Thread Rating:
  • 52 Vote(s) - 3.12 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
KUR’AN BİZE YETER Mİ?
#1
Dini-1 
KUR’AN BİZE YETER Mİ?

Son zamanlarda “Kur’an bize yeter.” diye bir söylem öne çıktı. Bu yaklaşıma ne dersiniz?
Burada öncelikle “Kur’an bize yeter.” sözünden ne kastedildiğini anlamak lazım. Bu sözle sadece Kur’an metninin yeteceği mi vahyin Kur’an’dan ibaret olduğu mu Hz. Peygamber’in açıklamalarına ihtiyaç duyulmadığı mı; ümmetin icmaının, âlimlerin yorumlarının ve içtihatlarının geçersiz olduğu mu tercüme ve meallerin Kur’an yerine konulabileceği mi kastedilmektedir?
Hocam bu iş çok karmaşık gibi. Öncelikle Kur’an’ın bir tanımını yapabilir miyiz?
Kur’an, Hz. Cebrail aracılığıyla Hz. Muhammed Mustafa’ya lafız-mana bütünlüğü içerisinde indirilmiş Allah kelamıdır. Her ne kadar elimizde bulunan kitap Arap diliyle ifade edilen sözlerden oluşsa da, Yüce Allah’ın kelam sıfatına delalet etmesi veya o sıfatın taalluku ve tecellisi olması itibarıyla ilahi kelam hüviyetindedir. Ebu Hanife’nin özetle dediği gibi “Kur’an Hz. Peygamber’e indirilmiş, Mushaflarda yazılmış, ezberlenmiş, okunmuş bir kitaptır.”
Hz. Peygamber’e gelen Kur’an sadece mana mıydı?
Hz. Peygamber’e gelen Kur’an, Hz. Cebrail’de nasılsa öyleydi, yani sadece mana değil, lafız-mana bütünlüğü içindeydi. Peygamber Efendimiz, Hz. Cebrail’den Kur’an’ı dinlemiş, almış ve muhataplarına aktarmıştır. Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesi Hz. Peygamber’in konuştuğu dilin Arapça olmasındandır. Öte yandan Arapça olması, Kur’an’ın evrenselliğine engel değildir, aksine tarihî gerçekliğinin delilidir. Şayet Kur’an belli bir dilde indirilmeseydi tarihî gerçekliğinden şüphe edilebilirdi.
Kur’an, mesajı tam ifade ediyorsa peygambere gerek var mı?
Eğer insanların hepsi Hz. Peygamber gibi Kur’an vahyini alan, anlayan ve hayata uygulayan bir konumda ve özellikte olsaydı peygambere gerek yok, denilebilirdi. Bugün dahi baktığımızda insanların kişilikleri, özellikleri, kavrayışları, anlayışları ve konumları birbirinden farklıdır. Bu farklılıklar her dönemin insanı ve toplumu için geçerlidir. Öyleyse bir hükmün sadece bildirilmesi yeterli değildir. Aksine o hükmün açıklanması ve uygulanması için bir rehbere ihtiyaç vardır. Ülkemizde kanunlar Türkçe olmasına ve bizim de bu dili biliyor olmamıza rağmen açıklaması ve uygulaması için uzmanlara ihtiyaç duyuyoruz. Aldığımız makinelerin yanında kılavuz kitapçıkları bulunmasına rağmen servis elemanının kurmasını ve açıklamasını bekliyoruz. Hâl böyle olunca ilahi kelamın sadece iletilmesi yeterli değildir, açıklama ve uygulama için Allah’ın masumiyet özelliği verdiği bir peygambere ihtiyaç bulunmaktadır. Bu yönüyle her peygamber, ümmetinin muallimi yani öğretmenidir.
Yani Yüce Allah, kitabını bir öğretmenle mi gönderir?
Tam da öyle. Nitekim Peygamberimiz, “Hiç şüphesiz ben öğretmen olarak gönderildim.” (İbn Mace, Sünnet, 17.) buyurmuştur. Aslında eğitimde de öğretmen, sadece bilgi aktaran değil, aynı zamanda tutum ve davranışıyla öğrencilerine örnek olandır. Kur’an’da, Hz. Peygamber’in “en güzel örnek” olarak nitelenmesi de bunu ifade etmektedir. Öte yandan hak dinin temel özelliği, ayrıcalıklı bir sınıfın veya kişinin bulunmamasıdır. Herkes ve her kesim, dinin bütün emirleriyle yükümlüdür. Bilginle bilgisiz arasında mükellefiyet değil, bilgi farkı bulunmaktadır. Şayet istisnalar varsa bunlar açıkça belirtilir, kişilerin şahsi görüşüne bırakılmaz. Bu yönüyle Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) Kur’an’ı ilk alan, anlayan, açıklayan, uygulayan ve yaşayandır. O, Kur’an’ı yaşayarak ümmetine örnek olmuştur. “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın.” (Buhari, Ezan, 18.) hadisi, tam da bu örnekliği anlatmaktadır. Onun, Kur’an’ı yaşayarak uygulaması ismet sıfatı gereği ilahi güvence altında olduğundan kesin hüküm ifade eder. Bu durum sadece ibadetlere has değil, inançtan bireysel ve toplumsal boyuta kadar bütün açıklamaları ve uygulamaları için geçerlidir. Onun açıklamaları ve uygulamalarının sünnet-i seniye olarak ümmet tarafından önemsenmesi bu nedenledir. Öte yandan Hz. Peygamber’in ilk üç nesli övmesi (Buhari, Şehadat, 9.), onlar eliyle bu açıklama ve uygulamaların süreklilik ve yerleşiklik özelliği kazanmasındandır. Çünkü sahabe, onun öğrencileridir. Onlar, vahyin inişine şahit oldukları gibi uygulamasına da iştirak etmişlerdir. Tabiin sahabenin, tebe-i tabiin de tabiinin öğrencileridir. Bu üç nesil, zamansal olarak vahyin inişine en yakın olanlardır. Sonraki zamanlarda ise bu üç nesli takip ederek Kur’an’ı anlayan, açıklayan ve yaşayan âlimlere ihtiyaç duyulmuştur. “Allah’a, Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.” (Nisa, 4/59.) ayetiyle “Şayet o işi Peygamber’e ve emir sahiplerine götürselerdi…” (Nisa, 4/83.) ayetinde geçen “emir sahipleri”, idari yöneticiler olmaktan öte Kur’an’ı bilen, yaşayan ve uygulaması hususunda çevresine örnek olan samimi âlimlerdir. “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” (Tirmizi, İlim, 19.) hadisi de bu örnekliğe işaret etmektedir. Zaten buradaki veraset mal ve mülk veraseti değil, ilim ve örneklik verasetidir.
Demek ki peygamber olmadan olmaz.
Tabii ki olmaz. Peygambersiz din düşünmek Allah’ın kurduğu sisteme ve vahiy gerçeğine aykırıdır. Yüce Allah, tabiattaki sistemi bile sebep sonuç ilişkisine bağlamıştır. Dileseydi her şeyi mucize gibi sebepsiz veya sonuçsuz yaratabilirdi. Hâlbuki mucize ve keramet gibi olağanüstü olaylar, Allah’ın evrene müdahale gücünü gösteren geçici/istisnai olaylardır. Asıl olan sebep sonuç ilişkisi içinde gerçekleşen ve “âdetullah” denilen doğa kanunlarıdır. Vahiy sistemi de “Cebrail, peygamber ve muhatap insanlar” şeklinde düzenlemiştir. Yüce Allah, ilahi kelamını Hz. Cebrail’de ihdas ederek peygambere gönderir, peygamber de gelen vahyi muhataplarına bildirir. Bu yönüyle Hz. Cebrail de bir elçidir, bunların yanında peygamberlere destek ve yardımcı olmak gibi görevleri de vardır. Nitekim “Ezberlemek için Kur’an’ı ağzında tekrar etme, onu zihninde toparlayıp okunmasını sağlamak bize aittir. Okuduğumuz zaman da onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyame, 75/17-19.) ayeti, Yüce Allah’ın vahyin bütün aşamalarını güvence altına aldığını bildirir. Buna göre Kur’an’ın indirilmesinin yanında, Hz. Peygamber tarafından açıklaması ve uygulaması da güvence altındadır.
Sadece metin esas alınarak Kur’an açıklanabilir mi?
Açıklanamaz. Nitekim vahiy inerken Arapçayı bilen/konuşan sahabiler, anlamakta zorlandıkları ayetleri bizzat Hz. Peygamber’e sormuşlardır, sonrasında ise birbirlerine sormuşlardır. Sahabilerin öğrencileri olan tabiiler de onlara sormuşlardır. Hatta bu konuda Hz. Aişe, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Mesud gibi bazı sahabiler öne çıkmışlardır.
Peki, meal ve tercüme hakkında ne dersiniz?
Meal ve tercüme Kur’an değildir, sadece onun yorumlarından bir yorumdur. Akademik çalışmalarda bile tercümeler ikinci derece kaynaktır. Yani hiçbir tercüme asıl metnin yerini tutamaz. Konumuz Kur’an olduğuna göre onun aslının korunması ve esas alınması çok daha önemlidir. Öte yandan, “Kur’an bize yeter.” söyleminin vardığı en talihsiz sonuç, “Kur’an tercümesi bize yeter.” anlayışı olmuştur. Bu söylemi dile getirenlerin bu sonucu görmeleri gerekirdi. Bu anlayış Kur’an’ın anlamını daraltmanın yanında onu aşındırma, hatta bazı meallere bakıldığında tahrife uğratma tehlikesini içinde barındırmaktadır. Nasıl ki Hariciler “Hüküm Allah’a aittir.” diyerek toplumda tefrika rüzgârları estirmişlerse, “Kur’an bize yeter.” söyleminin sahipleri de Kur’an’ı tercümeye indirgemeye ve on dört asırlık bilgi birikimini yok saymaya sebep olmuşlardır.

Kaynak
Türk Diyanet Dergisi


Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 2 Guest(s)