02-15-2024, 07:05 PM
(This post was last modified: 02-15-2024, 07:06 PM by RasitTunca.)
İNSANIN KUVVETİ VE KIYMETİ
Varlığın aşkın boyutunu yok sayarak her şeye güç yetirebileceğini zanneden insan, büyük bir yanılgı içindedir. Henüz sınırlarını bile keşfetmekten aciz olduğu bir âlemde insan, zamanın ve mekânın efendisi olmak için fazlasıyla zayıf, alabildiğine sınırlı ve büsbütün geçicidir. Oysa büyüleyici ahenk, nizam ve ihtişamıyla kâinat, her şeyin sahibi olan aşkın bir kudretin varlığına, birliğine, sonsuz ilmine ve sınırsız iradesine delalet etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, kâinatı hiçbir şeye muhtaç olmadan yaratan, her an geliştiren, değiştiren, sevk ve idare eden mutlak varlığın Allah olduğu vurgulanmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, her türlü noksanlıktan uzak ve bütün mükemmel sıfatlara sahip yegâne varlıktır. İnsanlar, cinler, melekler ve diğer tüm varlıklar, onun fiillerinin eseridir. (Zümer, 39/62; Tin 95/4; Yasin 36/79,82; Rad 13/16; Yunus, 10/34; Nur, 24/42-45.)
Allah’ın hikmetle yarattığı kâinattaki her şeyin bir varoluş gayesi ve kendisini o gayeye ulaştıracak potansiyeli vardır. Varlık âlemindeki müstesna konumuyla insanın da belli bir gaye için yaratıldığı ve kendisini o gayeye ulaştıracak şekilde donatıldığı muhakkaktır. Bu çerçevede “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) ayeti, bir yandan insana söz konusu varoluş gayesini hatırlatırken aynı zamanda hayatı anlamlı kılacak en temel sorumluluğu da beyan ederek onu amaçsız bir hayat sürme keyfiliğinden alıkoymaktadır.
Yaratılıştan gelen özellikleriyle insan, sözünden ve sükûtundan, tercihlerinden ve onların doğuracağı sonuçlardan, yaptıklarından ve yapması gerektiği hâlde yapmadıklarından hesaba çekilmeye en layık varlıktır. Bu sebeple insanın bilgi, bilinç ve iradesi dâhilinde gerçekleşen her şeyin dünyevi veya uhrevi boyutta kendisini bağlayıcı sonuçları olacaktır. Sınırlı bir varlık olması hasebiyle insan, elbette her şeyin künhüne varamayabilir. Tercihlerinin kendisini neye/nereye ulaştıracağını da bilemeyebilir. Hatta bazen kendi tercihiyle ilişkilendiremeyeceği bir sonuçla bile karşılaşabilir. Aslında bütün bunlar, insanın tabiat ve dolayısıyla ilahi irade karşısında acziyetini ele veren gerçekliklerdir. Elde ettiği dünyevi imkânlar sebebiyle çoğu zaman kendi kendine yetebileceğini zannetse de bu durum, söz konusu gerçeklikleri ortadan kaldırmayacaktır. Fakat bu, insanın değerini düşürmeyeceği gibi iradesini de büsbütün ortadan kaldırmaz. Her ne kadar sınırlı da olsa beşeri irade, ilahi iradenin tecelli etmesine zemin olacak imkâna sahiptir. Çünkü her türlü kuvvet ve kıymete erişebilmek, yaratılmışlar içinde insana mahsus bir potansiyeldir. Bu potansiyeli gerçekleştirmenin yolu, her şey üzerinde mutlak otorite olan Allah ile kurulacak irtibattan geçmektedir. Böyle bir irtibatı sağlayacak en güçlü bağ ise duadır.
Biliyoruz ki kâinatın işleyişinde tesadüfe yer yoktur. Her şey fıtratına yerleştirilen ilahi yasa çerçevesinde belli bir düzen ve ölçüye göre hareket etmekte, varlığını sebep sonuç ilişkisi içinde devam ettirmektedir. Ancak düşünebilen her insan, varlığın maddi (fiziki) gerçekliğinden ayrı bir de manevi (metafizik) boyutunun bulunduğunu pekâlâ idrak edebilir ve dolayısıyla âlemdeki maddi-fiziksel sebeplerin dışında bir de manevi-metafizik sebeplerin olabileceğini fark edebilir. Böyle bir idrak, iman ve farkındalıkla yapılacak dua, maddi manevi her sonuca kapı aralayacak tamamlayıcı manevi bir sebeptir. Bir başka ifadeyle dua, hayatın hem dünyevi hem de uhrevi boyutunda meydana gelebilecek her bir durumun muhtemel öncülüdür. “Dua edin, duanıza icabet edeyim.” (Mümin, 40/60.) ayeti, bunun açık bir göstergesidir. Bu gerçek, aynı zamanda fizik veya metafizik alanda olan ve olabilecek her şeyin beşerî iradeyi ilgilendiren bir yönü bulunduğuna da işaret etmektedir. Bu yüzden duanın ihmal edilmesi, insanın iradesini kendi aleyhine kullanması anlamına gelecektir. Kaldı ki duanın sağladığı güç ve imkândan uzak kalmak, küçümsenemeyecek bir mahrumiyet olsa gerektir.
Allah’a hamdüsenayı, tazimi ve şükrü de içine alan bir yakarış olarak dua, güçlü bir iletişim biçimidir. Âlemlerin Rabbiyle kurulan bu iletişim, insanın kuvvetinin ve kıymetinin en bariz nişanesidir. Nitekim Cenab-ı Hak, “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin!” (Furkan, 25/77.) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.),“Dua ibadetin özüdür.”, “Dua ibadetin ta kendisidir.” ve “Allah katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” (Tirmizi, Deavat, 1; İbn Mace, Dua, 1.) hadisleriyle aynı hakikate vurgu yapmaktadır.
Bu noktada altı çizilmesi gereken önemli bir husus da duanın boyutlarıdır. Bunlar, en yalın ifadeyle tercih, gayret, davet ve tevekkül olarak sıralanabilir. İnsana düşen, öncelikle bilinen ve görünen (maddi/fiziki) sebeplerin iyi ve doğru olanını tercih etmek ve onun gerçekleşmesi için elinden gelen gayreti göstermektir. Duanın fiilî boyutuna karşılık gelen bu tavır, arzu edilen hedefe ulaşmak için sünnetullahın idrakiyle olağan sebeplere sarılmaktır. Bir bakıma arzuyu eyleme dönüştürmektir. Çünkü arzu ettiği şeyin gerçekleşmesini isteyen kimse, öncelikle gücü nispetinde onun maddi sebeplerini yerine getirmekle mükelleftir. Bu durum, insanın kendi iradesini yok sayarak ve sebepleri ihmal ederek kaderci bir anlayışla her şeyi Allah’a havale etmesinin önünde ciddi bir engeldir. Nitekim “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.” (Necm, 53/39.) mealindeki ayette Yüce Allah, insanın çalışıp çabalaması ile bunun sonucu arasındaki ilişkiye dikkat çekerek her çalışmanın bir fiilî dua olduğuna işaret etmektedir.
Duanın diğer bir boyutu ise arzu edilen şeye ulaşabilmek için Allah’ın yardımını istemek ve en iyi sonucu ancak Allah’ın yaratacağına inanarak O’nun kudret, inayet ve merhametine sığınmaktır. Her şeyin hayrına ulaşmak ve şerrinden emin olmak için bütün sebepleri var eden Allah’a yakarmaktır. Bu yönüyle dua, hem Allah’a kulluk şuurunun hem de varlık karşısındaki duruşun bir ifadesidir.
Kaynak
Türk Diyanet Dergisi
Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Vaizi
Varlığın aşkın boyutunu yok sayarak her şeye güç yetirebileceğini zanneden insan, büyük bir yanılgı içindedir. Henüz sınırlarını bile keşfetmekten aciz olduğu bir âlemde insan, zamanın ve mekânın efendisi olmak için fazlasıyla zayıf, alabildiğine sınırlı ve büsbütün geçicidir. Oysa büyüleyici ahenk, nizam ve ihtişamıyla kâinat, her şeyin sahibi olan aşkın bir kudretin varlığına, birliğine, sonsuz ilmine ve sınırsız iradesine delalet etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, kâinatı hiçbir şeye muhtaç olmadan yaratan, her an geliştiren, değiştiren, sevk ve idare eden mutlak varlığın Allah olduğu vurgulanmaktadır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, her türlü noksanlıktan uzak ve bütün mükemmel sıfatlara sahip yegâne varlıktır. İnsanlar, cinler, melekler ve diğer tüm varlıklar, onun fiillerinin eseridir. (Zümer, 39/62; Tin 95/4; Yasin 36/79,82; Rad 13/16; Yunus, 10/34; Nur, 24/42-45.)
Allah’ın hikmetle yarattığı kâinattaki her şeyin bir varoluş gayesi ve kendisini o gayeye ulaştıracak potansiyeli vardır. Varlık âlemindeki müstesna konumuyla insanın da belli bir gaye için yaratıldığı ve kendisini o gayeye ulaştıracak şekilde donatıldığı muhakkaktır. Bu çerçevede “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) ayeti, bir yandan insana söz konusu varoluş gayesini hatırlatırken aynı zamanda hayatı anlamlı kılacak en temel sorumluluğu da beyan ederek onu amaçsız bir hayat sürme keyfiliğinden alıkoymaktadır.
Yaratılıştan gelen özellikleriyle insan, sözünden ve sükûtundan, tercihlerinden ve onların doğuracağı sonuçlardan, yaptıklarından ve yapması gerektiği hâlde yapmadıklarından hesaba çekilmeye en layık varlıktır. Bu sebeple insanın bilgi, bilinç ve iradesi dâhilinde gerçekleşen her şeyin dünyevi veya uhrevi boyutta kendisini bağlayıcı sonuçları olacaktır. Sınırlı bir varlık olması hasebiyle insan, elbette her şeyin künhüne varamayabilir. Tercihlerinin kendisini neye/nereye ulaştıracağını da bilemeyebilir. Hatta bazen kendi tercihiyle ilişkilendiremeyeceği bir sonuçla bile karşılaşabilir. Aslında bütün bunlar, insanın tabiat ve dolayısıyla ilahi irade karşısında acziyetini ele veren gerçekliklerdir. Elde ettiği dünyevi imkânlar sebebiyle çoğu zaman kendi kendine yetebileceğini zannetse de bu durum, söz konusu gerçeklikleri ortadan kaldırmayacaktır. Fakat bu, insanın değerini düşürmeyeceği gibi iradesini de büsbütün ortadan kaldırmaz. Her ne kadar sınırlı da olsa beşeri irade, ilahi iradenin tecelli etmesine zemin olacak imkâna sahiptir. Çünkü her türlü kuvvet ve kıymete erişebilmek, yaratılmışlar içinde insana mahsus bir potansiyeldir. Bu potansiyeli gerçekleştirmenin yolu, her şey üzerinde mutlak otorite olan Allah ile kurulacak irtibattan geçmektedir. Böyle bir irtibatı sağlayacak en güçlü bağ ise duadır.
Biliyoruz ki kâinatın işleyişinde tesadüfe yer yoktur. Her şey fıtratına yerleştirilen ilahi yasa çerçevesinde belli bir düzen ve ölçüye göre hareket etmekte, varlığını sebep sonuç ilişkisi içinde devam ettirmektedir. Ancak düşünebilen her insan, varlığın maddi (fiziki) gerçekliğinden ayrı bir de manevi (metafizik) boyutunun bulunduğunu pekâlâ idrak edebilir ve dolayısıyla âlemdeki maddi-fiziksel sebeplerin dışında bir de manevi-metafizik sebeplerin olabileceğini fark edebilir. Böyle bir idrak, iman ve farkındalıkla yapılacak dua, maddi manevi her sonuca kapı aralayacak tamamlayıcı manevi bir sebeptir. Bir başka ifadeyle dua, hayatın hem dünyevi hem de uhrevi boyutunda meydana gelebilecek her bir durumun muhtemel öncülüdür. “Dua edin, duanıza icabet edeyim.” (Mümin, 40/60.) ayeti, bunun açık bir göstergesidir. Bu gerçek, aynı zamanda fizik veya metafizik alanda olan ve olabilecek her şeyin beşerî iradeyi ilgilendiren bir yönü bulunduğuna da işaret etmektedir. Bu yüzden duanın ihmal edilmesi, insanın iradesini kendi aleyhine kullanması anlamına gelecektir. Kaldı ki duanın sağladığı güç ve imkândan uzak kalmak, küçümsenemeyecek bir mahrumiyet olsa gerektir.
Allah’a hamdüsenayı, tazimi ve şükrü de içine alan bir yakarış olarak dua, güçlü bir iletişim biçimidir. Âlemlerin Rabbiyle kurulan bu iletişim, insanın kuvvetinin ve kıymetinin en bariz nişanesidir. Nitekim Cenab-ı Hak, “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin!” (Furkan, 25/77.) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.),“Dua ibadetin özüdür.”, “Dua ibadetin ta kendisidir.” ve “Allah katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” (Tirmizi, Deavat, 1; İbn Mace, Dua, 1.) hadisleriyle aynı hakikate vurgu yapmaktadır.
Bu noktada altı çizilmesi gereken önemli bir husus da duanın boyutlarıdır. Bunlar, en yalın ifadeyle tercih, gayret, davet ve tevekkül olarak sıralanabilir. İnsana düşen, öncelikle bilinen ve görünen (maddi/fiziki) sebeplerin iyi ve doğru olanını tercih etmek ve onun gerçekleşmesi için elinden gelen gayreti göstermektir. Duanın fiilî boyutuna karşılık gelen bu tavır, arzu edilen hedefe ulaşmak için sünnetullahın idrakiyle olağan sebeplere sarılmaktır. Bir bakıma arzuyu eyleme dönüştürmektir. Çünkü arzu ettiği şeyin gerçekleşmesini isteyen kimse, öncelikle gücü nispetinde onun maddi sebeplerini yerine getirmekle mükelleftir. Bu durum, insanın kendi iradesini yok sayarak ve sebepleri ihmal ederek kaderci bir anlayışla her şeyi Allah’a havale etmesinin önünde ciddi bir engeldir. Nitekim “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.” (Necm, 53/39.) mealindeki ayette Yüce Allah, insanın çalışıp çabalaması ile bunun sonucu arasındaki ilişkiye dikkat çekerek her çalışmanın bir fiilî dua olduğuna işaret etmektedir.
Duanın diğer bir boyutu ise arzu edilen şeye ulaşabilmek için Allah’ın yardımını istemek ve en iyi sonucu ancak Allah’ın yaratacağına inanarak O’nun kudret, inayet ve merhametine sığınmaktır. Her şeyin hayrına ulaşmak ve şerrinden emin olmak için bütün sebepleri var eden Allah’a yakarmaktır. Bu yönüyle dua, hem Allah’a kulluk şuurunun hem de varlık karşısındaki duruşun bir ifadesidir.
Kaynak
Türk Diyanet Dergisi
Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Vaizi
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca