa, yukarıdan üfleyen dudaklı bir tanrı mevcut değildir bazılarının sandığı

gibi!

Esasen yazmak istediğim konu bu değildi… Ama kalem, geçerken uğradı buraya…

Ana konumuz, “bilgi”!

Kozmik okyanus, gerçekte “dalga” hareketinden başka bir şey değil! Bir diğer

deyişle, “bilgi” hareketliliği ve akışından başka bir şey değildir evren içre

evrenler!

Her şey, bir “bilgi dalgacığı”…

“Hiçbir şey hariç olmamak üzere her şey O’nu anar, ama siz bunu kavrayamazsınız!”

hükmü apaçık dalga-bilgi bütünlüğünün uyarısıdır! Çünkü, her şey “can”lıdır,

“ölü” yoktur! “Ölü”, “canlılığını yaşamayan” demektir. “Can”, “bilgi”dir! “Can”

mutlaktır; “ölü” ise göresel (muzaf)!

“Bilinç” ise, “bilgi”den başka bir şey değil!

Bir düşünün bakalım… Bilinciniz ile bilginizi ayırabilir misiniz?

“Ben” dediğiniz şey, gerçekte “bilgi”den başka bir şey değildir!

Evrendeki her şey aslında çok boyutlu “TEK KARE” bilgiden ibaret olmasına rağmen;

algılayan bilgi birikimlerinin algılamalarına GÖRE çok kareler olarak kabul

edilmektedir. (İlim sıfatının açığa çıkışıyla var olan ilmî sûretler!)

Her an sürekli etkileşen, gelenlerle her an yeni bir hâl, yeni bir şan alan

“bilgi” birikimlerinin oluşturduğu “dalga” okyanusu!

“Bilgi” ve “dalga” aynı şeyin algılayana göre iki ayrı değerlendirilişi! Sûreti

itibarıyla “dalga”; mahiyeti veya muhteviyatı itibarıyla “bilgi”!

Bedeni ve beyni oluşturan da, gerçekte, “bilgi”den başka bir şey değildir!

Bilgi, Rasûlullâh’ın “Allâh” ismiyle işaret ettiğinden açığa çıkan, evren içre

evrenler sûretinde algılanan, “nefh” olmuş “nefesi Rahmân”dan başka bir şey

değildir!

Nokta, “ilmi ilâhî”dir.

“Bilgi”, Allâh isimleri diye geçmişte açıklanmış olan özelliklerin mânâ

sûretleridir.

Algılayanın, algılama kapasitesini oluşturan “bilgi” birikimine GÖRE, algılanan

varlık ve kapasiteler söz konusudur.

Varlıktaki tüm oluşumlar, tüm birimlerde, kendi noktalarından dışa doğru açığa

çıkmaktadır; bilgi birikimleri oranında ve getirisine göre!

Her yazı veya resim, gerçekte, nasıl ak kâğıt üzerinde yan yana gelmiş

noktalardan oluşmuşsa; tüm varlığı, tüm boyutları ve katmanlarıyla meydana

getiren ve her an yeni bir şan alan “bilgi” de “tek kare” resmi öylece meydana

getirmiştir.

Bu yüzdendir ki her insan, kendi “nokta”sının oluşturduğu “bilgi” kozasında

yaşar; kâh mutlu kâh mutsuz bir hâlde! “Bilgi”sinin sonucu olarak!..

“Sünnetullâh” gereği…

Beyin sağlığı, insan için yeryüzünde en büyük nimettir. Beyin, “bilgi” yumağıdır,

hazinesidir!

İnsan yaşamındaki her şey beyinden açığa çıkar! Beyin, insandır! Beyin nakli

yapılsa dahi hiçbir şey değişmez; beyin kendi kişiliğiyle yaşar çünkü! İşe

yaramadığı için çıkarılan beynin yaşamı bitmiş ve onun ürettiği kişilik madde

dünyasından kopmuştur artık!

Beyin, aklı kısıtlıların sandığı gibi “et parçası” değildir!

Bugünün bilimi, daha beynin ne olduğunu çözememiştir… Beyin hakkında

bildiklerimizle, okyanus kıyısında dizine kadar denize giren insanın konumundan

farklı yerde değiliz.

DNA’ların “bilinçli bilgi birikimleri”nden başka bir şey olmadığını yeni fark

ediyoruz.

Nöronların ya da DNA’ların “dalga”larla değişik veritabanları oluşturduklarını

yeni yeni fark ediyoruz! Beynin biyokimyasının, biyoelektrik yapı tarafından

yönlendirildiğini daha dün fark ettik…

Enzimlerin dahi “can”lı ve “bilgi”li olduğunu hayretle fark ettik!.. Her

hücredeki binlerce enzimin her birinin özel görevi olduğunu şaşkınlıkla izlemeye

başladık… Örneğin, DNA’yı kesen enzimler var. Bunlar DNA’daki belli dizilimleri

tanıyor, oraya bağlanıyor ve bir makas gibi DNA sarmalını o noktadan ikiye

ayırıyorlar… DNA’daki “bilgi”, proteinde bir “aksiyon”a dönüşmüş oluyor… İşte

böylece, DNA’daki “bilgi” enzimde “can” olarak ortaya nasıl çıkıyorsa;

enzimlerden oluşan vücutta da, daha farklı bir düzeyde “Can” ortaya çıkıyor!..

“Bilgican”ı izliyoruz derin düşüncelere dalarak!

DNA’lar, bilinçli bilgi birikimleridir.

Öte yandan beynin, dışarıdan dalgalarla değişik işlevlere yönlendirilmesi (mind

control) olayını daha yeni yeni kavramaya ve görmeye başladık.

Günümüzün “dünde yaşayan bilgi birikimlerinin”, bunları algılaması veya

kabullenmesi elbette ki çok zor!

Bundan 30 yıl evvel bir dileğim vardı… İnsanlık uzaya para saçacağına, beyni

tanımaya (neuroscience’a) bu yatırımı yapsa diyordum… Bugün bu gerçekleşiyor… Bu

yolda çok önemli çalışmalar yapılıyor…

“Zikir” diye işaret edilmiş “beyinde kavram tekrarı” şeklindeki çalışmanın,

yukarıdaki tanrıyı hoşnut etmek için değil, insan beynindeki farkında olmadığımız

özelliklerin ortaya çıkması için tavsiye edildiğini yazdığım zaman; çağlar öncesi

anlayışı günümüzde tekrarlayanların şiddetli karşı çıkışlarına maruz kalmıştım...

Beynin aldığı ve yaydığı mikrodalgalardan söz ettiğimde, “Beyinde mikrodalganın

ne işi var; mikrodalga fırınlarda olur, mikrodalgada beyin pişer” diyen bilgi

sahipleri(!) tarafından eleştirilmiştim… Bugün, internetteki, beynin mikrodalga

alışverişi hakkındaki yazıları toplasam kamyon dolar!

Dedim ya, acelem yok!

Şükrederim, Rabbim’in açığa çıkarttıklarına!

Bilim dünyasının buluşları, her geçen gün, yazdıklarımı bir kere daha haklı

çıkartıyor.

Kilitlenmiş beyinler dışında kalan, yeterli bilgi sahibi beyinler, bir gün

gelecek Kurân’ın kıyamete kadar geçerli tek bilgi kaynağı olduğunu, Allâh Rasûlü

Muhammed Mustafa’nın yeryüzüne gelmiş en muhteşem beyin ve “ruh” olduğunu tasdik

edeceklerdir.

Çünkü zaman içinde, Kurân’daki işaret yollu anlatımların neye işaret ettiğini

fark edecekler ve böylece de Kur’ân-ı Kerîm adını taşıyan BİLGİ kaynağının

kodlarını çözerek gerçekleri göreceklerdir.

Rasûlullâh’ın “Nokta”sından “Arş”ına, oradan da melekî kuvveler ile beynine ve

dolayısıyla bilincine inzâl (inzâli) olan Kur’ân-ı Kerîm; “nokta”dan açığa

çıkması sebebiyle, tüm “Evrensel Sistem ve Düzen”in işleyiş mekanizmasını,

“Sünnetullâh” ismiyle işaret ederek anlatır. Zira her birim, kendi “Nokta”sının

projeksiyonu olarak vardır ve hepsi aynı Sistem ve Düzen’e tâbidir!

Önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, gökten, uzaydan bir yerden ciltli veya

ciltsiz kitap veya sayfalar inmemiş; Rasûl veya Nebilerin hakikat “nokta”larından

bilinçlerine “bilgi” inzâl (inzâli) olmuştur.

Bilgi, aynen bilinçtir! Bilgi ile bilincin ayırt edilmesi asla mümkün değildir!

“Unutulan veya hatırlanmayan bilgi dolayısıyla bilinç de mi ortadan kalkıyor?”

diyenlere deriz ki, bilgisiz bilinç olmaz! Bilinç dendiği anda ortada bilgi

vardır. Bilgi, bilincin sûretidir! Bilinç, bilginin benliğidir. Kısacası, ikisi

aynı şeydir.

Bu yazımda esas üzerinde durmak istediğim konu ise, yukarıda anlattıklarıma

bağlantılı olarak, RASÛLULLÂH (aleyhisselâm)’a “SALÂVAT” okumak konusudur.[1]

Şimdi Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a salâvat getirmenin ne demek olduğu hakkındaki

bazı düşüncelerimi yazmaya çalışayım...

Biz, “din adamları” gibi düşünmüyoruz, “ÖLÜM ve ÖLÜ” konusunda!

İnancımız, onlarınki gibi değil!.. Ölüp, toprak olup, yok olup, sonra kıyamette

yeniden topraktan dirilmek gibi bir anlayışta değiliz! Götürülüp yukarıdaki bir

tanrının huzuruna çıkmayacağız! İki kefeli ya da dijital terazi kullanan bir

tanrıya inanmıyoruz biz!

Kur’ân-ı Kerîm’den anladığımıza ve Rasûlullâh’tan bize intikâl eden bilgiye göre…

    “Her bilinç (nefs) ölümü TADAR!” (3.Âl-u İmran: 185)

Bilinç ölmez; ölümü tadar!

Ölümü tadan, bu tadıştan sonra da yaşamına devam eder…

“Ölüm”, bilinç ruh bütünlüğünün beden beyinle ilişkisinin kesilmesi anlamınadır!

Bunun detaylarını, “İNSAN ve SIRLARI” kitabımda “ölüm” bahsinde anlatmıştım;

isteyen o bölümü web sitemizden inceleyebilir…

Burada anlatmak istediğim husus daha başka…

Şu an var olan bilinç, ne kadar gerçekleri fark etmişse, beynin işlevini

kaybetmesiyle birlikte, onun ürettiği “ışınsal” (nûrânî) bedende yaşamına

kesintisiz olarak devam eder…

“Dünya’da âmâ olan sonrasında da âmâdır” hükmünce, ölümü tatmadan önce gerçeği

görememiş kişi, beyinle ve dolayısıyla bedenle ilişkisi kesildikten, yani ölümü

tattıktan sonra da ebediyen gerçeği göremez!

Buna karşın, Dünya yaşamındayken gerçeği görüp bunun sonucunu yaşamış bilinçler,

ölüm sonrası, yani beyin ötesi yaşam boyutunda, gerçeği yaşamanın getirisi

kuvvelerle, “Kabir âlemi” diye isimlendirilmiş, “Berzah” da denilen boyutta

yaşamlarına devam ederler.

İnsanların bir kısmı, çağlar öncesinde, “her şey maddedir” diyor; bazıları da

“bir de ötelerde uzayda bir yerde maneviyat âlemi olabilir” görüşünü savunuyordu…

Oysa günümüzde, bilimsel temeli olan çevrelerde, bu iki âlemin birbirinden ayrı

iki mekân olmayıp; algılayanın algılamasından doğan, aynı tek yapı olduğu fark

edilmeye başlandı.

Dolayısıyla, kişinin, bedeni ve beyni itibarıyla madde diye kabul edilen boyutta

iken; bilinci ve ruhu (ışınsal dalga bedeni) itibarıyla da maneviyat âleminde

yaşamını sürdürdüğü konunun ehilleri tarafından fark edildi.

Bugün batıda sayısız araştırma ve yayın var; insan beyinlerinin yaydıkları

“dalga”larla birbirlerini etkilemeleri, yönlendirmeleri hakkında.


İnsan, yeryüzünde “halife” ise; Kur’ân-ı Kerîm’e göre…

İnsan beyni, “ALLÂH” ismiyle işaret edilenin sayısız isimlerle işaret edilen

özelliklerinin “nefh” olmasıyla oluşmuş bir kuvveler merkezi ise, bedende…

Nihayet, insan beyni, her an aldığı ve yaydığı, her biri bir bilgi ihtiva eden

“dalga”larla tüm çevresiyle iletişim hâlindeyse…

Avam diliyle, “ölü olmayan”, Nebi ve Rasûllerle de iletişim mümkün değil midir?

Bu iletişimi hemen karşılıklı iki insanın konuşması gibi anlamayın sakın!

Ayna nöronlar

Beyinler çeşitli frekanslara açık alıcı-vericilerdir, tıpkı çeşitli frekanslara

açık radyo alıcıları gibi… Dolayısıyla o beynin alıcı frekanslarına uygun dalga

yayan, hiç tanımadığı kişilerden gelen dalgaları da alırlar farkında bile

olmadan… Sonra da “Aklıma geliverdi” derler! Nereden?!!

Burada, konuyu bilen kişilere, “mirror neurons”-“ayna nöronlar” işlevini

hatırlatalım…

Asırlar öncesinde, “ayna nöronlar” işlevinin insanlardaki açığa çıkışına şöyle

işaret edilmiştir toplumlar tarafından:

“Üzüm üzüme baka baka kararır”!

Evet, beraber olduğunuz kişilerin veya içinde bulunduğunuz toplumu oluşturan

beyinlerin yaydıkları “dalga”lar sizin beyninizde akis bulur ve o yönde

programlanmaya tâbi tutulursunuz. İyi veya kötü… Toplumsal cinnet veya toplumsal

huzur nasıl oluşuyor sanıyorsunuz?

Bu olayda olduğu gibi beyin ayrıca, yöneldiği kişiyle de iletişime girebilir.

“Telepati” de derler bunun bir türüne…

Evet, bir diğer deyişle, yöneldiğiniz yapı tarafından beyniniz yönlendirilir; siz

hiç farkında olmadan.

İşte beyindeki bu özellik dolayısıyla…

Rasûlullâh, kendisine inananlara çokça “salâvat” getirmelerini tavsiye etmiştir.

“Muhakkak ki Allâh ve melekleri, Nebi’ye salât eder... Ey iman edenler, siz de

O’na salât (yönelin) edin ve teslimiyet ile selâm verin!” (33.Ahzâb: 56) uyarısı

işte buna işaret eder.

“Allâh ismiyle işaret edilen, tüm varlığı yaratan hakikatin “Nokta”sındaki

varlığı; ve O’nun isimlerinin özelliklerinin açığa çıkışı olan melekî kuvveler,

“Nübüvvet” dediğimiz sistemin gerçeklerini, “Sünnetullâh”ı okuma hâline

yönlendirir O’nu… Siz de O’na yönlenerek, O’ndan yayılan bu frekansı alıp, “ayna

nöron”larınızın bu “dalga”ları (gelen yayını) değerlendirmesi suretiyle selâmete

erin” denmektedir belki de Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyette! (Özden gelen bilginin

bilinçte açığa çıkması için oluşan işlev=yusallune)

İşte bu yüzdendir ki, kişi, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a ne kadar çok yönelir ve

O’nu ne kadar çok anarsa, O’na salâvat getirirse, o nispette O’nun ruhuyla,

bilinciyle bağlantı kurup, o yayın kanalından kendisine bilgi akmaya başlar;

kapasitesi kadarıyla da bu gelen bilgiyi değerlendirir.

Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’dan gelen “bilgi” ile “Sünnetullâh”ı daha

iyi fark ederek sistemin gerçeklerini idrak etmeye başlar ve yaşamına bu

gerçeklere göre yön verir. Bu da geleceğinin selâmet olmasını sağlar.

Esasen bu olay, sadece O’na mahsus bir olay değildir; bu bir sistemdir! Bir tür

mekanizmadır! Beynin sayısız işlevlerinden biridir.

Kişiler, yaşayan veya boyut değiştirmiş kapsamlı ve kuvvetli bilinçlere

(ruhaniyet sahiplerine) yöneldikleri zaman, o kişiden gelen dalgayı hiç fark

etmeden alırlar ve “ayna nöronlar” ile bir şekilde değerlendirirler… Bu hayli

geniş bir konudur. Maneviyat ehlinin, kendilerine yönelenlere bilgi aktarışı da

bu yoldandır. “Râbıta”nın aslı da buna dayanır. “Murakabe” ise kişinin

kapasitesine göre kendi derûnuna, “nokta”sına açılımıdır.

Elimden geldiğince her an ve her alanda en son bilgileri takip etmeye çalışıyorum

ki, Rasûlullâh’ın getirdiği verileri deşifre ederek, “Sünnetullâh”ı daha iyi

anlayabileyim… Anlayışı sınırlı insanların oluşturduğu, gök tanrılı gökten inme

din anlayışından korunabileyim!.. “Allâh” adıyla işaret edileni daha iyi

tanıyabileyim…

Zira, tanrılık kavramından münezzeh “Allâh” adıyla işaret edilenin “Zât”ını

kavramak imkânsızdır! O, ancak açığa çıkarttıkları kadarıyla seyredilebilir…

Bunun da yegâne yolu ilimdir!

“İlim-irade-kudret” üçlüsünün eseri ise “bilgi evreni”dir. Bu evrendeki varlığın,

bilgin; kendini tanıyıp ne olduğunu fark etmen kadardır!

Beyin ve bilgi konusunda yazılacak daha çok tespitlerimiz var amma… Bu kadarı

bile…

Neyse…

Sürçü lisan ettiysek, haddimizi aştıysak affola…

----------------------------
Kaynak:

AHMED HULÛSİ 22 Aralık 2006
   

Cinlerin Fark Ettirmeden İnsanları Yönetmeleri


Daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi; cinlerin kendilerini açıklamadan

insanlarla ilişki kurmaları ve onları kendilerine bağlamaları iki şekilde

olmaktadır:

a) İslâm Dini’ni istismar ederek...

b) Hümanist (insancıl) gayelere insanları yönlendirir bir yapıda görünerek...

Bunlardan birincisi ile ikincisi arasındaki en açık görünen fark ise,

birincisinin REENKARNASYON yani TENASÜHÜ (yani birkaç defa çeşitli yapılarda

dünya’ya gelme) kabul etmemesi, ikincisinin ise kabul etmesidir...

Reenkarnasyon yani tenasüh konusunu daha ileride detaylı bir şekilde

göreceğimizden burada üzerinde durmayarak esas “aldatma metodları üzerinde”

duracağım...

Önce İslâmî gayeyi istismar ederek insanları aldatma ve kendilerine bağlama

şekillerini görelim...

Bu tip olaylarda Cin - İnsan ilişkileri gene iki şekilde görülmektedir:

1. Kendi varlıklarını hiç bildirmeden;

2. Varlıklarını başka bir yapı ve isim altında bildirerek.

Şimdi önce kendi varlıklarını hiç bildirmeden ve fark ettirmeden insanları

kendilerine bağlama, kendi kayıtları altına alma metodları üzerinde duralım...

Bu şıkka giren kişilerin en büyük özellikleri kendilerinin bir cinle bağlantıda

olduklarını kesinlikle bilmemeleri, fark etmemeleri; oluşan hâllerin, kendi üstün

özelliklerinden ileri geldiğini sanmaları; bu yüzden de herkese tepeden bakar bir

şekilde yaşayıp, yerine göre de sunî tevazu gösterilerine kalkmalarıdır...

Nitekim Muhyiddini Arabî Hazretleri bir eserinde, bu tip kişilerin en büyük

özelliklerinin hiçbir eserleri, ilimleri olmadığı hâlde kimseyi beğenmeme,

kendilerinin en üstün olduğu fikrini etrafa yayma olduğunu yazmaktadır...

Ayrıca gene bu çeşit cinle bağlantısı olan kişilerin ikinci en büyük özellikleri

de cinleri kabul etmemeleridir!..

“Cin diye bir şey yoktur, Cinler mikroplardır” şeklinde veya buna benzer

tanımlamalar ile cinlerin varlığını inkâr anlamı taşıyan açıklamalara saparlar...

Onlar, kendileri bu şekilde inandıklarını sanırlarken, gerçekte tamamıyla

cinlerin verdikleri fikirlerle, cinleri kabul etmemektedirler... Çünkü, cinler bu

gibi kişilere bu çeşit fikirlerle kendilerini inkâr ettirmeseler, bir gün o

kişinin kendi durumundan şüphelenip, cinlerin varlığını anlamaları mümkün

olabilecektir ki, bu da asla cinlerin işine gelmez!..

İşte bu sebepledir ki, cinlerle bağlantılı olan kişiler, kesinlikle cinlerin

varlığını kabul etmezler veya bu yönde açıklamalara girerler.

Oluşan hâllerin, kendi üstün özelliklerinden ileri geldiğini sanırlar...

Peki, cinler bu kişileri ne şekilde ele geçirirler?..

Cinlerden, insanları kendi hükmüne alanlar, bazen sıradan, normal bir cin

olabileceği gibi; bazen de onların ileri gelenlerinden, onların yönetici

durumunda olanlarından olabilir...

Bir cin, genellikle, daha gençlik yaşından itibaren, beyin kapasitesi iletişime

istidatlı gördüğü bir insanı seçer ve kendine bağlı olanların arasına sokar!.. Bu

yaş genellikle 13 ile 22 yaşları arasında olmaktadır... Ancak bazen daha aşağı

yaşlarda da bu seçim yapılmaktadır...

Bu seçim yapıldıktan ve kendisine bağlayacağı kişi belli olduktan sonra sıra

gelir onu tamamıyla kendisine bağlamaya...

Bunun için de, o cin, bir veya birkaç din büyüğünün şekline girerek önce

rüyasında ona görünmeye ve onun çok büyük bir insan olacağı yolunda fikirler

vermeye başlar...

Bu hüviyetine bürünülen kişi İstanbul’da Eyüp semtinde türbesi bulunan Hz.

Rasûlullâh’ın ashabından “Eyyüp Sultan ismiyle bilinen Hz. Halid” veya “Mevlâna

Celâleddin Rûmî” veya “Muhyiddini Arabî” gibi şahsiyetler veya falanca, filanca

“... baba” olabilir...

Artık, yavaş yavaş gösterilen görüntüler sonucunda, o genç kimse, kız veya erkek

gerçekten büyük bir insan olacağına inanmaya başlar... Bazen canı bir şey ister,

derhâl ocin tarafından isteği yerine getirilir...

O bu durumu, büyük bir insan olması sebebiyle, isteği Allâh tarafından yerine

getirildi diye düşünür; hâlbuki cini tarafından yerine getirilmiştir...

Bir imtihana girecektir, o imtihanda kendisine yardım edilir...

Birisiyle konuşurken, karşısındaki şahıs üzerine cin tarafından yapılan baskıyla,

üstün duruma geçer, âdeta, karşısındakiler kendisine karşı konuşamaz duruma

düşerler...

Ve bu şekilde günden güne gelişmeye başlar...

Geçen zaman zarfında, yavaş yavaş içine birçok şeyler gelmeye başlar... Yakın

gelecekte olacak bazı ufak tefek olaylar kendisine bildirilir... Eğer cinlerle

ilişkide olduğunun farkında değilse,önceleri, bunları altıncı his diye

değerlendirir... Aynı anda başka bir yerde olan olaydan anında haberi olabilir...

Birisinin bir işinin hâllolması için talepte bulunur, derhâl o işin olması cini

tarafından sağlanır; ve o da büyük bir insan olduğu için bu isteği Allâh

tarafından yerine getirildi sanır...

Sonunda, herhangi bir sahada büyük âlim olduğunu iddia etmeye başlar; artık

kimseye ihtiyaç duymaz hâle geldiğini sanır!.. Ve kendisini herkesten büyük

görür!.. İçine doğanlarla hareket etmeye koyulmuştur böylece bu kişi...

Kendisine hocalık, din adamlığı mesleğini seçmişse, gelmiş geçmiş en büyük din

adamı olduğunu iddia eder...

Yok eğer bir serbest meslek çalışanı ise kendisini zamanının en büyük velîsi,

“Kutb-ul Aktabı” olduğunu etrafa yaymaya başlar...

Veya son derece basit ilaçlarla olmayacak hastalıkları tedavi eder; bir anda

konulmadık teşhisleri koyabilir ve bazı felçlileri yürütmeye, hareket ettirmeye

başlar!..

Veya diğer mesleklerde ise, ona göre birtakım olağanüstü hâller meydana

getirebilir!.. Bütün bunlar onun şanını daha çok arttırır ve etrafında binlerce

insanı toplayabilir...

Bu konuları bilenler onun durumunu derhâl tespit edebilirken, böyle durumlara

inanmayanlar onu şarlatanlıkla, sihirbazlıkla, büyücülükle suçlamaya; buna

karşılık ona inananlar ise onu en büyük evliya(!) ve hatta MEHDİ(!) veya İsa(!)

(aleyhisselâm) derecesine çıkarmaya başlarlar...

Burada en büyük zevk ise, onu kendine bağlayan cine aittir...

Çünkü, cini ya da cinleri o kişi sayesinde artık binlerce kişiyi kendisine

bağlamış ve onlara istediklerini yaptırtmaya başlamıştır... Bu yüzden icabında o

kişinin durumunu kuvvetlendirmek amacıyla, bazı kişilerin rüyalarına dahi girip,

gidip o kişiye bağlanmalarını veya ona yardım etmelerini telkin eder....

Bu arada, o kişiye din hakkında bilgiler vererek onu büyük bir din adamıymış gibi

de gösterir... Bilmeyenler onu kendilerine dinî lider seçerler...

Artık o kişi bilir bilmez kendinden birtakım fetvalar verip, bazı helalleri haram

veya bazı haramları helalmiş gibi anlatır; ve bunları da çevresine kendisinin bir

lider olduğuna inandırarak, zamana göre yeni hükümler getiriyormuş gibi empoze

etmeye başlar...

Sonuç olarak hem o kişi etrafına birçok insan toplamış, bir müceddid

(yenileyici), bir müctehid (yeni hükümler koyucu) edâsıyla yaşamaya başlamış

olur... Hem de onu kendi kaydına alıp kendine bağlamış bulunan cin bir saltanat

kurar!.. Ve bunu başaran cin, kendi akranları arasında bu durumla öğünüp, âdeta

bu işi yapan diğer hemcinsleriyle bir yarışmaya girer...

Bu anlattığımız durumun Dünya üzerindeki en büyük örneği; KADYANİLİK mezhebini

kuran MİRZA GÜLAM AHMED KADYANİ’dir...

Hâlen Türkiye’de bu çeşit kimseler varsa da, biz onların üzerinde durmayarak;

burada Ahmed Kadyani’nin hayatından bazı alıntılar yapıp, anlattıklarımızı bir

örnek üzerinde de göstermek istiyoruz...

AHMED HULÛSİ

1972

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)