08-09-2020, 07:32 PM
Fıkıh Ansiklopedisi İ Harfi İle Başlayanlar
İARE, ÖDÜNÇ
Ödünç verme, nöbetleşme, birbirinden alma, süratle gidip gelme.
Karşılıksız olarak ve dönülebilecek şekilde bir kişiye sözleşme esnasında faydalanması için verilen mal anlamında bir fıkıh terimi.
Ödünç verme akdi, tarafların sözlü ifadeleri (icab-kabul) veya karşılıklı olarak alıp verme yoluyla yapılır.
Ödünç vermenin sıhhatli olabilmesi için gerekli şartlar şunlardır:
1- Ödünç veren ve alan kişiler akıllı veya mümeyyiz olmalıdırlar. Mümeyyiz olmayan çocuğun veya delinin ödünç alıp vermesi câiz değildir. Çocuğun bâliğ olması şart değildir (elKâsani, Bedâyiu`s-Sanâyi, VI, 214).
2- Ödünç verenin izni, ödünç alanın kabzı olmalıdır. Kabzedilmeyen bir mal ödünç verilmiş olmaz.
3- Ödünç veren, verdiği malın menfaatine sahip olmalıdır.
4- Ödünç veren, ödünç vermeye zorlanmamış olmalıdır.
5- Ödünç verilen mal, helâk edilmeden faydalanmaya elverişli olmalıdır.
6- Ödünç verme akdinde, zaman yer, ne yönden ve kimlerin yararlanacağı belirtilir veya belirtilmez. Belirtilmemiş ise ödünç alan o malı istediği zaman, dilediği yerde ve arzu ettiği şekilde kullanabilir ve istediği kimseye ödünç olarak da verilebilir. şayet sözleşme esnasında zaman, mekân, faydalanma şekli ve faydalanacak kişiler sınırlandırılmış ise, ödünç olarak da verilebilir. Şayet sözleşme esnasında zaman, mekân, faydalanma şekli ve faydalanacak kişiler sınırlandırılmış ise, ödünç alanın buna uyması gereklidir. Malı ödünç alanın bir hatası olmaksızın zayi olursa ödünç alanın bunu tazmin etmesi gerekmez.
İBADET OLARAK KIRAAT
Ibadetler ya sırf malîdir : Zekât, öşür, keffaret... gibi. Ya sırf bedenîdir: Namaz, oruç, itikâf, Kur`ân okumak, zikrullah yapmak gibi.Ya da hem malî, hem de bedenîdir : Hac gibi...Hâfizü`d-Dîn en-Nesefi`nin ifadesine göre niyâbet (başkası adına yapma), malî olan ibadetlerde acz halinde de, kudret halinde de câizdir. Bedenî ibadetlerde hiçbir halde câiz değildir. Hem bedenî, hem de malî (mürekkep) ibadetlerde ise, sadece acz halinde câizdir ve aczin ölüme dek uzanan devamlı bir acz olma şartı vardır. (Nesefi, Kenzü`d-dekâik (Tebyîn ile) ll/85.)
Imâm Zeylâ-î bunu şöyle açıklar :"Zira malî ibadetlerden maksat, muhtacın ihtiyacını gidermektir. Bu ise bizzat mükellefin fiili ile hasıl olabileceği gibi, nâibinin fiili ile de hasıl olabilir. böylece imtihanın özelliği yine tahakkuk etmiş olur. Dolayısı ile her ikisi de eşittir. bedenî ibadetlerde ise niyabet hiç bir halde câiz değildir. Zira bunlardan maksat, Allah`ın (c.c) rızasını talep amacıyla, nefs-i emmâreyi güçsüz düşürmektir. Çünkü o Allah`a (c.c) düşman olarak ortaya atılmıştır. Hadîs-kudsîde, "Nefsine düşman ol! Zira o Bana düşman olarak dikilmiştir." buyurmaktadır.İşte bu gaye, nâibin fiili ile aslâ hasıl olmaz. Dolayısı ile böyle ibadetlerde bir fayda temin etmediğinden dolayı niyabet cereyan etmez. (Zeylaî N/85) Bu yüzdendir ki, müctehit imamlar, ölmüş birisi yerine hiç kimsenin namaz kılamayacağında ve oruç tutamayacağında müttefiktirler. Bizim mezhebimizde, diri olması halinde de durum aynıdır. Binaenaleyh, bu durumda ücretle tutmanın câiz olmayacağı daha açıktır. Zira niyabet isti`cardan kolaydır." (Ibn,`Abidîn, Sifa`ul-alîl, s.165.) Imâm Birgivî de "Ikâzu`n-Nâimîn" adlı risâlesinde:"Sadece bedenî bir ibadet olup, bir vesile olmayan namaz, oruç, Kur`ân okumak. Tehlil, tesbih, tekbir ve tasliye gibi bir ibadete; bir mal almak amacıyla, sevabını da verdiği, sadece bu sevabın kendisine ulaşması için verene bağışlamak niyyetiyle koyulmak ve başlamak, ne Islâm mezheplerinden bir mezhebde, ne de semâvî dinlerden birinde câizdir." (Ibn ‚Abidin, Şifâ`ul-alîl, s. 174.) der.
İCARE, KİRAYA VERMEK
Kiraya vermek, menfaatin satımı yararlanılması şer`an mübah olan bir şeyden, bir bedel karşılığında belli bir süre yararlanmak üzere yapılan akit. Aynı kökten gelen isti`câr ise kira ile tutmak anlamındadır.
Icârede akdin konusu yararlanma olup, konu bakımından ikiye ayrılır.
1- Herhangi bir menkul veya gayr-i menkulden yararlanmak üzere yapılan kira sözleşmesi. Bina, elbise ve hayvan kiralama gibi.
2- Insanın, başkası için çalışması üzerine yapılan kira sözleşmesi ki, buna "iş akdi" veya "hizmet sözleşmesi" denir. Ücret veya maaş karşılığı işçi yahut memur çalıştırmak, sanatkâra ücretle iş yaptırmak gibi.
Bir şeyin aynını (kendisini) istihlâke yönelik icâre akdi geçerli değildir. Ağaç ve üzüm bağlarını meyvesi; hayvanı sütü, yağı veya yapağısı için kiralamak gibi. Yine altın, gümüş, nakit para, yiyecek ve içecek maddeleri gibi kendilerinden yararlanmak ancak tüketmek suretiyle mümkün olabilen şeyler de kira akdine elverişli değildir. Çünkü icârede akdin konusu, şeyin kendisi değil, o şeyden yararlanmadır. Bu "kendisinden aynı devam etmekle birlikte yararlanmak mümkün ve caiz olan her şeyin, kira akdine konu olması da mümkündür" şeklinde ifade edilebilir (el-Kâsânî, Bedâyîu`s-Sanâyi`, l V, 174; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, VII, 145; Ibn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, V, l; Ibn Kudâme, el-Muğni, V, 398; Mecelle, mad., 421).
Kira akdinin caiz oluşu Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır.
Kur`an-ı Kerimde şöyle buyurulur: "Onlar sizin için çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz" (et-Talâk, 65/6).
Allahü Teâlâ, Şuayb (a.s)`ın iki kızından hikaye ederek, şöyle buyurdu: "Iki kadından biri; babacığım, onu ücretli olarak tut. Çalıştırdığın işçilerin en iyisi bu güçlü ve güvenilir kimsedir, dedi. (Şuayb a.s) dedi; Şu iki kızımdan birisini, bana sekizyıl ücretli çalışman şartıyla-ki süreyi on yıla tamamlarsan bu senin bileceğin iştir. Sana nikahlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/25-27). Bizden önceki şeriatlar neshedilmedikleri sürece bizim için de geçerlidir. Bundan dolayı Musâ (a.s)`ın Şuayb (a.s)`a kira ile çalışması bizim içinde geçerli bir şeriattır.
Hadislerde şöyle buyurulur: "Işçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 129 vd.; el-Heysemî, Mecmau`z-Zevâid, IV, 97; eş-Şevkâni, Neylü`l-Evtâr, l V, 292). Burada ücreti verme emri, kira akdinin sahih olduğunu gösterir.
"Bir isçiyi kiralayan kimse ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesâî, Imân, 44; Zeyd b. Ali, Müsned, H. No: 654; Zeylaî, a.g.e, IV, 131; eş-Şevkanî, a.g.e, V, 292).
Saîd b. el-Müseyyeb`in Sa`d (r.a)`dan naklettiğine göre, Sa`d şöyle demiştir: "Biz araziyi iyi ürün veren kısmı karşılığında kiralıyorduk. Rasûlüllah (s.a.s) bizi bundan alıkoydu ve bize bunları altın veya gümüş para karşılığında kiralamamızı emretti" (Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî`den naklen es-Sevkânî, a.g.e, V, 279).
Yukarıdaki ayet ve hadisler daha çok insanın emeğini belli ücret karşılığında kiralaması ile ilgilidir. Islâm hukukunda menkul veya gayr-i menkullerin bir bedel karşılığında kiralanması ile işçi, memur, asker gibi kişilerin işverenle yaptıkları "memuriyeti kabul etme" veya "iş akdi" aynı nitelikte sayılmıştır.
Ashab-ı Kiram, icâre akdinin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insanların bu akde ihtiyacı vardır. Eşyanın satımı caiz olunsa, yararlanmak için kiralanmasının da câîz olması gerekir (es-Serahsî, a.g.e, XV, 74; Ibnü`l Hümâm, a.g.e, VII, 147; el-Kâsâni, a.g.e, IV, 173; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, II, 218; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, 1, 394; Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 397).
Kira akdinin rüknü, icap ve kabuldür. Islâm hukukçularının çoğunluğu buna, tarafları, ücret ve yararlanmayı da ilâve eder.
Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de dört şart aranır:
Meydana gelme (in`ikad), yürürlük (nefâz), sıhhat ve lüzum şartları, meydana gelme şartları; akdi yapanlarla, akdin kendisi ile ve akdin yeri ile ilgili şartlar olmak üzere üçtür. Kira akdi taraflarının, temyiz kudretine sahip olması gerekir. Akıl hastaları, gayrı mümeyyiz küçükler kira akdi yapamaz. Ancak Hanefilere göre mümeyyiz küçük çocuk kira veya iş akdi yapsa, eğer tasarrufa izinli ise ve bu akitler onun lehine ise, geçerli olur. Şâfiî ve Hanbelîlelere göre ise bu gibi akitlerde akıl ve buluğ şarttır (Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 398).
Kira akdinin yürürlük kazanması için mülkün veya velâyetin tam olması gerekir. Bu yüzden fuzûlînin kira akdi mülk sahibinin icâzet vermesi şartıyle geçerli olur.
Kira ve iş akdinde tarafların rızası şarttır. Çünkü bu akit, temelde satın akdine benzer. Akdin konusunun anlaşmazlığa yol açmayacak ölçüde belirli olması gerekir. Kira ve iş akdinde, akdin konusu yararlanmadır. Yarar yönü belirsiz olursa akit sahıh olmaz. Çünkü bu, teslime ve teslim almaya engel olur. Akdin konusunu bilmek, yararlanmanın yerini, konusunu, süresini; sanatkâr veya işçi kiralamada yapılacak işi açıklamak suretiyle meydana gelir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 176; Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 398; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 43; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 396, 401).
Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre kira akdi, uzun olsun kısa olsun, herhangi bir süre için geçerlidir. Çünkü süre belli olunca, bu süre içinde yararlanmanın miktarı da bilinmiş olur. Ancak vakıf mallar bundan müstesnadır. Tercih edilen görüşe göre, bunlarda uzun süreli kiralama caiz olmaz. Çünkü kiracı, süre çok uzayınca mülk iddiasında bulunabilir. Bu süre gayrı menkullerde üç, menkullerde bir yıldır. Yetimin malınıkiralamada da aynı hüküm uygulanır (Ibnü`l-Hümâm, a.g.e, VII, 150).
Kira akdi, bilirkişinin kanaatine göre, kiralanan şeyin var olabileceği süre için geçerli olur. Bundan daha uzun süreyi kapsamaz. Çünkü buna Islâm`da delil yoktur (eş-şîrâzî, el-Mühezzeb, l, 396; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 401).
Aylık kiralamalarda kira akdi ilk ay için geçerli olur. Diğer aylara girildikçe, akit yenilenmiş bulunur. Yıl üzerinden yapılan akitlerde de uzama bu prensibe göre olur. Alış-verişte parayı verip hiç konuşmadan malı teslim alma, fiyatı belli olan mallarda karşılıklı rıza anlamına geldiği gibi, kira akdi de süre bitince önceki şartlara göre kendiliğinden uzamış olur. Tarafların süre sonunda akdi feshetmemesi veya yeni şartlar öne sürmemesi akit sırasındaki şartlara göre kira akdinin devamına razı olduklarını gösterir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 182; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 409).
Iş akdinde ayrıca yapılacak işin de belirlenmesi gerekir. Işverenin işçiden yararlanma şekil ve miktarı şartlara ve örfe göre olur. Ayrıca yapılacak işin meşrû bir iş olması da gerekir. Şart ve örf yoksa işçiye zarar vermeyecek bir yol izlenir. Işçiden yararlanma, işin türünün ve çalışma süresinin birlikte beyanı ile belirli hâle gelir. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Imam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayetle Hanbelîlere göre çalışma süresinin belirlenmesi yeterli olup, ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fâsit olur. Ebû Yûsuf (ö. 182/798)`a, Imam Muhammed (ö. 189/805)`e, Mâlikîlere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, süre ve iş miktarı bir arada belirlenebilir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 184, 185; eş-Şîrâzî, a.g.e, I, 396; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, IV, 410, 445, 456, 470; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l Islâmî f; Uslûbihi`l-Cedîd, Dımaşk (t.y), I, 555, 556).
Kira akdinde yararlanmanın meşrû olması gerekir. Oturmak için ev, ticaret için dükkân, naklıye için araç kiralamak gibi. Haram bir iş yaptırmak için kira akdi caiz olmaz. Zulmen bir adamı dövdürmek veya öldürmek kumar oynatmak ve benzeri işler için adam kiralamak caiz değildir. Yine bir zimmî (Hristiyan, Yahudi) Islâm ülkesinde bir müslümanın evini veya dükkânını şarap satmak veya kumar oynatmak için kiralasa, bu akit geçerli olmaz. Çünkü bu ma`siyet için kiralama otur. Ancak Ebû Hanîfe`ye göre, evi ibâdet (kilise) amacıyla kiralarlarsa bu caiz olur (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 176; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 38; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 503).
Kira konusunun, kiralayanın üzerine farz veya vacipgibi bizzat yapması gereken bir amel (ibâdet) olmaması gerekir. Bu yüzden; namaz, oruç, hac, imamlık, müezzinlik ve Kur`an öğretimi ibadet ve tâatler için adam kiralamak başlangıçta caiz görülmemişken, Hanefîlerde din görevliliği, 13. Miladî yüzyıldan itibaren, emeğin veya boş zamanın ücret karşılığı kiralandığı bir statüye kavuşmuştur. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri ise İslam`ın başlangıcından itibaren imamlık, müezzinlik, müftülük gibi hizmetlerin ücret karşılığı yapılabileceğine fetva vermişlerdir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 184; el-Fetâvâ`l Hindiyye, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü`s-Sultâniyye, Çev.: Ali Şafak, s. 210; Ibn Kudâme, a.g.e, VI, 5, VII, 317)
Kira bedelinin, kira konusu cinsinden bir menfaat olmaması gerekir. Bir evde oturma karşılığı, kendi evinde oturtma, hizmet karşılığı hizmet, binme karşılığı binme, ekip-biçme karşılığı ekip biçme gibi. Hanefîlere göre bu fâiz (riba)`e yol açar. Çünkü onlar nesîe (vadeye bağlı) ribada, akdin haram oluşuna elverişli olarak, yalnız cins birliğine itibar ederler. Kira akdinde yararlanma parça parça (zaman ilerledikçe) meydana geldiği için akit sırasında henüz mevcut değildir. Bu yüzden taraflardan birisinin kabzı (teslim alması) gecikir ve nesîe ribası gerçekleşir. Şâfiîlere göre ise, cins birliği, tek başına ribâ sebebiyle akdi haram kılmaz (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 194).
İÇİNDE İÇKİ SATILAN BİR OTELDE ÇALIŞMAK VEYA ONA MALZEME SATMAK CAİZ MİDİR?
Meyhane ve genelevi gibi her yönden günah sayılan bir binada çalışmak ve ona malzeme satmak dinen haramdır. Çünkü binanın biricik gayesi meşru olmayan işlerin işlenmesidir. Soruda geçen otel meselesi ise bundan farklıdır. Çünkü otel işletmekteki gaye içki satmak değil, para mukabilinde turist ve misafirleri yerleştirip barındırmaktır. Başka bir deyimle, otel binasını yapmak ve orada çalışmak günah değil, içki içirmek günahtır.
El-Fetava`i-Hindiyye bu gibi şeylere işareten şöyle diyor: "Bir kimse ücret mukabilinde arapça veya farsça olarak şarkı yazarsa aldığı ücret haram değil, helaldır. Çünkü vebal onun yazılmasında değil, meşru olmayan bir şekilde okutulmasındadır."
İÇKİ
Aklın sıhhatli düşünme ve muhakeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale sebep olan içecekler.
Kur`an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir: "Ey Iman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları Şevtanın işlerinden bir pisliktir" (el-Mâide, 5/90). Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr`dır Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr`a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir (Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, IX, 247, vd.).
Içki içmek Islâm`da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat`ta şu cümleler dikkatıçeker: "Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdığınız zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırdedesiniz" (Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11)
Incil`de bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, Isa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim" (Incil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna, A:30:vd.).
Eski Türklerin Islâm`dan önce Şamanizm`e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli içkilerin içildiği bilinmektedir (Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980, s. 97 vd.).
Islâm`dan önce ve Islâm`ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. Islâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akil, sağlık, mal, ırz ve dindir. Içki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika`da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkılat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. Ilk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O`nun hatırasına New York`ta "Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar (Yeşilay Dergisi, sy. 441, Ağustos 1970).
Kur`an-ı Kerîm`de içki yasağı tedrîc prensibine göre gelmiştir.
Mekke`de inen ilk ayette yasak hükmü yer almaz.
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapıyor güzel rızık ediniyorsunuz, bunda aklı eren bir kavim için elbet bir ibret vardır" (en-Nahl, 16/67).
Bundan sonra Hz. Ömer bir gün Resulullah (s.a.s)`a gelerek şöyle dedi: "Ya Resulullah! Şarap malı helâk edici ve aklı giderici olduğu malumunuzdur. Yüce Allah`tan, şarabın hükmünü bize açıklamasını iste. Hz. Peygamber; "Ey Allah`ım, şarap hakkında bize açıklayıcı beyanını bildir" diye dua edince şu ayet indi:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki. "Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak günahları faydalarından daha büyüktür" (el-Bakara, 2/219). Bu ayet inince, bazı sahabîler "büyük günah" diye içkiyi bırakmış bazıları ise "insanlara faydası da var" diyerek içmeye devam etmişlerdir.
Bir gün Abdurrahman b. Avf bir ziyafet vermiş, ashâb-ı kirâmdan bazıları da bu ziyafette hazır bulunmuştu. Yemekte içki de içmişlerdi. Akşam namazının vakti girince, içlerinden birisi imam olmuş ve namaz kıldırırken "kâfirûn" sûresini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ya Rabbi bize içki konusundaki beyanında ziyade yap" diye dua etmiş ve daha sonra şu ayet inmiştir: "Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" (en-Nisa, 4/43). Bu surette içki yalnız namaz vakitlerinde olmak üzere yasaklanmıştır. Artık onu içenler yatsı namazından sonra içiyorlar, sarhoşlukları geçtikten sonra sabah namazını kılıyorlardı.
Yine bir gün Utbe b. Mâlik (r.a) bir evlenme ziyafeti vermişti. Sa`d b. Ebî Vakkas da oradaydı. Deve eti yediler, içki içtiler, sarhoş olunca da asalet iddiasına kalkıştılar. Sa`d bu konuda kavmini öven ve Ensar`ı hicveden bir şiir okudu. Ensar`dan birisi buna kızarak, sofradaki bir deve kemiği ile Sa`d`ı yaraladı. Sa`d da durumu Resulullah (s.a.s)`a şikâyette bulundu. Bunun üzerine bu konuda kesin içki yasağı bildiren ayetler indi:
"Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah`ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (el-Mâide, 5/90-91)
Hz. Peygamberin çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:
"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette kevser şarabını içemez" (Müslim, Eşribe, 73).
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" (el-Askalânî, Bulûgu`l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz. Peygamber`e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
Içkinin yasak oluşu icma-ı ümmetle sâbittir.
Islâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Ancak müctehidler arasında bazı içki çeşitleri üzerinde ihtilaf vardı. Hz. Ömer bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katıolması sonucu değiştirmez. Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir. Işte Islâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslam`ın yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır (bk. Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve`l-Harâm fi`l-Islâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88).
Islâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.s) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû`, 59; Ibn Mâce, Eşribe, 6).
Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." (Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer`, 8; Ibn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; Ibn Kesîr, Muhtaşaru Tefsîri Ibn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547).
İÇKİ İÇENE SOPA VURULABİLİR Mİ?
Içki içene sopa atılması, içkinin yasak edildiği ve içkiye götürecek her yolun kapatıldigi bir Islâm ülkesinde devletin muhakemesi sonunda verilen cezai bir müeyyidedir. Her türlü alkollü içkinin resmî ve gayrı resmî bol bol reklâmı yapılıyor, içilmesi her fırsatta özendiriliyor. Yılbaşında devletin polisi sarhoşların emrine veriliyor, "sarhoşum, gel!" telefonları anons ediliyor. Bütün bunlardan sonra siz içki içene tutar sopa atmaya kalkarsanız dinen bir çelişki ve bir cinayet işlemiş olursunuz. Zaten devletin fonksiyonları arasında olan cezai bir mes`elede fertlerin kendi başlarına hareket etmeleri mümkün değildir. Yani salt bir akademik değerlendirme ile, siz bunu bir Islâm ülkesinde dahi yapamazsınız.
Buna göre böyle bir suçu işleyene ceza vermek devletin ve yetkililerin görevidir. Bu görevi onlar yerine getirmezlerse sorumluları da onlar olur. Diğerleri bundan sorumlu olmazlar.
İÇKİ İÇME CEZASI (HADD-I ŞÜRB)
Içki içmek Mâide suresi 90. âyetle kesin olarak yasaklanmıştır. Fakat cezası Hz. Peygamberin sünneti ve uygulamasıyla sabittir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, içki içene 40 sopa (celde) vurdular. Hz. Ömer zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişare etti. Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar (bk. Dârimî, Hudûd,10; A. b. Hanbel, IV, 389).
Içki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır.
"Rasûlullah (s.a.s)`a şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: Allah seni rüsvay etsin!` dediler. Peygamber (s.a.s): "Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz` buyurdu" (Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14,. 15).
İÇKİ KAPLARI
Içinde Haram içkilerden biri bulunan bir kap artık temiz yiyecek ve içecekler için kullanılmaz mı?
Pis olan eşyayı, durumuna göre çeşitli temizleme yolları vardır. Buna göre içerisine su çekme özelliği bulunmayan, cam, porselen, maden kaplar üç defa iyice yıkamak ve kurulamak suretiyle temiz olurlar. Çömlek gibi su çeken kaplar ise pis bir maddeden temizlemek için yakmak ya da, içinde su kaynattıktan sonra ayrıca yıkamak gerekir.( Kurtubi VI/78) Sa`lebe`nin naklettiği bir hadiste denir ki; "Ey Allah`ın Rasûlü, dedim.. Biz ehli kitabın bulunduğu bir ülkedeyiz. Ne yapalım, onların kaplarında yiyip içebilir miyiz?" Çünkü onlar tencerelerinde domuz pişiriyor, kaplarında şarap içiyorlardı.( Aynî XVN/211) Buyurdular ki: "Başkasını bulabiliyorsanız onlarda yemeyin, bulamıyorsanız onları yıkayın ve onlarda yiyin."( Buhâri, zebâih 4,10,14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvud, edâhi 23 ve başkaları)
Bu hadise göre başka kapların bulunması halinde böyle pis kapların kullanılması mekruhtur. Ama buna rağmen fıkıhçılar, yıkanması halinde -başkası bulunsun bulunmasın- bunda bir kerahet görmemişlerdir. Bunu, Allahu a`lem, şöyle anlamak gerekir: Küffâr beldesindesiniz: Onların kaplarınâ kısa bir süre ihtiyacınız olacak. Bu durumda, varsa kendi kaplarınızı kullanın. Kendinizin varken onlarınkini kullanmanızın gereği olmaz, kullanırsanız mekruh olur. Ama her nasılsa içine pis bir madde konmuş olan bir kap atılmaktansa, yıkanıp kullanılması daha iyidir, onu kullanmak mekruh olmaz. Çünkü malı zâyi etmek haramdır.
İÇKİLİ İNSANIN TERİ
Islâmda pislikler kaba (mugallaza) ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır ve nelerin kaba, nelerin hafif pislik olduğu, fıkıh kitaplarımızın daha ilk başında bütün teferruatıyla sayılır, ahkâmı bildirilir. Burada onlardan birisine dikkat çekmek istiyorum: Bir şeyin temiz olması, onun illede yenebilmesi demek değildir. Belki, insanın üzerinde ya da namaz kılacağı yerde bulunması halinde namaza mani olmaması, temizleyici suya düşmesi halinde suyun temizleyiciliğine mani olmaması, yiyeceklere ve içeceklere düşmesi halinde onların yenebilirlik özelliğini bozmaması demektir. Bunu böylece tesbit ettikten sonra:
İnsan; canlısı da, cansızı da, küçügü de büyügü de, kâfiri de mü`mini de, hayızlı ve cünüp olanı da olmayanı da temizdir (Surunbilâlî, Meraki`1-felah (Tahtâvî ile birlikte) 22; el-Cezîrî, el-Fıkıh ale`l-mezahib, 1/6). Elverir ki, üzerinde başka pislik bulunmuş olmasın. Ağzı (mesela içki ile) pislenmiş olsa dahi, bir iki defa tükrüğünü yuttuktan sonra ağzı dahi temiz olur ve artığı pis olmaz. Ne var ki, Imam Muhammed`e göre tükrük temizleyici olmadığından, böyle bir insanın artığı mekruh olur (Surunbilâlî, age).
Ter ise içilen sıvının olduğu gibi çıkması demek olmadığından, aynı değişikliğee, kimyasal değişmeye uğrayarak çıktığından pis değildir. Hatta hayvanlardan da sadece ve sadece domuzun, bir de köpeğin teri pistir. (el-Ceziri, age. I/11).
İÇTİHAD`IN ŞARTLARI NELERDİR?
İctihad`ın belli başlı dokuz şartı vardır:
1- Arapça dilini ve üslubunu bilmek. Çünkü dinin kaynağı Kur`an-ı Kerim ile sünnet-i seniyedir. Bunlar da arapçadır.
2- Kur`an-ı Kerim`in amm ve hassını, mutlak ve mukayyedini, nasıh ve mensuhunu bilmek.
3- Peygamberin sünnet`ini, kavli, fi`li ve takriri olmak üzere bilmek.
4- Hakkında ictihad edilecek mes`ele ile ilgili icma veya ihtilafı bilmek, icma`ın vuku`unda hiç şüphe yoktur. Sahabenin bir çok mes`elelerde vaki olan icma`ını hiç bir kimse inkar edemez. Ancak Ahmed bin Hanbel sahabeden sonra icma`ın vaki olmadığını söylüyordu. Şafi`i de sahabelerden sonraki icma`ı inkar etmemiş ise de, bir mes`elede kendisine icma`dan söz edildiği zaman onu kabul etmiyordu.
5- Kıyas ve kaidelerini bilmek.
6- Şer`i ahkamın maksat ve gayesini bilmek.
7- Hakk ile batılı birbirinden ayırabilecek kadar ölçülü olmak.
8- İctihad`a ve İslam`a karşı samimi olmak.
9- İnancı sağlam olup bid`attan uzak olmaktır.
Bundan anlaşılıyor ki, ictihad kolay bir mes`ele değildir. Herkes ictihad da`vasında bulunmaz. Akıl ve çevreye veya doğu ve batıdan ithal edilen düşünce ve görülüşlere istinaden hiç bir kimse İslami konularda ictihad edemez.
İctihad`ın kapısı her zaman açıktır.
İcthad kapısı, birinci asırda açık olduğu gibi her asırda da açıktır. Yeter ki ictihad`ın şartlarına haiz bir kimse bulunsun. Şu tarihten şu tarihe kadar açık idi sonra kapandı veya kapatıldı demek yanlıştır. Kapanış ve açılışı elimizde değildir. Bu husus için hiç bir kimseye yetki verilmemiştir. Hangi ayet veya hadis ictihad kapısı şu tarihe kadar açık, bu tarihten şu tarihe kadar kapalıdır diyor? Hatta bütün fukaha her asırda ictihad`ın yapılması gerekir diyorlar. Mesela el-Envar`de şöyle deniliyor: "Kadının hür, erkek, mükellef, adil ve müctehid olması şarttır. Çünkü her asırda daha önceki asırlarda vaki olan hadiseler tekerrür etseydi, eski müctehidlerin fetvasıyla amel edilebilirdi. Amma her asırda ayrı hadiseler ortaya çıktığı için yeni ictihadlar gerekir”. Ancak o kapıdan girmeye bazı engeller olabilir.
Bu, her asırda yeni fıkhi mezheplerin kurulması gereklidir manasına hamledilmemelidir. Birinci asırda müslümanlar, bilgilerini Kur`an ve sünnet`ten alıp onlarla amel ediyorlardı. Kur`an ve sünnet`te yer almamış mes`eleler hakkında ictihad ediyor veya ehline soruyorlardı. O zamanda belli bir mezheb yoktu. İkinci asırda, çoğalıp dağılan müslümanlar yeni hadiseler, yeni adet ve an`anelerle karşılaştılar. Bunun üzerine ulema, bunları hall etmek için büyük i`tina gösterip ictihad`da bulundular. Ve bunun neticesinde çeşitli mezhepler, ekoller ortaya çıktı. Herkes kendi mezhebini müdafaa etmeğe başladı. Ancak hırisiyanlar gibi birbirini tekfir etmezlerdi. Bu ihtilaf normaldir. Çünkü herhangi kapalı bir mes`ele etrafında görüş teatisi olursa mutlaka birbirine ters düşen fikirler doğacaktır. Mesela "va`l-mutallakatu yeterabbasna bi enfusihinne selasete kuruin” ayet-i celilesinde yer alan "kuru” kelimesi "kur” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime arapçada kadının aybaşı hali ma`nasına geldiği gibi temizlik ma`nasına da geliyor. Sahabelerin bazısı, kur` kelimesi ay başı ma`nasında olup, boşanan kadının iddeti üç ay başıdır... Bazısı da temizlik ma`nasından olup, boşanan kadının iddeti üç temizlik müddetidir demişlerdir.
İDARE
Koca evin hizmetini görmek için belli ücret karşılığında hanımını kiralayıp hanımı da bir müddet hizmet görecek olsa ücret hak etmiş, olmaz.
Koca, hanımını diğer karısından olan küçük çocuğunu emzirmek için kiralayacak olsa caiz olup ücret gerekli olur.
Kocası olup eve ihtiyacı olmayan bir kadın kızının kızına ait olan evde parasız oturamaz.
Ebe ücretini, onu eve çağıran öder.
Koca ebe ücretini ödemeye zorlanılamaz.
İFLAS
Arayıp bulamamak, iflâs etmek. Bir kimsenin yanında veya tasarrufu altında kendisine ait hiçbir mal kalmadığı zaman "iflâs etti" denilir. Bunun anlamı, dirhemleri fels çeşidi değersiz madenî paralara dönüştü, demektir. Bir kimsenin yanında fels para bile kalmayınca, iflâsından söz edilir. Felsler, altın ve gümüş paraya göre, değeri çok düşük olan ve şehirler arasında bile satın alma gücü farkları bulunan madeni paralar olduğu için İslam`ın zuhuru yıllarında Hicaz bölgesinde bu paraya rağbet edilmemişti. Işte bu yüzden mal varlığını tüketen kimseye fels kökeninden gelen "müflis" ifadesi kullanılmıştı, (Ibnu`l-kesir, en-Nihâye, III, 407; R.S. Poole, W.H. Valentine,"Fels"mad., I.A; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Meselelere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 20 vd.).
Hz. Peygamber çeşitli hadislerinde iflâs`ın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir. Bir gün çevresindeki sahabelere; "Müflis kimdir?" diye sormuş, ashâb-ı kiram; "bize göre müflis, kendisine ait hiçbir dirhemi (nakit parası) ve malı kalmayan kimsedir" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden gerçek müflis şudur: Kıyamet gününde namazını, orucunu ve zekâtını getirir. Bu arada başkasına sövmesi, zina iftirasında bulunması, kan dökmesi ve başkasını dövmesi ile ilgili kötü amelleri gelir. Bunlara karşılık iyi amelleri (hasenâtı) verilir ve borçları (kul hakları) bitmeden iyi amelleri tükenir. Alacaklıların hataları kendisine yükletilir ve ateşe atılır" (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 303, IV, 372). "Bir kimse iflâs eden birisinin yanında kendi malınıbulursa, buna başkalarından daha fazla hak sahibidir" (Buhârî, Istikrâz, 14; Müslim, Müsâkât, 22; Ebû Dâvud, Büyû`, 74; Ibn Mâce, Ahkâm, 26)
İFTİRA
Iftira son derece kötü ve tahribedici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. Iftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Iftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.
Iftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkı hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.
Islâm`da iftira konusu, üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda ayet-i kerime, iftira`nın özelliğinden ve onun Allah`ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış olduğundan bahsetmektedir.
Iftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âîşe ile ilgili olarak "Ifk"* olayında görmekteyiz Olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde götürürdü. Bu usulle, Mustalıkoğulları Gazâsına da Hz. Âîşe katılmıştı. Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı için çıkan Âîşe (r.anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü farketmiş, aramak için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âîşe, devenin üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz. Âîşe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O`nu devesine bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âîşe`ye zina iftirasında (ifk) bulundular. Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne`de dolaştı. Hz. Peygamber ve Âîşe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.
Daha sonra Hz. Âîşe Nûr sûresindeki şu ayetlerle temize çıkardı:
"O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. Iftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır."
"Iftirayı işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"
"Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir"
"Eğer Allah`ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu."
"Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz birşey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır "
"O asılsız sözü duyduğunuz zaman: "Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?" (en-Nûr, 24/1116).
Hz. Peygamber inen bu ayetleri tebliğ ettikten sonra; "Ya Âîşe, Allah`a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnadından kesin olarak berî kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Âîşe (r.anhâ) nin annesi: "Kızım, kalk da Resulullah (s.a.s)`a teşekkür et" deyince, Hz. Âîşe; "Hayır kalkmam ve yalnız Allah`a hamdederim" diye cevap verdi (bk. Buhârî, Tefsîru Sûre, 24/6, Meğâzi, 12, 32, 34, Şehâdet, 2, 15, Eymân, 13, 18, I`tisâm, 28, Tevhîd, 35, 52; Müslim, Tevbe, 56; Ebû Dâvud, Salât, 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 194, 195, 197; Kamil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1984, VIII, 73-97).
Iftira eden kimse, bununla amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî bakımdan kendisi zararlı çıkar. Nebî (s.a.s) "Iftira eden kimse zarara uğramıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 91) buyurur.
Iffetli bir kadına zina isnadında bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazıf cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine güvenilmez (bk. en-Nûr, 24/4; "kazf" mad.). Zina isnadında bulunan kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse "mulâane" yoluna başvurulur (bk.en-Nûr, 24/6-9; "Liân" mad.).
En ağır iftirayı atan kimse bile sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nail olabilir (en-Nûr, 24/4-5).
Günümüzde fertlerin birbirine iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus, iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Ayette şöyle buyurulur: "Mümin erkek ve o kadınlara işlemedikleri bir günahla eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu açık bir günah yüklenmişlerdir" (el-Ahzab, 33/38).
İĞNE VE ABDEST
Damardan ya da kalçadan yapılan iğnede kan çıkmaması durumunda abdest bozulur mu? Ya da damardan iğne vurulurken şırıngaya çekilip tekrar geri giden bir miktar kan abdesti bozar mı?
Iğne yapılan yerden kan, irin vs. çıkmazsa iğne abdesti bozmaz. Şırıngaya çekilmesi halinde, ancak bir sivrisineğin emeceği kadar olup akıcı kabul edilmeyen miktarı da abdesti bozmaz. Daha fazla olursa bozar. (M. Zihni 73)
İĞNENİN ORUCU BOZUP BOZMAYACAĞI HAKKINDA ÇEŞİTLİ SÖZLER SÖYLEMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR?
İmam-ı A`zam`a göre ağız gibi fıtri bir yoldan mideye bir şey almak orucu bozduğu gibi vücudun herhangi bir yerini delmek ve yırtmak suretiyle fıtri olmayan bir menfezden ona bir şey sokmak veya zerk etmek de orucu bozar. Fakat Ebu Yusuf, Muhammed ve İmam-ı Şafii mezhebine göre fıtri bir menfez olmayan bir yol ile vücudun içine bir şey sokulur veya zerk edilirse orucu bozmaz (al-Mebsut, c.3,s.68).
Nevevi, "Bir kimse baldırına bir bıçak sokar veya içine ilaç zerk ederse orucu bozulmaz" diyor (al-Mecmu). Binaenaleyh hasta olan kimse imkanı varsa gündüz değil gece vaktinde iğnesini yaptırmaya gayret sarfetsin, fazla rahatsız olur, veya gece vaktinde yaptıracak kimsesi olmazsa Hanefi olan kimse imameyne göre orucunu bozmadan iğnesini yaptırır. Bilahare ihtiyaten gününe gün kaza ederse iyi olur. Ama "karnına bir hançer sokarsa" Şafii mezhebine göre orucu bozulur ( al-Mecmu). İmameyne göre bozulmaz.
İHLAS SURESİ İLE HATİM
Hatim sonlarında vs. Ihlas sûresi niçin üç defa tekrarlanır? Evlerde sohbet yapan bir hanım, Kur`ân okumasını bilmeyenlerin her satıra bir "Ihlas" okuyarak hatim yapmış olacaklarını söylediler, doğru mudur?
Önce şunu söylemek gerekir ki, Kur`ân-ı Kerim kendi ifâdesiyle "hayatta olanları inzar etmek, uyarmak için" (Yasin (36) 70) gelmiştir. Bu uyarılmanın, ders almanın olabilmesi, onun bütününün okunmasına, hatta manası düşünülerek alınmasına bağlıdır. Elbette Kur`ân`ı Kerim okumanın bir de "ta`abbudî" (ibadet olma) yönü vardır. Hatta her bir harfi için okuyana "on sevap" verileceği vadedilmiştir. Ama bunca büyük bir sevap onun asıl geliş gayesi yanında belki de çok küçük kalır. Bu yüzden her satıra bir "ihlâs" okunarak hatim yapmakla Kur`ân`ı Kerim hatmedilmiş olmaz, belki satırları sayısınca "ihlâs" okuma sevabı alınmış olur. Bu kadar "ihlâs" okuyacak süre içerisinde Kur`ân`ı Kerim okumayı öğrenmeye çalışmak, Allah`u a`lem insana çok daha fazla sevap kazandırır. Bununla beraber böyle yapmak da hiç bir şey yapmamaktan çok çok iyidir.
"Ihlas" sûresinin üç defa okunmasına gelince, bakabildiğimiz kadarıyla bunun böyle olması gerektiğini söyleyen bir hadis ya da seleften bir söz yoktur. Ancak "Ihlâs Sûresi" nin Kur`ân`ın üçte birine denk olduğunu söyleyen sahih hadisler vardır (bk. Ibn Mâce, edep 52; Ebu Davud, vitr 18; Tirmizî, Sevâbul· Kurân 1011; Nesâ`i Iftitah 69· Muvatta Kur`ân 17, 19). Bu surenin üç defa okunması da bundan ötürü düşünülmüş olsa gerektir. Ama Ihlâs Sûresi`nin, Kur`ân`ın üçte birine denk olması; herhalde onun bir defa okunmasının, Kur`ân`ın üçte birinin, üç defa okunmasının da tamamının okunması kadar sevap kazandıracağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Bunu böyle söyleyen hadisler de vardır ve Imam Serahsî`de bunlardan birini meşhur "El-Mebsût" una almıştır (bk. Serahsî, XXX/211; Bu sure ile ilgili hadisler için bk. Suyûtî, Ed-Dürrü`1-ensîr, VNI/669-682)
İHLAS`I KAZANMANIN YOLU
"Ihlâs" kelime olarak "has kılma, hâlis ve katıksız yapma" demektir. Terim olarak manası: "Ibâdetleri sırf Allah emrettiği için yapma, ibâdeti sadece O`na ait kılma, yaptığı ibâdetlere başkası için hiçbir katkıda bulunmama" demektir. Ebedi kurtuluşa erecek olanlar sadece "Ihlâs" ile amel edebilenlerdir. Riya, gösteriş, süm`a, ihlâsın zıddı olan davranışlardır. Meselâ aslında beş vakit namazını kılan birisi, rükua, secdeye vb. gidiş gelişlerinde kendisini gören birilerinin olduğu yerde daha değişik davranıyorsa, işte namazının yalnız kıldığı zamanlardan farklı olan o kısımları, kendisini gören insanlar için yapılmış yani Allah`a (c:c.) has kılınmamış demektir. Bu da aslında Allah için kıldığı namaz ibadetine yaptığı farklılık oranında başkalarını da ortak etmiş, yani Allah`a şirk (ortaklık) yapmış anlamına gelir. Bu da insanı dinden çıkaran "Itikatta şirk" demek değilse de, sevabı götüren "amelde şirk" kabilindendir. Oysa Allah: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsâ sâlih bir amel yapsın ve hiç kimseyi Rabbine yaptığı ibâdete ortak etmesin" buyurur.( K. Kehf (18) 110) Bir başka yerde temiz ve içimi rahat sütü,"Ihlâs" tan türemiş bir kelime ile anlatır: "Sizin için elbette davarlarda da ibretler vardır. Size onların karınlarındaki fıskı ile kan arasından, içenlerin kolaylıkla yudumlayacağı hâlis (dupduru) bir süt içiriyoruz." (K. Nahl (16) 66 ) Tefsircilerin izahına göre bu ayette "Ihlâs" la aynı kökten olan "hâlis" kelimesi şu anlama işaret eder: Nasıl ki, önce fıskıdan, sonra da kandan süzülen süte bu iki pis maddeden birisi karışacak olsa içilemez ve "kolaylıkla yudumlanamaz" yani kulun kabul etmeyeceği bir hale gelmiş olursa, amellere de, fıskı ve kana benzetebileceğimiz "şeytan" ve "nefis" hesabına bir şey karışırsa, onlar da Allah`ın kabul etmeyeceği hale gelmiş olurlar. Kul "hâlis" olmayan gıdayı kabul etmez de Allah, "hâlis" yani "ihlâslı" olmayan ibâdeti kabul eder mi?( Bursevi,)Bu açıklamalar ışığında "Ihlâs"ın nasıl elde edileceği de bir nebze anlaşılmış olmalıdır:
1- Allah (c.c.), O`nun sıfatları, dünya ve geçiciliği, âhiret ve kalıcılığı hakkında sağlam ve yeterli bilgi olmadan ibâdetin 0`na ait kılınması, yani "ihlâs" mümkün değildir.
2- Insanın kendi yaradılış gayesini öğrenmeden "Ihlâslı" olması da mümkün değildir. Yaradılış gayesini öğrenmeyen insanlar ya zevkleri (hevâ ve hevesleri), ya mide ve diğer uzuvları (şehvetleri), ya mal ve mülk, ya da şöhret için koşuştururlar. Kişinin en büyük derdi ve meşguliyeti bunlardan biri olunca, onun ilâhı da o olmuş, yani ona ibadet etmiş olur. Böylece de ibâdeti "sadece Allah`a has kılmamış", yani ihlâslı olmamış olur.
3- Kişinin sözü edilen ilâhlardan kurtulup bir olan Allah`a ibâdet edebilmesi bir yönüyle de Allah`ın tevfikine bağlıdır. Allah`ın tevfiki de insanın haramlardan sakınmasına, Allah`ın çizdiği sınırlara riâyet etmesine (takvâya), farzlardan başka nafilelerle Allah`a yakınlık aramasına bağlıdır. Çünkü Allah (c.c.)
"Ey inananlar! Eğer takvâlı olursanız O size Furkân (Hakla batılı ayırma gücü) verir."( K. Enfâl.(8) 29) buyurur.Hadîs-i kutsisinde ise: "... Kulum bana nâfilelerle yaklaşır, yaklaşır... Tâ, onun gören gözü, tutan eli, konuşan dili ‚ve yürüyen ayağı olurum..." der.Demek ki, ihlâs ve samimiyet kazanma yollarından biri de farzları düzgün yaptıktan sonra bazı önemli nâfileleri de alışkanlık haline getirmektir. Bu nâfilelerin başında gece namazı (teheccüd) gelir. Iki rekât "işrak" ya da "duhâ" namazı, pazartesi ve perşembe oruçları, evvâbîn namazı... da bunların önemlilerindendir. Ancak bunların "az da olsa sürekli" olması çok çok önemlidir. Önce çok azı ile başlayıp, süreklilik kazandıktan sonra çogaltmalıdır. Ayrıca hergün tekrar edilen yine sürekli bir takım zikir ve tesbihler edinilmelidir.
4- Böylece kişinin en büyük derdi, Islâmı öğrenip yaşama, başkalarına da anlatma olmalıdır.
5- Sürekli duâ ve yakarışların da "Ihlâslı" olmakta büyük etkisi vardır.
İHRAM
Hac dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.
İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:
1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz. Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III,17). Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs`ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah`ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9). Diğer yandan Hz. Peygamber (s.a.s), Esmâ binti Umeys`e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110).
İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..
2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47).
İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz. Âişe`den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (s.a.s)`i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77). Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir.
4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (s.a.s) Zülhuleyfe`de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd.). Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs (r.a)`tan, Resulullah`ın böyle yaptığı nakledilmiştir.
5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21). Telbiye şudur:
"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne`l-hamde ve`n-ni`mete leke ve`l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97).
Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79). Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.
İHRAMA GİRME YERLERI (MİKATLAR)
Mîkat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît`tir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde kurban veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla caizdir. Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha faziletlidir. "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" (el Bakara, 2/196) ayetinde buna delâlet vardır. Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali (ö. 40/660) ve Abdullah b. Mes`ud`un (ö. 32/652) görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük tazîm vardır.
İhrama girme yerleri, Mekke`de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir (el-Kâsânî, a.g.e, II, 163-167; İbnü`l-Hümâm, a.g.e, II, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, III; 257-267).
1. Mekke`de oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri yine Mekke`dir. Hz. Peygamber ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke`nin içinde girmelerini emir buyurmuştur (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III,16). Mekke dışında, harem dâhilinde evi olanlar da böyledir. Mekkelilerin umre için mikat yeri ise, dilediği herhangi bir yerden, hıll`in harem bölgesine en yakın olan yeridir. Ancak umrede ihrama girmek için hıll`in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere göre "Ten`îm", sonrâ "Ci`râne", sonra "Hudeybiye"dir. Resulullah (s.a.s) Abdurrahman b. Ebî Bekr`e Hz. Âişe`ye Ten`îm`de ihrama girerek umre yaptırmasını emir buyurmuştur (Buhârî, cihâd, 125, Umre, 6; Müslim, Hac,135,136; Ahmed b. Hanbel, III, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91).
2. Hıll`de oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin çevrelediği alan arasındaki bölgeye "hıll" denir. Hıll`de oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin bulunduğu yer veya bu yerle. harem arasında kalan, hıll`den dilediği herhangi bir yerdir. Hac ve umreyi tamamlamayı emreden ayetle (el-Bakara, 2/ 196) Hz. Ali ve İbn Mes`ud`un görüşü buna delildir. Hanefîler bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik`e göre, bunların mikat yeri, kendi evleridir.
3. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan`da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz`a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbâs (r.a)`tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Nebî (s.a.s), Medineliler için Zülhuleyfe`yi, Şamlılar için el-Cuhfe`yi, Necidliler için Karnü`l-Menâzil`i ve Yemenliler için Yelemlem`i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir" (Buhârî, Hac, 7, 9, 11,12, Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik, 8; Nesâî, Menâsik,19, 20, 23; Ahmed b. Hanbel, I, 238). Câbir (r.a)`den merfû olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar için Zat-ı ırk ilâve edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8).
Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir:
a. Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Râbiğ)`dir. Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km. dir.
b. Medine`den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke`ye yaklaşık 464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.
c. Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk`tır. Bu yer Mekke`ye yaklaşık 94 km.dir.
d. Kuveyt ve Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü`l-Menâzil`dir.
e. Yemen`den gelenlerin mikatı Mekke`nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke`ye 54 km.dir,
İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma girilir. Medine`ye gelenler, hac için Mekke`ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe`de bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler.
Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke`ye girebilirler. Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke`nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.
Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke`ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene birşey lâzım gelmez.
İHRAMDA OLAN KİMSENIN HAMAM VS. YERLERDE SABUN İLE YIKANMASI CAİZ MİDİR?
İhramda olan kimsenin hamam vs. de sabun ile yıkanması Şafii mezhebine göre caizdir. Ebu Eyub`dan rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) de "İhramda iken yıkanırdı" (el-Mühezzeb).
Hanefi mezhebine göre ise sabunsuz veya kokusu olmayan sabun ile yıkamakta bir sakınca yoktur. Fakat kokulu sabun ile yıkanmak haramdır. (el-Fıkh ‚ala`l-Mezahib el-erba`a. Mebsüt).
İHRAMSIZ OLARAK SAFA ILE MERVE ARASINDA SA`Y ETMEK CAİZ MİDİR?
Safa ile Merve arasında sa`y edebilmenin iki şartı vardır.
Birincisi tavaftan sonra olması, ikincisi ondan önce ihramın bulunmasıdır. Tavaftan sonra ve ihramdan evvel yapılan sa`y caiz değildir. Hacc için Safa ile Merve arasında yapılan sa`y, Arafat vakfesinden önce olursa ihramın bulunması şarttır. Yoksa Arafattan sonra olursa şart değildir.
Mutemetti olan kimse Arafat vakfesinden önce hacc için sa`y etmek isterse Arafat`a çıkmadan evvel ihrama girer ve bir nafile tavafını yapar. Sonra hacc için sa`y eder.
İHSAN
Iyilik, güzellik, uygun ve güzel olanı en güzel ve kusursuz bir şekilde yapmak. Ihsan; Allah`ın huzurunda olduğunu onu gönül nuruyla görüyormuş gibi tasavvur ederek kulluk vazifelerini yerine getirmek. Bu anlamda ayet-i kerimede "öyle değil! Kim muhsin olduğu halde kendini Allah`a teslim ederse, onun mükafatı Rabbinin katındadır" (el-Bakara, 2/112). Inanç ve gönül planında ihsan ve teslimiyet Allah`ın kullarından istediği kurtuluş beraatıdır. Anne-baba hakkındaki tavsiyelerde de onlara "ihsan" ile davranılması istenmiştir (bk. el-Bakara, 2/73; en-Nisa, 4/36; el-En`âm, 6/151; el-Isrâ, 17/32).
Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s)`e gelmişler ve yaptıkları kötülükleri gizlemek ve güzel göstermek için "...Biz ihsan ve uzlaştırmadan başka bir şey yapmak istemezdik" (en-Nisa, 4/61) diyerek Allah adına yemin etmişlerdir. Bu ifade tarzından ihsan kavramının Araplar arasında bilinen ve kullanılan bir kavram olduğu anlaşılıyor. Ancak Islâm bu kavrama farklı bir anlam yükleyerek mutlak iyilik, güzellik ve iyi davranış olgusunu ilâhî iradenin kabulüne ve rızasına uygun olarak yapıları iyilik tarzında değiştirmiştir. Nitekim bu manayı Kur`an`ın ifadelerinde ve Hz. Peygamberin hadislerinde müşahede etmek mümkündür. Cibril (a.s) sahabilerden Dıhye (r.a)`in şeklinde Hz. Peygamber (s.a.s) in huzuruna gelmiş ve ona "ihsan nedir?` sorusunu sormuştur. Peygamber (s.a.s) ihsanı şöyle tanımlamıştır: "Allah`a onu görüyormuşsun, sen onu (gözle) görmesen de o seni görüyormuşçasına kulluk etmendir" (Buhârî, Tefsiru sûre (31); Iman, 37; Müslim, Iman, 57; Ebu Davud, Sünne, 16; Tirmizi, Iman, 4; Ibn Mace, Mukaddime, 9). Seyyid Şerif ihsan teriminin tarifini yaparken bu hadisi zikrederek şöyle demektedir: "Basiret nuruyla Rabbü`l-Âlemîn`in huzurunda olduğunu tasavvur ederek kulluğu yerine getirmektir. Hadisteki "sanki onu görüyormuşsun" ifadesi Allah`ın bizatihi görülmesinin maksat olmadığını, Allah`ın sıfatlarını idrak ederek kulluk etmenin istenildiğini anlatmaktadır" (Seyyid Şerif e/-Cürcani, et-Ta`rifât, s. l2).
Ihsan yalnız ibadetle ilgili meselelerde mü`minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil, bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Hz. Peygamber "Allah her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır. Bundan dolayı "öldürdüğünüzde güzel davranın, hayvanların kesiminde güzel davranın" (Müslim, Sayd, 57; Ebû Dâvud, Edâhî, 11; Tirmizî, Diyat, 14; Nesai, Dahaya, 22, 26; Ibn Mace, Zebâih, 3) buyurmuştur. Yapıları iyiliklerin hasbî ve Allah rızası için olmasının gerekliliğine de işaret eden Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"Insanlar bize iyi davranırsa onlara iyilik yaparız şayet kötü davranırlarsa onlara kötülük yaparız diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Kendinizi, insan/ar iyi davranırsa onlara iyilikle mukabele etmeye, şayet kötülük yaparlarsa onlara aynıyla karşılık vermeye alıştırın" (Tirmizî, Birr, 63).
Yapılan iyıliğin ve ihsanın inkar edilmesi hoş görülmemiş, birtakım insanların yapıları iyilikleri inkâr etmelerinin kendilerinin cehenneme girmesine sebep olan bir haslet olduğu bildirilmiştir. Kocalarını ve kocalarının iyiliklerini inkar eden kadınların cehenneme gireceği bildirilmiş (bk. Buhari, Iman, 21; Kusuf, 9; Müslim, Kusuf, 17). Ihsanın insanlar arasındaki münasebetlerdeki etkisi ve önemi anlatılmıştır.
Insanlara güzellikle davranan, Allah`a kulluk yaparken kulluğun gereği olan; kulluk yapıları zatı iyi tanımanın gereklerini yerine getiren muhsinlerin Allah`ın rahmetine çok yakın olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s) bildirmiştir (Dârimî, Mukaddime, 56).
İHTİKAR NE DEMEKTIR?
İhtikar, şiddetli ihtiyaç olduğu bir zamanda gıda maddesini satın alıp kıymeti daha fazla artsın diye onu hapsetmektir. Şer`an haramdır. Allah`ın Resulü onun hakkında şöyle buyuruyor: Kırk gece kadar insanların yiyeceğini hapsedip ihtikar eden kimse Allah`tan (onun rahmetinden) uzaktır. Allah da ondan beridir. Bir mahalle halkı içinde az bir kimse bulunsa Allah`ın zimmeti o mahalleden beri olur (al-Hakim).
Abu`z-Zenad, Said bin Müseyyeb`e dedi ki: Senin tarafından bana ulaşan habere göre Peygamber (sav)şöyle buyurmuştur: Medine`de ancak, günahkar olan kimse ihtikar eder. Halbuki sen bizzat bu işi yapıyorum. Bunun üzerine Sa`id dedi ki:Peygamber (sav) bu ihtikarı yasaklamadı. Yasakladığı ihtikar, kişinin satılık malı fiyatı, yüksek olduğu bir zamanda pazara getirip yüksek bir fiatla satmaya kalkışmasıdır. Ama fiat düşük olduğu bir zamanda satılık malını getirir, başkası da onu satın alır, yanında tutar ve halkın muhtaç olduğu bir zamanda piyasaya sürerse ihtikar sayılmaz.
İmam-ı Gazali`ye göre ihtikar, gıda maddesinde cari olduğu gibi, meyvede de caridir. Ebu Yusuf`a göre; yiyecek, giyecek gibi insanın muhtaç olduğu her şeyde caridir. Şiddetli ihtiyaç yok, piyasa boşluğu varsa gıda maddelerini stok etmekte beis yoktur.
İHTİKAR DÎNEN HARAMDIR.
Bazı müctehidler ihtikarın sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduğunu kabul etmişlerdir. Yukarıda geçen hadîste ise genel bir ifade vardır; yani insanın bütün ihtiyaçlarını içine almaktadır. Buna göre yiyecek maddesi dışında kalan diğer ihtiyaç maddeleri de, karaborsacılığın sınırı içine girmektedir. Çiftçinin ürettiği malı bekletmesi ise ihtikar değildir. Çiftçi emeğini değerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala aşırı bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.
İKİ MEZHEBİN BİRBİRİNE ZIT OLAN HÜKÜMLERİYLE BİR MES`ELEDE AMEL EDİP TEFLİK YAPMAK CAİZ MİDİR?
İki mezhebin biribirine zıt olan hükümleriyle bir meselede amel edip telfik yapmak iki çeşittir:
1- İcmaa muhallif olan telfik
2- İcmaa muhallif olmayan telfik
Yapılan bir telfik, icmaa muhallif ise, kesinlikle caiz değildir. Mesela Hanefi mezhebinde; baliğa ve akile olan kadının nikahı için velinin izni ve rızası şart değildir. Kendi kendini evlendirebilir. Diğer Mezheplerde ise; velinin izni şarttır. Maliki Mezhebinde de akit esnasında şahitlerin bulunması şart değildir. Akitten sonra da ilan edilse kafidir. Mesela: Bir kimse, şahitsiz kızını biriyle evlendirse, daha sonra da nikahı ilan etseler caizdir. Ama diğer Mezheplerde şahitlerin bulunması şarttır. Şafi`i mezhebinde mehri dile getirmek şart değilken, Maliki mezhebinde şarttır. Bir kimse nikah hususunda bu üç mezhebi birleştirip telfik ederse caiz değildir. Yani: Hanefi mezhebine göre velisiz, Maliki mezhebine göre şahitsiz, Şafii mezhebine göre de mehirsiz nikahı aktederse sahih değildir. Çünkü böyle bir nikah; ne Şafii`ye, ne Hanefi`ye, ne de Maliki`ye göre akd edilmiş sayılmaz.
Fakat icmaa muhallif olmayan telfik ise caizdir diyebiliriz. Mesela: Maliki mezhebinde abdest ve gusülde vücut ve organları oğmak şarttır. Aynı mesele Şafii`de şart değildir. Şafii mezhebinde bir erkeğin vücudu bir kadının vücuduna dokunduğunda abdesti bozulmasına rağmen. Malıki mezhebinde bozulmaz.
Bir kimse bu iki mezhebi taklit ederek; abdest organlarını oğmadan abdest alır, vücudu bir kadının vücuduna dokunduğu halde namaz kılarssa her iki mezhebe göre de sahih olmamış olur . Yalnız bu telfik icmaa muhallif değildir. Çünkü Hanefi Mezhebine göre oğmak şart olmadığı gibi, erkeğin vücudu kadının vücuduna dokunması halinde de abdest bozulmaz. Bunun için de böyle bir namaz Hanefi Mezhebine göre sahihtir.
el-İzz b. Abdüsselam ile İbn Dakiku`l-İd gibi alimler bu tip telfikte bir sakınca yoktur diyorlar.
İKİ MEZHEBİN BİRBİRİNE ZIT OLAN HÜKÜMLERİYLE BİR MES`ELEDE AMEL EDİP TELFİK YAPMAK CAİZ MİDİR?
İki mezhebin biribirine zıt olan hükümleriyle bir meselede amel edip telfik yapmak iki çeşittir:
1- İcmaa muhallif olan telfik
2- İcmaa muhallif olmayan telfik
Yapılan bir telfik, icmaa muhallif ise, kesinlikle caiz değildir. Mesela Hanefi mezhebinde; baliğa ve akile olan kadının nikahı için velinin izni ve rızası şart değildir. Kendi kendini evlendirebilir. Diğer Mezheplerde ise; velinin izni şarttır. Maliki Mezhebinde de akit esnasında şahitlerin bulunması şart değildir. Akitten sonra da ilan edilse kafidir. Mesela: Bir kimse, şahitsiz kızını biriyle evlendirse, daha sonra da nikahı ilan etseler caizdir. Ama diğer Mezheplerde şahitlerin bulunması şarttır. Şafi`i mezhebinde mehri dile getirmek şart değilken, Maliki mezhebinde şarttır. Bir kimse nikah hususunda bu üç mezhebi birleştirip telfik ederse caiz değildir. Yani: Hanefi mezhebine göre velisiz, Maliki mezhebine göre şahitsiz, Şafii mezhebine göre de mehirsiz nikahı aktederse sahih değildir. Çünkü böyle bir nikah; ne Şafii`ye, ne Hanefi`ye, ne de Maliki`ye göre akd edilmiş sayılmaz.
Fakat icmaa muhallif olmayan telfik ise caizdir diyebiliriz. Mesela: Maliki mezhebinde abdest ve gusülde vücut ve organları oğmak şarttır. Aynı mesele Şafii`de şart değildir. Şafii mezhebinde bir erkeğin vücudu bir kadının vücuduna dokunduğunda abdesti bozulmasına rağmen. Malıki mezhebinde bozulmaz.
Bir kimse bu iki mezhebi taklit ederek; abdest organlarını oğmadan abdest alır, vücudu bir kadının vücuduna dokunduğu halde namaz kılarssa her iki mezhebe göre de sahih olmamış olur . Yalnız bu telfik icmaa muhallif değildir. Çünkü Hanefi Mezhebine göre oğmak şart olmadığı gibi, erkeğin vücudu kadının vücuduna dokunması halinde de abdest bozulmaz. Bunun için de böyle bir namaz Hanefi Mezhebine göre sahihtir.
el-İzz b. Abdüsselam ile İbn Dakiku`l-İd gibi alimler bu tip telfikte bir sakınca yoktur diyorlar.
İKİNCİ EVLİLİK İÇİN İZİN
Gelir düzeyi normal, evli ve iki çocuğu bulunan bir erkek, hanımı karşı çıkmasına rağmen ikinci bir kadınla evlenebilir mi ?
Islâmî öğretilere göre erkek, nafakalarını ve iskân ihtiyaçlarını karşılamak, aralarına adaletle ve yansız olarak davranmak şartıyla birden fazla evlilik yapabilir. Bunun için karısının izin vermesi gerekmez. Ancak karılarından birinin hakkını yiyorsa o, mahkeme kararıyla hakkını alır. Fakat evlenebilir demek, evlenmelidir, demek olmadığı gibi, evlenmesi güzeldir demek de değildir.
İKTİDARSIZLIK
Erkeğe ârız olup, cinsî temasta bulunmasını engelleyen acizlik hastalığı. Buna Arapça "innet" bu durumda olan erkeğe de "innîn" denir. Kocasına karşı cinsî istek duymayan kadın için de "innîne" terimi kullanılır.
Islâm hukukunda iktidarsızlık hâli evliliği etkileyen hastalıklardan sayılmıştır. Karı kocanın, birbirinin cinsî yönlerinden yararlanma hakları vardır. Kocanın zifafı gerçekleştirmesi gerekir. Evlilik akdi sırasında mevcut olan veya akitten sonra meydana gelen bazı hastalık ve kusurlar sebebiyle karının boşanma davası açma hakkı vardır. Kocanın, mahkemeye başvurmadan, eşini boşama imkânı her zaman bulunduğu için, herhangi bir hastalık veya kusur sebebiyle dava açma hakkı erkeğe tanınmamıştır.
Ebû Hanîfe ve Imam Ebû Yusuf`a göre, kadının hâkime başvurarak evliliğe son verdirebileceği kusurlar beş tanedir.
1) Koca iktidarsız (innîn) olacak. Kadının bu sebebe dayanarak boşanma davası açabilmesi için şu şartlar gerekir: a) Evlendikten sonra hiç cinsi yakınlaşma olmamış bulunacak. Bir defa cinsî yakınlaşma olmuşsa, artık bu sebebe dayanılamaz. b) Erkeğin bu kusuruna kadını, nikâhtan önce bilgisi, nikâhtan sonra da rızası bulunmayacak. c) Kadının kendisinde cinsî yakınlaşmaya engel bir hâl olmayacak.
2) Husyelerin çıkarılmış olması. Böyle bir erkeğe "hasîy" denir.
3) Cinsiyet uzvunun kesik olması. Buna "mecbûb" denir.
4) Erkeğin sihir, büyü vb. etkilerle bağlı olması.
5) Kocanın cinsiyetinin belirlenmemesi. Buna "hunsâ" denir (Mehmed Zihni, Münâkehât-müfârakât, Istanbul 1906, s. 277; M. Muhyiddin Abdülhamid, el-Ahvâlü`ş-Şahsiyye, s. 310; Hamdi Döndüren Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 326, 393).
Birinci maddedeki şartlar, diğer maddeler için de aranır. Kocada bu ayıplar, nikâhtan sonra meydana gelirse buna dayanarak boşanma davası açılmaz. Nikâhtan önceki ayıplar için kadının rızası bulunmazsa, bir süre susması veya boşanma davası açıp, bir süre takip etmemesi dava hakkını düşürmez. Bu ayıpları olan koca, karısını kendiliğinden boşarsa, mesele kalmaz. Kadın hâkime başvurunca, hâkim cinsî temasın olup olmadığını kocaya sorar. Olumsuz cevap alırsa kendisine mahkeme gününden başlamak üzere bir yıl süre verir. Hz. Ömer devrindeki uygulama da bu şekilde olmuş ve Hz. Ömer Kâdî Şurayh`a bu konuda bir mektup (talimat) göndermiştir. Bununla, değişik mevsimlerin koca üzerinde olumlu etkileri beklenir. Bu süre içinde koca şifa bulmazsa ve karısını kendiliğinden de boşamazsa, karının isrârı üzerine hâkim boşamaya karar verir. Bununla, bir bâin talak meydana gelir. Kadın, mehrini tam olarak alır, iddet bekler, bu sırada koca ölürse, aralarında mirasçılık cereyan etmez. Uzvun kesikliği hâlinde, sonuç değişmeyeceği için kocaya süre tanınmaz.
Imam Muhammed`e göre, karı kocasıyla birlikte yaşadığı takdirde cinsel yönden zarar göreceği her kusur ve hastalıktan dolayı boşanma davası açabilir. Ancak bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanılarak boşanma istenemeyeceğinde görüş birliği vardır (Ibnü`l Hümâm, Fethu`l-Kadîr, III, 263).
1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, kadının hangi kusur ve hastalık hallerinde boşanma talebinde bulunabileceği, Imam Muhammed`in görüşüne uygun olarak formüle edilmiştir (madde, 119, 125). 1920 tarihli Mısır Medeni Kanunu`na 9 ve 10. maddelerde Imam Muhammed`in görüşüne uygun bazı yenilikler eklenmiştir. Suriye Medeni Kanunu ayrıca buna akıl hastalığını ilâve etmiştir. Türk Medeni Kanunu ise akıl hastalığı dışında hiçbir hastalığı boşanma sebebi saymamıştır. Ancak, evlilik akdinden önce mevcut bir hastalık, diğer eşten gizlenmiş olursa, onun kendisine karşı hile yapıldığını ileri sürerek evliliği feshettirmesi mümkündür (T.M.K.mad. 117).
İKTİSAD
Orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak.
Islâmiyet, yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı gibi her hususla aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. Işlerin hayırlısı orta olanıdır.
Kur`an-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Yürüyüşünde ölçülü ol; sesini kıs (bağıra bağıra konuşma)" (Lokmân, 31/19); "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme; büsbütün açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın" (el-isrâ, 17/29).
Iktisadın karşıtı israftır. Israf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. Bu ise dinimizce yasaklanmıştır. Kur`ân-ı Kerim`de; "Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir" (el-Isrâ, 17/27) buyurulmuştur. Tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde yaşarlar. Bir hadis-i Şerifte: "Tutumlu olan fakir olmaz" (Keşfü`l Hafâ, II, 189)
Islâmiyet insanlar arasında eşitliğe, güçsüzü korumaya özel bir önem vermiştir. Zekât ve sadaka övülen davranışlardır. toplum teşvik edilmiştir. Fakat servet ve refahın tabana yayılması esas alınmıştır. Servetin, çoğunluğun aleyhine bir azınlığın elinde toplanması yasaklanmıştır. "Servet içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın" (el-Haşr, 59/7) ayeti bunu ifade eder. Islâmiyet özel mülkiyeti korur ve teşvik eder. Emeğe üretim faktörleri içerisinde büyük değer verir."Gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder" (en-Necm, 53/39) ayeti bunu ifade eder.
Peygamber efendimiz en kutsal kazancın el emeği ürünü olduğunu belirtmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 466, IV, 141). Tembellik ve başkalarının sırtından geçinmek yasaklanmıştır. Bu nedenle faiz yasak kılınmıştır (bk. el-Bakara, 2/275-279). Teşebbüse de büyük değer verilmiştir, sermaye emekle beraber değerlıdır.
Israf (savurganlık) yasağı, temel ilkelerden biridir. Ticarete önem verilmiş ve kâr haddi geniş tutulmuştur. Karaborsacılık ve haksız kazançlar yasaklanmıştır. Tüketicileri aldatacak faaliyetlerden kaçınılması istenmiş; malların üreticilerden tüketicilere en kısa yoldan ulaştırılması amaçlanmıştır (bk. Hamdi Döndüren, Islâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 125-202; Günümüz Ekonomik Problemlerine Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 10 vd.; Orhan Oğuz-Ilhan Uludağ, Genel Ekonomi, Istanbul 1981, s. 39-41). Ayrıca geniş bilgi Ansiklopedinin fıkıh ile ilgili birçok maddesinde verilmiştir).
İLİM
İnsanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya Allah Tebarek ve Teâlâ'nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakını bilgi.
İslamî terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi, herhangi bir bilgi şubesini ifade için de kullanılır. Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılanıldığı da bilinir.
Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaattır" (Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut 1985, s. 160).
Cürcânî ilim için şu tarifleri de yapar: "İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. İlim; nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile düşünülen arasında hususi bir alâkadır" (Cürcânî, et- Ta'rifat, s. 160, 167).
İlim, kesin olsun veya olmasın kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasıyla idrak etmektir. ilim; düşünme, fehmetme ve hayal etme manalarına da gelir" (Tahanevi, Keşşafü lstılahati'l-fünun, II, 1055).
İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet kavramı, daha hususi bir anlam taşır ve daha ziyade vasıtasız bilgiyi, sezisi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. ilim ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler topluluğudur.
İnsanda ilmin ilk doğuşu; düşünmeden (basitçe), bir yol göstericiye başvurmadan elde edilir. İnsan, yaşı ilerledikçe sebeplerine başvurularak, düşünülerek, bir delille ilim elde etme yollarının var olduğunu anlar. Toplu olarak söylersek; birisi vasıtasız yolla doğrudan elde edilen ilim, diğeri vasıta ile elde edilen ilim vardır.
a) Vasıtasız ilim: Her insan kendi hususiyetleri ile kendi cinsleri arasında farklı ve ayrı yanlarıyla yaratılır. Tabii olarak var olan hususiyetleri bilmek, fertlere doğrudan, vasıtasız verilen bilgidir (ilimdir). İnsan, açlık, susuzluk, keder, neşe, korku vb. duyguları, çocuk, süt emmeyi; kuş, uçmaya; balık, yüzmeyi doğrudan öğrenir. Siyah ve beyazına diğer renklerin aynı bey olmadığı ve bir çok sevin mevcudiyeti vasıtasız olarak bilinir. Bu yolla genelde maddi seyler görerek öğrenilir.
b) Vasıtalı ilim; Bu çeşit ilim ise genel olarak akıl ve his aracılığı ile öğrenilen ilimdir. Vasıtalı ilimler ise, maddi olmayan, veya mevcut olup dışta maddi şekli bulunmayan, fizik ötesi dediğimiz gayb aleminden fikir, zihin yoluyla öğrenilir. İnsanda bulunan beş duyu (görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma) ile maddi şeyler hakkında (duyular vasıtasıyla) bilgi edinilir. Bir şey görünce şekil; bir ses işitince ses; bir şey koklayınca koku; ağzımıza yiyecek alınca o şeyin tadı; bir şeye dokununca onun yumuşak ve sert oluşu vs. hakkında vasıtalı bilgiler ediniriz. Ancak hastalık halinde tatlı, acı gibi gelir. Tren ve başka araçla giderken yol geriye gidiyor sanırız. Bu gibi bazı istisnalar dışında, duyular aracılığıyla, düşünerek, zihni bilgiler ediniriz. Ayrıca inceleme ve araştırma yoluyla da şüpheleri gideren doğru bilgilere ulaşırız.
İlimler farklı bakış açılarına göre şu tasniflere ayrılabilir:
Şer'î ilimler: Peygamber efendimizin getirdiği ilim.
Şer'î olmayan ilimler: Maddi, dünyevi ilimler. Ayrıca dinî, aklî ve dünyevî ilimler olarak, veya zâhir, (dünya hayatını tanzim eden) bâtın (ebedî hayatı tanzim edici) ilimler olarak da kısımlara ayrılırlar.
İslâm akâidine göre insanın ilim elde etmesinin yolları üçtür:
1- Havass-ı selime (sağlam duyu organları). Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beştir. Bu duyu organları hastalıklardan uzak olduğu takdirde kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.
2- Haber-i sadık (doğru haber). Bu ikiye ayrılır:
a) Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu haberdir. Bunda şüphe edilmez. Meselâ bugün Avustralya kıtasının varlığını gözlerimizle görmesek bile bir çok kişi tarafından haber verildiği için tereddütsüz kabul ederiz.
b) Haber-i Resul: Allah tarafından gönderilen hak peygamberin vermiş olduğu haber ve söylemiş olduğu şeylerdir.
3- Akıl: İslâm dini akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir. Bir şey akılla düşünmeden hemen bilinirse buna "bedîhî" denir. Düşünerek bilinirse "istidlâlî" denir
İslâm dini ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerin öğrenen Rabbin sonsuz lütûf sahibidir" (el-Alak, 96/1-5).
İslâm, insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın dinî görevlerini yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "İlim tahsil etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır" (İbn Mace, Mukaddime, 17) buyurmuştur.
Tıb, hesap ve teknik gibi cemiyet için gerekli olan her türlü bilgiyi öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu tür ilimler cemiyetin bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farzı yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar.
Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur'an-ı Kerim'de sadece ilim kelimesi yüzbeş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüzellidokuzu bulur. Ayrıca "akıl, fikir, zikr" gibi kelimeler Kur'an-ı Kerim'de çok zikredilir.
İslâm'a göre ilim ve hikmet müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin de başı bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir olmaz. şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına ibadet etmez. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de "Sakın ha cahillerden olma" (el-En'âm, 5/35) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerîm'in açıkça ifade ettiğine göre "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar" (el-Fâtır, 35/28).
Kur'an-ı Kerîm'de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? " (ez-Zümer, 39/9).
İslâm ilmin, âlimin ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de "Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir" (el-Mücadele, 58/15) buyurulur.
Peygamber efendimiz (s.a.s) de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ Cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûleri sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki ayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır, onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir" (Ebû Davud, İlm, 1).
"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah yolundadır" (Tirmizî, İlm, 2).
"Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir" (Keşfü'l Hafâ, H. No: 1751).
İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır" (Tirmizî, Daavât, 128); "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Tirmizî, Daavât, 68) buyurururdu.
Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet'le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir demek mümkündür.
Dünya, ahiretin tarlası ve Allah'a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takım desturlar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dinî ve dünyevî bütün durumlarını düzenleyici ve insanları birleştirici kuvvet sadece ilim yoluyla kazanılır.
İlim, nefisleri helâk edici ahlaksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlâka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allahü Teâlâ'nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ilimden gelmektedir. Allah'ın huzuruna ilimle gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir.
Âlim ise, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir" (el-Maide, 5/67) ilâhi emrine muhatap olan peygamberin izindedir.
İlmi Gizlemek:
Âlimler sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayıları bir iş midir?
Kur'an-ı Kerîm'de bu konuda Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü müslümanları da kapsamak üzere bazı ayetler nazil olmuştur. İmam Suyûtî "ed-Dürrü'l-Mensûr" isimli eserinde, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Muâz b. Cebel ve bazı sahabiler Yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra- gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim" (el-Bakara, 2/159-160).
Yahudilerin gizlediği bilgiler arasında recim cezası bulunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in geleceğini bildiren haberler de bulunmaktadır Nitekim bir ayette şöyle buyurulur; "Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de (vasıflarını) yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar" (el-A'râf, 7/157).
Ancak İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber'e iman ederek gidişini düzelten ve Allah'ın Peygamberlerine vahyettiği şeyleri insanlara açıklayanlar müstesnadır. Bunlar İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri takdirde Allah onların tövbesini kabul eder. Onları rahmet ve mağfiretine kavuşturur.
Ayet-i Kerime'nin hükmü yalnız Ehl-i kitaba değil; Allah'ın ayetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı usul âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder.
Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Açıkça anlaşılıyor ki, özel nüzul sebebi olsa bile ayetin umum manası, ehl-i kitap olsun, başkaları olsun ilmi gizleyen herkes hakkındadır. Ayet, Allah'ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen herkesi içine alır. Aşağıdaki hadis bu ayeti tefsir eder.
Hadiste şöyle buyurulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır" (İbn Mâce, Hâkim).
Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer Allah'ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiç bir hadis rivayet etmezdim" Ebû Hureyre bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okumuştur (Ebû Hayyân, el-Bahru'l Muhit, I, 454).
Diğer yandan bazı âlimler ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki ayete dayanarak, Kur'an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre ayet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse. edası kendisine gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret caiz olmaz.
Ancak, sonraki (Müteahhirûn) âlimleri, ücret veya maaş alınmadığı takdirde dini görev ve çalışmaların ihmal edileceğini, dini tebliğin yaygınlaşamayacağını, ilmin giderek yok olacağını düşündüler ve dinî ilimlerin eğitim öğretim ve tebliğinde görev yapanların, bu hizmetleri karşılığında ücret alabileceklerine dair fetva verdiler.
Durak PUSMAZ
İLK CUMA NAMAZI
a- Bu Konudaki Değişik Rivayetler:
Ilk cuma namazının nerede ve kimler tarafından kılındığı konusunda değişik rivayetler mevcuttur. Bu rivayetleri şöylece özetleyebiliriz:
1. Resûlüllah hicret etmeden önce cumanın kılınmasına izin verdi. Kendisi Mekke`de cumayı kılmaya Kadir olamamış ve cumayı izhar edememişti. Mus`ab b. Umeyr`e: "Yahudilerin cumartesi günleri Zebûr`u açıkça okuduklarını göz önünde bulundurarak, kadınlarınızı ve çoçuklarınızı toplayın ve cuma günü, güneş zevalden yarıyı geçince, iki rek`atle Allah`a yaklaşın." diye yazdı. (Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku`s-siyâsiyye s. 35; Alûsî; Rûhu`l-me`ânî XXVNI/99) Tabakât-i Ibn Sa`d`da aynı rivayete: "... ve Sa`d b. Usâme`nin evinde oniki kişi ile cuma kılındı." (Aynı kaynak Tabakât-i Ibn Sa`d`dan (NI/83) ilâvesi de mevcuttur.
Bu rivayet nazar-i dikkate alındığında, cumanın Mekke döneminde farz kılındığı, izhar edilmesi gereken bir ibadet olduğu, Yahudilere karşı bir onur meselesi ve bir şiar olduğu söylenebilir.
Cumanın izhar edilmesi gerekliligi, kısaca bir onur, bir varlık gösterişi namazı olduğu, diğer nakillerde de göze çarpıyor.
Meselâ Allâme Ibn Hacer "Tuhfetü`l-Muhtâç"ta: "Cuma namazı Mekke`de farz kılındı ama sayı yetersizliğinden ya da şiarı izhar olduğundan, orada kılınamadı." (Aynı kaynak Tabakat-r Ibn Sa`d`dan (NI/83)) diyor. Sayı yüzünden kılınmadığı ihtimalini Ibn Hacer sâliki bulunduğu Şâfiî mezhebinin, cumanın kılınabilmesi için kırk hür erkek cemaat şartını koşmuş olmasından dolayı zikretmiş olabilir. Ama her ikisi de birer ihtimalden ibarettir.
2. Abdurrahman b. Kâ`b: "Gözlerini kaybetiğinde babamı cumaya ben götürüyordum. Ezanı duyduğunda Ebû Ümâme Es`ad b. Zürâra`ya dua edip mağfiretini istiyordu. Bir ara durdu ve yine böyle yaptı. Sebebini sordum. Yavrum, Medine`de Benî Beyâdâ Yurdunda bize ilk cuma namazını kıldıran odur, dedi. O gün kaç kişi idiniz? dedim. Kırk kişi idik, dedi. "(Alûsî, XXVNI/99)
3. "Umdetü`1-Kâri"deki şu rivayet de bunu tamamlar: "Ibn Sîrîn anlattı: Medineliler Resulullah (s.a.s.) gelmeden ve cuma âyeti inmeden önce toplandılar. Cumaya ilk defa bu adı verenler onlar oldu. Dediler ki, Yahudilerin her hafta toplandıkları bir günleri var. Keza Hiristiyanlar da öyle. Gelin biz de bir gün toplanıp Allah`ı zikredelim, namaz kılıp O`na şükredelim. Derken bunun için "Yevmü`1-arûbe"yi seçti ve Es`ad`ın evinde toplandılar. O da onlara iki rek`at namaz kıldırdı. Bu toplantıda bu güne "Cuma" adını verdiler. Sa`d da bir koyun kesip onlara yedirdi. Zira sayıları azdı."(Hâkim, el-Müstedrek I/28l ; Ibn Mâce, Sünen I/344 (el-Ikâme 78) Sevkâni bu hadisi aynı zamanda Ibn Hibbân ve e1-Beyhaki`nin de rivayet ettiklerini, sonuncunun sahih bulunduğunu, el-Hâfız`ın ise, isnâdı hasendir, dediğini söyler. Bkz. Neylü`l-evtâr NI/230)
Tebyînü`1-hakâik hâsiyesi Selebî`nin, "cuma namazına ilk defa ‚cuma` adını veren Kâ`b b. Lueyy`dir" (Aynî, Umdetü`l-kârî VI/161) şeklindeki rivayeti buna muhalif değildir. Zira Kâ`b`ın aynı toplantıda bulunması ve bu ismin o nun buluşu olması muhtemeldir.
4. Bazı kaynaklarda bu konuda değişik rivayetler de vardır:
"El-Ma`rife`de şöyle denir: Zuhri anlattı; Resulullah (s.a.s.) Mus`ab b. Umeyr`i, Medine`ye, onlara Kur`an öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus`ab onlara cuma namazı kıldırdı ve Resulullah gelmezden önce Medine`de ilk cuma namazını kıldıran Mus`ab oldu. (Hasiyetü`s-Selebî ‚alâ-Tebyîni`l-Hakâik I/217)
Allâme Alûsî bu rivayetleri sıraladıktan sonra, "Bu konudaki haberlerin en sağlamı Medine`de ilk cumayı Es`ad`ın kıldırdığını bilderenler olmalıdır." diyor.
Bu taktirde ilk cuma namazı Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir varlık izharı şeklinde kılınmış oluyor. Burada; Acaba hangi şekilde olursa olsun, Medine`de ilk kılınan cumâ namazı, öğle namazınının yerini almış ve onun farziyetini düşürmüş müdür?" diye bir soru akla gelebilir. Ilk kılınan cuma namazının farz cuma olup olmadığını tesbit için, bu sorunun cevabı önemlidir.
5. Bizzat Resulllah`ın kıldırdığı ilk cuma namazı ise, Kubâ`dan ayrıldıktan sonra Benî Sâlim Yurdu`nda, öğle vaktinde, cuma olması üzerine kıldırdıkları cuma namazıdır. Bu mescid de bu münasebetle "Cuma Mescidi" adıyla bilinmeye başlanmıştır. İşte Resulullah`ın kıldırdığı ilk cuma budur. (Aynî, age. VN/I88. )
6. Bir başka itibarla ilk cuma diyebileceğimiz cuma namazı da, Bahreyn köylerinden olan el-Cuvâsâ`daki Abdulkays`taki cuma namazıdır. (Zürkânî I/326; Elmalıli VNI/4980)
Rivayetler arasında ihtilâflı gibi görünenler, Medine`de ilk cuma namazını Es`ad b. Zürâra; ya da Mus`ab b` Umeyr`in kıldırdığını bildiren haberlerdir. Ancak Merhum Elmalılı`nın da temas ettiği gibi (Sevkâni, Neylü`l-evtâr NI/233 (Buhari ve ·Ebûf Dâvûd)) anlaşılan Es`ad b. Zürâra, Resulullah`tan izin gelmeden önce ilk kıldıran; Mus`ab b. Umeyr ise Medine`de izinle ilk cuma namazı kıldıranlardır.
b- Rivayetlerin Değerlendirilmesi
Bu rivayetlerin tümüne birden baktığımızda şu sonuçlara va rabiliriz: Cuma namazının Mekke`de farz kılındığı konusu kesin değildir. Mekke`de farz kılındığını kabul etsek dahi, orada kılınmayışının sebebi, devletin bulunmayışı olduğuna dair bir delil olmadığı gibi, bu aklen de mümkün görülmemektedir. Çünkü Allah Resulü, Kubâ ile Medine arâsında ilk cuma namazını kıldırdığında henüz yoldadır. Medine`de de bir devlet sözkonusu değildir. Henüz Medine`ye yerleşilmemiş ve Müslümanlar insiyatifi ele almamışlardır. Ancak cumanın bir şiar ve bir varlık gösterişi anlamı taşıdığı doğrudur.
İMA
Bir şeye işaret etmek, söz veya fiili ile bir şeyi belirsizce kapalı bir surette anlatmak. Terim olarak namazda rükû ve secdeye işaret olmak üzere başı eğmek anlamındadır.
Islâm dini kolaylık dini olduğu için hiç bir kimseye gücünün yetemeyeceği bir şeyi emretmemiştir. Namazda da durum böyledir. Farz namazlarda ayakta durmaya güç bulamayan yahut ayakta durunca hastalığı ilerleyecek veya iyileşmesi gecikecek olan kimse oturduğu yerde rükû` ve secdesini yaparak kılar. Oturmaktan da âcizse yattığı yerde ima (işaret) ile kılar.
Ima ile namaz kıları rükû ile secdenin birbirinden ayırt edilmesi için rükûda başını biraz aşağı eğer, secdede daha fazla eğer. Her ikisini eşit yaparsa namazı sahih olmaz.
Ima`nın hakikatı başı eğmektir. Son derece eğilerek alnını yere yaklaştırmak lâzım değildir.
Secde etmeye gücü olmayan kimsenin secde edebilmesi için önüne yüksek bir şey koymak mekruhtur. Ima yeterlidir. Peygamber efendimiz (s.a.s) bir hastayı ziyaret etmiş önüne yastık koyarak namaz kıldığını görünce yastığı atmış, hasta önüne tahta koymuş, Peygamberimiz onu da alarak "Gücün yetiyorsa yere secde et. Bunu yapamıyorsan Ima ile kıl ve rükû için olan Imayı secde için olan Ima`dan biraz. daha hafif yap" buyurmuştur. Ima ayakta veya oturarak caiz olduğu gibi, yatarak da caizdir. Ancak bir şeye dayanarak da olsa oturmak mümkün iken yatarak ima etmek caiz olmaz. Oturarak ima`dan âciz olan kimsenin sırtüstü yatması daha uygundur. Bu durumda başının altına yüksekçe bir yastık konur. Böylece hem yüzü gökyüzüne değil, kıbleye gelmiş ve hem de ima yapabilecek bir durumda bulunmuş olur daha önce de belirttiğimiz gibi ima baş ekmekle. Artık bundan da âciz olan kimsenin ne göz, ne kaş ve ne de kalbiyle imâ etmesi gerekmez. Hadis-i şerif de "imâ ile de kılmaya Kadir değilse, Allah onun özrünü kabul etmeye daha lâyıktır" buyurulmuştur (Şurunbilâli, Meraku`l-Felâh, Istanbul 327, s. 130-131).
Artık böyle imâ ile dahi namazlarını kılamayacak durumda olan hastalar, üzerlerinden beş vakitten fazla namaz geçmişse, iyileşince de bu namazları kaza etmez ama beş vakitten az olanları kaza ederler.
İMAM EBU HANİFE, ŞAFİİ VE TASAVVUF
Tarikata girmeden Islam yaşanamaz. Müctehitler bile buna muhtaçtır. Bu yüzden Imam Azam, tarikata intisab ettiği son seneleri için " Son iki senem olmasaydı helak olurdum" demiş, Imam Şafii de Şeyban isimli bir çobandan tarikat dersi almıştır... deniyor, bu doğru mudur ?
Rasulüllah`ın (s.a.) ashabının yaşadıkları zühal, nefis tezkiyesi, verâ, zikir ve nafileleri yaşama anlamında (ise) tasavvufu ve onun bir mezhebi olan tarikatı kabul ve ispat, her halde bu sorunun cevabı değildir ve ehli ilmin bunda şüphesi de yoktur. Fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlerdeki istilah ve metodların sahabe döneminde bulunan asıllarına göre gelişme ve değişme göstermesi gibi, söz konusu ilimde de istilahların ve metodların geliştirilmesi, daha kestirme metodlar ve disiplinler bulunması da normaldir makuldur. Bunlara da kimsenin söyleyecegi pek fazla bir şey yoktur.Ancak bütün bunları anlatabilmek için müslümanlarca "delil" sayılmayan yöntemlere başvurmanın da gereği yoktur.
Bilindiği gibi Islâmda ilmin yolları üçtür:
1. Sağlam duyular.
2. Doğru haber
3. Akıl.
Sözünü ettiğiniz bilgiler sağlam duyuların ve aklın konusuna değil, haberin konusuna girerler. Haberin doğru olabilmesinin de belli şartları vardır. Bunun için de müslümanlar "isnad ilmi" diye bir ilim geliştirmiş ve bu yolla sağlamlığını tespit ettikleri haberleri, kitaplarda tescil etmişlerdir.
Şimdi, sorudaki iddiaları böyle bir belge ile ispat etmemiz (ya da etmeleri) mümkün değildir. Çünkü ilmi ölçülerle doğru diyebileceğimiz bir sağlam kaynakta böyle bir şey kaydedilmemiştir. Gerçi Imam Gazali (her nedense): "Imam Şafii Şeyban-i Râî`nin önünde mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı. Kendisine: senin gibi bir zat, böyle bir bedeviden bilgi alır mı? diye sorulduğunda bu adam bizim bilmediğimizi biliyor, cevabını verirdi. (Imam Gazâlî, Ihya I/24-25 (Terc:1l61 )) diyor ama: Bu haberin doğru olduğunu kabul etsek dahi bu, Imam Şafiî`nin ondan tarikat dersi aldığını ve bugünkü anlamda onu mürşit edindiğini göstermez. Aksine Imam Şafiî`nin tevazuunu ve kendi ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bilmediği bir şeyi bilen, bir çoban dahi olsa, " Bilmiyorsanız ehli zikir olan ilim sahiplerine sorun" emri ilahisine uyarak ona sorma nezaketi gösterdiğini anlatır.Yine Gazalî`nin, aynı yerde, "Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main, Marufu Kerhi`ye başvurur, ondan sorarlardı" ifadesini de aynı şekilde anlarız. Çünkü "her bilenin üstünde bir bilen daha vardır". Bazı konularda onların bu imamlardan fazla biliyor olması mümkündür. Kaldı ki durum tarihi açıdan öyle de değildir. Mesela Sehavî derki : "Şafiî ve Ahmed`in, Şeyban er-Râî ile buluştukları ve ondan bir şeyler sorduklarına dair haberler ehli marifetin ittifakı ile batıldır. Çünkü bu imamlar Şeyban`a yetişmemişlerdir". (Sehavî, el-Makarıdü`I-hasene 474) Aynı şeyi Aliyyu`1 Kâri de hem "el-Masnû", hem de "el-Esraru`1-mer-fu`a" adlı eserlerinde nakleder. (Ali el-Karî, el-Masnü` (thk. A. Ebu Gudde) 220, el-Esrâru`l-merfu`a (thk. M.es-Sabbag) 38l)
İmam Azam`ın "Eğer iki sene olmasaydı Numan helak olurdu" anlamında: "Lev-lâ senetân le-heleke Nu`man" dediğine dair de hiç bir güvenilir kaynakta bir kayda raslanmadığını Muhakkık Kevseri söyler. (Kevserî, Irgamu`l-merîd 41.) Ama sahih kabul edildiği takdirde dahi Imam Ebu Hanefe`nin bu sözle neyi kastetmiş olabileceği açık değildir. Tarikata girip, bir şeyhe intisap ettiği için bunu kurtuluş saymış ve öyle demiş olduğu bundan anlaşılmaz.
Kısaca o büyük zatların böyle kurtarıcılara ihtiyaçlarından çok onların bunlara ihtiyaçları vardır. "Dürrul Muhtar sahibi Allame Hankafi`nin Kuşeyri`den naklettiği gibi, tasavvufun makbul tarikatlarının da Davud Tâî ve maruf Kerhi gibi büyük veliler vasıtası ile dayanağı Imam Azam`dır" (Ismail Hakkı, Mevahibu`r-Rahman 109) Imam Azam'ın metodu şudur: Kitap`tan sonra herhangi bir meselede bir hadis varsa onu alırız. Bir mesele hakkında sahabeden birden çok görüş gelmişse, Kitaba ve sünnete daha uygun olanı tercih ederiz. Bunlardan biri yoksa tabiiki taklid etmeyiz, biz de onlar gibi ictihat ederiz. (Ismail Hakkı, age. 31) Bu iki imamın hayatlarını en geniş anlatan kaynaklarda bunların üstadlarına baktığımızda sözü edilen zevattan, ya da benzerlerinden ders aldıklarına dairde bir şey göremeyiz (bk. Ebu Zehra, Ebu Hanife (Terc. O. Keskinogln) 109 vd.; Imam Şafiî, 40 vd.)
İMAM MERGİNANÎ VE "EL-HİDAYE" ADLI KITABI
Şeyhul-Islâm Imâm Burhânüddîn Ebul-Hasan Ali b. Ebîbekr b. Abdilcelîl el-Ferganî el-Merginânî (511/593-1117/1196). Hanefî fıkıhçılarının büyüklerinden, mezhepte müctehid (Ebu Firas en,Na`sanî, Ta`lîkât alel-Fevaîd s.141. Merginâni`nin fıkıhtaki derecesini Lüknevi`nin "Ashabı tercihten" olarak göstermesine Ebû Firas şu itirazda bulunur: "Gerçi Ibn Kemal Pasa Merginani yi kendi ictihatlarıyla, rivayetlerin bir kısmını diğerine tercih gücüne sahip olan "ashab-ı tercih" tabakasında zikreder ama, bu tenkide uğramış ve: Merginanî`nin durumu hiç de Kâdıhân`dan aşağı değildir. Onun delilleri tenkit de ve mesele istinbahindeki yeri, herkesin kabulüdür. Öyleyse "Mezhepte müctehid" makamına o daha lâyıktır. Aklı selim de bunu kabul eder, denmiştir. (agk.)) ya da "ashâb-i tercih"den.(Lüknevî, el-Fevâid 14l.)
Ebûbekr (r.a.) soyundan, fıkıhta, hadiste, tefsirde, usulde, edebiyatta mâhir, dakîk ve titiz bir âlim, zühd ve takvâ sahibi, ilm-i hilâfta ve mezhepte yetkili bir isim. Mergînân`da doğdu. Mergînân, Türkistan`in Fergana eyâletinde bir şehirdir. Doğduğu memlekette ölmüş ve Semerkand`da toprağa verilmiştir. Tahsilini zamanında geçerli olan seyahatler sayesinde elde etmiş ve devrinin önemli âlimlerinden ders okumuştur: "Akâid`ün-Nesefiyye" sahibi Necmüddîn Ebû Hafs Ömer en-ehsefi (537/1142-43), Sadru`s-Şahîd Husâmüddîn Ömer b. Abdil-Azîz (536/1141-42), Imâm Ziyâuddîn Muhammed b. Huseyn el-Berdenicî (Tuhfe sahibi Alâuddîn es-Semerkandî`nin öğrencisidir.) "Hulâsatül Fetâvâ" sahibinin Babası Imâm Kivâmuddîn Ahmed b. Abdirreşîd el-Buhâri ve es-Serahsî`nin talebesi Ebû Amr Osman b. Alî el-Beykandî (55?/1157) bunların meşhurlarıdır.
Kendisinden de birçok kişi fıkıh okumuştur ki, kendisinin değerli nesli Şeyhulislam Celâlüddin b. Ebîbekr b. Merginanî, Semsül-eimme el-Kerderi, Celâlüddîn Mahmud b. Huseyn el-Estrûsenî bunlardan sadece bir kısmıdir. (Lüknevi, age.142.) Yüceliğini, çagdaslarından olan Kâdihân (592/1195) gibi âlimler kabul etmiş ve belirtmişlerdir. "Bu derece ilimle meşgul olmasına karşılık, son derece zâhid ve takvâ ehli idi. Geceleri teheccüdle ihya ederdi. Anlatıldığına göre (biraz sonra anlatmaya çalışacağımız) Hidâye`yi yazarken, onüç yıl, geceleri hep teheccüde kalkmış ve hiç ara vermeden sürekli oruç tutmustur. Oruç tuttuğunu kimseye sezdirmemeye çalışır ve hizmetçi yemek getirdiğinde ona, sen yemeği bırak git der, gidince yemeği bir öğrencisine, ya da bir başkasına yedidirdi. Hizmetçi tekrar geldiğinde kabı boş görüp, onun yediğini sanırdı".(Tasköprüzâde, Mevzûâtü`l-ulûm I/725; Kâtip Çelebî, Kesf N/2032.)
Talebesinden olan Burhânül-Islâm ez-Zernûcî, "Ta`lîmül-Muteallim" adlı meşhur eserinde, şu beyitlerin ona ait olduğunu söyler:"Ne büyük bir fesat: Nefsine düşkün olan âlim / ve bundan daha büyüğü de cahil bir âbid. / Ikisi de âlemler içinde büyük bir fitnedir. / Dinde onlara tutunan için."Merginânî okuduğu bir hadis-i şerife dayanarak, derslerini çarsamba günleri başlatır ve Imâm Ebu Hanife`nin de böyle yaptığını söylerdi. Talebenin tahsile ara vermemesi gerektiğini, akranlarını ara vermemekle geçtiğini söylerdi.( Lüknevî el-Fevaid s.142.) Zehebî`nin (748/1374) "ilim küplerindendi"(Zehebî, Siyeru-a`lami`n-nübela 21 /232.) dediği Merginâni`nin: I-Müntekâ, Nesrul-Mezheb, et-Tecnîs, el-Mezîd, Menâsikül-Hac, Muhtârâtün-Nevâzil, Kitâbün fi`1-Ferâiz, Bidâyetü`1-Mübtedî, el-Hidâye. gibi eserleri vardır.
İMAMLARIN, DÖRT MEZHEBE GÖRE ABDEST ALIP NAMAZ KILDIRMALARI ŞART MIDIR?
İmamların dört mezhebe göre abdest alıp namaz kıldırmaları şart değildir. Belki imam olan kimse hangi mezhebin saliki ise onun ictihadına riayet etmekle mükelleftir. Ancak mümkün olursa namaz kılan herkes, imam olsun, me`mun olsun diğer mezheplere de riayet ederse daha efdaldır. Mesela abdest ve gusulde Hanefi mezhebinde niyet getirmek lazım olmamakla beraber onu gerekli gören diğer üç mezhebe muhalefet etmemek için gusülde yıkanmaya, abdestte de yüzü yıkamaya başlarken niyet etmek daha efdaldır. Veyahut başı mesh etmek hususunda Şafi`i mezhebinde bir kıl kadar, Hanefi mezhebinde dörtte birini mesh etmek kafi geldiği halde, Malıki ile Hanbeli mezhebinde mutemede göre hepsini mesh etmek gerekir. Hanefi ile Şafi`i olan kimselerin, Maliki ile Hanbeli mezheblerine muhalefet etmemek için hepsini mesh etmeleri daha iyidir. Aksi takdirde birinci meselede abdeste niyet etmeyen bir Hanefi diğer mezheb saliklerine imam olamaz. İkinci meselede başından az bir şey mesh eden bir Şafi`i diğer mezheb saliklerine imam olmadığı gibi yalnız başın dörtte birini mesh eden bir Hanefi de, Maliki ve Hanbeli mezheblerinin saliklerine imam olamaz.
Aynı şekilde Şafi`i mezhebine göre Cuma namazından önce iki hutbenin okunması farzdır. Bu iki hutbenin beş rüknü vardır:
1- Her iki hutbede Allah`a hamd etmek,
2- Peygambere salavat getirmek,
3- Takvayı tavsiye etmek,
4- Her iki hutbenin birisinde bir ayet-i kerime okumak,
5- Son hutbede mü`minlere açıkca dua etmektir.
Diğer mezheblere göre bu beş rükne riayet etmek gerekir. Bu beş rükne riayet etmeyen imama Şafi`i ile Hanefi cemaat karışık olduğu halde bu rükünlere riayet edilmiyor. Çünkü takva tavsiye edilmediği gibi son hutbede mü`minlere açıkca dua edilmiyor. Gizlice yapılan dua Şafi`i mezhebinde muteber değidir. Buna dikkat etmek lazımdır.
İMAN NEDİR?
İman; Cenab-ı Allah`ın, vahiy meleğin aracılığı ile, Hazret-i Muhammed (sav)`e gönderdiği semavi hükümlere kesin olarak inanıp tasdik etmektir. Bu da kişinin cüz-i iradesini kullandıktan sonra Allah'ın o kişinin kalbine koyduğu bir nur ile olur.
Bir kimse Kur`an-ı Kerim ve mütevatir sünnet ile sabit olan bir hükmü inkar ederse mü`min değildir. Mü`minlere terettüp eden ahkam da kendisine terettüp etmez. Mesela oruç, namaz ve benzeri farzları inkar eden veya içki ve faiz gibi yasakları kısmen de olsa mübah gören kimse, İslamın hududu dışında kalıp müslümanlarla olan manevi bağı koparmış olur. Bu sebeple müslümanlara varis olamaz, cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlıklarında defnedilmez ve onlarla evlenemez.
İslama inanmadığı halde kendine, müslüman görüntüsü veren Abdullah bin Ubey, ölüm döşeğinde iken Peygamberimiz ile görüşmek istedi. Bunun için yanına giden Peygamber (sav)`denkendisinin cenaze namazını kıldırmasını istedi. Peygamber (sav) de bu teklifi kabul etti. Öldüğünde Peygamber (sav), cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalktı. Fakat İslama karşı samimi olmadığı için Cenab-ı Hak, Peygambere, onun cenaze namazını kıldırmasını yasaklayarak şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Asla onlardan -münafıklardan- ölen kimse üzerine cenaze namazını kılma." (Berae Suresi).
İMAN(İNANÇ)
1- Her bakımdan mükemmel ve eksiksiz tek varlık olan Allah`a inanmaya, dolayısıyla başka bir dünyanın varlığını içtenlikle kabullenmeye "iman" denir ki, inanmak demektir. Kendisinde iman bulunan, yani inanan insana da "mü`min" denir.
2- Bir anlatışa göre "Islâm" ve "müslim", ya da "müslüman" kelimeleri de aynı anlamdadır. Diğer bir anlatışa göre "Islâm" kabul etmek ve inanmaktan öte "teslim olmak", "inandığı bu yüce varlığın verdiği buyruklara boyun eğmek" anlamına gelir.
3- Imanın yukarda söylediğimiz kadarına "özet iman" (icmalen iman) denir. Gerçekten de Allah`a inandığını söyleyen, işi en baştan tutmuş ve O`nun her söylediğini kabullenmiş demektir. Inanılması gereken şeyleri, ayırıcı nitelikleriyle ögrenmek ve kabullenmek de imânin genişletilmiş şeklidir, (Tafsilen iman).
4- Bu kısa ve özet iman: "LA ILÂHE ILLALLAH" cümlesiyle anlatılır. Anlamı "Allah vardır, başka ilâh yoktur" demektir. Verdiği emirlere ve koyduğu kurallara kayıtsız şartsız uyulan varlıga "Ilâh" dendiğine göre, bu cümle aynı zamanda "Ben Allah`dan başka emir ve yasak koyan kimse tanımıyorum" anlamına gelir. Sevgili peygamberimizin bir sözü bunu açıklar: Kendisiyle görüşen bir delegeye: "Siz bilginlerinizi ve büyüklerinizi ilâh edinip onlara tapıyorsunuz halbuki, biz sizi Allah`a kulluğa çağırıyoruz" dediğinde o, durumun böyle olmadığını, kimseyi ilâh edinmediklerini söylemişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Onlar bir şeyi yasak, yani haram, bir şeyi de serbest, yani helâl yapınca, sizde kabullenip öyle davranmıyor musunuz?" diye sormuş o da "evet" demişti. Peygamberimiz de: "İşte bunun adı ilâh edinme ve ona tapmadır" buyurmuşlardı. (Tirmizî, tefsir 10) İşte "Lâ ilâhe illallah" diyen ve mü`min olduğunu söyleyen herkes, kendi hayatına giren her türlü ilâhı itebilmişse, gerçek mü`min olmuş olur.
5-Bu cümlenin ikinci parçası: "Muhammedün Rasûlullah"tır ki, Muhammed (s.a.v.) Allah`ın elçisidir. Yani her söylediğini Allah`tan alarak söylemiştir. Onun için her dediği doğrudur, demektir. Birincisine kısaca "kelime-i tevhid" yani, "Birleme sözü" denir. Buna, "Ben şahitlik ederim" anlamındaki. "eşhedü" kelimesi eklenir ve "Eşhedü en-lâ-ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühû "şeklinde söylenirse "Kelime-i şehâdet", yani "şahit oluş sözü" adını alır.
6- Yüce bir varlıga inanma duygusu bütün insanların yaratılışında, yani "fıtrat" denen hamurunda vardır. Yani yaratılışındaki duruluğu bozulmayan herkes, vicdanının sesine kulak verdiği zaman, gücünün kaynağı, yüce bir varlığın bulunduğunu hissedecektir. Ayrıca bozulmamış aklını kullandığında da, böyle bir varlığın mutlaka bulunması gerektiğini anlayacaktır. Kendisinin en küçük parçası olan hücresinden feza âlemine kadar her şeyde, son derece bir düzen ve intizam görecek ve eğer aklı bozuk değilse bunların asla tesadüfen olamayacağını rahatlıkla görecektir. Bunun için sayılamayacak kadar çok delil vardır.
7- Ancak doğuştan bu temiz hamurla gelen insanı aynı zamanda sayılamayacak kadar da düşman beklemektedir. Onların bütün işleri güçleri doğruları eğri, eğrileri doğru göstermek ve gerçekleri örtmek, yani küfretmektir.
"Küfrün" kelime anlamı "örtmek". demektir. Kâfir, doğruları örttügü için ona "kâfir" denmiştir. Yanlışı süslü gösteren filmler, piyesler, yanlışa çağıran radyo ve televizyon yayınları, (Bu ifadelerimizle radyo ve televizyon gibi âletlere karşı olduğumuz anlaşılmasın. Tersine bir televizyonu insan zekâsının bulduğu en mükemmel âlet olarak görüyoruz. Karşı olduğumuz şey, bu âletlerin inançsız bir aile yapısı ve toplumu hedef alarak iman esaslarına karşı sürekli saptırıcı, aklı oksitleyici yayınlar yapmasıdır.) aşağı duygulara seslenen renkli, resimli basın, magazin ilâveleri ve dergiler, bunların bozduğu şeytanlaşmış insanlardan oluşan arkadaş, öğretmen çevre... hep "küfr"ü güçlendirir, yani akılları üzerinde paslı bir tabaka oluşturur, davranış ve eylemlere aklı değil, hep duyguları motor yapar, sonuçta insanı düşünme gücü dumura uğramış, yalnız duygularıyla algılayabilen, bir anlamda kör bir varlık durumuna düşürür.
Iman kalbin bir eylemi olduğu için insanları zorla inandırmak aslında imkânsızdır. Bu yüzden Islâm, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara (2) 256.) kuralını koymuştur. Ancak insanların akıllarını oksitlenmiş bakır gibi örten şer güçlerin bu hareketine, yani küfürlerine de izin vermemek ve aklı kaplayan paslı tabakayı da sökmek, böylece aklı olaylarla başbaşa ve karşı karşıya bırakmak gerekir. O zaman aklın doğruyu bulduğu görülecektir. Sözü edilen eyleme "cihad" adı verilir.
8- Imanın genişletilmiş şekli de "Amentü" denen altı madde ile özetlenmiştir. Inanılması gereken şeyleri anahatlarıyla anlatan bu altı maddeye, "imanın temelleri, ya da şartları" denir. Bunlar:
1. Allah`a ,
2. Meleklerine,
3. Kitaplarına,
4. Elçilerine (Peygamberlerine),
5. Bu dünyanın sona erip bir başka dünyanın kurulacağına (Ahiret`e),
6. Kadere, yani iyi kötü her şeyin Allah`ın bilgisi ve gücü ile olduğuna inanmaktadır.
İNANÇ TEMELLERİ
Allah`a Iman
Insanlarla hayvanlar arasındaki en önemli fark akıldır. Bunun dışında hemen her konuda eşittirler. Öyleyse insan, aklıyla, önce aklın niçin verildiğini, sonra da kendisinin ve dünyanın niçin ve nasıl varolduğunu düşünmek zorundadır. Çünkü aklın görevi düşünmektir. Ona görevini yaptırmamak, onu yararsız hale getirmek demektir.
Aklın dış etkilerden arındırılmış olarak çalıştırılması halinde hiçbir şeyin kendiliğinden var olamayacağı, her sanatın bir sanatçısı olduğu gibi, sırlarının henüz yüzde onuna dahi akıl erdirilemeyen insan vücudunun ve onun gibi milyonlarca varlığın da bir ustası bulunduğu rahatlıkta anlaşılır. Bu yüzden birçok Islâm âlimi, kendisine hiçbir şey öğretilmeyen insanın, aklıyla en azından Allah`ın varlığını bulmak zorunda olduğunu söylemişlerdir.
Allah`ın varlığı gibi, birliği, öncesinin ve sonunun bulunmadığı ve her şeye gücünün yettiği de yine akılla bulunabilir: Bu konuda Islâm Âlimleri iki kere ikinin dört ettiği gibi kesin hesaplar yapmışlar ve peşin fikirli olmayan her akıllıyi ikna etmişlerdir. Ancak müslümanların hepsi, bu konuda ikna oluncaya kadar akıl yormak ve bunu isbat edenlerin isbatıyla yetinmemek zorondadırlar. Çünkü inanç meselelerinde taklit caiz değildir.
Allah`ın, kendinden başka kimsede bulunmayan bir takım nitelikleri vardır: O, önü ve sonu olmayan bir varlıga sahiptir. Yani O`nun ne geçmişte olmadığı bir zaman vardı, ne de gelecekte olmayacağı bir zaman bulunacaktır. Varlığı da bir başka şeyden değil kendindendir. (Kidem, Bekâ, Vücut, Kiyâm binefsihi). Allah hem zatında yani varlığında, hem sıfatlarında, hem de işlerinde tektir (Vahdaniyyet). Yani O, tek başınadır. Onun sıfatları başka kimsede yoktur ve O işlerini tek başına yapar. Allah`tan başka herşey sonradan yaratılmıştır ve O, sonradan yaratılanların hiçbirisine benzemez. (Muhalefetün lil havadis). Bu yüzden Allah`ı herhangi bir varlığa ya da cisme benzeten, O`na olduğu gibi inanmamış olacağından kâfir olur. Bu saydığımız altı niteliğe Allah`a özgü nitelikler yani, "sıfat-i zâtiyye" denir.
Allah`ın daha başka nitelikleri de vardır: Mesela Allah diridir, hiç uyumaz (hayat), olmuş ve olacak her şeyi bilir (ilim), her şeyi bilir, çünkü her şeyi ezelde, yani kendinden başka varlıkların hiçbiri yokken O, takdir etmiş yani, planlamış, programlamış ve aynen çalar saat gibi kurmuştur. Herşey O`nun bilgisiyle ve planına göre gerçekleşir. O herşeyi duyar (semî`), herşeyi görür(başar), herşey O`nun dilemesiyle olur,(irade), O`nun herşeye gücü yeter (kudret), O konuşur ama konuşması bizim konuşmamıza benzemez. Bazı peygamberlerle doğrudan doğruya konuştugu gibi, indirdiği kitaplar da O`nun konuşması türündendir (kelâm). Herşey O`nun yoktan yaratmasıyla olur ve O her an yeni bir durum yaratmaktadır (tekvin). Her yaptığının bir hikmeti vardır yani, her yaptığı yerli yerindedir.
Allah`ın daha bir dizi güzel ve mükemmel niteliği, ya da ismi vardır. Bunlara "güzel isimler" anlamında "Esma-i Hüsnâ" denir. O`ndaki bütün güzellikler ve mükemmellikler eksiksizdir ve tastamamdır. Yani güzel olan herhangi birşeyin, meselâ cömertliğin O`nda olanından daha fazla ve daha iyisi düşünülemez. Eksikliklerin ve çirkinliklerin ise hiç biri O`nda yoktur.
Allah`ın nitelikleri yani sıfatları diğer bir yönden;güzellik ve umut akla getiren nitelikler, korku ve heybet akla getiren nitelikler diye de ikiye ayrılabilir (cemâl ve celâl sıfatları). Yani Allah`ın korkup titrenecek sıfatları olduğu gibi, umutla dolunacak sıfatları da vardır ve bu yönü öbür yönüne galiptir. O, "rahmetinin gazabına galip geldiğini" bildirmiştir.
Allah`a inananlar Cennette Allah`ı göreceklerdir. Allah`ı görmenin tadı ve lezzeti, Cennetin bütün nimetlerinden daha tatlı olacak ve bu, en büyük nimet sayılacaktır.
Allah yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildir. Insanlar ise yaptıklarından O`na karşı sorumludurlar. O, hiçbir şeyi yapmak zorunda değildir.
Allah`ın her emrettiği şey güzeldir ve her yasakladığı şey de çirkindir. Insan aklı bunların bazılarının güzellik ya da çirkinliğini anlayabilir, bazılarını anlayamaz. Ancak O emredince, aslında güzel olduğunu anlarız.
Allah`ın acıma duygusu yani, rahmeti ve merhameti bütün canlılarınkinin toplamından da fazladır. Bu yüzden dünyada inanan ve inanmayan herkesi rızıklandırır. Ama öbür dünyada nimetlerin, yani Cennetin sadece inananlara verileceğini söylemiştir. Bu yüzden Cehenneme girecek olanlar Allah`ın acımadığından değil, kendi kendilerine acımadıklarından gireceklerdir. Eğer Allah onlara acımamış olsaydı, Cennete gitmenin yolunu hiç göstermeden onları ateşe atardı.
Meleklere Iman
Allah`ın insan denen bizim gibi kulları yanında, melek denen ve bizim göremediğimiz bir takım kulları daha vardır. Onlarda erkeklik ya da dişilik yoktur. Tek işleri Allah`a kulluk etmek yani, O`nun her emrini yerine getirmektir. Onlarda Allah`ın emirlerini tanımama yani, isyan gücü yoktur. Onların kendilerine göre bir zaman ve mekân dünyaları vardır. Bizim zaman ve mekânımız onlar için geçerli değildir. Yani bizim bir an dediğimiz bir zamanda onlar dünyamızı belki birkaç kez dolanabilirler. Yemezler ve içmezler. Yani ihtiyaçları bizimkiler gibi değildir.
Azrail, Mikâil, Cebrail ve Israfil gibi büyük meleklerin yanında, çok basit gördüğümüz işler için, meselâ bir kar, ya da yağmur damlasını buluttan alıp yere indirmekle görevli ve o görevini yapınca işi biten melekler de vardır. Cinsel ilişki ve tuvaleti dışında, devamlı insanla bulunan "koruma melekleri" vardır. Bunlar, insanın yaptığı iyilikleri ve kötülükleri yazmakla görevlidirler. Kabirde insanın kabir imtihanını yapmakla, Cehennem`de ve Cennet`te oralara lâyık işleri görmekle görevli melekler vardır ve Allah`a sırf belli tesbih ve zikirleri yapmakla görevli melekler vardır.
Melekler şekil bakımından da bize benzemezler. Gerçi onların kanatları vardır ama kanatları bizim tanıdığımız kanatlıların kanatlarına benzemez. Bu yüzden onları kartal, doğan vb. gibi düşünüp onlara benzer kurgu resimlerini yapmak câiz değildir. Çünkü bu onları olduklarından başka türlü göstermek ve gerçeği saptırmak demektir.
Allah`ın her şeye gücü yettikten sonra melekleri niçin yaratmıştır gibi bir soru akla gelebilir: Ancak yukarıda öğrendiğimiz sıfatlarla nitelenen Allah`a karşı, yine onun bir yaratığı olan insanın, bir defa böyle bir soru sorma yetkisi yoktur. Eğer bu durumda bir insan düşünseydik onun bu soruya vereceği cevap, herhalde tek kelime ile: "Sana ne! Küstah!" olurdu. Ama Allah bizi azarlamıyor ve biz aklımızı kullanarak bunun bir sürü hikmetinden bazılarını anlıyor, ya da tahmin edebiliyoruz:
Her şeyden önce Allah Hakîm`dir yani, her yaptığı yerli yerindedir ve bir hikmete göredir. Sonra Allah (c.c.) böyle, akıllara durgunluk verecek bir âlem yaratmakla kendisinin nelere güç yetirebileceğini bize göstermiş ve kendini bize tanıtmak istemiş olabilir. Melekler arasında, en büyükten en küçüge doğru son derece düzenli ve intizamlı bir sistemi bize göstermekle bize kendi işlerimizde örnek ve kopya vermiş olabilir. Isteseydi bizi de onlar gibi aralıksız ibâdet ve itaatla görevlendirilebileceğini, bu yüzden durumumuzu nimet bilmemiz ve bizim, onlarınkine göre çok az olan görevlerimizi yerine getirmemiz gereğini hatırlatmış olabilir.
Melekleri niçin göremiyoruz? diye de sorulabilir. Bu soruya da muzipçe: Göremediğin sadece melekler mi? Görebildiklerin, göremediklerinin kaçta kaçı olabilir? Göremediğin herşeyi yok saymak; kısa düşüncelilik ve geri kafalılık olmaz mı? diye cevap verilebilir. Ama biz bunun da bilimsel açıklamasını yapmaya çalışalım:
Bir defa varlık âlemi sadece dünyadan ibaret değildir ve her âlemin kendine göre şartları ve kanunları vardır. Meselâ aydaki yerçekimi dünyadaki yerçekimi gibi değildir. Eğer varsa, bir başka dünyadaki canlıların yaşama şartları da bu dünyadaki yaşama şartları gibi değildir. Melekler de bir başka âlemin varlıklarıdırlar ve bu dünya şartlarına göre ayarlanmış gözlerle görülemezler. Tıpkı televizyon dalgalarının radyo alıcısıyla algılanamadığı gibi. Sonra gözün, kendi dünyasında da bir görme kapasitesi vardır. Meselâ göz, ışığın belli dereceden az ve belli dereceden çok olması halinde göremez. Yani kapkaranlık bir odada önümüzdeki masayı göremediğimiz gibi, Güneşin kendisine ve meselâ kaynak ışığına karşı da bakamayız, göremeyiz. Kulaklarımızın ve diğer duyularımızın gücü de aynıdır. Dünyada iken Allah`ı göremememizin sebebi de budur. Yani Allah`ı uzakta ve görülmeyen bir yerde olduğu için değil, aksine bizim gözlerimizin gücünü aşan bir açıklıkta ve parıltıda olduğu için göremiyoruz. Çünkü O`nun bir adı da Nûr`dur. Cennette ise inananlara oranın şartlarına göre göz verilecek ve Allah`ı, o şartlar altında göreceklerdir. Nitekim Hz. Musa Allah`ı görmek istemiş ve değil Allah`a, Allah`ın belirdigi dağa bakmakla bile cereyana kapılmış gibi baygın yere serilmiştir. (Bu olay için bk. A`raf (143. âyet ve tefsirleri.) Yine bu yüzden Allah(c.c.) elçisi Muhammed`e görünmek istediğinde onu Mi`raca yükseltmiş, Cennete koymuş ve o, Allah`ı oranın şartlarıyla görebilmiştir. Ve yine bu yüzden Mi`raç yolculugunda ona refakat eden Cebrail belli bir noktadan öte geçemeyeceğini, geçerse yanacağın söylemiştir. Melekler bu nitelikte, Allah gibi olmamakla beraber, bizim onları göremeyişimizin sebebi de aynıdır.
Sonra biz eşyayı beş duyumuzla algılıyoruz. Bir altıncıduyumuz daha olsaydı algılayacak daha bir sürü şey bulmaz mıydık? Bulmazdık demek, elini denize sokup dibini bulamayan adamın, bu denizin dibi yoktur, demesi gibi gülünç olmaz m? Meselâ anadan doğma kör olan bir insan, rengi hangi yolla algılayabilecektir? Onun renk diye birşey yoktur demesinin ne anlamı varsa, melek diye birşey yoktur demenin de o kadar anlamı vardır. Üstelik hayatında hiç yalan söylemeyen bir insan, bize meleklerin var olduğunu söylemiş, onları görmüş ve konuşmuştur. Kaldı ki, meleklerin bulunmadığına da aklî delil yoktur. Bütün dinler meleklerin var olduğunu söylemiştir. Herbirimizin en azından birkaç defa görmüş olduğumuz gerçek rüyalar bile, bizim algılayabildiğimiz fizik âleminin ötesinde bir manâ âleminin bulunduğunun kesin delilidir.
Meleklerin varlığından sözeden birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunduğu ve Islâm ümmeti bu konuda ittifak ettiği için, meleklerin varlığını kabul etmemek, insanı dinden çıkarır.
Kitaplara İman:
İmanın rükünlerinden biri de semavî kitaplara imandır. İnsan, akıl aracılığıyla Allah’ın varlığını ve birliğini bilse bile, O’nun emir ve yasaklarının neler olduğunu, O’na karşı ibadet vazifesini nasıl yapacağını, kısacası Allah’ın nelerden razı olup olmayacağını idrak edemez. Bunun için Cenab-ı Hakk, semavî kitaplar inzal etmiştir. Semavî kitapların yüz tanesi sayfalar halinde, dört tanesi ise kitap halinde nazil olmuştu. Bu dört semavî kitap, inzal sırasına göre, Zebur, Tevrat, İncil ve Kuran’dır.
Bir Müslüman bunların tamamına inanmakla mükelleftir. Şu var ki, Kuranın nazil olmasıyla diğer semavî kitaplar uygulama sahasından kalkmışlardır.
Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize nazil olduktan sonra, bir harfine bile dokunulmadan günümüze kadar gelmiştir. Böylece Cenab-ı Hakk’ın “Kur-an’ı Biz indirdik, Biz muhafaza edeceğiz,” hükmü gerçekleştirmiştir.
Peygamberlere İman:
Bir diğer iman rüknü de peygamberlere imandır. Cenab-ı Hakk’ın, insanları, yine insan nevinden bir peygamberle ikaz etmesi İlahi bir kanundur.
Peygamberlik beşer için azim bir ihtiyaç ve büyük bir nimettir. Cenab-ı Hakk, bu mürşit ve rehberlerin vasıtasıyla insanlara hidayet yollarını göstermiştir.
Peygamberlerin vazifesi, vahiy ve ilham yoluyla Cenab-ı Hakk’tan aldıkları emirleri beşeriyete tebliğ etmek, dünya ve ahiret saadetinin yollarını onlara göstermektir. Bu zatların iki cihetleri vardır. Birisi “kulluk”, diğeri “risalet”(İlâhî elçilik)tir. Kulluk cihetiyle Allah’ın emir ve yasaklarına en mükemmel manada, eksiksiz uyarlar; bu sahada insanlara örnek olurlar. Risalet cihetiyle, insanlara hak ve hakikati tebliğ ederler.
Peygamberler, Allah’ın mahluku ve kuludurlar. Bir Müslüman peygamberlerin hepsine inanmakla mükellef kılınmıştır. Herhangi birisinin peygamberliğini inkar etmek, onu İslâm dairesinden çıkarır. Meselâ, Hazreti Musa (as), yahut Hazreti İsa’ya (as) inanmayan bir insan mümin olamaz. Bunların peygamberlikleri Kur’an ile sabittir. Onlara iman etmek, hem kitaplara, hem de peygamberlere imanın bir gereğidir.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Adem, sonuncusu da Hazret-i Muhammed (a.s.m.)’dir. Nübüvvet müessesesi Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile son bulmuştur. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed’e, “Hatemü’l-Enbiya” denilir.
“Biz, seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” hükmünce Hazret-i Muhammed bir kavme değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmîştir.
“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” ayetinin hükmünce de O Zat (a.s.m.), varlık alemine daimi bir nimet, ebedi bir rahmet olmuştur.
Ahirete İman:
İmanın en mühim bir rüknü de; öldükten sonra dirilmeye ve ahiret hayatına imandır. İnsanlara, bu dünya hayatında hem maddî, hem de manevî nimetler ihsan eden Cenab-ı Hakk, bu dünya imtihanını kazanan sevgili kullarını cennette yine hem cismanî, hem de ruhanî hadsiz nimetlere mazhar kılacaktır.
Güz mevsiminde ölen bütün bitkileri ve hayvanları, baharda yeniden hayata kavuşturan Allah, elbette vefat eden insanları da ahirette yeniden diriltecektir. Bu Onun hem rahmetinin hem de adaletinin gereğidir.
Kadere İman:
İmanın rükünlerinden biri de kadere imandır. Kader iki kısımdır. Birincisi; kainattaki her varlığın, “zatı, şekli ve bütün özellikleriyle” Allah’ın ilminde takdir edilmesi ve buna göre yaratılmasıdır. Bu saha imtihana konu değildir.
İkincisi ise; insanın cüz’i iradesine bakar. İnsan, cüz’i iradesi ile hayır olsun, şer olsun her neyi tercih eder ve neyi işlerse Allah onu yaratır. İnsan bu ikinci kısımdan mesuldür. Cennet ve cehennem, insan iradesine tanınan bu tercih hakkının meyveleridir.
İNANÇLA İLGİLİ DİĞER BAZI KONULAR
Imanın ana temelleri altı olmakla ve bu altı temel bütün inanılacak şeyleri içine almakla beraber, akaid kitaplarında, öneminden ötürü ayrıca zikredilen şeyler de vardır:
Allah`ı, insanlarda, ya da diğer yaratıklarda bu1unan bir özellikle nitelemek küfürdür.
Inananlar cennette Allah`ı yer, zaman ve nitelikten uzak bir şekilde göreceklerdir.
Allah`ın Kelâmmn bir âyetini bile inkâr, insanı dinden çıkarır.
Allah`a mekân nisbet edilemez. Yani Allah şuradadır, ya da buradadır denmez. Belki, bilgisi ve gücüyle Allah her yerdedir, denir.
Isrâ ve Mîraç, yani Hz Muhammed`in Allah tarafından Mekke`den alınıp Kudüs`e götürülmesi, oradan da göklere yükseltilip bu yolculugunda Allah`la görüşmesi gerçektir.
Kıbleye dönüp namaz kılan hiçbir kimse; dinin zorunlu olarak bilinen kesin esaslarından birini açıktan inkâr etmedikçe, ya da küfrü kesin olan bir eylemi inanarak yapmadıkça kâfir sayılamaz.
Kâfirin müslüman üzerinde "velayat" hakkı yoktur, ya da "ulü`l-emr" ancak müslümandan olur.
Allah`a isyan emretmedikçe "ulü`l-emr"e itaat, zalim de olsa farzdır:
Abdestte mestler üzerine meshetme müslümanların ittifakıyla sabittir.
Imamla, yani tüm müslümanların önderi ile birlikte cihad kıyamete dek sürecektir.
Peygamber bildirmeden, kimsenin Cennetlik ya da Cehennemlik olduğuna hükm olunamaz.
Peygamberimizin arkadaşlarının, yani ashabının hepsi âdil insanlardır. Hiç birisine kötü söylemeyiz.
Allah`tan başka herkes yanılabilir. Ancak Allah, peygamberleri yanıldıklarında doğrultur.
Bir peygamber, bütün velilerden daha üstündür.
Allah dostlarının (evliya) kerametleri gerçektir.
Kâhinler ve gâibden haber verdiklerini söyleyenler yalancı ve kâfirdirler. Söylediklerini doğrulamayız. Ama Allah, bazı kullarına dilerse bazı sırlar öğretir.
Kıyametin, Deccalın çıkması, Hz. Isâ`nın inmesi ve Güneş`in batıdan doğması gibi büyük işaretleri vardır.
Allah Resûlünün yolundan başka bir yol, onun getirdiği gerçekten başka bir gerçek yoktur. Içiyle ve dışıyla ona itaati kabullenmeyen, havada da uçsa, suda da yürüse mü`min değildir.
Inanç açısından insanlar üçe ayrılır:
1. Hz. Muhammed`in (s.a.s.) Allah`tan (c.c.) getirdiklerini kalbiyle kabul edip, diliyle söyleyen mü`min`dir.
2. Kabul etmeyen kâfirdir.
3. Kabul etmediği halde kabul ettiğini söyleyen münafıktır. Münafık kâfirden daha kötüdür. Ancak kalbinden inanmadığı halde müslümanlar gibi yaşayana biz Müslümanca muamele ederiz. Kalbini bildiğimizi söyleyemeyiz.
İNFAK
Helâl yollarla elde edilen malı, ihtiyaca ve dinin gerekli ya da hoş görüldüğü yerlere harcama, sarfetme. Allah`ın bir rızık olarak verdiği görünür-görünmez (zahir-batın) nimetleri yayma.Kelime arapça kökenli olmakla beraber, Islami bir terim muhtevası kazandığından bütün müslüman halklar tarafından aynı kapsamla kullanılır olmuştur. Arapçadaki kökü "ne-fe-ka" fiilidir. Bu kök "çıkma" ve "gitme"yi ifade eder. Arap tavsanının çıkış deligine "nâfika", imandan çıktığı için ya da kalbinden iman çıktığı için insana "münafık", pantolonda ayağın çıkış yerine "neyfak", azığın bitip tükenmesine "infak" yerin altından çıkış yeri olan tünele "nafak" denir ki, bunların hepsinin kök, mana ile ilişkisi vardır. Insanın şeran bakmakla yükümlü olduğu kimselere elinden çıkarıp vermekle yükümlü olduğu malı mükellefiyete de "nafakâ` denir ki, bunun da bu kökle ilişkisi açıktır.
Terim olarak giriş paragrafındaki anlamların tümünü bünyesinde bulunduran "infak" tanımdan da anlaşılacağı gibi, insanın sahip olduğu bilgiyi (faydalı ilmi) yayma ve öğretme anlamına da gelir. Mesela Kur`an-ı Kerim`in daha ilk girişinde (2/3) kurtuluşa eren mü`minlerden sözeden, "bizim kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" ayeti "infak" a bu anlamı da yüklemiştir. Ve bu ayet aslında "infak" ta bulunması gereken özelliklere de"işareti" ile dikkat çeker: Ayette ki "min = den" eki, infak edenin sahip olduğu herşeyi verip yoksul kalmasını ve savurganlık etmesini değil, bir kısmını vereceğini, "mâ = şey" ifadesi, sadece maddi varlıktan değil, ilim gibi manevi varlıklardan da infak edileceğini, Allah`ın "bizim rızık olarak verdiklerimiz" ifadesi, "infak" ta başa kakma ve minnet duygusunun olamayacağını, çünkü verenin aslında Allah`ın malından verdiği, "infak ederler" ifadesi de, hem başka harcamalar için değil ihtiyaç (nafaka) için verirler, hem de, verdikleri çok az olmayıp bir ihtiyacı karşılayacak kadar olur anlamına verir ki, "infak"ın asıl özellikleri de bunlardır. Bu nitelikleri taşıyan "infak"ın yapıldığı yön (cihet) zaman ve şartlar itibari ile kendi içinde bir meratibi (hiyerarşisi) vardır. Mesela bir yönüyle "infak"ın farz, (vacip) ve mendup olanları vardır ki, bu sıralamaya göre "infak"ın farz olanlarının başında zekat gelir. Insanın kendine bakması ve çoluk çocuğuna yapacağı harcama (nafaka) da ikinci derecede farz olan "infak" tır. Üçüncü farz "infak" ise cihat için yapılacak harcamadır. Bütün çeşitleriyle sadakalar ise "infak"ın mendup (hoş ve arzulanan) kısmını oluşturur. (Kurtubî I/179) "Infak"ın tüm çeşitleri ile ilgili olarak Kur`an-ı Kerim`de ikiyüze yakın ayet-i kerime vardır ki bu, islam toplumundaki maddi transfer, mülkiyet seyyaliyeti, servet törpülenmesi, gelir hatta servet dağılımı, olandan olmayana transfer (sosyal güvenlik ödeneği) kısaca sosyal adaletin hangi boyutlarda motive edildiğinin belirgin bir göstergesidir, "infak"ın mekruh ve haram olanı ise olmaz. Çünkü bu terimin anlamı bütünüyle olumludur. Mekruh ya da haram olan harcamalara "infak" değil "israf`, "savurganlık" vs. denir.
Ancak "infak"in sadece teberru (tatavvu) şeklindeki harcamalara denebileceği, zekatı içine almayacağı da söylenmiştir. Fakat birinci görüş daha doğrudur.( Razî 2/3. )
Diğer bir yönden "infak"ın hiyerarşisini Allah Rasülü (s.a.) bir hadisleriyle açıklar: "Gelip, bir dinarım var (ne yapayım?) diye soran birisine: kendine harca (infak et) buyurdu. Iki dinarım varsa? Ev halkına harca. Üç dinarım varsa? Hizmetçine (çalıştırdıklarına) harca. Dört dinarım varsa? Ebeveynine harca. Beş dinarım varsa? Yolunlarına harca. Altı dinarım varsa? Allah yolunda harca, buyurdu" el-Bakara suresi 2/215. ayeti bu hiyararşiye daha net bir sıra çizer: "Ne infak edeceklerini sana sorarlar. De ki, hayır olarak infak ettiklerinizi ebeveyninize, yakınlarınıza, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (harcayın)" Bir başka hadis-i şerif aynı derecelemeye değişik sartlara göre biraz değişik bir sıra çizer: "kişinin infak deceği en hayırlı para (dinar) çoluk çocuğuna harcadığı, Allah yolunda (cihadda) bineğine harcadığı, yine Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı paradır." Bir diğerinde ise: "Allah yolunda (cihadda) infak ettiğin bir dinar, bir köle azat etmek için infak ettiğin bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve çoluk çocuğuna harcadığın bir dinardan ecri en büyük olanı çoluk çocuğuna harcadığındır"( Kurtubî I/179) denir.
Rasülullah`ın hadislerinde de her çeşidiyle "infak" vurgu ile tavsiye ve teşvik görür. O herkesin, yarım hurma ile de olsa kendisini kurtarması gerektiğini, sadakanın rızkı çogaltacağını, ömrü ve malı artıracağını, Rabbin gazabını dindireceğini, zafere sebep olacağını, malın bereketi olduğunu söyler. Zaten Allah da (c.c.) yapılan bir infakın yerinin Allah tarafından doldurulacağını haber verir. (34/39) Yine Allah Rasulü (s.a.) "infak" etmeyenin rızkının daraltılacağını, cömertliğin Allah`ın ahlakından olduğunu, yoksullara arka çıkmanın kötü ölümü engelliyeceğini, sadakanın (bir paratöner gibi) belayı önlediğini... bildirir.Kısaca bütün çeşitleriyle infak Islamın ikinci temel unsuru, "köprüsü" ve dünyayı düzene koyma aracı olarak görülür.
İNSAN İRADESİ-İHTİYÂRÎ FİİLLERİ VE SORUMLULUK
Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb`ini bilmek ve O`na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. Insana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ`dır. Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak değildir. Allah`ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan, iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz`î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa yöneltmekte serbesttir.
Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir varlıktır. O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza görecektir., Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir. Işte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar. Aksi halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar. Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse, cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez.-Zümer, 39/62) âyetine uyarak, Hak Teâlâ`nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyarı fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir.
Ikincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) Ihtiyarı Fiillerinden sorumludur. Yani Allah`ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu, teklif ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna götürebilir. Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı düşer.
Işte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef`âli ihtiyarıye" diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ`nın fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat işleyen kul mudur? meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan "Cehmiyye" adıyla da anılır.
2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu`tezile" mezhebi.
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.
4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş`ariyye" mezhebidir.
Ilk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve "mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir.
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet görüşünü temsil ederler.
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta cansız bir varlık seviyesine indiriyor. İslam`ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.
Kaderiyye ve Mu`tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye`nin mutlak cebir fikrının tam aksini savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece Allahu Teâlâ`ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar.
Doğru olanı ise: isteyen insandır, yaratan da Allah'tır.
İNTİHAR
Insanın kendisini öldürmesi. Ne şekilde olursa olsun bir kimsenin kendisini öldürmesine "intihar" denir. Intihar Allah`ın yaratmış olduğu cana kıymaktır. Bu yüzden de büyük günahlardandır. Insana canı veren Allah olduğu gibi, onu almaya yetkili olan da odur.
Intihar etmenin haramlığı ve ahiretteki tehlikesi ayet ve hadislerle sabittir.
Kur`an-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisa`, 4/29). Ayette, fiilen cana kıyma anlamı yanında, Allah`ın haram kıldığı şeyleri işlemek, masiyete dalmak ve başkalarının mallarını batıl yollarla yemek sûretiyle kendisine yazık etmek, ahiret hayatını mahvetmek anlamı da vardır (Ibn Kesîr, Tefsîru`l-Kur`anı`l-Azım, Istanbul 1985, II, 235).
Amr b. el-As (r.a), Zâtu`s-Selâsil seferinde ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber`e iletirken, yukarıdaki ayete göre amel ettiğini söylemiş ve Resulullah (s.a.s) Amr`ın bu yaptığını tasvip etmiştir (Ebu Dâvud, Tahâre, 124; Ahmed b. Hanbel, IV, 203).
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Yedi helak edici günahtan uzak durunuz Denildi ki, ya Resulullah, onlar nelerdir?; şöyle buyurdu: Allah`a ortak koşmak, bir cana kıymak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadına zina iftirası yapmak" (Buhârî, Vesâyâ, 23, Hudûd, Tıb, 45; Müslim, Iman, 144).
Intihar geçmiş ümmetlerde de yasaklanmıştır. Cündüb b. Abdullah`tan Hz. Peygamber (s.a.s)`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir adam vardı. Yarasının acısına dayanamayarak, bir bıçak aldı ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; kulum can hakkında benim önüme geçti, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu" (Buhârî, Enbiyâ, 50).
Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman`ı izlemiş ve O`nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür (Buhârî, Kader, 5, Rikâk, 33, Meğâzî, 38, Cihâd, 77; Müslim, Iman, 179; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarıh, X, 266 268). Kuzman`ın ölüm şekli Allah Resulu`ne iletilince şöyle buyurmuştur: "Insanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir" (Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, Iman, 179).
Intihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. Hadis-i şeriflerde "Kim kendisini bıçak gibi keskin bir şeyle öldürürse, cehennem ateşinde kendisine onunla azap edilir" (Buhâri, Cenâiz, 84). "(Dünyada ip ve benzeri) şeyle kendisini boğan kimse cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran cehennemde kendisini vurur (azabı böyle olur)" (Buhârî, Cenâiz 84),
"Kim kendini bir dağın tepesinden atar da öldürürse cehennem ateşinde de ebedi olarak böyle görür. Kim zehir içerek kendisini öldürürse cehennemde zehir kadehi elinde olduğu halde devamlı ceza çeker" (Müslim, Iman, 175; Tirmizi, Tıb, 7; Nesâî, Cenâiz, 68, Dârimi, Diyât, 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478).
Islâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Hayber Gazvesinde intihar eden Kuzman`ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü`min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna itikad etmemiş olması da şarttır (Kâmil Miras, a.g.e, X, 270).
Hz. Peygamber`in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Ancak bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden menetmek amacına yöneliktir. Nitekim Ashab-ı Kiram bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bulûgu`l Merâm, terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1970, II, 276-277). Imam Ebû Yusuf`a göre, intihar hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça müntehir üzerine cenaze namazı kılınmaz.
Sonuç olarak, beden Cenâb-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük emanettir. Bu emaneti, ruh bedenden kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin rûhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslam`ın amacıdır. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabır ve daha sonra ahiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felaketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü, ruh bedende kaldıkça Allah`tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah`a yönelmesi ve O`ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıçnoktasını teşkil eder. Yüce yaratıcı umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O`nun her şeye gücü yeter. O`na dayanan da güç kazanır.
İNTİHAR EDEN VEYA İÇKİ İÇEN KİMSENİN CENAZE NAMAZINI KILMAK CAİZ MİDİR?
İslam dininde intihar etmek, içki içmek, namazı terketmek ve zina gibi bir günah işlemek büyük bir vebaldir. Fakat Ehl-i Sünnet ve`l-Cemaat`e göre küfre vesile değildir. Yani bir kimse kelime-i tevhidi getirip İslam`ın bütün ahkamını kabul ederse adı geçen günahlardan birisini veya diğer müslümanlar gibi onların da cenaze namazı kılınacaktır. Fakat İslam`ın tümünü veya müslümanım dediği halde İslam`ın bazı hükümlerini reddederse müslüman sayılmaz. Böyle bir kimsenin dinen cenaze namazı kılınmaz. Kılınsa nazar-ı itibare alınmaz. Allah`ın indinde makbul değildir.
Islâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Hayber Gazvesinde intihar eden Kuzman`ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü`min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna itikad etmemiş olması da şarttır (Kâmil Miras, X, 270).
Hz. Peygamber`in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Ancak bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden menetmek amacına yöneliktir. Nitekim Ashab-ı Kiram bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bulûgu`l Merâm, terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1970, II, 276-277).
İNTİSAP ETMEK FARZ VEYA VACİP Mİ? İNTİSABI OLMAYAN KİMSENİN İMANI NASILDIR?
İntisap etmek ne farz ne vaciptir. Farz vacip olan şeyler Kur`anı Kerimde Hadisi şerif ve fıkıh kitaplarında açıkça belirtildiği halde söz konusu olan intisap bunlardan sayılmamıştır. İntisap etmekten maksat mürşid, alim ve amil olursa kalp ve ruhu verdiği terbiye ile terbiyelendirmektir ve İslam`ı güzelce alıp onu yaşamaktadır.
İntisap ve seyr-i süluk meselesi asr-ı saadette yoktu. Çok zaman sonra icad edilmiştir. Doğuş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. İntisap etmekten maksat Kur`an-ı Kerim ile Hadis-i nebevinin ışığı altında ruh ve kalbi besleyip onu ruhi hastalıklardan korumak olduğuna göre tarikata girmeden de bu işi yürütmek mümkündür. Her tarikat, Kurucusuyla şöhret bulmuştur. Rüfa`i tarikatı. Ahmed er-Rüfai`ye, Kadiri tarikatı Abdü`l-Kadir Geylani`ye, Nakşıbendi tarikadı da Muhammed Beha`eddin en- Nakşibendi`ye mensuptur ve onun lakabıyla şöhret bulmuştur.
İmam-ı A`zam, İmam-ı Şafi`i gibi zevat İslam hukukunda müctehid oldukları gibi AbdülKadir Geylani, ahmed Rüfai ve Muhammed en-Nakşibendi gibi zevat da ahlak ve tasavvuf sahasında müctehiddirler. Tarihe göz atıldığında ehl-i tarikatın İslam ve beşeriyete büyük hizmetler verdiklerini görmüş olacağız. Henüz İslam`ın nuruyla nurlanmadan evvel Tatarlar İslam alemini yakıp yıktıkları ve hilafet-i İslamiyeyi ortadan kaldırdıkları zaman İslam inancını ayakta tutan ehl-i tarikat olduğu gibi Osmanlılar da fethettikleri ülkeleri İslama ısındırmak ve orada yerleştirilen müslümanları İslami bilgilerle donatmak hususunda da ehl-i tarikatın büyük rolü olmuştur.
Yalnız bu zamanda Allah için İslam davasını yürütüp seyr ü sülük eden mürşidler çok azalmışlardır. Hatta birçokları salih aba ve ecdadının selahını istismar ederek avam tabakayı arkasından sürüklüyorlar. Bu zamanda hakiki mürşid bulmak çok zordur. İntisab etmek imanın şartlarından veya İslam`ın farz kıldığı bir şey olmadığına göre intisap etmeyen kimsenin imanı yoktur veya zayıfdır denilemez.
İNZİVA
Köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak.
Inzivanın uzlet ve halvetle de mana birliği ve amaç bütünlüğü vardır. Son iki kelime, dünyadan bir müddet el-etek çekme anlamındadır.
Bilineceği üzere insan, maddi alemle ilâhî âlem arasında bir köprü durumundadır. Onun iki önemli öğesinden biri olan bedeni, madde alemine; ruhu ise nefha-i ilâhi olduğundan mana alemine aittir (es-Secde, 32/7-9). Bu nedenle insan, her iki alemle de münasebet içinde olma imkanına sahiptir.
Insanın maddî ve manevî bakımdan mutluluğu, iyi bir kul olabilmesi, maddesi ile manâsı arasındaki dengeyi kurabilmesine bağlıdır. Bu, aynı zamanda bedeni ile ruhu, dünyası ile ahireti arasındaki denge demektir. Bedenle ruh, madde ile mana, dünya ile ahiret arasındaki dengeyi sağlayabilmek için, Islâm dininde bir çok esaslar vardır. Bunlardan; zühd, cömertlik, kanaat, rıza vb.ni sayabiliriz. Tasavvuf, kâl değil hâl ilmidir. Teorik olmaktan çıkıp pratik olmaya geçmektir. Bu bakımdan yukarıdaki esaslar, tasavvufta bir hayli gelıştırilmiştir.
Konumuz olan inziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde yer almaktadır. Bilindiği gibi zühd; birşeye rağbet etmemek, terketmek ve yüz çevirmek manalarına gelir. Tasavvufî anlamda ise, Allah`tan gayrı şeylere, masıvaya karşı takımları olumsuz tavrı ifade eder. Kur`an-ı Kerîm`de bir yerde geçer (Yusuf, 12/20).
Hz. Peygamber (s.a.s)`in ve ashabının yaşayışları, tarihçilerin de övgüsüyle bahsettikleri gibi zâhidane idi. Her zaman bulamadıkları için değil, fakat dünyevî nesnelere değer vermedikleri için bu hayatı yaşıyorlardı.
O devirdeki bu hayat, Allah korkusu ve ahiret sevgisine dayanıyordu. Sahabelerden aşırı gidenler olduğunda, bizzat Hazreti Peygamber, o gibileri uyarıyor ve makul çizgiye indiriyordu. Bundan sonraki devirde, Islâm topluluğunun süratle genişlemesi, çeşitli kültür ve medeniyetlerle temas, siyaşı kavgalar, idarî baskılar gibi psikolojik ve sosyal etkiler sonucu, zühd hareketi şiddetini artırmıştır. Emevî saltanatının lüks ve israfa düşkünlüğüne ilk defa zahid sahabî Ebû Zerr el-Gıfarî (Ö. 32/652) şiddetle tepki göstermiştir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bir müslümana yakışan hem dünyada yaşayacak, hem de kalben onun sevgisinden uzaklaşacaktır. Dünyadan uzaklaşma anlamında olan inziva, ya halkın şerrinden kaçmak için, ya da münzevinin "halka zarar vermeyeyim" diye yaptığıdır ki, ikincisi birincisine tercih edilir.
Kalp ile inzivaya çekilenlerin çoğu zaman aynı zamanda bina kurup, su çıkaran ve araziyi sulayıp bol ürün elde eden birer muktedir mühendis oldukları tarihte gözlenmiştir (ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 55). Bunlar, "Insanlar içine karışıp da onlardan gelecek sıkıntılara katlanan müslüman, inanlara karısınıayıp onlardan gelecek sıkıntıya sabretmek durumunda olmayan müslümandan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, V, 365) hadisine uyarak, masıvadan kaçmak yerine, onunla pençeleşmeyi prensip edinmişlerdir. Yine bunlar, mutlak hürriyeti seçtik ve Hakk`a teslim olduk diye de, dünyadan el-etek çekip, işi gücü bırakmamışlar, sûfî elbisesine bürünüp, bir köşeye çekilip, menfaat sağlamaya çalışmamışlar, "el emeklerinin karşılığı olan lokmalarını yemişler" (Kâmil Miras Tecrîd-i Sarîh, VI, 369), "ilâ-yı kelimetullâh" için cihat etmişlerdir (Ahmet Sevgi, XIII. Asırda Anadolu`da Tasavvûfî Hareket, Erciyes Üniv. Ilâhiyet Fakültesi Dergisi, s. 3).
Kısaca inziva, Allah`tan alıkoyan şeylerden sıyrılmaktır.
İPEK BAŞÖRTÜ
"Zinet" sayılacağı için kadının dışarıda ipek başörtüsü giyemeyeceği söyleniyor. Bu doğru mudur?
"Zinet" eşyası olarak altının ve ipegin erkeklere haram, kadınlara ise helâl olduğu herkesin malumudur. Ipeğin kadına helâl olduğunu bildiren hadîs-i şerif mutlaktır.(Ibn Âbidin VI/351 vd.), yani bir zaman ve mekâna kayıtlı olmaksızın, ipeği her halükârda kadına helâl kılmaktadır. Rasulüllah Efendimiz: "Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır"( Zeylâi, Nasbu`r-râye IV/222-25) buyurmuştur. Buna binâen fıkıhta: "Kadının ipek giymesi ve onu her türlü kullanması helâldir."(Cezîrî, Kitâbu`1-fıkh N/13) denir. Hz. Ali Efendimiz: "Rasulüllah bana bir "siyerâ" (ipek olduğu anlaşılıyor) kostüm vermişti. Onu giyerek çıktım. Ama yüzlerinden onun buna kızdığını anladım ve onu derhal yırtarak yakınlarım olan kadınlar arasında paylaştırdım."( Buhâri, libâs H. No: 58) demiştir. Müslim`deki rivâyetinde Rasulüllah:"Onu ben sana giyesin diye göndermedim, yakının olan kadınların başbezi yapmaları için bölesin diye gönderdim." buyurduğu ilâvesi vardır.(Müslîm libâs 2; Ayrıca bk. Aynî XXN/17-18)
Demek ki ipeğin ipek olduğu için başörtüsü olarak kullanılmasında bir beis yoktur. Başörtünün mahzurlu olması, ipek olmasından değil, süslü-püslü olup "teberrüc" kapsamına girmiş olmasından olabilir. Yani rengi ve deseniyle câzip olup "teberrüc" sayılacak bir başörtüsü ipekten olmasa bile kadın için mahzurludur. Böyle bir başörtüsü ile de tesettür gerçekleşir, ancak teberrüc yasağına uyulmamış olur. Rengi ve deseni ile teberrüc kapsamına girmeyen bir başörtüsü, ipek olsa bile mahzurlu olmamalıdır.
İPEKLİ GİYİNMEK, İPEK ELBİSE GİYMEK
Ipek, ipek böceği adıyla anıları ve dut yaprağı ile beslenen bir tırtıl tarafında salgılanan maddedir. Ipek böceği tırtılının salgıladığı bu madde havaya değince katılaşarak ipek teli haline gelir. Islâm dini; ipekli kumaşlar hakkında bazı ölçüler ortaya koymuştur. Dinimizde, halis ipek veya malzemesinin çoğu ipekten olan giyecek, süs ve eşyasını erkeğin kullanması haram iken bunlar kadına helâldir. Yine Islâm, sağlık durumundan dolayı, bir ihtiyaca dayandığı takdirde ipekli giymeye müsaade etmiştir. Sahih-i Buhârî`de rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Muhammed (s.a.s) Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. el-Avvam`ın cilt hastalıkları sebebiyle ipekli giymelerine izin vermiştir (Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29). Diğer bir hadise göre de, ipek giyilmesinin yanısıra ipek sergi üzerinde oturmak da yasaklanmıştır. Sahabeden Huzeyfe (r.a) şöyle diyor: "Resulullah (s.a.s) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerinde oturmamızı yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bunlar dünyada onlar (kâfirler), ahirette ise bizim içindir" (Buhârî, Eşribe, 28; Müslim, Libâs, 4-5).
Ipek Müslüman Erkeklere Haramdır:
Hz. Peygamber (s.a.s), bir defasında ipekli bir kumaş alarak sağ tarafına koymuş, bir altın parçası da alıp sol tarafına koymuş, sonra bunlara işaret ederek "Işte bu ikisi de ümmetimin erkeklerine haramdır" buyurmuştu (Ebu Dâvûd, Libâs, 4, 9, 11).
Yine Peygamber Efendimize siyerâ diye anılan ipekli kumaştan yapılmış, yol yol sarı çubuklu, altlı üstlü bir elbise hediye edilmişti. Hz. Peygamber (s.a.s) bu elbiseyi Hz. Ali`ye gönderdi. Hz. Ali`nin onu giydiğini görünce, peygamberimizin yüzünde kızgınlık alâmeti belirdi. "Ben onu sana giymen için göndermedim" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ali onu parçalara ayırıp ehl-i beyt kadınları arasında bölüştürdü (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve Islâmiyet, Istanbul, ts., XI, 139).
Hz. Peygamber, erkekler için yasakladığı halis ipekli giyecekleri çocuklar üzerinde görünce memnuniyetsizliğini ortaya koyup onlara müdahale ederek değiştirmelerini sağlardı.
Ancak Islâm hukukçuları, erkeklere haram olan altın ve ipeklinin, erkek çocuklarına mekruh olduğunu bildirmişlerdir.
Erkekler için elbiselerinin bir kısmının ipekli ya da ipek işlemeli olmasında sakınca yoktur.
Ipekten mamul takkelerin kullanılması mekruhtur. Bir kısmı ipekten dokunmuş olan bir seccade üzerinde namaz kılınabilir. Yine Ebû Hanîfe`ye göre yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak ve yataklarda yatmak da caizdir. Ipeğin bayrak, alem, flama olarak kullanılmasına izin verilmiştir. Ayrıca Ebû Yusuf ve Imam Muhammed, savaş sırasında ipekli elbisenin giyilmesinin helâl olduğunu, çünkü böyle bir giysinin kişiyi düşmana heybetli göstereceğini ifade etmişlerdir.
Islâm dini, kadının doğuştan süs ve ziynet eşyasına karşı sevgisini gözönüne alarak; erkekleri yoldan çıkarma ve şehveti kamçılama yolunda kullanmamak şartıyla, erkeklere uyguladığı haram hükmünden kadınları istisna etmiştir. Zira kadını süsten, ziynetten menetmek, onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir.
Kadınların, tenlerini göstermeyecek kalınlıkta olmak şartıyla, her türlü ipekli kumaşı giymelerinde bir sakınca yoktur. Kibirlenme ve başka kadınlara karşı böbürlenme hevesi gütmeksizin bir kadının ipekli giymesi caizdir (Ipekli giyinmekle ilgili hadisler için bk. ez-Zebîdî, Sahih-i Buhâri Muhtaşarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, Ahmet Naim, Ankara 1983, Hadis no: 245, 483, 619, 1139, 1229, 1230, 1345, 1859, 1892, 1946, 1947, 1948).
İPOTEK
Rehin karşılığı kullanılan bir beşerî hukuk terimi. Gayrımenkullerin ve resmî sicile kayıtlı bulunan menkullerin rehini, sicillerine, mülkiyetin nakline engel olan bir şerhin konulması yoluyla olur. Bu rehin işlemine "ipotek", rehnedilen menkul veya gayrı menkule de "ipotekli mal" denir. Islâm hukukuna göre rehin; ekonomik değeri olan bir menkul veya gayrımenkulü bir borç veya hakkın teminatı olacak şekilde hapsetmek, elde tutmaktır. "Rehin, bir malı ondan ödenmesi mümkün olan bir hak karşılığında mahpûs ve mevkûf kılmaktır" (Mecelle, madde 701).
Rehin hakkı, bir alacağa teminat teşkil etmek üzere tesis olunan bir haktır. Bu hak, rehnolunan şeyin mâliki başta olmak üzere herkese karşı ileri sürülebilir. Rehin hakkı sahibi, yani alacakları rehnedilen şeyi paraya çevirtmek ve bu suretle alacağını bundan almak hususunda yetkilidir. Bu bakımdan alacaklı için bir teminat teşkil eder.
İslam`ın zuhûrundan önce Araplar arasında rehin uygulanıyordu. Ancak vadesi gelen borç ödenmezse rehin olan rehnedilen şeyi mülk edinebiliyordu. Bu ya örfe göre, ya da rehin akdi yapılırken konusulan mülk edinme şartıyla olurdu. Islâm, rehin akdi müessesesini islah ederek her iki tarafın da haklarını sağlam esaslara bağladı. Bu arada, borç vadesinde ödenmediği taktirde, rehnedilen malın kendiliğinden alacaklının mülkiyetine geçeceği prensibini de yasakladı (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Mısır. 1327/1909, VI, 145).
Islâm hukukuna göre
Islâm hukukuna göre, mal sayılan her şey rehin olabilir. Menkul ve gayrımenkul ayırımı yapılmaz.
Islâm hukukuna göre rehin akdi, malı fiilen alıp vermekle (teâtî), yazılı belge düzenlemek suretiyle veya sağır dilsizin bilinen işaretiyle meydana gelir. Hattâ alıcının veresiye satın aldığı bir malı kabzettikten sonra, satıcı yanında rehin olarak bırakması da caizdir. Ancak veresiye alman mal, daha kabzedilmeden kendi satış bedeli karşılığında rehin bırakılamaz. Çünkü satılan bir mal, alıcıya teslim edilmeden önce kendi satış bedeliyle (semen) tazmine tabidir. Yani böyle bir mal henüz kabzedilmeden, satıcı yanında iken telef olsa, artık satıcı alıcıdan satış bedelini talep edemez. Çünkü böyle bir malın ayrıca rehinle teminata bağlanmış olmasına gerek yoktur (Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1970, VII, 8).
Icap ve kabul sırasında şahit bulundurmak gerekmediği gibi, rehin akdiyle ilgili irade beyanlarının yazı ile tesbiti ve imza ile doğruluklarının tasdiki de gerekmez. Kur`an-ı Kerîm`de, borçların şahit ve yazıcının bulunamadığı yolculuk sırasında rehinle teminata bağlanmasından söz edilmesi bunu gösterir. Ayette şöyle buyurulur: "Eğer yolcu iseniz, bir yazıcı da bulamadıysanız, o vakit (borçludan) alınacak rehinler de yeterli olur. Eğer birbirinize güvenmişseniz, kendisine güvenilen kimse (borçlu) Rabbi olan Allah`tan korksun da emanetini tam olarak ödesin. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz onun kalbi bir günahkardır. Allah yaptığınız her şeyi bilir" (el-Bakara, 2/283).
Menkul rehni, alacaklıya veya bir yed-i emîne teslim edileceği için şahit ve yazılı belgenin olmayışı taraflar arasında anlaşmazlıklara yol açmaz. Acaba gayrımenkul rehninde de bir şekil şartı gerekmez mi? Bir bina, daire, arsa veya arazının rehnedilmesi de temelde aynen menkul rehni gibidir. Yani icap; kabul ve kabz yani gayrımenkulün zilyedliğinin rehin hakkısahibine devri ile rehin akdi tekemmül eder.
Ancak gayrımenkullerde zilyedliğin devri menkuller kadar basit olmadığı gibi, özellikle tapu siciline kayıtlı olan gayrı menkullerin devir ve temliki mücerred zilyedlikle gerçekleşmemektedir. hatta, gayrımenkulün zilyedinin ev sahibi, kiracı vb. oluşu dikkate alınmaksızın, tapu kayıtları üzerinden başkasına satış, hibe vb. yollarla devri mümkün olmaktadır. Aynı şeyi gemi, uçak, tren, kamyon ve otomobil gibi resmî sicillere kayıtlı menkuller için de söylemek mümkündür. Islâm devleti rehin akdinde ispat kolaylığı sağlaması için bir takım şekil şartları koyabilir. Meselâ; sicili tutuları ve bir takım resmî müesseselerde kayıtları bulunan menkullerin rehnedilmesi hâlinde bu sicil ve kayıtlara şerh verilmesi gerekli kılınabilir. Motorlu taşıt araçlarının rehnedilmesi hâlinde trafik kayıtlarına şerh vermek gibi... Yine, tapuya kayıtlı gayrımenkullerin rehnedilmesi hâlinde de tapu sicillerine bu durumun şerhedilmesi de böyledir. Bu şerhler rehin akdinin amacına ulaşmasına ve hukukî sonuçlarını doğurmasına yardımcı olur. Mal sahibinin kötü niyetli davranışlarına karşı, rehin hakkısahibi korunmuş olur. Çünkü böyle bir şerh bulunan menkul veya gayrımenkulün, rehin hakkısahibinden habersiz olarak üçüncü bir şahsa devri mümkün olmaz. Islâm devleti bu gibi şekil ve isbatla ilgili konularda; vadeli borçlanmaların yazı ile tespitini öngören ayete (el-Bakara, 2/282) ve "istihsan" prensibine dayanarak kanunlar çıkarabilir (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü`l Fıkh, s. 263 vd.).
Rehinden amaç, alacağın teminat altına alınması ve borç vadesinde ödenmediği takdirde gerektiğinde rehnedilen malı sattırarak, alacağı ondan tahsil etmektir. Bunun için de rehin malın rehin işlemi devam ettiği sürece üçüncü bir şahsa devredilmemesi gerekir. Menkullerde, alacaklının kabzı veya yed-i emine teslim, bu garantiyi sağlar. Başkasına devir ve temliki ancak sicil kayıtları yoluyla olan menkul ve gayrı menkullerde ise, sicile şerh (ipotek) konulması alacaklıya bu teminatı sağlayacağı için, ipotek işlemi, "kabz" yerine geçer. Mâlikîler bölünebilir ortak malın rehnini meşrû olduğu esasına dayanarak bunu "resmî rehin" adıyla caiz görürler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1405/1985, V, 209, 210).
Menkul veya gayrımenkul bir malın rehin olabilmesi için alım-satıma (bey`) elverişli bir mal olması gerekir. Bu yüzden rehnin, akit sırasında mevcut olması, ortak mülkse taksim edilmiş bulunması ve teslime güç yetirilecek durumda olması lâzımdır. Ancak ortak mülk (mûşâ`), rehnedenin bir hakkı ile meşgul olan bir mal ve başka bir şeye bitişik (muttasıl) durumdaki mal alım-satıma konu olabilirken; bazı Islâm hukukçularına göre rehin akdine elverişli kabul edilmemiştir.
Ortak malların rehnedilmesi:
Hanefilere göre, ortak gayrı menkulün (muşâ`) rehni, taksime elverişli olsun veya olmasın caiz değildir. Böyle bir rehin akdi fasit olur. Çünkü ortak bir mülkün yalnız başına şâyi bir cüz`ünü, mesela üçte birini veya dörtte birini ayırdedip kabzetmek mümkün olmaz. Ortakların her cüz üzerindeki yaygın mülkiyet hakkı, belli bir cüzde kabzın gerçekleşmesine engel olur. Hibe akdi bunun aksinedir. Çünkü hibe, zarûret sebebiyle taksime elverişli olmayan ortak mallarda da geçerli olur ve mümkün olan kabzla yetinilir.
Hanefilerin delili; "(Borçludan) alınmış rehinler de yeter" (el-Bakara, 2/283) ayetidir. Bu ayet, rehin akdinin ancak kabzla tamam olup, lüzum ifade edeceğine delâlet eder. Çünkü rehnin bir borca teminat teşkil etmesi de bu şekilde mümkün olur. Aksi halde borçlunun nezdinde kalırsa, onun diğer mallarından farkı kalmaz. Kabz olmayınca rehin özeliği de bulunmaz. Rehnin uygun olan anlamı kabza hak kazanmakla mümkündür. Ortaklık, ortak mülkün sadece gelirini paylaşma hakkı sağladığı için kabza engel olur (el-Kâsânî, Bedâyîu`s Sanâyî 1. baskı, Beyrut 1328/1910, VI, 138; Ibnü`l-Hümam, Fethu`l-Kadr, Kahire, ty. VIII, 203 vd.; Zeylâî Tebyînü`l-Hakâik, Emîriyye tab`ı, VI, 68 vd.; el-Cassâs, Ahkamü`l Kur`ân, Beyrut, ty., II, 260; Ibn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, Kahire 1307, V, 348).
Bir malın tamamı rehnedildikten sonra şâyî` bir cüz`ü değil de belirli ve ifrazlı bir bölümü; meselâ yarısı, istihkak yoluyla zaptedilse, rehin akdi geri kalan kısım üzerinde devam eder. bu kısım bütün borç karşılığında ipotekli sayılır. Bu geri kalan kısım, rehin alanın elinde telef olsa, borçtan hisseşiyle telef olmuş bulunur. Bunun değeri borcun tümüne yeterli olsa bile, borcun tamamı düşmez. Kalan yarıya uygun olarak yarısı düşmüş bulunur (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 435, 436; Bilmen, a.g.e, VII, 13).
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, ortak mülkün, tamamı gibi belli bir hissesinin rehnedilmesi, bağışlanması, tasadduku veya vakfedilmesi mümkün ve caizdir. Taksime elverişli olup olmaması sonucu etkilemez. Satışı geçerli olan şeyin rehne konu olması da geçerlidir. Çünkü rehinden amaç, alacak başka türlü alınamadığı takdirde, rehnin satılarak, bunun satış bedelinden alacağı tahsil etmektir. Ortak (muşâ`) mal, satışa elverişli olup, onun satış bedelinden borcu ödemek mümkün olur. Bu konuda genel prensip şudur: "Ortak olsun olmasın, satışı caiz olan her şeyin rehni de caizdir" (el-Kâsânî, a.g.e, VI, 138; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 269; eş-Şîrâzî, el-Muhazzeb, I, 308; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., IV, 337).
Türk Medenî hukukuna göre, mülkiyet; müstakil ve ortak mülk olmak üzere ikiye ayrılır. Bir mala, birden çok kişi birlikte mâlik iseler, bu mülkiyet ortak mülkiyet adını alır. Bu da ikiye ayrılır:
a. Müşterek mülkiyet: Birden çok kimse, bir mala her biri kendi hissesine ait olmak üzere malık olup da, o şey fiilen taksim edilmemişse, o kimseler müşterek malıktirler. Ortaklardan her biri, hissesini bir borç için rehin gösterebilir (T.M.K. Mad. 623). Müşterek bir mülk taksim edilerek şüyûu izâle olunursa, tapu kaydında bulunan ipotek ve hacız şerhleri, ifrâz edilecek kısımlar üzerinde devam eder (Temyiz Mahkemeşinin 27.1.1954 tarih ve 1-22/3 sayılı ictihadı birleştirme kararı; Düstur, XXXV, 1841). Müşterek mülkiyette ortaklardan herbiri kendi hissesine tek başına malıktir. Yani yalnız kendi hissesi üzerinde bağımsız olarak tasarrufta buluna bilir. Rehin işlemi de buna dahildir (H. V. Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, Umumî Esaslar, 7. baskı, Istanbul 1968, I, cz. 1, s. 226).
b. Iştirak hâlinde mülkiyet: Kanun veya mukavele gereğince, bir ortaklık bağlantısı ile birbirine bağlı olan kimseler bu ortaklık dolayısıyla bir şeyin malıki olurlarsa, iştirak hâlinde malık sayılırlar ve onlardan her birinin hakkı o şeyin tamamı üzerinde olur (T.M.K. Mad. 629). Iştirak hâlindeki ortaklıkta her ortak malın tümü veya kendi hissesi üzerinde tek başına tasarrufta bulunamaz. O malda; devir, ferağ, rehin, ipotek gibi temlîkî tasarruflarda bulunması ortakları ittifakla verecekleri karar ile mümkün olur. (T.M.K. Mad. 630/II). Böyle bir karar sonucunda mülkiyet başkasına devredilmişse ortaklık, kendiliğinden sona erer (Velidedeoğlu, a.g.e., I, cz. 1, s. 226, 227, 319).
Türk beşeri hukukunda iştirak hâlinde mülkiyet çeşidine giren ortaklıklar çok sınırlı olup şunlardır: Miras ortaklığı (T.M.K., Mad. 581); âdi ortaklık (T.B.K., Mad. 520); karı koca arasında mal ortaklığı (B.K, Mad. 534; M.K. Mad. 211/1, 2); ölen eşin mirasçılarıyla sağl kalan eş arasında uzatılmış mal ortaklığı (M.K. Mad. 225) ve âile şirketi emvâli (M.K Mad. 323) bunlar arasındadır.
Başka bir şeye bitişik ve onunla meşgul bulunan malın rehnedilmesi:
Hanefilere göre, rehnedilen şeyin kabzdan sonra, rehin hakkısahibinin eli altında bulunması gerekir. Bu yüzden ağaçlar istisna edilerek bu ağaçların üzerindeki meyveleri, toprağı rehnetmeden, üzerindeki ekini rehnetmek geçerli değildir. Çünkü ağaç ve toprak rehne dahil edilmeyince, ürün kabzedilmiş ve rehin alanın kontrolüne girmiş bulunmaz. Yine rehnedilen maldan başkasıyla meşgul olan bir mal da rehnedilmez. Bir yeri, üzerindeki ağaçlar veya ekinler müstesnâ olmak üzere rehnetmek gibi. Çünkü bu durumda, rehnedileni tek başına kabz mümkün olmaz. Burada ortak malın (muşâ`) rehnedilememesi prensibine kıyas yapılmıştır.
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise; ortak malın rehni caiz olduğu gibi, kendisine başka bir şey bitişen veya meşgul olan şeyler de rehne konu olabilir. Çünkü bunların, bitişik olan şeyle birlikte teslimi mümkündür. Hanbelîlere göre, arazı veya evin rehninde, satışa giren şeyler rehin akdine de girer. Arazı rehninde, eğer ağaçlar meyveli ise, yetişmiş durumda olan açık meyveler rehne dahil olmaz. Meyveler açıkta değilse akde girer. Nitekim satım akdinde de aynı kritere göre amel edilir. Şâfiîlere göre ise meyveler açıkta olsun veya olmasın, mutlak olarak akde dahil değildir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 138, 140; Ibnü`l-Hümâm, a.g.e, VIII, 205; Zeylâî, a.g.e., VI, 69; Ibn Âbidîn, a.g.e., V, 350; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, 333, 340; el-Cezîrî, el-Fıkh Ale`l-Mezâhibi`l-Erbaa, 3. baskı, Kahire, t.y., II, 326; Bilmen, a.g.e., VII, 11, 12).
İŞ YERİNDE VE İMALAT YERİNDE KADIN İŞÇİ, MÜSTAHDEM VE SEKRETER ÇALIŞTIRMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini çalışmak veya çalıştırmak hususunda erkek ile kadın arasında fark gözetmektedir.Yani bir erkek çalışabildiği gibi bir kadın da çalışabilir. Bir erkek iş veya imalathane sahibi olabildiği gibi kadın da olabilir. Bunun için bir fabrikaya sahip olan bir kadın ihtiyaç ve maslahatına göre hem erkek hem kadın işçi çalıştırabilir. Bir erkek de sahibi olduğu fabrikasında ve imalathanesinde hem erkek hem de kadın çalıştırabilir.
Fabrikada veya imalathanede çalışan işçilerin hepsi kadın veya hepsi erkek iseler ortada herhangi bir mesele yoktur. Bir kısmı kadın bir kısmı da erkek ise ve çalışma yerleri ayrı ise yine herhangi bir mesele yoktur. Fakat kadın ve erkeğin başbaşa kalması (halvet) ve birbirine yabancı olan erkekle kadınların karışık olarak birarada çalışmaları ve gayri meşru yaşamaya vesile olacak şekilde birarada bulunmaları özelliklede kadınların islami tesettüre riayet etmemeleri kesinlikle haramdır.
Kadın sekreter tutma meselesine gelince, onu tutan kimsenin durumuna göre değişir.
İşveren bayansa bayan sekreter çalıştırması tabiidir. Kadın doktor veya sağlık kliniği sahibi bir bayanın kadın sekreter çalıştırması gibi...
Erkek işverenin büro veya fabrikasında bayan sekreter çalıştırmak istemesi durumunda ise, aşağıdaki hususlara (şartlara) dikkat etmesi gerekir. Bu şartları yerine getirmesi halinde kadın çalıştırabilir.
1- Sekreter aynı zamanda nikahlı eşi veya mahrem yakını ise İslami açıdan (zaten) bir problem söz konusu olmaz. (Çünkü yanındaki kendi yakınıdır. Mesafeli durması gereken bir mahremiyet söz konusu değildir.)
2- Eş veya yakın akraba olmayan bir sekreterin ise, gerek işveren, gerekse başka yabancı erkeklerin yanında tesettürlü bulunması gereği vardır. (Tesettürsüzlüğe zorlanamazlar.)
3- İşverenle yalnız olarak baş başa kalabilecekleri bir ortamın (halvet) olmaması. (İki ikiye çalışma durumunda kalmamaları.)
4- İşyeri düzenlemesinde sekreterin bulunduğu yerin topluca bayanların çalıştığı büro veya bir mekana bitişik olması. Yani herkesin her an görüp girebileceği umumi mekan durumunda olması.
5– İşverenin, sekreter veya bayan personelle görüşmeyi ya başka birinin bulunduğu sırada yapması ya da kapıların açık olduğu, her an birinin gelebileceği serbest zeminde yapması.
Sonuç olarak mümin işverenin yalnız baş başa (halvet) kalmaya yol açabilecek tarzda bayan sekreter veya bayan işçi çalıştırma yoluna girmemesi... Çünkü Allah’ın Elçisi (sas), şöyle buyurmuştur:
-Dikkat ediniz, hiçbir erkek yabancı bir kadınla baş başa kalmaz ki, üçüncüleri şeytan olmasın!
Verilen bilgiyi özetleyecek olursak; kadın sekreter, kadın işçi çalıştırılabilir. Tarafların şaibelerden uzak olabilecekleri çalışma ortamının oluşturulması halinde tabii... Bu durumda ne iş veren erkek, ne de iş alan hanım için bir sıkıntı ve şaibe söz konusu olmayacaktır. Yakını da hanımı işten alma gerekçesi bulmayacaktır.
Yeter ki işyerinde gereken ahlaki emniyet sağlansın, iki ikiye bir yalnızlık ve baş başalık gibi zihni rahatsız edici, şaibeli bir ortam söz konusu olmasın...
İŞÇİ ÜCRETLERİNİN MİKTARI
Işçi ücretlerini miktar olarak belirleyen bir ayet veya hadis yoktur. Ancak ayet ve Hadislerde adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü işin çeşidi, çalışma süresi, beldenin ekonomik şartları, işçinin becerisi ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. Alış-verişlerde eşya fiyatlarını uzun sure sabit tutmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini de dondurmak mümkün olmaz. Islâm`da çeşitli iş ve meslekler için maktu ücret miktarları belirlenmemekle birlikte, bunun, iş akdi yapılırken tespiti öngörülmüştür. Aksi halde iş akdi geçersiz olur ve işçi çalıştığı günler için emsal ücrete hak kazanır.
Emeğiyle çalışan kimsenin, ücret veya maaş miktarının işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yeme, içme, giyim, eğitim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olması gerekir. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah adaleti, iyıliği ve yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder"(en-Nahl, 16/90). "Ölçü ve tartıyı tam yapın. Insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz" (el-A`râf, 7/85).
Hz. Peygamber bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa, binit edinsin. Kim, bunlardan fazlasını isterse o, ya emanete hıyânet eder veya hırsızlığa düşebilir" (Ebû Dâvud, Imâre, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 299).
Burada, ücret ve maaşların, işçi, yahut memur kesimine sağlaması gereken hayat seviyesine işaret edilir. Buna göre, işçi ücretinden; memur maaşından yapacağı tasarruflarla makul süre içinde ev edinebilmeli; bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca, bu aracı rahat kullanabileceği ekonomik bir ortamın meydana gelmesi de amaçlar arasında sayılabilir. Gerçekte, işçinin ürettiği ekonomik değerlerin bedelleri içinde, bu sayılanları karşılayacak ölçüde emek bedeli vardır (Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 166-176).
Beşinci Raşid Halife Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720) işçi kesimine şöyle seslenmiştir: "Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Nşr. M. Halil Hurras, Kahire 1388/1968, s. 556).
Kısaca, yukarıdaki ölçüler içinde temel ihtiyaçlara göre, çeşitli san`at ve meslekler için belirlenecek ücret veya maaş, eşya fiyatlarında meydana gelebilecek artışlar oranında, ücreti yeniden belirleme hakkı doğar.
Işçiye, gücünü aşan iş yüklememek gerekir. Ayette şöyle buyurulur: "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez " (el-Bakara, 2/286). işçiye ağır yük ve yükümlülükler yükletilirse, ona yardım etmek gereklidır (bk. Buhârî, Imân, 22, ltk, 15; Müslim, Eymân, 40).
Işçi, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri ve sünnet çeşidine giren taatleri yerine getirme hakkına sahiptir. Işverenin, işin yoğun olması nedeniyle cemaatle namaz kılmaya izin vermeme hakkı vardır. Ancak tek başına kılınması caiz olmayan cum`a ve bayram namazları bundan müstesnadır. Eğer yakında bir mescid varsa, ibadet süresi için işçinin ücretinden bir kesinti yapılmaz. Çünkü bu, büyük bir süre kaybına yol açmaz. Ancak cuma namazı kılınan yer günün dörtte birini alacak kadar uzak olursa, geçen sure ücretten düşürülebilir (Ibn Abidin Reddü`l-Muhtâr, Beyrut, t.y., V, 59).
Işçiye akitle belirlenen ücret ve maaş dışında yeme, içme, giyim eşyası gibi sosyal yardımlar yapmak prensip olarak zorunlu değildir. Ancak bu gibi yardımlar iş akdinde yer alır veya örfleşmiş bulunursa, buna uymak gerekir (Ali Haydar, Dürerü`l Hukkâm, Istanbul 1330/1912, I, 926, Mecelle, Madde, 43, 576; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 185-187).
İŞÇİ, İŞÇİLİK
Bir işi ücret karşılığında yapan, ücret karşılığında iş yapmak. Iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek ve amel etmek. Bir isim olarak "amel", iş ve vazife demektir. Çoğulu "a`mâl" gelir. Âmil ve ecîr de; işçi, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamında kullanılır. Bunların çoğulları, ummâl, amele; ecîr`in ise ücerâ gelir (Ibn Manzur, Lisanü`l-Arab, Beyrut 1955, amel ve ecr. mad.). Arapça`da genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır. "Sa`y", "fi`l", "cehd" ve "ecr" bunlar arasında sayılabilir.
Kur`an-ı Kerîm`de kendisinin veya başkalarının işinde çalışmak yahut ahiret için iyi işler yapıp hazırlamak anlamlarında olmak üzere 670 kadar ayet vardır. Yalnız "iş (amel sözcüğü ve türevleri 360 ayette geçer) (bk. M. Fuad Abdulbâki, el-Mu`cemu`l Müfehres Li Elfâzi`l-Kur`anı`l-Kerîm, Kahire 1378/1958, ilgili sözcüklerin maddeleri). Hz. Muhammed`in hadislerinde de aynı terimleri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür:
"...Onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye... " (Yâsin, 36/35); "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39); "Inanıp iyi işler yapanlara, Allah, ücretlerini tam olarak verecektir" (Âlu Imrân, 3/57);"Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayı etmeyiz" (el-Kehf, 18/30).
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Işçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Ibn Mâce, Rehin, 4); "işçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin " (Nesaî, Eymân ve`n-Nuzûr, 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654).
Bir hukuk terimi olarak işçi; başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimse anlamına gelir. Bu, işçinin emeğini kiralaması demektir. Bu yüzden işçi (âmil, ecir) ve iş akdi konusu, Islâm hukuku kaynaklarında kira akdi (icâre) içinde incelenmiştir (Ali Haydar, Dürerü`l-Hukkâm Şerhu Mecelleti`l-Ahkam, I, 682, Mecelle, Mad. 413; Mevsilî, el-Ihtiyâr, II, 35 vd.). Insanlar bütün işlerini her zaman kendileri göremez. Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır. Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılması beklenemez. Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında sürekliliği sağlar. Bir ücret karşılığında başkasını çalıştıran kimseye "işveren" denir. işveren gerçek kişi olabileceği gibi, devlet, vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir. Tarım işçileri için, çiftçi anlamında "fellâh" sözcüğü de kullanılmıştır. Bu konuda er-Remlî (ö. 1004/1595) şöyle der:
"Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir. Çalışan kimse (fellâh), sadece işçilik ücretine hak kazanır" (er-Remlî, Nihâyetü`l Muhtac ilâ Şerhi`l-Minhâc, V, 247). Diğer işçiler için daha çok "ecîr" kelimesi kullanılmıştır. Çoğulu "ücerâ" gelir. Ayette; "Ey babacığım, onu ücretli tut!..." (el-Kasas, 28/26), hadiste; "işçiye ücretini teri kurumadan önce verini;" buyurulurken, işçi, "ecîr" sözcüğü ile ifade edilmiştir (Ibn Mâce, Rehin, 4).
Islâm`da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş, işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya özel sektörde çalışma gibi ayırımlar yapılmamıştır. Ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur.
Islâm`da işçiler özel (hâs) ve ortak (müşterek) olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Özel işçi (el-ecîru`l-hâs): Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye ücret karşılığında çalışan kimsedir. Bugün bir iş akdine dayanarak çalışan fabrika, inşaat, tarım işçileri ve memur kesimi bu gruba girer. Yapıları hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye ait koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoför de bu statüye girer. işin kapsamı sınırlandırıldığı için işverenin birden fazla olması sonucu değiştirmez. Meselâ, bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin veya köy çobanı tutsa, bunlar da"özel işçi" sayılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür. Cami görevlileri Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, İslam`ın çıkışından, Hanefîlere göre ise Milâdî XIII. yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığında kiralayan sınıf içinde yer almışlardır (el-Kâsânî, Bedâyîu`s Sanâyi`, Beyrut 1974, IV, 184; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1892, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü`s-Sultâniyye, Kahire 1298, s. 210; Ali Haydar, a.g.e., l, 919; Mecelle, Mad., 423, 569, 570).
Özel işçi, sözleşmedeki şartlara veya örfe göre belli sürede işveren için çalışmak zorundadır. Bu süre içinde başkası adına çalışamaz. Çünkü işverenin belli bir süre onun iş gücünden yararlanma hakkıvardır. Izinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu yüzden kendi işverenin işi eksik kalırsa, bu eksiklik onun ücretinden düşürülebilir. Özel işçi, işinin başında hazır olmak ve iş verildiği taktirde yapmak üzere işyerinde bulunduğu surece ücrete hak kazanır (el-Merginânî, el-Hidâye, III, 245; Ali Haydar, a.g.e., I, 692 vd).
b) Ortak işçi (el-ecîru`l-müşterek): Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkârlar; doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz. Ortak işçi birçok kişiden iş kabul edebilir ve belli bir kişiye süreyle bağlı çalışma yapmaz. Meselâ; yalnız bir fabrikanın muhasebe işlerini yapan kimse özel işçi sayılırken, bu muhasebeci, başkalarının da muhasebe işlerini kabul edip ücretle yapabiliyorsa ortak işçi grubuna girer. Sözleşmede, herkesten iş alabileceği belirtilmişse, piyasadan başka iş alamamış olsa bile, ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, IV, 410, 455, 456; Ali Haydar, a.g.e., I, 693, 694).
İŞHAD (ŞAHİT TUTMA)
Bir hakkın isbatı ve haksızlığım giderilmesi için kişinin şahit tutması.
İşhad bir hakkı isbat, haksızlığı giderme, münâkaşayı önleme vb. insanlar arasındaki muamelelerde önem arzetmektedir. Hükmü çeşitli muamelelere göre değişiklik arzeder. Hukukî muâmele veya fiillerde şahit tutmak nikâhta olduğu gibi bazen vacip, fukahanın çoğunluğuna göre alım-satımda olduğu gibi bazen merdub, fukahadan bazılarına göre caiz, hediyyede olduğu gibi bazen mekruh, zulme şahit tutmada olduğu gibi bazen de haramdır (el-Mevsuatu`l-fıkhiyye, V, 32). Çeşitli muamelelerde işhad`ın hükmünü şöylece ortaya koymak mümkündür.
1. Bey` (Alış- veriş):
Hanefîler, Malikîler, Hanbelîler ve bazı Şafiîlere göre bey` akdinde şahit tutmak menduptur. Bakara suresinin 282. ayetindeki"... erkeklerinizden iki kişiyi de şahid tutun. Eğer iki erkek yoksa; razı olduğunuz şahitlerden bir erkek iki kadın şahitlik etsin... " emrini bu mezhepler nedb`e hamletmişlerdir. ibn Abbas, Ata, Cabir b. Zeyd ve Nehaî gibi bazı alimler de bey`de işhâd`ın vâcip olduğu görüşündedirler (el-Mevsû`atü`l-Fıkhiyye, V, 34).
2. Hacr:
İmam Ebû Yusuf ve imam Muhammed`e göre hacr altına alman borçlu ve sefih`in bu durumuna şahit tutmak vaciptir. İmam. Azam ise borçlu ve sefihin hacrına karşıdır. Borç veya maslahat sebebiyle hacr altına alman kişiye şahit tutmak Şafiîlere ve Hanbelîlere göre müstehaptır (el-Mevsuatu`l-fıkhiyye, V, 36).
3. Şuf`a:
Zayıf bir hak olan şuf`a, şahit tutma ile kuvvetlenir ve sübût bulur. Şefi` (şuf`a hakkına sahip olan) satış akdini duyar duymaz derhal bulunduğu mecliste şuf`a talep ettiğini bildirmeli ve buna şahit tutmalıdır. Şefi` uzak bir yerde bulunur ve şahit tutamaz ise bir vekil tayin eder. Vekil de bulamaz ise şuf`a talep ettiğine dair bir mektup yazar. Malın satıldığını duyan şefî` eğer şahid tutabileceği kadar bir vakit geçirir ve şahit tutmaz ise, şuf`a hakkı düşer. Şuf`a talebinde işhad, sıhhat şartı olmamakla birlikte; bu talebin müşteri tarafından inkârı durumunda isbat vasıtası olarak kullanılır ve hak sabit olur. şefi` şahit tutmadığında mal sahibi şefi`in şuf`a taleb ettiğini ikrar ederse hak yine sabit olur (Zeylaî, Tebyînü`l Hakâik, Bulak 1315, V, 242; el-Fetâva`l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 172- 173; Mecelle, md. 1028, 10301031, 1033-1034).
4. Lakit
Bulduğu çocuğu alan kişi töhmetten kurtulabilmesi ve devlet hazinesi (Beytul-mâl)nden nafakasını alabilmesi için çocuğun kendisinin olmadığını ve bulduğunu isbat etmesi gerekmektedir. Bunun için en kolay yol işhaddır. Ayrıca lakiti alan, yaptığı masrafları daha sonra almak üzere infakta bulunuyor ise masrafları alabilmesi için şahid tutması gerekmektedir (el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 286; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, Kahire 1386-89/1966-69, IV, 270).
5. Lukata
Hz. Peygamber (s.a.s) kim bir lukata bulursa iki âdil şahit tutsun buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Lukata, 9; ibn Mâce, Lukata, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162, 266). İmam Azam ve bir kavlinde Şafiî`ye göre burada emir vücûp ifâde eder ve lukatayı alanın sahibine vermek üzere aldığına dair şahit tutması vaciptir. İşhad`ın maksadı multakit ile mal sahibi arasındaki münakaşayı ortadan kaldırmak, malı korumak ve gizlenmesini önlemektir. Böylece lukatayı alanın sahibine vermek üzere aldığı ortaya çıkar ve multakit gâsıp olmaktan kurtulur ve lukata emanet hükmüne geçer. Bu durumda multakit yed-i emindir ve kusurlu olmadığı hallerde lukatanın telefinden sorumlu değildir. Ebû Yusuf, Malikîler ve Hanbelîlere göre ise işhâd müstehaptır. İşhad`ın vücubuna hükmeden İmam Azam`a göre işhâd, lukata alınırken yapılmalıdır. Şahit tutacak birisinin bulunmaması veya bir zâlimin alacağından korkulması durumunda, işhâd tehir edilebilir (Serahsı, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 12; İbn Nüceym, el-Bahru`r-Raik, Kahire 1333, V, 123; Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Kahire 1327-28/1910, VI, 201; Aynî, el-Binâye, Beyrut 1400-1401 /1980-81, VI, 16-17; Şevkânî, Neylü`l-evtâr, Kahire 1357/1983, V, 339; Necib el-Mutîî, Tekmiletü`l-Mecmu, Beyrut, (t.y.), XV, 25).
6. Vedîa
Hanefiler, Şafiîler ve Mâlikîlere göre vedîa`nın kabul eden (vedî)`e teslimi esnasında şahit tutmak güvenilirliği temin ettiğinden dolayı müstehaptır. Vedîanın bekasına engel bir özür ortaya çıktığında ise şahit tutmak vaciptir (el-Mevsuatü`l-fıkhiyye, V, 37-39)
7. Hibe
Hibe ilan ve işhad ile tamamlanır. Ancak işhad şart olmayıp ölümden sonra vârislerin veya büluğa eren çocuğun inkârından sakınmak için ihtiyâten bulunması faydalıdır (Serahsı, a.g.e, XII, 61).
8. Nikâh
Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre nikâh esnasında iki şahitin bulunması akdin sıhhat şartıdır. İki tarafın da müslüman olduğu evlenme akdinde şahitler müslüman olmalıdır. İmam Azam ve Ebû Yusuf`a göre taraflar veya sadece kadın Ehl-i kitaptan olursa şahitler Ehl-i kitaptan olabilir. İmam Şafiî, Züfer ve İmam Muhammed`e göre ise kocanın müslüman olması halinde iki zimmînin şehadeti ile nikâh caiz değildir. Hanefîler bir erkek iki kadının şehadetini geçerli saymaktadırlar. Şahit tutulmaksızın gizlice yapılan nikâh akdi caiz değildir. Şahitler huzurunda gerçekleştirilen nikâh akdini, şahitlerin gizlemesi istenmesi halinde İmam Malik`e göre bu gizli nikâhtır ve feshedilir. Ebû Hanîfe ve Şafiî`ye göre ise bu evlilik gizli yapılmış sayılmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü`l-müctehid, İstanbul 1985, II, 14-15; Kâsânî, a.g.e., II, 253-254; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Kahire 1319, III, 110-116).
9. Talak
Talak suresinin ikinci ayetinde "eğer tutar veya ayrılırsanız iki âdil şahit tutun" ibaresini fukahanın çoğunluğu nedb`e hamletmiş ve talakta işhâdın mendub olduğu görüşünü savunmuşlardır. Zahirîlerden İbn Hazm talakta işhâdın vâcip olduğunu, İmamiyye Şîası ise talakın rüknü ve sıhhat şartı olarak kabul etmişlerdir (Mevsûatü`l-Fıkhi`l-İslâmî, XII, 235-239).
10. Ric`at
Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca onları ya güzelce tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adaletli kimseyi şâhit tutun (et-Talâk, 65/2) şeklindeki ayet dönüp tutmayı tercih ettiğinizde ric`ate (döndüğünüze), ayrılmayı tercih ettiğinizde de firkat`e (ayrılığa) şâhid tutun buyurmakta, müslümanlardan adaletli, doğruyu söyleyen iki erkek şahit bulundurmayı istemektedir. Hanefiler buradaki emri nedb`e hamletmişlerdir. Çünkü karısına dönmek isteyen, herhangi bir kabule ihtiyaç olmaksızın dönebilir. Zira bu evliliğe devam etmektir (Elmalılı, Hak Dini, VII, 5059-5060).
11. Vasiyyet
Vasiyyet eden vasiyetini şahit tutarak yazmış ve yazdığını şahitlere okumuş ise, bu vasiyyetin geçerliği olduğu konusunda fukahânın ittifakı vardır. Ancak vasiyet eden vasiyeti`nin muhtevasını şahitlere bildirmeden şahit tutmuş ise, böyle bir vasiyyetin geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır.
Vasiyyet eden yazdığını göstermeden kapalı olarak, "Bu benim vasiyyetimdir ve şunun içinde yazılı olanlara şahit olun" derse, Hanefiler, Hanbelîler ve Şafiîlerin çoğunluğuna göre bu vasiyyet geçerli değildir.
Malikîlere göre ise böyle bir işhad sahihtir ve vasiyyet geçerlidir. Bir rivayete göre Ebû Yusuf da bu görüştedir (el-Mevsûatü`l-fıkhiyye, V, 45-46).
12. İnfak
Şafiîlere göre nafakasıyla mükellef olan veya olmayan bir kişi birisine daha sonra almak üzere infakta bulunursa sarfettiklerini alabilmesi için şahit tutması gerekir. Bu hâkimden veya nafaka ile mükellef olandan izin alma imkanı bulunmaması hâli için geçerlidir. Bir rivâyete göre Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Mâlikîlere göre infâk edenin infak ettiğini almak üzere sarfettiğine yemin etmesi yeterlidir. Hanefilere göre vakıf görevlisi, harcadığını almak niyetiyle sarfettiklerine şahid tutmalıdır. Buna benzer konular da bu hükme tabidir (el-Mevsûatü`l-fıkhiyye, V, 47-48).
13. Küçüğe İnfak
Küçüğün malı varsa, nafakası bu malından karşılanır. Aksi halde şer`an nafaka ile mükellef olan karşılar ve bu durumda işhad`a gerek yoktur. Küçüğün malı olduğu halde veli, vasî veya nafakasıyla mükellef olmayan birisi kendi mallarından küçük için harcadıklarını daha sonra almak üzere sarfetmişler ise şahit tutmaları gerekir (el-Mevsûatu`l-Fıkhiyye, V, 47).
14. Cenaze Masrafları
Hanefi ve Şafiîlere göre cenazenin techiz ve tekfîniyle mükellef olmayan bir kişi misline göre yapmış olduğu masrafları almak üzere cenaze sahibine müracaata niyet etmiş ve şahit tutmuş ise bu masrafları alabilir. Ancak Şafiîler hâkimden izin almak imkanı bulunmaması veya ölünün malının kayıp bulunması veya techizle mükellef olanın bundan imtina etmesi halinde işhada başvurulacağı görüşündedirler (el-Mevsuatu`l-fıkhiyye, V, 32).
15. Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvar
Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar devrilir ve telef veya hasara yol açarsa, Hanefîlere göre duvar sahibi daha önceden uyarılmış, bunun izâlesi istenmiş ve buna şahit tutulmuş ise zararın tazmini söz konusu olur. Ölüm halinde tazmin, duvar sahibinin âkılesine gerekir. Burada işhad duvar sahibinin inkârı durumunda isbat için kullanılır. Duvar sahibinin itirafı halinde ise işhada gerek yoktur. Yıkılmaya yüz tutan duvar bir eve doğru meyletmiş ise ev sahibi veya sâkini, meyil yola ise oradan geçme hakkı olan herkesi ikaz edip şahit tutabilir (Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmi, Dımaşk 1405/1985, VI, 382-384).
16. Vakıf Arazi
Vakfa bakmakla görevli olan kişi vakıf arazi üzerinde kendi malıyla bir bina yapar veya ziraat yaparsa ve buna da şahit tutarsa; Hanefîlere göre bina ve mahsul, görevlinin mülküdür. Şahit tutulmadığında bina ve mahsul vakfa tabidir. Ancak işhad işden önce yapılmış olmalıdır. Şafiîler vakfedenin ve görevlinin vakıf arazi üzerinde kendisi için bir tasarrufta bulunamayacağı görüşündedirler (Şirbînî, , Muğni`l-Muhtâc, Kahire 1377/1958, llz 378, 403; el-Mevsûatu`l-Fıkhiyye, V, 42).
17. Büluğa Eren Küçüğe Malını Verirken İşhâd
Şafiîlerde sahih olan görüşe göre, büluğa ermiş olan küçüğe malı teslim edilirken şahit tutulması vaciptir. imam Mâlik de aynı görüştedir. Hanefî ve Hanbelîlere göre ise müstehaptır (el-Mevsûatü`l-fıkhi"e, V, 36).
18. Borç ödemek üzere Vekalet Verdiği Şahıstan Müvekkilin Şahit Tutmasını İstemesi
Müvekkil borcunu ödemesi için tayin ettiği vekilden borcu öderken şahit tutmasını ister ve vekil işhadı terkederse, alacaklının inkarı durumunda vekilin borcu ödeyeceğinde fukahanın ittifakı vardır (el-Mevsûatu`l fıkhiyye, V, 37).
19. Kadî`nın Kâdî`ya Mektubu
Bir kimsenin kendisi bulunmayan bir şahıs aleyhine bir şehrin mahkemesinde dava açması durumunda; o şehir kadısı açıları dava ve getirilen şahitleri dinleyip şahitlerin şahadetlerinin makbul olduğunu tesbit ettikten sonra, bunu açıklamak üzere o şahsın bulunduğu şehrin kadısına bir mektup göndererek mektuba göre hükmetmesini ister. Mektubu, içinde olanları bilmeleri için, şahitlere okumak sonra mühürleyip kendilerine teslim etmek kadının vazifesidir. Kendisine mektup yazıları kadı iki erkek veya bir erkek iki kadının şahitliği olmaksızın mektubu kabul etmez. Önce mührüne bakar. Şahitlerin "Bu mektup falan kadıya aittir, hüküm meclisinde okuyarak mühürleyip bize teslim etti" diye şehadetlerini bildirmelerinden sonra mektubu açar, hasım (davalı)a okur ve içindeki ile onu ilzâm eder (Meydânî, el-Lübâb, Beyrut 1399/1979, IV, 84-86; Damad, Mecmau`l-Enhur, İstanbul 1328, II, 164-167).
İSKAT VE DEVİR
Iskat; düşürme, silme, hükümsüz bırakma. "Kazaya kalmış namaz ve oruçları fidye vermek suretiyle ölenin zimmetinden düşürmek temennisinde bulunmak ."
Iskat tabiri daha çok "ıskat-ı salat" terkibinin kısaltılmışı olarak namaz için kullanılır. Orucun ıskatı onun keffâretidir. Namazın keffâreti yoktur
Namaz, mükellef olan her müslümanın ölümüne kadar eda etmekle yükümlü olduğu farz bir ibâdettir. Herkes bu farzı gücüne göre (ayakta, oturarak, ima ile) bizzat eda etmek mecburiyetindedir. Kendi yerine başkasına namaz kıldırmak (bedel) geçerli olmadığı gibi, kılamadığı namazlar için keffâret ödemesi de geçerli değildir.
Namazın edası farz olduğu gibi. kazası da farzdır. Yani bir kimse vaktinde kılamadığı farz namazları sağlığında kaza etmek zorundadır. Kaza etmezse günahkâr olur, üzerinde namaz borcu kalır.
İnsanın üzerinde iki türlü hak bulunur: Allah hakkı, kul hakkı. Namaz, oruç, hacc, zekat, adak ve keffâretler Allah hakkıdır. Kul hakkı ise; insanlara olan mâlî borçlar, çalman, gasbedilen mallardır. Üzerinde Allah ve kul hakkı bulunan kimseye, bunların ödenmesini vasiyet etmek vaciptir. Vasiyeti terk ederse günahkâr olur ve azaba müstehak olur (M. Emin Geredevî, Hediyyetü`l-Kabır, s. 29).
Oruç tutamayacak kadar yaşlı ve hasta olan kimsenin her oruç için bir fidye vermesi gerektiği âyetle sabittir: "Sayılı günler olarak sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar). (İhtiyarlıktan ya da şifa ümidi kalmamış hastalıktan ötürü) oruca zor dayananların her gün için fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır. Bununla beraber gönül isteğiyle kim fazladan bir hayır yaparsa bu kendisi için daha hayırlıdır. Bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/1 84).
Oruç için fidye vermek Kur`an`da sabit olduğu halde, namaz için fidye vermek hiçbir şer`î delille sabit değildir. Fakihler namazın oruca kıyas edildiğini söylemişlerse de bu kıyas sahih değildir. Ancak ihtiyat olarak oruçtan daha mühim olan namaz için fidye verilmesi uygun görülmüştür. Mehmed Zihni Efendi (ö.1332/1914) bu konuda şöyle diyor: "Namaz için fidye vermek Kur`an ve Sünnet hükmü ile değildir. Nassla sabit olan oruç fidyesine onu kıyas etmek de -kıyaslanan hüküm makul olmadığı için- sahih değildir. Fakat ibâdet konusunda bu bir ihtiyattır. Namazın fidyesi -Allah katında- namaza kâfi ise ne âlâ, yoksa ölü için sadaka sevabı hasıl olur" (M.Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1326 s.450)
Bir kimsenin, kendisine farz olduğu halde, sağlığında edâ edemediği oruç ve hac vazifelerini, öldükten sonra varisleri yerine getirebilir. Bu hususta sahih hadisler vardır. Fakat namaz borcunun düşürülmesi (ıskatı) hakkında sahih bir hadis yoktur. Iskat-ı salat konusunda kaydedilen en eski ifâde İmam Muhammed eş-Şeybânî (ö.189/804)`nin ez-Ziyâdât adlı eserindeki namazların fidyesi verilirse inşaallah kâfî gelir" (Mehmed Zihni, a.g.e, s.450).
Ölenin hayatında kılamadığı vitir dahil her namaz için bir fidye (1667 gr. buğday veya bunun günün râyicine göre nakid olarak bedeli) fakire sadaka olarak verilir. Fakirin yapacağı duanın, ölenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağı ümit edilir. Ölenin üzerinde kaç günlük namaz ve oruç varsa toplanır, elde edilen yekün kadar fidye verileceği ortaya çıkar. Kadınlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşına kadar devre dikkate alınmaz (ibn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, Mısır 1966, 1, 686).
Iskat konusunda şu hususların bilinmesi gereklidir:
1. Iskat, ölenin vasiyeti yoksa, farz, vacip ve sünnet olan bir muamele değildir
2. Üzerinde kazaya kalan oruç ve namazları için fidye verilmesini vasiyet eden kimsenin malının üçte birinden bu vasiyeti yerine getirilir.
3. Ölenin vasiyeti yoksa ve geride mirasçıları varsa, kul borçları ödendikten sonra malın tamamı varislerindir. Varisleri ıskat yapmağa zorlamak doğru değildir. Çünkü din, varisleri böyle bir şeyle yükümlü tutmamıştır. Varisler kendi istekleriyle yaparlarsa ölen için bir sadaka olur.
Devir; dolaşmak, dönmek. Üzerinde çok miktarda namaz borcu olan kişi için, her namaza bir fidye olmak üzere hesaplanıp verilmesi büyük meblağ tutar ve bunu vermek çok zaman mümkün olmaz. Buna bir çare olmak üzere "devir" denilen bir usul ihdas edilmiştir. Buna göre meselâ; ölenin bir aylık namazının fidyesi esas almarak bu meblağ bir fakire verilir. Fakir de onu verene bağışlar. Oniki devir bir yılı karşılamak üzere kaç yıllık namaz borcu varsa o kadar devir yapılır.
Devir muameleşinin ilk tatbikatının nasıl olduğunu, paranın nasıl dağıtıldığını ve kimlere verildiğini açık olarak bilmiyoruz. Fakat bugün tatbik edildiği şekliyle devir, İslâmın ruhuna uygun bir muamele değildir. Eğer namaz borcu olduğu halde ölen kimseye hayır yapılmak isteniyorsa, varisleri onun namına fakirlere sadaka vermelidir. İslâmın ruhuna uygun olan budur. Ölenin bu konuda vasiyeti varsa o da "fakirlere sadaka vermek" şeklinde yerine getirilmelidir.
"Devir" hakkında peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbeden nakledilen hiçbir bilgi ve delil yoktur. Müçtehid imamlar zamanında da bu işleme rastlanmamaktadır. Devir şeklinin hicrî beşinci asırdan sonra ortaya çıktığı ve ıskat muamelesini kolaylaştırmak için şer`î bir çare olarak düşünüldüğü tahmin ediliyor. Ayrıca medrese talebesine yardım ve onları korumak gibi bir gaye de güdülmüş olabilir.
Iskat ve devir yanlış tatbik edilerek istismar edilen konulardır. Dinin aslında olmayan, fakat geçmişte âlimlerin fayda (maslahat) görerek tatbikine müsaade ettiği bir konu istismara, yanlış yorumlara ve suistimâle yol açmışsa, yine âlimler tarafından düzeltilmeli ve doğru tatbik edilmesi sağlanmalıdır.
İSLAM DİNİ KAR İÇİN BİR SINIR GETİRMİŞ MİDİR?
İslam dini kar için bir sınır getirmemiş, yüzde şu veya bu kadar kar edilecek diye bir kayıt koymamıştır. Arz ve talebe bırakmıştır. Ancak İslam dini, güzel ahlak ve takvayı emretmek ve yasakladığı hile ve fahiş fiatın önüne set çekmekle bunun hududunu göstermiş oluyor. Bununla ilgili Peygamberin şu sözlerini dinleyelim: "Din nasihattır" (Müslim). "Sizden biriniz, kendi nefsi için arzu ettiği şeyi mü`min kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz" (Müslim, Cami` al-Sağir). "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, Cami al-Sağir).
Fahiş bir fiyatla malı satıp müslümanları aldatmak lanetin inmesine vesile olduğu gibi, halkın muhtaç olduğu şeyleri piyasaya sürüp normal bir fiatla satmak da rahmet ve bereketin inmesine sebebdir. Devletin, satılık xx`ın fiatını, narh koyup ta`yin etmesi dinen doğru değildir. Fıkıh kitapları bunun mekruh olduğunu kayd ediyorlar (İbn Abidin).
Peygamber (sav) zamanında bir ara eşyanın fiatı yükseldi , bunun üzerine ashabı bir kısmı: Ey Allah`ın Resulü! Eşyanın fiatını tesbit buyur, dediler. Peygamber (sav) bunlara cevaben şöyle buyurdu: "Fiatı tesbit eden, rızkı daraltıp genişleten, rızkı veren Allah`tır. Sizden hiç biriniz ne kar ne de mal haksızlığı hususunda benden bir şey istemeden Allah`a kavuşmamı umarım" Ebu Davud, Tirmizi).
Ancak piyasa ile oynayıp ticaret düzenini bozan olduğu takdirde zarurete binaen devlet müdahale edip eşyanın fiatını tesbit edip kar için bir hudut çizebilir.
İSLAM DİNİ, KADINA AİLE VE TOPLUM İÇİNDE NASIL BİR YER TAYİN ETMİŞTİR? ERKEĞİN YANINDA YERİ NEDİR?
İslam dini, aile ve toplum içinde kadına iyi yer veriyor. İnsanlık yönünden erkek ile kadın arasında fark gözetmiyor, erkeğe verdiğ önemi kadına da veriyor. Bu hususta Kur`an-ı kerim şöyle buyuruyor: "Ey insanlar sizleri bir tek nefisten yaratan Rabbinizden sakınınız" (Nisa).
Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ben içinizden gerek erkek, gerek kadın, bir hayır işledığını boşa çıkarmam hep birbirinizdensiniz" (Al-İ İmran).
Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: Kadınlar erkeklerin denkleridir.
Kız çocuğuna eş ve analık özellikleri açısından büyük bir değer verip ikramda bulunuyor. . Peygamber (sav) kız çocuğu olarak kadının gördüğü ikramla ilgili şöyle buyuruyor: "Herhangi bir kimsenin bir kız çocuğu olsa, o da onu güzelce öğretip eğitse kendisi için cehenneme karşı siper olacaktır" (Ebu Davud, Tirmizi).
Cenab-ı Allah, eş olarak kadına yapılan ikramlarla ilgili şöyle buyuruyor: Yine onun ayetlerindendir ki sizin için kendileriyle huzur bulasınız diye cinsinizden eşler yaratmıştır (Rum).
Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: "Dünyada faydalanılan şeylerin en iyisi, saliha bir eştir. Kendisine baktığında seni sevindirir, gıyabında da mal ve namusunu korur" (Müslim, Buhari).
Cenab-ı Allah, ana olarak kadına yapılan ikramla ilgilii olarak şöyle buyuruyor: "Biz insana ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik; anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu" (Ahkaf).
Bununla ilgili olarak Hadiste de şu varid olmuştur:
Bir gün birisi peygamber (sav)`e gelip dedi ki:
Herkesten ziyade kim benim sohbetimi hak eder.
Peygamber (as):
Anan.
Sonra kim?
Anan.
Sonra kim?
Anan.
Sonra kim?
Baban, dedi.
Görüldüğü gibi Peygamber, babayı bir defa söylerken anayı üç defa söz konusu ediyor.
İSLAM DİNİNE AYKIRI, KÜFR VE DİNSİZLİĞİ MEDH EDEN KİTAPLARI ALIP SATMAK CAİZ MİDİR?
İslam dinine aykırı küfür ve dinsizliği medhedip yayan kitapları alıp satmak haramdır. Bir kimse menfaat için bu işi yapıyorsa günahkar olduğu gibi, kazancı gayr-i meşru bir yol ile elde ettiği için haramdır. Bir gün tevbe etmek isterse de o gayr-i meşru malı fakirlere tasadduk etmeye mecburdur. Yoksa, büyük bir vebal altında kalır. O kitapların muhtevasını bilecek. İslam`a ters düşüp düşmediğine çok dikkat edecektir: Nevevi: Hadis, fıkıh ve faydalı şeyleri ihtiva eden her kitabı alıp satmak caizdir. Ama küfür kitaplarını satmak caiz değildir, haramdır"(al-Mecmu) diyor.
İSLAM DİNİNE GÖRE İŞÇİNİN ÜCRETİ HÜKÜMDAR VEYA VEKİLİ TARAFINDAN TESBİT EDİLEBİLİR Mİ?
Bunu anlayabilmek için şu açıklamaya ihtiyaç vardır. Alışverişin üç rüknü vardır.
1- Alıcı ile satıcı,
2- Siğa,
3- Üzerine akit yapılan maldır.
Birinci rüknün de altı şartı vardır:
A- Akıl olması,
B- Baliğ olması,
C- Malınıa hacz konulmamış olması,
Ç- İsteği ile alış veriş yapmış olması,
D- Malik veya veli olması,
E- Satılan mal Kur`an veya sünnet ise müşterinin müslüman olmasıdır.
Yukarda sayılan rükün ile şartlar aynen icarenin de rüknü ile şartlarıdırlar. Aslında icare alış verişin bir çeşidir, yalnız alış verişte satılan şey tamamen elden gider ve geri dönmemek üzere verilir, icarede ise satılan şey geçici olarak menfaattır. İşçilik de icarenin bir çeşitidir. Mesela bir evi bir miktar para mukabilinde birisinin yanında belli bir zaman için çalışsa yine icar sayılır. Yalnız birinci misalde icareye verilen evdir ikinci misalde icareye verilen şey ise insandır. Yani işçi bir günlük veya bir aylık bir zaman için kendini işverene veriyor. Yukarıda yapılan açıklama konumuzun aydınlanması için kafi geleceğinden bununla yetinelim ve sözü uzatmadan söz konusu olan işçinin durumunu açıklayacağız.
İslam`dan önce ve sonra her asırda iş vermek ve iş almak adeti yaygındı, iş vermenin ve iş almanın sahih olması için üç rknü vardır.
Birincisi: İş veren ve alandır;
İkincisi: Siğa,
Üçüncüsü: Çalışmaktır.
Birinci rüknün beş şartı vardır:
1- Baliğ olması,
2- Akil olması,
3- İsteğiyle olması,
4- Herhangi bir esbeple hapse müstehak olmaması,
5- Kur`an ve Sünneti yazmak için kendini kiraya vermek isterse, Müslüman olması.
İslam dinine gööre işçi ücreti hükümdarın veya onun vekili tarafından tesbiti hususunu da belirtelim şöyle ki:
Alış verişte satılık eşyanın fiatı alıcı ile satıcı tarafından tesbit edildiği gibi işçi ücreti de zaman ve zemine göre işveren ile işçi arasında tesbit edilip tayin edilecektir. Zaruret olmadığı takdirde idarenin narh koyması yasak olduğu gibi işçi ücretine de müdahale edilmesi yasaktır. Piyasada istikrarsızlık ve düzensizlik hüküm sürdüğünde istikrarı sağlamak için idarenin müdahalesi nasıl caiz oluyorsa işveren ile işçinin ihtilaf için haksızlığı kaldırıp düzeni sağlamak için de müdahalesi caizdir.
İslami kurallara göre bir ev sahibi evini kiraya verdiği zaman kısa olsun, uzun olsun, mutlaka süresini belirtmesi gerekir. Süre bitmeden önce bir kiracının evden çıkması söz konusu olamaz, süre bitince kiracı ile ev sahibi arzu ettikleri takdirde akti tazeleyebilirler, istemedikleri veya anlaşamadıkları takdirde kiracının evden çıkması gerekir. Yine işveren ile işçi arasında çalışmak için beş on sene gibi bir süre tayin edilip anlaşma yapılmış ise bitmeden işçinin çıkması veya çıkartılması mümkün değildir. Süre bittikten sonra her iki taraf çalışma mukavelesini tanzim edebilirler. İslam hukukuna göre işçinin ücreti ve çalışma süresi belirtildiği ve yapılan anlaşmanın hilafına hareket etmek caiz olmadığı için ne işçinin grevi ne iş veren lokavtı söz konusudur. Üzerine anlaşma yapılan süre bitmeden evvel ne işçi işinden ayrılabilir ne işveren işçiyi ayırabilir. Buna göre işçinin ayrılması sebebiyle tazminat da söz konusu değildir. Ancak süre bitmeden evvel işveren işçiye "Sen mukaveleyi fesh etmek için benimle muvafakat edersen şu kadar para vereceğim" dese ve işçi de muvafakat ederse taahhüdünü yerine getirmek zorundadır. Çalışma esnasında işçi bir kazaya uğrasa işverenin ihmalı olmadığı zaman sorumlu tutulmaz. Ancak işçi işe girerken işveren, çalışma esnasında herhangi bir kaza olursa "ben kefilim" demiş ise veya dile getirmeden tazminat adet haline gelmiş ise işveren kaza tazminatını verecektir. Aksi takdirde vermek zorunluğu yoktur. İşçilerin ücretleri arasında büyük dengesizlik olursa işveren ile işçi belli bir ücret üzerine anlaşma yaptıkları takdirde zaten iş bitmiştir. Ama alışverişte olduğu gibi işçi fahiş bir şekilde mağdur olmuş ise müracaat üzere idare müdahale edip durumu düzeltebilir.
İSLÂM DİNİNİN VARLIK GAYESI, ŞU TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİ GERÇEKLEŞTİRMEKTİR
1. Kişinin yaşama hakkı olan canını,
2. Doğru ile yanlışı ayırdetme gücü olan aklını,
3. Inanç özgürlügü demek olan dinini,
4. Insanca yaşamasını temin edecek olan malını,
5. Soy ve tarihini sürdürme biçimi olan neslini korumak.
İSLAM DIŞI BİR IŞ İÇİNDE BULUNMAK MECBURİYETİNDE BULUNAN BİR KIZLA EVLENİP ALLAH RIZASI İÇİN ONU İSLAM`A KAZANDIRMAK İSTİYORUM. BÖYLE BİR KADINLA EVLENMEM CAİZ MİDİR?
Yüce dinimizde hıristiyan ve yahudi bir kadınla evlenmek caiz olduğuna göre elbette müslüman olup da fasike bir kadınla evlenmek de caizdir. Yani nikah batıl değildir. Hayat-ı zevciye meşrudur. Zina sayılmaz. Ancak mü`min olan kimsenin arkadaşı mü`min ve takva sahibi olması gerekir. İslam`ı tebliğ edip anlatmak için kafir olsun, fasık olsun herkesle oturup kalkmak caizdir. Bunda beis yoktur. Fakat bunun dışında kafir ve fasıklarla oturup kalkmak doğru değildir. Çünkü bulaşıcı hastalıklar başkasına siyaret ettiği gibi kötü ahlak da başkasına siyaret eder. Peygamber (sav) şöyle buyurmuş: "Kişi sevdiği adamın dini üzerindedir. Bunun için her biriniz kimi sevdiğine baksın" (Ebu Davud, Tirmizi). Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor: "Kişi sevdiğiyle beraberdir" (Buhari, Müslim). Diğer bir hadiste şöyle buyurmuş: "Takva sahibinden başka bir kimse senin yemeğini yemesin."
Yolculuk geçici olmakla beraber herkes ile yolculuk yapılmalıdır. Yol arkadaşının dahi mütedeyyin ve ahlaklı olması için ehemmiyet vermek lazımdır. Binaenlayh kısa bir zaman için değil, uzun hatta sonsuz hayat için kurulan hayat-ı zevciyyeye daha fazla ehemmiyet vermek lazım gelir. Şayet zevce mütedeyyine ve takva sahibi olmazsa onun fıskı ve İslam dışı davranışı kocasına aksedebildiği gibi müstekbel çocuklarına da aksedebilir. Henüz dünyaya gelmeden önce böyle bir kadınla evlendiği için onların hakkına tecavüz etmiş olur. Bir gün adamın biri kendisine itaat etmeyen oğlunu şikayet etmek üzere halife olan Hz. Ömer`e (ra) gitti. Ve şikayeti üzerine Hz. Ömer adamın oğlunu huzuruna celbettirdi. Ve ifadesini almadan onu azarlamağa başladı. Bunun üzerine oğlan:
- Ey mü`minlerin emiri, babanın hakkı vardır. Evladın hiç hakları yok mudur?
Hz. Ömer (ra):
- Evladın da hakkı vardır.
- Nedir?
- Evladın babasına karçı hakkı şudur:
Annesini seçecek, kendisine güzel bir isim verecek ve okuma yazmayı öğretecektir.
Allah`ıma yemin ederim babam bunlardan hiç birisini yapmamıştır. Çünkü annem bir mecusinin cariyesiydi. İslam terbiyesinin ne olduğunu bilmez. İsmim de "Ci`al" böcek manasını ifade eden bir kelimedir. Sonra bana bir tek harf öğretmedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) babasına dönüp dedi ki:
-Evladın senin hakkına tecavüz etmeden önce sen onun hakkına tecavüz etmişsin.
Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor: "Serveti, güzelliği, soyu ve dini olmak üzere dört haslet için kadınla evlenebilinir" (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace).
Sözün kısası bir kadınla ancak evinde hayır alametleri görülürse evlenmek uygun düşer. Yoksa ilerde belki yola gelebilir diye onunla evlenmeğe karar verirsen dinen her ne kadar vaki olacak nikah batıldır denilmezse de iyisini yapmamış olursun.
İSLAM FIKHI AÇISINDAN SİGARA
SIGARA : Patlıcangillerden bir bitki olan tütünün yapraklarından elde edilen bir keyif verici olduğu herkesin malumudur. Tütünün ilk kez Amerika yerlilerince bilindiği ve kullanıldığı ve Amerika`nin Avrupalılarca öğrenilmesinden sonra Avrupâ ya da götürüldüğü ilk götürenin ise Christopher Columbus (1506) olduğu kaydedilir. (Mahmut Nazım en-Nesîmî, et-Tibbu`n-Nebev`î ve`l-ilmu`l-hadis I/33; Muhammed Sefik Girbal ve arkadaşları, el-Mevsû`atü`l-Arabiyyetü`l-Muyessera,"Tebg" (Tütün) md. Tütünü Avrupa`ya ilk kez Jean Nicot isimli birisinin götürdügü de söylenmiştir. en-Nesîmî, agk.) Bazı fıkıh kitaplarında da ilk kez 1015 Hicri yılında ortaya çıktığı söylenir. (Tütünün tarihiyle ilgili geniş bilgi için bk. Abdulhay el-Lüknevî,Tervîcu`l-cinan bi-tesrîh-i hükm-i surbi`d-duhân 2 vd.) Bu da M.1506`lara rastlar ve Islam aleminin tütünü Avrupa`dan takriben yüzyıl sonra tanıdığını gösterir. Gerçi Avrupada da iyiden iyiye tanınma tarihi 1586`dir. (M. Sefik Girbal agk: ) Bu durumda aradaki fark yirmi yıldan aza düşmüş olur. Tütünün süs bitkisi ve tıbbi gayeler için de kullanılmış olması, (agk.) konumuz açısından önem arzedecektir.
Tartışmasız büyük müctehitlerin tanımadığı tütün diyebiliriz ki biraz da bu yüzden Islam aleminde de hızla yayılmış ve H.11. asrın başından itibaren kullanılır olmuştur. Buna paralel olarak dini hükmü konusunda da pek çok görüş beyan edilmiş, risaleler ve kitaplar kaleme alınmıştır. Hatta denebilir ki, sonradan ortaya çıkan bu tür konularda hakkında tütün kadar söz söylenen, yazılı beyan ortaya çıkan bir başka konu yoktur. Sadece "Kesfu`z-Zunûn"un zeyline kitap adlarına göre bir göz gezdiren buna şahit olur. Bu yazılanlara bütün mezhepler ortaktır ve sigara hakkında her mezhepten, zikredeceğimiz her üç görüşe sahip alimler bulunduğu için, meselenin mezheplere göre hükmü diye âyırım yapmak da hem mümkün hem de isabetli görülmemektedir. Diğer yönden bizce tartışılabilir bir görüşe göre de zaten sigaranın ortaya çıktığı tarihten beri müctehit bulunmadığı için söylenenlerin hüküm açısından bir değeri yoktur. Biz şimdilik bu görüşü tartışma dışı bırakacağız ve hesaba katmayacağız. Değişik görüşleri üç kategoriye ayırarak delilleriyle ve bu delillerin tartışmasıyla birlikte serdedecek ve bir sonuca varmaya çalışacağız.
MUBAH DİYENLERİN DELİLLERİ VE BUNLARA GELEBİLECEK İTİRAZLAR
Sigarayı mübah gören Islam alimleri mevcut olmuştur. Onlara göre :
1. "Eşyada aslolan ibahadır". Zira Allah (c.c) yeryüzündeki herşeyi insanlar için yarattığını haber vermiştir. (K. Bakara (2) 29.) Binaenaleyh ibadetler dışında herhangi bir şey sâri` tarafından menedilmemişse insanların onu haram sayması mümkün değildir. Kur`an açıkça şöyle söylemektedir. "De ki, bana vahyolunanlar arasında kan, domuz eti- ki o pisliktir - ya da bir günah olarak Allah`tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir şey bulamıyorum... "(K. En`âm (6) 145.) Binaenaleyh, sigaranın haram olduğunu söylemenin bir dayanağı yoktur.
2. Kur`an-ı Kerim`de Allah : "De ki, Allah`ın kulları için çıkardığı zineti ve rızıkları kim haram kılabilir?.. "(K. A`râf (7) 31.) buyurmuştur ki, bunu bir önceki ayetle birlikte düşündüğümüzde sigaraya haram denemeyeceği anlaşılır, bunu destekler mahiyette Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Allah birtakım farzları mecbur tutmuştur, onları zayi etmeyin. Bir takım sınırlar koymuştur, onları aşmayın. Bazı şeylerden de, unuttuğu için değil ama sırf size merhametinden ötürü söz etmemiştir, onları da araştırmayın..." (Taberânî, Kebîr XXN/222 (No: 589); (Ibn Kayyim, A`lam I/71-72; el-Hindî Kenz I/194)) Buna göre şeriat koyucunun sigaradan söz etmemesi onun haram olmadığını gösterir.
3. Sarhoş edici ve zararlı şeyler haram olsa dahi sigaranın sarhoş ediciligi ve zararı sabit değildir.
4. Bazı insanlar için zararı sabit olsa dahi bu sadece onları ilgilendirir. Yani mahzuru onlar içindir. Bu, sigaranın herkes için haram olmasını gerektirmez.
Ancak meseleye bu açıdan bakanlar dahi "Eşyada aslolan ibahadır zararlılarda aslolan ise hurmettir" kaidesini kabul ederler ve zararı kesinkes belli olan birşeyin haram olacağını söylerler. Meseleye yumuşak bakan Ibn Abidin de bu esası vurgular .(Bk. Ibn Abidin, Fetâvâ N/303, 304. Sigaraya yumuşak bakıp onun mubah, ya da ona yakın bir yerde olduğunu söyleyenler arasında şu alimleri sayabiliriz: Abdulganî en-Nablusî (es-Sulhu beyne`l-Ihvân fî-ibâhat-i surbi`d Duhân adlı bir kitapçığını bu konuya tahsis etmiştir.), Ibn Abidîn, Muhammed el-Abbasî el-Mehdî, Ahmed b. Muhammed el-Hamevî; Malikilerden Ali el-Echûrî (Bu konuda Gâyetü`l-beyân li-hill-i surb-i mâ-la yugayyibü`l-akle mine`d-duhân adlı bir kitapçığı vardır) Dussukî, es-Sâvî, el-Emîr gibi Malıkiler de bu görüştedirler; Şafiilerden el-Hafnî, el-Halebî, er-Rasidî, es-Sebramellisi, el-Bâbilli, AbdülKadir b. Muhammed b.Yahya el-Hüseynî et-Taberî (Raf`ul-istibâk an-tenâvuli`t-tenbâk adlı risalesi bu konudadır); Hanbelilerden de el-Keremî (Konu ile ilgili el-Burhân fi se`n-i surbi`d-duhân adlı bir risalesi vardır). Keza, Sevânî de sigaranın mubah olduğunu söyleyenler arasında yer alır(bk. el-Mevsû`atü`l fıkhıyye, Kuveyt. X/104,105.))
5. Sigaraya haramdır demek şer`i bir hüküm koymaktır. Bu ise ya bedihi delillerle ya da nazar ve istidlal ile mümkün olabilir. Birincisi söz konusu değildir. Çünkü böyle bir delil yoktur. Ikincisi de yoktur. Çünkü nazar ve istidlal ya müctehidden ya da müctehit olmayandan sadır olur. Bunların da birincisi söz konusu değildir. Çünkü müctehidlerden böyle bir şey sadır olmamıştır. Ikincinin ise değeri yoktur. Zira şeriat adına söz hakkına sahip olanlar müctehitlerdir. (Ebu Saîd Muhammed el-Hâdimî, Resâil 234.)
Ebu Said el-Hadımi`nin bu tesbiti, Birinci Hicri Yıldan sonra müctehit çıkmadığı esasına bina edilmiştir ki, tartışılabilirliğine daha önce işaret etmiştir.
Bu delillere itiraz sadedinde şöyle söylenebilir :
"Eşyada aslolan ibaha" olmakla beraber bu, hakkında nas bulunmayan herşeyin mübah olduğunu göstermez. Nitekim rakının, uyuşturucuların, pek çok habis hayvanın tenavülleri hususunda nas bulunmadığı halde kıyas yoluyla haramlıklarında da şüphe yoktur. Allah`ın yarattıkları içerisinde kulların haram kılamayacakları, ayetinde işaretinden anlaşılacağı üzere, "zinet" ve "güzel rızıklardır". Sigarayı güzel rızık ve zinet olarak görmek mümkün müdür? Allah`ın sükût ettiği ve hükmünü araştırmamızın güzel olmayacağı şeyler zararlı olmayan ve kıyaslanacak bir aslı bulunmayan şeylerdir. "Allah temiz rızıkları helal kılar, habis olanları ise haram kılar" derken sigara için de elbette ilk akla gelen şey onun bu iki kategoriden hangisine dahil olacağıdır. Eğer habis kategorisinde olduğu selim akıllarca kabul edilirse artık onun araştırmamamız istenenlerden olmayacağı ortaya çıkmış olur: Ayrıca bu gün sigaranın herkes için zararlı olduğu kesin olarak ortaya konmuştur. Binaenaleyh, sigarayı mutlak mubah görmenin imkanı gözükmemektedir.
SIGARA İÇMEK HARAM MIDIR?
Sıgaraya Haram Diyen Alimler olduğu gibi mekruh diyenler hatta helal diyen Alimler vardır.
a. Deliller
Şunu hemen belirtelim ki, sigara hakkında yazan ve konuşanların çoğu sigaranın haram olduğu görüşüne varmışlardır ve sigaranın "mutlak haram" olduğunu söyleyenlerin tutundukları deliller, onun mutlak mubah olduğunu iddia edenlerin delillerinden hem daha çok hem de daha tutarlıdır. Ileride bunların tartışmasına girecek olmakla beraber bundan hemen şöyle bir sonuç çıkarmamız da mümkündür: Sigaranın hükmü "mutlak haram"la "mutlak mübah"ın orta noktasından "mutlak haram"a daha yakındır. Buna da "tahrimen mekruh" denebilir.
Mutlak haram olduğunu söyleyenler şu delilleri ileri sürüyorlar. (Sigaraya haram diyenler arasında şunları sayabiliriz: Surunbilali, Mesîri, ed-Dürrü'l-müntekâ sahibi; Salim es-Senhûrî, Ibrahim el-Lekkânî, Muhammed b. Abdülkerim, Halid b. Ahmed, Ibn Hamdûn; Necmeddin el-Gazî, Kalyûbî, Ibn Allân; Ahmed el-Behûtî (el-Mevsû'âtü'l fıkhıye, Kuveyt X/101 -102))
1. Hadis-i şerife soğan ve sarmısak için: "şu iki bitkiden yiyenler mescidimize yaklaşmasın, çünkü insanların rahatsız oldukları şeylerden melekler de rahatsız olurlar" buyurulmuştur. (Bu ve benzeri hadisler için bk. Müslim, mesâcid 68-78.)
Sigaranın kokusu soğan ve sarmısaktan daha az rahatsız edici değildir ve üstelik sürekli ve kalıcıdır. Insanlarla devamlı beraber olmak zorunda olan melekler de vardır. Sigara içen insan kısa zamanda ağız kokusunu gideremez. Ağzı kokarken de camiye gelmesi yasaklanmıştır. Bu da onun sürekli camiye gelmemesini gerektirir. Böyle sonuçlara sebep olan birşeyin haram olmaması düşünülemez.
2. Buna bağlı olarak her türlü canlıya ve öncelikle de insana eziyet vermek haramdır. Ayet-i Kerime'de : "Mü'min erkekler ve Mü'min kadınlara haketmedikleri bir şeyle eziyet edenler şüphesiz açık bir buhtan ve günah yüklenmişlerdir" (K. Ahzâb (33) 58 ) buyurulmuştur. "Her eziyet veren ateştedir" denmiştir. Sigara içenler içmeyenler için küçümsenmeyecek bir eziyettir. Özellikle de sigara içen bir es, içmeyen hayat arkadaşı için bitmez tüKerimez bir eziyettir.
3. Eza veren şey aynı zaman da pisliktir. Pis olan bir şeyin hakkı ise haram kılınmaktır. Ayette "habis (murdar) şeylerin haram kılındığı bildirilmiştir. (K. A'râf (7) l57 ) Hz. Peygamber de soğan ve sarmısağa kokularının ağır olmasından ötürü "şu iki habis bitki" diye tabir etmiştir. (Bk. Müslim, Mesacıd 76) Rahatsız edici koku sigarada da fazlasıyla vardır. Öyleyse o da "habis"tir. Habis olan şeyleri ise Allah haram kılmıştır.
4. Sigaranın teneffüs edilen kısmı dumandır, yani ateştir. Oysa bunların yenilmesi ve içilmesi haramdır. Ayette haksız yere yetim malı yiyenlerin karınlarıyle ateş yiyecekleri söylenirken, (K. Nisa (4) 10. ) ateşin bir ceza aracı olduğu anlatılıyor. Bu ise helâl bir nimet olamaz. Keza "Artık semanın açıkça bir duman getireceği günü gözle" (K. Duhân (44) l0.) denirken dumanın (duhân) yine bir ceza ve tenkit aracı olduğu anlatılır. Suçlulara ceza aracı olarak yaratılan şeyler insanlar için nimet olamazlar. Hz. Peygamber'de sıcak yemekten hoşlanmazlar ve "Allah bize ateş yedirmemiştir" derlerdi. (Benzer hadis için bk. el-Hindî, Kenz. VN/109)
5. Sigara hiçbir faydası bulunmayan safi bir israftır. Allah'ın insanların kıyamını (yaşayabilmelerini) sağlaması için bahsettiği "mal'ın (K. Nisâ (4) 5.) ziyanıdır. Bazan çoluk çocuğunun nafakasını kısmaktır. Oysa pekçok ayet ve hadislerle hem israf hem de malı ziyan etmek yasaklanmıştır. (Bk. K. En'âm (6) l41; A'râf (7) 31; Hadis için bk. Buhari, zekât 18; Müslim, Akdiye 14.) yani haram kılınmıştır. Dolayısı ile bu durumda olan sigaranın da haram olması iktiza eder.
6. Sigara abesle iştigaldir. Allah ise insanları boş yere (abesle iştigal için) yaratmadığını bildirmiştir. (K. el-Mü'minûn (23) 115)
7. Sigara "bid'at" tır. Çünkü bid'atın bir göstergesi de, yapıldığında ona karşılık bir sünnetin kaybolmasıdır. Sigara için insanlarda önemli bir sünnet olan ağız temizliği kaybolmaktadır. "Her bid'at ise dalalettir. Her delalet de cehennemdedir". (Müslim, Cum'a 43; Ebu Davud, Sünnet 5.) Cehenneme müncer olan bir şeyin haram olması gerekir.
8. Sigara Islam alemine Hiristiyan ve Yahudilerden geçmiştir ve onların bir uygulamasıdır. Oysa müslümanlar başkalarına benzemekten menedilmişlerdir. Binaenaleyh, sigara bu açıdan da menedilmiş yani haram kılınmış olur.
9. Hepsinden önemlisi, sigara insan için zararlı bir şeydir. "Bütün zararlılar ise haramdır" Gerçekten de bu gün artık sigaranın kimseye yarar sağlamadığı, aksine pek çok zararlarının olduğu tıp uzmanlarınca ortaya konmuştur. (Sigaranın zararları konusunda ISAV'da tertib edilen (26.10.199l ) sempozyuma sunulan tebliğlere ek olarak ayrıca bk. en-Nesîmî, age. I/343 vd.) Zararlılarda aslolan hükmün "haram" olacağında ise Islâm alimleri arasında adeta ittifak vardır. Çünkü "zarar ve zarara mukabıl zarar yoktur. (Mecelle md. l9 )Allah "Kendi kendinizi öldürmeyin" (K. Nisâ (4) 29 ) "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" (K.Bakara (2) 195 ) buyurmuştur.
10. Sigara bütün bütün sarhoş etmese dahi bir nevi gevşeme ve uyuşturma tesiri yapmaktadır. Bütün sarhoş ediciler haram olduğu gibi, uyuşturucu ve fütur verici şeyler de haramdır. Ne var ki, sigara içene, sarhoş edicilere verilen ceza verilemez.
11. Hadis-i şerifte "Helâlın da haramın da belli olduğu, aralarında şüpheli şeyler bulunduğu, onlardan sakınanın dinini ve ırzını koruduğu, onlara düşenin ise harama düşecegi..." bildirilmiştir. (Buharî, Iman 39; Müslim, müsâkât 107.) Sigara ise en azından böyle bir durumdadır ve netice itibariyle harama götürür.
12. Sigara konusunda Islâm Halifesinin yasaklaması mevcuttur. şeriate muhalif olmayan konularda veliyyu'1-emrin isdar edeceği buyruklara şer'an uyma zorunluluğu vardır, aksine hareket ise naslarla haram kılınmıştır. Binaenaleyh, sigaranın da haram olması gerekir.
13. Sigara insanı, Allah'ı zikretmekten ve O'na karşı kulluk görevlerini ifa etmekten alıkoyar. Sigara tiryakisi oruca çok zor tahammül eder. Bu yüzden pek çok kişi oruç tutmaz. Itikata hiç cesaret edemez. Allah'ın zikrinden alıkoyan birşey ise batıldır, haramdır.
b. Itirazlar
Mutlak haramdır diyenlerin delillerine de -her ne kadar diğerlerinden çok güçlü olsalar dahi- pek çok yönden itiraz edilebilir. Mesela :
Sigaranın soğan-sarmısağa kıyas yoluyla haram görülmesi biraz önce açıkladığımız sebeplerden ötürü mümkün değildir.
Sigaranın her halükarda başkasına eziyet olacağı söylenemez. Bu illetten hareket edilirse başkaları ile hiç irtibatı olmayanlar, mescidlere belli bir özürden ötürü girmeyenler ve özellikle de kadınlar için bir hükmün geçerli olmayacağı sonucu ortaya çıkar ki, böyle muttarit olmayan bir hükme itibar edilmez. Sigaranın maddesinin pis olduğunu kimse söylememiştir. Yani üzerinde sigara taşıyan birisi, necaset taşıyor değildir dolayısı ile bu durum onun temizlik isteyen ibadetlerine, meselâ namazına engel teşkil etmez. Gerçi işaret edilen ayette Allah'ın (c:c) "habis" haramdır, ama soğan ve sarımsağın "habis" olan yönleri maddeleri değil, kokularıdır. Nitekim onlar için Hz. Peygamber'den "habis" nitelenmesini duyan sahabe "Haram kılındı! Haram kılındı" diye ilan edince Hz. Peygamber: "Ey cemaat ! Allah'ın bana helâl kıldığı bir şeyi haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki, ben bu bitkinin kokusundan hoşlanmıyorum" (Bk. Müslim, mesâcid 76 (Davudoğlu NI/445)) buyurmuştu. Sigaranın onlara benzediği yönü kokusudur. Binaenaleyh. "habis" olan yönü de kokusu olmuş olur. Bu da aslını isti'mal etmenin haramlığını gerektirmez. Duman ve ateşle ilgili ayet ve hadisler ise fıkıh usulü ilmi ile bilinen hiçbir delalet yolu ile sigaranın haramlığına delalet etmezler. Öyle olsaydı bu konuda alimler arasında zaten ihtilaf olmazdı. Sigaranın mutlak bir israf olduğu da tartışılabilir. Zira hayatı ihtiyaç bulunmamakla beraber helal gıdalardan pekçok çesidi ile telezzüz haram görülmemiştir. Meselâ normal gıdasını alan bir insanın yanında sürekli ananas gibi birşey bulundurup ondan zaman zaman alması haramdır denemez. Sigara çoluk-çocuğun nafakasını keserek içilirse bu durumda da haram olan sigara değil, onların nafakalarını kısmak olur. Bunu kahvede çay içerek de yapsa yine böyledir. Sigara da -eğer bir başka delille haramlığı ya da mahzuru ispatlanmazsa - bu helâl telezzüz araçlarından biri sayılabilir. Kaldı ki tiryakiler için sigara ekmekten ve sudan daha öncelikli bir ihtiyaç halini alabilir. Yine bu durumda abesle iştigal olmaktan da çıkar.
Sigaranın bid'at olduğunu söylemek ise hiç mümkün değildir. Çünkü terim olarak "Bid'at"; sünnet karşıtı olarak, din koyucunun açıkça ya da dolayısı ile, sözlü ya da fiili izni olmaksızın sahabeden sonra dinde görülerek ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmalardır. (SBA Risale I/50 "Bid'at" md) Sigaranın hiç kimse tarafından dinden bir hareket olarak uygulanmadığı açıktır.Gayrı müslimlere benzeme konusunda yasak olan, onlara has şeylerde onlara benzemeye çalışmaktır. Mübah olan şeyleri tenavülde benzeme sözkonusu değildir. Sigaranın insanlar için zararlı olması iddiasi eğer ispatlanırsa - ki bugün ispatlandığı söyleniyor bunu ciddiye almamak mümkün değildir. Ancak zararlar arasında da bir meratib (hiyerarşi) vardır ve haram olan zararlıların yanında mekruh olan zararlılar da bulunmaktadır. Helalın ve haramın belli olduğunu, aralarında ise şüpheli şeyler bulunduğunu söyleyen hadis zaten haramların belli olduğunu söylemekle sigarayı haramlar cümlesinden bizzat çıkarmıştır. Çünkü naslarla belirlenen haramlar arasında sigara bulunmamaktadır. Islam Halifesinin yasaklamış olduğu birşey, eğer naslarla sabit bir husus değilse tabii olarak "raiyyenin maslahatına menuftur" ve bu yüzden de sırf kendi zamanını ilgilendirir. Bir başkası bir başka hüküm israr edebilir. Bu defa da ona uymak zorunlu olur. Sigara Allah'a zikri ve kulluğu bazı konularda zorlaştırsa dahi insanların mükellef oldukları ibadetler öncelikle farzlar ve vaciplerdir. Pekçok sigara içen kimseler ibadetlerirnde tamıtamına yapmaktadırlar. Binaenaleyh, bu da bir haram sebebi olamaz.
4.MEKRUH OLDUĞUNU SÖYLEYENLERİN DELİLLERİ
Haram ve mübah diyenlerin yanında. sigaranın mekruh olduğunu söyleyen alimler de vardır. Onlar da şu delillere tutunurlar :
1. Sigaranın kokusu kerihdir. binaenaleyh, pırasa, soğan ve sarımsağa kıyasla mekruh olması gerekir.
2. Kesin haram olduğunu bildiren deliller bulunmamaktadır. Binaenaleyh, sigaranın hükmü şüpheli bir konudur, şüpheli olan şeyleri yapmak ise en azından mekruha götürür. Öyleyse sigaranın da mekruh olması gerekir.
5. GÖRÜŞLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE SONUÇ
a. Genel Değerlendirme
Vakıaların hükmünü belirlemede ehli sünnet çizgisindeki mezheplerin ittifakla kabul ettikleri deliller kitap, sünnet, icma ve kıyastır. "Masalih-i mürsele" ve "Istihsan" ise tartışmalı olmakla beraber yine bu mezheplerin öyle ya da böyle başvurdukları delillerdendir. Akıl ise olayların hükmünü belirlemede tek başına bir delil değildir. Ehl-i Sünnet çizgisinin görüşü budur. Aklın şer'i bir delil olması sadece Mutezile ve şia görüşüdür. Buna göre :
Hicri 11. Asrın başlarında ortaya çıkan sigara hakkında kitap; sünnet ve icma delilinin bulunmaması tabiidir. Diğer bir ifade ile, filan ayetin veya hadisin herhangi bir dalalet yoluyla delâletine, ya da müctehidlerin icmaına binaen sigara haram veya mübahtır, denemez.
Kıyasa gelince, şüphesiz bu, üç asıl delilden sonra ahkâm belirlemede en önemli delildir ve şartlarına uygun kıyasın işletilmesi de bir ictihattır, dolayısı ile kıyas yapmak ehlinin, yani müctehidlerin işidir. Hükmü nasların delâletlerinin delaleti ile anlaşılacak kadar açık olan konular ise bundan müstesnadır. Bu durumda sigaranın kıyas edilebileceği - edildiği - en yakın asıl pırasa, sogan ve sarımsaktır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) bu bitkilerden yiyenlerin, ağız kokularıyla meleklere ve insanlara eziyet edecekleri için mescide gelmemelerini emretmiş, hatta bu durumda gelenler olmuşsa onlan mescitten çıkartarak Bakî Mezarlığı istikametine göndermiştir. Çoğu insanlarca sigaranın ihdas edeceği ağız kokusu da bundan daha az rahatsız edici değildir. Öyleyse sigara da aynı hükmü almalıdır. Ama bu hüküm nedir ? Sogan-sarımsak konusunda (asıl) baktığımızda onların yenmelerinin yasak edilmediğini, hatta bir hadisle teşvik edildiğini, dolayısı ile mekruh dahi görülmediğini müşahede ederiz. Yasak edilenin onları yiyenin henüz ağız kokusu çıkmamışken camiye gelmeleridir ve bu hükmün (haram ya da mekruh) illeti de eza vermek"tir. Imdi sigarayı buna uygularsak; önce sözkonusu illetin onda da aynı ölçüde bulunup bulunmadığı tartışma konusu olabilir. Çünkü sigara içen herkesin nefesi rahatsız edici ölçüde kokmamaktadır, bu açıdan kıyasın "aslı" ile "fer'i" arasında küçük de olsa bir fark vardır. Ikinci olarak "illetin bulunmayacağı yerde hülanün de bulunmayacağı" esasına göre, ister sogan-sarmısak'ta, ister sigarada herhangi bir yolla ağız kokusunun izalesi mümkün olursa bu, hükmün de kalkmasını gerektirir. Kaldı ki, "asıl" daki hüküm, soğan-sarımsak yemenin haramlığı ya da mekruhluğu değildir. Binaenaleyh, sigaranın onlara kıyaslanmasının uygun olması halinde bile bu, tek başına sigaranın içiminin haram ya da mekruh olmasını gerektirmez. Ne var ki, sigara içenin ağız kokusu, diğerleri kadar çabuk çıkmayacağı dolayısı ile mescidlere sürekli gidemecegi ve seairden olan bir sünnetin -cemaate gitmek gibi- sürekli terki de mekruh ya da haram olacağı için, (Bk. Zeydan, el-Vecîz 36.) bu sebeple sigara içmek de aynı hükmü alır. Ancak bu esasa göre de yine kokusunun izale yöntemi bulunursa hüküm de ortadan kalkar.
Sonuç olarak sigaraya hüküm vermede en güçlü delil görülebilecek kıyas da nihâi hükmü belirlemede yeterli olmamaktadır.
Geriye ihtilâflı deliller kalırki, bunlar da Hanefilerin "istihsan"ı ile Malikilerin "istislahı" (masalih-i mürsele)'dir. Sigara için istihsanın işletilebilecek yönleri zaruret, umumi helva ya da kıyas-i hafidir. Sigara içmekte bir zaruret olmadığı herkesin kabulüdür. Umumi helvanın olup olmadığı tartışılabilir. Çünkü sigaranın bir "fısk" sayılması halinde günümüzde o ölçüdeki fısklardan sakınan dini bütün insanlar çok yüksek oranda sigara da içmemektedirler. Bu kesimde içenler azınlıktadır. Bunun dışındaki müslümanlar ise fısk olduğu sabit olan benzeri konularda dahi tesahül göstermektediler. Binaenaleyh; onların sigara içmeleri de umumi helvadan değil, tesahül ve laubalilikten kaynaklanıyor denebilir. Böylece zaruret ve umumi helva tarzındaki bir istihsanla da sigaranın hükmüne ulaşmak mümkün görülmemektedir.
Kıyas-ı Hafi tarzındaki bir istihsan istislahla aynı şey olur ki. bu da sigaranın zararının kesinkeş sabit olmasına bina edilebilir ve açık naslarla haram kılınan nesnelerdeki ortak özellik, insan için hayati zarar taşımalarıdır. Aynı şey sigarada da mevcuttur, ya da böyle bir "asıl" bulunamazsa dahi sigaradaki mefsedet yönü daha ağırlıklıdır. Binaenaleyh mahzurludur ve ‚memnu' olması gerekir denebilir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi bu delillerde de ittifak yoktur ve bu yolla sigara kesin haramdır. hükmünü vermek zordur.
b. Sonuç
Buraya kadar serdettiğimiz delillere ve tartışmalarına bakarak diyebiliriz ki
1. Sigaranın mahzurlu olduğuna işaret eden deliller, mübah sayılması gerektiği istinbat edilen delillerden hem çok daha fazla, hem de delalet yönleri daha açıktır. Mübahlığı istinbat edilen deliller çok umumi delillerdir ve pek çok yönden tahsis edilmişlerdir. Binaenaleyh, sigaranın mahzuruna işaret eden delillerle ayrıca tahsis edilebilirler. Buna göre sigaranın mutlak mübah olduğunu söyleme imkanı kalmaz. Zaten mübah olduğunu söyleyenlerde, ondaki zararın mevhum olduğunu, muhakkak olmadığını, muhakkak olması yani zararının ispat edilmesi halinde haram olacağını, çünkü "zararlılarda asıl olanının" haram olmak olduğunu söylerler. Mesela Ibn Abidin bunlardan birisidir.
Her hangi birşeyi "mübah kılan bir delille haram kılan bir delil çatışırsa haram kılan diğerine tercih edilir" ve "haram ile helal çatışırsa haram galip gelir" gibi fıkıh kaideleri de sigaranın yerinin mübah yönünde olmadığına işaret eder. Böylece sigaranın şer'an mahzurlu olduğu ortaya çıkmış olur. Ancak bu mahzurun hiyerarşideki yeri neresidir. Işte bunu tayin etmek zor gözükmektedir.
2. Bazılarına göre zarar "kerahati", bazılarına göre de haramlığı gerektirir. Ama herhalde bunu da tafsil etmek ve kerahat ve haramlığını zararına göre tesbit etmek gerekir. Konuyla ilgili olarak Mustafa Zerkâ'nin ölçüsü şudur: "Zararı kesine yakın (zanni galip) olan haram, zararı şüpheli ve hafif olan ise mekruhtur" (Mahmud Nazım, age. I/369) Ancak sigara hakkında, makbul delâlet yollarından biriyle onun haram olduğunu gösteren bir nassın bulunmadığını da hesaba katarsak onun için haramdır dememiz de tehlikeli olabilir.
3. Netice itibariyle en az yanılma ihtimalı olan hüküm olarak sigaraya "mekruh" denmesi gereği ortaya çıkıyor. Ama bu durumda da tenzihen bir mekruh olabileceği gibi tahrimen bir mekruh da olabilir. Doğrusu; insanın sağlığına pek çok yönden zararı, tiksindirici kokusu, (habisligi) israf oluşu vb. yönleri hesaba katıldığında iki mekruh arasındaki yerinin "tahrimen mekruh" olana daha yakın olduğunu söylemek bize daha isabetli gelmektedir. Konu hakkında yazılan risalelerin en derli-toplu olanın yazarı Imam Lüknevi'de sigaranın mekruh olduğu sonucuna vardıktan sonra bu kerahatin tahrimen mi yoksa tenzihenmi olduğu konusunda mütereddid olduğunu anlatır. (Lüknevi, age. 22)
4. Bunlara bağlı olarak sigara ile ilgili başka hükümler de sözkonusu olur. şöyle ki :
a. Sigaranın mübah olduğunu söyleyenlere göre tütün ziraati ve sigara alım satımı yapmak da mübah ve helal olmuş olur. Tabiatiyle sigaranın mekruh ya da haram olduğu söylendiğinde de, ziraati ile ticareti de aynı hükmü olacaktır. Ne var ki tütünün bitkisinden yaş ya da kuru olarak tıp, kozmetik ve hayvan yemi gibi başka maksatlarla da yararlanılıyorsa o takdirde onun ziraatinin mahzurlu olmadığı anlaşılır. Fakat her halükarda tütün ziraati ve sigara alım satımı yapmaktaki mahzur içilmesinden daha azdır. Çünkü sigaranın maddesi bizzat (li-aynıhi) pis değildir.
b. Oruçlu olarak sigara içmek ittifakla orucu bozar ve keffareti gerektirir. Çünkü cefine duman kaçmakla, dumanı bizzat yudumlamak ayrı ayrı şeylerdir.
c. Sigaranın mübah olduğunu söyleyenler, kadının sigara içmesi halinde, kocanın vereceği nafakaya onun sigara harcamalarını de eklemesi gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Mekruh ve haram olduğunu söyleyenlere göre ise böyle bir zorunluluk yoktur.
d. Sigaranın hükmü ne olursa olsun kocanın bundan rahatsız olması durumunda karısını sigara içmekten men etme hakkı vardır. Bu bir insanlık hakkı olduğundan ötürü kadının da aynı hakkı bulunmalıdır.
e. Sigara içmenin haram ya da mekruh olduğu kabul edilmesi halinde bu küçük ya da büyük bir günah olacak ve ısrarı ile daha da büyüyecektir.
İSLAM HUKUKU AÇISINDAN AVRUPA TOPLULUĞU
Bağımsızlık ya da iç ve dış hâkimiyet esası devleti ve özellikle de Islâm Devletini başka şeylerden ayıran en önemli belirtidir. Mekke`deki müslümanlar bir çekirdek devlet oluşturacak güce ulaştıktan sonra, onların başkalarının iradesine ve idaresine bağlı olarak yaşamalarına razı olunmamış, önce hicret etmeleri istenmiş, sonra da Medine`de sayıca azınlıkta olmalarına rağmen Kurucu Medine Anayasası`nin ihtiva ettiği maddeler gereği, insiyatifi onlar ellerine almışlardır. Çünkü Kur`ân ifadesi ile: "Allah kâfirlere mü`minler üzerinde asla bir yol (velayet) yetkisi vermemiştir"(K. Nisâ 4/141). "Izzet (güç ve onur) Allah (cc)`ındır, Rasulünündür ve mü`minlerindir"(K. Münafikûn 63/8). "Ey iman edenler, Yahudi ve Hiristiyanları veliler (hakim ve dost) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir"(K. Mâide 5/51). "Mü`minler, mü`minleri bırakıpta kâfirleri veli (hakim ve idareci) edinmesin"(K. Ali Imran 3/28). "Onların yanında izzet mi arıyorlar? Izzet bütünüyle Allah (cc)`ındır"( K. Nisâ 4/139). "Sizin, Allah (cc)`ın dışında velileriniz (dost ve hakiminiz) yoktur. Sonra (böyle bir şey ararsanız) yardım da göremezsiniz"(K. Hûd 11/113). "Kim Allah (cc)`ı, O`nun Rasulünü ve mü`minleri veli (dost ve idareci) edinirse, (bilesiniz ki,) galip olacak olanlar şüphesiz Allah taraftarları (Hizbullah)`dir"(K.Mâide 5/56). "Ey iman edenler, dininizi alay ve oyun konusu yapan sizden önceki kitap verilenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyin ve eğer inanıyorsanız Allah (cc)`tan korkup sakının"(K. Mâide 5/57). "Allah (cc)`a ve Ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar, Allah (cc)`a ve Resulüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsalar dahi.."(K. Mücadele 58/22). Özellikle bu ayet, mü`minlerin, Allah (cc)`a ve Rasulüne baş kaldıran Yahudi ve Hiristiyanlarla "Bir sevgi ve dostluk bağı" kuramayacağını açıkca ifade ediyor. AT`nin esasını teşkil eden Roma anlaşmasının daha ilk başında yer alan ve topluluğu "communaute" yani, "Gerçekten sevenler arasındaki ortaklık" diye niteleyen ifade ile bu ayet yan yana düşünüldüğünde, naslarda "mefhum-u muhalefeti" kabul etmeyen Hanefilere göre bundan: "Müslümanlar böyle bir topluluğa girme gibi büyük bir cürmü işleyemezler", "mefhum-u muhalefeti" kabul eden Şafiîlere göre ise: "Böyle bir topluluga girenler müslüman olamazlar" gibi zorunlu bir sonuç çıkar.
Bu kabil ayetler ve bu doğrultudaki hadis-i şerifler pek çoktur. Bunlar bir Islâm ülkesinin iç ve dış hakimiyetine verilen önemi tevile yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar. Islâm bütün yaşama yetkisini Allah (cc)`a verir. "Hüküm sadece Allah (cc)`a aittir"(K. En`âm 6/57). Ve bu esas Kur`ân`da defalarca tekrarlanır.
Islâm yarınki muhtemel bir savaşta müslümanların onlarla aynı safta savaşmasına dahi izin vermez. Ubâde bin Sâmit`in andlaşmalı olduğu Yahudiler vardı. Hendek harbinde Ubâde Resulüllah (sav)`a müracaat ederek onlardan yardım görebileceklerini söyledi de bunun üzerine: "Mü`minler mü`minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler" ayet-i kerimesi nazil oldu. Buna dayanarak Malikî hukukçular harpte kâfirlerden hiç bir surette yardım alınamayacağına kani olmuşlar, diğerleri (Cumhur) ise Resulüllah (sav)`ın Kaynûkâ Yahudilerinden yardım gördüğünü hesaba katarak, aynı şartlarda: Onlara ihtiyaç duyulması, onlara güvenilmesi ve müslümanların komutasında bulunmaları şartıyla kâfirlerden yardım görülebileceğini söylemişlerdir (bk. Ibn Kesir, N/89; Kurtubî, IV/119). Bu, müslüman olmayan bir devlete karşı varsayılacak bir savaştaki durumdur. Askeri birliğini de gerçekleştirmiş AT`nun bir Islâm milleti ile yapacağı varsayılan bir savaşta ise Müslüman, Yahudi ve Hiristiyanın safında kendi kardeşine vurmak zorunda kalacaktır ki, Islâm hukuku açısından bunun cevazını düşünmek bile mümkün değildir.
Islâm Dini bütün bunları korumayı hedefler biçimde geldiğine göre, AT da bu organizasyonda müslüman, bu temel hak ve hürriyetlerini İslam`ın istediği biçimde korumaktan mahrum olacaktır. Fonksiyonunu yitiren bir sistem yaşıyor olamayacağına göre ortalıkta makro düzeyde, ya da sistem olarak Islâm diye bir şey de kalmamış olacaktır.
Ayrıca, Islâm hukukunun her sahası onun ?öbür âlem` merkezli bir hukuk sistemi olduğunu açık-seçik gösterir. Çünkü onun kaynağı ?vahiy`dir. Bu itibarla bir Islâm ülkesi vatandaşi olan bir müslümanin özel hayatini düzenleyen hukuk kurallari tamamen özgün ve ona has hukuk kurallari olacaktir. Zira Islâm hukukunun gayesi, toplumun, hangi yolla saglanirsa saglansin, huzuru degildir. Diger bir deyişle Islâm; kötülügü, onu dünya ölçüleriyle almamiz halinde bile, yapamayacagi için yapmayan, başkalarinin hukukuna hukukî müeyyidelerle saygi göstermek zorunda oldugu için saygi gösteren insanlardan oluşan bir toplum hedeflemez. Aksine bunlar asil hedef için birer vasitadan ibarettir. Bu yüzden onun kendi toplumunda evlenmesi, boşanmasi, miras taksimi, eşyadaki hakimiyet ve tasarruflari, mal itibar edip aldığı-sattigi şeyler ve alim-satimi, akidleri sahih, fasit ve batil diye ayirişi, sosyal güvenlik hukuku, çalişma esaslari, vatandaşlarinin dârlar arasi (Dâr-i Islâm, dâr-i harp, dar-i sulh) ilişkileri hep kendine has ve kendi insiyatifinde olan ve başka şekili kabul edilemeyecek hukuk normlari ile tesbit edilmiştir. Bu normlarin esasini nasslar teşkil eder ve "Mevrid-i nassta ictihada mesag yoktur."
İSLAM HUKUKUNA GÖRE KEFİL OLAN KİMSE KEFALETİ KARŞILIGINDA ÜCRET İSTEYEBİLİR MI?
Kefalet bir teberru ve iyilik akdidir. Onun mukabilinde ücret almak ve vermek caiz degildir. Ancak mekfuluanh olan kimse, kendiliginden kefile herhangi bir hediye takdim ederse kefilin bunu almasında bir sakınca olmayıp, mes`ul olmaz. Yalnız kendisine kefil olunacak kimse ücret vermedigi takdirde kefil bulamayacak ve bu sebeple işi aksayacaksa parayla kefil tutmaktan dolayı mes`ul degildir, ancak kefil günahkar olur. Nasıl ki haklı bir kimse rüşvet vermedigi takdirde hakkı elinden alınacaksa bu durumda rüşvet verir. Allah indinde mes`ul olmaz; ama onu alan kimse mes`ul olup Allah`ın lanetine müstehak olur (El-Fikh`ul Islami ve Edilletuha).
İSLAM HUKUKUNA GÖRE PARANIN DEGIŞMESI VE BUNUNLA ILGILI HÜKÜMLER
Çağımızdaki ekonomik problemlerin en başta gelenlerinden ve dünya devletlerinin çoğunda bireyi de toplumu da etkileyenlerinden birisi de, şüphesiz "enflasyon' meselesi ve beraberinde getirdiği, paranın satınalma gücüne büyük ve tehlikeli düzeydeki etkisidir. Şöyle ki; enflasyon yüzünden satınalma gücü zayıflar, azalır ve sonuçta da bu; satım eşyası (mal), menfaatler ve hizmetler karşısında paranın değer kaybına yol açar. Nitekim çoğu ülkenin ekonomik politikasi, o ülkeyi, parasının değerini, diğer ülkelerin parasına veya altına oranla düşürmek zorunda bırakır ve uygun oranda düşürür. Bazan da bunun aksine, parasının değerini yükseltmek zorunda kalır ve gerekli nispette yükseltir.
Bazı ülkeler de, kendi sınırları dahilinde altınla, ya da kendi parasından başka bir parayla muameleyi yasaklamıştır. Bu uygulama, aksine davranmak caiz olmayan ve aksi yönde yapılan her türlü ittifakın geçersiz sayılacağı, genel bir rejim olarak görülür. Bazı devletler de zaman zaman geçerli paralarını iptal eder ve terim olarak "para" kabul ettiği bir başka parayla değiştirir vs. Iktisadı politikalar açısından durum budur.
Bireylerin muameleleri açısından ise; çoğu zaman kişi, acıdığı ve yardım etmek istediği için, belli bir meblağı, belirli bir zamana kadar bir başkasına verir. Gaye, onun ihtiyacını gidermek ve sıkıntısını bertaraf etmektir. Ödeme günü geldiğinde, borç veren görür ki, kendisine dönen meblağ, satınalma gücüne veya altına ve gümüşe, ya dâ, diğer paralara göre; ona karz olarak verdiği, verdiği gündeki değerinden az, ya da çok fazladır, ya da çok azdır. Isterse rakamda ve nicelikte ona eşit olmuş olsun.Yine çoğu zaman bir tüccar, bir eşyayı, üzerinde anlaştıkları ileri bir zamanda. vadeli olarak ödemek üzere, belli bir para ile satın alır. Zaman gelip ödeme yaklaşınca, taraflardan herbiri, üzerinde anlaştıkları meblağın, satınalma gücü bakımından, ya da diğer paralara oranla kıymeti bakımından durumunun, akdi yaptıkları ve zimmete geçtiği andaki durumuyla değişiklik arzettiğine şahit olur.Ya da çoğu Islâm ülkelerinde âdet olduğu üzere koca, zevcesinin mehrinin bir kısmını, ya da tamamını zimmetinde borç olarak tutar ve ödeme günü ancak, ölüm, ya da ayrılma vakalarıyla gelmiş olur ki, buna "müeccel mehir" tabir edilir. Ama bu müeccel mehir pozisyonlarının hemen hemen hepsinde, işin gerçeği şudur : Mehir olarak kabul edilen ve kocanın zimmetinde borç olarak kalan bu nakdin, verilmesi gerektiği gündeki değerinde, zimmette sabit olduğu gündeki değerine oranla fahiş farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bunlar üzerinde duracağımız meselenin sadece bazı şekilleridir. Bunun yanında sorunun sayılamayacak kadar kompleks yan meseleleri, tehlikeli sonuçları ve pek çok boyutları vardır ve değişik sahalarda bireyi, toplumu ve devleti ilgilendirmektedir. Ancak konunun bizi burada ilgilendiren yönü sebebi ve kaynağı ne olursa olsun - para durumlarının değişmesi halinde, malî muamelelerle ilgili olan tarafı ve bunun zimmetlerdeki borçlara etkisidir. Bu yön, gerçekte ve haddi zatında -özellikle bu asırda- çok fazla önem kazanmış ve son derece tehlikeli bir hal almış ise de, ana ilkeleri ve temel prensipleri itibariyle müslümanların muamelelerinde ve fıkıhlarında, geçen bin yıldan daha fazla zamandan beri bilinmekte olan bir şeydir.
Verilen borcun üzerinden bir yıl gibi bir zaman geçmekle enflasyonun sebep olduğu değer farkını almak câiz midir?
Imam Ebû Yusuf'a göre, câizdir, diğerlerine göre câiz değildir. Günümüzde olduğu gibi enflasyonun her yıl, hattâ hergün paranın reel değerini büyük ölçüde aşındırdığını hesaba katarsak, selim vicdanlar, bu konuda Ebû Yusuf'un görüşüne katılır. Bazı âlimler de Hanefî mezhebine göre fetvanın bununla verileceğini söylerler. (bk. Nezih Kemal, "Tegayyuru'n-nukûd" (mk.) 69) Bunu belirlemede en sihhatli ölçü ise altındır. Ancak en iyisi, meselenin çözümünü sona bırakmadan, borç verirken altın olarak verip yine altın olarak alacağını söylemektir. Bu, herkese göre câizdir. Ancak son zamanlarda altın dahi enflasyona yenilir olmuştur. Buna göre değeri başka yollarla hesaplanmalıdır.
2. Taksitli Satışlar
Taksitle eşya alımın faiz olduğunu, bu yüzden de câiz olmadığını söylüyorlar, doğru mudur?
Taksitle eşya almanın fâiz olduğunu söyleyen yoktur. Fâiz; taksitli satışlardaki vâde farkında söz konusu olabilir. Yalnız her vade farkının fâiz olmadığı da bilinmelidir. Buna göre vâdeli satışlardaki muhtemel durumları şöylece maddeleyebiliriz:
1- Fiyat farkı olmadan, ödeme süresi belli taksitle satış: Herkese göre câizdir.
2- Peşin, meseIâ bin liraya satılırken, müşteriye peşin mi, vadeli mi Istiyorsun diye sorduktan sonra, vadeli istediğini öğrenince, bin ikiyüz lira diyerek yapılan ve ödeme süresi bilinen vadeli satış: Herkese göre câizdir.
3- Peşin, meselâ bin lira, altı ay vadeli bin ikiyüz lira deyip, sözleşme sırasında birinde karara varılan vadeli satış: Çoğunluğa göre câizdir.
4- Peşin bin lira, vadeli bin ikiyüzlira, deyip, hangisine karar verildiği belirtilmeden kabul edilen vadeli satış: Herkese göre haramdır.
5- Geciktigin her ay için, yüzde, meselâ beş ödersin, şeklinde, süresi ve dolayısıyla fiyatın tamamı bilinmeyen vadeli satış ise doğru değildir.
İSLAM HUKUKUNA GÖRE VAKIF OLAN ŞEYİ HERHANGİ BİR SURETLE SATMAK VEYA SATIN ALMAK CAİZ MIDIR?
İslam hukukuna göre herhangi bir yöne vakfedilmiş olan bir şeyi satmak ve satın almak caiz değildir. Sünnet bunu yasakladığı gibi icma'-ı ümmet de bunu yasaklamıştır. Bu hususta ihtilaf yoktur. İbn Ümer (ra) şöyle diyor: Ömer (ra) (Ravinin babası) Hayber arazisinden kendisine bir tarla isabet etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e (sav) gidip tarla için kendisiyle istişarede bulunup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, Hayber arazisinden bana bir tarla düştü. Şimdiye kadar ondan daha değerli bir şey elime geçmemiştir. Hakkında ne buyurursunuz? Hz. Peygamber (sav) buyurduki istersen onu haps –vakıf- edip tasadduk edersin. Bunun üzerine hz. Ömer (ra) satılmaması, hibe edilmemesi ve miras olarak kalmaması üzerine tasadduk etti. Fakirlere, hürriyete kavuşmak maksadıyla efendileriyle mükatebe akdini yapmış kölelere, mücahidlere, yolda kalmış olan kimselere, misafirlere verilmek üzere vakıf etti. Ona bakan kimsenin normal olarak ondan yemesinde beis yoktur. Yalnız ondan mülk edinmez (Tirmizi).
Vakıf edilen malın satılması ve satın alınmasının caiz olmadığında ittifak vardır. Ancak vakıf edilen maldan istifade edilemeyecek bir duruma gelirse –bir tarlanın şehrin ortasında kalması gibi- Hanefi ile Hanbeli mezheblerine göre daha iyisiyle değiştirilmesi caizdir. Çünkü vakfın gayesi vakıf edilen yöne yardım sağlamaktır. Faydası olmadığı halde onu tutup haps etmenin manası yoktur (İbn Abidin).
Hülasa Hanefi ile Hanbeli mezheplerinin ileriye sürdükleri mesele hariç İslam hukukuna göre vakıf edilen mal ne satılır, ne alınır. Şayet herhangi bir sebebden dolayı birisinin elinde vakıf malı bulunsa mümkün ise onu esas sahibine iade etsin. Mümkün değilse kirası ne kadar tutarsa vakıf edilmiş yöne versin veya harcasın.
İSLÂM HUKUKUNDA BORÇLULARIN TASARRUFLARINA ENGEL OLMAK
Mâlî durumu iyi olup, borcunu ödemek istemeyenler; darda olup, ellerinde hiçbir mali olmayanlar; mali borcuna denk veya borcu daha fazla olanlar. Bu somuncunun vadesi gelen borçlari ödenemiyor ve mevcut mal varligi da borcu karşilayamiyorsa iflâs problemi ortaya çikar.
Ebû Hanîfe`ye göre, borçlar mal varlığını aşsa bile, bir kimse borçları yüzünden hacr (kısıtlılık) altına alınamaz. Çünkü aklı yerinde olduğu için tam ehliyetlidir ve başarılı bir işletme ile mal varlığını çoğaltması mümkündür. Böylece onun tasarruf ve insanlık hürriyeti korunmuş olur. Ancak bu durumda kendisine borçlarını, ödemesi emredilir. Bunu yapmazsa, malını bizzat satıp borçlarını ödemesi için hapsedilir. Hâkim, borçlunun malını satamaz. Ancak, varsa paralarını ve borçların cinsinden olan mallarını alacaklılarına istihsân yoluyla verebilir. Borçluyu hapsetmenin sebebi, borcun vadesinde ödenmemesi yüzünden alacaklıların zarara sokulması ve onlara haksızlık edilmesidir (el-Meydânî, el-Lübâb, II, 20; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l Islâmî ve Edilletüh, lV, 132).
Ebû Yûsuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`e göre, vadesi gelen borcu, mal varlığını aşan borçlular, alacaklıların isteğiyle hâkim tarafından hacredilir. Bu kimse iflâs etmiş sayılır. Mâlikîler bu durumda hacr için mahkeme kararını da gerekli görmezler. Hacirle, alacaklıların haklarına zarar verebilecek tasarruflar önlenmiş olur. Alacaklılar icâzet vermedikçe vakıf, hibe, sadaka, velâyet ve başkasına yeni bir borç ikrarı gibi tasarruflar muteber olmaz. Herhangi bir malı rayiç bedeliyle satmış olurlarsa, bedeli alacaklılara ait olur. Bu satış rayiç bedelin altında bir fiyatla olmuşsa alacaklıların icazetine bağlıdır. Alıcı da muhayyer olup, isterse bedeli tamamlar, dilerse akdi bozar (Ibn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, V, 101; AbdülKadir Şener, "Islâm Hukukunda Hacr", A.Ü.I.F. Dergisi, c. XXII, s. 339). Bu gibi tasarruflarda borçlunun ehliyeti, mümeyyiz küçük gibi olur. Alacaklılarına zarar verecek mâlî tasarrufları, onların icazetine bağlıdır. Bu tasarruflar hibe, vakıf gibi teberru kabilinden olsun veya kıymetinden daha az bir bedelle satmak yahut kıymetinden çok bir fiyatla satın almak gibi, satış bedelinde müsamahayı kapsayan ıvazlı akitlerden olsun müsavidir.
Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür. Satışa, önce bozulacak mallardan başlanır. Sonra telef olacaklar, daha sonra da gayri menkuller satılır. Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri zaruri ihtiyacına ait şeyleri satamaz (Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 103; Damad, Mecmau`l-Enhur, II, 443).
Ebû Hanîfe`ye göre, hâkim borçluyu 2-3 ay hapsettikten sonra, malı olduğuna dair belirti bulunmaz veya gerçekten yoksul olduğu ortaya çıkarsa, "Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa ona, genişleyene kadar mühlet verin" (el-Bakara, 2/280) ayeti uyarınca serbest bırakır. Fakat alacaklılar, onu takip eder. Yeniden ödeme gücüne kavuşursa, bunu aralarında paylaşırlar. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre ise, yoksul borçlular yeni mal kazandığı sâbit olana kadar takip edilmezler. Çünkü yukarıdaki ayet onlara çalışıp kazanmak için bir mühlet vermeyi öngörmektedir (el-Meydânî, a.g.e, 21-23).
Ebû Hanîfe`nin borçlulara tanıdığı bu geniş hürriyet zamanla kötüye kullanılmış, borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş veya hibede bulunmuştur. Işte bu durum karşısında müteahhirûn (sonraki) fakihler borcu servetini aşmış kimselerin hacr altında olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça vakıf ve hibe gibi tasarruflarının nâfiz (yürürlükte) olmayacağına fetvâ vermişlerdir. Kanunî ve II. Selim devirlerinde şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği maruzatında bu hususu açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 144).
İSLAM HUKUKUNDA RÜŞVET`İN DURUMU (İBN NÜCEYM)
Bir müddet geçtikten sonra bile olsa HAK`kı zafere erdiren, doğruluğu gâlip getiren, yalancıları rezil eden, hakta adaleti yayan ve bâtıla götürenleri engelleyen Allah`a hamdolsun. Peygamberlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına, hepsine salât ve selâm olsun.Imdi bu; rüşvet ve kısımları, bu meyanda kadı`nın (hâkimin) alması câiz olan ve olmayan, helâl olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan ta`zirin teşhir edilip edilemeyeceği hususlarında kısa bir risâledir.Günümüzde bununla ilgili bir fetvâ hadisesi olup ta Hanefilerden birisi kadıya (Hâkime) verilen rüşvetin de emir`e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya sevketti. Allah`tan, rızasına muvafık kılmasını dilerim.Rüşvet`in lugat ve istilahî olmak üzere iki mânâsı vardır. Lugattaki manası, "cu`l", yani yerine savaşan gaziye, ya da işçiye verilen şey demektir. Kâmus`ta: Rüşvet (sin ile) cu`l demektir. Çoğulu "Rusan" ve "Risen" gelir. "RASA" (Fiil olarak) cu`lu onaverdi. "IRTESA" onu aldı ve "ISTERSA" istedi demektir, deniyor. El-Misbâh`ta ise: "Rişvet" (kesre ile): Kendi lehine hükmetmesi, ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da başkasına verdiği şeydir. Çoğulu "Rişan" gelir. Tıpkı "Sidratün"ün çoğulu "Sider" olduğu gibi. Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de kullanılır. O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir. (KA-TE-LE) babından olarak, "Rasevtühü-Rasven", ona rüşvet verdim, demek olur. "`Irtesâ" rüşvet aldı demektir. Aslı "Rasâ-el-Ferhu" ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı manasınadır, deniyor. E1-Mu`rib`te de: "Rişve" ve "rüşvet", Cemileri er-Rusa; "Rasâhu" Yani ona rüşvet verdi. "Irtesâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyor.Istilahta ise, el-Misbâh`taki gibi tarif edilir.
Sünnet`te ise rüşvetin haramlığı hükmüne delâlet eden bir çok hadîs-i şerif vardır. Bu meyandaAllah`ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun (Hükümde rüşvet verene ve alana Allah lânet eylesin.) (Rüşvet verene de, alana da, aralarında rüşvet için aracılık yapana da Allah lânet eylesin.) hadîs-i şeriflerini zikredebiliriz.Rüşvetin kısımlarına, haram olanına ve haram olmayanına gelince : Kâdî Hân, fetvâlarının el-Kâdâ bahsinde der ki :"Rüşvet dört türlüdür. Bir çesidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadıyı (yani hâkimligi) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur. Bu bir ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez.Diğer bir şekli: Malının ya da canının.telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir. Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip; kalanını kurtaranın durumu da böyledir.
Bir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, bir gün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir. Sonra müste`cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır. Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti önceden verirse böyledir. Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet verse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır. Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan bir şey vermek gibidir. Hâkimin rüşvet alması helâl olmadığı gibi, hâkim olmazdan önce kendisine hediye vermek âdeti olmayan yabancıdan hediye alması da câiz değildir. Borç ve iare de hediye gibidir.Fıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha; kişinin canını ve malını zûlümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler. elHulâsa adlı kitapta denir ki : Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nâfiz olmaz. Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olur.
el-Akdiye`de de şunlar vardır: Hediyeler üç türlüdür: Verene de alana da helâl olan: Mücerred sevgiden dolayı verilen hediyeler gibi.
Ikincisi, her iki tarafa da haram olan: Yaptığı zulümde, kendisine yardım için verilen hediye gibi. Üçüncüsü, verene vermesi helâl olan : Zalime, zûlmünü def etrnek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.Bu hususta çıkış yolu şöyle dir : Işini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin câiz olduğu bir iş ise- onu bu işte çalıştırır. Ama çalıştıracağı süreyi tayin etmezlerse,bu câiz değil dir.Bütün bunlar şartlı olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine; devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Her hangi bir ön şart olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiği kesinlikle bilse, ulemâmiz bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Herhangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yoktur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair Ibn Mes`ûd`dan rivayet edilen haber, takvânın ileri derecesini bildirir. Bu husus Bezzâziye`de de aynıdır.Hâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hâkkıdır Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir. Zira kendisine vacip olan bir şeyi yapmıştır. Vâcip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise câiz değildir. Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa ücret alması câiz olur .
Fetevây-ı Kâdîhân`da el-Bakkâlî`den naklen şöyle bir şey vardır: Birisi, bir bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar alırım dediğinde, kızın başka velisi yoksa. onun bunu alması helâl olmaz. Ama bir başka velîsi varsa biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olur. Yetimin malını satsa da bir şey alamaz. Eğer alsa ve bey de de mezun olsa, alış verişi nâfiz değildir. Fethu`1-Kadîr`deki ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır. Alana da verene de haram olanı vardır. Kazâ ve imâret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz.
Ikincisi, kadının hüküm vermek için rüşvet alması durumudur. Bu da her iki taraf için haramdır. Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nâfiz (geçerli) değildir. Ister bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hüküm vermişse o, zaten ona vâcipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması câiz olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yoktur.
Üçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram değildir.El-Akdiye`de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştir.
Dördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir. Bu, veren için helâldir ama alan için haramdır. Zira müslümandan zararı def etmek vâciptir. Vâcibi yerine getirmek için mal almaksa câiz degîldir. E1 Kunye`de mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir : Zalimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine bir şeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de,almak da haramdır. Zira verilen bu şey rüşvettir.Aynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır. Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı`ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de haramdır. Ister hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır. Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu tâzir ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır: "Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta`zir vâcip olur."
El-Bedâye`de kaydedildiğine göre, ta`zirin vâcip olmasının sebebi, şeriatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Allah`ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır. Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta`zir uygulama salâhiyeti var mıdır? denirse, Câmi`ul-Fusûleyn ve daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hüküm veren kadı`ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı`nın ona ta`zir uygulama yetkisi vardır. Ta`zir cezasıni teşhir ederek uygulamak da câizdir. Çünkü bu da bir nevi ta`zirdir.
Imâm Ebu Hanife`nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta`zir edilir. Başka cezası yoktur." sözü bunu gösterir. Imâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler. Fethu`l-Kadîr`de: "Imâm Azam`ın (Tâzir uygulamam) sözü, (Dövmem) manasında olmuş oluyor. Neticede ta`zirinde ittifak vardır. Şu kadar var ki, Imam ta`zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir ceza olur. Imâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir:" deniyor: Mesele, el-Inâye de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta`zir olduğunu ifade etmişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta`zir uygulama yetkisi vardı;. Çünkü ta`zir, kadı`nın görüşüne bırakılmıştır.
Şöyle bir soru akla gelse: Acaba kadı`nın, ta`zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır ? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzvu keserek cezalandırma) kabilindendir. Bu ise yasaklanan bir şeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer`in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir: Ibnu Ebî Şeybe`nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (radıyallâhü anh) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır.
Abdurrezzak da Musannefinde: Hz. Ömer (radıyallâhü anh) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîr`de bunun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki: "Müsle" ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder. Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir. Ulemadan bazıları da Hz. Ömer`in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir.
Fethul-Kadîr`de ise, buna karşı, "Hz. Ömerin Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder." den-miştir. Vurulacak sopanın kırka vardırılması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta`zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir manası yoktur. Zira bu, ihtilaflı bir meseledir. Alimlerden bunu câiz görenler vardır. Buna göre Hz.Ömer`in görüşünün de böyle olması câizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer`î bir nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahati için yaptığı şeydir. Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu göz önünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış olur. Isterse şer`î bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teskil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisini bilir.
İSLAMA HAS BİR AİLE TİPİ VAR MIDIR? İSLÂMÎ AİLENİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
Biri diğerinin sonucu olması bakımından aynı şeyleri anlatmış olacakları, ya da birinin cevabı içerisinde diğerininki de bulunacağı için, bu iki soruyu birlikte cevaplamayı uygun görüyoruz.
Bilindiği gibi sosyoloji; tarihi gelişmeler, sosyal ve ekonomik etkiler sebebiyle oluştuğunu ve geliştiğini varsaydığı çeşitli âile tiplerinden söz eder: Klan Aile, Zadruga Ailesi, Pedersahi Aile, Modern Aile ve Modern Aile ya da Çekirdek Aile gibi.
Sosyoloji ile uğraşanlar, Klan Aile tipini en ilkel ve en geniş âile olarak değerlendirir. Bugün için modern âile dedikleri Çekirdek Aile ise, en gelişmiş âile tipi olarak kabul edilir. "Bu gün için " diyorum; çünkü ölçü insan aklı olunca, yarının moderni ve en güzeli elbette daha değişik olacaktır. Zaten Klan Aile tipinden hareketle modernleşme yolunda durmadan küçülen âile,1917 Bolşevik Ihtilâli ile iyice küçültülmüs ve çocuklar da âileden koparılarak âile sadece karı-kocadan oluşur hale indirgenmiş, onların da karşılıklı sorumlulukları azaltılmış ve bağlılıkları âdetâ pamuk ipliği gücüne indirilmiştir. Yani Klan Aile tipi aşırılığının bir ucunu oluşturursa, bu tür bir Çekirdek Aile de diğer ucunu oluşturur denebilir.
Bütün bu âile tiplerine, gerek sosyolojik, gerekse Islâmî açıdan baktığımızda, her birinin bazı âvantajların yanında, bir çok sakıncalarının da olduğunu görürüz. Nitekim karı ile kocaya indirgenen âile tipi, bizzat Rusya`da bile daha 1925`lerde tepki görmüş, nihayet 1940`larda eski haline çevrilmiştir. Fransa gibi bazı batı ülkelerinde bu geri dönüş biraz daha ileri gitmiş ve anne - babayı da, evlere yapılacak ilâve bir bölümün olması şartıyla, âileye dahil etmiştir.
Sözünü ettiğimiz avantajlı yanlar ve sakıncaları burada açıklamaya kalkışmamız, bizi istenen çerçeveden uzaklaştıracağı için, onlara değinmeyecek ve Islâmî âile tipi için; sözkonusu sakıncaları giderici, avantajları ise bünyesinde toplayan bir âile tipi, kısaca Islâmi aile diyecegiz. Mesele ilmi ölçüler içerisinde incelenirse, bu ifadenin aslâ subjektif olmadığı anlaşılacaktır. Islâmi aile tipini ille de bunlardan birine benzetmek gerekirse, bazı batı ülkelerinde geri dönüşte varılan noktadaki modern çekirdek aile, Islâmi olana en yakın olanda denilebilir.
Öyleyse Islâmi olan nasıldır?
Bu soruya en kısa şekilde şöyle cevap verebiliriz: Dayanışmada Klan Aile tipini andırır şekilde -fakat aynısı değil- kalabalık, hattâ "el-Akrap fel-Akrap" formülü ile "âkile" gibi büyük bir cemaat oluşturacak kadar geniş, saygı ve sevgi esasına dayanan, günlük hayatta, yatmada; kalkmada; tek tek herkesin şahsiyetini geliştirmede ve herkesi konumuna· göre sorumlu olma düzeyine yükseltmede çekirdek bir âile tipi. Ne var ki bunun son derece kapalı ve açıklamaya muhtaç bir genelleme olduğu da bilinmelidir.
Diğer yönden, ekonomik dünya görüşlerinin aile tipinin, aile tipinin de konut tipine, mimariye, dolayısıyla şehircilik anlayışına etki edeceği de ayrı bir gerçek, bu yönüyle baktığımızda da Islâmdaki âile dar ve geniş anlamda olmak üzere ikiye ayrılabilir. Dar anlamda çekirdek birim, -küçük çocuk yoksa karı ile kocaya kadar inebilir. Onların "Beyt" anlamında bir barınağı olacağı gibi, yetişmiş çocukların ve anne-babanın da bu anlamda müstakil birer "Beyt"i, ya da konutu bulunacaktır. Bunu Kur`ân-ı Kerim`in Nûr Sûresi ayet 61 den ve Peygamberimizin on yaşına gelmiş çocukların gecelemede birbirlerinden ayrılması emrinden anlıyoruz. Ayrıca Nûr Sûresi 58. ve 59. âyetler de bu konuda bize ışık tutar. Bu bağlamda "beyt" ve "dâr" kelimelerinin taşıdıkları anlamlar da bizim Islâmî âile tipi ve konut şekli hakkında bilgi edinmemize yardımcı olur. "Beyt", müstakil olarak kilitlenebilir, yerine göre küçük konuttur. Bazan bir oda bile "beyt" anlamı taşıyabilir. "Dâr" ise beyt`lerden oluşan âdetâ bir toplu konuttur. Ancak Islâmda âileler arası dayanışma, asabe, âkile, ya da "el-Akrap-Fel-Akrap" formülüne göre zorunlu olduğu için beyt`lerden oluşan toplu konut, yani "dâr" tipinin Islâm mimarisinde, revaklı cami avlularını andıran, bir tek karevî meydana açılan, dışa kapalı bitişik odalar şeklini aldığını görürüz. Bu tip Islâmî mimari, halen bazı doğu ve güneydoğu Anadolu kasaba ve şehirlerinde, Mısır`da; Suriye`de ve Irâk`ta yaşanmaktadır.
Islâmi Aile, Islâm dışı bütün âile tiplerinden farklı, fâkat daha çok modern çekirdek âileye yakın orijinal bir âile tipidir.
Islâmda aile yuvası "harem" (saygın ve kutsi" olarak adlandırılır ve âiledeki her ferdin naslarla çizilmiş bir hürmet hakkı ve görevi vardır. Bu itibarla âilede hürmeti zedeleyen her yol kapalıdır. Karı ile koca müstakil bir beyt`te yaşadığı gibi, hizmetçi ve yetişkin çocukların odaları da ayrıdır. Yetişkin olmayan, fakat karı-koca ilişkilerinden haberdar çocuklar da, anne ve baba ile aynı odada yatamazlar. Ev, mahrem olmayan kadın ve erkeklerin halvetine engel olacak kâdar büyük ve bölmelidir, ya da bu durumda olanlar müstakil evlere ayrılmak zorundadır.
Yaşlılar kendilerine yeterli oldukları sürece yaşarlar. Ancak bakılmaya muhtaç durumda iseler, kanunlarla belirlenmiş sıraya göre yakınları onlara bakmakla yükümlüdür. Bu sadece vicdanlara bırakılmamıştır. Vicdanlar âhiret inancıyla terbiye edilmekle beraber, zorlayıcı kanuni müeyyideler de vardır.
İSLAMA HÜCUM EDEN BAZI GAZETELER KUPONLA KİTAP VB. ŞEYLER VERİYORLAR. BUNLARI ALMAMIZDA BİR MAHZUR VAR MIDIR?
Meselenîn iki yönü vardır.
1: Gazete kuponuyla herhangi bir şeye sahip olmak. Filân şahıs gazetesini şu kadar gün para verip satın alanlara ayrıca falan eşyayı da vereceğini söyler ve bunu kuponla teşvik ederse, buna kimse bir şey demez, alınacak şey de helal olur. Bunu verenin müslim, ya da gayr-i müslim olması da bir şey değiştirmez. Hattâ o filân şahıs bunu her kupon getirene değil de getirenler arasında çekilecek kurrada çıkanlara vereceğini söylese de bunda bir mahzur olmaz. Çünkü herkes verdiği para karşılığında gazetesini almıştır. Kuradan çıkan tamamen karşılıksız çıkmıştır ve almak helaldir.
2. Meselenin diğer yönü çok ince düşünmek (takvâ ya da verâ derecesinde)ve "kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın"(K. Mâide (5) 2) âyetine uyarak bu tepkiyi dahi ibâdete çevirmektir. Çünkü onlar kazandıkları her kuruşu Islâmı, yoketmek için kullanıyorlar. Herhalde onlara karşı alınması gereken ilk tavır, gazetelerini almamak suretiyle, onların güçlerine güç katmamaktır. Varsın aynı kitabı biraz daha pahalıya almış olsun.
İSLÂMDA "KEFAET" (DENKLİK)
"Kefâet"in sözlük anlamı denklik ve eşitlik demektir. Kur`ân-ı Kerîm`de Allah için "hiç kimse 0`nun dengi değildir" denir. (Ihlâs Suresi)
Islâm hukukûnda ise, "kefâet", aşağılanmalara meydan vermemek için bazı konularda karı-koca arasında aranan denklik ve uyum demektir. Meselâ Hanefi mezhebine göre kocanın karıya; nesepte, dindarlık ve takvâda, meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı olmaması gerekir.
Buna göre
1. Temiz ve dindar bir adamın kızı fâsık bir erkekle evlenirse denklik bulunmamış ve nikâh, kadının velilerinin onayına bağlı olmuş olur. Ama fâsıklığın sınırını belirlemek zordur. Imam Muhammed, insanların, hattâ çocukların maskarası haline gelecek sarhoşlar ancak böyle bir kadına denk olamazlar der. Ebû Yusuf ise, erkeğin, fâsık, şahsiyet ve onurunu koruyan birisi olursa denk olmaktan çıkmayacağı görüşündedir.
2. Haram olmayan hiçbir iş insanı aslında küçültücü olmamakla beraber, bazı yerlerde bazı işler itibârı olarak aşağı görülüyorsa, kadının böyle bir iş sahibine varması yine kadının velilerinin iznine bağlıdır. Bir üniversite hocasının kızının bir ayakkabı boyacısıyla evlenmesi gibi. Ancak Imâm-ı Az`am bu konuda denkliğe itibar etmemiş, Ebû Yusuf da çok fâhiş bir farklılık olursa itibar edilir demiştir.
3. Hür olan bir kadın, hür olmayan bir erkekle evlendirilemez. Ancak günümüzde kölelik bulunmadığından bu maddenin uygulanması söz konusu değildir.
4. Kadının peşin mehrini ve nafakasını(mesken, elbise, yeme, içme) temin edecek kadar maddi imkânı olmayan bir erkek; zengin ve müreffeh bir kadına denk değildir. Ebû Yusuf`a göre, mehre imkânı olup, nafakaya imkânı olmayan "denk" değildir ama, mehre imkânı olmayıp nafaka teminine imkânı olan "denk"tir. Çünkü kadın mehrini isterse sonraya da bırakabilir. Ancak erkek kadının nafakasını (mesken, elbise ve yeme içme masraflarını)günlük olarak temin edebilecek durumda ise denklik için bu yeterlidir, erkekte bunun ötesinde bir zenginlik aranmaz.
5. Sadece Babası Müslüman olan erkek; hem Babası hem de dedesi Müslüman olan kadına denk değildir. Ama Babası ve dedesi müslüman olduktan sonra, daha ötesine itibar edilmez. Babası müslüman olmayan bir müslüman erkek de bâbası müslüman olan bir kadına denk değildir. Çünkü müslümanlar dinî asalete önem verirler.
6. Kabîlecilik ve ölçüde ilkel bir duygu olmakla beraber, bunun kuvvetle yaşadığı yerlerde düşük itibar edilen bir etnik gruba mensup bir erkek, kendilerini çok şerefli sayan bir kadına "denk" değildir: Bu aslında birinin üstün, diğerinin aşağı olduğundan değil, öyle kabul edildiğinden ve bunun aile bağını sarsıcı bir unsur olabileceğinden ötürüdür. Bu yüzden erkeğin aşağı sayılan kabile den evlenmesi halinde böyle bir endişe yoktur.
Imdi Islâm hukukuna göre bu konularda bir kadının velisinin iznini almadan dengi olmayan bir erkeğe varması halinde, kendisine ve velisine gelecek aşağılanma endişesinden ötürü velisi bu nikâhı onaylamayabilir ve onaylamayınca da mahkeme nikâhı fesheder, yani boşama değil fesih olmuş olur. Kadın da artık o erkekle beraber olamaz. Ama kadının yakın velisinin, o yoksa eşit velilerinden birisinin bu evliliği kabul etmesi halinde nikah geçerli olur ve artık kabul etmeme söz konusu olmaz. Ama kabul edenin uzak veli olması halinde yakın velisi kabul etmeyebilir ve onun dediği olur.
Velinin kızı adına mehri alması, çeyiz hazırlığına başlaması, kocadan nafaka tedarikini istemesi, kabul demektir. Artık dönüş olmaz. Ama susmuş olması kabul demek değildir.Görüldüğü gibi "denklik" sadece kadının lehinedir ve bunda sadece onun onuru ve sosyal statüsünün korunması hedeflenmiştir. Başka bir deyişle erkek bu sayılan özelliklerde kendisinden aşağı bir statüdeki kadınla evlenebilir, ama kadın kendisinden aşağı statüdeki bir erkekle evlendirilemez.. Çünkü bu kadın onurunu zedeleyici ve onu aşağılayıcı bir sonuç doğurabilir: Sosyal kabullenişte "aşağı" bir erkekle evlenmek kadına ağır geldiği kadar, yine sosyal kabullenişte "aşağı" bir kadınla evlenmek erkeğe ağır gelmez: "Sosyal kabullenişte aşağı"diyoruz, çünkü gerçek üstünlük, sosyal statü ile ve kadın ya da erkek olmakla değil, "takvâ" iledir. Onu da ancak Allah bilir. "Kefâet"le ilgili birinci önemli nokta budur.
Ikinci nokta "kefâet"in yine Hanefîlere göre, nikâhın sahih olmasının şartı değil de, geçerli olmasının şartı olduğudur. Yani bu "denklik" itibarıdır, aslında değil de insanların kabullenişiyle alâkalıdır. Bu yüzden denk kabul edilmeyen eşlerin evlenmesi halinde bile nikâh sahih olur, ancak kadının duygularına mağlup olabileceği hesaba katılarak geçerliliği velisinin iznine bağlı bulunur.
"Kefâet"in aslında değil de itibari olduğundan ötürüdür ki, bazı fıkıhçılar nikâhta denklik diye bir şeyin zaten olmadığı kanaatindedirler. Sevri, Hasan Basrî, Mâlik ve Hanefîlerden Ebûbekr Râzî ve Kerhî bu görüştedirler ve tutundukları delilleri de vardır:
Meselâ :
1. Allah "Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık (yani hepiniz aynı kökendensiniz)... Allah katında en değerliniz en takvâlı olanınızdır." buyurur (Hücürât 49/13)
2. Rasûlüllah Efendimiz: "Hiç bir Arabın Arap olmayana, takvâlı olması hariç, bir üstünlüğü yoktur"(Zuhayrî, el-Fıkhu`I-Islâmî VI/232 vd.) "Insanlar tarağın dişleri gibidir. Hiç bir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük tâkvâ ile dir" buyurmuştur.
3. Aslen köle olan Bilâl, Ensar`dan bir kadına talip olmuş, onlar kabul etmeyince Rasûllüllah da vermelerini emretmiştir. Bunun başka örnekleri de vardır. (Örnekler için bk: Zuhayıî, el-Fıkhu`I-Ilslâmî VN/230-31; Mavsilî, Ihtiyâr Nl/144)
4. Insanların insan olmaları bakımından kanları eşittir. Asil birisi, aşağı birisi için, âlim için öldürülür. Demek ki insanlar arasında fark yoktur.
Ama dört mezhebin fıkıhçılar çoğunluğu (cumhur), denkliği nikâhın geçerli olmasının şartı olarak görürler. Onların delilleri de şunlardır:
1. Rasûllüllah Efendimiz: "Üç şey geciktirmeye gelmez.. Dengi bulunduğunda kız", "Kadınları ancak dengi olanlarla evlendirin", "nutfeniz için seçme yapın ve denk olanları birbirleriyle evlendirin" "soylu kadınları, denklerinden başkasıyla evlenmeye bırakmam", "Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir erkek geldiğinde kızınızı onunla evlendirin. Böyle yapmazsanız (yani bu konularda denklik aramazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük fesat çıkar" (Hadîslerin kâynagi için bk. Zuhayıî age VN/232-33) buyurmuştur. Ibn Hümâm`ın dediği gibi, bu hadisler zayıf olsalar da, birçok kanaldan gelmiş olunca manaları birbirini güçlendirmiştir. (Fethu`I-Kabîr N/417 vd.)
2. Makul olan da evlilikte denkliğin gözetilmesidir. Çünkü uyumlu bir aile ancak böyle kurulabilir. Kadının,kendi statüsüne göre aşağı bir erkekle evlenmesi halinde, kadınlık onuru rahatsızlık duyabilir, başkaldırabilir. Böyle bir erkekle evlendiği için ailesinin ve kendisinin aşağılandığı duygusuna kapılıp, huzursuzluk çıkarabilir. Çünkü kadın genellikle edilgendir, bekleyen ve alan durumundadır. Kocasını herhangi bir yönden eksik olarak görmesi, onu hedefine ulaşamamış kılar. Böylece aralarındaki sevgi bağları kopar, aile yuvası dağılır. Âdeten kadının ailesi de bu konuda erkeğin ailesinden daha duyarlıdır ve daha çabuk etkilenir. Kısaca erkeği, belli konularda kendisinden daha aşağı itibar edilen bir kadınla evlenmiş olmak, genellikle etkilemez ama bu, kadın için çok etkileyici olabilir. Bu yüzden "denklik", sağlam ve kalıcı aileler kurmakta gerçekten ilginç ve etkili bir çaredir. Bunu etrafımıza bakarak da hemen farkedebiliriz. Nice büyük siyaset adamları, bakanlar, üst düzey bürokratlar, doktorlar, profesörler tanırız; hanımları ilkokul mezunudur, hatta bazıları ilkokul mezunu bile değildir. Sadece ev hanımıdırlar, bir sosyal statüleri yoktur. Ama buna rağmen huzurlu, sıcak ve verimli bir aile yapısına sahiptirler. Bunun aksini düşünmek, genellikle mümkün değildir. Bir bayân profesör, bir doktor, bir yüksek bürokrat, kültürsüz ve ıssız bir erkekle, bir ayakkabı boyacısı ile evlenmez. Evlenmiş olsa da bu evlilik yürümez; kadın bunu kendisine yakıştıramaz ve bu tür evlilikler nadiren olsa dahi boşanma ile sonuçlanır. Tamamen değilde genellikle böyle oldûgu için, Islâmda denkliğin olmaması, nikâhın sıhhatine zarar vermez.
Türkiye`de yürürlükte bulunan Medeni kanunun Aile. Hukuku, Islâm Hukukunu kabul etmediğine göre, ülkemizde bu konuda inandığımı yaşamak istiyorum diyecek fertler açısından durum ne olur?
1. Önce "denklik" meselesi aslı ve tam objektif bir mesele değildir. Itibaridir. Onun için velinin izni alınmadan yapılan evliliklerde, "denklik" açısından yapılacak itirazları, kişilerin kendileri değil, güvenilen ilim ehlinin tesbiti gerekir. Evlenen kadının rızası ve velinin izni olursa zaten mesele kalmaz.
2. Böyle bir durumda, denksizliğin tesbit edilmesi halinde, müracaat mercii mahkemedir. Nikâhı fesh ve eşleri ayırma hâkimin elindedir. Bugün böyle bir şey istenemeyeceğine, hakem tayinini de taraflardan biri büyük ihtimalle kabul etmeyeceğine göre, böyle nikâhların dinen sabit olduğu ve artık bozulamayacağı sonucu ortaya çıkar.
3. Bu tür olumsuzluklara meydan vermemek için, günümüz şartlarında dinî nikâh yapmak isteyen müslümanların, resmî nikâh yapmadan bunu yaptırmamaları akıllıca bir hareket olur.
4.Imam Ebû Hanîfe`den bir nakle göre de, kadının dengi olmayanla evlenmesi zaten câiz değildir. Serahsî bunun daha ihtiyatli bir yol olduğunu söyler. Çünkü herkes mahkemeye başvuruyu iyi bilmiyor, kadıların hepsi de adil olmuyor, der. Bu gün için böyle bir mahkemeye başvurmak hiç mümkün olmayacağından güvenilir âlimlerin denksizliğin bulunduğunu tesbit etmeleri halinde, veliler yapılan nikâhın hiç olmadığını kabul ederek ona göre davranabilirler. (Allahu a`lem). Ancak denkliğin bulunup bulunmamasına karar verecek olan, velilerin kendileri değildir. Yanlış bir adım atılması durumunda da birisiyle nikâhlı bulunan kadın, bir başkasına nikahlamak gibi bir durum ortaya çıkar ki, bu zinaya sebep olan bir birleşmedir. Meseleye Islâm hukuku açısından bakıldığında durum budur. Bugünkü medeni hukuk açısından meselenin değerlendirilmesi ise ayrı bir konudur.
İSLAMDA AHİR ZAMAN
Islâm`da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir. Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır. Fakat bu sonun kesin olarak zamanı kesin olarak bildirilmemiştir.
Ancak, Hz. Peygamber`in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda Islâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir. Âhir zamana İslam`ın M.VII. yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı Hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd.)
İSLAMİ BİR ELBİSE ŞEKLİ TEKLİF EDİLEBİLİR Mİ?
Islamî bir elbise şekli teklif edilebilir mi? Ya da bunun için alternatifler ne olabilir? "Belli yerlerini şu vasıf ve şekilde örtersen tesettür hasıl olmuştur. Ne ile örttüğün, kaç parça ile kapattığın önemli değildir." denebilir mi?
Elbise modeli konusunda bir nas olmadığı gibi, fukahanın çizdiği bir şekilde mevcut değildir. Bilakis Allah Resulü, izar, ridâ, kamîs, cübbe vb.`lerden elbise adına bulduğunu giyerdi denilmektedir. (Muhammed ez-Zebîdî,Ithâfü`s-sa`âde, VN/129.
Tek elbise içerisinde namaz kılınıp-kılınamayacağını soran sahabiye Allah Resulü, "Her biriniz iki elbise bulabilir mi?" diye mukabelede bulunarak bunun câiz olduğunu anlatmıştır." (Buhârî, salât, 9.)
Elbise tek bir parça olsa dahî; hem erkek (Aynî, Umdetü`l-Kârî, (Mısır Tarihsiz) IV/74.) hem de kadın için, (Ibn Hacer, Fethü`l-Bârî, Mısır,1378 (1959) N/28.) namaz kılmaya yeterlidir.
Ancak elbise her ideoloji ve kültürde olduğu gibi, Islâm`da da esas fonksiyonu dışında bazı fonksiyonlar icra edebilir ve pekâlâ teblig aracı haline getirebilir. Bu açıdan bakıldığında, dinine hizmet gayesiyle başını açarak okuma durumunda olan kızlarımızın, Islâm`ı özel sûretlerle öğrenip, arzuladıkları bu hizmeti pasif bir tebliğ yolu olarak, örtüleriyle yapmalarının çok daha tesirli olacağı söylenebilir. Zira "Hal dili, kaal dilinden daha tesirlidir."
Peygamberimiz ve Hulefa-i raşidin devrinde İslam ülkesinin sınırları genişlemiş ve yeni İslama giren toplumlar olmuştur. Fakat bunlardan kıyafetlerini değiştirmeleri ve özel bir kıyafete bürünmeleri istenmemiştir. Elbisenin kumaşı ve modeli önemli değildir. Ancak bazı elbiselerin giyilmesi o elbisedeki özellikler dolayısıyla Peygamberimiz (sav) tarafından yasaklanmıştır. Bu özellikler:
1- Kafirlerin özel elbiseler: Müslim ve Nesai`nin, İbn Amr`dan rivayet ettiğine göre: Bir gün peygamber İbn Amr`ın üzerinde usfur ile boyalı iki elbise görmüş ve bu elbisenin küffar elbisesi olduğunu bildirerek giyilmemesini, hatta yakılmasını emretmiştir. Buradaki nehyin tahrim için olduğunu söyleyenler olduğu gibi kerahet içindir diyenler de olmuştur (Gayetü`l-Me`mul). Yani sadece kafirlerin giydiği ve onu giyenlerin de kafir olacağı izlenimi veren elbiseler demektir. Örneğin papa veya haham elbisesi giymek gibi.
2- Kibir için giyilen elbise:
Peygamberimiz (sav) kibir elbisesinin giyilmesini de yasaklamıştır (Ebu Davud, Kitabü`l-Libas Bab).
3- Erkek için ipek elbise: Bir çok hadisde ipek elbisenin erkekler için haram olduğu ifade edilmiştir (.
4- Erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giymesi caiz değildir.
Hülasa; İslami kıyafet diye belli bir kıyafet teklif edilemez. Ancak İslami açıdan yasak olan kıyafetler vardır. Bunlar da şöyle sıralanabilir:
a) Kibir ve şöhret elbisesi,
b) İpek elbise (erkekler için),
c) Erkeklerin kadın, kadınların erkek elbisesi giymesi,
d) Bir kimsenin kafir olduğunu gösteren bir elbiseyi giymek,
İSLAMİ YILBAŞI
Müslümanların gerçek yılbaşısı ne zamandır?
Müslümanların itibar ettiği yılın başlangıcı, Rasûlullah`ın ashabı ile birlikte Mekke`den Medine`ye hicret ettikleri kamerî Muharrem aymn birinci günüdür. Muharrem de yılın birinci ayı olmuş olur. Kameri yıl, milâdî yıldan yaklaşık on gün kısa olduğu için, Islâmî yıl başlangıcı milâdi yıla göre her sene on gün önce gelir ve yine yaklaşık otuz altı yılda, milâdi yıla nazaran bir yıl farkeder.
Mükellefiyetlerle ilgili yaşlarda ve hükümlerde kamerî yıla itibar edileceği için, meselâ zekât her yıl aynı mevsimde verilmez. Meselâ, Resûlullah Efendimiz altmışüç yaşında vefat etti deniyorsa, bu milâdî yılla yaklaşık altmışbir yaş demektir. Ya da günümüzdeki anlayışla otuzbeş yaşında olduğunu söyleyen birisi gerçekte otuzaltı yaşındadır.
İSLAMİYETİN UYGULANMADIĞI YERDE CUMA NAMAZININ FARZ OLUP OLMADIĞI HAKKINDA ÇELİŞKİLİ SÖZLER SÖYLENMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR? CUMA NAMAZI NE ZAMAN FARZ OLMUŞTUR ?
Cuma namazı hicretten önce farz kılınmıştı. Ancak müslümanların durumu çok nazik olduğundan Mekke`den önce Medine`ye yakın Naki` al-Hadimat isimli bir köyde kılındı. Ve ilk cuma namazını kıldıran Es`ad bin Zürare olmuştur. Peygamber (sav) ilk cuma namazını Mekke`den Medine`ye hicret esnasında Kuba ile Medine arasında beni Salim bin Avf`a ait bir vadide kıldırdı. Kılınan her iki cuma namazı da henüz İslam devleti meydana gelmeden evvel olmuştu ve tabi`i olarak İslam şeriatı da hakim değildi. Cuma namazı diğer namazlar gibi bir namazdır. İslam devletinin oluşu ve şeri`atın uygulanması ile hiç bir ilgisi yoktur. Hiç bir ayet ve hadis veya mezheb cuma namazının bir yerde kılınabilmesi için İslam devletinin hakim olmasını veya İslam şeri`atının tatbik edilmesini şart koşmamıştı. Hanefi mezhebinde üç kişi, Şafii mezhebinde de kırk kişi bi-ittifak küfr diyarı sayılan "mesela: Birleşik Amerika`da” bulunsa yine cuma namazını kılacaktır. Ancak Hanefi mezhebinde cuma namazı kılınan yerde müslümanların emiri veya temsilcisi varsa düzeni korumak için onun emriyle olacaktır. Emir yoksa, müslümanların uygun gördükleri bir kimse onlara cuma namazını kıldıracaktır.
Müslümanların emiri bulunduğu halde cuma namazını kılmak için cema`at kendi kendine bir imam ta`yin edemez, etse de nazar-ı itibare alınmaz. Ve kılınan cuma namazı sahih değildir. (Şafii mezhebinde cuma namazında emir`in tayini şart değildir). Amma emir olmazsa halk cuma namazını kıldırmak için bir imam tayin edip cuma namazını kılacaklardır.
Hatta müslümanların başındaki emir cuma namazını kıldırtmayıp yasaklasa müslümanlar, imkanı varsa onun sözüne bakmadan ve iznini almadan da cuma namazını kılacaklardır.
Ayrıca bir gayr-i müslim, İslam diyarını istila edip müslümanların başına geçerek müslüman bir kimseyi Vali (veya Kadı veya müftü) olarak ta`yin ederse bu zat müslümanlara cuma ve bayram namazını kıldıracaktır.
Binaenaleyh şu veya bu memlekette cuma namazı kılınmaz deyip halkın inancını bozup sarsmak, kutsal cuma namazından halkı soğutmak doğru değildir. Düşmanın bize yapmak istediği şey de budur. Şu veya bu memleket darü`l-harb de olsa cuma namazını kılmak mecburiyetindeyiz.
Peygamber(sav) buyurdu ki: Ehemmiyet vermiyerek üç cuma namazını terk eden kimsenin kalbini Allah (c.c.) mühürler (Kütüb-ı Sitte, Hakim).
"Cuma namazlarını bırakmaktan vazgeçsinler. Yoksa Allah kalbleri üzerine mühür basar, sonra gafillerden olurlar" (Müslim, Nesai, Ahmed).
İSLAM`A GÖRE KARABORSANIN HÜKMÜ NEDİR?
İslam hukukuna göre piyasayı serbest bırakıp ona müdahale etmemek gerekir. O, arz ve talebe göre kendi kendini ayarlayacaktır. Bunun için Peygamber (sav)`in zamanında piyasa oynayıp fiyatlar anormal bir şekilde yükselince, Peygamber (sav)`in duruma müdahale etmesi istendi ise de müdahaleyi uygun görmeyerek şöyle buyurdu: "Fiyatları tesbit eden, darlığğı ve bolluğu veren ve rızıklandıran Allah`dır" (et-Termizi). Ancak suni pahalılık yaparak fiyatlarla oynayan olduğu ve amme maslahatı işe müdahale etmeyi gerektirirse, o zaman müdahale etmek narh koymak caizdir. Buna muhalefet etmek de caiz değildir (el-Hidaye). Bunun ilçin karaborsa muameleleri ammeye zarar verdiğinden tasvip edilemez.
İSLAM`A HİZMET ETMEK GAYESİYLE OKUDUĞUNU SÖYLEYEN BİR BAYAN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARTARAK OKUYA BİLİR Mİ?
Bilindiği gibi Nur suresi`nin 31. Ve ahzab suresi`nin 33, 53 ve 59`uncu ayetlerinde kadınların örtünmeleri, vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri emredilmektedir. Bu konuda birço hadis vardır. Ama bu hadisleri burada nakletmeye lüzum görmüyoruz.
Kadının bütün vücudunun avret olup olmadığı husus da mezhepler arasında ihtilaflıdır. Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul edildiği halde Hanefi ve Malıki mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu olmadığı takdirde avret olmadığı belirtilmiştir (Kitabu`l-Fıkh ala mezabili`l Erbaa, Sabuni, Tefsiru Ayat`il-Ahkam).
Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerektirdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabılir (el-Merginanı, el-Hidaye). Allah Kur`an-ı Kerim`de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına gösdermelerini yasakladığına göre onların avret mahallerini yabancıların görebileceği şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar.
Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helakı veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir (Suyuti, el-Eşbah ven-Nezair). Ali Haydar Mecelle Şerhi`nde zarureti aynen şu şekilde tarif etmiştir: "Zaruret; memnu tenavül etmediği takdirde helakı müstelzim olan haldir" (Ali Haydar, Dürerü`l-hakkam şerhu Mecelletü`l-Ahkam).
Buna göre İslam`a hizmet etmek gayesiyle de olsa İslam`a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür. İslam hizmeti böyle bir yol ile ifa edilmez. Ayrıca İslam tarihi hiçbir resmi tahsili olmadığı halde kendisini özel olarak yetiştirip İslam`a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur. Şüphesiz kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslam`ın yasakladığı şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve okumaları zaruridir, bunda büyük faydalar da vardır. Ama bu haramı işlemeyi tecviz edemez. Bilindiği gibi "Zararları gidermek maslahatları celb etmekten evladır." Diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslam`ın yasaklara gösterdiği itina emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber bir hadisinde:
"Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarı yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınız" buyurur.
Bundan dolayı meşakkatı defetmek için vacibi terk etmek caizdir, ama günahları, özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur. Bezzazı`nin ifadesine göre avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse nehir kenarında da olsa istincayı terk eder. Çünkü yasak emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (İbnu Nüceym el-eşbah ve`n-Nezair).
Demek oluyor ki bir haramı işlememek için farz bile terkedilir. O halde sadece umulan bir maslahat için nassların haram kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez. Bize göre bu her okul için aynıdır. Müslümanların kadınların başlarını açabilmeleri için İslam`ın hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslami kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerkir.
İSLÂM`DA İŞÇİ KAPSAMININ ALANLARI
Ücret karşılığı işçi çalıştırmanın meşrûluğu kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Islâm`dan önceki semavî dinlerde de ücretle işçi çalıştırma uygulaması vardır. Bunlardan birisi Hz. Musa ile ilgilidir. Hz. Musa, peygamber olmadan önce Mısır`dan ayrılarak, şuayb peygamberin bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s) iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur`an`da şöyle anlatılır:
"Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa`nın yanına geldi ve şöyle dedi; Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor"
"O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır" (el-Kasas, 28/25, 26).
"Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekizyıl işçilik yapmak üzere- sana nikâhlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/27). Islâm`dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkit ve kötüleme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur (Ali Haydar, a.g.e., I, 673).
Diğer bazı ayetlerde de isçilikten söz edilir: "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39);
"Insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin " (el-A`râf, 7/85); "Eğer boşadığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz" (et-Talâk, 65/6); "Musa (a.s) ile Hızır, yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere bulunan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde olduklarından, Musa (a.s) ona şöyle der: "`Eğer sen isteseydin, bu işe karşılık ücret alırdın " (el-Kehf, 18/77).
Yukarıdaki ayetler, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşrû olduğunu gösterir. Diğer yandan geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder.
Hz. Peygamber`in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır: "Işçiye ücretini teri kurumadan veriniz" (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, Kahire 1973, IV, 129; eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, Mısır, tş IV, 292); "Bir işçi çalıştıran kimse, ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesaî, Eymân ve`n-Nuzûr, 44). Kudsî bir hadiste de şöyle buyurulur: "Üç kimse, kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır: Benim adımı verip haksızlık eden; hür bir insanı satıp parasını yiyen; bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen" (Buhârî Büyû`, 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Rehin, 4; Ahmed b. Hanbel, II, 292, 358, III, 143)
Hz. Peygamber, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildığını belirtirken özet olarak şöyle demiştir: "Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye karar verirler. Ilk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle dua eder: Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ödedim. Ancak işçilerden birisi ücretini almadan gitti. Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Bir çok malı oldu. Bir süre sonra gelerek ücretini istedi. Ben, gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi, dedim. Benimle alay etme, diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malınıalıp gitti, hiç bir şey bırakmadı. Ey Rabbim; bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi bu mağaradan kurtar!" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar" (Buhârı, Icâre, 12; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtaşarı Tecrid-i Sarıh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1957-1972, VII, 37-41).
Bir ücret karşılığı işçi çalıştırmanın caiz olduğu konusunda görüş birliği (icmâ`) vardır.
Çok az sayıda bilgin, iş akdinde yararlanma, akit sırasında elde edilemediği için, bu akdin caiz olmadığını öne sürmüşse de, bu görüş zayıf kalmış ve yüzyıllar içinde taraftar bulamamıştır. Ibn Rüşd (ö. 520/1126) bu konuda şöyle der: Yararlanma her ne kadar akit sırasında mevcut değilse de, süre geçtikçe elde edilir ve genel olarak meydana gelir. Islâm hukuku, bu şekilde, çoğunlukla ifası mümkün veya ifa edilme şansı yarıdan fazla olan yararlanmalar üzerinde icare akdini kabul etmektedir (ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, ts., II, 218; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 544 vd.). Diğer yandan Islâm hukukunda kira ve iş akdi kıyasa aykırı sayılmıştır. Çünkü bu akitlerde konu yararlanmadır. Yararlanma ise, akdin yapıldığı tarihte henüz meydana gelmemiştir. Ma`dûm mevcut olmayan bir şeyin satımı sayıldığı için, bu akitlerin geçersiz olması gerekırken, insanların ihtiyacı nedeniyle, yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadis delilleriyle meşrû kılınmıştır. Çünkü, zenginin işçiye, yoksulun ise paraya ihtiyacı sardır. Iş akdi, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Akıl da bunun böyle olması gerektiğini kabul eder (es-Serahsî, el-Mebsût, XV, 74, 75; el-Kâsânı, Bedâyîu`s-Sanâyi`, IV, 173, 174; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l Kadir, Bulak 1316/1898, VII, 147).
Islâm`da, emeğinin geliriyle geçimini sağlayan işçi ve memurlar bir sınıf oluşturmaz. Çünkü bu gün emeğiyle geçinen kimsenin yarın emek-sermaye (mudarabe*) ve ziraat ortakçılığı (müzâraa*) gibi ortaklıklar içinde işveren sıfatını kazanması mümkündür.
Iş sözleşmeşinin önemli unsurlarından birisi de ücrettir. Işçi, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Böylece hak ve görev birlikte bulunur. Hatta görev, ücretten de öde gelir. Hz. Peygamber`in is akdinde, ücretin miktarının belirlenmesini (Nesâî, Eymân ve`n-Nuzûr, 44)ve bunun işçiye teri kurumadan verilmesini istemesi (Ibn Mâce, Rehin, 4) bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. Işveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu için, işçiyi korumak amacıyla, çeşitli toplumlarda düzenleyici bazı hükümler getirilmiştir.
Avrupa ülkelerinde işçilerin haklarını koruyucu tedbir ve düzenlemeler ancak 18. yüzyıldan itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayı inkılâbı ile işçi kitleleri bazı teşkılatlar kurarak haklarını korumak veya yeni haklar istemek ihtiyacını duymuşlardır. Işçi hakları konusunda ilk sosyal politika tedbiri, Ingiltere`de 1802 tarihinde, dokuma sanayıinde çalıştırılan çocukların çalışma şartlarım düzenleyen kanunla başlar. 1819, 1844 ve 1867`de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hükümler getirildi. Aynı tarihlerde, Fransa ve Isviçre`de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı (Central Office of Infor-mation: Main-D`oeuvre et Conditions de Travail en Crande- Bretagne, Londres 1965, s. 1`den naklen, Cahit Talaş Sosyal Politika, Ankara 1967, s. 117- 129; Antony Babel, Le`gislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112`den naklen, Cahit Talas a.g.e., s. 113, 136, 137).
Islâm`da, bu konulardaki düzenleyici hükümlerin VI. yüzyılda getirildiği ne Hulefâ-i râşidin devrinde ilk onemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, Batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır.
Aynı şekilde Osmanlı döneminde görülen aşağıdaki uygulama örneği işçilerin hak arama ve isteme bakımından Avrupa`dan çok önce teşkılatlandıklarını göstermektedir. Uygulama şöyledir: XVIII. yüzyılda Kütahya yöresi çinicilik sanatının merkezi olmuştu. Çini atölyelerinde çalışan çok sayıda işçi hayat pahalılığı nedeniyle geçinemez duruma düşmüştü. Atölye sahipleri ücretleri kendiliğinden yükseltmeyince, işçi temsilcileri mahkemeye başvurmuş ve Kütahya Eyalet Divanı`nda 13 Temmuz 1766 Miladî tarihinde aşağıdaki "Toplu Iş Sözleşmesi" hüküm altına alınmıştır: l) Kütahya`da 24 iş yeri (çini ve fincan atölyesi)nden başka atölye açılmayacaktır. 2) Bu is yerlerinde kalfalar 100; has (değerli) fincan işçileri de 40 akçe alacaktır. 3) Çıraklara, 100 âdi fincan ve 250 normal fincan imal ederlerse, günde 60 akçe verilecektir. 4) Hatıfeler (yaldızcı) 150 has fincan işlerse kendilerine 60 akçe ödenecektir. 5) Çıraklar usta oldukları zaman ücretleri orantılı olarak artacaktır. 6) Fincanın tanesi 4 kuruşa perdahlanacaktır. 7) Günde azamî 160 fincan işlenecektir. 8) Bu sözleşmeden işçi ve işveren hoşnuttur. 9) Bu sözleşme üstat ve zennîler önünde yapılmıştır. 10) Bu sözleşmeye aykırı hareket edenler şer`iyye Mahkemesi tarafından cezalandırılacaktır. 11) Taraflar bir zarara uğrarsa bu ortalama olarak ödenecektir. 12) Bu sözleşme Şer`iyye Mahkemesi`nin himayesindedir. 13) Kalfa ve ustalar bir hastalığa yakalanırsa, yardım olunacaktır. 14) Çıraklar, belirli bir süre sonunda usta olabilirler 15) Bu sözleşme, Şer`iyye Mahkemesi sicilının 57. sayfasındadır.
Bu sözleşmenin, işçi ve işveren münasebetlerini düzenleyici hüküm ve tedbirler getirmekte kaynak sayıları Ingiltere`deki ilk "Toplu Iş Sözleşmesi"nden 51 yıl önce yapıldığı ortaya çıkmıştır. Diğer yandan belge; şer`iyye sicillerinin, sosyal, hukukî, malî ve ekonomik alanlarda ne kadar zengin bilgileri kapsadığını göstermektedir.
İSLAM`DA MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMETİ
Islâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibadettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de ahirettir. O, akıl ve mantık üzerine bina edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun edebî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim Islâm`a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkar ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
Insan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gaye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
İslam dininde, dinini değiştireni öldürünüz, hükmünü nasıl anlamak gerekir?
Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)'e hitaben: "Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şuara sûresi, 26/3) derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.
İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.[1> Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.
İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)'nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak: "Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım" diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur.[2>
Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî birşeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli birşeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük" deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: "Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım."[3>
1- Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, 7/134.
2- Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72.
3- Muvatta, Akdiye, 58.
İSLAM`DA SENET VE ÇEK ALIP VERMEK CAİZ MİDİR?
İslam`a göre senet, çek; gerçekte para sayılmamaktadır. Para sayılmadığı için de temelde bu tür şeylerle alış veriş yapmak caiz değildir.
Ayrıca verilen senet ve çekler, karşılıksız çıktığından günümüz piyasasında da böyle olaylara sık rastlandığından bu gibi şeylerle alış veriş yapmanın caiz olmayışının sebebi anlaşılmaktadır.
Ancak, senet veya çek veren kimse, bunları alanı "tahsil etmesi için" vekil tayin ederse ve o da bunların karşılığı olan parayı alırsa, bu gibi kullanımlar caizdir. Dolayısıyla bugün elden ele dolaşan senet ve çekler, "vekalet usulüyle istihsal"e girdiğinden caiz olmaktadır.
İSLAM`IN KABUL ETMEDİĞİ DAVRANIŞLARDA BULUNAN BİRİSİYLE ORTAK OLMAK CAİZ MİDİR?
İslam`ın kabul etmediği davranışlarda bulunan birisiyle ortak olmak caiz değildir. Çünkü servetinin tamamı veya bir kısmı meşru olmayan birisiyle yapılan ortaklık, haram ve helal olan malların birbirine karışmasına ve ortaklığın habis bir mal üzerine teessüs etmesine yol açmaktadır.
İŞRAK NAMAZI
İşrak, güneşin doğuşundan ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselinceye kadar geçen zamandır. Güneşin ufukta görünüşte bir mızrak yükselmesi astronomicilere göre beş derece yükselmesi demektir. Ebû Hanîfe`ye göre bu süre içinde namaz kılmak mekruhtur.
İşrak namazı, sabah namazından sonra güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra iki veya dört rekat olarak kılınan nafile bir namazdır.
Diğer nafile namazlar gibi işrak namazı kılanlar, bu namazı kuşluk namazından ayrı olarak ve ondan önce kılarlar. Aslında işrak namazı kılındığı sırada kuşluk namazının vakti de girmiş bulunmaktadır.
Hz. Peygamber`in güneş doğup, kerâhet vakti çıktıktan sonra "Duhâ namazı", sıcak şiddetlenince de "Evvâbîn namazı" kıldığına dair çeşitli hadisler vardır (bk. Duhâ namazı ve Evvâbîn namazı mad.). Ancak Hz. Peygamber, devrinde öğleden önce bu namazların dışında "işrâk namazı" adı ile bir namaz kılındığına dair bir bilgiye rastlanmamıştır.
İSTİDRAC
Allah'a isyanda çok ileri giden insanların, Allah'ın kendilerine verdiği mal, başarı ve sıhhat gibi nimetlerle isyanların daha da artırmaları ve sonuçta helâk olmaları.
Allah'a tam olarak itaat eden veya en azından iradelerini itaat yolunda azamî derecede kullanan kullar olduğu gibi; Allah'a isyanda, Islâm'a, dolayısıyla hakka, adalete, insanıyete, kısaca Allah'a kul olmaya karşı çıkışta ölçü tanımayan kişiler de vardır. Bu iki gruptan birinciler Allah'ın velilerini oluştururken, ikinci grubu ise, ins ve cin şeytanlarının kendilerine sürekli olarak Islâm'a ve müslümanlara karşı çıkmayı ‚vahyettiği', gizli gizli fısıldadığı Şeytan'ın velileri oluşturmaktadır. Allah, velîlerine zaman zaman ikramlarda bulunur; Kâinatın işleyişinde kudretine perde yaptığı sebepleri onlar için bir derece ortadan kaldırıp, normal sıradan insanlara olağanüstü gelen bazı fiilleri veli kullarının elinde yaratır; bu tür ikramlara Islâmî terminolojide' kerâmet' denmektedir ki, en büyük kerâmet de Sırat-ı Müstakım üzerinde sapmadan gidebilmektir.
Yukarda belirtildiği gibi, Allah'ın velîlerinin karşısında, Şeytan'ın velileri de vardı. Bunlar, sürekli olarak Allah'ın dinine ve bu din'in bağlılarına karşı çıkıp, savaş açarlar. Bu yetmiyormuş gibi, kendileri de bazen açıktan, bazen münafıkça bir tavırla -"biz ıslahçıyız" diyerek- yeryüzünde fesat ve fitne çıkarırlar. Bunlar, her şeyden önce ‚fasık', yani her türlü günahı rahat rahat ve içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan işleyen kimselerdir. Eğer bir memlekette bu tür kişilerin yaptıklarına ses çıkarılmaz, her türlü fıskları ve yaktıkları fitne-fesat ateşi söndürülmeğe çalışılmaz, daha açık deyişle, ‚ma'ruf' emredilip, ‚münker' yasaklanmaz; tam tersine ‚münker'ler emredilir, ‚ma'ruf' yasaklanırsa o memleket bir bakıma ‚helâki hak etmiş demektir. Bu şekilde helâki hak etmiş olan memleketlerde Allah, fasık, fitneci ve müfsit kişilerin sayılarını daha da artırır; çünkü, toplum iradesiyle artık bunu arzuluyor demektir ve bu yöne yönelmiştir.
"Biz bir memleketi helâk etmek dilediğimizde, orada mütreflere (hayatı gaye edinenlere, bohem hayatı yaşayanlara, acımasız -sömürücü- mal düşkünü kapıtalistlere) emrederiz (onların sayılarını çoğaltırız) da, orada fısk ederler "(el-Isrâ, 16/ 17);
"Allah, zaten fasıklardan ve zalimlerden başkasını helâk etmez" (el-en'âm, 6/47; el-Ahkâf, 6/35). Ama bu helâk etme işi birden olmaz. Fitne ve fesadın kol gezdiği. İslam'ın unutulup horlandığı bir yere Allah önce uyarıcılar gönderir (es-Şarâ, 26/208; el-Kasas, 28/59). Fakat toplumda fitne ve fesadı körükleyen fâsıklar, zâlimler, tâğutlar, mütrefler uyarıcılara ve Allah'a dini'ne karşı cephe aldıkları gibi; çoğunluğu oluşturan yığınlar da genellikle sessiz kalırlar. Bu durum, sözgelimi, Hz. Nuh'un kavminde olduğu gibi, gerektiğinde 950 yıl, yani uzun bir süre devam eder. bu süre içinde Allah tâğutlara, fâsıklara, zâlimlere, hak yola gelmeleri ve aynı zamanda da yaptıklarının helâki hak edecek seviyeye gelmesi izin mühlet verir. Onlar ise bu mühlet verişi anlamazlar, helâk olmayacaklarını, yap tıklarından hesaba çekilmeyeceklerini sanırlar. Ayrıca, belki hayatlarında bir kez olsun başları ağrımadığı gibi, dünya işleri oldukça yolunda gider; en güzel evler onlarındır; en yüksek makamlarda onlar oturur; en iyi yiyip en iyi giyen ve en güzel kadınlara sahip olanlar onlardır: "Eğer insanlar (hep küfre sapan) bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı, biz o Rahman'ı inkâr eden (ler) in evlerine gümüşten tavanlar, üzerlerine çıkacakları merdivenler; ve evlerine (odalarına) kapılar ve üzerlerine yaslanacakları kolluklar ve altın zinetler yapardık" (ez-Zuhrûf, 43/33-35).
Allah'ın kendilerine verdiği büyük nimetleri, sıhhat, kabıliyet, başarı, makam ve mevkileri; dünya hayatında çıkardıkları her türlü fısk, fitne ve fesatlarına, isyan ve fücurlarına rağmen başlarına ilahî felâketlerin gelmemesini, daha doğru deyişle gecikmesini haklarında hayır sanan Şeytan'ın velileri azgınlıklarında daha da ileri giderler ve sonunda helâktan kurtulamazlar. Fakat, helâklerine kadar içinde bulundukları durum, Allah'ın onları aslında derece derece helâke götürmesinden başka bir şey değildir; yani sadece ‚istidrac'tır. "Ayetlerimizi yalanlayanlar (a gelince); biz onlar bilmedikleri yönden istidraca tabi tutarız (derece derece helâke götürürüz) (el-A'râf, 7/ 192).
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın bir kula günah işlemesine rağmen dünyada sevdiği şeyleri ihsanda bulunduğunu görürseniz bilin ki o istidracdır." Hz. Peygamber sonra şu ayet-i kerimeyi ok udu: "Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetlere sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. " (el-Enâm, 6/44) (Ahmed b. Hanbel, IV, 145).
Ayrıca mümin olmayanların, kâinattaki kanunlara aykırı olarak gösterdikleri hârikulâde hallere de istidrac denilmiştir. Meselâ; Hind fakirlerinin uzun süre aç durmaları, ateşte yürümeleri ve su içinde uzun süre havasız durabilmeleri ve vücutlarına şiş batırmaları gibi.
İSTİĞFAR
Allah`tan günah ve hatalarının bağışlanmasını isteme, mağfiret dileme.
Istiğfar lafzını veya manasını içeren her duaya istiğfar denir. Gerek Kur`an-ı Kerîm`de ve gerekse hadis-i şeriflerde istiğfar teşvik edilmiştir. Kur`an-ı Kerîm`de; "Rabbinizden bağışlanma dileyin. doğrusu o, çok bağışlayandır " (Nuh, 71/ 10) "(Ey Muhammed) Sabret! Allah`ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam, sabah överek tesbih et" (el-Mümin, 40/55) buyurulur.
Peygamber efendimiz kendileri istiğfara devam etmiş, ümmetini de teşvik etmiştir (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 47/1; Ibn Mâce, Edeb, 57).
Ebu Hureyre (r.a)`den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz: "Vallahi ben Allah`a günde yetmiş defadan çok istiğfar ediyorum" buyurmuştur. Başka bazı Hadislerde Hz. Peygamberin günde yüz defa istiğfar ettiği belirtilir (bk. Müslim., Zikr, 41; Ebû Dâvud, Vitr, 26; Tirmizî, Sûre, 47/1). Bu nedenle Ebû Hüreyre: "Peygamberden daha çok istiğfar edeni görmedim" (el-Kurtubî, el-Câmi`li Ahkâmi`l-Kur`ân, l V, 210) demiştir. Bir günah işlendiği zaman, bunda ısrar etmemek, hemen tövbe istiğfar etmek vaciptir. Peygamberimizin ifadesiyle, "Istiğfâr eden kimse günde yetmiş defa da günah işlemiş olsa bunda srar etmiş sayılmaz" (Tirmizî, Deavât, 107).
Istiğfarın Allah nezdindeki değeri bir hadiste şöyle ifade edilir: "Kim yatağına girince üç defa; "estağfirullâhe`l-Azîm ellezî Lâ Ilâhe Illâ hüve`l Hayyu`l-Kayyûm (Kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıklarını gözetip duran yüce Allah`tan bağışlanmamı dilerim)" derse, Allah günahlarını deniz suyunun damlaları kadar çok olsa da bağışlar" (Tirmizî, Deavât, 17) buyurulmuştur. Sadece dili ile istiğfarda bulunmak yeterli değildir. Niyeti ve amelleri de dilini doğrulamalıdır. Tövbenin en makbul olanı, günahtan kesin dönüş yapılarak, Allah`tan bağışlanma istenmesidir. Buna "nasûh tövbe" denir.
Ayet-i Kerîme`de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Allah`a samimiyetle (nasûh tövbe) edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler. Peygamberi ve beraberindeki müminleri utandırmayacağı günde, sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar. O gün onların nûru önlerinde ve sağl taraflarında yürürken: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla, şüphesiz Sen, herşeye Kadirsin derler" (et-Tahrim, 66/8).
Bir mümin kendisi için tövbe edeceği gibi, ölmüş olan veya hayatta bulunan ana-baba, hısımları ve diğeri müminler için de istiğfar edebilir. Bu dua sebebiyle Cenâb-ı Hakk`ın onları bağışlaması umulur. Kur`an-ı Kerîm`de bu konuda çeşitli dua örnekleri bulunur: "Ey Rabbimiz... bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et" (el-Bakara, 2/286); "Musa şöyle yalvardı: Rabbim, beni ve kardeşimi affet. Bizi merhametine garket" (el-A`raf, 7/151); "Babamı da bağışlayıp hidâyete erdir. Çünkü o, sapıklardandır" (es-Şuarâ`, 26/86);"Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği günde, beni, annemi, babamı ve biitün mü`minleri affet" (Ibrâhîm, 14/41).
İSTİHARE NE DEMEKTİR?
İstihare, herhangi bir şey yapmak isteyen kimse, yapılmasının iyi olup olmayacağını hissetmek maksadıyla iki rekat namaz kılmak, iyi ve hayrın görünmesi için Allah`a yalvarıp dua etmektir. Bu namaza istihare namazı, duaya da istihare duası denilir. Uyumak veya rüya görmek istihare için esas değildir. Hatta vakit dar olup uyuyacak zaman bulunmazsa herhangi bir hayırlı mesele için yine istihare namazını kılmak sünnettir. Ancak Şerh Şir`atü`l-İslam kitabında şöyle denilir: Namaz ve dua yaptıktan sonra abdestli olarak kıbleye doğru yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görürse o işde hayır vardır, siyah veya kırmızı görürse hayır yoktur. Ondan sakınmak daha iyidir.
İSTİHÂRE`NİN ŞEKLİ
Bazen istihâreye yatıp hiçbir şey görmediğimiz oluyor. Bu durumda ne yapmalıyız?
"Istihâre"de aslolan "rüyaya yatmak" değildir. Gerçi "Istihâre", yani Allah`tan "hayırlı olanı isteme" güzel ve güçlü bir sünnettir. Rasûlullah Efendimiz`in ashabına hemen her tereddütlü konuda "istihâre" tavsiye ettiği bilinmektedir. Ancak "Istihâre", kılma şekli ilmihal kitaplarında anlatılan iki rekât namazdan ve duasından ibarettir. Dua yaptıktan sonra, doğrulugu kalbine damlayan yönde hareket eder. Bir defa kılmasıyla kalbi bir yöne doğru ağırlık kazanmamışsa, bu namazı üç, beş, yedi defa tekrarlar, yine de kalbi seçim yapamıyorsa istisare de yapamıyorsa âklına uygun geleni yapar. Bu yedi defa iki rekâtı, aynı anda da kılabilir. Sünnette öğretilen "istihâre" budur. Gerçi bazı rüyalar, bazı gerçeklere işaret ederler, ancak isabetli tâbir de ayrı bir ilimdir: Kişinin kendine göre hayra dalâlet eden bir rüya, aslında şerri gösteriyor olabilir. Bu yüzden istihâreyi sünnette olduğu gibi yapmak gerekir. Fakat, istihâreden daha önemli olanın,"istişâre" yani, salih ve temiz bilirkişilere danışma olduğu da bilinmelidir. Rasûlullah efendimiz: "Istihâre yapan zarar etmez, istişâre edende pişman olmaz" (el-Hîndî VN/813 (H. 21532)) buyurmuşlardır.
Ticaret, evlilik, seyahat ve benzeri bir işe teşebbüs eden kimse, o işin kendisi için hayırlı olup olmayacağı hususunda tereddüde düşerse, şüphesini giderecek, tereddüdünü ortadan kaldıracak hal çareleri aramak ister. Bu hususta yapılacak ilk iş, yapılması istenen meselenin meşrûluğunun ve helâlliğinin araştırılması, dinî ölçülere uyup uymadığının incelenmesidir. Kişinin kendisi bir neticeye varamadığı takdirde en sıhhatli yol, o meseleyi münasip olan ehliyetli birisine danışmak, onun fikrini almak, gerekirse meseleyi enine boyuna bütün teferruatıyla konuşmak; kısaca istişare yapmaktır. İstişare yapılacak insanın da tecrübeli, bilgili ve sözüne itimat edilir olması gerekir.
Bir meseleyi kendi aralarında istişare etmeyi, oturup konuşmayı mü’minlerin vasıflarından sayan Kur’ân-ı Kerim, “Onların işleri aralarında müşavere iledir”1 buyururken, istişare ederken ehil kimselerin seçilmesini, fikren ve inanç bakımından yabancı olanlarla istişare yapılmaması hususunda da ikazda bulunmaktadır:
“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri içli dışlı dost edinip sırlarınıza ortak etmeyin. Onlar sizi zarara sokmakta kusur etmezler. Size sıkıntı verecek şeylerden hoşlanırlar. Size düşmanlıkları sözlerinden belli olmuştur; açığa vurmayıp da kalblerinden gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Biz size dostunuzu ve düşmanınızı böylece gösterip âyetlerimizi açıkladık—eğer akıl ederseniz.”2
Görüldüğü gibi basiret sahibi mü’min, kendi hususi meselesini, her önüne gelene açmamalı, rastgelenin fikrini almamalı. Çünkü kendisine yardımcı olacak birisini ararken çok kere onunla konuşması neticesinde yanlış karara varmasından dolayı hatâya düşeceğini hesap etmelidir. Çünkü insanın aldığı bazı kararlar hayatı boyunca kendisini bağlayabilir, tesiri altına alabilir. Tahsil, iş ve evlilik gibi. Tam ölçüp tartmadan bir iş kuran kimse, öyle ki birgün gelir, işinin ters gittiğini görür, iflâsa gittiğin anlar, neticede sermayesini de kaybedebilir. Bu hal maddî hayatına, hem de mânevî hayatına çok büyük tesir icra eder. Yine inceleyip araştırmadan bir evlilik hayatı kuran insan bu aceleciliğin ve tedbirsizliğin cezasını hayatı boyunca çekebilir, dünyasını zehir edebilir. Bunun için istişareyi kendimize alışkanlık hâline getirmeli, en basit meselemizi dahi tecrübeli ve ehliyetli birisine sormadan yapmamalıyız.
Bütün hayat safhalarıyla ümmetine mükemmel bir örnek olan Sevgili Peygamberimiz her meselesini yakınları ve Sahabileriyle istişare eder, onların da fikrini alır, öyle karar verir, işe başlardı. Halbuki kendisi bir peygamber olması hasebiyle vahye mazhardı; herkesten zeki, akıllı, derin fikirli, sâlim düşünceli bir insandı. Vahiyle sâbit olmayan hemen hemen bütün meselelerde Ashabiyle istişarede bulunurdu. Ümmetini de istişaresiz iş yapmamaları için tenbih eder ve istişare edenin hiçbir zaman pişman olmayacağını ifade buyururdu:
“İstihare eden kimse zarar görmez, istişare eden pişmanlık duymaz, iktisada riayet eden maişetçe aile belâsını çok çekmez.”3
Dikkat edileceği gibi hadis-i şerif mü’minin sosyal hayatını üç temel esasa riayet etmeye bağlamıştır: İstişare, istihare ve iktisat. Bilhassa bunlardan istişare ve iktisadın ne kadar ehemmiyet taşıdığı şüphe edilmez bir gerçektir.
Hadis-i şerifte tavsiye istihare de, istişare ettiği halde kalben rahat olmayan ve hissen tatmin olamayan kimselerin başvurabileceği bir sünnettir.
İstihare, lûgat mânâsı itibariyle, Allah’tan hayır dilemektir. Yani yapılacak bir işin iyi mi, kötü mü olduğunu yahut o işi hemen mi, yoksa bir müddet sonra mı yapmanın daha iyi netice vereceğini anlamak ve kalbin o meseleye yatışmasını Allah’tan dilemek ve istemektir.
İstihare Peygamberimizin bir sünnetidir. Ümmetine tavsiye ettiği bir duâ ve ibadet şeklidir. Peygamberimiz (a.s.m.) istiharenin nasıl yapılacağını, hangi duânın okunacağını bizzat öğretmiştir. İstiharenin ehemmiyeti hususunda Câbir bin Abdullah şöyle demektedir:
“Resulullah (a.s.m.) bize Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi büyük küçük işlerimizin hepsinde istihareyi öğretti ve şöyle buyurdu:
‘Sizden biriniz bir işe kalben azmettiği zaman, iki rekât namaz kılsın.”4
İstihare namazı iki rekâttır. İmam Gazalî bu namazın birinci rekâtında Fâtiha’dan sonra Kul yâ eyyühe’l-kâfirûne, ikinci rekâtında da Kul hüvellahu ehad sûrelerinin okunmasını tavsiye eder.5
Namazı kıldıktan sonra Peygamberimizden (a.s.m.) rivayet edilen şu duâ okunur:
“Allah’ım, bu işimin hakkımda hayırlı olacağını yalnız Sen bildiğin için bana doğrusunu göstermeni niyaz ediyorum. Senin sonsuz kudretine iltica ediyor, yardım bekliyorum. Yüce lütfundan ihsan etmeni istiyorum. Muhakkak Senin her şeye gücün yeter; ben ise hiçbir şeye güç yetiremem. Sen her şeyi bilirsin, ben ise hiçbir şey bilmem; Sen bütün gaybları bilirsin, Allah’ım, bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin âkibeti, dünyam ve âhiretim hakkında hayırlı ise bunu bana nasip eyle. Sonra bunda benim için feyiz ve bereket vücuda getir. Şayet bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin âkibeti, dünyam ve âhiretim hakkında hayırlı değilse, bunu benden, beni bundan vaz geçir. Bu hususta gönlümde bir meyil bırakma. Benim için hayırlısı ne ise onu kolaylaştır. Sonra da beni takdir buyurduğun bu hayırla hoşnut eyle.”6
Dua okunurken, “bu iş” şeklinde geçen yerlerde yapılması istenen iş zikredilir. Bu şekilde duanın Türkçesi okunabileceği gibi, Arapça aslını okumak daha faziletlidir. Duânın aslı, verdiğimiz bu kaynaklarda olduğu gibi, ilmihal kitaplarında da mevcuttur.
Kişi istihare ettikten sonra kalbi hangi tarafa meylederse onu yapmalı, istihareden önceki peşin hüküm ve kanaatini bırakmalı, kendi temayülüne dayanmalıdır. İstihareye rağmen bir temayül ve gönül yatışması görülmediği takdirde, istihareyi tekrarlayabilir. Bu sünnettir. Bununla alâkalı olarak Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
“Ey Enes, bir işi yapmayı niyet ettiğin zaman o iş hakkında yeniden yedi defa istihare et. Sonra kalbinden geçen temayüle bak. Çünkü hayır kalbinde doğan mânâdadır.”7
İş acele olup da istihareyi tekrarlamak mümkün değilse şöyle duâ edilir:
“Allah’ım, hakkımda hayırlı olan ne ise onu nasip et. Beni kendi halime bırakma.”
İbni Abidin, istihare eden kimsenin dileğinin uygun olup olmadığına işaret olarak şöyle bir kayda yer verir:
“Yatmadan önce dua okunur ve abdestli olarak kıbleye yönelerek yatılır. Rüyada beyaz veya yeşil görülürse o işin hayır olduğuna, siyah ve kırmızı görülürse de şer olduğuna işaret eder. Şerli olandan kaçınmak icap eder.”8
Bütün bunlarla birlikte istihare, müşkül durumlarda mü’minler için ruhî ve mânevî bir kuvvettir. Bir işte tereddütte kalan bir mü’min iki rekât namaz kılarak Cenab-ı Hakka yönelir. Teşebbüs edeceği iş, seçeceği hayat arkadaşı, dini, dünyası ve âhireti için hayırlıysa gönlünde bu işe karşı bir ferahlık uyandırmasını, vücudunda bu işi yapabilmeye kudret ve kuvvet yaratmasını; şayet bu iş dini, dünyası ve âhireti için hayırlı değilse gönlündeki meyli yok etmesini Cenab-ı Haktan niyaz eder. İçinde de bir hafiflik duyar. İstihare ettiği şey hakkında kendisi için hayrın görüleceğine kalben emin olur. Neticesinde râzı olur.
1. Şûra Sûresi, 38.
2. Âl-i İmrân Sûresi, 118.
3. Tecrid Tercemesi, 4:135.
4. Buharî, Küsuf: 75.
5. İmam Gazalî. İhyâu Ulûmiddîn. (Daru İhyâi’l-Kütübü’l-Arabî) 1:207.
6. İbni Mâce, İkametetü’s-Salât: 188; Buharî, Küsuf% 75.
7. Tecrid Tercemesi, 4:143.
8. İbni Âbidin, 1:461.
İSTİMLÂK
Mülk satın almak, mülk sahibi olmak, kamulaştırmak. Icraî karar alma yetkisine sahip bulunan bir âmme tüzel kişisi (devlet, belediye, vakıf gibi) tarafından bir malın, toplumun yararlanması için karşılığı verilip alınarak umûmun yararlanmasına arzedilmesi anlamında bir Islâm hukuku terimi. Mülkiyet hakkını sınırlayan bir tasarruf.
Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, toplumun menfaati ve ihtiyacı gerektirdiği durumlarda devletin şahıslara ait menkul veya gayrımenkul mallara müdahale ederek, bunları zorla satın alıp, toplum hizmetine sunması mümkün ve caizdir. Delil, sünnet ve sahabe uygulamasıdır. Hz. Peygamber Medine`de Naki` denilen ve otlak olmaya elverişli bulunan bir yeri, müslümanların atları otlasın diye, Devlet korusu hâline getirmiştir. Hz. Ömer de, halîfeliği zamanında, Rabeze denilen bir bölgeyi Devlet korusu statüsüne sokmuştur. O yöre halkının: "Ey müminlerin emiri, buraları bizim yurdumuzdur. Cahiliyye devrinde oraların uğruna savaştık. Islâm gelince de, üzerinde müslüman olduk, hangi hakla buralarını koru yapıyorsun?" diye itiraz etmeleri üzerine şu cevabı vermiştir: "Mal Allah`ındır, insanlar da Allah`ın kullarıdır. Eğer Allah yolunda kullanılan hayvanlar olmasaydı, bir karış toprağı bile koru yapmazdım" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Mısır, 1968, s. 414 vd.).
Gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman Kâbe mescidini genişletmek için, çevreden bitişik ev ve arsaları bedeli karşılığında ve sahiplerinin rızası olmaksızın ellerinden almış ve Kâbe haremine katmıştır (Ibn Âbidîn, Reddü`l-Muhtar, Istanbul 1306, III, 418, 419; Belazurî, Fütuh, s. 58; Zeydân, Islâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, Istanbul 1976, s. 370). Istimlâkin esası; "zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mübah kılar", "zararı âmmı def` için zarar-ı hâs tercih olunur" kurallarına dayanır. Nitekim mülkiyetin devir ve temliki, mal sahibinin rızasına bağlı olduğu halde, bir istisna olmak üzere kamulaştırmada rıza aranmamaktadır. Mecelle`nin konu ile ilgili maddesi şöyledir: "Ihtiyaç olduğunda, Devlet başkanının emri ile bir kimsenin mülkü, kıymeti ödenmek sûretiyle satın alınarak yola katılabilir. Fakat satış bedeli ödenmedikçe, mal sahibinin elinden alınamaz" (Mecelle, mad., 1216; Ibn Âbidin, a.g.e., III, 418, 419; Ibnü`l Humâm, Fethu`l-Kadîr, Mısır, 1389/1970, VI, 234; Molla Hüsrev, Dürer, Istanbul 1318, II, 136).
Bir kimse malını dilediği gibi kullanma hakkına sahip olmakla birlikte, bu kullanım sırasında başkasına "fahiş zarar" verirse, devlet veya devlet veya yetkili kıldığı makamlar, mülke müdahale edebilirler.
Ashab-ı Kirâmdan Semüre b. Cündüb`ün, bir komşusunun bahçesinde hurma ağaçları vardı. Bunlara gelip giderken komşusunu rahatsız ediyordu. Bahçe sahibinin şikayeti üzerine Hz. Peygamber; Ya ağaçları satmasını veya sökmesini yahut da bahçe sahibine bağışlamasını teklif etti. Semüre, bunları kabul etmeyince, bahçe sahibine; "Git ve hurma ağaçlarını sök " (Ebû Dâvud, Akdiye, 31) buyurdu. Başka bir uygulama örneği de sulama işiyle ilgilidir. Dahhâk (r.a) arazısini sulayabilmek için, Muhammed b. Mesleme`nin arazısinden kanal geçirmesi gerekiyordu. Muhammed b. Mesleme buna razı olmayınca, Dahhâk, Müminlerin Emiri Hz. Ömer (r.a)`e başvurdu. Hz. Ömer, durumu inceledi ve razı olmasa da Muhammed b. Mesleme`nin arazısinden geçirilmesini emir buyurdu (Zeydan, a.g.e., s. 370)
Sonuç olarak bütün bunlar, toplum menfaat ve maslahatını gerçekleştirmek, topluma gelebilecek zararlar önlemek için başka bir çözüm yolu bulunamadığı zaman, sahibinden malının zorla alınmasının caiz olduğunu göstermektir. Ancak bunun için, mülkü kamulaştırılacak kimseye, malının gerçek değerinin de ödenmesi gereklidır. Yol, nehir, okul, mescid, hastahane alanlarını genişletmek üzere kamulaştırma yapılması, bu konuya örnek olarak verilebilir. Olağanüstü ve savaş zamanlarında halkın elindeki bazı menkul mallara yararlanmak amacıyla, bir tazminat karşılığında el konulması, istimvâl (rekızasyon) adını alır. Bu el koyma, tüketilmeden kullanılabilen mallarda geçici olduğu için istimvâlde "tazminata bağlanmış ariyet" özelliği vardır (bk. "Istimvâl" mad.).
İSTİMNA (MASTURBASYON
"Istimnâ" Arapça`da, "istihâ bi`l-yed" ve "hadhada" olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir "fıtrat" dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır.
Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: "...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır..." (K.K. el-Mü`minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, "bunun ötesine geçenler"e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)
Bir hadîste: "elini nikâhlayan me`undur" (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, "meşâyihin rivayeti" diye nakleder. bk. 1611) Saîd b. Cübeyr`in rivayet ettiği bir hadiste: "Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir" Atâ`nin bir rivayetinde: "Elleri hamile olarak haşredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum" demiştir.
Ayrıca Allah (c.c.), evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: "Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır." (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)
Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel`i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü`I-Hümâm da "haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur" der. bk. AIûsî agk.)
Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezahib-i erba`a`da: "Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür" denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardavî, el-Helâl ve`I-harâm 165)
İmam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylî VI/25) Mesela Rasûlullah`ın amcaoğlu Ibn Abbas`a sorulduğunda: "Zina yapmaktansa bu iyidir" (Şa`rânî, Kesf) cevabını vermiştir.
Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; "iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir", "zaruretler haram şeyleri mubah kılar" kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır. Hanımının eli vs. azaları ile yapılması ise her halûkârda câizdir, helâldir.
İSTİŞARE
Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma.
Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (Ibn Manzûr, Lisanü`l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu`l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, Istanbul 1979, II, 1213). Istişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur`an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "Iş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu Imrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38).
Istişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu`l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76).
Idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "Iş hususunda onlarla istişâre et " (Alu Imrân, 3/159) ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikîler dini konularda Islâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacip olduğu görüşündedirler. Hatta ibn Atiyye ve Ibn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlinin vacib olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi`l-Kur`ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve`t-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148). Imam Şafiî istişâreyi nedb`e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu`l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, a.g.e., IV, 76). Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v.370/980)`ın Şûrâ(42) 38. ayetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vacipolduğu görüşünü benimsedığını anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü`l-Kur`an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148).
Hz. Peygamber (s.a.s) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir`de Ebû Sufyân`ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar`la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye`de, Taif Seferinde, Ifk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah`tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı ibn Teymiyye idareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir, demektedir (Ibn Teymiyye, es-Siyâsetü`ş Şer`iyye (Mecmû`u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa`d, "Arzu`l Ehâdisi`n-Nebeviyye el-Müteallike bi`ş-Şûra" (eş-Şûra fi`l-Islâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107). Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka`b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab`tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (Ibn Sa`d, et-Tabakât (nşr. Ihsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü`l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi. Kenzu`l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eş-Şûra sî Cahdi`l-Hulefai`r-Raşidin (eş-Şûrâ fi`l-Islâm içinde), l, 113-167).
Islâm hükümeti Alu Imrân 3/159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli`l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, Islâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), Istanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle Islam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (Izzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne`l-Esâle ve`l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).
Islâm`daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık-farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir (Ma`ruf ed-Devâlibî, Islâm`da Devlet ve Iktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), Istanbul 1985, s. 55). Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapıtalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir. Bununla beraber Islâmî müşâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, a.g.e., s. 56).
Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şura meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havazın ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre anında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhasarasında Gatafan`ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa`d b. Muâz ve Sa`d b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau`z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, Islâm`da Ferd ve Devlet, Istanbul 1978, s. 99-100). Ancak şûra meclisi kimlerden oluşursa oluşsun ortaya çıkan hükümler İslam`ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsızlık meydana getirmeyecektir. Zira Islâm âdil bir sistemdir.
Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250).
Istişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur`an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes`elûneke fi`d-dîni ve`l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü`l-Beyân, Istanbul, ts. (Üçdal), II, 766). Devlet başkanı ile şura meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam`a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhacırlerden Kureyş büyükleriyle müşavere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta`, Medine, 22, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü`l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü`l-Ma`rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103). Bu gibi durumlarda Hz. Peygamberin çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud`da Medine`nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104).
Istişârenin fazileti:
Istişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk`ın Kur`an-ı Kerîm`inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashab-ı kirâm, Resulullah (a.s.)`ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O`na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab`tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, Allah`ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Resulullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti.
Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu, işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah`tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.
Istişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.
Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.
Abbasi yöneticilerinden Me`mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma"
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapıları işlerden fayda yerine zarar elde edilir.
Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldır. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa. kendisine ümitsızlık ve güvensızlık gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.
Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah`ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "Akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir.
İŞVEREN
Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü elinde tutan kimse. Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi kesimini idare eden ve onların çalışacağı iş düzenini belirleyen.
Işveren ve işçi ayırımının ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur. Özellikle de Batı`ya has bir terimdir. Bilhassa Kapitalist felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX. asır da, işçi belirli kişilere bağımlı olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir. Işçinin varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve işverenle anlaşması halinde mümkündür. Yani işveren, işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir mevkidedir. Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide olan kapıtalist müteşebbis, bu üstün mevkişi dolayısıyla işçiler için haksız bir çalışma ortamını hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Batı`da özellikle eski ve orta çağların işçi-patron münasebetleri hemen hemen işçi ve patronun karşılıklı güven ve sadakat esasları dahilinde devam etmiştir. Çalışanlara karşı zulüm ve haksızlıklar, kişilere bağlı bir şekilde sürüp gitmiştir. Fakat Kapıtalizm çağı münasebetleri bambaşka bir şekle girmiştir. Bir kere, iktisadi ve sosyal hayatta olduğu gibi, burada da ferdiyetçi prensip hakimdir Bir işçi kapitalist işletmeye iştirak edince, yalnız iş ve vazifesi bakımından değerlenmiştir. Ona işletmedeki vazifesi dışında bir kıymet atfedilmemiştir. işçi, vazifesini bitirdikten sonra, patronun ilgisi dışına çıkmaktadır. Kapitalist işletmedeki işçi-patron münasebetlerini izah eden en açık görüşü meşhur Amerikan sanayıcisi Ford ortaya koymuştur. Ona göre bir işletmede el ele vererek çalışmak için birbirini sevmeğe, şahsî temasa lüzum yoktur. Işçiler vazifelerini bitirince evlerine giderler. Ferdî şahsî hayatlarını istedikleri gibi kurar ve geçirirler. Nihayet bir fabrika bir salon değildir. Modern sanayide sadakat ve güvene dayalı bir işbirliğine yer yoktur. Zaten modern sanayinin meslek hayatında, insan unsurundan fazla birşey beklenememektedir (Tahir Çağatay, Kapıtalist Içtimai Nizam ve Bugünkü Durumu, Istanbul 1975, s.122)
Sanayileşme ile birlikte, sanayı işletmelerinin yönetimi de günümüze kadar aktüalitesini muhafaza eden en önemli konulardan biri olarak belirmiştir. Aslında XIX. yüzyıl işletme ve teşebbüslerinde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplandığı görülmektedir. Bu teşebbüslerde istihdam edilen işçiler ise ölü sermaye gibi üretim araçlarının sahibi olan kapıtal sahiplerinin irade ve emirlerine terkedilmiş bulunmaktadırlar. Sanayı Kapıtalizminin bu ilk safhalarında, kapıtal sahibi yöneticilerin, iradelerini hudutsuz ve kayıtsız olarak sürdürebildikleri bir gerçektir. Ancak bu durumun bütün ileri sanayı cemiyetlerinde, az ya da çok, aşıldığı, kanunî düzenlemelere tabi olarak çalışan işletme ve teşebbüs devrının başladığı görülmektedir.
Bu durumda yönetim, ücretli profesyonel yöneticilere devredilmiş ve sahiplik ya da sermayedarlık ile yöneticilik birbirinden ayrılmıştır. Sanayi devriminin beraberinde getirdiği yeni teknoloji, sermaye ihtiyacının artmasına ve sermaye maliyetlerinin yükselmesine yol açmıştır. Büyük sermayeleri kendi kaynaklarından sağlayamayan müteşebbisler sermaye şirketleri ve birleşme yoluyla sermayelerini arttırmışlardır. Ancak bu yol, işletme sahipliği ile yönetimin aynı ellerde toplanmasına sebep teşkil etmiştir. Ayrıca büyüklüğün de tesiriyle, örgütlerin yönetici ihtiyacı artmış, bütün bu gelişmeler sonucu olarak yöneticiler sınıfı oluşmaya başlamıştır.
Kapıtalizmin bu yeni üretim tekniği ve sürüm anlayışı, eski sanayı şekli ve sistemlerinden hemen tamamıyle ayrı bir yol tutmuştur. Bu düzende ekonomik hayat kapıtalist teçhizata ve zihniyete sahip teşebbüs erbabı tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bunlar üretim vasıtaları, kapıtal techizatı ve işgüçleri üzerinde tasarruf hakimiyete sahiptirler. Bu nizamda küçük sanat erbabının ve feodal zümrenin ekonomik hayatın sevk ve idaresindeki rolleri son derece gerilemiş veya hiç kalmamıştır. Teşebbüs bizzat hissedarlar tarafından değil, fakat onların tayın ettiği ve teşebbüste hisse sahibi olmayan uzman kişiler tarafından yönetilmeğe başlanmıştır. Bu süretle işletme ve teşebbüslerde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplanması sistemi artık terkedilmiş bulunmaktadır (Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş Sosyal Siyaset, Istanbul 1981, s. 101-102).
Kapıtalist döneme has yönetim felsefesi, çalışanlar üzerinde ters bir tepki meydana getirmiş ve onları kendi haklarını koruma yolunda bir birleşme ve teşkılatlanma noktasına götürmüştür işveren zümreşinin kendi menfaatini sürekli düşünür olması, işçilerin de menfaatleri doğrultusunda bir mücadele içerisine girmesini sonuçlandırmıştır. Avrupa ülkeleri ve Amerika`da bu münasebetle büyük huzursuzluklar ve çatışmalar çıkmıştır. Işçi ve işveren tarafları, birbirlerini düşmanca görerek çatışma içerisine girmeleri uzun yıllar devam etmiştir.
Işçi birlikleri, toplumun endüstrileşme durumuna eşit bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tarihte çoğu bugün de görülebilen değişik türde sendika gruplaşmaları yer almıştır. Bu arada sendikacılığı geniş ve temel bir politik vasıta gibi kullanma çabası, gelişmekte olan ülkelerin siyaşı işlerinde hala önemli bir rol oynayabilmektedir.
Sendika ve şirket arasındaki güç durumu, çatışmanın yoğunluğunu belirlemektedir. Güç, dengeli olunca çatışma fazlalaşmakta; güç ayrılığı çok olunca, bu çatışma en aza inmektedir. Grevler, iş yavaşlatmaları ve iş durdurmaları, anlaşmazlıkları gidermenin militanca yollarıdır. Bununla birlikte, çoğu zaman endüstriyel anlaşmazlığa konu olan taraflar bu anlaşmazlığın daha az yıkıcı bir şekilde sonuçlanmasını arzu etmektedirler.
Batı hukuku çalışma hayatında ortaya "güçler" çıkarıp bu güçlerin çarpışma usul ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, Islâm dinî "taraflar arasında muvazene" tesisi ile menfaatlerini birleştirmeye gayret etmiştir. Önemli olan, cemiyetin hayatında işsizliğe mani olma ve istihsalın devamını sağlamaktır. Bu hedefe doğru hareket edilerek, taraflar arasında mutlaka bir çözüm bulunacak, bir tarafın diğerini ezmesine müsaade edilmeyecektir.
Islâmiyet emeğe olduğu kadar sermayeye de değer vermiş; ikisinin bir arada tekâmül ve yardımlaşma halinde bulunmasını temin için gayret sarfetmiştir. Toplumun menfaati, Allah`ın hakları içinde yer alır (bk. Servet Armağan, Islâm Hukuku`nda Işçi Işveren Arasındaki Münasebetler, Sosyal Siyaset Konferansları, Istanbul 1982).
Işçinin hakları, Islâm hukukunda, üzerinde çok duruları bir konudur. Işçinin yaptığı iş karşılığında esasları mukavele ile belirtilen bir ücrete hakkıolduğu Islâm hukukçuları tarafından toplumlarda, işçi-işveren ilişkisini vurgulayan bir teferruatla anlatılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) Buhârî`den alınan bir hadisi şerif`te şöyle buyurmaktadır: "Ben kıyamette üç kişinin hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen kimse" (Buhârî, Büyû`, 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Ruhûn, 4).
Sermaye-emek çatışması Kapıtalist ülkelerde sürüp gitmektedir. Son yirmi yıl içerisinde işveren ve işçi örgütleri ile birlikte grev ve lokavtlar da sayıca artmış ve yaygınlaşmıştır.
Grev, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurma hakkıdır. Böyle olunca, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir. Piyasada mal arzının düşmesinden ötürü fiyatlar artmakta; bu, tüketiciyi etkilemektedir. Üretime ara verilmesine yol açtığı için üreticiyi de etkilemektedir. Öte yandan grevden ötürü işi durdurmakla isçinin kendisi kayba uğramaktadır. (Ayrıca bk. Ecir, işçi maddeleri).
Grevin zıttı olan lokavt; işyerinin işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından kapatılması demektir. Lokavtla üretim durmakta ve işsizlık sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt sonucu, üretici ve tüketicinin çıkarları zedelenmekte ve bu durum, kestirilmesi güç bir çok sosyo-ekonomik tepkilerin ortaya çıkmasına yolaçmaktadır. Emekle sermaye arasında uzun boylu bir uzlaşma sağlamak için birçok girişimler yapılmış, ne var ki, Kapıtalist sistem bu konuda sağlam bir sonuca varmakta başarısızlığa uğramıştır.
Islâm toplumda sermayenin de, emeğin de varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur`an ve Sünnet`te saptanan temel ilke şudur: Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabıliyetlerini harcayarak yapacaktır. işveren ise işçiye hizmetinin karşılığını tam olarak ödeyecektir. Gerçekte Islâm, meseleye manevî bir yön vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir barış kurmaktadır. Bu husus, bugünkü emek-sermaye çatışmasının sebeplerini ve Islâmî emirleri analiz edince daha da aydınlanacaktır. Ekonomik ve psikolojik etkenler, bu tür endüstriyel rahatsızlıklar ve tedirginlik doğurmaktadır (bk. M. A. Mannan, Emek Sermaye ilişkisi, Istanbul 1972, s. 199).
İTİKAD
Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer`î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar. İkinci kısım dini hükümler inanç esasları ile ilgilidir. Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu inançların bütününe ad olan akâid ile eş anlamlı kullanır olmuştur. Kelimenin manası üzerine kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Ancak bu ihtilaflar aslı ilgilendiren meseleler değildir. Şu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meşhur olan manası ile aklî kesin hükümdür. Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir. Meşhur olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür. ilme istinat eder, şüphe götürmez. Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır (bk. Tehânevî, Keşşâf, II, 952).
İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini ifade eder. Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır. Hakikatte itikat daha geniş anlamları ihtiva eder. En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir. İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi mensuplarının itikadıdır (bk. iman mad.)
İslâm`da kelâmî mezhepler Maturidilik, Eşarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir.
İTİKÂF
Bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir fıkıh terimi.
İtikâf, Kur`an ve sünnetle sabittir. Kur`an`da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken; "... Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın..." (el-Bakara, 2/ 187) buyurulur. Başka bir ayette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir (bk. el-Bakara, 2/125). Hz. Peygamber`in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe`nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.s) Ramazan`ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber`in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk. Buhârî, İ`tikâf, 1-18; Ezân, 12, 135; Hayz 10; Müslim, İ`tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm, 77).
Ebu Hanife`ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescidde itikâfta bulunmak caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik`e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur.
Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir (ez-Zebîdî, Tecrîd-i«Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).
İTİKAF ÜÇE AYRILIR
a. Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Resulullah (s.a.s)`den, "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram`da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Resulullah (s.a.s); "Adağını yerine getir" buyurmuştur (Buhârı, i`tikâf, 16; Ahmed b. Hanbel, ll, 10).
b- Sünnet olan itikâf: Ramazan`ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe`nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129). Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk`ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur.
c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfda oruç şart değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüşünde bulundukları bilinmektedir.
İTİKAFI BOZAN ŞEYLER
a- Cinsi ilişkide bulunmak. Kur`an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın " (el-Bakara, 2/187) buyurulur. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa yine itikâf bozulur.
b- Herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak.
c- Bayılmak.
İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer`î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabılir.
İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır.
İçerisinde bulunduğu mescidden zorla çıkarılması ya da şahsı ve eşyası hakkında korkusu sebebiyle başka bir mescide taşınmak için çıkması ise zarûrî ihtiyaç sebebiyle çıkıştır.
Bunların dışında mescidden çıkmak itikâfı bozar. İtikâfda olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 440 vd.; ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 323 vd.; Mehmed Zihnî, Ni`met-i İslâm, İstanbul 1328, s. 98 vd.).
İTİKÂFIN ŞARTLARI
1- Niyet; Niyetsiz itikâf olmaz. Nezredilen itikâfda niyetin ayrıca dil ile ifade edilmesi gerekir.
2- Mescid: Erkeğin, itikafı cemaatle beş vakit namaz kılınan mescidde olmalıdır. İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram`da, sonra Mescid-i Nebevî`de ve sonra da Mescid-i Aksa`da olandır. Diğer mescidlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir.
3- Oruç: Daha önce de belirttiğimiz gibi vacip olan itikâf için oruç şarttır. Sünnet itikâf Ramazan ayında olduğu için zaten oruçlu bulunma şart vardır.
4- Temizlik: Kadınların hayız ve nifastan temiz olmaları gerekir. Cünüplük oruca mani olmadığı gibi, itikafı da bozmaz. itikâfa giren cami içinde iken ihtilâm olursa, dışarı çıkarak gusül abdesti alır ve yeniden itikâfa devam eder.
tikâfta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir. Bu nedenle mümeyyiz bir çocuğun itikâfı da geçerlidir.
Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının iznini alması şarttır.
İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaatı kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur`an, hadis, Allah`ı zikir ve ibadetle meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın adabındandır.
İTİKÂFTAKİ KADININ YEMEK PİŞİRMESİ
Kadın itikafta iken kocası için yemek pişirebilir mi?
Konunun anlaşılabilmesi için şu bilgileri hatırlamamız gerekir.
1- Itikâfin mescidde yapılması şarttır. Buna göre, eğer kadın evinin bir köşesini mescid edinmemişse onun itikâfi da sahih olmaz.
2- Kadının itikâfı ancak kocanın izni ile sahih olur. Kocası kendisine itikâf için izin verdikten sonra artık ona engel olamaz. Çünkü zevceye verilen izin, onun menfaatlerini kendi mülküne vermek (temlik) demektir. Kadının da mülk edinme ehliyeti bulunduğu için bundan dönülemez.
3- Kadının itikâf adâması (böylece itikâfı kendisine vacip kılması) sahih ise de, bu adağını yerine getirmesi kocamın iznine bağlı bulunduğundan, izinsiz olarak itikâf adayan kadın kocası bundan engelleyebilir.
4- Bir ay itikâfa izin veren kocanın zevcesi aralıksız itikâf yapmak istediğinde kocası ona parça parça itikâf yapmasını emredebilir.
5- Itikâfa girenin yemesi, içmesi, uyuması, kendisi ya da çoluk çocuğu için muhtaç olduğu şeyi satın alması mescidde olur. Bunlar için çıkarsa itikafı bozulur.
6- Yukardaki biIgiler vacip olan (yani adanmış, nezredilmiş bulunan) itikâflar içindir. Nafile itikâflarda hareket serbestisi biraz daha fazladır. Buna göre kocası kendisine "yemeğini pişirme" şartı ile izin veren, ya da nafile itikâfa girerken bu niyetle giren kadın, çıkıp evinin yemeğini pişirebilir.
7- Yalnız gündüzleri itikafa niyet etmek de sahih olduğu için, böyle niyet eden bir kadın da geceleri (oruç tutulmayan saatler) çıkıp ev işlerini yapabilir.
İTLAF (BAŞKASININ HAKKINA TECAVÜZ VE ÖDEME DURUMU)
Yok etme, helâk etme. Bozmak ve tüketmek yakın anlamlı kelimelerdir. Bir şeyi örfe göre kendisinden yararlanılır olmaktan çıkarmak anlamında bir İslâm hukuku terimi. Meşhur İslâm hukukçusu el-Kâsânî (ö. 5 87/ 1191) , suçları , insanlara veya hayvanlara ve eşyaya karşı işlenenler olmak üzere ikiye ayrılır. Hayvan ve eşyaya karşı işlenenleri de gasb ve itlâf olmak üzere iki kısımda mütalaa eder (el-Kâsânı, Bedâyîu`s-Sanâyi`, VII, 164, 233).
İtlâf, tazmini gerekli kılan bir sebeptir. Çünkü başkasının hakkına tecavüz ve ona zarar vermektir. Ayette; "Kim sizin hakkınıza tecavüz ederse, siz de size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele edin" (el-Bakara, 2/194) buyurulur. Hz. Peygamber de; "İslâm`da zarar ve zarara karşı zarar yoktur" buyurmuştur. Gaspta bile tazmin gerekince, malı telefte öncelikle gerekir. Çünkü bu, sırf hakka tecavüz ve zarar vermedir. Hatta başkasının malına zarar vermenin kasten ve hata yoluyla olması, telef edenin büluğ çağına ulaşıp ulaşmaması, temyiz kudretine sahip olup olmaması arasında bir fark yoktur. Bütün bu durumlarda tazmin gerektiği konusunda dört mezhebin görüş birliği vardır. Hatta uyuyan veya akıl hastası olan da mala verdiği zarardan sorumludur (ibn Nüceym, el-Esbâh, ve`n-Nezâir, I, 77; İbn Rüşd Bidâyetü`l Müctehid, II, 404 vd.; ibn Âbidîn, Reddu`l-Muhtâr, V, 378, 415).
Mal telefine dolaylı yoldan sebep olma İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığına neden olmuştur.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf`a göre, kapı, pencere ve benzeri yerleri açık bırakarak malın çalınmasına sebep olan, bir hırsıza veya zalime yol göstererek veya hayvanın bağını çözerek mal telefine sebep olan kimse malı tazmin etmez. Çünkü mücerred olarak kapıyı açık bırakma, hayvanı serbest bırakma vb. fiiller her zaman doğrudan telefe sebep olmadığı için bunlara bir hüküm gerekmez. Mâlikî ve Hanbelilerde ise, bu kimseye tazmin gerekir. Bir kabın ağzını açık bırakmanın yol açtığı telefte de aynı hüküm uygulanır (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 166; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 280; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, I, 374, 375; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletuh, V, 741, 743).
Acı bir haber vermekten veya hâkimin gebe bir kadını davet etmesi yüzünden can telefi meydana gelse tazmin gerekmez. Çünkü sebep sonuç arasında bağlantı yoktur. Mal sahibinin malının başından uzaklaştırılması telefe yol açmışsa, eğer mal menkulse tazmin gerekir; gayrimenkulse gerekmez. İmam Muhammed`e göre ise, gayrimenkullerde de gasp ve telef hükümleri uygulanır (İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 223, VII, 834; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 192).
İtlâfta tazminin gerekmesi için şu şartların bulunması aranır:
l) Telef edilen şey mal olması gerekir. Bu yüzden ölü hayvanın, deri ve kanın, adi toprağın tahrip edilmesi tazmini gerektirmez. Çünkü bunlar şer`an ve örfen mal değildir.
2) Malın, sahibine göre mütekavvim sayılması icab eder. Mütekavvim mal; darda kalmaksızın kendisinden yararlanmanın şer`an mübah olduğu maldır. Bu sebeple, müslümana ait şarap veya domuzun telefi hâlinde tazmin gerekmez. Telef edenin müslüman veya zimmî olması sonucu etkilemez. Çünkü bunlar müslüman hakkında mütekavvim malı değildir. Gayri müslime ait şarap veya domuza gelince; bunları telef eden müslüman olsun, başkası olsun tazmin eder.
3) Telefin devamlı bir zarar oluşturması gerekir. Mal eski hâline getirilebilirse tazmin gerekmez.
4) Telef edenin tazminin vücûbuna ehil olması gerekir. Meselâ, bir kimse kendi malını telef etse bir şey gerekmez.
5) Tazminden bir yarar olmalıdır. Harbînin malını telefte müslümana ve dâru`l-harpte müslümanın malını telefte harbı üzerine tazmin gerekmez. Çünkü bir belde hâkiminin, hükümlerini başka bir belde halkı üzerinde infaz etme yetki ve velayeti yoktur. Harbînin malı İslâm nazarında mübahtır. Bunu alan kimse gaspçı sayılmaz. Âdil, bâğinin (âsî); bâği, adilin malını tahrip etse tazmin gerekmez. Çünkü bunların birbiri üzerinde velâyet ve hükmetme yetkileri yoktur.
Başkasının malını dolaylı yoldan (tesebbüben) telefte tazminatın gerekmesi için telefin; hakka tecavüz yoluyla veya kasıtla olması gerekir. Meselâ, umumî yolda idarecilerden izinsiz bir çukur kazan ve çevresinde gerekli tedbirleri almayan kimse, bu kuyuya düşüp ölen bir hayvanı tazmin eder. Komşu arazinin suyunu kesen ve mahsulün kurumasına sebep olan kimse de bunu öder. Ayrıca sebebin, sonucu, âdetlere göre araya başka bir sebep girmeksizin meydana getirmesi gerekir. Meselâ, izinsiz umumî yol üzerinde kazılan bir kuyuya bir hayvanı üçüncü bir şahıs itse ve ölümüne sebep olsa, hayvanı, kuyuyu kazanın değil, onu o kuyuya itenin tazmin etmesi gerekir. Bir malın zaruret halinde tahribi veya tüketilmesi tazmine engel teşkil etmez. Telefte tazmin gaspta tazmin gibidir. Yani mal mislî ise misliyle; kıymeti ise kıymetiyle tazmin edilir (es-Serahsî, a.g.e., II, 53; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 155, 157, 167 vd.; eş-Sevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 329 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhu`l-İslâm; ve Edilletüh, V, 745, 750).
İVAZ (KARŞILIK OLARAK VERİLEN ŞEY)
Bedel, karşılık, yerine geçen, satım veya mali konudaki başka bir akitte, taraflardan birisinin taahhüdüne karşılık, diğer tarafın vermek veya yapmak yükümlülüğünde olduğu şeyleri ifade eden bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a`vaz" dır. Bir akit iki tarafa borç yüklüyorsa, buna "ivazlı akit" denir. Satım, kira ve sulh akdi gibi. Taraflardan birisine borç yüklüyor, diğer taraf borç yükü altına girmiyorsa, buna da "ivazsız (bilâ ivaz) akit" denir. Hibe, vasiyet, âriyet gibi.
Bir satım akdinde satıcı malı vermeyi borçlanırken, alıcı da, bu malın bedeli olan parayı ödemeyi üstlenmektedir. Burada mal ve bunun bedeli olan para karşılıklı ivaz`lardır. Hibe akdinde ise bir taraf, meselâ bir gayrimenkulünü karşı tarafa bağışlarken bir bedel talep etmediği için, akit ivaz`sız olarak yapılmaktadır.
Hibe akdi gerek İslâm hukukunda ve gerekse beşerî hukuklarda, kural olarak; bir mal veya ekonomik değeri olan bir şeyin karşılıksız ve meccânen temlikidir (Mecelle, mad. 833, 838; Türk B.K. m. 231/1; Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, İstanbul 1950, l, 39).
Ancak bu kuralın istisnası olarak, hibe edilenin kıymetine eşit veya daha fazla olmamak şartıyla ivaz`lı hibe de mümkün ve caiz görülmüştür. Çünkü günlük hayatta bağış yapılırken bazı şart ve yükümlülüklerin konulması veya küçük de olsa bir bedelin alınması bağışlayan için önemli olabilmektedir. Çok değerli bir gayrimenkulü "ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla bağışlamak" veya yüzmilyon lira değerindeki dairesini alıcıya yardım etmek amacıyla onmilyona satmak gibi.
Hanefîlere göre, ivazlı hibe, başlangıcı bakımından hibe ise de, sonucu itibarıyla satım akdinden ibarettir. Bu yüzden de caizdir. Hatta İmam Züfer`e göre bu çeşit hibe doğrudan satım akdi niteliğindedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnûn, el-Müdevvene, Kahire 1323-1324, XV, 79).
Şafiî ve Mâlikîlere göre de ivazlı hibe, satım akdi niteliğinde olup, taraflar için seçim hakkı bile doğurur (Mâlik, el-Muvatta`, II, 128; Sahnûn, a.g.e., XV, 79).
İvazlı hibenin caiz olduğunu gösteren deliller hadis ve sahabe kavlidir. Abdullah b. Abbas`tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber`e birisi bir deve hibe etmiş, O da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o kimseye razı oldun mu? diye sormuş, o şahıs, hayır, deyince, Hz. Peygamber, onu razı edinceye kadar, karşılık olan ivazı arttırmaya devam etmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 295; Abdurrazzâk, el-Musannef, IX, 105). Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Yaptığı hibenin karşılığını bekleyen kimseye, ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da karşılığı olan bir ıvaz ödenmelidir" (Abdurrazzâk, a.g.e., IX, 105).
Mecelle`nin 855 nci maddesinde; "İvaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" hükmü yer alır. Bu madde için şöyle bir örnek verilir: Bir kimse, mülkü olan bir akarı, ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla, birisine hibe ve teslim etse, bağışlanan bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup, hibesinden vazgeçmekle o akarı geri alamaz. Burada borçlanma karşılıklı olduğu için, tek yanlı irade beyanıyla akdin bozulamayacağı belirtilmiştir.
Hibede, şart koşulan ivaz muayyen ve belirli olmadığı taktirde hibe akdi sahih, şart fâsit olur (Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1949-1952, IV, 111). Şafiîler`e göre, şart koşulan ivaz belirli ise akit sahih ve satım akdi niteliğinde olur. ivaz şart koşulmuş fakat belirsiz bırakılmışsa akit batıl olur (Sâf î, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 105; Nevevî, Minhâcü`t-Tâlibîn, Mısır, t.y., s. 72).
Türk Borçlar Hukukunda da, şartlı, mükellefiyetli veya küçük bir bedel karşılığında yapılacak "ivazlı hibe" geçerli sayılmıştır. Hibenin tarifinde yer alan; "bağışlamanın mukabıl bir ivaz taahhüt edilmeksizin yapılması gerekeceği" ifadeleri, genel kurallarla ilgilidir (bk. mad. 244/1). İvazlı hibe, kuralın istisnasıdır. Diğer yandan satım akdi ile ivazlı hibe arasında hükümleri ve sonuçları bakımından birtakım farklılıklar vardır (bk. AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 60-61).
Hanefîlere göre prensip olarak hibeden vazgeçmek caiz görülürken, yedi durumda artık bunun mümkün olmayacağı esası benimsenmiştir. Hibe edilen şey karşılığında bir ivazın verilmiş olması ve bağışlayanın da bu ivazı kabzetmiş bulunması rucûa engeldir (Diğer rucû engelleri için bk. Ebû Yusuf, el-Asâr, Kahire 1355, s. 163 vd.; el-Kâsânî, Bedâyîu`s-Sanâyi`, Mısır 1327-1328, VI, 128-134; Mehmed Mevkufâtî, Mevkufât, Mülteka Tercemesi, İstanbul 1312- 1315, II, 138).
İYİLİK VE GÜZEL ŞEYLER İŞLEMEK
İyilik, hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman`ın Allah`a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın kendisidir. Allah`ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah`a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah`ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr gerçekleşir. Çünkü Kur`an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur`an`ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır.
Be-r-ra`, "iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş oldu" demektir; kelime Kur`an`ı Kerîm`de bu anlamda değişik şekillerde kullanılmıştır:
"Allah sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve adaletle davranmaktan alıkoymaz, Allah adaletle davrananları sever" (el-Mümtehine, 60/8).
`Adele` fiilî ism-i fâilinin "adl" ve "âdil" şeklinde geldiği gibi "Berra" fiilinin ism-i faili hem "berr", hem de "bârr" olarak gelir. Adl, âdilden daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade ediyorsa, berr de bârr`dan daha beliğ ve daha geniş bir anlam ifade eder. Berr öncelikle Hakk Teâlâ hakkında kullanılır.
"Biz bundan önce O`na dua ederdik; muhakkak O berr ve rahîm olandır" (et-Tûr, 52/28).
"Kul Rabbi`ne bol itaatte bulundu" anlamında kullanıldığı gibi, Allah`ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesi demektir. Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara`dır. Berr`in Kur`an`da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz:
"(O Kur`an Allah katında) pek şerefli son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir. Emrine itaatkâr değerli (kiramen berara) kâtiplerin ellerindedir. " (Abese, 80/13-16).
"(Yahya) anne-babasına berr idi, zorba ve isyankâr değildi " (Meryem, l9/14-15).
"(İsa): "Beni bulunduğum her yerde mübarek kıldı ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekât`ı emretti. Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni". (Meryem, 19/31-32).
"Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizi ebrarla (salih kimselerle) birlikte vefat ettir" (Âli İmrân, 3/193).
"Muhakkak ebrâr Naim`dedir" (el-İnfitar, 82/13).
Rasûl-i Ekrem`e "birr" nedir diye sorulduğunda şu ayet- kerimeyi okumuşlardır:
"Birr, yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah`a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere infak eden, namazı kılan ve zekâtı veren, ahidleştiklerinde ahdini yerine getirenler, zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sâdık olanlar; ve onlardır müttaki olanlar" (el-Bakara, 2/117).
Ayette açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı yukarı bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin) içine almaktadır. Bir diğer husus "birr"in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet "birr"i amel olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman belirttiğimiz gibi, insan maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir. Artık ona mümin yerine iman; muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz. Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer. İradesini Allah`ın iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma geçen insan, Allah`ın her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır. Ayetten anlaşılan bir diğer husus birr`in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır. Birr konusunda gelen diğer ayetler, yukarıdaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak, farzı içine aldığı gibi fazlasını da kapsar. Kur`an duruma göre ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesini emreder (el-Bakara, 2/219); "Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine alır.
"Sevdiğinizden infak etmedikçe birr`e erişemezsiniz.." (Âli İmrân, 3/92).
Evlere ancak kapılarından girilir. Arkalarından değil, önlerinden gelinir. Aynı şekilde, her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır. Sözgelimi, ilim ancak âlimden öğrenilir; yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr ehline (o işi bilenlere) sorulur; ancak bu yollarla birr`e ulaşılabilir.
"Evlere arkalarından gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından gelin, Allah`tan ittika edin. Umulur ki, felah bulasınız" (el-Bakara, 2/189).
İZALE-İ ŞÜYÛ (ORTAKLIĞI SONA ERDİRME )
Birden çok gerçek veya tüzel kişiler arasında ortak olan bir şeydeki ortaklığı giderme anlamında bir İslâm hukuku terimi.
Bir mal üzerindeki ortaklık, bu malı ya ortaklar arasında taksim ederek veya taksim mümkün olmazsa satışı yoluna gidilerek sona erdirilebilir.
Hanefîlere göre taksim cebrî ve rızâî olmak üzere ikiye ayrılır. Cebrî taksim; ortaklardan birisinin isteği üzerine hâkimin kur`a çekerek veya başka bir yolla ortak malı taksim etmesidir. Rızâî taksim; ortakların karşılıklı rıza ile yaptıkları taksimdir. Bu, diğer akitler gibi bir akit sayılır ve "taksim akdi" adını alır. Cebrî taksime "kazaen taksim" de denir. Bunlardan her biri ikiye ayrılır:
1) Müşterek mülkiyete çevirerek taksim (tefrik veya fert taksimi). İştirak halinde ortak olan bir malın, ortakların hisselerine göre taksim edilip, her cüz`ünde şâyi olan hisselerin, birer kısımda belirli hâle gelmesidir. Yarı yarıya ortak olan bir arsanın ikiye taksimi; iki veya üç kişi arasında ortak olan büyük bir evin, bunlardan herbirine ikide bir veya üçte bir kısmını vererek, mülklerini belirleme gibi. Bu, ölçü, tartı, ve standart olup sayıyla alınıp satılan ortak mallarda söz konusu olabilir (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, VII, 19, 22; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, V, 184).
2) Toplayıp hisselere bölme (cem` taksimi). Aynı cins ortak mallar toplanarak, ortakların hisselerine göre kısımlara bölünür. Üç kişi arasında ortak olan otuz koyunun onar onar üçe taksimi gibi...
Bu, yalnız mislî mallarda caiz olur. Cinsleri farklı olan mallar bu şekilde taksim edilemez.
Karşılıklı rızaya dayanan taksimin şartları şunlardır:
a) Taksim yapacakların ehliyetli olması. Akıl yeterlidir. Bu nedenle akıl hastalan ve gayri mümeyyiz çocuklar mal taksimine ehil değildirler. Ancak mümeyyiz çocuk bu tasarrufu velisinin izniyle yapabilir.
b) Mülk veya velî olma. Taksimi ancak malın sahipleri veya bunların ehil olmaması hâlinde velileri yapabilir.
c) Ortak veya vekillerinin hazır bulunması. Rızaen taksimde, bir ortağın gıyabıda diğerleri taksim yapsa, bu geçerli olmaz. Ancak böyle bir taksimi hâkim yapmışsa geçerlidir.
d) Ortakların rızası, Rıza olmazsa taksim geçerli bulunmaz. Meselâ mirasçılar arasında vasisi olmayan küçük bir çocuk veya gaib (kayıp kimse) olsa; diğerleri mirası taksim etseler, bu geçersiz olur. Çünkü burada taksim, satım akdi gibidir (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 19, 22, 24; İbn Âbidîn, a.g.e., V, 180).
Kazaen (Mahkeme kararıyla) taksimin şartları:
l) Ortaklardan birisinin veya hepsinin hâkimden taksim talebinde bulunması. Prensip olarak, talep olmaksızın ortak mal taksim edilemez. Çünkü bu, başkalarının malında tasarruf olur ve şer`an sakıncalıdır. Bir ortak taksimi ister, diğeri istemezse; mal bölünebilir cinstense, ortaklar arasında kazâen taksim edilir. Zararı gidermek için bu gereklidir. Mal bölünebilir nitelikte değilse, ortak maldan sırayla yararlanmalarına veya gelirinin paylaşılmasına hüküm verilir.
2) Taksimin zararlı olmaması. Bu, müşterek mülkiyete çevirerek taksimde söz konusu olur.
Ortak mal, kitap, küçük ev, değirmen, yakut gibi bölünemeyen veya bölündüğü taktirde yararlanılır olmaktan çıkacaksa, bunlarda kazaen taksim yoluna gidilmez. Sırayla yararlanma veya gelirini paylaşma (muhâyee) kararı verilir; yahut da, bu gibi bölünemeyen ortak mallar mahkemece satılarak parası ortaklara payları oranında taksim edilir (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 22, 27; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 115 vd.; Ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1970, VII, 137, 152).
İşte ortak bir mal ister rızaen, ister kazaen taksim edilmiş olsun veya taksime elverişli değilse satılarak parası bölüştürülmüş bulunsun bütün bu durumlarda maldaki ortaklık (şüyû) giderilmiş olur.
İZAR (ÖRTÜ)
İzar daha çok hadis ve fıkıh kitaplarında geçer. Eskiden takım elbise "izar" ve "rida"dan ibaretti. Belden aşağı bağlanana izar; ihram gibi omuza atılana da rida denirdi. Rida yeteri büyüklükte olunca, sağ ucunu sol omzundan geçirip ve sol ucunu sağ kolunun altından çıkarıp iki ucunu ya göğüs tarafından, ya da arkadan bağlayarak örtü yapmak suretiyle namaz kılmak mümkün ve caizdir. Ashab-ı Kirâm`dan Amr b. Seleme, Hz. Peygamber`in böyle bir rida ile namaz kıldığını nakleder (Buhârî, .Salât, 4; Müslim, Salât, 279, MiŞâfirîn, 83, 196; İbn Mâce, Tahâre, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 239, 257, 281, 351).
Tek parça halindeki kumaşın iki ucunun bağlanması, rükû sırasında bunun düşmemesi ve namaz kılanın kendi avret yerine gözünün takılmaması içindir (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1983, II, 28).
Günümüzde hacca gidenlerin ihram niyetiyle belden aşağıya bağladıkları büyücek havlu izar, omuza alman üst havlu ise rida yerindedir. Bu giysiler erkekle ilgilidir.
Kadının ise namaz kılarken ve yabancı erkeklerin yanında, ya da ev dışına çıktığında yüz, el ve ayaklar dışında tüm bedeninin örtülmesi gerekir. Kur`an-ı Kerîm`de kadının tesettürü için iki parça giysiden söz edilir. Birincisi yanlara serbest salıverilen başörtüsü (hımâr, çoğulu humur), diğeri bedeni aşağıya kadar örten dış elbise (cilbâp, çoğulu celâbîb)`dir (bk. en-Nûr, 24/31; el-Ahzâb, 33/59).
Kadınların hac`ta normal tesettürleri ihram yerine geçer. Onlar için ayrıca ihram giysisi söz konusu değildir.
İZİN İSTEME (İSTİ`ZÂN) MESELESI
Islâm, sosyal ilişkilerdeki usulleri (âdâb-i muâşeret) insan onuruna en yakışır biçimde, dünyasına da âhiretine de en yararlı tarzda açıklamış ve düzene koymuştur.
Kur`ân-ı Kerim, izin isteme konusunu iki ayrı yerde detaylıca anlatır:
"Ey inananlar, evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir." Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Size, dönün denirse dönün. Bu, sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilir. Içinde menfaatiniz bulunan boş evlere girmenizde bir sorumluluk yoktur. Allah açıga vurduğunuzuda gizlediğinizi de bilir". (Nûr (24) 27, 28184. Nûr (24) 58-59)
Bu âyetleri Efendimizin hadîsleriyle beraber düşünen tefsirciler; "Ev sahibinin görülmesini istemediği bir manzaraya ya da açık olabilecek avret bir yere gözü ilişmemesi ve muhtemel çok büyük fitnelere sebep olmamak için gidilen evin kapısını üç defa çalar, sırtını kapıya verir ve bekler. Açarsa selâm verir ve söyleyeceklerini söyler, açmazsa dördüncü defa çalmaz ve döner" demişlerdir. Bu konuda kadınlâ erkek eşittir. Çocuklar ise bununla sorumlu değillerdir. Ancak öğretilmeleri gerekir.
Bu konuda aynı sûrede daha sonra şu âyetler yer alır:
"Ey inananlar, elleriniz altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olan (çocuk) lar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde, üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta, size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah Bilen`dir. Hakîm`dir. Çocuklarınız erginlik çağına gelince, büyüklerinin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah Bilen`dir. Hakîm`dir.
Bu âyetlerde de ev halkının ve küçük ve büyük çocukların izin isteme niteliği açıklanır. Küçük çocuklar, karı kocanın soyunmuş olabileceği zamanlarda izin almadan onların yanlarına giremezler. Demek ki ergin olmasa dahi, birşeyler anlayabilecek çocuklar, anne-baba ile aynı odada yatmayacaktır.
Böyle küçük çocukların, anne-babanın soyunmuş olabilecekleri zamanlar dışında, izin almadan yanlarına girmelerinde bir sakınca yoktur. Ançak ergin çocuklar, izin konusunda büyükler gibidirler. Anne-babalarının, ya da bir başka kadının odasına her girmek istediklerinde izin isteyecekler üç kez kapıyı vurmalarına rağmen ses çıkmazsa döneceklerdir. Bu bir Islâmi edeptir, öğrenilmesi ve öğretilmesi gerelkir.
Girme, konusunda küçük çocukların da izin isteme gereği düşünülerek, ergin olmayan çocuk nasıl mükellef olur gibi bir soru akla gelebilir. Ancak bunuda hitap onlara değil büyükleredir. Büyüklerin bunu onlara öğretmeleri istenmiştir.
İARE, ÖDÜNÇ
Ödünç verme, nöbetleşme, birbirinden alma, süratle gidip gelme.
Karşılıksız olarak ve dönülebilecek şekilde bir kişiye sözleşme esnasında faydalanması için verilen mal anlamında bir fıkıh terimi.
Ödünç verme akdi, tarafların sözlü ifadeleri (icab-kabul) veya karşılıklı olarak alıp verme yoluyla yapılır.
Ödünç vermenin sıhhatli olabilmesi için gerekli şartlar şunlardır:
1- Ödünç veren ve alan kişiler akıllı veya mümeyyiz olmalıdırlar. Mümeyyiz olmayan çocuğun veya delinin ödünç alıp vermesi câiz değildir. Çocuğun bâliğ olması şart değildir (elKâsani, Bedâyiu`s-Sanâyi, VI, 214).
2- Ödünç verenin izni, ödünç alanın kabzı olmalıdır. Kabzedilmeyen bir mal ödünç verilmiş olmaz.
3- Ödünç veren, verdiği malın menfaatine sahip olmalıdır.
4- Ödünç veren, ödünç vermeye zorlanmamış olmalıdır.
5- Ödünç verilen mal, helâk edilmeden faydalanmaya elverişli olmalıdır.
6- Ödünç verme akdinde, zaman yer, ne yönden ve kimlerin yararlanacağı belirtilir veya belirtilmez. Belirtilmemiş ise ödünç alan o malı istediği zaman, dilediği yerde ve arzu ettiği şekilde kullanabilir ve istediği kimseye ödünç olarak da verilebilir. şayet sözleşme esnasında zaman, mekân, faydalanma şekli ve faydalanacak kişiler sınırlandırılmış ise, ödünç olarak da verilebilir. Şayet sözleşme esnasında zaman, mekân, faydalanma şekli ve faydalanacak kişiler sınırlandırılmış ise, ödünç alanın buna uyması gereklidir. Malı ödünç alanın bir hatası olmaksızın zayi olursa ödünç alanın bunu tazmin etmesi gerekmez.
İBADET OLARAK KIRAAT
Ibadetler ya sırf malîdir : Zekât, öşür, keffaret... gibi. Ya sırf bedenîdir: Namaz, oruç, itikâf, Kur`ân okumak, zikrullah yapmak gibi.Ya da hem malî, hem de bedenîdir : Hac gibi...Hâfizü`d-Dîn en-Nesefi`nin ifadesine göre niyâbet (başkası adına yapma), malî olan ibadetlerde acz halinde de, kudret halinde de câizdir. Bedenî ibadetlerde hiçbir halde câiz değildir. Hem bedenî, hem de malî (mürekkep) ibadetlerde ise, sadece acz halinde câizdir ve aczin ölüme dek uzanan devamlı bir acz olma şartı vardır. (Nesefi, Kenzü`d-dekâik (Tebyîn ile) ll/85.)
Imâm Zeylâ-î bunu şöyle açıklar :"Zira malî ibadetlerden maksat, muhtacın ihtiyacını gidermektir. Bu ise bizzat mükellefin fiili ile hasıl olabileceği gibi, nâibinin fiili ile de hasıl olabilir. böylece imtihanın özelliği yine tahakkuk etmiş olur. Dolayısı ile her ikisi de eşittir. bedenî ibadetlerde ise niyabet hiç bir halde câiz değildir. Zira bunlardan maksat, Allah`ın (c.c) rızasını talep amacıyla, nefs-i emmâreyi güçsüz düşürmektir. Çünkü o Allah`a (c.c) düşman olarak ortaya atılmıştır. Hadîs-kudsîde, "Nefsine düşman ol! Zira o Bana düşman olarak dikilmiştir." buyurmaktadır.İşte bu gaye, nâibin fiili ile aslâ hasıl olmaz. Dolayısı ile böyle ibadetlerde bir fayda temin etmediğinden dolayı niyabet cereyan etmez. (Zeylaî N/85) Bu yüzdendir ki, müctehit imamlar, ölmüş birisi yerine hiç kimsenin namaz kılamayacağında ve oruç tutamayacağında müttefiktirler. Bizim mezhebimizde, diri olması halinde de durum aynıdır. Binaenaleyh, bu durumda ücretle tutmanın câiz olmayacağı daha açıktır. Zira niyabet isti`cardan kolaydır." (Ibn,`Abidîn, Sifa`ul-alîl, s.165.) Imâm Birgivî de "Ikâzu`n-Nâimîn" adlı risâlesinde:"Sadece bedenî bir ibadet olup, bir vesile olmayan namaz, oruç, Kur`ân okumak. Tehlil, tesbih, tekbir ve tasliye gibi bir ibadete; bir mal almak amacıyla, sevabını da verdiği, sadece bu sevabın kendisine ulaşması için verene bağışlamak niyyetiyle koyulmak ve başlamak, ne Islâm mezheplerinden bir mezhebde, ne de semâvî dinlerden birinde câizdir." (Ibn ‚Abidin, Şifâ`ul-alîl, s. 174.) der.
İCARE, KİRAYA VERMEK
Kiraya vermek, menfaatin satımı yararlanılması şer`an mübah olan bir şeyden, bir bedel karşılığında belli bir süre yararlanmak üzere yapılan akit. Aynı kökten gelen isti`câr ise kira ile tutmak anlamındadır.
Icârede akdin konusu yararlanma olup, konu bakımından ikiye ayrılır.
1- Herhangi bir menkul veya gayr-i menkulden yararlanmak üzere yapılan kira sözleşmesi. Bina, elbise ve hayvan kiralama gibi.
2- Insanın, başkası için çalışması üzerine yapılan kira sözleşmesi ki, buna "iş akdi" veya "hizmet sözleşmesi" denir. Ücret veya maaş karşılığı işçi yahut memur çalıştırmak, sanatkâra ücretle iş yaptırmak gibi.
Bir şeyin aynını (kendisini) istihlâke yönelik icâre akdi geçerli değildir. Ağaç ve üzüm bağlarını meyvesi; hayvanı sütü, yağı veya yapağısı için kiralamak gibi. Yine altın, gümüş, nakit para, yiyecek ve içecek maddeleri gibi kendilerinden yararlanmak ancak tüketmek suretiyle mümkün olabilen şeyler de kira akdine elverişli değildir. Çünkü icârede akdin konusu, şeyin kendisi değil, o şeyden yararlanmadır. Bu "kendisinden aynı devam etmekle birlikte yararlanmak mümkün ve caiz olan her şeyin, kira akdine konu olması da mümkündür" şeklinde ifade edilebilir (el-Kâsânî, Bedâyîu`s-Sanâyi`, l V, 174; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, VII, 145; Ibn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, V, l; Ibn Kudâme, el-Muğni, V, 398; Mecelle, mad., 421).
Kira akdinin caiz oluşu Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır.
Kur`an-ı Kerimde şöyle buyurulur: "Onlar sizin için çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz" (et-Talâk, 65/6).
Allahü Teâlâ, Şuayb (a.s)`ın iki kızından hikaye ederek, şöyle buyurdu: "Iki kadından biri; babacığım, onu ücretli olarak tut. Çalıştırdığın işçilerin en iyisi bu güçlü ve güvenilir kimsedir, dedi. (Şuayb a.s) dedi; Şu iki kızımdan birisini, bana sekizyıl ücretli çalışman şartıyla-ki süreyi on yıla tamamlarsan bu senin bileceğin iştir. Sana nikahlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/25-27). Bizden önceki şeriatlar neshedilmedikleri sürece bizim için de geçerlidir. Bundan dolayı Musâ (a.s)`ın Şuayb (a.s)`a kira ile çalışması bizim içinde geçerli bir şeriattır.
Hadislerde şöyle buyurulur: "Işçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 129 vd.; el-Heysemî, Mecmau`z-Zevâid, IV, 97; eş-Şevkâni, Neylü`l-Evtâr, l V, 292). Burada ücreti verme emri, kira akdinin sahih olduğunu gösterir.
"Bir isçiyi kiralayan kimse ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesâî, Imân, 44; Zeyd b. Ali, Müsned, H. No: 654; Zeylaî, a.g.e, IV, 131; eş-Şevkanî, a.g.e, V, 292).
Saîd b. el-Müseyyeb`in Sa`d (r.a)`dan naklettiğine göre, Sa`d şöyle demiştir: "Biz araziyi iyi ürün veren kısmı karşılığında kiralıyorduk. Rasûlüllah (s.a.s) bizi bundan alıkoydu ve bize bunları altın veya gümüş para karşılığında kiralamamızı emretti" (Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî`den naklen es-Sevkânî, a.g.e, V, 279).
Yukarıdaki ayet ve hadisler daha çok insanın emeğini belli ücret karşılığında kiralaması ile ilgilidir. Islâm hukukunda menkul veya gayr-i menkullerin bir bedel karşılığında kiralanması ile işçi, memur, asker gibi kişilerin işverenle yaptıkları "memuriyeti kabul etme" veya "iş akdi" aynı nitelikte sayılmıştır.
Ashab-ı Kiram, icâre akdinin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insanların bu akde ihtiyacı vardır. Eşyanın satımı caiz olunsa, yararlanmak için kiralanmasının da câîz olması gerekir (es-Serahsî, a.g.e, XV, 74; Ibnü`l Hümâm, a.g.e, VII, 147; el-Kâsâni, a.g.e, IV, 173; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, II, 218; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, 1, 394; Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 397).
Kira akdinin rüknü, icap ve kabuldür. Islâm hukukçularının çoğunluğu buna, tarafları, ücret ve yararlanmayı da ilâve eder.
Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de dört şart aranır:
Meydana gelme (in`ikad), yürürlük (nefâz), sıhhat ve lüzum şartları, meydana gelme şartları; akdi yapanlarla, akdin kendisi ile ve akdin yeri ile ilgili şartlar olmak üzere üçtür. Kira akdi taraflarının, temyiz kudretine sahip olması gerekir. Akıl hastaları, gayrı mümeyyiz küçükler kira akdi yapamaz. Ancak Hanefilere göre mümeyyiz küçük çocuk kira veya iş akdi yapsa, eğer tasarrufa izinli ise ve bu akitler onun lehine ise, geçerli olur. Şâfiî ve Hanbelîlelere göre ise bu gibi akitlerde akıl ve buluğ şarttır (Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 398).
Kira akdinin yürürlük kazanması için mülkün veya velâyetin tam olması gerekir. Bu yüzden fuzûlînin kira akdi mülk sahibinin icâzet vermesi şartıyle geçerli olur.
Kira ve iş akdinde tarafların rızası şarttır. Çünkü bu akit, temelde satın akdine benzer. Akdin konusunun anlaşmazlığa yol açmayacak ölçüde belirli olması gerekir. Kira ve iş akdinde, akdin konusu yararlanmadır. Yarar yönü belirsiz olursa akit sahıh olmaz. Çünkü bu, teslime ve teslim almaya engel olur. Akdin konusunu bilmek, yararlanmanın yerini, konusunu, süresini; sanatkâr veya işçi kiralamada yapılacak işi açıklamak suretiyle meydana gelir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 176; Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 398; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 43; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 396, 401).
Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre kira akdi, uzun olsun kısa olsun, herhangi bir süre için geçerlidir. Çünkü süre belli olunca, bu süre içinde yararlanmanın miktarı da bilinmiş olur. Ancak vakıf mallar bundan müstesnadır. Tercih edilen görüşe göre, bunlarda uzun süreli kiralama caiz olmaz. Çünkü kiracı, süre çok uzayınca mülk iddiasında bulunabilir. Bu süre gayrı menkullerde üç, menkullerde bir yıldır. Yetimin malınıkiralamada da aynı hüküm uygulanır (Ibnü`l-Hümâm, a.g.e, VII, 150).
Kira akdi, bilirkişinin kanaatine göre, kiralanan şeyin var olabileceği süre için geçerli olur. Bundan daha uzun süreyi kapsamaz. Çünkü buna Islâm`da delil yoktur (eş-şîrâzî, el-Mühezzeb, l, 396; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 401).
Aylık kiralamalarda kira akdi ilk ay için geçerli olur. Diğer aylara girildikçe, akit yenilenmiş bulunur. Yıl üzerinden yapılan akitlerde de uzama bu prensibe göre olur. Alış-verişte parayı verip hiç konuşmadan malı teslim alma, fiyatı belli olan mallarda karşılıklı rıza anlamına geldiği gibi, kira akdi de süre bitince önceki şartlara göre kendiliğinden uzamış olur. Tarafların süre sonunda akdi feshetmemesi veya yeni şartlar öne sürmemesi akit sırasındaki şartlara göre kira akdinin devamına razı olduklarını gösterir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 182; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 409).
Iş akdinde ayrıca yapılacak işin de belirlenmesi gerekir. Işverenin işçiden yararlanma şekil ve miktarı şartlara ve örfe göre olur. Ayrıca yapılacak işin meşrû bir iş olması da gerekir. Şart ve örf yoksa işçiye zarar vermeyecek bir yol izlenir. Işçiden yararlanma, işin türünün ve çalışma süresinin birlikte beyanı ile belirli hâle gelir. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Imam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayetle Hanbelîlere göre çalışma süresinin belirlenmesi yeterli olup, ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fâsit olur. Ebû Yûsuf (ö. 182/798)`a, Imam Muhammed (ö. 189/805)`e, Mâlikîlere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, süre ve iş miktarı bir arada belirlenebilir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 184, 185; eş-Şîrâzî, a.g.e, I, 396; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, IV, 410, 445, 456, 470; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l Islâmî f; Uslûbihi`l-Cedîd, Dımaşk (t.y), I, 555, 556).
Kira akdinde yararlanmanın meşrû olması gerekir. Oturmak için ev, ticaret için dükkân, naklıye için araç kiralamak gibi. Haram bir iş yaptırmak için kira akdi caiz olmaz. Zulmen bir adamı dövdürmek veya öldürmek kumar oynatmak ve benzeri işler için adam kiralamak caiz değildir. Yine bir zimmî (Hristiyan, Yahudi) Islâm ülkesinde bir müslümanın evini veya dükkânını şarap satmak veya kumar oynatmak için kiralasa, bu akit geçerli olmaz. Çünkü bu ma`siyet için kiralama otur. Ancak Ebû Hanîfe`ye göre, evi ibâdet (kilise) amacıyla kiralarlarsa bu caiz olur (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 176; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 38; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 503).
Kira konusunun, kiralayanın üzerine farz veya vacipgibi bizzat yapması gereken bir amel (ibâdet) olmaması gerekir. Bu yüzden; namaz, oruç, hac, imamlık, müezzinlik ve Kur`an öğretimi ibadet ve tâatler için adam kiralamak başlangıçta caiz görülmemişken, Hanefîlerde din görevliliği, 13. Miladî yüzyıldan itibaren, emeğin veya boş zamanın ücret karşılığı kiralandığı bir statüye kavuşmuştur. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri ise İslam`ın başlangıcından itibaren imamlık, müezzinlik, müftülük gibi hizmetlerin ücret karşılığı yapılabileceğine fetva vermişlerdir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 184; el-Fetâvâ`l Hindiyye, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü`s-Sultâniyye, Çev.: Ali Şafak, s. 210; Ibn Kudâme, a.g.e, VI, 5, VII, 317)
Kira bedelinin, kira konusu cinsinden bir menfaat olmaması gerekir. Bir evde oturma karşılığı, kendi evinde oturtma, hizmet karşılığı hizmet, binme karşılığı binme, ekip-biçme karşılığı ekip biçme gibi. Hanefîlere göre bu fâiz (riba)`e yol açar. Çünkü onlar nesîe (vadeye bağlı) ribada, akdin haram oluşuna elverişli olarak, yalnız cins birliğine itibar ederler. Kira akdinde yararlanma parça parça (zaman ilerledikçe) meydana geldiği için akit sırasında henüz mevcut değildir. Bu yüzden taraflardan birisinin kabzı (teslim alması) gecikir ve nesîe ribası gerçekleşir. Şâfiîlere göre ise, cins birliği, tek başına ribâ sebebiyle akdi haram kılmaz (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 194).
İÇİNDE İÇKİ SATILAN BİR OTELDE ÇALIŞMAK VEYA ONA MALZEME SATMAK CAİZ MİDİR?
Meyhane ve genelevi gibi her yönden günah sayılan bir binada çalışmak ve ona malzeme satmak dinen haramdır. Çünkü binanın biricik gayesi meşru olmayan işlerin işlenmesidir. Soruda geçen otel meselesi ise bundan farklıdır. Çünkü otel işletmekteki gaye içki satmak değil, para mukabilinde turist ve misafirleri yerleştirip barındırmaktır. Başka bir deyimle, otel binasını yapmak ve orada çalışmak günah değil, içki içirmek günahtır.
El-Fetava`i-Hindiyye bu gibi şeylere işareten şöyle diyor: "Bir kimse ücret mukabilinde arapça veya farsça olarak şarkı yazarsa aldığı ücret haram değil, helaldır. Çünkü vebal onun yazılmasında değil, meşru olmayan bir şekilde okutulmasındadır."
İÇKİ
Aklın sıhhatli düşünme ve muhakeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale sebep olan içecekler.
Kur`an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir: "Ey Iman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları Şevtanın işlerinden bir pisliktir" (el-Mâide, 5/90). Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr`dır Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr`a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir (Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, IX, 247, vd.).
Içki içmek Islâm`da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat`ta şu cümleler dikkatıçeker: "Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdığınız zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırdedesiniz" (Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11)
Incil`de bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, Isa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim" (Incil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna, A:30:vd.).
Eski Türklerin Islâm`dan önce Şamanizm`e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli içkilerin içildiği bilinmektedir (Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980, s. 97 vd.).
Islâm`dan önce ve Islâm`ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. Islâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akil, sağlık, mal, ırz ve dindir. Içki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika`da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkılat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. Ilk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O`nun hatırasına New York`ta "Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar (Yeşilay Dergisi, sy. 441, Ağustos 1970).
Kur`an-ı Kerîm`de içki yasağı tedrîc prensibine göre gelmiştir.
Mekke`de inen ilk ayette yasak hükmü yer almaz.
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapıyor güzel rızık ediniyorsunuz, bunda aklı eren bir kavim için elbet bir ibret vardır" (en-Nahl, 16/67).
Bundan sonra Hz. Ömer bir gün Resulullah (s.a.s)`a gelerek şöyle dedi: "Ya Resulullah! Şarap malı helâk edici ve aklı giderici olduğu malumunuzdur. Yüce Allah`tan, şarabın hükmünü bize açıklamasını iste. Hz. Peygamber; "Ey Allah`ım, şarap hakkında bize açıklayıcı beyanını bildir" diye dua edince şu ayet indi:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki. "Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak günahları faydalarından daha büyüktür" (el-Bakara, 2/219). Bu ayet inince, bazı sahabîler "büyük günah" diye içkiyi bırakmış bazıları ise "insanlara faydası da var" diyerek içmeye devam etmişlerdir.
Bir gün Abdurrahman b. Avf bir ziyafet vermiş, ashâb-ı kirâmdan bazıları da bu ziyafette hazır bulunmuştu. Yemekte içki de içmişlerdi. Akşam namazının vakti girince, içlerinden birisi imam olmuş ve namaz kıldırırken "kâfirûn" sûresini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ya Rabbi bize içki konusundaki beyanında ziyade yap" diye dua etmiş ve daha sonra şu ayet inmiştir: "Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" (en-Nisa, 4/43). Bu surette içki yalnız namaz vakitlerinde olmak üzere yasaklanmıştır. Artık onu içenler yatsı namazından sonra içiyorlar, sarhoşlukları geçtikten sonra sabah namazını kılıyorlardı.
Yine bir gün Utbe b. Mâlik (r.a) bir evlenme ziyafeti vermişti. Sa`d b. Ebî Vakkas da oradaydı. Deve eti yediler, içki içtiler, sarhoş olunca da asalet iddiasına kalkıştılar. Sa`d bu konuda kavmini öven ve Ensar`ı hicveden bir şiir okudu. Ensar`dan birisi buna kızarak, sofradaki bir deve kemiği ile Sa`d`ı yaraladı. Sa`d da durumu Resulullah (s.a.s)`a şikâyette bulundu. Bunun üzerine bu konuda kesin içki yasağı bildiren ayetler indi:
"Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah`ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (el-Mâide, 5/90-91)
Hz. Peygamberin çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:
"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette kevser şarabını içemez" (Müslim, Eşribe, 73).
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" (el-Askalânî, Bulûgu`l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz. Peygamber`e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
Içkinin yasak oluşu icma-ı ümmetle sâbittir.
Islâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Ancak müctehidler arasında bazı içki çeşitleri üzerinde ihtilaf vardı. Hz. Ömer bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katıolması sonucu değiştirmez. Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir. Işte Islâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslam`ın yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır (bk. Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve`l-Harâm fi`l-Islâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88).
Islâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.s) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû`, 59; Ibn Mâce, Eşribe, 6).
Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." (Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer`, 8; Ibn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; Ibn Kesîr, Muhtaşaru Tefsîri Ibn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547).
İÇKİ İÇENE SOPA VURULABİLİR Mİ?
Içki içene sopa atılması, içkinin yasak edildiği ve içkiye götürecek her yolun kapatıldigi bir Islâm ülkesinde devletin muhakemesi sonunda verilen cezai bir müeyyidedir. Her türlü alkollü içkinin resmî ve gayrı resmî bol bol reklâmı yapılıyor, içilmesi her fırsatta özendiriliyor. Yılbaşında devletin polisi sarhoşların emrine veriliyor, "sarhoşum, gel!" telefonları anons ediliyor. Bütün bunlardan sonra siz içki içene tutar sopa atmaya kalkarsanız dinen bir çelişki ve bir cinayet işlemiş olursunuz. Zaten devletin fonksiyonları arasında olan cezai bir mes`elede fertlerin kendi başlarına hareket etmeleri mümkün değildir. Yani salt bir akademik değerlendirme ile, siz bunu bir Islâm ülkesinde dahi yapamazsınız.
Buna göre böyle bir suçu işleyene ceza vermek devletin ve yetkililerin görevidir. Bu görevi onlar yerine getirmezlerse sorumluları da onlar olur. Diğerleri bundan sorumlu olmazlar.
İÇKİ İÇME CEZASI (HADD-I ŞÜRB)
Içki içmek Mâide suresi 90. âyetle kesin olarak yasaklanmıştır. Fakat cezası Hz. Peygamberin sünneti ve uygulamasıyla sabittir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, içki içene 40 sopa (celde) vurdular. Hz. Ömer zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişare etti. Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar (bk. Dârimî, Hudûd,10; A. b. Hanbel, IV, 389).
Içki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır.
"Rasûlullah (s.a.s)`a şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: Allah seni rüsvay etsin!` dediler. Peygamber (s.a.s): "Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz` buyurdu" (Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14,. 15).
İÇKİ KAPLARI
Içinde Haram içkilerden biri bulunan bir kap artık temiz yiyecek ve içecekler için kullanılmaz mı?
Pis olan eşyayı, durumuna göre çeşitli temizleme yolları vardır. Buna göre içerisine su çekme özelliği bulunmayan, cam, porselen, maden kaplar üç defa iyice yıkamak ve kurulamak suretiyle temiz olurlar. Çömlek gibi su çeken kaplar ise pis bir maddeden temizlemek için yakmak ya da, içinde su kaynattıktan sonra ayrıca yıkamak gerekir.( Kurtubi VI/78) Sa`lebe`nin naklettiği bir hadiste denir ki; "Ey Allah`ın Rasûlü, dedim.. Biz ehli kitabın bulunduğu bir ülkedeyiz. Ne yapalım, onların kaplarında yiyip içebilir miyiz?" Çünkü onlar tencerelerinde domuz pişiriyor, kaplarında şarap içiyorlardı.( Aynî XVN/211) Buyurdular ki: "Başkasını bulabiliyorsanız onlarda yemeyin, bulamıyorsanız onları yıkayın ve onlarda yiyin."( Buhâri, zebâih 4,10,14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvud, edâhi 23 ve başkaları)
Bu hadise göre başka kapların bulunması halinde böyle pis kapların kullanılması mekruhtur. Ama buna rağmen fıkıhçılar, yıkanması halinde -başkası bulunsun bulunmasın- bunda bir kerahet görmemişlerdir. Bunu, Allahu a`lem, şöyle anlamak gerekir: Küffâr beldesindesiniz: Onların kaplarınâ kısa bir süre ihtiyacınız olacak. Bu durumda, varsa kendi kaplarınızı kullanın. Kendinizin varken onlarınkini kullanmanızın gereği olmaz, kullanırsanız mekruh olur. Ama her nasılsa içine pis bir madde konmuş olan bir kap atılmaktansa, yıkanıp kullanılması daha iyidir, onu kullanmak mekruh olmaz. Çünkü malı zâyi etmek haramdır.
İÇKİLİ İNSANIN TERİ
Islâmda pislikler kaba (mugallaza) ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır ve nelerin kaba, nelerin hafif pislik olduğu, fıkıh kitaplarımızın daha ilk başında bütün teferruatıyla sayılır, ahkâmı bildirilir. Burada onlardan birisine dikkat çekmek istiyorum: Bir şeyin temiz olması, onun illede yenebilmesi demek değildir. Belki, insanın üzerinde ya da namaz kılacağı yerde bulunması halinde namaza mani olmaması, temizleyici suya düşmesi halinde suyun temizleyiciliğine mani olmaması, yiyeceklere ve içeceklere düşmesi halinde onların yenebilirlik özelliğini bozmaması demektir. Bunu böylece tesbit ettikten sonra:
İnsan; canlısı da, cansızı da, küçügü de büyügü de, kâfiri de mü`mini de, hayızlı ve cünüp olanı da olmayanı da temizdir (Surunbilâlî, Meraki`1-felah (Tahtâvî ile birlikte) 22; el-Cezîrî, el-Fıkıh ale`l-mezahib, 1/6). Elverir ki, üzerinde başka pislik bulunmuş olmasın. Ağzı (mesela içki ile) pislenmiş olsa dahi, bir iki defa tükrüğünü yuttuktan sonra ağzı dahi temiz olur ve artığı pis olmaz. Ne var ki, Imam Muhammed`e göre tükrük temizleyici olmadığından, böyle bir insanın artığı mekruh olur (Surunbilâlî, age).
Ter ise içilen sıvının olduğu gibi çıkması demek olmadığından, aynı değişikliğee, kimyasal değişmeye uğrayarak çıktığından pis değildir. Hatta hayvanlardan da sadece ve sadece domuzun, bir de köpeğin teri pistir. (el-Ceziri, age. I/11).
İÇTİHAD`IN ŞARTLARI NELERDİR?
İctihad`ın belli başlı dokuz şartı vardır:
1- Arapça dilini ve üslubunu bilmek. Çünkü dinin kaynağı Kur`an-ı Kerim ile sünnet-i seniyedir. Bunlar da arapçadır.
2- Kur`an-ı Kerim`in amm ve hassını, mutlak ve mukayyedini, nasıh ve mensuhunu bilmek.
3- Peygamberin sünnet`ini, kavli, fi`li ve takriri olmak üzere bilmek.
4- Hakkında ictihad edilecek mes`ele ile ilgili icma veya ihtilafı bilmek, icma`ın vuku`unda hiç şüphe yoktur. Sahabenin bir çok mes`elelerde vaki olan icma`ını hiç bir kimse inkar edemez. Ancak Ahmed bin Hanbel sahabeden sonra icma`ın vaki olmadığını söylüyordu. Şafi`i de sahabelerden sonraki icma`ı inkar etmemiş ise de, bir mes`elede kendisine icma`dan söz edildiği zaman onu kabul etmiyordu.
5- Kıyas ve kaidelerini bilmek.
6- Şer`i ahkamın maksat ve gayesini bilmek.
7- Hakk ile batılı birbirinden ayırabilecek kadar ölçülü olmak.
8- İctihad`a ve İslam`a karşı samimi olmak.
9- İnancı sağlam olup bid`attan uzak olmaktır.
Bundan anlaşılıyor ki, ictihad kolay bir mes`ele değildir. Herkes ictihad da`vasında bulunmaz. Akıl ve çevreye veya doğu ve batıdan ithal edilen düşünce ve görülüşlere istinaden hiç bir kimse İslami konularda ictihad edemez.
İctihad`ın kapısı her zaman açıktır.
İcthad kapısı, birinci asırda açık olduğu gibi her asırda da açıktır. Yeter ki ictihad`ın şartlarına haiz bir kimse bulunsun. Şu tarihten şu tarihe kadar açık idi sonra kapandı veya kapatıldı demek yanlıştır. Kapanış ve açılışı elimizde değildir. Bu husus için hiç bir kimseye yetki verilmemiştir. Hangi ayet veya hadis ictihad kapısı şu tarihe kadar açık, bu tarihten şu tarihe kadar kapalıdır diyor? Hatta bütün fukaha her asırda ictihad`ın yapılması gerekir diyorlar. Mesela el-Envar`de şöyle deniliyor: "Kadının hür, erkek, mükellef, adil ve müctehid olması şarttır. Çünkü her asırda daha önceki asırlarda vaki olan hadiseler tekerrür etseydi, eski müctehidlerin fetvasıyla amel edilebilirdi. Amma her asırda ayrı hadiseler ortaya çıktığı için yeni ictihadlar gerekir”. Ancak o kapıdan girmeye bazı engeller olabilir.
Bu, her asırda yeni fıkhi mezheplerin kurulması gereklidir manasına hamledilmemelidir. Birinci asırda müslümanlar, bilgilerini Kur`an ve sünnet`ten alıp onlarla amel ediyorlardı. Kur`an ve sünnet`te yer almamış mes`eleler hakkında ictihad ediyor veya ehline soruyorlardı. O zamanda belli bir mezheb yoktu. İkinci asırda, çoğalıp dağılan müslümanlar yeni hadiseler, yeni adet ve an`anelerle karşılaştılar. Bunun üzerine ulema, bunları hall etmek için büyük i`tina gösterip ictihad`da bulundular. Ve bunun neticesinde çeşitli mezhepler, ekoller ortaya çıktı. Herkes kendi mezhebini müdafaa etmeğe başladı. Ancak hırisiyanlar gibi birbirini tekfir etmezlerdi. Bu ihtilaf normaldir. Çünkü herhangi kapalı bir mes`ele etrafında görüş teatisi olursa mutlaka birbirine ters düşen fikirler doğacaktır. Mesela "va`l-mutallakatu yeterabbasna bi enfusihinne selasete kuruin” ayet-i celilesinde yer alan "kuru” kelimesi "kur” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime arapçada kadının aybaşı hali ma`nasına geldiği gibi temizlik ma`nasına da geliyor. Sahabelerin bazısı, kur` kelimesi ay başı ma`nasında olup, boşanan kadının iddeti üç ay başıdır... Bazısı da temizlik ma`nasından olup, boşanan kadının iddeti üç temizlik müddetidir demişlerdir.
İDARE
Koca evin hizmetini görmek için belli ücret karşılığında hanımını kiralayıp hanımı da bir müddet hizmet görecek olsa ücret hak etmiş, olmaz.
Koca, hanımını diğer karısından olan küçük çocuğunu emzirmek için kiralayacak olsa caiz olup ücret gerekli olur.
Kocası olup eve ihtiyacı olmayan bir kadın kızının kızına ait olan evde parasız oturamaz.
Ebe ücretini, onu eve çağıran öder.
Koca ebe ücretini ödemeye zorlanılamaz.
İFLAS
Arayıp bulamamak, iflâs etmek. Bir kimsenin yanında veya tasarrufu altında kendisine ait hiçbir mal kalmadığı zaman "iflâs etti" denilir. Bunun anlamı, dirhemleri fels çeşidi değersiz madenî paralara dönüştü, demektir. Bir kimsenin yanında fels para bile kalmayınca, iflâsından söz edilir. Felsler, altın ve gümüş paraya göre, değeri çok düşük olan ve şehirler arasında bile satın alma gücü farkları bulunan madeni paralar olduğu için İslam`ın zuhuru yıllarında Hicaz bölgesinde bu paraya rağbet edilmemişti. Işte bu yüzden mal varlığını tüketen kimseye fels kökeninden gelen "müflis" ifadesi kullanılmıştı, (Ibnu`l-kesir, en-Nihâye, III, 407; R.S. Poole, W.H. Valentine,"Fels"mad., I.A; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Meselelere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 20 vd.).
Hz. Peygamber çeşitli hadislerinde iflâs`ın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir. Bir gün çevresindeki sahabelere; "Müflis kimdir?" diye sormuş, ashâb-ı kiram; "bize göre müflis, kendisine ait hiçbir dirhemi (nakit parası) ve malı kalmayan kimsedir" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden gerçek müflis şudur: Kıyamet gününde namazını, orucunu ve zekâtını getirir. Bu arada başkasına sövmesi, zina iftirasında bulunması, kan dökmesi ve başkasını dövmesi ile ilgili kötü amelleri gelir. Bunlara karşılık iyi amelleri (hasenâtı) verilir ve borçları (kul hakları) bitmeden iyi amelleri tükenir. Alacaklıların hataları kendisine yükletilir ve ateşe atılır" (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 303, IV, 372). "Bir kimse iflâs eden birisinin yanında kendi malınıbulursa, buna başkalarından daha fazla hak sahibidir" (Buhârî, Istikrâz, 14; Müslim, Müsâkât, 22; Ebû Dâvud, Büyû`, 74; Ibn Mâce, Ahkâm, 26)
İFTİRA
Iftira son derece kötü ve tahribedici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. Iftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Iftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.
Iftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkı hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.
Islâm`da iftira konusu, üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda ayet-i kerime, iftira`nın özelliğinden ve onun Allah`ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış olduğundan bahsetmektedir.
Iftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âîşe ile ilgili olarak "Ifk"* olayında görmekteyiz Olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde götürürdü. Bu usulle, Mustalıkoğulları Gazâsına da Hz. Âîşe katılmıştı. Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı için çıkan Âîşe (r.anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü farketmiş, aramak için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âîşe, devenin üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz. Âîşe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O`nu devesine bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âîşe`ye zina iftirasında (ifk) bulundular. Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne`de dolaştı. Hz. Peygamber ve Âîşe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.
Daha sonra Hz. Âîşe Nûr sûresindeki şu ayetlerle temize çıkardı:
"O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. Iftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır."
"Iftirayı işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"
"Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir"
"Eğer Allah`ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu."
"Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz birşey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır "
"O asılsız sözü duyduğunuz zaman: "Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?" (en-Nûr, 24/1116).
Hz. Peygamber inen bu ayetleri tebliğ ettikten sonra; "Ya Âîşe, Allah`a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnadından kesin olarak berî kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Âîşe (r.anhâ) nin annesi: "Kızım, kalk da Resulullah (s.a.s)`a teşekkür et" deyince, Hz. Âîşe; "Hayır kalkmam ve yalnız Allah`a hamdederim" diye cevap verdi (bk. Buhârî, Tefsîru Sûre, 24/6, Meğâzi, 12, 32, 34, Şehâdet, 2, 15, Eymân, 13, 18, I`tisâm, 28, Tevhîd, 35, 52; Müslim, Tevbe, 56; Ebû Dâvud, Salât, 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 194, 195, 197; Kamil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1984, VIII, 73-97).
Iftira eden kimse, bununla amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî bakımdan kendisi zararlı çıkar. Nebî (s.a.s) "Iftira eden kimse zarara uğramıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 91) buyurur.
Iffetli bir kadına zina isnadında bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazıf cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine güvenilmez (bk. en-Nûr, 24/4; "kazf" mad.). Zina isnadında bulunan kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse "mulâane" yoluna başvurulur (bk.en-Nûr, 24/6-9; "Liân" mad.).
En ağır iftirayı atan kimse bile sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nail olabilir (en-Nûr, 24/4-5).
Günümüzde fertlerin birbirine iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus, iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Ayette şöyle buyurulur: "Mümin erkek ve o kadınlara işlemedikleri bir günahla eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu açık bir günah yüklenmişlerdir" (el-Ahzab, 33/38).
İĞNE VE ABDEST
Damardan ya da kalçadan yapılan iğnede kan çıkmaması durumunda abdest bozulur mu? Ya da damardan iğne vurulurken şırıngaya çekilip tekrar geri giden bir miktar kan abdesti bozar mı?
Iğne yapılan yerden kan, irin vs. çıkmazsa iğne abdesti bozmaz. Şırıngaya çekilmesi halinde, ancak bir sivrisineğin emeceği kadar olup akıcı kabul edilmeyen miktarı da abdesti bozmaz. Daha fazla olursa bozar. (M. Zihni 73)
İĞNENİN ORUCU BOZUP BOZMAYACAĞI HAKKINDA ÇEŞİTLİ SÖZLER SÖYLEMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR?
İmam-ı A`zam`a göre ağız gibi fıtri bir yoldan mideye bir şey almak orucu bozduğu gibi vücudun herhangi bir yerini delmek ve yırtmak suretiyle fıtri olmayan bir menfezden ona bir şey sokmak veya zerk etmek de orucu bozar. Fakat Ebu Yusuf, Muhammed ve İmam-ı Şafii mezhebine göre fıtri bir menfez olmayan bir yol ile vücudun içine bir şey sokulur veya zerk edilirse orucu bozmaz (al-Mebsut, c.3,s.68).
Nevevi, "Bir kimse baldırına bir bıçak sokar veya içine ilaç zerk ederse orucu bozulmaz" diyor (al-Mecmu). Binaenaleyh hasta olan kimse imkanı varsa gündüz değil gece vaktinde iğnesini yaptırmaya gayret sarfetsin, fazla rahatsız olur, veya gece vaktinde yaptıracak kimsesi olmazsa Hanefi olan kimse imameyne göre orucunu bozmadan iğnesini yaptırır. Bilahare ihtiyaten gününe gün kaza ederse iyi olur. Ama "karnına bir hançer sokarsa" Şafii mezhebine göre orucu bozulur ( al-Mecmu). İmameyne göre bozulmaz.
İHLAS SURESİ İLE HATİM
Hatim sonlarında vs. Ihlas sûresi niçin üç defa tekrarlanır? Evlerde sohbet yapan bir hanım, Kur`ân okumasını bilmeyenlerin her satıra bir "Ihlas" okuyarak hatim yapmış olacaklarını söylediler, doğru mudur?
Önce şunu söylemek gerekir ki, Kur`ân-ı Kerim kendi ifâdesiyle "hayatta olanları inzar etmek, uyarmak için" (Yasin (36) 70) gelmiştir. Bu uyarılmanın, ders almanın olabilmesi, onun bütününün okunmasına, hatta manası düşünülerek alınmasına bağlıdır. Elbette Kur`ân`ı Kerim okumanın bir de "ta`abbudî" (ibadet olma) yönü vardır. Hatta her bir harfi için okuyana "on sevap" verileceği vadedilmiştir. Ama bunca büyük bir sevap onun asıl geliş gayesi yanında belki de çok küçük kalır. Bu yüzden her satıra bir "ihlâs" okunarak hatim yapmakla Kur`ân`ı Kerim hatmedilmiş olmaz, belki satırları sayısınca "ihlâs" okuma sevabı alınmış olur. Bu kadar "ihlâs" okuyacak süre içerisinde Kur`ân`ı Kerim okumayı öğrenmeye çalışmak, Allah`u a`lem insana çok daha fazla sevap kazandırır. Bununla beraber böyle yapmak da hiç bir şey yapmamaktan çok çok iyidir.
"Ihlas" sûresinin üç defa okunmasına gelince, bakabildiğimiz kadarıyla bunun böyle olması gerektiğini söyleyen bir hadis ya da seleften bir söz yoktur. Ancak "Ihlâs Sûresi" nin Kur`ân`ın üçte birine denk olduğunu söyleyen sahih hadisler vardır (bk. Ibn Mâce, edep 52; Ebu Davud, vitr 18; Tirmizî, Sevâbul· Kurân 1011; Nesâ`i Iftitah 69· Muvatta Kur`ân 17, 19). Bu surenin üç defa okunması da bundan ötürü düşünülmüş olsa gerektir. Ama Ihlâs Sûresi`nin, Kur`ân`ın üçte birine denk olması; herhalde onun bir defa okunmasının, Kur`ân`ın üçte birinin, üç defa okunmasının da tamamının okunması kadar sevap kazandıracağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Bunu böyle söyleyen hadisler de vardır ve Imam Serahsî`de bunlardan birini meşhur "El-Mebsût" una almıştır (bk. Serahsî, XXX/211; Bu sure ile ilgili hadisler için bk. Suyûtî, Ed-Dürrü`1-ensîr, VNI/669-682)
İHLAS`I KAZANMANIN YOLU
"Ihlâs" kelime olarak "has kılma, hâlis ve katıksız yapma" demektir. Terim olarak manası: "Ibâdetleri sırf Allah emrettiği için yapma, ibâdeti sadece O`na ait kılma, yaptığı ibâdetlere başkası için hiçbir katkıda bulunmama" demektir. Ebedi kurtuluşa erecek olanlar sadece "Ihlâs" ile amel edebilenlerdir. Riya, gösteriş, süm`a, ihlâsın zıddı olan davranışlardır. Meselâ aslında beş vakit namazını kılan birisi, rükua, secdeye vb. gidiş gelişlerinde kendisini gören birilerinin olduğu yerde daha değişik davranıyorsa, işte namazının yalnız kıldığı zamanlardan farklı olan o kısımları, kendisini gören insanlar için yapılmış yani Allah`a (c:c.) has kılınmamış demektir. Bu da aslında Allah için kıldığı namaz ibadetine yaptığı farklılık oranında başkalarını da ortak etmiş, yani Allah`a şirk (ortaklık) yapmış anlamına gelir. Bu da insanı dinden çıkaran "Itikatta şirk" demek değilse de, sevabı götüren "amelde şirk" kabilindendir. Oysa Allah: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsâ sâlih bir amel yapsın ve hiç kimseyi Rabbine yaptığı ibâdete ortak etmesin" buyurur.( K. Kehf (18) 110) Bir başka yerde temiz ve içimi rahat sütü,"Ihlâs" tan türemiş bir kelime ile anlatır: "Sizin için elbette davarlarda da ibretler vardır. Size onların karınlarındaki fıskı ile kan arasından, içenlerin kolaylıkla yudumlayacağı hâlis (dupduru) bir süt içiriyoruz." (K. Nahl (16) 66 ) Tefsircilerin izahına göre bu ayette "Ihlâs" la aynı kökten olan "hâlis" kelimesi şu anlama işaret eder: Nasıl ki, önce fıskıdan, sonra da kandan süzülen süte bu iki pis maddeden birisi karışacak olsa içilemez ve "kolaylıkla yudumlanamaz" yani kulun kabul etmeyeceği bir hale gelmiş olursa, amellere de, fıskı ve kana benzetebileceğimiz "şeytan" ve "nefis" hesabına bir şey karışırsa, onlar da Allah`ın kabul etmeyeceği hale gelmiş olurlar. Kul "hâlis" olmayan gıdayı kabul etmez de Allah, "hâlis" yani "ihlâslı" olmayan ibâdeti kabul eder mi?( Bursevi,)Bu açıklamalar ışığında "Ihlâs"ın nasıl elde edileceği de bir nebze anlaşılmış olmalıdır:
1- Allah (c.c.), O`nun sıfatları, dünya ve geçiciliği, âhiret ve kalıcılığı hakkında sağlam ve yeterli bilgi olmadan ibâdetin 0`na ait kılınması, yani "ihlâs" mümkün değildir.
2- Insanın kendi yaradılış gayesini öğrenmeden "Ihlâslı" olması da mümkün değildir. Yaradılış gayesini öğrenmeyen insanlar ya zevkleri (hevâ ve hevesleri), ya mide ve diğer uzuvları (şehvetleri), ya mal ve mülk, ya da şöhret için koşuştururlar. Kişinin en büyük derdi ve meşguliyeti bunlardan biri olunca, onun ilâhı da o olmuş, yani ona ibadet etmiş olur. Böylece de ibâdeti "sadece Allah`a has kılmamış", yani ihlâslı olmamış olur.
3- Kişinin sözü edilen ilâhlardan kurtulup bir olan Allah`a ibâdet edebilmesi bir yönüyle de Allah`ın tevfikine bağlıdır. Allah`ın tevfiki de insanın haramlardan sakınmasına, Allah`ın çizdiği sınırlara riâyet etmesine (takvâya), farzlardan başka nafilelerle Allah`a yakınlık aramasına bağlıdır. Çünkü Allah (c.c.)
"Ey inananlar! Eğer takvâlı olursanız O size Furkân (Hakla batılı ayırma gücü) verir."( K. Enfâl.(8) 29) buyurur.Hadîs-i kutsisinde ise: "... Kulum bana nâfilelerle yaklaşır, yaklaşır... Tâ, onun gören gözü, tutan eli, konuşan dili ‚ve yürüyen ayağı olurum..." der.Demek ki, ihlâs ve samimiyet kazanma yollarından biri de farzları düzgün yaptıktan sonra bazı önemli nâfileleri de alışkanlık haline getirmektir. Bu nâfilelerin başında gece namazı (teheccüd) gelir. Iki rekât "işrak" ya da "duhâ" namazı, pazartesi ve perşembe oruçları, evvâbîn namazı... da bunların önemlilerindendir. Ancak bunların "az da olsa sürekli" olması çok çok önemlidir. Önce çok azı ile başlayıp, süreklilik kazandıktan sonra çogaltmalıdır. Ayrıca hergün tekrar edilen yine sürekli bir takım zikir ve tesbihler edinilmelidir.
4- Böylece kişinin en büyük derdi, Islâmı öğrenip yaşama, başkalarına da anlatma olmalıdır.
5- Sürekli duâ ve yakarışların da "Ihlâslı" olmakta büyük etkisi vardır.
İHRAM
Hac dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.
İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:
1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz. Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III,17). Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs`ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah`ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9). Diğer yandan Hz. Peygamber (s.a.s), Esmâ binti Umeys`e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110).
İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..
2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47).
İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz. Âişe`den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (s.a.s)`i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77). Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir.
4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (s.a.s) Zülhuleyfe`de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd.). Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs (r.a)`tan, Resulullah`ın böyle yaptığı nakledilmiştir.
5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21). Telbiye şudur:
"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne`l-hamde ve`n-ni`mete leke ve`l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97).
Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79). Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.
İHRAMA GİRME YERLERI (MİKATLAR)
Mîkat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît`tir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde kurban veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla caizdir. Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha faziletlidir. "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" (el Bakara, 2/196) ayetinde buna delâlet vardır. Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali (ö. 40/660) ve Abdullah b. Mes`ud`un (ö. 32/652) görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük tazîm vardır.
İhrama girme yerleri, Mekke`de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir (el-Kâsânî, a.g.e, II, 163-167; İbnü`l-Hümâm, a.g.e, II, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, III; 257-267).
1. Mekke`de oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri yine Mekke`dir. Hz. Peygamber ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke`nin içinde girmelerini emir buyurmuştur (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III,16). Mekke dışında, harem dâhilinde evi olanlar da böyledir. Mekkelilerin umre için mikat yeri ise, dilediği herhangi bir yerden, hıll`in harem bölgesine en yakın olan yeridir. Ancak umrede ihrama girmek için hıll`in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere göre "Ten`îm", sonrâ "Ci`râne", sonra "Hudeybiye"dir. Resulullah (s.a.s) Abdurrahman b. Ebî Bekr`e Hz. Âişe`ye Ten`îm`de ihrama girerek umre yaptırmasını emir buyurmuştur (Buhârî, cihâd, 125, Umre, 6; Müslim, Hac,135,136; Ahmed b. Hanbel, III, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91).
2. Hıll`de oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin çevrelediği alan arasındaki bölgeye "hıll" denir. Hıll`de oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin bulunduğu yer veya bu yerle. harem arasında kalan, hıll`den dilediği herhangi bir yerdir. Hac ve umreyi tamamlamayı emreden ayetle (el-Bakara, 2/ 196) Hz. Ali ve İbn Mes`ud`un görüşü buna delildir. Hanefîler bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik`e göre, bunların mikat yeri, kendi evleridir.
3. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan`da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz`a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbâs (r.a)`tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Nebî (s.a.s), Medineliler için Zülhuleyfe`yi, Şamlılar için el-Cuhfe`yi, Necidliler için Karnü`l-Menâzil`i ve Yemenliler için Yelemlem`i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir" (Buhârî, Hac, 7, 9, 11,12, Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik, 8; Nesâî, Menâsik,19, 20, 23; Ahmed b. Hanbel, I, 238). Câbir (r.a)`den merfû olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar için Zat-ı ırk ilâve edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8).
Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir:
a. Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Râbiğ)`dir. Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km. dir.
b. Medine`den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke`ye yaklaşık 464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.
c. Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk`tır. Bu yer Mekke`ye yaklaşık 94 km.dir.
d. Kuveyt ve Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü`l-Menâzil`dir.
e. Yemen`den gelenlerin mikatı Mekke`nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke`ye 54 km.dir,
İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma girilir. Medine`ye gelenler, hac için Mekke`ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe`de bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler.
Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke`ye girebilirler. Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke`nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.
Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke`ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene birşey lâzım gelmez.
İHRAMDA OLAN KİMSENIN HAMAM VS. YERLERDE SABUN İLE YIKANMASI CAİZ MİDİR?
İhramda olan kimsenin hamam vs. de sabun ile yıkanması Şafii mezhebine göre caizdir. Ebu Eyub`dan rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) de "İhramda iken yıkanırdı" (el-Mühezzeb).
Hanefi mezhebine göre ise sabunsuz veya kokusu olmayan sabun ile yıkamakta bir sakınca yoktur. Fakat kokulu sabun ile yıkanmak haramdır. (el-Fıkh ‚ala`l-Mezahib el-erba`a. Mebsüt).
İHRAMSIZ OLARAK SAFA ILE MERVE ARASINDA SA`Y ETMEK CAİZ MİDİR?
Safa ile Merve arasında sa`y edebilmenin iki şartı vardır.
Birincisi tavaftan sonra olması, ikincisi ondan önce ihramın bulunmasıdır. Tavaftan sonra ve ihramdan evvel yapılan sa`y caiz değildir. Hacc için Safa ile Merve arasında yapılan sa`y, Arafat vakfesinden önce olursa ihramın bulunması şarttır. Yoksa Arafattan sonra olursa şart değildir.
Mutemetti olan kimse Arafat vakfesinden önce hacc için sa`y etmek isterse Arafat`a çıkmadan evvel ihrama girer ve bir nafile tavafını yapar. Sonra hacc için sa`y eder.
İHSAN
Iyilik, güzellik, uygun ve güzel olanı en güzel ve kusursuz bir şekilde yapmak. Ihsan; Allah`ın huzurunda olduğunu onu gönül nuruyla görüyormuş gibi tasavvur ederek kulluk vazifelerini yerine getirmek. Bu anlamda ayet-i kerimede "öyle değil! Kim muhsin olduğu halde kendini Allah`a teslim ederse, onun mükafatı Rabbinin katındadır" (el-Bakara, 2/112). Inanç ve gönül planında ihsan ve teslimiyet Allah`ın kullarından istediği kurtuluş beraatıdır. Anne-baba hakkındaki tavsiyelerde de onlara "ihsan" ile davranılması istenmiştir (bk. el-Bakara, 2/73; en-Nisa, 4/36; el-En`âm, 6/151; el-Isrâ, 17/32).
Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s)`e gelmişler ve yaptıkları kötülükleri gizlemek ve güzel göstermek için "...Biz ihsan ve uzlaştırmadan başka bir şey yapmak istemezdik" (en-Nisa, 4/61) diyerek Allah adına yemin etmişlerdir. Bu ifade tarzından ihsan kavramının Araplar arasında bilinen ve kullanılan bir kavram olduğu anlaşılıyor. Ancak Islâm bu kavrama farklı bir anlam yükleyerek mutlak iyilik, güzellik ve iyi davranış olgusunu ilâhî iradenin kabulüne ve rızasına uygun olarak yapıları iyilik tarzında değiştirmiştir. Nitekim bu manayı Kur`an`ın ifadelerinde ve Hz. Peygamberin hadislerinde müşahede etmek mümkündür. Cibril (a.s) sahabilerden Dıhye (r.a)`in şeklinde Hz. Peygamber (s.a.s) in huzuruna gelmiş ve ona "ihsan nedir?` sorusunu sormuştur. Peygamber (s.a.s) ihsanı şöyle tanımlamıştır: "Allah`a onu görüyormuşsun, sen onu (gözle) görmesen de o seni görüyormuşçasına kulluk etmendir" (Buhârî, Tefsiru sûre (31); Iman, 37; Müslim, Iman, 57; Ebu Davud, Sünne, 16; Tirmizi, Iman, 4; Ibn Mace, Mukaddime, 9). Seyyid Şerif ihsan teriminin tarifini yaparken bu hadisi zikrederek şöyle demektedir: "Basiret nuruyla Rabbü`l-Âlemîn`in huzurunda olduğunu tasavvur ederek kulluğu yerine getirmektir. Hadisteki "sanki onu görüyormuşsun" ifadesi Allah`ın bizatihi görülmesinin maksat olmadığını, Allah`ın sıfatlarını idrak ederek kulluk etmenin istenildiğini anlatmaktadır" (Seyyid Şerif e/-Cürcani, et-Ta`rifât, s. l2).
Ihsan yalnız ibadetle ilgili meselelerde mü`minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil, bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Hz. Peygamber "Allah her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır. Bundan dolayı "öldürdüğünüzde güzel davranın, hayvanların kesiminde güzel davranın" (Müslim, Sayd, 57; Ebû Dâvud, Edâhî, 11; Tirmizî, Diyat, 14; Nesai, Dahaya, 22, 26; Ibn Mace, Zebâih, 3) buyurmuştur. Yapıları iyiliklerin hasbî ve Allah rızası için olmasının gerekliliğine de işaret eden Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"Insanlar bize iyi davranırsa onlara iyilik yaparız şayet kötü davranırlarsa onlara kötülük yaparız diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Kendinizi, insan/ar iyi davranırsa onlara iyilikle mukabele etmeye, şayet kötülük yaparlarsa onlara aynıyla karşılık vermeye alıştırın" (Tirmizî, Birr, 63).
Yapılan iyıliğin ve ihsanın inkar edilmesi hoş görülmemiş, birtakım insanların yapıları iyilikleri inkâr etmelerinin kendilerinin cehenneme girmesine sebep olan bir haslet olduğu bildirilmiştir. Kocalarını ve kocalarının iyiliklerini inkar eden kadınların cehenneme gireceği bildirilmiş (bk. Buhari, Iman, 21; Kusuf, 9; Müslim, Kusuf, 17). Ihsanın insanlar arasındaki münasebetlerdeki etkisi ve önemi anlatılmıştır.
Insanlara güzellikle davranan, Allah`a kulluk yaparken kulluğun gereği olan; kulluk yapıları zatı iyi tanımanın gereklerini yerine getiren muhsinlerin Allah`ın rahmetine çok yakın olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s) bildirmiştir (Dârimî, Mukaddime, 56).
İHTİKAR NE DEMEKTIR?
İhtikar, şiddetli ihtiyaç olduğu bir zamanda gıda maddesini satın alıp kıymeti daha fazla artsın diye onu hapsetmektir. Şer`an haramdır. Allah`ın Resulü onun hakkında şöyle buyuruyor: Kırk gece kadar insanların yiyeceğini hapsedip ihtikar eden kimse Allah`tan (onun rahmetinden) uzaktır. Allah da ondan beridir. Bir mahalle halkı içinde az bir kimse bulunsa Allah`ın zimmeti o mahalleden beri olur (al-Hakim).
Abu`z-Zenad, Said bin Müseyyeb`e dedi ki: Senin tarafından bana ulaşan habere göre Peygamber (sav)şöyle buyurmuştur: Medine`de ancak, günahkar olan kimse ihtikar eder. Halbuki sen bizzat bu işi yapıyorum. Bunun üzerine Sa`id dedi ki:Peygamber (sav) bu ihtikarı yasaklamadı. Yasakladığı ihtikar, kişinin satılık malı fiyatı, yüksek olduğu bir zamanda pazara getirip yüksek bir fiatla satmaya kalkışmasıdır. Ama fiat düşük olduğu bir zamanda satılık malını getirir, başkası da onu satın alır, yanında tutar ve halkın muhtaç olduğu bir zamanda piyasaya sürerse ihtikar sayılmaz.
İmam-ı Gazali`ye göre ihtikar, gıda maddesinde cari olduğu gibi, meyvede de caridir. Ebu Yusuf`a göre; yiyecek, giyecek gibi insanın muhtaç olduğu her şeyde caridir. Şiddetli ihtiyaç yok, piyasa boşluğu varsa gıda maddelerini stok etmekte beis yoktur.
İHTİKAR DÎNEN HARAMDIR.
Bazı müctehidler ihtikarın sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduğunu kabul etmişlerdir. Yukarıda geçen hadîste ise genel bir ifade vardır; yani insanın bütün ihtiyaçlarını içine almaktadır. Buna göre yiyecek maddesi dışında kalan diğer ihtiyaç maddeleri de, karaborsacılığın sınırı içine girmektedir. Çiftçinin ürettiği malı bekletmesi ise ihtikar değildir. Çiftçi emeğini değerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala aşırı bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.
İKİ MEZHEBİN BİRBİRİNE ZIT OLAN HÜKÜMLERİYLE BİR MES`ELEDE AMEL EDİP TEFLİK YAPMAK CAİZ MİDİR?
İki mezhebin biribirine zıt olan hükümleriyle bir meselede amel edip telfik yapmak iki çeşittir:
1- İcmaa muhallif olan telfik
2- İcmaa muhallif olmayan telfik
Yapılan bir telfik, icmaa muhallif ise, kesinlikle caiz değildir. Mesela Hanefi mezhebinde; baliğa ve akile olan kadının nikahı için velinin izni ve rızası şart değildir. Kendi kendini evlendirebilir. Diğer Mezheplerde ise; velinin izni şarttır. Maliki Mezhebinde de akit esnasında şahitlerin bulunması şart değildir. Akitten sonra da ilan edilse kafidir. Mesela: Bir kimse, şahitsiz kızını biriyle evlendirse, daha sonra da nikahı ilan etseler caizdir. Ama diğer Mezheplerde şahitlerin bulunması şarttır. Şafi`i mezhebinde mehri dile getirmek şart değilken, Maliki mezhebinde şarttır. Bir kimse nikah hususunda bu üç mezhebi birleştirip telfik ederse caiz değildir. Yani: Hanefi mezhebine göre velisiz, Maliki mezhebine göre şahitsiz, Şafii mezhebine göre de mehirsiz nikahı aktederse sahih değildir. Çünkü böyle bir nikah; ne Şafii`ye, ne Hanefi`ye, ne de Maliki`ye göre akd edilmiş sayılmaz.
Fakat icmaa muhallif olmayan telfik ise caizdir diyebiliriz. Mesela: Maliki mezhebinde abdest ve gusülde vücut ve organları oğmak şarttır. Aynı mesele Şafii`de şart değildir. Şafii mezhebinde bir erkeğin vücudu bir kadının vücuduna dokunduğunda abdesti bozulmasına rağmen. Malıki mezhebinde bozulmaz.
Bir kimse bu iki mezhebi taklit ederek; abdest organlarını oğmadan abdest alır, vücudu bir kadının vücuduna dokunduğu halde namaz kılarssa her iki mezhebe göre de sahih olmamış olur . Yalnız bu telfik icmaa muhallif değildir. Çünkü Hanefi Mezhebine göre oğmak şart olmadığı gibi, erkeğin vücudu kadının vücuduna dokunması halinde de abdest bozulmaz. Bunun için de böyle bir namaz Hanefi Mezhebine göre sahihtir.
el-İzz b. Abdüsselam ile İbn Dakiku`l-İd gibi alimler bu tip telfikte bir sakınca yoktur diyorlar.
İKİ MEZHEBİN BİRBİRİNE ZIT OLAN HÜKÜMLERİYLE BİR MES`ELEDE AMEL EDİP TELFİK YAPMAK CAİZ MİDİR?
İki mezhebin biribirine zıt olan hükümleriyle bir meselede amel edip telfik yapmak iki çeşittir:
1- İcmaa muhallif olan telfik
2- İcmaa muhallif olmayan telfik
Yapılan bir telfik, icmaa muhallif ise, kesinlikle caiz değildir. Mesela Hanefi mezhebinde; baliğa ve akile olan kadının nikahı için velinin izni ve rızası şart değildir. Kendi kendini evlendirebilir. Diğer Mezheplerde ise; velinin izni şarttır. Maliki Mezhebinde de akit esnasında şahitlerin bulunması şart değildir. Akitten sonra da ilan edilse kafidir. Mesela: Bir kimse, şahitsiz kızını biriyle evlendirse, daha sonra da nikahı ilan etseler caizdir. Ama diğer Mezheplerde şahitlerin bulunması şarttır. Şafi`i mezhebinde mehri dile getirmek şart değilken, Maliki mezhebinde şarttır. Bir kimse nikah hususunda bu üç mezhebi birleştirip telfik ederse caiz değildir. Yani: Hanefi mezhebine göre velisiz, Maliki mezhebine göre şahitsiz, Şafii mezhebine göre de mehirsiz nikahı aktederse sahih değildir. Çünkü böyle bir nikah; ne Şafii`ye, ne Hanefi`ye, ne de Maliki`ye göre akd edilmiş sayılmaz.
Fakat icmaa muhallif olmayan telfik ise caizdir diyebiliriz. Mesela: Maliki mezhebinde abdest ve gusülde vücut ve organları oğmak şarttır. Aynı mesele Şafii`de şart değildir. Şafii mezhebinde bir erkeğin vücudu bir kadının vücuduna dokunduğunda abdesti bozulmasına rağmen. Malıki mezhebinde bozulmaz.
Bir kimse bu iki mezhebi taklit ederek; abdest organlarını oğmadan abdest alır, vücudu bir kadının vücuduna dokunduğu halde namaz kılarssa her iki mezhebe göre de sahih olmamış olur . Yalnız bu telfik icmaa muhallif değildir. Çünkü Hanefi Mezhebine göre oğmak şart olmadığı gibi, erkeğin vücudu kadının vücuduna dokunması halinde de abdest bozulmaz. Bunun için de böyle bir namaz Hanefi Mezhebine göre sahihtir.
el-İzz b. Abdüsselam ile İbn Dakiku`l-İd gibi alimler bu tip telfikte bir sakınca yoktur diyorlar.
İKİNCİ EVLİLİK İÇİN İZİN
Gelir düzeyi normal, evli ve iki çocuğu bulunan bir erkek, hanımı karşı çıkmasına rağmen ikinci bir kadınla evlenebilir mi ?
Islâmî öğretilere göre erkek, nafakalarını ve iskân ihtiyaçlarını karşılamak, aralarına adaletle ve yansız olarak davranmak şartıyla birden fazla evlilik yapabilir. Bunun için karısının izin vermesi gerekmez. Ancak karılarından birinin hakkını yiyorsa o, mahkeme kararıyla hakkını alır. Fakat evlenebilir demek, evlenmelidir, demek olmadığı gibi, evlenmesi güzeldir demek de değildir.
İKTİDARSIZLIK
Erkeğe ârız olup, cinsî temasta bulunmasını engelleyen acizlik hastalığı. Buna Arapça "innet" bu durumda olan erkeğe de "innîn" denir. Kocasına karşı cinsî istek duymayan kadın için de "innîne" terimi kullanılır.
Islâm hukukunda iktidarsızlık hâli evliliği etkileyen hastalıklardan sayılmıştır. Karı kocanın, birbirinin cinsî yönlerinden yararlanma hakları vardır. Kocanın zifafı gerçekleştirmesi gerekir. Evlilik akdi sırasında mevcut olan veya akitten sonra meydana gelen bazı hastalık ve kusurlar sebebiyle karının boşanma davası açma hakkı vardır. Kocanın, mahkemeye başvurmadan, eşini boşama imkânı her zaman bulunduğu için, herhangi bir hastalık veya kusur sebebiyle dava açma hakkı erkeğe tanınmamıştır.
Ebû Hanîfe ve Imam Ebû Yusuf`a göre, kadının hâkime başvurarak evliliğe son verdirebileceği kusurlar beş tanedir.
1) Koca iktidarsız (innîn) olacak. Kadının bu sebebe dayanarak boşanma davası açabilmesi için şu şartlar gerekir: a) Evlendikten sonra hiç cinsi yakınlaşma olmamış bulunacak. Bir defa cinsî yakınlaşma olmuşsa, artık bu sebebe dayanılamaz. b) Erkeğin bu kusuruna kadını, nikâhtan önce bilgisi, nikâhtan sonra da rızası bulunmayacak. c) Kadının kendisinde cinsî yakınlaşmaya engel bir hâl olmayacak.
2) Husyelerin çıkarılmış olması. Böyle bir erkeğe "hasîy" denir.
3) Cinsiyet uzvunun kesik olması. Buna "mecbûb" denir.
4) Erkeğin sihir, büyü vb. etkilerle bağlı olması.
5) Kocanın cinsiyetinin belirlenmemesi. Buna "hunsâ" denir (Mehmed Zihni, Münâkehât-müfârakât, Istanbul 1906, s. 277; M. Muhyiddin Abdülhamid, el-Ahvâlü`ş-Şahsiyye, s. 310; Hamdi Döndüren Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 326, 393).
Birinci maddedeki şartlar, diğer maddeler için de aranır. Kocada bu ayıplar, nikâhtan sonra meydana gelirse buna dayanarak boşanma davası açılmaz. Nikâhtan önceki ayıplar için kadının rızası bulunmazsa, bir süre susması veya boşanma davası açıp, bir süre takip etmemesi dava hakkını düşürmez. Bu ayıpları olan koca, karısını kendiliğinden boşarsa, mesele kalmaz. Kadın hâkime başvurunca, hâkim cinsî temasın olup olmadığını kocaya sorar. Olumsuz cevap alırsa kendisine mahkeme gününden başlamak üzere bir yıl süre verir. Hz. Ömer devrindeki uygulama da bu şekilde olmuş ve Hz. Ömer Kâdî Şurayh`a bu konuda bir mektup (talimat) göndermiştir. Bununla, değişik mevsimlerin koca üzerinde olumlu etkileri beklenir. Bu süre içinde koca şifa bulmazsa ve karısını kendiliğinden de boşamazsa, karının isrârı üzerine hâkim boşamaya karar verir. Bununla, bir bâin talak meydana gelir. Kadın, mehrini tam olarak alır, iddet bekler, bu sırada koca ölürse, aralarında mirasçılık cereyan etmez. Uzvun kesikliği hâlinde, sonuç değişmeyeceği için kocaya süre tanınmaz.
Imam Muhammed`e göre, karı kocasıyla birlikte yaşadığı takdirde cinsel yönden zarar göreceği her kusur ve hastalıktan dolayı boşanma davası açabilir. Ancak bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanılarak boşanma istenemeyeceğinde görüş birliği vardır (Ibnü`l Hümâm, Fethu`l-Kadîr, III, 263).
1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, kadının hangi kusur ve hastalık hallerinde boşanma talebinde bulunabileceği, Imam Muhammed`in görüşüne uygun olarak formüle edilmiştir (madde, 119, 125). 1920 tarihli Mısır Medeni Kanunu`na 9 ve 10. maddelerde Imam Muhammed`in görüşüne uygun bazı yenilikler eklenmiştir. Suriye Medeni Kanunu ayrıca buna akıl hastalığını ilâve etmiştir. Türk Medeni Kanunu ise akıl hastalığı dışında hiçbir hastalığı boşanma sebebi saymamıştır. Ancak, evlilik akdinden önce mevcut bir hastalık, diğer eşten gizlenmiş olursa, onun kendisine karşı hile yapıldığını ileri sürerek evliliği feshettirmesi mümkündür (T.M.K.mad. 117).
İKTİSAD
Orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak.
Islâmiyet, yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı gibi her hususla aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. Işlerin hayırlısı orta olanıdır.
Kur`an-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Yürüyüşünde ölçülü ol; sesini kıs (bağıra bağıra konuşma)" (Lokmân, 31/19); "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme; büsbütün açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın" (el-isrâ, 17/29).
Iktisadın karşıtı israftır. Israf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. Bu ise dinimizce yasaklanmıştır. Kur`ân-ı Kerim`de; "Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir" (el-Isrâ, 17/27) buyurulmuştur. Tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde yaşarlar. Bir hadis-i Şerifte: "Tutumlu olan fakir olmaz" (Keşfü`l Hafâ, II, 189)
Islâmiyet insanlar arasında eşitliğe, güçsüzü korumaya özel bir önem vermiştir. Zekât ve sadaka övülen davranışlardır. toplum teşvik edilmiştir. Fakat servet ve refahın tabana yayılması esas alınmıştır. Servetin, çoğunluğun aleyhine bir azınlığın elinde toplanması yasaklanmıştır. "Servet içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın" (el-Haşr, 59/7) ayeti bunu ifade eder. Islâmiyet özel mülkiyeti korur ve teşvik eder. Emeğe üretim faktörleri içerisinde büyük değer verir."Gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder" (en-Necm, 53/39) ayeti bunu ifade eder.
Peygamber efendimiz en kutsal kazancın el emeği ürünü olduğunu belirtmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 466, IV, 141). Tembellik ve başkalarının sırtından geçinmek yasaklanmıştır. Bu nedenle faiz yasak kılınmıştır (bk. el-Bakara, 2/275-279). Teşebbüse de büyük değer verilmiştir, sermaye emekle beraber değerlıdır.
Israf (savurganlık) yasağı, temel ilkelerden biridir. Ticarete önem verilmiş ve kâr haddi geniş tutulmuştur. Karaborsacılık ve haksız kazançlar yasaklanmıştır. Tüketicileri aldatacak faaliyetlerden kaçınılması istenmiş; malların üreticilerden tüketicilere en kısa yoldan ulaştırılması amaçlanmıştır (bk. Hamdi Döndüren, Islâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 125-202; Günümüz Ekonomik Problemlerine Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 10 vd.; Orhan Oğuz-Ilhan Uludağ, Genel Ekonomi, Istanbul 1981, s. 39-41). Ayrıca geniş bilgi Ansiklopedinin fıkıh ile ilgili birçok maddesinde verilmiştir).
İLİM
İnsanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya Allah Tebarek ve Teâlâ'nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakını bilgi.
İslamî terminolojide ilim terimi; "bilgi" kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi, herhangi bir bilgi şubesini ifade için de kullanılır. Meselâ; kelâm ilmi, tefsir ilmi gibi. Keza, ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılanıldığı da bilinir.
Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre ilim: "Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaattır" (Cürcani, et-Ta'rifat, Beyrut 1985, s. 160).
Cürcânî ilim için şu tarifleri de yapar: "İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. İlim; nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile düşünülen arasında hususi bir alâkadır" (Cürcânî, et- Ta'rifat, s. 160, 167).
İlim, kesin olsun veya olmasın kavram (tasavvur) veya hüküm olarak mutlak manasıyla idrak etmektir. ilim; düşünme, fehmetme ve hayal etme manalarına da gelir" (Tahanevi, Keşşafü lstılahati'l-fünun, II, 1055).
İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet kavramı, daha hususi bir anlam taşır ve daha ziyade vasıtasız bilgiyi, sezisi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. ilim ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler topluluğudur.
İnsanda ilmin ilk doğuşu; düşünmeden (basitçe), bir yol göstericiye başvurmadan elde edilir. İnsan, yaşı ilerledikçe sebeplerine başvurularak, düşünülerek, bir delille ilim elde etme yollarının var olduğunu anlar. Toplu olarak söylersek; birisi vasıtasız yolla doğrudan elde edilen ilim, diğeri vasıta ile elde edilen ilim vardır.
a) Vasıtasız ilim: Her insan kendi hususiyetleri ile kendi cinsleri arasında farklı ve ayrı yanlarıyla yaratılır. Tabii olarak var olan hususiyetleri bilmek, fertlere doğrudan, vasıtasız verilen bilgidir (ilimdir). İnsan, açlık, susuzluk, keder, neşe, korku vb. duyguları, çocuk, süt emmeyi; kuş, uçmaya; balık, yüzmeyi doğrudan öğrenir. Siyah ve beyazına diğer renklerin aynı bey olmadığı ve bir çok sevin mevcudiyeti vasıtasız olarak bilinir. Bu yolla genelde maddi seyler görerek öğrenilir.
b) Vasıtalı ilim; Bu çeşit ilim ise genel olarak akıl ve his aracılığı ile öğrenilen ilimdir. Vasıtalı ilimler ise, maddi olmayan, veya mevcut olup dışta maddi şekli bulunmayan, fizik ötesi dediğimiz gayb aleminden fikir, zihin yoluyla öğrenilir. İnsanda bulunan beş duyu (görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma) ile maddi şeyler hakkında (duyular vasıtasıyla) bilgi edinilir. Bir şey görünce şekil; bir ses işitince ses; bir şey koklayınca koku; ağzımıza yiyecek alınca o şeyin tadı; bir şeye dokununca onun yumuşak ve sert oluşu vs. hakkında vasıtalı bilgiler ediniriz. Ancak hastalık halinde tatlı, acı gibi gelir. Tren ve başka araçla giderken yol geriye gidiyor sanırız. Bu gibi bazı istisnalar dışında, duyular aracılığıyla, düşünerek, zihni bilgiler ediniriz. Ayrıca inceleme ve araştırma yoluyla da şüpheleri gideren doğru bilgilere ulaşırız.
İlimler farklı bakış açılarına göre şu tasniflere ayrılabilir:
Şer'î ilimler: Peygamber efendimizin getirdiği ilim.
Şer'î olmayan ilimler: Maddi, dünyevi ilimler. Ayrıca dinî, aklî ve dünyevî ilimler olarak, veya zâhir, (dünya hayatını tanzim eden) bâtın (ebedî hayatı tanzim edici) ilimler olarak da kısımlara ayrılırlar.
İslâm akâidine göre insanın ilim elde etmesinin yolları üçtür:
1- Havass-ı selime (sağlam duyu organları). Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beştir. Bu duyu organları hastalıklardan uzak olduğu takdirde kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.
2- Haber-i sadık (doğru haber). Bu ikiye ayrılır:
a) Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu haberdir. Bunda şüphe edilmez. Meselâ bugün Avustralya kıtasının varlığını gözlerimizle görmesek bile bir çok kişi tarafından haber verildiği için tereddütsüz kabul ederiz.
b) Haber-i Resul: Allah tarafından gönderilen hak peygamberin vermiş olduğu haber ve söylemiş olduğu şeylerdir.
3- Akıl: İslâm dini akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir. Bir şey akılla düşünmeden hemen bilinirse buna "bedîhî" denir. Düşünerek bilinirse "istidlâlî" denir
İslâm dini ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerin öğrenen Rabbin sonsuz lütûf sahibidir" (el-Alak, 96/1-5).
İslâm, insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın dinî görevlerini yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "İlim tahsil etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır" (İbn Mace, Mukaddime, 17) buyurmuştur.
Tıb, hesap ve teknik gibi cemiyet için gerekli olan her türlü bilgiyi öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu tür ilimler cemiyetin bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farzı yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar.
Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur'an-ı Kerim'de sadece ilim kelimesi yüzbeş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüzellidokuzu bulur. Ayrıca "akıl, fikir, zikr" gibi kelimeler Kur'an-ı Kerim'de çok zikredilir.
İslâm'a göre ilim ve hikmet müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin de başı bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir olmaz. şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına ibadet etmez. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim'de "Sakın ha cahillerden olma" (el-En'âm, 5/35) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerîm'in açıkça ifade ettiğine göre "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar" (el-Fâtır, 35/28).
Kur'an-ı Kerîm'de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? " (ez-Zümer, 39/9).
İslâm ilmin, âlimin ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de "Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir" (el-Mücadele, 58/15) buyurulur.
Peygamber efendimiz (s.a.s) de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ Cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûleri sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki ayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır, onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir" (Ebû Davud, İlm, 1).
"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah yolundadır" (Tirmizî, İlm, 2).
"Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir" (Keşfü'l Hafâ, H. No: 1751).
İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır" (Tirmizî, Daavât, 128); "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Tirmizî, Daavât, 68) buyurururdu.
Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet'le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir demek mümkündür.
Dünya, ahiretin tarlası ve Allah'a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takım desturlar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dinî ve dünyevî bütün durumlarını düzenleyici ve insanları birleştirici kuvvet sadece ilim yoluyla kazanılır.
İlim, nefisleri helâk edici ahlaksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlâka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, Allahü Teâlâ'nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ilimden gelmektedir. Allah'ın huzuruna ilimle gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir.
Âlim ise, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir" (el-Maide, 5/67) ilâhi emrine muhatap olan peygamberin izindedir.
İlmi Gizlemek:
Âlimler sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayıları bir iş midir?
Kur'an-ı Kerîm'de bu konuda Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü müslümanları da kapsamak üzere bazı ayetler nazil olmuştur. İmam Suyûtî "ed-Dürrü'l-Mensûr" isimli eserinde, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Muâz b. Cebel ve bazı sahabiler Yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra- gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim" (el-Bakara, 2/159-160).
Yahudilerin gizlediği bilgiler arasında recim cezası bulunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in geleceğini bildiren haberler de bulunmaktadır Nitekim bir ayette şöyle buyurulur; "Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de (vasıflarını) yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar" (el-A'râf, 7/157).
Ancak İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber'e iman ederek gidişini düzelten ve Allah'ın Peygamberlerine vahyettiği şeyleri insanlara açıklayanlar müstesnadır. Bunlar İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri takdirde Allah onların tövbesini kabul eder. Onları rahmet ve mağfiretine kavuşturur.
Ayet-i Kerime'nin hükmü yalnız Ehl-i kitaba değil; Allah'ın ayetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı usul âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder.
Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Açıkça anlaşılıyor ki, özel nüzul sebebi olsa bile ayetin umum manası, ehl-i kitap olsun, başkaları olsun ilmi gizleyen herkes hakkındadır. Ayet, Allah'ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen herkesi içine alır. Aşağıdaki hadis bu ayeti tefsir eder.
Hadiste şöyle buyurulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır" (İbn Mâce, Hâkim).
Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer Allah'ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiç bir hadis rivayet etmezdim" Ebû Hureyre bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okumuştur (Ebû Hayyân, el-Bahru'l Muhit, I, 454).
Diğer yandan bazı âlimler ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki ayete dayanarak, Kur'an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre ayet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse. edası kendisine gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret caiz olmaz.
Ancak, sonraki (Müteahhirûn) âlimleri, ücret veya maaş alınmadığı takdirde dini görev ve çalışmaların ihmal edileceğini, dini tebliğin yaygınlaşamayacağını, ilmin giderek yok olacağını düşündüler ve dinî ilimlerin eğitim öğretim ve tebliğinde görev yapanların, bu hizmetleri karşılığında ücret alabileceklerine dair fetva verdiler.
Durak PUSMAZ
İLK CUMA NAMAZI
a- Bu Konudaki Değişik Rivayetler:
Ilk cuma namazının nerede ve kimler tarafından kılındığı konusunda değişik rivayetler mevcuttur. Bu rivayetleri şöylece özetleyebiliriz:
1. Resûlüllah hicret etmeden önce cumanın kılınmasına izin verdi. Kendisi Mekke`de cumayı kılmaya Kadir olamamış ve cumayı izhar edememişti. Mus`ab b. Umeyr`e: "Yahudilerin cumartesi günleri Zebûr`u açıkça okuduklarını göz önünde bulundurarak, kadınlarınızı ve çoçuklarınızı toplayın ve cuma günü, güneş zevalden yarıyı geçince, iki rek`atle Allah`a yaklaşın." diye yazdı. (Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku`s-siyâsiyye s. 35; Alûsî; Rûhu`l-me`ânî XXVNI/99) Tabakât-i Ibn Sa`d`da aynı rivayete: "... ve Sa`d b. Usâme`nin evinde oniki kişi ile cuma kılındı." (Aynı kaynak Tabakât-i Ibn Sa`d`dan (NI/83) ilâvesi de mevcuttur.
Bu rivayet nazar-i dikkate alındığında, cumanın Mekke döneminde farz kılındığı, izhar edilmesi gereken bir ibadet olduğu, Yahudilere karşı bir onur meselesi ve bir şiar olduğu söylenebilir.
Cumanın izhar edilmesi gerekliligi, kısaca bir onur, bir varlık gösterişi namazı olduğu, diğer nakillerde de göze çarpıyor.
Meselâ Allâme Ibn Hacer "Tuhfetü`l-Muhtâç"ta: "Cuma namazı Mekke`de farz kılındı ama sayı yetersizliğinden ya da şiarı izhar olduğundan, orada kılınamadı." (Aynı kaynak Tabakat-r Ibn Sa`d`dan (NI/83)) diyor. Sayı yüzünden kılınmadığı ihtimalini Ibn Hacer sâliki bulunduğu Şâfiî mezhebinin, cumanın kılınabilmesi için kırk hür erkek cemaat şartını koşmuş olmasından dolayı zikretmiş olabilir. Ama her ikisi de birer ihtimalden ibarettir.
2. Abdurrahman b. Kâ`b: "Gözlerini kaybetiğinde babamı cumaya ben götürüyordum. Ezanı duyduğunda Ebû Ümâme Es`ad b. Zürâra`ya dua edip mağfiretini istiyordu. Bir ara durdu ve yine böyle yaptı. Sebebini sordum. Yavrum, Medine`de Benî Beyâdâ Yurdunda bize ilk cuma namazını kıldıran odur, dedi. O gün kaç kişi idiniz? dedim. Kırk kişi idik, dedi. "(Alûsî, XXVNI/99)
3. "Umdetü`1-Kâri"deki şu rivayet de bunu tamamlar: "Ibn Sîrîn anlattı: Medineliler Resulullah (s.a.s.) gelmeden ve cuma âyeti inmeden önce toplandılar. Cumaya ilk defa bu adı verenler onlar oldu. Dediler ki, Yahudilerin her hafta toplandıkları bir günleri var. Keza Hiristiyanlar da öyle. Gelin biz de bir gün toplanıp Allah`ı zikredelim, namaz kılıp O`na şükredelim. Derken bunun için "Yevmü`1-arûbe"yi seçti ve Es`ad`ın evinde toplandılar. O da onlara iki rek`at namaz kıldırdı. Bu toplantıda bu güne "Cuma" adını verdiler. Sa`d da bir koyun kesip onlara yedirdi. Zira sayıları azdı."(Hâkim, el-Müstedrek I/28l ; Ibn Mâce, Sünen I/344 (el-Ikâme 78) Sevkâni bu hadisi aynı zamanda Ibn Hibbân ve e1-Beyhaki`nin de rivayet ettiklerini, sonuncunun sahih bulunduğunu, el-Hâfız`ın ise, isnâdı hasendir, dediğini söyler. Bkz. Neylü`l-evtâr NI/230)
Tebyînü`1-hakâik hâsiyesi Selebî`nin, "cuma namazına ilk defa ‚cuma` adını veren Kâ`b b. Lueyy`dir" (Aynî, Umdetü`l-kârî VI/161) şeklindeki rivayeti buna muhalif değildir. Zira Kâ`b`ın aynı toplantıda bulunması ve bu ismin o nun buluşu olması muhtemeldir.
4. Bazı kaynaklarda bu konuda değişik rivayetler de vardır:
"El-Ma`rife`de şöyle denir: Zuhri anlattı; Resulullah (s.a.s.) Mus`ab b. Umeyr`i, Medine`ye, onlara Kur`an öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus`ab onlara cuma namazı kıldırdı ve Resulullah gelmezden önce Medine`de ilk cuma namazını kıldıran Mus`ab oldu. (Hasiyetü`s-Selebî ‚alâ-Tebyîni`l-Hakâik I/217)
Allâme Alûsî bu rivayetleri sıraladıktan sonra, "Bu konudaki haberlerin en sağlamı Medine`de ilk cumayı Es`ad`ın kıldırdığını bilderenler olmalıdır." diyor.
Bu taktirde ilk cuma namazı Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir varlık izharı şeklinde kılınmış oluyor. Burada; Acaba hangi şekilde olursa olsun, Medine`de ilk kılınan cumâ namazı, öğle namazınının yerini almış ve onun farziyetini düşürmüş müdür?" diye bir soru akla gelebilir. Ilk kılınan cuma namazının farz cuma olup olmadığını tesbit için, bu sorunun cevabı önemlidir.
5. Bizzat Resulllah`ın kıldırdığı ilk cuma namazı ise, Kubâ`dan ayrıldıktan sonra Benî Sâlim Yurdu`nda, öğle vaktinde, cuma olması üzerine kıldırdıkları cuma namazıdır. Bu mescid de bu münasebetle "Cuma Mescidi" adıyla bilinmeye başlanmıştır. İşte Resulullah`ın kıldırdığı ilk cuma budur. (Aynî, age. VN/I88. )
6. Bir başka itibarla ilk cuma diyebileceğimiz cuma namazı da, Bahreyn köylerinden olan el-Cuvâsâ`daki Abdulkays`taki cuma namazıdır. (Zürkânî I/326; Elmalıli VNI/4980)
Rivayetler arasında ihtilâflı gibi görünenler, Medine`de ilk cuma namazını Es`ad b. Zürâra; ya da Mus`ab b` Umeyr`in kıldırdığını bildiren haberlerdir. Ancak Merhum Elmalılı`nın da temas ettiği gibi (Sevkâni, Neylü`l-evtâr NI/233 (Buhari ve ·Ebûf Dâvûd)) anlaşılan Es`ad b. Zürâra, Resulullah`tan izin gelmeden önce ilk kıldıran; Mus`ab b. Umeyr ise Medine`de izinle ilk cuma namazı kıldıranlardır.
b- Rivayetlerin Değerlendirilmesi
Bu rivayetlerin tümüne birden baktığımızda şu sonuçlara va rabiliriz: Cuma namazının Mekke`de farz kılındığı konusu kesin değildir. Mekke`de farz kılındığını kabul etsek dahi, orada kılınmayışının sebebi, devletin bulunmayışı olduğuna dair bir delil olmadığı gibi, bu aklen de mümkün görülmemektedir. Çünkü Allah Resulü, Kubâ ile Medine arâsında ilk cuma namazını kıldırdığında henüz yoldadır. Medine`de de bir devlet sözkonusu değildir. Henüz Medine`ye yerleşilmemiş ve Müslümanlar insiyatifi ele almamışlardır. Ancak cumanın bir şiar ve bir varlık gösterişi anlamı taşıdığı doğrudur.
İMA
Bir şeye işaret etmek, söz veya fiili ile bir şeyi belirsizce kapalı bir surette anlatmak. Terim olarak namazda rükû ve secdeye işaret olmak üzere başı eğmek anlamındadır.
Islâm dini kolaylık dini olduğu için hiç bir kimseye gücünün yetemeyeceği bir şeyi emretmemiştir. Namazda da durum böyledir. Farz namazlarda ayakta durmaya güç bulamayan yahut ayakta durunca hastalığı ilerleyecek veya iyileşmesi gecikecek olan kimse oturduğu yerde rükû` ve secdesini yaparak kılar. Oturmaktan da âcizse yattığı yerde ima (işaret) ile kılar.
Ima ile namaz kıları rükû ile secdenin birbirinden ayırt edilmesi için rükûda başını biraz aşağı eğer, secdede daha fazla eğer. Her ikisini eşit yaparsa namazı sahih olmaz.
Ima`nın hakikatı başı eğmektir. Son derece eğilerek alnını yere yaklaştırmak lâzım değildir.
Secde etmeye gücü olmayan kimsenin secde edebilmesi için önüne yüksek bir şey koymak mekruhtur. Ima yeterlidir. Peygamber efendimiz (s.a.s) bir hastayı ziyaret etmiş önüne yastık koyarak namaz kıldığını görünce yastığı atmış, hasta önüne tahta koymuş, Peygamberimiz onu da alarak "Gücün yetiyorsa yere secde et. Bunu yapamıyorsan Ima ile kıl ve rükû için olan Imayı secde için olan Ima`dan biraz. daha hafif yap" buyurmuştur. Ima ayakta veya oturarak caiz olduğu gibi, yatarak da caizdir. Ancak bir şeye dayanarak da olsa oturmak mümkün iken yatarak ima etmek caiz olmaz. Oturarak ima`dan âciz olan kimsenin sırtüstü yatması daha uygundur. Bu durumda başının altına yüksekçe bir yastık konur. Böylece hem yüzü gökyüzüne değil, kıbleye gelmiş ve hem de ima yapabilecek bir durumda bulunmuş olur daha önce de belirttiğimiz gibi ima baş ekmekle. Artık bundan da âciz olan kimsenin ne göz, ne kaş ve ne de kalbiyle imâ etmesi gerekmez. Hadis-i şerif de "imâ ile de kılmaya Kadir değilse, Allah onun özrünü kabul etmeye daha lâyıktır" buyurulmuştur (Şurunbilâli, Meraku`l-Felâh, Istanbul 327, s. 130-131).
Artık böyle imâ ile dahi namazlarını kılamayacak durumda olan hastalar, üzerlerinden beş vakitten fazla namaz geçmişse, iyileşince de bu namazları kaza etmez ama beş vakitten az olanları kaza ederler.
İMAM EBU HANİFE, ŞAFİİ VE TASAVVUF
Tarikata girmeden Islam yaşanamaz. Müctehitler bile buna muhtaçtır. Bu yüzden Imam Azam, tarikata intisab ettiği son seneleri için " Son iki senem olmasaydı helak olurdum" demiş, Imam Şafii de Şeyban isimli bir çobandan tarikat dersi almıştır... deniyor, bu doğru mudur ?
Rasulüllah`ın (s.a.) ashabının yaşadıkları zühal, nefis tezkiyesi, verâ, zikir ve nafileleri yaşama anlamında (ise) tasavvufu ve onun bir mezhebi olan tarikatı kabul ve ispat, her halde bu sorunun cevabı değildir ve ehli ilmin bunda şüphesi de yoktur. Fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlerdeki istilah ve metodların sahabe döneminde bulunan asıllarına göre gelişme ve değişme göstermesi gibi, söz konusu ilimde de istilahların ve metodların geliştirilmesi, daha kestirme metodlar ve disiplinler bulunması da normaldir makuldur. Bunlara da kimsenin söyleyecegi pek fazla bir şey yoktur.Ancak bütün bunları anlatabilmek için müslümanlarca "delil" sayılmayan yöntemlere başvurmanın da gereği yoktur.
Bilindiği gibi Islâmda ilmin yolları üçtür:
1. Sağlam duyular.
2. Doğru haber
3. Akıl.
Sözünü ettiğiniz bilgiler sağlam duyuların ve aklın konusuna değil, haberin konusuna girerler. Haberin doğru olabilmesinin de belli şartları vardır. Bunun için de müslümanlar "isnad ilmi" diye bir ilim geliştirmiş ve bu yolla sağlamlığını tespit ettikleri haberleri, kitaplarda tescil etmişlerdir.
Şimdi, sorudaki iddiaları böyle bir belge ile ispat etmemiz (ya da etmeleri) mümkün değildir. Çünkü ilmi ölçülerle doğru diyebileceğimiz bir sağlam kaynakta böyle bir şey kaydedilmemiştir. Gerçi Imam Gazali (her nedense): "Imam Şafii Şeyban-i Râî`nin önünde mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı. Kendisine: senin gibi bir zat, böyle bir bedeviden bilgi alır mı? diye sorulduğunda bu adam bizim bilmediğimizi biliyor, cevabını verirdi. (Imam Gazâlî, Ihya I/24-25 (Terc:1l61 )) diyor ama: Bu haberin doğru olduğunu kabul etsek dahi bu, Imam Şafiî`nin ondan tarikat dersi aldığını ve bugünkü anlamda onu mürşit edindiğini göstermez. Aksine Imam Şafiî`nin tevazuunu ve kendi ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bilmediği bir şeyi bilen, bir çoban dahi olsa, " Bilmiyorsanız ehli zikir olan ilim sahiplerine sorun" emri ilahisine uyarak ona sorma nezaketi gösterdiğini anlatır.Yine Gazalî`nin, aynı yerde, "Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main, Marufu Kerhi`ye başvurur, ondan sorarlardı" ifadesini de aynı şekilde anlarız. Çünkü "her bilenin üstünde bir bilen daha vardır". Bazı konularda onların bu imamlardan fazla biliyor olması mümkündür. Kaldı ki durum tarihi açıdan öyle de değildir. Mesela Sehavî derki : "Şafiî ve Ahmed`in, Şeyban er-Râî ile buluştukları ve ondan bir şeyler sorduklarına dair haberler ehli marifetin ittifakı ile batıldır. Çünkü bu imamlar Şeyban`a yetişmemişlerdir". (Sehavî, el-Makarıdü`I-hasene 474) Aynı şeyi Aliyyu`1 Kâri de hem "el-Masnû", hem de "el-Esraru`1-mer-fu`a" adlı eserlerinde nakleder. (Ali el-Karî, el-Masnü` (thk. A. Ebu Gudde) 220, el-Esrâru`l-merfu`a (thk. M.es-Sabbag) 38l)
İmam Azam`ın "Eğer iki sene olmasaydı Numan helak olurdu" anlamında: "Lev-lâ senetân le-heleke Nu`man" dediğine dair de hiç bir güvenilir kaynakta bir kayda raslanmadığını Muhakkık Kevseri söyler. (Kevserî, Irgamu`l-merîd 41.) Ama sahih kabul edildiği takdirde dahi Imam Ebu Hanefe`nin bu sözle neyi kastetmiş olabileceği açık değildir. Tarikata girip, bir şeyhe intisap ettiği için bunu kurtuluş saymış ve öyle demiş olduğu bundan anlaşılmaz.
Kısaca o büyük zatların böyle kurtarıcılara ihtiyaçlarından çok onların bunlara ihtiyaçları vardır. "Dürrul Muhtar sahibi Allame Hankafi`nin Kuşeyri`den naklettiği gibi, tasavvufun makbul tarikatlarının da Davud Tâî ve maruf Kerhi gibi büyük veliler vasıtası ile dayanağı Imam Azam`dır" (Ismail Hakkı, Mevahibu`r-Rahman 109) Imam Azam'ın metodu şudur: Kitap`tan sonra herhangi bir meselede bir hadis varsa onu alırız. Bir mesele hakkında sahabeden birden çok görüş gelmişse, Kitaba ve sünnete daha uygun olanı tercih ederiz. Bunlardan biri yoksa tabiiki taklid etmeyiz, biz de onlar gibi ictihat ederiz. (Ismail Hakkı, age. 31) Bu iki imamın hayatlarını en geniş anlatan kaynaklarda bunların üstadlarına baktığımızda sözü edilen zevattan, ya da benzerlerinden ders aldıklarına dairde bir şey göremeyiz (bk. Ebu Zehra, Ebu Hanife (Terc. O. Keskinogln) 109 vd.; Imam Şafiî, 40 vd.)
İMAM MERGİNANÎ VE "EL-HİDAYE" ADLI KITABI
Şeyhul-Islâm Imâm Burhânüddîn Ebul-Hasan Ali b. Ebîbekr b. Abdilcelîl el-Ferganî el-Merginânî (511/593-1117/1196). Hanefî fıkıhçılarının büyüklerinden, mezhepte müctehid (Ebu Firas en,Na`sanî, Ta`lîkât alel-Fevaîd s.141. Merginâni`nin fıkıhtaki derecesini Lüknevi`nin "Ashabı tercihten" olarak göstermesine Ebû Firas şu itirazda bulunur: "Gerçi Ibn Kemal Pasa Merginani yi kendi ictihatlarıyla, rivayetlerin bir kısmını diğerine tercih gücüne sahip olan "ashab-ı tercih" tabakasında zikreder ama, bu tenkide uğramış ve: Merginanî`nin durumu hiç de Kâdıhân`dan aşağı değildir. Onun delilleri tenkit de ve mesele istinbahindeki yeri, herkesin kabulüdür. Öyleyse "Mezhepte müctehid" makamına o daha lâyıktır. Aklı selim de bunu kabul eder, denmiştir. (agk.)) ya da "ashâb-i tercih"den.(Lüknevî, el-Fevâid 14l.)
Ebûbekr (r.a.) soyundan, fıkıhta, hadiste, tefsirde, usulde, edebiyatta mâhir, dakîk ve titiz bir âlim, zühd ve takvâ sahibi, ilm-i hilâfta ve mezhepte yetkili bir isim. Mergînân`da doğdu. Mergînân, Türkistan`in Fergana eyâletinde bir şehirdir. Doğduğu memlekette ölmüş ve Semerkand`da toprağa verilmiştir. Tahsilini zamanında geçerli olan seyahatler sayesinde elde etmiş ve devrinin önemli âlimlerinden ders okumuştur: "Akâid`ün-Nesefiyye" sahibi Necmüddîn Ebû Hafs Ömer en-ehsefi (537/1142-43), Sadru`s-Şahîd Husâmüddîn Ömer b. Abdil-Azîz (536/1141-42), Imâm Ziyâuddîn Muhammed b. Huseyn el-Berdenicî (Tuhfe sahibi Alâuddîn es-Semerkandî`nin öğrencisidir.) "Hulâsatül Fetâvâ" sahibinin Babası Imâm Kivâmuddîn Ahmed b. Abdirreşîd el-Buhâri ve es-Serahsî`nin talebesi Ebû Amr Osman b. Alî el-Beykandî (55?/1157) bunların meşhurlarıdır.
Kendisinden de birçok kişi fıkıh okumuştur ki, kendisinin değerli nesli Şeyhulislam Celâlüddin b. Ebîbekr b. Merginanî, Semsül-eimme el-Kerderi, Celâlüddîn Mahmud b. Huseyn el-Estrûsenî bunlardan sadece bir kısmıdir. (Lüknevi, age.142.) Yüceliğini, çagdaslarından olan Kâdihân (592/1195) gibi âlimler kabul etmiş ve belirtmişlerdir. "Bu derece ilimle meşgul olmasına karşılık, son derece zâhid ve takvâ ehli idi. Geceleri teheccüdle ihya ederdi. Anlatıldığına göre (biraz sonra anlatmaya çalışacağımız) Hidâye`yi yazarken, onüç yıl, geceleri hep teheccüde kalkmış ve hiç ara vermeden sürekli oruç tutmustur. Oruç tuttuğunu kimseye sezdirmemeye çalışır ve hizmetçi yemek getirdiğinde ona, sen yemeği bırak git der, gidince yemeği bir öğrencisine, ya da bir başkasına yedidirdi. Hizmetçi tekrar geldiğinde kabı boş görüp, onun yediğini sanırdı".(Tasköprüzâde, Mevzûâtü`l-ulûm I/725; Kâtip Çelebî, Kesf N/2032.)
Talebesinden olan Burhânül-Islâm ez-Zernûcî, "Ta`lîmül-Muteallim" adlı meşhur eserinde, şu beyitlerin ona ait olduğunu söyler:"Ne büyük bir fesat: Nefsine düşkün olan âlim / ve bundan daha büyüğü de cahil bir âbid. / Ikisi de âlemler içinde büyük bir fitnedir. / Dinde onlara tutunan için."Merginânî okuduğu bir hadis-i şerife dayanarak, derslerini çarsamba günleri başlatır ve Imâm Ebu Hanife`nin de böyle yaptığını söylerdi. Talebenin tahsile ara vermemesi gerektiğini, akranlarını ara vermemekle geçtiğini söylerdi.( Lüknevî el-Fevaid s.142.) Zehebî`nin (748/1374) "ilim küplerindendi"(Zehebî, Siyeru-a`lami`n-nübela 21 /232.) dediği Merginâni`nin: I-Müntekâ, Nesrul-Mezheb, et-Tecnîs, el-Mezîd, Menâsikül-Hac, Muhtârâtün-Nevâzil, Kitâbün fi`1-Ferâiz, Bidâyetü`1-Mübtedî, el-Hidâye. gibi eserleri vardır.
İMAMLARIN, DÖRT MEZHEBE GÖRE ABDEST ALIP NAMAZ KILDIRMALARI ŞART MIDIR?
İmamların dört mezhebe göre abdest alıp namaz kıldırmaları şart değildir. Belki imam olan kimse hangi mezhebin saliki ise onun ictihadına riayet etmekle mükelleftir. Ancak mümkün olursa namaz kılan herkes, imam olsun, me`mun olsun diğer mezheplere de riayet ederse daha efdaldır. Mesela abdest ve gusulde Hanefi mezhebinde niyet getirmek lazım olmamakla beraber onu gerekli gören diğer üç mezhebe muhalefet etmemek için gusülde yıkanmaya, abdestte de yüzü yıkamaya başlarken niyet etmek daha efdaldır. Veyahut başı mesh etmek hususunda Şafi`i mezhebinde bir kıl kadar, Hanefi mezhebinde dörtte birini mesh etmek kafi geldiği halde, Malıki ile Hanbeli mezhebinde mutemede göre hepsini mesh etmek gerekir. Hanefi ile Şafi`i olan kimselerin, Maliki ile Hanbeli mezheblerine muhalefet etmemek için hepsini mesh etmeleri daha iyidir. Aksi takdirde birinci meselede abdeste niyet etmeyen bir Hanefi diğer mezheb saliklerine imam olamaz. İkinci meselede başından az bir şey mesh eden bir Şafi`i diğer mezheb saliklerine imam olmadığı gibi yalnız başın dörtte birini mesh eden bir Hanefi de, Maliki ve Hanbeli mezheblerinin saliklerine imam olamaz.
Aynı şekilde Şafi`i mezhebine göre Cuma namazından önce iki hutbenin okunması farzdır. Bu iki hutbenin beş rüknü vardır:
1- Her iki hutbede Allah`a hamd etmek,
2- Peygambere salavat getirmek,
3- Takvayı tavsiye etmek,
4- Her iki hutbenin birisinde bir ayet-i kerime okumak,
5- Son hutbede mü`minlere açıkca dua etmektir.
Diğer mezheblere göre bu beş rükne riayet etmek gerekir. Bu beş rükne riayet etmeyen imama Şafi`i ile Hanefi cemaat karışık olduğu halde bu rükünlere riayet edilmiyor. Çünkü takva tavsiye edilmediği gibi son hutbede mü`minlere açıkca dua edilmiyor. Gizlice yapılan dua Şafi`i mezhebinde muteber değidir. Buna dikkat etmek lazımdır.
İMAN NEDİR?
İman; Cenab-ı Allah`ın, vahiy meleğin aracılığı ile, Hazret-i Muhammed (sav)`e gönderdiği semavi hükümlere kesin olarak inanıp tasdik etmektir. Bu da kişinin cüz-i iradesini kullandıktan sonra Allah'ın o kişinin kalbine koyduğu bir nur ile olur.
Bir kimse Kur`an-ı Kerim ve mütevatir sünnet ile sabit olan bir hükmü inkar ederse mü`min değildir. Mü`minlere terettüp eden ahkam da kendisine terettüp etmez. Mesela oruç, namaz ve benzeri farzları inkar eden veya içki ve faiz gibi yasakları kısmen de olsa mübah gören kimse, İslamın hududu dışında kalıp müslümanlarla olan manevi bağı koparmış olur. Bu sebeple müslümanlara varis olamaz, cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlıklarında defnedilmez ve onlarla evlenemez.
İslama inanmadığı halde kendine, müslüman görüntüsü veren Abdullah bin Ubey, ölüm döşeğinde iken Peygamberimiz ile görüşmek istedi. Bunun için yanına giden Peygamber (sav)`denkendisinin cenaze namazını kıldırmasını istedi. Peygamber (sav) de bu teklifi kabul etti. Öldüğünde Peygamber (sav), cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalktı. Fakat İslama karşı samimi olmadığı için Cenab-ı Hak, Peygambere, onun cenaze namazını kıldırmasını yasaklayarak şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Asla onlardan -münafıklardan- ölen kimse üzerine cenaze namazını kılma." (Berae Suresi).
İMAN(İNANÇ)
1- Her bakımdan mükemmel ve eksiksiz tek varlık olan Allah`a inanmaya, dolayısıyla başka bir dünyanın varlığını içtenlikle kabullenmeye "iman" denir ki, inanmak demektir. Kendisinde iman bulunan, yani inanan insana da "mü`min" denir.
2- Bir anlatışa göre "Islâm" ve "müslim", ya da "müslüman" kelimeleri de aynı anlamdadır. Diğer bir anlatışa göre "Islâm" kabul etmek ve inanmaktan öte "teslim olmak", "inandığı bu yüce varlığın verdiği buyruklara boyun eğmek" anlamına gelir.
3- Imanın yukarda söylediğimiz kadarına "özet iman" (icmalen iman) denir. Gerçekten de Allah`a inandığını söyleyen, işi en baştan tutmuş ve O`nun her söylediğini kabullenmiş demektir. Inanılması gereken şeyleri, ayırıcı nitelikleriyle ögrenmek ve kabullenmek de imânin genişletilmiş şeklidir, (Tafsilen iman).
4- Bu kısa ve özet iman: "LA ILÂHE ILLALLAH" cümlesiyle anlatılır. Anlamı "Allah vardır, başka ilâh yoktur" demektir. Verdiği emirlere ve koyduğu kurallara kayıtsız şartsız uyulan varlıga "Ilâh" dendiğine göre, bu cümle aynı zamanda "Ben Allah`dan başka emir ve yasak koyan kimse tanımıyorum" anlamına gelir. Sevgili peygamberimizin bir sözü bunu açıklar: Kendisiyle görüşen bir delegeye: "Siz bilginlerinizi ve büyüklerinizi ilâh edinip onlara tapıyorsunuz halbuki, biz sizi Allah`a kulluğa çağırıyoruz" dediğinde o, durumun böyle olmadığını, kimseyi ilâh edinmediklerini söylemişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Onlar bir şeyi yasak, yani haram, bir şeyi de serbest, yani helâl yapınca, sizde kabullenip öyle davranmıyor musunuz?" diye sormuş o da "evet" demişti. Peygamberimiz de: "İşte bunun adı ilâh edinme ve ona tapmadır" buyurmuşlardı. (Tirmizî, tefsir 10) İşte "Lâ ilâhe illallah" diyen ve mü`min olduğunu söyleyen herkes, kendi hayatına giren her türlü ilâhı itebilmişse, gerçek mü`min olmuş olur.
5-Bu cümlenin ikinci parçası: "Muhammedün Rasûlullah"tır ki, Muhammed (s.a.v.) Allah`ın elçisidir. Yani her söylediğini Allah`tan alarak söylemiştir. Onun için her dediği doğrudur, demektir. Birincisine kısaca "kelime-i tevhid" yani, "Birleme sözü" denir. Buna, "Ben şahitlik ederim" anlamındaki. "eşhedü" kelimesi eklenir ve "Eşhedü en-lâ-ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühû "şeklinde söylenirse "Kelime-i şehâdet", yani "şahit oluş sözü" adını alır.
6- Yüce bir varlıga inanma duygusu bütün insanların yaratılışında, yani "fıtrat" denen hamurunda vardır. Yani yaratılışındaki duruluğu bozulmayan herkes, vicdanının sesine kulak verdiği zaman, gücünün kaynağı, yüce bir varlığın bulunduğunu hissedecektir. Ayrıca bozulmamış aklını kullandığında da, böyle bir varlığın mutlaka bulunması gerektiğini anlayacaktır. Kendisinin en küçük parçası olan hücresinden feza âlemine kadar her şeyde, son derece bir düzen ve intizam görecek ve eğer aklı bozuk değilse bunların asla tesadüfen olamayacağını rahatlıkla görecektir. Bunun için sayılamayacak kadar çok delil vardır.
7- Ancak doğuştan bu temiz hamurla gelen insanı aynı zamanda sayılamayacak kadar da düşman beklemektedir. Onların bütün işleri güçleri doğruları eğri, eğrileri doğru göstermek ve gerçekleri örtmek, yani küfretmektir.
"Küfrün" kelime anlamı "örtmek". demektir. Kâfir, doğruları örttügü için ona "kâfir" denmiştir. Yanlışı süslü gösteren filmler, piyesler, yanlışa çağıran radyo ve televizyon yayınları, (Bu ifadelerimizle radyo ve televizyon gibi âletlere karşı olduğumuz anlaşılmasın. Tersine bir televizyonu insan zekâsının bulduğu en mükemmel âlet olarak görüyoruz. Karşı olduğumuz şey, bu âletlerin inançsız bir aile yapısı ve toplumu hedef alarak iman esaslarına karşı sürekli saptırıcı, aklı oksitleyici yayınlar yapmasıdır.) aşağı duygulara seslenen renkli, resimli basın, magazin ilâveleri ve dergiler, bunların bozduğu şeytanlaşmış insanlardan oluşan arkadaş, öğretmen çevre... hep "küfr"ü güçlendirir, yani akılları üzerinde paslı bir tabaka oluşturur, davranış ve eylemlere aklı değil, hep duyguları motor yapar, sonuçta insanı düşünme gücü dumura uğramış, yalnız duygularıyla algılayabilen, bir anlamda kör bir varlık durumuna düşürür.
Iman kalbin bir eylemi olduğu için insanları zorla inandırmak aslında imkânsızdır. Bu yüzden Islâm, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara (2) 256.) kuralını koymuştur. Ancak insanların akıllarını oksitlenmiş bakır gibi örten şer güçlerin bu hareketine, yani küfürlerine de izin vermemek ve aklı kaplayan paslı tabakayı da sökmek, böylece aklı olaylarla başbaşa ve karşı karşıya bırakmak gerekir. O zaman aklın doğruyu bulduğu görülecektir. Sözü edilen eyleme "cihad" adı verilir.
8- Imanın genişletilmiş şekli de "Amentü" denen altı madde ile özetlenmiştir. Inanılması gereken şeyleri anahatlarıyla anlatan bu altı maddeye, "imanın temelleri, ya da şartları" denir. Bunlar:
1. Allah`a ,
2. Meleklerine,
3. Kitaplarına,
4. Elçilerine (Peygamberlerine),
5. Bu dünyanın sona erip bir başka dünyanın kurulacağına (Ahiret`e),
6. Kadere, yani iyi kötü her şeyin Allah`ın bilgisi ve gücü ile olduğuna inanmaktadır.
İNANÇ TEMELLERİ
Allah`a Iman
Insanlarla hayvanlar arasındaki en önemli fark akıldır. Bunun dışında hemen her konuda eşittirler. Öyleyse insan, aklıyla, önce aklın niçin verildiğini, sonra da kendisinin ve dünyanın niçin ve nasıl varolduğunu düşünmek zorundadır. Çünkü aklın görevi düşünmektir. Ona görevini yaptırmamak, onu yararsız hale getirmek demektir.
Aklın dış etkilerden arındırılmış olarak çalıştırılması halinde hiçbir şeyin kendiliğinden var olamayacağı, her sanatın bir sanatçısı olduğu gibi, sırlarının henüz yüzde onuna dahi akıl erdirilemeyen insan vücudunun ve onun gibi milyonlarca varlığın da bir ustası bulunduğu rahatlıkta anlaşılır. Bu yüzden birçok Islâm âlimi, kendisine hiçbir şey öğretilmeyen insanın, aklıyla en azından Allah`ın varlığını bulmak zorunda olduğunu söylemişlerdir.
Allah`ın varlığı gibi, birliği, öncesinin ve sonunun bulunmadığı ve her şeye gücünün yettiği de yine akılla bulunabilir: Bu konuda Islâm Âlimleri iki kere ikinin dört ettiği gibi kesin hesaplar yapmışlar ve peşin fikirli olmayan her akıllıyi ikna etmişlerdir. Ancak müslümanların hepsi, bu konuda ikna oluncaya kadar akıl yormak ve bunu isbat edenlerin isbatıyla yetinmemek zorondadırlar. Çünkü inanç meselelerinde taklit caiz değildir.
Allah`ın, kendinden başka kimsede bulunmayan bir takım nitelikleri vardır: O, önü ve sonu olmayan bir varlıga sahiptir. Yani O`nun ne geçmişte olmadığı bir zaman vardı, ne de gelecekte olmayacağı bir zaman bulunacaktır. Varlığı da bir başka şeyden değil kendindendir. (Kidem, Bekâ, Vücut, Kiyâm binefsihi). Allah hem zatında yani varlığında, hem sıfatlarında, hem de işlerinde tektir (Vahdaniyyet). Yani O, tek başınadır. Onun sıfatları başka kimsede yoktur ve O işlerini tek başına yapar. Allah`tan başka herşey sonradan yaratılmıştır ve O, sonradan yaratılanların hiçbirisine benzemez. (Muhalefetün lil havadis). Bu yüzden Allah`ı herhangi bir varlığa ya da cisme benzeten, O`na olduğu gibi inanmamış olacağından kâfir olur. Bu saydığımız altı niteliğe Allah`a özgü nitelikler yani, "sıfat-i zâtiyye" denir.
Allah`ın daha başka nitelikleri de vardır: Mesela Allah diridir, hiç uyumaz (hayat), olmuş ve olacak her şeyi bilir (ilim), her şeyi bilir, çünkü her şeyi ezelde, yani kendinden başka varlıkların hiçbiri yokken O, takdir etmiş yani, planlamış, programlamış ve aynen çalar saat gibi kurmuştur. Herşey O`nun bilgisiyle ve planına göre gerçekleşir. O herşeyi duyar (semî`), herşeyi görür(başar), herşey O`nun dilemesiyle olur,(irade), O`nun herşeye gücü yeter (kudret), O konuşur ama konuşması bizim konuşmamıza benzemez. Bazı peygamberlerle doğrudan doğruya konuştugu gibi, indirdiği kitaplar da O`nun konuşması türündendir (kelâm). Herşey O`nun yoktan yaratmasıyla olur ve O her an yeni bir durum yaratmaktadır (tekvin). Her yaptığının bir hikmeti vardır yani, her yaptığı yerli yerindedir.
Allah`ın daha bir dizi güzel ve mükemmel niteliği, ya da ismi vardır. Bunlara "güzel isimler" anlamında "Esma-i Hüsnâ" denir. O`ndaki bütün güzellikler ve mükemmellikler eksiksizdir ve tastamamdır. Yani güzel olan herhangi birşeyin, meselâ cömertliğin O`nda olanından daha fazla ve daha iyisi düşünülemez. Eksikliklerin ve çirkinliklerin ise hiç biri O`nda yoktur.
Allah`ın nitelikleri yani sıfatları diğer bir yönden;güzellik ve umut akla getiren nitelikler, korku ve heybet akla getiren nitelikler diye de ikiye ayrılabilir (cemâl ve celâl sıfatları). Yani Allah`ın korkup titrenecek sıfatları olduğu gibi, umutla dolunacak sıfatları da vardır ve bu yönü öbür yönüne galiptir. O, "rahmetinin gazabına galip geldiğini" bildirmiştir.
Allah`a inananlar Cennette Allah`ı göreceklerdir. Allah`ı görmenin tadı ve lezzeti, Cennetin bütün nimetlerinden daha tatlı olacak ve bu, en büyük nimet sayılacaktır.
Allah yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildir. Insanlar ise yaptıklarından O`na karşı sorumludurlar. O, hiçbir şeyi yapmak zorunda değildir.
Allah`ın her emrettiği şey güzeldir ve her yasakladığı şey de çirkindir. Insan aklı bunların bazılarının güzellik ya da çirkinliğini anlayabilir, bazılarını anlayamaz. Ancak O emredince, aslında güzel olduğunu anlarız.
Allah`ın acıma duygusu yani, rahmeti ve merhameti bütün canlılarınkinin toplamından da fazladır. Bu yüzden dünyada inanan ve inanmayan herkesi rızıklandırır. Ama öbür dünyada nimetlerin, yani Cennetin sadece inananlara verileceğini söylemiştir. Bu yüzden Cehenneme girecek olanlar Allah`ın acımadığından değil, kendi kendilerine acımadıklarından gireceklerdir. Eğer Allah onlara acımamış olsaydı, Cennete gitmenin yolunu hiç göstermeden onları ateşe atardı.
Meleklere Iman
Allah`ın insan denen bizim gibi kulları yanında, melek denen ve bizim göremediğimiz bir takım kulları daha vardır. Onlarda erkeklik ya da dişilik yoktur. Tek işleri Allah`a kulluk etmek yani, O`nun her emrini yerine getirmektir. Onlarda Allah`ın emirlerini tanımama yani, isyan gücü yoktur. Onların kendilerine göre bir zaman ve mekân dünyaları vardır. Bizim zaman ve mekânımız onlar için geçerli değildir. Yani bizim bir an dediğimiz bir zamanda onlar dünyamızı belki birkaç kez dolanabilirler. Yemezler ve içmezler. Yani ihtiyaçları bizimkiler gibi değildir.
Azrail, Mikâil, Cebrail ve Israfil gibi büyük meleklerin yanında, çok basit gördüğümüz işler için, meselâ bir kar, ya da yağmur damlasını buluttan alıp yere indirmekle görevli ve o görevini yapınca işi biten melekler de vardır. Cinsel ilişki ve tuvaleti dışında, devamlı insanla bulunan "koruma melekleri" vardır. Bunlar, insanın yaptığı iyilikleri ve kötülükleri yazmakla görevlidirler. Kabirde insanın kabir imtihanını yapmakla, Cehennem`de ve Cennet`te oralara lâyık işleri görmekle görevli melekler vardır ve Allah`a sırf belli tesbih ve zikirleri yapmakla görevli melekler vardır.
Melekler şekil bakımından da bize benzemezler. Gerçi onların kanatları vardır ama kanatları bizim tanıdığımız kanatlıların kanatlarına benzemez. Bu yüzden onları kartal, doğan vb. gibi düşünüp onlara benzer kurgu resimlerini yapmak câiz değildir. Çünkü bu onları olduklarından başka türlü göstermek ve gerçeği saptırmak demektir.
Allah`ın her şeye gücü yettikten sonra melekleri niçin yaratmıştır gibi bir soru akla gelebilir: Ancak yukarıda öğrendiğimiz sıfatlarla nitelenen Allah`a karşı, yine onun bir yaratığı olan insanın, bir defa böyle bir soru sorma yetkisi yoktur. Eğer bu durumda bir insan düşünseydik onun bu soruya vereceği cevap, herhalde tek kelime ile: "Sana ne! Küstah!" olurdu. Ama Allah bizi azarlamıyor ve biz aklımızı kullanarak bunun bir sürü hikmetinden bazılarını anlıyor, ya da tahmin edebiliyoruz:
Her şeyden önce Allah Hakîm`dir yani, her yaptığı yerli yerindedir ve bir hikmete göredir. Sonra Allah (c.c.) böyle, akıllara durgunluk verecek bir âlem yaratmakla kendisinin nelere güç yetirebileceğini bize göstermiş ve kendini bize tanıtmak istemiş olabilir. Melekler arasında, en büyükten en küçüge doğru son derece düzenli ve intizamlı bir sistemi bize göstermekle bize kendi işlerimizde örnek ve kopya vermiş olabilir. Isteseydi bizi de onlar gibi aralıksız ibâdet ve itaatla görevlendirilebileceğini, bu yüzden durumumuzu nimet bilmemiz ve bizim, onlarınkine göre çok az olan görevlerimizi yerine getirmemiz gereğini hatırlatmış olabilir.
Melekleri niçin göremiyoruz? diye de sorulabilir. Bu soruya da muzipçe: Göremediğin sadece melekler mi? Görebildiklerin, göremediklerinin kaçta kaçı olabilir? Göremediğin herşeyi yok saymak; kısa düşüncelilik ve geri kafalılık olmaz mı? diye cevap verilebilir. Ama biz bunun da bilimsel açıklamasını yapmaya çalışalım:
Bir defa varlık âlemi sadece dünyadan ibaret değildir ve her âlemin kendine göre şartları ve kanunları vardır. Meselâ aydaki yerçekimi dünyadaki yerçekimi gibi değildir. Eğer varsa, bir başka dünyadaki canlıların yaşama şartları da bu dünyadaki yaşama şartları gibi değildir. Melekler de bir başka âlemin varlıklarıdırlar ve bu dünya şartlarına göre ayarlanmış gözlerle görülemezler. Tıpkı televizyon dalgalarının radyo alıcısıyla algılanamadığı gibi. Sonra gözün, kendi dünyasında da bir görme kapasitesi vardır. Meselâ göz, ışığın belli dereceden az ve belli dereceden çok olması halinde göremez. Yani kapkaranlık bir odada önümüzdeki masayı göremediğimiz gibi, Güneşin kendisine ve meselâ kaynak ışığına karşı da bakamayız, göremeyiz. Kulaklarımızın ve diğer duyularımızın gücü de aynıdır. Dünyada iken Allah`ı göremememizin sebebi de budur. Yani Allah`ı uzakta ve görülmeyen bir yerde olduğu için değil, aksine bizim gözlerimizin gücünü aşan bir açıklıkta ve parıltıda olduğu için göremiyoruz. Çünkü O`nun bir adı da Nûr`dur. Cennette ise inananlara oranın şartlarına göre göz verilecek ve Allah`ı, o şartlar altında göreceklerdir. Nitekim Hz. Musa Allah`ı görmek istemiş ve değil Allah`a, Allah`ın belirdigi dağa bakmakla bile cereyana kapılmış gibi baygın yere serilmiştir. (Bu olay için bk. A`raf (143. âyet ve tefsirleri.) Yine bu yüzden Allah(c.c.) elçisi Muhammed`e görünmek istediğinde onu Mi`raca yükseltmiş, Cennete koymuş ve o, Allah`ı oranın şartlarıyla görebilmiştir. Ve yine bu yüzden Mi`raç yolculugunda ona refakat eden Cebrail belli bir noktadan öte geçemeyeceğini, geçerse yanacağın söylemiştir. Melekler bu nitelikte, Allah gibi olmamakla beraber, bizim onları göremeyişimizin sebebi de aynıdır.
Sonra biz eşyayı beş duyumuzla algılıyoruz. Bir altıncıduyumuz daha olsaydı algılayacak daha bir sürü şey bulmaz mıydık? Bulmazdık demek, elini denize sokup dibini bulamayan adamın, bu denizin dibi yoktur, demesi gibi gülünç olmaz m? Meselâ anadan doğma kör olan bir insan, rengi hangi yolla algılayabilecektir? Onun renk diye birşey yoktur demesinin ne anlamı varsa, melek diye birşey yoktur demenin de o kadar anlamı vardır. Üstelik hayatında hiç yalan söylemeyen bir insan, bize meleklerin var olduğunu söylemiş, onları görmüş ve konuşmuştur. Kaldı ki, meleklerin bulunmadığına da aklî delil yoktur. Bütün dinler meleklerin var olduğunu söylemiştir. Herbirimizin en azından birkaç defa görmüş olduğumuz gerçek rüyalar bile, bizim algılayabildiğimiz fizik âleminin ötesinde bir manâ âleminin bulunduğunun kesin delilidir.
Meleklerin varlığından sözeden birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunduğu ve Islâm ümmeti bu konuda ittifak ettiği için, meleklerin varlığını kabul etmemek, insanı dinden çıkarır.
Kitaplara İman:
İmanın rükünlerinden biri de semavî kitaplara imandır. İnsan, akıl aracılığıyla Allah’ın varlığını ve birliğini bilse bile, O’nun emir ve yasaklarının neler olduğunu, O’na karşı ibadet vazifesini nasıl yapacağını, kısacası Allah’ın nelerden razı olup olmayacağını idrak edemez. Bunun için Cenab-ı Hakk, semavî kitaplar inzal etmiştir. Semavî kitapların yüz tanesi sayfalar halinde, dört tanesi ise kitap halinde nazil olmuştu. Bu dört semavî kitap, inzal sırasına göre, Zebur, Tevrat, İncil ve Kuran’dır.
Bir Müslüman bunların tamamına inanmakla mükelleftir. Şu var ki, Kuranın nazil olmasıyla diğer semavî kitaplar uygulama sahasından kalkmışlardır.
Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize nazil olduktan sonra, bir harfine bile dokunulmadan günümüze kadar gelmiştir. Böylece Cenab-ı Hakk’ın “Kur-an’ı Biz indirdik, Biz muhafaza edeceğiz,” hükmü gerçekleştirmiştir.
Peygamberlere İman:
Bir diğer iman rüknü de peygamberlere imandır. Cenab-ı Hakk’ın, insanları, yine insan nevinden bir peygamberle ikaz etmesi İlahi bir kanundur.
Peygamberlik beşer için azim bir ihtiyaç ve büyük bir nimettir. Cenab-ı Hakk, bu mürşit ve rehberlerin vasıtasıyla insanlara hidayet yollarını göstermiştir.
Peygamberlerin vazifesi, vahiy ve ilham yoluyla Cenab-ı Hakk’tan aldıkları emirleri beşeriyete tebliğ etmek, dünya ve ahiret saadetinin yollarını onlara göstermektir. Bu zatların iki cihetleri vardır. Birisi “kulluk”, diğeri “risalet”(İlâhî elçilik)tir. Kulluk cihetiyle Allah’ın emir ve yasaklarına en mükemmel manada, eksiksiz uyarlar; bu sahada insanlara örnek olurlar. Risalet cihetiyle, insanlara hak ve hakikati tebliğ ederler.
Peygamberler, Allah’ın mahluku ve kuludurlar. Bir Müslüman peygamberlerin hepsine inanmakla mükellef kılınmıştır. Herhangi birisinin peygamberliğini inkar etmek, onu İslâm dairesinden çıkarır. Meselâ, Hazreti Musa (as), yahut Hazreti İsa’ya (as) inanmayan bir insan mümin olamaz. Bunların peygamberlikleri Kur’an ile sabittir. Onlara iman etmek, hem kitaplara, hem de peygamberlere imanın bir gereğidir.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Adem, sonuncusu da Hazret-i Muhammed (a.s.m.)’dir. Nübüvvet müessesesi Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile son bulmuştur. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed’e, “Hatemü’l-Enbiya” denilir.
“Biz, seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” hükmünce Hazret-i Muhammed bir kavme değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmîştir.
“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” ayetinin hükmünce de O Zat (a.s.m.), varlık alemine daimi bir nimet, ebedi bir rahmet olmuştur.
Ahirete İman:
İmanın en mühim bir rüknü de; öldükten sonra dirilmeye ve ahiret hayatına imandır. İnsanlara, bu dünya hayatında hem maddî, hem de manevî nimetler ihsan eden Cenab-ı Hakk, bu dünya imtihanını kazanan sevgili kullarını cennette yine hem cismanî, hem de ruhanî hadsiz nimetlere mazhar kılacaktır.
Güz mevsiminde ölen bütün bitkileri ve hayvanları, baharda yeniden hayata kavuşturan Allah, elbette vefat eden insanları da ahirette yeniden diriltecektir. Bu Onun hem rahmetinin hem de adaletinin gereğidir.
Kadere İman:
İmanın rükünlerinden biri de kadere imandır. Kader iki kısımdır. Birincisi; kainattaki her varlığın, “zatı, şekli ve bütün özellikleriyle” Allah’ın ilminde takdir edilmesi ve buna göre yaratılmasıdır. Bu saha imtihana konu değildir.
İkincisi ise; insanın cüz’i iradesine bakar. İnsan, cüz’i iradesi ile hayır olsun, şer olsun her neyi tercih eder ve neyi işlerse Allah onu yaratır. İnsan bu ikinci kısımdan mesuldür. Cennet ve cehennem, insan iradesine tanınan bu tercih hakkının meyveleridir.
İNANÇLA İLGİLİ DİĞER BAZI KONULAR
Imanın ana temelleri altı olmakla ve bu altı temel bütün inanılacak şeyleri içine almakla beraber, akaid kitaplarında, öneminden ötürü ayrıca zikredilen şeyler de vardır:
Allah`ı, insanlarda, ya da diğer yaratıklarda bu1unan bir özellikle nitelemek küfürdür.
Inananlar cennette Allah`ı yer, zaman ve nitelikten uzak bir şekilde göreceklerdir.
Allah`ın Kelâmmn bir âyetini bile inkâr, insanı dinden çıkarır.
Allah`a mekân nisbet edilemez. Yani Allah şuradadır, ya da buradadır denmez. Belki, bilgisi ve gücüyle Allah her yerdedir, denir.
Isrâ ve Mîraç, yani Hz Muhammed`in Allah tarafından Mekke`den alınıp Kudüs`e götürülmesi, oradan da göklere yükseltilip bu yolculugunda Allah`la görüşmesi gerçektir.
Kıbleye dönüp namaz kılan hiçbir kimse; dinin zorunlu olarak bilinen kesin esaslarından birini açıktan inkâr etmedikçe, ya da küfrü kesin olan bir eylemi inanarak yapmadıkça kâfir sayılamaz.
Kâfirin müslüman üzerinde "velayat" hakkı yoktur, ya da "ulü`l-emr" ancak müslümandan olur.
Allah`a isyan emretmedikçe "ulü`l-emr"e itaat, zalim de olsa farzdır:
Abdestte mestler üzerine meshetme müslümanların ittifakıyla sabittir.
Imamla, yani tüm müslümanların önderi ile birlikte cihad kıyamete dek sürecektir.
Peygamber bildirmeden, kimsenin Cennetlik ya da Cehennemlik olduğuna hükm olunamaz.
Peygamberimizin arkadaşlarının, yani ashabının hepsi âdil insanlardır. Hiç birisine kötü söylemeyiz.
Allah`tan başka herkes yanılabilir. Ancak Allah, peygamberleri yanıldıklarında doğrultur.
Bir peygamber, bütün velilerden daha üstündür.
Allah dostlarının (evliya) kerametleri gerçektir.
Kâhinler ve gâibden haber verdiklerini söyleyenler yalancı ve kâfirdirler. Söylediklerini doğrulamayız. Ama Allah, bazı kullarına dilerse bazı sırlar öğretir.
Kıyametin, Deccalın çıkması, Hz. Isâ`nın inmesi ve Güneş`in batıdan doğması gibi büyük işaretleri vardır.
Allah Resûlünün yolundan başka bir yol, onun getirdiği gerçekten başka bir gerçek yoktur. Içiyle ve dışıyla ona itaati kabullenmeyen, havada da uçsa, suda da yürüse mü`min değildir.
Inanç açısından insanlar üçe ayrılır:
1. Hz. Muhammed`in (s.a.s.) Allah`tan (c.c.) getirdiklerini kalbiyle kabul edip, diliyle söyleyen mü`min`dir.
2. Kabul etmeyen kâfirdir.
3. Kabul etmediği halde kabul ettiğini söyleyen münafıktır. Münafık kâfirden daha kötüdür. Ancak kalbinden inanmadığı halde müslümanlar gibi yaşayana biz Müslümanca muamele ederiz. Kalbini bildiğimizi söyleyemeyiz.
İNFAK
Helâl yollarla elde edilen malı, ihtiyaca ve dinin gerekli ya da hoş görüldüğü yerlere harcama, sarfetme. Allah`ın bir rızık olarak verdiği görünür-görünmez (zahir-batın) nimetleri yayma.Kelime arapça kökenli olmakla beraber, Islami bir terim muhtevası kazandığından bütün müslüman halklar tarafından aynı kapsamla kullanılır olmuştur. Arapçadaki kökü "ne-fe-ka" fiilidir. Bu kök "çıkma" ve "gitme"yi ifade eder. Arap tavsanının çıkış deligine "nâfika", imandan çıktığı için ya da kalbinden iman çıktığı için insana "münafık", pantolonda ayağın çıkış yerine "neyfak", azığın bitip tükenmesine "infak" yerin altından çıkış yeri olan tünele "nafak" denir ki, bunların hepsinin kök, mana ile ilişkisi vardır. Insanın şeran bakmakla yükümlü olduğu kimselere elinden çıkarıp vermekle yükümlü olduğu malı mükellefiyete de "nafakâ` denir ki, bunun da bu kökle ilişkisi açıktır.
Terim olarak giriş paragrafındaki anlamların tümünü bünyesinde bulunduran "infak" tanımdan da anlaşılacağı gibi, insanın sahip olduğu bilgiyi (faydalı ilmi) yayma ve öğretme anlamına da gelir. Mesela Kur`an-ı Kerim`in daha ilk girişinde (2/3) kurtuluşa eren mü`minlerden sözeden, "bizim kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" ayeti "infak" a bu anlamı da yüklemiştir. Ve bu ayet aslında "infak" ta bulunması gereken özelliklere de"işareti" ile dikkat çeker: Ayette ki "min = den" eki, infak edenin sahip olduğu herşeyi verip yoksul kalmasını ve savurganlık etmesini değil, bir kısmını vereceğini, "mâ = şey" ifadesi, sadece maddi varlıktan değil, ilim gibi manevi varlıklardan da infak edileceğini, Allah`ın "bizim rızık olarak verdiklerimiz" ifadesi, "infak" ta başa kakma ve minnet duygusunun olamayacağını, çünkü verenin aslında Allah`ın malından verdiği, "infak ederler" ifadesi de, hem başka harcamalar için değil ihtiyaç (nafaka) için verirler, hem de, verdikleri çok az olmayıp bir ihtiyacı karşılayacak kadar olur anlamına verir ki, "infak"ın asıl özellikleri de bunlardır. Bu nitelikleri taşıyan "infak"ın yapıldığı yön (cihet) zaman ve şartlar itibari ile kendi içinde bir meratibi (hiyerarşisi) vardır. Mesela bir yönüyle "infak"ın farz, (vacip) ve mendup olanları vardır ki, bu sıralamaya göre "infak"ın farz olanlarının başında zekat gelir. Insanın kendine bakması ve çoluk çocuğuna yapacağı harcama (nafaka) da ikinci derecede farz olan "infak" tır. Üçüncü farz "infak" ise cihat için yapılacak harcamadır. Bütün çeşitleriyle sadakalar ise "infak"ın mendup (hoş ve arzulanan) kısmını oluşturur. (Kurtubî I/179) "Infak"ın tüm çeşitleri ile ilgili olarak Kur`an-ı Kerim`de ikiyüze yakın ayet-i kerime vardır ki bu, islam toplumundaki maddi transfer, mülkiyet seyyaliyeti, servet törpülenmesi, gelir hatta servet dağılımı, olandan olmayana transfer (sosyal güvenlik ödeneği) kısaca sosyal adaletin hangi boyutlarda motive edildiğinin belirgin bir göstergesidir, "infak"ın mekruh ve haram olanı ise olmaz. Çünkü bu terimin anlamı bütünüyle olumludur. Mekruh ya da haram olan harcamalara "infak" değil "israf`, "savurganlık" vs. denir.
Ancak "infak"in sadece teberru (tatavvu) şeklindeki harcamalara denebileceği, zekatı içine almayacağı da söylenmiştir. Fakat birinci görüş daha doğrudur.( Razî 2/3. )
Diğer bir yönden "infak"ın hiyerarşisini Allah Rasülü (s.a.) bir hadisleriyle açıklar: "Gelip, bir dinarım var (ne yapayım?) diye soran birisine: kendine harca (infak et) buyurdu. Iki dinarım varsa? Ev halkına harca. Üç dinarım varsa? Hizmetçine (çalıştırdıklarına) harca. Dört dinarım varsa? Ebeveynine harca. Beş dinarım varsa? Yolunlarına harca. Altı dinarım varsa? Allah yolunda harca, buyurdu" el-Bakara suresi 2/215. ayeti bu hiyararşiye daha net bir sıra çizer: "Ne infak edeceklerini sana sorarlar. De ki, hayır olarak infak ettiklerinizi ebeveyninize, yakınlarınıza, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (harcayın)" Bir başka hadis-i şerif aynı derecelemeye değişik sartlara göre biraz değişik bir sıra çizer: "kişinin infak deceği en hayırlı para (dinar) çoluk çocuğuna harcadığı, Allah yolunda (cihadda) bineğine harcadığı, yine Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı paradır." Bir diğerinde ise: "Allah yolunda (cihadda) infak ettiğin bir dinar, bir köle azat etmek için infak ettiğin bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve çoluk çocuğuna harcadığın bir dinardan ecri en büyük olanı çoluk çocuğuna harcadığındır"( Kurtubî I/179) denir.
Rasülullah`ın hadislerinde de her çeşidiyle "infak" vurgu ile tavsiye ve teşvik görür. O herkesin, yarım hurma ile de olsa kendisini kurtarması gerektiğini, sadakanın rızkı çogaltacağını, ömrü ve malı artıracağını, Rabbin gazabını dindireceğini, zafere sebep olacağını, malın bereketi olduğunu söyler. Zaten Allah da (c.c.) yapılan bir infakın yerinin Allah tarafından doldurulacağını haber verir. (34/39) Yine Allah Rasulü (s.a.) "infak" etmeyenin rızkının daraltılacağını, cömertliğin Allah`ın ahlakından olduğunu, yoksullara arka çıkmanın kötü ölümü engelliyeceğini, sadakanın (bir paratöner gibi) belayı önlediğini... bildirir.Kısaca bütün çeşitleriyle infak Islamın ikinci temel unsuru, "köprüsü" ve dünyayı düzene koyma aracı olarak görülür.
İNSAN İRADESİ-İHTİYÂRÎ FİİLLERİ VE SORUMLULUK
Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb`ini bilmek ve O`na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. Insana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ`dır. Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak değildir. Allah`ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan, iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz`î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa yöneltmekte serbesttir.
Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir varlıktır. O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza görecektir., Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir. Işte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar. Aksi halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar. Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse, cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez.-Zümer, 39/62) âyetine uyarak, Hak Teâlâ`nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyarı fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir.
Ikincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) Ihtiyarı Fiillerinden sorumludur. Yani Allah`ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu, teklif ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna götürebilir. Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı düşer.
Işte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef`âli ihtiyarıye" diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ`nın fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat işleyen kul mudur? meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan "Cehmiyye" adıyla da anılır.
2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu`tezile" mezhebi.
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.
4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş`ariyye" mezhebidir.
Ilk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve "mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir.
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet görüşünü temsil ederler.
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta cansız bir varlık seviyesine indiriyor. İslam`ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.
Kaderiyye ve Mu`tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye`nin mutlak cebir fikrının tam aksini savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece Allahu Teâlâ`ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar.
Doğru olanı ise: isteyen insandır, yaratan da Allah'tır.
İNTİHAR
Insanın kendisini öldürmesi. Ne şekilde olursa olsun bir kimsenin kendisini öldürmesine "intihar" denir. Intihar Allah`ın yaratmış olduğu cana kıymaktır. Bu yüzden de büyük günahlardandır. Insana canı veren Allah olduğu gibi, onu almaya yetkili olan da odur.
Intihar etmenin haramlığı ve ahiretteki tehlikesi ayet ve hadislerle sabittir.
Kur`an-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisa`, 4/29). Ayette, fiilen cana kıyma anlamı yanında, Allah`ın haram kıldığı şeyleri işlemek, masiyete dalmak ve başkalarının mallarını batıl yollarla yemek sûretiyle kendisine yazık etmek, ahiret hayatını mahvetmek anlamı da vardır (Ibn Kesîr, Tefsîru`l-Kur`anı`l-Azım, Istanbul 1985, II, 235).
Amr b. el-As (r.a), Zâtu`s-Selâsil seferinde ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber`e iletirken, yukarıdaki ayete göre amel ettiğini söylemiş ve Resulullah (s.a.s) Amr`ın bu yaptığını tasvip etmiştir (Ebu Dâvud, Tahâre, 124; Ahmed b. Hanbel, IV, 203).
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Yedi helak edici günahtan uzak durunuz Denildi ki, ya Resulullah, onlar nelerdir?; şöyle buyurdu: Allah`a ortak koşmak, bir cana kıymak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadına zina iftirası yapmak" (Buhârî, Vesâyâ, 23, Hudûd, Tıb, 45; Müslim, Iman, 144).
Intihar geçmiş ümmetlerde de yasaklanmıştır. Cündüb b. Abdullah`tan Hz. Peygamber (s.a.s)`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir adam vardı. Yarasının acısına dayanamayarak, bir bıçak aldı ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; kulum can hakkında benim önüme geçti, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu" (Buhârî, Enbiyâ, 50).
Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman`ı izlemiş ve O`nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür (Buhârî, Kader, 5, Rikâk, 33, Meğâzî, 38, Cihâd, 77; Müslim, Iman, 179; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarıh, X, 266 268). Kuzman`ın ölüm şekli Allah Resulu`ne iletilince şöyle buyurmuştur: "Insanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir" (Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, Iman, 179).
Intihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. Hadis-i şeriflerde "Kim kendisini bıçak gibi keskin bir şeyle öldürürse, cehennem ateşinde kendisine onunla azap edilir" (Buhâri, Cenâiz, 84). "(Dünyada ip ve benzeri) şeyle kendisini boğan kimse cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran cehennemde kendisini vurur (azabı böyle olur)" (Buhârî, Cenâiz 84),
"Kim kendini bir dağın tepesinden atar da öldürürse cehennem ateşinde de ebedi olarak böyle görür. Kim zehir içerek kendisini öldürürse cehennemde zehir kadehi elinde olduğu halde devamlı ceza çeker" (Müslim, Iman, 175; Tirmizi, Tıb, 7; Nesâî, Cenâiz, 68, Dârimi, Diyât, 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478).
Islâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Hayber Gazvesinde intihar eden Kuzman`ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü`min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna itikad etmemiş olması da şarttır (Kâmil Miras, a.g.e, X, 270).
Hz. Peygamber`in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Ancak bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden menetmek amacına yöneliktir. Nitekim Ashab-ı Kiram bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bulûgu`l Merâm, terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1970, II, 276-277). Imam Ebû Yusuf`a göre, intihar hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça müntehir üzerine cenaze namazı kılınmaz.
Sonuç olarak, beden Cenâb-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük emanettir. Bu emaneti, ruh bedenden kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin rûhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslam`ın amacıdır. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabır ve daha sonra ahiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felaketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü, ruh bedende kaldıkça Allah`tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah`a yönelmesi ve O`ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıçnoktasını teşkil eder. Yüce yaratıcı umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O`nun her şeye gücü yeter. O`na dayanan da güç kazanır.
İNTİHAR EDEN VEYA İÇKİ İÇEN KİMSENİN CENAZE NAMAZINI KILMAK CAİZ MİDİR?
İslam dininde intihar etmek, içki içmek, namazı terketmek ve zina gibi bir günah işlemek büyük bir vebaldir. Fakat Ehl-i Sünnet ve`l-Cemaat`e göre küfre vesile değildir. Yani bir kimse kelime-i tevhidi getirip İslam`ın bütün ahkamını kabul ederse adı geçen günahlardan birisini veya diğer müslümanlar gibi onların da cenaze namazı kılınacaktır. Fakat İslam`ın tümünü veya müslümanım dediği halde İslam`ın bazı hükümlerini reddederse müslüman sayılmaz. Böyle bir kimsenin dinen cenaze namazı kılınmaz. Kılınsa nazar-ı itibare alınmaz. Allah`ın indinde makbul değildir.
Islâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Hayber Gazvesinde intihar eden Kuzman`ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü`min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna itikad etmemiş olması da şarttır (Kâmil Miras, X, 270).
Hz. Peygamber`in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Ancak bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden menetmek amacına yöneliktir. Nitekim Ashab-ı Kiram bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bulûgu`l Merâm, terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1970, II, 276-277).
İNTİSAP ETMEK FARZ VEYA VACİP Mİ? İNTİSABI OLMAYAN KİMSENİN İMANI NASILDIR?
İntisap etmek ne farz ne vaciptir. Farz vacip olan şeyler Kur`anı Kerimde Hadisi şerif ve fıkıh kitaplarında açıkça belirtildiği halde söz konusu olan intisap bunlardan sayılmamıştır. İntisap etmekten maksat mürşid, alim ve amil olursa kalp ve ruhu verdiği terbiye ile terbiyelendirmektir ve İslam`ı güzelce alıp onu yaşamaktadır.
İntisap ve seyr-i süluk meselesi asr-ı saadette yoktu. Çok zaman sonra icad edilmiştir. Doğuş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. İntisap etmekten maksat Kur`an-ı Kerim ile Hadis-i nebevinin ışığı altında ruh ve kalbi besleyip onu ruhi hastalıklardan korumak olduğuna göre tarikata girmeden de bu işi yürütmek mümkündür. Her tarikat, Kurucusuyla şöhret bulmuştur. Rüfa`i tarikatı. Ahmed er-Rüfai`ye, Kadiri tarikatı Abdü`l-Kadir Geylani`ye, Nakşıbendi tarikadı da Muhammed Beha`eddin en- Nakşibendi`ye mensuptur ve onun lakabıyla şöhret bulmuştur.
İmam-ı A`zam, İmam-ı Şafi`i gibi zevat İslam hukukunda müctehid oldukları gibi AbdülKadir Geylani, ahmed Rüfai ve Muhammed en-Nakşibendi gibi zevat da ahlak ve tasavvuf sahasında müctehiddirler. Tarihe göz atıldığında ehl-i tarikatın İslam ve beşeriyete büyük hizmetler verdiklerini görmüş olacağız. Henüz İslam`ın nuruyla nurlanmadan evvel Tatarlar İslam alemini yakıp yıktıkları ve hilafet-i İslamiyeyi ortadan kaldırdıkları zaman İslam inancını ayakta tutan ehl-i tarikat olduğu gibi Osmanlılar da fethettikleri ülkeleri İslama ısındırmak ve orada yerleştirilen müslümanları İslami bilgilerle donatmak hususunda da ehl-i tarikatın büyük rolü olmuştur.
Yalnız bu zamanda Allah için İslam davasını yürütüp seyr ü sülük eden mürşidler çok azalmışlardır. Hatta birçokları salih aba ve ecdadının selahını istismar ederek avam tabakayı arkasından sürüklüyorlar. Bu zamanda hakiki mürşid bulmak çok zordur. İntisab etmek imanın şartlarından veya İslam`ın farz kıldığı bir şey olmadığına göre intisap etmeyen kimsenin imanı yoktur veya zayıfdır denilemez.
İNZİVA
Köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak.
Inzivanın uzlet ve halvetle de mana birliği ve amaç bütünlüğü vardır. Son iki kelime, dünyadan bir müddet el-etek çekme anlamındadır.
Bilineceği üzere insan, maddi alemle ilâhî âlem arasında bir köprü durumundadır. Onun iki önemli öğesinden biri olan bedeni, madde alemine; ruhu ise nefha-i ilâhi olduğundan mana alemine aittir (es-Secde, 32/7-9). Bu nedenle insan, her iki alemle de münasebet içinde olma imkanına sahiptir.
Insanın maddî ve manevî bakımdan mutluluğu, iyi bir kul olabilmesi, maddesi ile manâsı arasındaki dengeyi kurabilmesine bağlıdır. Bu, aynı zamanda bedeni ile ruhu, dünyası ile ahireti arasındaki denge demektir. Bedenle ruh, madde ile mana, dünya ile ahiret arasındaki dengeyi sağlayabilmek için, Islâm dininde bir çok esaslar vardır. Bunlardan; zühd, cömertlik, kanaat, rıza vb.ni sayabiliriz. Tasavvuf, kâl değil hâl ilmidir. Teorik olmaktan çıkıp pratik olmaya geçmektir. Bu bakımdan yukarıdaki esaslar, tasavvufta bir hayli gelıştırilmiştir.
Konumuz olan inziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde yer almaktadır. Bilindiği gibi zühd; birşeye rağbet etmemek, terketmek ve yüz çevirmek manalarına gelir. Tasavvufî anlamda ise, Allah`tan gayrı şeylere, masıvaya karşı takımları olumsuz tavrı ifade eder. Kur`an-ı Kerîm`de bir yerde geçer (Yusuf, 12/20).
Hz. Peygamber (s.a.s)`in ve ashabının yaşayışları, tarihçilerin de övgüsüyle bahsettikleri gibi zâhidane idi. Her zaman bulamadıkları için değil, fakat dünyevî nesnelere değer vermedikleri için bu hayatı yaşıyorlardı.
O devirdeki bu hayat, Allah korkusu ve ahiret sevgisine dayanıyordu. Sahabelerden aşırı gidenler olduğunda, bizzat Hazreti Peygamber, o gibileri uyarıyor ve makul çizgiye indiriyordu. Bundan sonraki devirde, Islâm topluluğunun süratle genişlemesi, çeşitli kültür ve medeniyetlerle temas, siyaşı kavgalar, idarî baskılar gibi psikolojik ve sosyal etkiler sonucu, zühd hareketi şiddetini artırmıştır. Emevî saltanatının lüks ve israfa düşkünlüğüne ilk defa zahid sahabî Ebû Zerr el-Gıfarî (Ö. 32/652) şiddetle tepki göstermiştir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bir müslümana yakışan hem dünyada yaşayacak, hem de kalben onun sevgisinden uzaklaşacaktır. Dünyadan uzaklaşma anlamında olan inziva, ya halkın şerrinden kaçmak için, ya da münzevinin "halka zarar vermeyeyim" diye yaptığıdır ki, ikincisi birincisine tercih edilir.
Kalp ile inzivaya çekilenlerin çoğu zaman aynı zamanda bina kurup, su çıkaran ve araziyi sulayıp bol ürün elde eden birer muktedir mühendis oldukları tarihte gözlenmiştir (ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 55). Bunlar, "Insanlar içine karışıp da onlardan gelecek sıkıntılara katlanan müslüman, inanlara karısınıayıp onlardan gelecek sıkıntıya sabretmek durumunda olmayan müslümandan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, V, 365) hadisine uyarak, masıvadan kaçmak yerine, onunla pençeleşmeyi prensip edinmişlerdir. Yine bunlar, mutlak hürriyeti seçtik ve Hakk`a teslim olduk diye de, dünyadan el-etek çekip, işi gücü bırakmamışlar, sûfî elbisesine bürünüp, bir köşeye çekilip, menfaat sağlamaya çalışmamışlar, "el emeklerinin karşılığı olan lokmalarını yemişler" (Kâmil Miras Tecrîd-i Sarîh, VI, 369), "ilâ-yı kelimetullâh" için cihat etmişlerdir (Ahmet Sevgi, XIII. Asırda Anadolu`da Tasavvûfî Hareket, Erciyes Üniv. Ilâhiyet Fakültesi Dergisi, s. 3).
Kısaca inziva, Allah`tan alıkoyan şeylerden sıyrılmaktır.
İPEK BAŞÖRTÜ
"Zinet" sayılacağı için kadının dışarıda ipek başörtüsü giyemeyeceği söyleniyor. Bu doğru mudur?
"Zinet" eşyası olarak altının ve ipegin erkeklere haram, kadınlara ise helâl olduğu herkesin malumudur. Ipeğin kadına helâl olduğunu bildiren hadîs-i şerif mutlaktır.(Ibn Âbidin VI/351 vd.), yani bir zaman ve mekâna kayıtlı olmaksızın, ipeği her halükârda kadına helâl kılmaktadır. Rasulüllah Efendimiz: "Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır"( Zeylâi, Nasbu`r-râye IV/222-25) buyurmuştur. Buna binâen fıkıhta: "Kadının ipek giymesi ve onu her türlü kullanması helâldir."(Cezîrî, Kitâbu`1-fıkh N/13) denir. Hz. Ali Efendimiz: "Rasulüllah bana bir "siyerâ" (ipek olduğu anlaşılıyor) kostüm vermişti. Onu giyerek çıktım. Ama yüzlerinden onun buna kızdığını anladım ve onu derhal yırtarak yakınlarım olan kadınlar arasında paylaştırdım."( Buhâri, libâs H. No: 58) demiştir. Müslim`deki rivâyetinde Rasulüllah:"Onu ben sana giyesin diye göndermedim, yakının olan kadınların başbezi yapmaları için bölesin diye gönderdim." buyurduğu ilâvesi vardır.(Müslîm libâs 2; Ayrıca bk. Aynî XXN/17-18)
Demek ki ipeğin ipek olduğu için başörtüsü olarak kullanılmasında bir beis yoktur. Başörtünün mahzurlu olması, ipek olmasından değil, süslü-püslü olup "teberrüc" kapsamına girmiş olmasından olabilir. Yani rengi ve deseniyle câzip olup "teberrüc" sayılacak bir başörtüsü ipekten olmasa bile kadın için mahzurludur. Böyle bir başörtüsü ile de tesettür gerçekleşir, ancak teberrüc yasağına uyulmamış olur. Rengi ve deseni ile teberrüc kapsamına girmeyen bir başörtüsü, ipek olsa bile mahzurlu olmamalıdır.
İPEKLİ GİYİNMEK, İPEK ELBİSE GİYMEK
Ipek, ipek böceği adıyla anıları ve dut yaprağı ile beslenen bir tırtıl tarafında salgılanan maddedir. Ipek böceği tırtılının salgıladığı bu madde havaya değince katılaşarak ipek teli haline gelir. Islâm dini; ipekli kumaşlar hakkında bazı ölçüler ortaya koymuştur. Dinimizde, halis ipek veya malzemesinin çoğu ipekten olan giyecek, süs ve eşyasını erkeğin kullanması haram iken bunlar kadına helâldir. Yine Islâm, sağlık durumundan dolayı, bir ihtiyaca dayandığı takdirde ipekli giymeye müsaade etmiştir. Sahih-i Buhârî`de rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Muhammed (s.a.s) Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. el-Avvam`ın cilt hastalıkları sebebiyle ipekli giymelerine izin vermiştir (Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29). Diğer bir hadise göre de, ipek giyilmesinin yanısıra ipek sergi üzerinde oturmak da yasaklanmıştır. Sahabeden Huzeyfe (r.a) şöyle diyor: "Resulullah (s.a.s) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerinde oturmamızı yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bunlar dünyada onlar (kâfirler), ahirette ise bizim içindir" (Buhârî, Eşribe, 28; Müslim, Libâs, 4-5).
Ipek Müslüman Erkeklere Haramdır:
Hz. Peygamber (s.a.s), bir defasında ipekli bir kumaş alarak sağ tarafına koymuş, bir altın parçası da alıp sol tarafına koymuş, sonra bunlara işaret ederek "Işte bu ikisi de ümmetimin erkeklerine haramdır" buyurmuştu (Ebu Dâvûd, Libâs, 4, 9, 11).
Yine Peygamber Efendimize siyerâ diye anılan ipekli kumaştan yapılmış, yol yol sarı çubuklu, altlı üstlü bir elbise hediye edilmişti. Hz. Peygamber (s.a.s) bu elbiseyi Hz. Ali`ye gönderdi. Hz. Ali`nin onu giydiğini görünce, peygamberimizin yüzünde kızgınlık alâmeti belirdi. "Ben onu sana giymen için göndermedim" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ali onu parçalara ayırıp ehl-i beyt kadınları arasında bölüştürdü (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve Islâmiyet, Istanbul, ts., XI, 139).
Hz. Peygamber, erkekler için yasakladığı halis ipekli giyecekleri çocuklar üzerinde görünce memnuniyetsizliğini ortaya koyup onlara müdahale ederek değiştirmelerini sağlardı.
Ancak Islâm hukukçuları, erkeklere haram olan altın ve ipeklinin, erkek çocuklarına mekruh olduğunu bildirmişlerdir.
Erkekler için elbiselerinin bir kısmının ipekli ya da ipek işlemeli olmasında sakınca yoktur.
Ipekten mamul takkelerin kullanılması mekruhtur. Bir kısmı ipekten dokunmuş olan bir seccade üzerinde namaz kılınabilir. Yine Ebû Hanîfe`ye göre yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak ve yataklarda yatmak da caizdir. Ipeğin bayrak, alem, flama olarak kullanılmasına izin verilmiştir. Ayrıca Ebû Yusuf ve Imam Muhammed, savaş sırasında ipekli elbisenin giyilmesinin helâl olduğunu, çünkü böyle bir giysinin kişiyi düşmana heybetli göstereceğini ifade etmişlerdir.
Islâm dini, kadının doğuştan süs ve ziynet eşyasına karşı sevgisini gözönüne alarak; erkekleri yoldan çıkarma ve şehveti kamçılama yolunda kullanmamak şartıyla, erkeklere uyguladığı haram hükmünden kadınları istisna etmiştir. Zira kadını süsten, ziynetten menetmek, onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir.
Kadınların, tenlerini göstermeyecek kalınlıkta olmak şartıyla, her türlü ipekli kumaşı giymelerinde bir sakınca yoktur. Kibirlenme ve başka kadınlara karşı böbürlenme hevesi gütmeksizin bir kadının ipekli giymesi caizdir (Ipekli giyinmekle ilgili hadisler için bk. ez-Zebîdî, Sahih-i Buhâri Muhtaşarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, Ahmet Naim, Ankara 1983, Hadis no: 245, 483, 619, 1139, 1229, 1230, 1345, 1859, 1892, 1946, 1947, 1948).
İPOTEK
Rehin karşılığı kullanılan bir beşerî hukuk terimi. Gayrımenkullerin ve resmî sicile kayıtlı bulunan menkullerin rehini, sicillerine, mülkiyetin nakline engel olan bir şerhin konulması yoluyla olur. Bu rehin işlemine "ipotek", rehnedilen menkul veya gayrı menkule de "ipotekli mal" denir. Islâm hukukuna göre rehin; ekonomik değeri olan bir menkul veya gayrımenkulü bir borç veya hakkın teminatı olacak şekilde hapsetmek, elde tutmaktır. "Rehin, bir malı ondan ödenmesi mümkün olan bir hak karşılığında mahpûs ve mevkûf kılmaktır" (Mecelle, madde 701).
Rehin hakkı, bir alacağa teminat teşkil etmek üzere tesis olunan bir haktır. Bu hak, rehnolunan şeyin mâliki başta olmak üzere herkese karşı ileri sürülebilir. Rehin hakkı sahibi, yani alacakları rehnedilen şeyi paraya çevirtmek ve bu suretle alacağını bundan almak hususunda yetkilidir. Bu bakımdan alacaklı için bir teminat teşkil eder.
İslam`ın zuhûrundan önce Araplar arasında rehin uygulanıyordu. Ancak vadesi gelen borç ödenmezse rehin olan rehnedilen şeyi mülk edinebiliyordu. Bu ya örfe göre, ya da rehin akdi yapılırken konusulan mülk edinme şartıyla olurdu. Islâm, rehin akdi müessesesini islah ederek her iki tarafın da haklarını sağlam esaslara bağladı. Bu arada, borç vadesinde ödenmediği taktirde, rehnedilen malın kendiliğinden alacaklının mülkiyetine geçeceği prensibini de yasakladı (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Mısır. 1327/1909, VI, 145).
Islâm hukukuna göre
Islâm hukukuna göre, mal sayılan her şey rehin olabilir. Menkul ve gayrımenkul ayırımı yapılmaz.
Islâm hukukuna göre rehin akdi, malı fiilen alıp vermekle (teâtî), yazılı belge düzenlemek suretiyle veya sağır dilsizin bilinen işaretiyle meydana gelir. Hattâ alıcının veresiye satın aldığı bir malı kabzettikten sonra, satıcı yanında rehin olarak bırakması da caizdir. Ancak veresiye alman mal, daha kabzedilmeden kendi satış bedeli karşılığında rehin bırakılamaz. Çünkü satılan bir mal, alıcıya teslim edilmeden önce kendi satış bedeliyle (semen) tazmine tabidir. Yani böyle bir mal henüz kabzedilmeden, satıcı yanında iken telef olsa, artık satıcı alıcıdan satış bedelini talep edemez. Çünkü böyle bir malın ayrıca rehinle teminata bağlanmış olmasına gerek yoktur (Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1970, VII, 8).
Icap ve kabul sırasında şahit bulundurmak gerekmediği gibi, rehin akdiyle ilgili irade beyanlarının yazı ile tesbiti ve imza ile doğruluklarının tasdiki de gerekmez. Kur`an-ı Kerîm`de, borçların şahit ve yazıcının bulunamadığı yolculuk sırasında rehinle teminata bağlanmasından söz edilmesi bunu gösterir. Ayette şöyle buyurulur: "Eğer yolcu iseniz, bir yazıcı da bulamadıysanız, o vakit (borçludan) alınacak rehinler de yeterli olur. Eğer birbirinize güvenmişseniz, kendisine güvenilen kimse (borçlu) Rabbi olan Allah`tan korksun da emanetini tam olarak ödesin. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz onun kalbi bir günahkardır. Allah yaptığınız her şeyi bilir" (el-Bakara, 2/283).
Menkul rehni, alacaklıya veya bir yed-i emîne teslim edileceği için şahit ve yazılı belgenin olmayışı taraflar arasında anlaşmazlıklara yol açmaz. Acaba gayrımenkul rehninde de bir şekil şartı gerekmez mi? Bir bina, daire, arsa veya arazının rehnedilmesi de temelde aynen menkul rehni gibidir. Yani icap; kabul ve kabz yani gayrımenkulün zilyedliğinin rehin hakkısahibine devri ile rehin akdi tekemmül eder.
Ancak gayrımenkullerde zilyedliğin devri menkuller kadar basit olmadığı gibi, özellikle tapu siciline kayıtlı olan gayrı menkullerin devir ve temliki mücerred zilyedlikle gerçekleşmemektedir. hatta, gayrımenkulün zilyedinin ev sahibi, kiracı vb. oluşu dikkate alınmaksızın, tapu kayıtları üzerinden başkasına satış, hibe vb. yollarla devri mümkün olmaktadır. Aynı şeyi gemi, uçak, tren, kamyon ve otomobil gibi resmî sicillere kayıtlı menkuller için de söylemek mümkündür. Islâm devleti rehin akdinde ispat kolaylığı sağlaması için bir takım şekil şartları koyabilir. Meselâ; sicili tutuları ve bir takım resmî müesseselerde kayıtları bulunan menkullerin rehnedilmesi hâlinde bu sicil ve kayıtlara şerh verilmesi gerekli kılınabilir. Motorlu taşıt araçlarının rehnedilmesi hâlinde trafik kayıtlarına şerh vermek gibi... Yine, tapuya kayıtlı gayrımenkullerin rehnedilmesi hâlinde de tapu sicillerine bu durumun şerhedilmesi de böyledir. Bu şerhler rehin akdinin amacına ulaşmasına ve hukukî sonuçlarını doğurmasına yardımcı olur. Mal sahibinin kötü niyetli davranışlarına karşı, rehin hakkısahibi korunmuş olur. Çünkü böyle bir şerh bulunan menkul veya gayrımenkulün, rehin hakkısahibinden habersiz olarak üçüncü bir şahsa devri mümkün olmaz. Islâm devleti bu gibi şekil ve isbatla ilgili konularda; vadeli borçlanmaların yazı ile tespitini öngören ayete (el-Bakara, 2/282) ve "istihsan" prensibine dayanarak kanunlar çıkarabilir (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü`l Fıkh, s. 263 vd.).
Rehinden amaç, alacağın teminat altına alınması ve borç vadesinde ödenmediği takdirde gerektiğinde rehnedilen malı sattırarak, alacağı ondan tahsil etmektir. Bunun için de rehin malın rehin işlemi devam ettiği sürece üçüncü bir şahsa devredilmemesi gerekir. Menkullerde, alacaklının kabzı veya yed-i emine teslim, bu garantiyi sağlar. Başkasına devir ve temliki ancak sicil kayıtları yoluyla olan menkul ve gayrı menkullerde ise, sicile şerh (ipotek) konulması alacaklıya bu teminatı sağlayacağı için, ipotek işlemi, "kabz" yerine geçer. Mâlikîler bölünebilir ortak malın rehnini meşrû olduğu esasına dayanarak bunu "resmî rehin" adıyla caiz görürler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1405/1985, V, 209, 210).
Menkul veya gayrımenkul bir malın rehin olabilmesi için alım-satıma (bey`) elverişli bir mal olması gerekir. Bu yüzden rehnin, akit sırasında mevcut olması, ortak mülkse taksim edilmiş bulunması ve teslime güç yetirilecek durumda olması lâzımdır. Ancak ortak mülk (mûşâ`), rehnedenin bir hakkı ile meşgul olan bir mal ve başka bir şeye bitişik (muttasıl) durumdaki mal alım-satıma konu olabilirken; bazı Islâm hukukçularına göre rehin akdine elverişli kabul edilmemiştir.
Ortak malların rehnedilmesi:
Hanefilere göre, ortak gayrı menkulün (muşâ`) rehni, taksime elverişli olsun veya olmasın caiz değildir. Böyle bir rehin akdi fasit olur. Çünkü ortak bir mülkün yalnız başına şâyi bir cüz`ünü, mesela üçte birini veya dörtte birini ayırdedip kabzetmek mümkün olmaz. Ortakların her cüz üzerindeki yaygın mülkiyet hakkı, belli bir cüzde kabzın gerçekleşmesine engel olur. Hibe akdi bunun aksinedir. Çünkü hibe, zarûret sebebiyle taksime elverişli olmayan ortak mallarda da geçerli olur ve mümkün olan kabzla yetinilir.
Hanefilerin delili; "(Borçludan) alınmış rehinler de yeter" (el-Bakara, 2/283) ayetidir. Bu ayet, rehin akdinin ancak kabzla tamam olup, lüzum ifade edeceğine delâlet eder. Çünkü rehnin bir borca teminat teşkil etmesi de bu şekilde mümkün olur. Aksi halde borçlunun nezdinde kalırsa, onun diğer mallarından farkı kalmaz. Kabz olmayınca rehin özeliği de bulunmaz. Rehnin uygun olan anlamı kabza hak kazanmakla mümkündür. Ortaklık, ortak mülkün sadece gelirini paylaşma hakkı sağladığı için kabza engel olur (el-Kâsânî, Bedâyîu`s Sanâyî 1. baskı, Beyrut 1328/1910, VI, 138; Ibnü`l-Hümam, Fethu`l-Kadr, Kahire, ty. VIII, 203 vd.; Zeylâî Tebyînü`l-Hakâik, Emîriyye tab`ı, VI, 68 vd.; el-Cassâs, Ahkamü`l Kur`ân, Beyrut, ty., II, 260; Ibn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, Kahire 1307, V, 348).
Bir malın tamamı rehnedildikten sonra şâyî` bir cüz`ü değil de belirli ve ifrazlı bir bölümü; meselâ yarısı, istihkak yoluyla zaptedilse, rehin akdi geri kalan kısım üzerinde devam eder. bu kısım bütün borç karşılığında ipotekli sayılır. Bu geri kalan kısım, rehin alanın elinde telef olsa, borçtan hisseşiyle telef olmuş bulunur. Bunun değeri borcun tümüne yeterli olsa bile, borcun tamamı düşmez. Kalan yarıya uygun olarak yarısı düşmüş bulunur (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 435, 436; Bilmen, a.g.e, VII, 13).
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, ortak mülkün, tamamı gibi belli bir hissesinin rehnedilmesi, bağışlanması, tasadduku veya vakfedilmesi mümkün ve caizdir. Taksime elverişli olup olmaması sonucu etkilemez. Satışı geçerli olan şeyin rehne konu olması da geçerlidir. Çünkü rehinden amaç, alacak başka türlü alınamadığı takdirde, rehnin satılarak, bunun satış bedelinden alacağı tahsil etmektir. Ortak (muşâ`) mal, satışa elverişli olup, onun satış bedelinden borcu ödemek mümkün olur. Bu konuda genel prensip şudur: "Ortak olsun olmasın, satışı caiz olan her şeyin rehni de caizdir" (el-Kâsânî, a.g.e, VI, 138; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 269; eş-Şîrâzî, el-Muhazzeb, I, 308; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., IV, 337).
Türk Medenî hukukuna göre, mülkiyet; müstakil ve ortak mülk olmak üzere ikiye ayrılır. Bir mala, birden çok kişi birlikte mâlik iseler, bu mülkiyet ortak mülkiyet adını alır. Bu da ikiye ayrılır:
a. Müşterek mülkiyet: Birden çok kimse, bir mala her biri kendi hissesine ait olmak üzere malık olup da, o şey fiilen taksim edilmemişse, o kimseler müşterek malıktirler. Ortaklardan her biri, hissesini bir borç için rehin gösterebilir (T.M.K. Mad. 623). Müşterek bir mülk taksim edilerek şüyûu izâle olunursa, tapu kaydında bulunan ipotek ve hacız şerhleri, ifrâz edilecek kısımlar üzerinde devam eder (Temyiz Mahkemeşinin 27.1.1954 tarih ve 1-22/3 sayılı ictihadı birleştirme kararı; Düstur, XXXV, 1841). Müşterek mülkiyette ortaklardan herbiri kendi hissesine tek başına malıktir. Yani yalnız kendi hissesi üzerinde bağımsız olarak tasarrufta buluna bilir. Rehin işlemi de buna dahildir (H. V. Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, Umumî Esaslar, 7. baskı, Istanbul 1968, I, cz. 1, s. 226).
b. Iştirak hâlinde mülkiyet: Kanun veya mukavele gereğince, bir ortaklık bağlantısı ile birbirine bağlı olan kimseler bu ortaklık dolayısıyla bir şeyin malıki olurlarsa, iştirak hâlinde malık sayılırlar ve onlardan her birinin hakkı o şeyin tamamı üzerinde olur (T.M.K. Mad. 629). Iştirak hâlindeki ortaklıkta her ortak malın tümü veya kendi hissesi üzerinde tek başına tasarrufta bulunamaz. O malda; devir, ferağ, rehin, ipotek gibi temlîkî tasarruflarda bulunması ortakları ittifakla verecekleri karar ile mümkün olur. (T.M.K. Mad. 630/II). Böyle bir karar sonucunda mülkiyet başkasına devredilmişse ortaklık, kendiliğinden sona erer (Velidedeoğlu, a.g.e., I, cz. 1, s. 226, 227, 319).
Türk beşeri hukukunda iştirak hâlinde mülkiyet çeşidine giren ortaklıklar çok sınırlı olup şunlardır: Miras ortaklığı (T.M.K., Mad. 581); âdi ortaklık (T.B.K., Mad. 520); karı koca arasında mal ortaklığı (B.K, Mad. 534; M.K. Mad. 211/1, 2); ölen eşin mirasçılarıyla sağl kalan eş arasında uzatılmış mal ortaklığı (M.K. Mad. 225) ve âile şirketi emvâli (M.K Mad. 323) bunlar arasındadır.
Başka bir şeye bitişik ve onunla meşgul bulunan malın rehnedilmesi:
Hanefilere göre, rehnedilen şeyin kabzdan sonra, rehin hakkısahibinin eli altında bulunması gerekir. Bu yüzden ağaçlar istisna edilerek bu ağaçların üzerindeki meyveleri, toprağı rehnetmeden, üzerindeki ekini rehnetmek geçerli değildir. Çünkü ağaç ve toprak rehne dahil edilmeyince, ürün kabzedilmiş ve rehin alanın kontrolüne girmiş bulunmaz. Yine rehnedilen maldan başkasıyla meşgul olan bir mal da rehnedilmez. Bir yeri, üzerindeki ağaçlar veya ekinler müstesnâ olmak üzere rehnetmek gibi. Çünkü bu durumda, rehnedileni tek başına kabz mümkün olmaz. Burada ortak malın (muşâ`) rehnedilememesi prensibine kıyas yapılmıştır.
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise; ortak malın rehni caiz olduğu gibi, kendisine başka bir şey bitişen veya meşgul olan şeyler de rehne konu olabilir. Çünkü bunların, bitişik olan şeyle birlikte teslimi mümkündür. Hanbelîlere göre, arazı veya evin rehninde, satışa giren şeyler rehin akdine de girer. Arazı rehninde, eğer ağaçlar meyveli ise, yetişmiş durumda olan açık meyveler rehne dahil olmaz. Meyveler açıkta değilse akde girer. Nitekim satım akdinde de aynı kritere göre amel edilir. Şâfiîlere göre ise meyveler açıkta olsun veya olmasın, mutlak olarak akde dahil değildir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 138, 140; Ibnü`l-Hümâm, a.g.e, VIII, 205; Zeylâî, a.g.e., VI, 69; Ibn Âbidîn, a.g.e., V, 350; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, 333, 340; el-Cezîrî, el-Fıkh Ale`l-Mezâhibi`l-Erbaa, 3. baskı, Kahire, t.y., II, 326; Bilmen, a.g.e., VII, 11, 12).
İŞ YERİNDE VE İMALAT YERİNDE KADIN İŞÇİ, MÜSTAHDEM VE SEKRETER ÇALIŞTIRMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini çalışmak veya çalıştırmak hususunda erkek ile kadın arasında fark gözetmektedir.Yani bir erkek çalışabildiği gibi bir kadın da çalışabilir. Bir erkek iş veya imalathane sahibi olabildiği gibi kadın da olabilir. Bunun için bir fabrikaya sahip olan bir kadın ihtiyaç ve maslahatına göre hem erkek hem kadın işçi çalıştırabilir. Bir erkek de sahibi olduğu fabrikasında ve imalathanesinde hem erkek hem de kadın çalıştırabilir.
Fabrikada veya imalathanede çalışan işçilerin hepsi kadın veya hepsi erkek iseler ortada herhangi bir mesele yoktur. Bir kısmı kadın bir kısmı da erkek ise ve çalışma yerleri ayrı ise yine herhangi bir mesele yoktur. Fakat kadın ve erkeğin başbaşa kalması (halvet) ve birbirine yabancı olan erkekle kadınların karışık olarak birarada çalışmaları ve gayri meşru yaşamaya vesile olacak şekilde birarada bulunmaları özelliklede kadınların islami tesettüre riayet etmemeleri kesinlikle haramdır.
Kadın sekreter tutma meselesine gelince, onu tutan kimsenin durumuna göre değişir.
İşveren bayansa bayan sekreter çalıştırması tabiidir. Kadın doktor veya sağlık kliniği sahibi bir bayanın kadın sekreter çalıştırması gibi...
Erkek işverenin büro veya fabrikasında bayan sekreter çalıştırmak istemesi durumunda ise, aşağıdaki hususlara (şartlara) dikkat etmesi gerekir. Bu şartları yerine getirmesi halinde kadın çalıştırabilir.
1- Sekreter aynı zamanda nikahlı eşi veya mahrem yakını ise İslami açıdan (zaten) bir problem söz konusu olmaz. (Çünkü yanındaki kendi yakınıdır. Mesafeli durması gereken bir mahremiyet söz konusu değildir.)
2- Eş veya yakın akraba olmayan bir sekreterin ise, gerek işveren, gerekse başka yabancı erkeklerin yanında tesettürlü bulunması gereği vardır. (Tesettürsüzlüğe zorlanamazlar.)
3- İşverenle yalnız olarak baş başa kalabilecekleri bir ortamın (halvet) olmaması. (İki ikiye çalışma durumunda kalmamaları.)
4- İşyeri düzenlemesinde sekreterin bulunduğu yerin topluca bayanların çalıştığı büro veya bir mekana bitişik olması. Yani herkesin her an görüp girebileceği umumi mekan durumunda olması.
5– İşverenin, sekreter veya bayan personelle görüşmeyi ya başka birinin bulunduğu sırada yapması ya da kapıların açık olduğu, her an birinin gelebileceği serbest zeminde yapması.
Sonuç olarak mümin işverenin yalnız baş başa (halvet) kalmaya yol açabilecek tarzda bayan sekreter veya bayan işçi çalıştırma yoluna girmemesi... Çünkü Allah’ın Elçisi (sas), şöyle buyurmuştur:
-Dikkat ediniz, hiçbir erkek yabancı bir kadınla baş başa kalmaz ki, üçüncüleri şeytan olmasın!
Verilen bilgiyi özetleyecek olursak; kadın sekreter, kadın işçi çalıştırılabilir. Tarafların şaibelerden uzak olabilecekleri çalışma ortamının oluşturulması halinde tabii... Bu durumda ne iş veren erkek, ne de iş alan hanım için bir sıkıntı ve şaibe söz konusu olmayacaktır. Yakını da hanımı işten alma gerekçesi bulmayacaktır.
Yeter ki işyerinde gereken ahlaki emniyet sağlansın, iki ikiye bir yalnızlık ve baş başalık gibi zihni rahatsız edici, şaibeli bir ortam söz konusu olmasın...
İŞÇİ ÜCRETLERİNİN MİKTARI
Işçi ücretlerini miktar olarak belirleyen bir ayet veya hadis yoktur. Ancak ayet ve Hadislerde adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü işin çeşidi, çalışma süresi, beldenin ekonomik şartları, işçinin becerisi ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. Alış-verişlerde eşya fiyatlarını uzun sure sabit tutmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini de dondurmak mümkün olmaz. Islâm`da çeşitli iş ve meslekler için maktu ücret miktarları belirlenmemekle birlikte, bunun, iş akdi yapılırken tespiti öngörülmüştür. Aksi halde iş akdi geçersiz olur ve işçi çalıştığı günler için emsal ücrete hak kazanır.
Emeğiyle çalışan kimsenin, ücret veya maaş miktarının işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yeme, içme, giyim, eğitim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olması gerekir. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah adaleti, iyıliği ve yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder"(en-Nahl, 16/90). "Ölçü ve tartıyı tam yapın. Insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz" (el-A`râf, 7/85).
Hz. Peygamber bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa, binit edinsin. Kim, bunlardan fazlasını isterse o, ya emanete hıyânet eder veya hırsızlığa düşebilir" (Ebû Dâvud, Imâre, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 299).
Burada, ücret ve maaşların, işçi, yahut memur kesimine sağlaması gereken hayat seviyesine işaret edilir. Buna göre, işçi ücretinden; memur maaşından yapacağı tasarruflarla makul süre içinde ev edinebilmeli; bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca, bu aracı rahat kullanabileceği ekonomik bir ortamın meydana gelmesi de amaçlar arasında sayılabilir. Gerçekte, işçinin ürettiği ekonomik değerlerin bedelleri içinde, bu sayılanları karşılayacak ölçüde emek bedeli vardır (Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 166-176).
Beşinci Raşid Halife Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720) işçi kesimine şöyle seslenmiştir: "Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Nşr. M. Halil Hurras, Kahire 1388/1968, s. 556).
Kısaca, yukarıdaki ölçüler içinde temel ihtiyaçlara göre, çeşitli san`at ve meslekler için belirlenecek ücret veya maaş, eşya fiyatlarında meydana gelebilecek artışlar oranında, ücreti yeniden belirleme hakkı doğar.
Işçiye, gücünü aşan iş yüklememek gerekir. Ayette şöyle buyurulur: "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez " (el-Bakara, 2/286). işçiye ağır yük ve yükümlülükler yükletilirse, ona yardım etmek gereklidır (bk. Buhârî, Imân, 22, ltk, 15; Müslim, Eymân, 40).
Işçi, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri ve sünnet çeşidine giren taatleri yerine getirme hakkına sahiptir. Işverenin, işin yoğun olması nedeniyle cemaatle namaz kılmaya izin vermeme hakkı vardır. Ancak tek başına kılınması caiz olmayan cum`a ve bayram namazları bundan müstesnadır. Eğer yakında bir mescid varsa, ibadet süresi için işçinin ücretinden bir kesinti yapılmaz. Çünkü bu, büyük bir süre kaybına yol açmaz. Ancak cuma namazı kılınan yer günün dörtte birini alacak kadar uzak olursa, geçen sure ücretten düşürülebilir (Ibn Abidin Reddü`l-Muhtâr, Beyrut, t.y., V, 59).
Işçiye akitle belirlenen ücret ve maaş dışında yeme, içme, giyim eşyası gibi sosyal yardımlar yapmak prensip olarak zorunlu değildir. Ancak bu gibi yardımlar iş akdinde yer alır veya örfleşmiş bulunursa, buna uymak gerekir (Ali Haydar, Dürerü`l Hukkâm, Istanbul 1330/1912, I, 926, Mecelle, Madde, 43, 576; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 185-187).
İŞÇİ, İŞÇİLİK
Bir işi ücret karşılığında yapan, ücret karşılığında iş yapmak. Iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek ve amel etmek. Bir isim olarak "amel", iş ve vazife demektir. Çoğulu "a`mâl" gelir. Âmil ve ecîr de; işçi, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamında kullanılır. Bunların çoğulları, ummâl, amele; ecîr`in ise ücerâ gelir (Ibn Manzur, Lisanü`l-Arab, Beyrut 1955, amel ve ecr. mad.). Arapça`da genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır. "Sa`y", "fi`l", "cehd" ve "ecr" bunlar arasında sayılabilir.
Kur`an-ı Kerîm`de kendisinin veya başkalarının işinde çalışmak yahut ahiret için iyi işler yapıp hazırlamak anlamlarında olmak üzere 670 kadar ayet vardır. Yalnız "iş (amel sözcüğü ve türevleri 360 ayette geçer) (bk. M. Fuad Abdulbâki, el-Mu`cemu`l Müfehres Li Elfâzi`l-Kur`anı`l-Kerîm, Kahire 1378/1958, ilgili sözcüklerin maddeleri). Hz. Muhammed`in hadislerinde de aynı terimleri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür:
"...Onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye... " (Yâsin, 36/35); "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39); "Inanıp iyi işler yapanlara, Allah, ücretlerini tam olarak verecektir" (Âlu Imrân, 3/57);"Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayı etmeyiz" (el-Kehf, 18/30).
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Işçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Ibn Mâce, Rehin, 4); "işçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin " (Nesaî, Eymân ve`n-Nuzûr, 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654).
Bir hukuk terimi olarak işçi; başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimse anlamına gelir. Bu, işçinin emeğini kiralaması demektir. Bu yüzden işçi (âmil, ecir) ve iş akdi konusu, Islâm hukuku kaynaklarında kira akdi (icâre) içinde incelenmiştir (Ali Haydar, Dürerü`l-Hukkâm Şerhu Mecelleti`l-Ahkam, I, 682, Mecelle, Mad. 413; Mevsilî, el-Ihtiyâr, II, 35 vd.). Insanlar bütün işlerini her zaman kendileri göremez. Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır. Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılması beklenemez. Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında sürekliliği sağlar. Bir ücret karşılığında başkasını çalıştıran kimseye "işveren" denir. işveren gerçek kişi olabileceği gibi, devlet, vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir. Tarım işçileri için, çiftçi anlamında "fellâh" sözcüğü de kullanılmıştır. Bu konuda er-Remlî (ö. 1004/1595) şöyle der:
"Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir. Çalışan kimse (fellâh), sadece işçilik ücretine hak kazanır" (er-Remlî, Nihâyetü`l Muhtac ilâ Şerhi`l-Minhâc, V, 247). Diğer işçiler için daha çok "ecîr" kelimesi kullanılmıştır. Çoğulu "ücerâ" gelir. Ayette; "Ey babacığım, onu ücretli tut!..." (el-Kasas, 28/26), hadiste; "işçiye ücretini teri kurumadan önce verini;" buyurulurken, işçi, "ecîr" sözcüğü ile ifade edilmiştir (Ibn Mâce, Rehin, 4).
Islâm`da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş, işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya özel sektörde çalışma gibi ayırımlar yapılmamıştır. Ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur.
Islâm`da işçiler özel (hâs) ve ortak (müşterek) olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Özel işçi (el-ecîru`l-hâs): Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye ücret karşılığında çalışan kimsedir. Bugün bir iş akdine dayanarak çalışan fabrika, inşaat, tarım işçileri ve memur kesimi bu gruba girer. Yapıları hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye ait koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoför de bu statüye girer. işin kapsamı sınırlandırıldığı için işverenin birden fazla olması sonucu değiştirmez. Meselâ, bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin veya köy çobanı tutsa, bunlar da"özel işçi" sayılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür. Cami görevlileri Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, İslam`ın çıkışından, Hanefîlere göre ise Milâdî XIII. yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığında kiralayan sınıf içinde yer almışlardır (el-Kâsânî, Bedâyîu`s Sanâyi`, Beyrut 1974, IV, 184; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1892, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü`s-Sultâniyye, Kahire 1298, s. 210; Ali Haydar, a.g.e., l, 919; Mecelle, Mad., 423, 569, 570).
Özel işçi, sözleşmedeki şartlara veya örfe göre belli sürede işveren için çalışmak zorundadır. Bu süre içinde başkası adına çalışamaz. Çünkü işverenin belli bir süre onun iş gücünden yararlanma hakkıvardır. Izinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu yüzden kendi işverenin işi eksik kalırsa, bu eksiklik onun ücretinden düşürülebilir. Özel işçi, işinin başında hazır olmak ve iş verildiği taktirde yapmak üzere işyerinde bulunduğu surece ücrete hak kazanır (el-Merginânî, el-Hidâye, III, 245; Ali Haydar, a.g.e., I, 692 vd).
b) Ortak işçi (el-ecîru`l-müşterek): Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkârlar; doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz. Ortak işçi birçok kişiden iş kabul edebilir ve belli bir kişiye süreyle bağlı çalışma yapmaz. Meselâ; yalnız bir fabrikanın muhasebe işlerini yapan kimse özel işçi sayılırken, bu muhasebeci, başkalarının da muhasebe işlerini kabul edip ücretle yapabiliyorsa ortak işçi grubuna girer. Sözleşmede, herkesten iş alabileceği belirtilmişse, piyasadan başka iş alamamış olsa bile, ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, IV, 410, 455, 456; Ali Haydar, a.g.e., I, 693, 694).
İŞHAD (ŞAHİT TUTMA)
Bir hakkın isbatı ve haksızlığım giderilmesi için kişinin şahit tutması.
İşhad bir hakkı isbat, haksızlığı giderme, münâkaşayı önleme vb. insanlar arasındaki muamelelerde önem arzetmektedir. Hükmü çeşitli muamelelere göre değişiklik arzeder. Hukukî muâmele veya fiillerde şahit tutmak nikâhta olduğu gibi bazen vacip, fukahanın çoğunluğuna göre alım-satımda olduğu gibi bazen merdub, fukahadan bazılarına göre caiz, hediyyede olduğu gibi bazen mekruh, zulme şahit tutmada olduğu gibi bazen de haramdır (el-Mevsuatu`l-fıkhiyye, V, 32). Çeşitli muamelelerde işhad`ın hükmünü şöylece ortaya koymak mümkündür.
1. Bey` (Alış- veriş):
Hanefîler, Malikîler, Hanbelîler ve bazı Şafiîlere göre bey` akdinde şahit tutmak menduptur. Bakara suresinin 282. ayetindeki"... erkeklerinizden iki kişiyi de şahid tutun. Eğer iki erkek yoksa; razı olduğunuz şahitlerden bir erkek iki kadın şahitlik etsin... " emrini bu mezhepler nedb`e hamletmişlerdir. ibn Abbas, Ata, Cabir b. Zeyd ve Nehaî gibi bazı alimler de bey`de işhâd`ın vâcip olduğu görüşündedirler (el-Mevsû`atü`l-Fıkhiyye, V, 34).
2. Hacr:
İmam Ebû Yusuf ve imam Muhammed`e göre hacr altına alman borçlu ve sefih`in bu durumuna şahit tutmak vaciptir. İmam. Azam ise borçlu ve sefihin hacrına karşıdır. Borç veya maslahat sebebiyle hacr altına alman kişiye şahit tutmak Şafiîlere ve Hanbelîlere göre müstehaptır (el-Mevsuatu`l-fıkhiyye, V, 36).
3. Şuf`a:
Zayıf bir hak olan şuf`a, şahit tutma ile kuvvetlenir ve sübût bulur. Şefi` (şuf`a hakkına sahip olan) satış akdini duyar duymaz derhal bulunduğu mecliste şuf`a talep ettiğini bildirmeli ve buna şahit tutmalıdır. Şefi` uzak bir yerde bulunur ve şahit tutamaz ise bir vekil tayin eder. Vekil de bulamaz ise şuf`a talep ettiğine dair bir mektup yazar. Malın satıldığını duyan şefî` eğer şahid tutabileceği kadar bir vakit geçirir ve şahit tutmaz ise, şuf`a hakkı düşer. Şuf`a talebinde işhad, sıhhat şartı olmamakla birlikte; bu talebin müşteri tarafından inkârı durumunda isbat vasıtası olarak kullanılır ve hak sabit olur. şefi` şahit tutmadığında mal sahibi şefi`in şuf`a taleb ettiğini ikrar ederse hak yine sabit olur (Zeylaî, Tebyînü`l Hakâik, Bulak 1315, V, 242; el-Fetâva`l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 172- 173; Mecelle, md. 1028, 10301031, 1033-1034).
4. Lakit
Bulduğu çocuğu alan kişi töhmetten kurtulabilmesi ve devlet hazinesi (Beytul-mâl)nden nafakasını alabilmesi için çocuğun kendisinin olmadığını ve bulduğunu isbat etmesi gerekmektedir. Bunun için en kolay yol işhaddır. Ayrıca lakiti alan, yaptığı masrafları daha sonra almak üzere infakta bulunuyor ise masrafları alabilmesi için şahid tutması gerekmektedir (el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 286; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, Kahire 1386-89/1966-69, IV, 270).
5. Lukata
Hz. Peygamber (s.a.s) kim bir lukata bulursa iki âdil şahit tutsun buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Lukata, 9; ibn Mâce, Lukata, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162, 266). İmam Azam ve bir kavlinde Şafiî`ye göre burada emir vücûp ifâde eder ve lukatayı alanın sahibine vermek üzere aldığına dair şahit tutması vaciptir. İşhad`ın maksadı multakit ile mal sahibi arasındaki münakaşayı ortadan kaldırmak, malı korumak ve gizlenmesini önlemektir. Böylece lukatayı alanın sahibine vermek üzere aldığı ortaya çıkar ve multakit gâsıp olmaktan kurtulur ve lukata emanet hükmüne geçer. Bu durumda multakit yed-i emindir ve kusurlu olmadığı hallerde lukatanın telefinden sorumlu değildir. Ebû Yusuf, Malikîler ve Hanbelîlere göre ise işhâd müstehaptır. İşhad`ın vücubuna hükmeden İmam Azam`a göre işhâd, lukata alınırken yapılmalıdır. Şahit tutacak birisinin bulunmaması veya bir zâlimin alacağından korkulması durumunda, işhâd tehir edilebilir (Serahsı, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 12; İbn Nüceym, el-Bahru`r-Raik, Kahire 1333, V, 123; Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Kahire 1327-28/1910, VI, 201; Aynî, el-Binâye, Beyrut 1400-1401 /1980-81, VI, 16-17; Şevkânî, Neylü`l-evtâr, Kahire 1357/1983, V, 339; Necib el-Mutîî, Tekmiletü`l-Mecmu, Beyrut, (t.y.), XV, 25).
6. Vedîa
Hanefiler, Şafiîler ve Mâlikîlere göre vedîa`nın kabul eden (vedî)`e teslimi esnasında şahit tutmak güvenilirliği temin ettiğinden dolayı müstehaptır. Vedîanın bekasına engel bir özür ortaya çıktığında ise şahit tutmak vaciptir (el-Mevsuatü`l-fıkhiyye, V, 37-39)
7. Hibe
Hibe ilan ve işhad ile tamamlanır. Ancak işhad şart olmayıp ölümden sonra vârislerin veya büluğa eren çocuğun inkârından sakınmak için ihtiyâten bulunması faydalıdır (Serahsı, a.g.e, XII, 61).
8. Nikâh
Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre nikâh esnasında iki şahitin bulunması akdin sıhhat şartıdır. İki tarafın da müslüman olduğu evlenme akdinde şahitler müslüman olmalıdır. İmam Azam ve Ebû Yusuf`a göre taraflar veya sadece kadın Ehl-i kitaptan olursa şahitler Ehl-i kitaptan olabilir. İmam Şafiî, Züfer ve İmam Muhammed`e göre ise kocanın müslüman olması halinde iki zimmînin şehadeti ile nikâh caiz değildir. Hanefîler bir erkek iki kadının şehadetini geçerli saymaktadırlar. Şahit tutulmaksızın gizlice yapılan nikâh akdi caiz değildir. Şahitler huzurunda gerçekleştirilen nikâh akdini, şahitlerin gizlemesi istenmesi halinde İmam Malik`e göre bu gizli nikâhtır ve feshedilir. Ebû Hanîfe ve Şafiî`ye göre ise bu evlilik gizli yapılmış sayılmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü`l-müctehid, İstanbul 1985, II, 14-15; Kâsânî, a.g.e., II, 253-254; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Kahire 1319, III, 110-116).
9. Talak
Talak suresinin ikinci ayetinde "eğer tutar veya ayrılırsanız iki âdil şahit tutun" ibaresini fukahanın çoğunluğu nedb`e hamletmiş ve talakta işhâdın mendub olduğu görüşünü savunmuşlardır. Zahirîlerden İbn Hazm talakta işhâdın vâcip olduğunu, İmamiyye Şîası ise talakın rüknü ve sıhhat şartı olarak kabul etmişlerdir (Mevsûatü`l-Fıkhi`l-İslâmî, XII, 235-239).
10. Ric`at
Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca onları ya güzelce tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adaletli kimseyi şâhit tutun (et-Talâk, 65/2) şeklindeki ayet dönüp tutmayı tercih ettiğinizde ric`ate (döndüğünüze), ayrılmayı tercih ettiğinizde de firkat`e (ayrılığa) şâhid tutun buyurmakta, müslümanlardan adaletli, doğruyu söyleyen iki erkek şahit bulundurmayı istemektedir. Hanefiler buradaki emri nedb`e hamletmişlerdir. Çünkü karısına dönmek isteyen, herhangi bir kabule ihtiyaç olmaksızın dönebilir. Zira bu evliliğe devam etmektir (Elmalılı, Hak Dini, VII, 5059-5060).
11. Vasiyyet
Vasiyyet eden vasiyetini şahit tutarak yazmış ve yazdığını şahitlere okumuş ise, bu vasiyyetin geçerliği olduğu konusunda fukahânın ittifakı vardır. Ancak vasiyet eden vasiyeti`nin muhtevasını şahitlere bildirmeden şahit tutmuş ise, böyle bir vasiyyetin geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır.
Vasiyyet eden yazdığını göstermeden kapalı olarak, "Bu benim vasiyyetimdir ve şunun içinde yazılı olanlara şahit olun" derse, Hanefiler, Hanbelîler ve Şafiîlerin çoğunluğuna göre bu vasiyyet geçerli değildir.
Malikîlere göre ise böyle bir işhad sahihtir ve vasiyyet geçerlidir. Bir rivayete göre Ebû Yusuf da bu görüştedir (el-Mevsûatü`l-fıkhiyye, V, 45-46).
12. İnfak
Şafiîlere göre nafakasıyla mükellef olan veya olmayan bir kişi birisine daha sonra almak üzere infakta bulunursa sarfettiklerini alabilmesi için şahit tutması gerekir. Bu hâkimden veya nafaka ile mükellef olandan izin alma imkanı bulunmaması hâli için geçerlidir. Bir rivâyete göre Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Mâlikîlere göre infâk edenin infak ettiğini almak üzere sarfettiğine yemin etmesi yeterlidir. Hanefilere göre vakıf görevlisi, harcadığını almak niyetiyle sarfettiklerine şahid tutmalıdır. Buna benzer konular da bu hükme tabidir (el-Mevsûatü`l-fıkhiyye, V, 47-48).
13. Küçüğe İnfak
Küçüğün malı varsa, nafakası bu malından karşılanır. Aksi halde şer`an nafaka ile mükellef olan karşılar ve bu durumda işhad`a gerek yoktur. Küçüğün malı olduğu halde veli, vasî veya nafakasıyla mükellef olmayan birisi kendi mallarından küçük için harcadıklarını daha sonra almak üzere sarfetmişler ise şahit tutmaları gerekir (el-Mevsûatu`l-Fıkhiyye, V, 47).
14. Cenaze Masrafları
Hanefi ve Şafiîlere göre cenazenin techiz ve tekfîniyle mükellef olmayan bir kişi misline göre yapmış olduğu masrafları almak üzere cenaze sahibine müracaata niyet etmiş ve şahit tutmuş ise bu masrafları alabilir. Ancak Şafiîler hâkimden izin almak imkanı bulunmaması veya ölünün malının kayıp bulunması veya techizle mükellef olanın bundan imtina etmesi halinde işhada başvurulacağı görüşündedirler (el-Mevsuatu`l-fıkhiyye, V, 32).
15. Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvar
Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar devrilir ve telef veya hasara yol açarsa, Hanefîlere göre duvar sahibi daha önceden uyarılmış, bunun izâlesi istenmiş ve buna şahit tutulmuş ise zararın tazmini söz konusu olur. Ölüm halinde tazmin, duvar sahibinin âkılesine gerekir. Burada işhad duvar sahibinin inkârı durumunda isbat için kullanılır. Duvar sahibinin itirafı halinde ise işhada gerek yoktur. Yıkılmaya yüz tutan duvar bir eve doğru meyletmiş ise ev sahibi veya sâkini, meyil yola ise oradan geçme hakkı olan herkesi ikaz edip şahit tutabilir (Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmi, Dımaşk 1405/1985, VI, 382-384).
16. Vakıf Arazi
Vakfa bakmakla görevli olan kişi vakıf arazi üzerinde kendi malıyla bir bina yapar veya ziraat yaparsa ve buna da şahit tutarsa; Hanefîlere göre bina ve mahsul, görevlinin mülküdür. Şahit tutulmadığında bina ve mahsul vakfa tabidir. Ancak işhad işden önce yapılmış olmalıdır. Şafiîler vakfedenin ve görevlinin vakıf arazi üzerinde kendisi için bir tasarrufta bulunamayacağı görüşündedirler (Şirbînî, , Muğni`l-Muhtâc, Kahire 1377/1958, llz 378, 403; el-Mevsûatu`l-Fıkhiyye, V, 42).
17. Büluğa Eren Küçüğe Malını Verirken İşhâd
Şafiîlerde sahih olan görüşe göre, büluğa ermiş olan küçüğe malı teslim edilirken şahit tutulması vaciptir. imam Mâlik de aynı görüştedir. Hanefî ve Hanbelîlere göre ise müstehaptır (el-Mevsûatü`l-fıkhi"e, V, 36).
18. Borç ödemek üzere Vekalet Verdiği Şahıstan Müvekkilin Şahit Tutmasını İstemesi
Müvekkil borcunu ödemesi için tayin ettiği vekilden borcu öderken şahit tutmasını ister ve vekil işhadı terkederse, alacaklının inkarı durumunda vekilin borcu ödeyeceğinde fukahanın ittifakı vardır (el-Mevsûatu`l fıkhiyye, V, 37).
19. Kadî`nın Kâdî`ya Mektubu
Bir kimsenin kendisi bulunmayan bir şahıs aleyhine bir şehrin mahkemesinde dava açması durumunda; o şehir kadısı açıları dava ve getirilen şahitleri dinleyip şahitlerin şahadetlerinin makbul olduğunu tesbit ettikten sonra, bunu açıklamak üzere o şahsın bulunduğu şehrin kadısına bir mektup göndererek mektuba göre hükmetmesini ister. Mektubu, içinde olanları bilmeleri için, şahitlere okumak sonra mühürleyip kendilerine teslim etmek kadının vazifesidir. Kendisine mektup yazıları kadı iki erkek veya bir erkek iki kadının şahitliği olmaksızın mektubu kabul etmez. Önce mührüne bakar. Şahitlerin "Bu mektup falan kadıya aittir, hüküm meclisinde okuyarak mühürleyip bize teslim etti" diye şehadetlerini bildirmelerinden sonra mektubu açar, hasım (davalı)a okur ve içindeki ile onu ilzâm eder (Meydânî, el-Lübâb, Beyrut 1399/1979, IV, 84-86; Damad, Mecmau`l-Enhur, İstanbul 1328, II, 164-167).
İSKAT VE DEVİR
Iskat; düşürme, silme, hükümsüz bırakma. "Kazaya kalmış namaz ve oruçları fidye vermek suretiyle ölenin zimmetinden düşürmek temennisinde bulunmak ."
Iskat tabiri daha çok "ıskat-ı salat" terkibinin kısaltılmışı olarak namaz için kullanılır. Orucun ıskatı onun keffâretidir. Namazın keffâreti yoktur
Namaz, mükellef olan her müslümanın ölümüne kadar eda etmekle yükümlü olduğu farz bir ibâdettir. Herkes bu farzı gücüne göre (ayakta, oturarak, ima ile) bizzat eda etmek mecburiyetindedir. Kendi yerine başkasına namaz kıldırmak (bedel) geçerli olmadığı gibi, kılamadığı namazlar için keffâret ödemesi de geçerli değildir.
Namazın edası farz olduğu gibi. kazası da farzdır. Yani bir kimse vaktinde kılamadığı farz namazları sağlığında kaza etmek zorundadır. Kaza etmezse günahkâr olur, üzerinde namaz borcu kalır.
İnsanın üzerinde iki türlü hak bulunur: Allah hakkı, kul hakkı. Namaz, oruç, hacc, zekat, adak ve keffâretler Allah hakkıdır. Kul hakkı ise; insanlara olan mâlî borçlar, çalman, gasbedilen mallardır. Üzerinde Allah ve kul hakkı bulunan kimseye, bunların ödenmesini vasiyet etmek vaciptir. Vasiyeti terk ederse günahkâr olur ve azaba müstehak olur (M. Emin Geredevî, Hediyyetü`l-Kabır, s. 29).
Oruç tutamayacak kadar yaşlı ve hasta olan kimsenin her oruç için bir fidye vermesi gerektiği âyetle sabittir: "Sayılı günler olarak sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar). (İhtiyarlıktan ya da şifa ümidi kalmamış hastalıktan ötürü) oruca zor dayananların her gün için fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır. Bununla beraber gönül isteğiyle kim fazladan bir hayır yaparsa bu kendisi için daha hayırlıdır. Bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/1 84).
Oruç için fidye vermek Kur`an`da sabit olduğu halde, namaz için fidye vermek hiçbir şer`î delille sabit değildir. Fakihler namazın oruca kıyas edildiğini söylemişlerse de bu kıyas sahih değildir. Ancak ihtiyat olarak oruçtan daha mühim olan namaz için fidye verilmesi uygun görülmüştür. Mehmed Zihni Efendi (ö.1332/1914) bu konuda şöyle diyor: "Namaz için fidye vermek Kur`an ve Sünnet hükmü ile değildir. Nassla sabit olan oruç fidyesine onu kıyas etmek de -kıyaslanan hüküm makul olmadığı için- sahih değildir. Fakat ibâdet konusunda bu bir ihtiyattır. Namazın fidyesi -Allah katında- namaza kâfi ise ne âlâ, yoksa ölü için sadaka sevabı hasıl olur" (M.Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1326 s.450)
Bir kimsenin, kendisine farz olduğu halde, sağlığında edâ edemediği oruç ve hac vazifelerini, öldükten sonra varisleri yerine getirebilir. Bu hususta sahih hadisler vardır. Fakat namaz borcunun düşürülmesi (ıskatı) hakkında sahih bir hadis yoktur. Iskat-ı salat konusunda kaydedilen en eski ifâde İmam Muhammed eş-Şeybânî (ö.189/804)`nin ez-Ziyâdât adlı eserindeki namazların fidyesi verilirse inşaallah kâfî gelir" (Mehmed Zihni, a.g.e, s.450).
Ölenin hayatında kılamadığı vitir dahil her namaz için bir fidye (1667 gr. buğday veya bunun günün râyicine göre nakid olarak bedeli) fakire sadaka olarak verilir. Fakirin yapacağı duanın, ölenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağı ümit edilir. Ölenin üzerinde kaç günlük namaz ve oruç varsa toplanır, elde edilen yekün kadar fidye verileceği ortaya çıkar. Kadınlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşına kadar devre dikkate alınmaz (ibn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, Mısır 1966, 1, 686).
Iskat konusunda şu hususların bilinmesi gereklidir:
1. Iskat, ölenin vasiyeti yoksa, farz, vacip ve sünnet olan bir muamele değildir
2. Üzerinde kazaya kalan oruç ve namazları için fidye verilmesini vasiyet eden kimsenin malının üçte birinden bu vasiyeti yerine getirilir.
3. Ölenin vasiyeti yoksa ve geride mirasçıları varsa, kul borçları ödendikten sonra malın tamamı varislerindir. Varisleri ıskat yapmağa zorlamak doğru değildir. Çünkü din, varisleri böyle bir şeyle yükümlü tutmamıştır. Varisler kendi istekleriyle yaparlarsa ölen için bir sadaka olur.
Devir; dolaşmak, dönmek. Üzerinde çok miktarda namaz borcu olan kişi için, her namaza bir fidye olmak üzere hesaplanıp verilmesi büyük meblağ tutar ve bunu vermek çok zaman mümkün olmaz. Buna bir çare olmak üzere "devir" denilen bir usul ihdas edilmiştir. Buna göre meselâ; ölenin bir aylık namazının fidyesi esas almarak bu meblağ bir fakire verilir. Fakir de onu verene bağışlar. Oniki devir bir yılı karşılamak üzere kaç yıllık namaz borcu varsa o kadar devir yapılır.
Devir muameleşinin ilk tatbikatının nasıl olduğunu, paranın nasıl dağıtıldığını ve kimlere verildiğini açık olarak bilmiyoruz. Fakat bugün tatbik edildiği şekliyle devir, İslâmın ruhuna uygun bir muamele değildir. Eğer namaz borcu olduğu halde ölen kimseye hayır yapılmak isteniyorsa, varisleri onun namına fakirlere sadaka vermelidir. İslâmın ruhuna uygun olan budur. Ölenin bu konuda vasiyeti varsa o da "fakirlere sadaka vermek" şeklinde yerine getirilmelidir.
"Devir" hakkında peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbeden nakledilen hiçbir bilgi ve delil yoktur. Müçtehid imamlar zamanında da bu işleme rastlanmamaktadır. Devir şeklinin hicrî beşinci asırdan sonra ortaya çıktığı ve ıskat muamelesini kolaylaştırmak için şer`î bir çare olarak düşünüldüğü tahmin ediliyor. Ayrıca medrese talebesine yardım ve onları korumak gibi bir gaye de güdülmüş olabilir.
Iskat ve devir yanlış tatbik edilerek istismar edilen konulardır. Dinin aslında olmayan, fakat geçmişte âlimlerin fayda (maslahat) görerek tatbikine müsaade ettiği bir konu istismara, yanlış yorumlara ve suistimâle yol açmışsa, yine âlimler tarafından düzeltilmeli ve doğru tatbik edilmesi sağlanmalıdır.
İSLAM DİNİ KAR İÇİN BİR SINIR GETİRMİŞ MİDİR?
İslam dini kar için bir sınır getirmemiş, yüzde şu veya bu kadar kar edilecek diye bir kayıt koymamıştır. Arz ve talebe bırakmıştır. Ancak İslam dini, güzel ahlak ve takvayı emretmek ve yasakladığı hile ve fahiş fiatın önüne set çekmekle bunun hududunu göstermiş oluyor. Bununla ilgili Peygamberin şu sözlerini dinleyelim: "Din nasihattır" (Müslim). "Sizden biriniz, kendi nefsi için arzu ettiği şeyi mü`min kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz" (Müslim, Cami` al-Sağir). "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, Cami al-Sağir).
Fahiş bir fiyatla malı satıp müslümanları aldatmak lanetin inmesine vesile olduğu gibi, halkın muhtaç olduğu şeyleri piyasaya sürüp normal bir fiatla satmak da rahmet ve bereketin inmesine sebebdir. Devletin, satılık xx`ın fiatını, narh koyup ta`yin etmesi dinen doğru değildir. Fıkıh kitapları bunun mekruh olduğunu kayd ediyorlar (İbn Abidin).
Peygamber (sav) zamanında bir ara eşyanın fiatı yükseldi , bunun üzerine ashabı bir kısmı: Ey Allah`ın Resulü! Eşyanın fiatını tesbit buyur, dediler. Peygamber (sav) bunlara cevaben şöyle buyurdu: "Fiatı tesbit eden, rızkı daraltıp genişleten, rızkı veren Allah`tır. Sizden hiç biriniz ne kar ne de mal haksızlığı hususunda benden bir şey istemeden Allah`a kavuşmamı umarım" Ebu Davud, Tirmizi).
Ancak piyasa ile oynayıp ticaret düzenini bozan olduğu takdirde zarurete binaen devlet müdahale edip eşyanın fiatını tesbit edip kar için bir hudut çizebilir.
İSLAM DİNİ, KADINA AİLE VE TOPLUM İÇİNDE NASIL BİR YER TAYİN ETMİŞTİR? ERKEĞİN YANINDA YERİ NEDİR?
İslam dini, aile ve toplum içinde kadına iyi yer veriyor. İnsanlık yönünden erkek ile kadın arasında fark gözetmiyor, erkeğe verdiğ önemi kadına da veriyor. Bu hususta Kur`an-ı kerim şöyle buyuruyor: "Ey insanlar sizleri bir tek nefisten yaratan Rabbinizden sakınınız" (Nisa).
Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ben içinizden gerek erkek, gerek kadın, bir hayır işledığını boşa çıkarmam hep birbirinizdensiniz" (Al-İ İmran).
Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: Kadınlar erkeklerin denkleridir.
Kız çocuğuna eş ve analık özellikleri açısından büyük bir değer verip ikramda bulunuyor. . Peygamber (sav) kız çocuğu olarak kadının gördüğü ikramla ilgili şöyle buyuruyor: "Herhangi bir kimsenin bir kız çocuğu olsa, o da onu güzelce öğretip eğitse kendisi için cehenneme karşı siper olacaktır" (Ebu Davud, Tirmizi).
Cenab-ı Allah, eş olarak kadına yapılan ikramlarla ilgili şöyle buyuruyor: Yine onun ayetlerindendir ki sizin için kendileriyle huzur bulasınız diye cinsinizden eşler yaratmıştır (Rum).
Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: "Dünyada faydalanılan şeylerin en iyisi, saliha bir eştir. Kendisine baktığında seni sevindirir, gıyabında da mal ve namusunu korur" (Müslim, Buhari).
Cenab-ı Allah, ana olarak kadına yapılan ikramla ilgilii olarak şöyle buyuruyor: "Biz insana ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik; anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu" (Ahkaf).
Bununla ilgili olarak Hadiste de şu varid olmuştur:
Bir gün birisi peygamber (sav)`e gelip dedi ki:
Herkesten ziyade kim benim sohbetimi hak eder.
Peygamber (as):
Anan.
Sonra kim?
Anan.
Sonra kim?
Anan.
Sonra kim?
Baban, dedi.
Görüldüğü gibi Peygamber, babayı bir defa söylerken anayı üç defa söz konusu ediyor.
İSLAM DİNİNE AYKIRI, KÜFR VE DİNSİZLİĞİ MEDH EDEN KİTAPLARI ALIP SATMAK CAİZ MİDİR?
İslam dinine aykırı küfür ve dinsizliği medhedip yayan kitapları alıp satmak haramdır. Bir kimse menfaat için bu işi yapıyorsa günahkar olduğu gibi, kazancı gayr-i meşru bir yol ile elde ettiği için haramdır. Bir gün tevbe etmek isterse de o gayr-i meşru malı fakirlere tasadduk etmeye mecburdur. Yoksa, büyük bir vebal altında kalır. O kitapların muhtevasını bilecek. İslam`a ters düşüp düşmediğine çok dikkat edecektir: Nevevi: Hadis, fıkıh ve faydalı şeyleri ihtiva eden her kitabı alıp satmak caizdir. Ama küfür kitaplarını satmak caiz değildir, haramdır"(al-Mecmu) diyor.
İSLAM DİNİNE GÖRE İŞÇİNİN ÜCRETİ HÜKÜMDAR VEYA VEKİLİ TARAFINDAN TESBİT EDİLEBİLİR Mİ?
Bunu anlayabilmek için şu açıklamaya ihtiyaç vardır. Alışverişin üç rüknü vardır.
1- Alıcı ile satıcı,
2- Siğa,
3- Üzerine akit yapılan maldır.
Birinci rüknün de altı şartı vardır:
A- Akıl olması,
B- Baliğ olması,
C- Malınıa hacz konulmamış olması,
Ç- İsteği ile alış veriş yapmış olması,
D- Malik veya veli olması,
E- Satılan mal Kur`an veya sünnet ise müşterinin müslüman olmasıdır.
Yukarda sayılan rükün ile şartlar aynen icarenin de rüknü ile şartlarıdırlar. Aslında icare alış verişin bir çeşidir, yalnız alış verişte satılan şey tamamen elden gider ve geri dönmemek üzere verilir, icarede ise satılan şey geçici olarak menfaattır. İşçilik de icarenin bir çeşitidir. Mesela bir evi bir miktar para mukabilinde birisinin yanında belli bir zaman için çalışsa yine icar sayılır. Yalnız birinci misalde icareye verilen evdir ikinci misalde icareye verilen şey ise insandır. Yani işçi bir günlük veya bir aylık bir zaman için kendini işverene veriyor. Yukarıda yapılan açıklama konumuzun aydınlanması için kafi geleceğinden bununla yetinelim ve sözü uzatmadan söz konusu olan işçinin durumunu açıklayacağız.
İslam`dan önce ve sonra her asırda iş vermek ve iş almak adeti yaygındı, iş vermenin ve iş almanın sahih olması için üç rknü vardır.
Birincisi: İş veren ve alandır;
İkincisi: Siğa,
Üçüncüsü: Çalışmaktır.
Birinci rüknün beş şartı vardır:
1- Baliğ olması,
2- Akil olması,
3- İsteğiyle olması,
4- Herhangi bir esbeple hapse müstehak olmaması,
5- Kur`an ve Sünneti yazmak için kendini kiraya vermek isterse, Müslüman olması.
İslam dinine gööre işçi ücreti hükümdarın veya onun vekili tarafından tesbiti hususunu da belirtelim şöyle ki:
Alış verişte satılık eşyanın fiatı alıcı ile satıcı tarafından tesbit edildiği gibi işçi ücreti de zaman ve zemine göre işveren ile işçi arasında tesbit edilip tayin edilecektir. Zaruret olmadığı takdirde idarenin narh koyması yasak olduğu gibi işçi ücretine de müdahale edilmesi yasaktır. Piyasada istikrarsızlık ve düzensizlik hüküm sürdüğünde istikrarı sağlamak için idarenin müdahalesi nasıl caiz oluyorsa işveren ile işçinin ihtilaf için haksızlığı kaldırıp düzeni sağlamak için de müdahalesi caizdir.
İslami kurallara göre bir ev sahibi evini kiraya verdiği zaman kısa olsun, uzun olsun, mutlaka süresini belirtmesi gerekir. Süre bitmeden önce bir kiracının evden çıkması söz konusu olamaz, süre bitince kiracı ile ev sahibi arzu ettikleri takdirde akti tazeleyebilirler, istemedikleri veya anlaşamadıkları takdirde kiracının evden çıkması gerekir. Yine işveren ile işçi arasında çalışmak için beş on sene gibi bir süre tayin edilip anlaşma yapılmış ise bitmeden işçinin çıkması veya çıkartılması mümkün değildir. Süre bittikten sonra her iki taraf çalışma mukavelesini tanzim edebilirler. İslam hukukuna göre işçinin ücreti ve çalışma süresi belirtildiği ve yapılan anlaşmanın hilafına hareket etmek caiz olmadığı için ne işçinin grevi ne iş veren lokavtı söz konusudur. Üzerine anlaşma yapılan süre bitmeden evvel ne işçi işinden ayrılabilir ne işveren işçiyi ayırabilir. Buna göre işçinin ayrılması sebebiyle tazminat da söz konusu değildir. Ancak süre bitmeden evvel işveren işçiye "Sen mukaveleyi fesh etmek için benimle muvafakat edersen şu kadar para vereceğim" dese ve işçi de muvafakat ederse taahhüdünü yerine getirmek zorundadır. Çalışma esnasında işçi bir kazaya uğrasa işverenin ihmalı olmadığı zaman sorumlu tutulmaz. Ancak işçi işe girerken işveren, çalışma esnasında herhangi bir kaza olursa "ben kefilim" demiş ise veya dile getirmeden tazminat adet haline gelmiş ise işveren kaza tazminatını verecektir. Aksi takdirde vermek zorunluğu yoktur. İşçilerin ücretleri arasında büyük dengesizlik olursa işveren ile işçi belli bir ücret üzerine anlaşma yaptıkları takdirde zaten iş bitmiştir. Ama alışverişte olduğu gibi işçi fahiş bir şekilde mağdur olmuş ise müracaat üzere idare müdahale edip durumu düzeltebilir.
İSLÂM DİNİNİN VARLIK GAYESI, ŞU TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİ GERÇEKLEŞTİRMEKTİR
1. Kişinin yaşama hakkı olan canını,
2. Doğru ile yanlışı ayırdetme gücü olan aklını,
3. Inanç özgürlügü demek olan dinini,
4. Insanca yaşamasını temin edecek olan malını,
5. Soy ve tarihini sürdürme biçimi olan neslini korumak.
İSLAM DIŞI BİR IŞ İÇİNDE BULUNMAK MECBURİYETİNDE BULUNAN BİR KIZLA EVLENİP ALLAH RIZASI İÇİN ONU İSLAM`A KAZANDIRMAK İSTİYORUM. BÖYLE BİR KADINLA EVLENMEM CAİZ MİDİR?
Yüce dinimizde hıristiyan ve yahudi bir kadınla evlenmek caiz olduğuna göre elbette müslüman olup da fasike bir kadınla evlenmek de caizdir. Yani nikah batıl değildir. Hayat-ı zevciye meşrudur. Zina sayılmaz. Ancak mü`min olan kimsenin arkadaşı mü`min ve takva sahibi olması gerekir. İslam`ı tebliğ edip anlatmak için kafir olsun, fasık olsun herkesle oturup kalkmak caizdir. Bunda beis yoktur. Fakat bunun dışında kafir ve fasıklarla oturup kalkmak doğru değildir. Çünkü bulaşıcı hastalıklar başkasına siyaret ettiği gibi kötü ahlak da başkasına siyaret eder. Peygamber (sav) şöyle buyurmuş: "Kişi sevdiği adamın dini üzerindedir. Bunun için her biriniz kimi sevdiğine baksın" (Ebu Davud, Tirmizi). Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor: "Kişi sevdiğiyle beraberdir" (Buhari, Müslim). Diğer bir hadiste şöyle buyurmuş: "Takva sahibinden başka bir kimse senin yemeğini yemesin."
Yolculuk geçici olmakla beraber herkes ile yolculuk yapılmalıdır. Yol arkadaşının dahi mütedeyyin ve ahlaklı olması için ehemmiyet vermek lazımdır. Binaenlayh kısa bir zaman için değil, uzun hatta sonsuz hayat için kurulan hayat-ı zevciyyeye daha fazla ehemmiyet vermek lazım gelir. Şayet zevce mütedeyyine ve takva sahibi olmazsa onun fıskı ve İslam dışı davranışı kocasına aksedebildiği gibi müstekbel çocuklarına da aksedebilir. Henüz dünyaya gelmeden önce böyle bir kadınla evlendiği için onların hakkına tecavüz etmiş olur. Bir gün adamın biri kendisine itaat etmeyen oğlunu şikayet etmek üzere halife olan Hz. Ömer`e (ra) gitti. Ve şikayeti üzerine Hz. Ömer adamın oğlunu huzuruna celbettirdi. Ve ifadesini almadan onu azarlamağa başladı. Bunun üzerine oğlan:
- Ey mü`minlerin emiri, babanın hakkı vardır. Evladın hiç hakları yok mudur?
Hz. Ömer (ra):
- Evladın da hakkı vardır.
- Nedir?
- Evladın babasına karçı hakkı şudur:
Annesini seçecek, kendisine güzel bir isim verecek ve okuma yazmayı öğretecektir.
Allah`ıma yemin ederim babam bunlardan hiç birisini yapmamıştır. Çünkü annem bir mecusinin cariyesiydi. İslam terbiyesinin ne olduğunu bilmez. İsmim de "Ci`al" böcek manasını ifade eden bir kelimedir. Sonra bana bir tek harf öğretmedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) babasına dönüp dedi ki:
-Evladın senin hakkına tecavüz etmeden önce sen onun hakkına tecavüz etmişsin.
Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor: "Serveti, güzelliği, soyu ve dini olmak üzere dört haslet için kadınla evlenebilinir" (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace).
Sözün kısası bir kadınla ancak evinde hayır alametleri görülürse evlenmek uygun düşer. Yoksa ilerde belki yola gelebilir diye onunla evlenmeğe karar verirsen dinen her ne kadar vaki olacak nikah batıldır denilmezse de iyisini yapmamış olursun.
İSLAM FIKHI AÇISINDAN SİGARA
SIGARA : Patlıcangillerden bir bitki olan tütünün yapraklarından elde edilen bir keyif verici olduğu herkesin malumudur. Tütünün ilk kez Amerika yerlilerince bilindiği ve kullanıldığı ve Amerika`nin Avrupalılarca öğrenilmesinden sonra Avrupâ ya da götürüldüğü ilk götürenin ise Christopher Columbus (1506) olduğu kaydedilir. (Mahmut Nazım en-Nesîmî, et-Tibbu`n-Nebev`î ve`l-ilmu`l-hadis I/33; Muhammed Sefik Girbal ve arkadaşları, el-Mevsû`atü`l-Arabiyyetü`l-Muyessera,"Tebg" (Tütün) md. Tütünü Avrupa`ya ilk kez Jean Nicot isimli birisinin götürdügü de söylenmiştir. en-Nesîmî, agk.) Bazı fıkıh kitaplarında da ilk kez 1015 Hicri yılında ortaya çıktığı söylenir. (Tütünün tarihiyle ilgili geniş bilgi için bk. Abdulhay el-Lüknevî,Tervîcu`l-cinan bi-tesrîh-i hükm-i surbi`d-duhân 2 vd.) Bu da M.1506`lara rastlar ve Islam aleminin tütünü Avrupa`dan takriben yüzyıl sonra tanıdığını gösterir. Gerçi Avrupada da iyiden iyiye tanınma tarihi 1586`dir. (M. Sefik Girbal agk: ) Bu durumda aradaki fark yirmi yıldan aza düşmüş olur. Tütünün süs bitkisi ve tıbbi gayeler için de kullanılmış olması, (agk.) konumuz açısından önem arzedecektir.
Tartışmasız büyük müctehitlerin tanımadığı tütün diyebiliriz ki biraz da bu yüzden Islam aleminde de hızla yayılmış ve H.11. asrın başından itibaren kullanılır olmuştur. Buna paralel olarak dini hükmü konusunda da pek çok görüş beyan edilmiş, risaleler ve kitaplar kaleme alınmıştır. Hatta denebilir ki, sonradan ortaya çıkan bu tür konularda hakkında tütün kadar söz söylenen, yazılı beyan ortaya çıkan bir başka konu yoktur. Sadece "Kesfu`z-Zunûn"un zeyline kitap adlarına göre bir göz gezdiren buna şahit olur. Bu yazılanlara bütün mezhepler ortaktır ve sigara hakkında her mezhepten, zikredeceğimiz her üç görüşe sahip alimler bulunduğu için, meselenin mezheplere göre hükmü diye âyırım yapmak da hem mümkün hem de isabetli görülmemektedir. Diğer yönden bizce tartışılabilir bir görüşe göre de zaten sigaranın ortaya çıktığı tarihten beri müctehit bulunmadığı için söylenenlerin hüküm açısından bir değeri yoktur. Biz şimdilik bu görüşü tartışma dışı bırakacağız ve hesaba katmayacağız. Değişik görüşleri üç kategoriye ayırarak delilleriyle ve bu delillerin tartışmasıyla birlikte serdedecek ve bir sonuca varmaya çalışacağız.
MUBAH DİYENLERİN DELİLLERİ VE BUNLARA GELEBİLECEK İTİRAZLAR
Sigarayı mübah gören Islam alimleri mevcut olmuştur. Onlara göre :
1. "Eşyada aslolan ibahadır". Zira Allah (c.c) yeryüzündeki herşeyi insanlar için yarattığını haber vermiştir. (K. Bakara (2) 29.) Binaenaleyh ibadetler dışında herhangi bir şey sâri` tarafından menedilmemişse insanların onu haram sayması mümkün değildir. Kur`an açıkça şöyle söylemektedir. "De ki, bana vahyolunanlar arasında kan, domuz eti- ki o pisliktir - ya da bir günah olarak Allah`tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir şey bulamıyorum... "(K. En`âm (6) 145.) Binaenaleyh, sigaranın haram olduğunu söylemenin bir dayanağı yoktur.
2. Kur`an-ı Kerim`de Allah : "De ki, Allah`ın kulları için çıkardığı zineti ve rızıkları kim haram kılabilir?.. "(K. A`râf (7) 31.) buyurmuştur ki, bunu bir önceki ayetle birlikte düşündüğümüzde sigaraya haram denemeyeceği anlaşılır, bunu destekler mahiyette Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Allah birtakım farzları mecbur tutmuştur, onları zayi etmeyin. Bir takım sınırlar koymuştur, onları aşmayın. Bazı şeylerden de, unuttuğu için değil ama sırf size merhametinden ötürü söz etmemiştir, onları da araştırmayın..." (Taberânî, Kebîr XXN/222 (No: 589); (Ibn Kayyim, A`lam I/71-72; el-Hindî Kenz I/194)) Buna göre şeriat koyucunun sigaradan söz etmemesi onun haram olmadığını gösterir.
3. Sarhoş edici ve zararlı şeyler haram olsa dahi sigaranın sarhoş ediciligi ve zararı sabit değildir.
4. Bazı insanlar için zararı sabit olsa dahi bu sadece onları ilgilendirir. Yani mahzuru onlar içindir. Bu, sigaranın herkes için haram olmasını gerektirmez.
Ancak meseleye bu açıdan bakanlar dahi "Eşyada aslolan ibahadır zararlılarda aslolan ise hurmettir" kaidesini kabul ederler ve zararı kesinkes belli olan birşeyin haram olacağını söylerler. Meseleye yumuşak bakan Ibn Abidin de bu esası vurgular .(Bk. Ibn Abidin, Fetâvâ N/303, 304. Sigaraya yumuşak bakıp onun mubah, ya da ona yakın bir yerde olduğunu söyleyenler arasında şu alimleri sayabiliriz: Abdulganî en-Nablusî (es-Sulhu beyne`l-Ihvân fî-ibâhat-i surbi`d Duhân adlı bir kitapçığını bu konuya tahsis etmiştir.), Ibn Abidîn, Muhammed el-Abbasî el-Mehdî, Ahmed b. Muhammed el-Hamevî; Malikilerden Ali el-Echûrî (Bu konuda Gâyetü`l-beyân li-hill-i surb-i mâ-la yugayyibü`l-akle mine`d-duhân adlı bir kitapçığı vardır) Dussukî, es-Sâvî, el-Emîr gibi Malıkiler de bu görüştedirler; Şafiilerden el-Hafnî, el-Halebî, er-Rasidî, es-Sebramellisi, el-Bâbilli, AbdülKadir b. Muhammed b.Yahya el-Hüseynî et-Taberî (Raf`ul-istibâk an-tenâvuli`t-tenbâk adlı risalesi bu konudadır); Hanbelilerden de el-Keremî (Konu ile ilgili el-Burhân fi se`n-i surbi`d-duhân adlı bir risalesi vardır). Keza, Sevânî de sigaranın mubah olduğunu söyleyenler arasında yer alır(bk. el-Mevsû`atü`l fıkhıyye, Kuveyt. X/104,105.))
5. Sigaraya haramdır demek şer`i bir hüküm koymaktır. Bu ise ya bedihi delillerle ya da nazar ve istidlal ile mümkün olabilir. Birincisi söz konusu değildir. Çünkü böyle bir delil yoktur. Ikincisi de yoktur. Çünkü nazar ve istidlal ya müctehidden ya da müctehit olmayandan sadır olur. Bunların da birincisi söz konusu değildir. Çünkü müctehidlerden böyle bir şey sadır olmamıştır. Ikincinin ise değeri yoktur. Zira şeriat adına söz hakkına sahip olanlar müctehitlerdir. (Ebu Saîd Muhammed el-Hâdimî, Resâil 234.)
Ebu Said el-Hadımi`nin bu tesbiti, Birinci Hicri Yıldan sonra müctehit çıkmadığı esasına bina edilmiştir ki, tartışılabilirliğine daha önce işaret etmiştir.
Bu delillere itiraz sadedinde şöyle söylenebilir :
"Eşyada aslolan ibaha" olmakla beraber bu, hakkında nas bulunmayan herşeyin mübah olduğunu göstermez. Nitekim rakının, uyuşturucuların, pek çok habis hayvanın tenavülleri hususunda nas bulunmadığı halde kıyas yoluyla haramlıklarında da şüphe yoktur. Allah`ın yarattıkları içerisinde kulların haram kılamayacakları, ayetinde işaretinden anlaşılacağı üzere, "zinet" ve "güzel rızıklardır". Sigarayı güzel rızık ve zinet olarak görmek mümkün müdür? Allah`ın sükût ettiği ve hükmünü araştırmamızın güzel olmayacağı şeyler zararlı olmayan ve kıyaslanacak bir aslı bulunmayan şeylerdir. "Allah temiz rızıkları helal kılar, habis olanları ise haram kılar" derken sigara için de elbette ilk akla gelen şey onun bu iki kategoriden hangisine dahil olacağıdır. Eğer habis kategorisinde olduğu selim akıllarca kabul edilirse artık onun araştırmamamız istenenlerden olmayacağı ortaya çıkmış olur: Ayrıca bu gün sigaranın herkes için zararlı olduğu kesin olarak ortaya konmuştur. Binaenaleyh, sigarayı mutlak mubah görmenin imkanı gözükmemektedir.
SIGARA İÇMEK HARAM MIDIR?
Sıgaraya Haram Diyen Alimler olduğu gibi mekruh diyenler hatta helal diyen Alimler vardır.
a. Deliller
Şunu hemen belirtelim ki, sigara hakkında yazan ve konuşanların çoğu sigaranın haram olduğu görüşüne varmışlardır ve sigaranın "mutlak haram" olduğunu söyleyenlerin tutundukları deliller, onun mutlak mubah olduğunu iddia edenlerin delillerinden hem daha çok hem de daha tutarlıdır. Ileride bunların tartışmasına girecek olmakla beraber bundan hemen şöyle bir sonuç çıkarmamız da mümkündür: Sigaranın hükmü "mutlak haram"la "mutlak mübah"ın orta noktasından "mutlak haram"a daha yakındır. Buna da "tahrimen mekruh" denebilir.
Mutlak haram olduğunu söyleyenler şu delilleri ileri sürüyorlar. (Sigaraya haram diyenler arasında şunları sayabiliriz: Surunbilali, Mesîri, ed-Dürrü'l-müntekâ sahibi; Salim es-Senhûrî, Ibrahim el-Lekkânî, Muhammed b. Abdülkerim, Halid b. Ahmed, Ibn Hamdûn; Necmeddin el-Gazî, Kalyûbî, Ibn Allân; Ahmed el-Behûtî (el-Mevsû'âtü'l fıkhıye, Kuveyt X/101 -102))
1. Hadis-i şerife soğan ve sarmısak için: "şu iki bitkiden yiyenler mescidimize yaklaşmasın, çünkü insanların rahatsız oldukları şeylerden melekler de rahatsız olurlar" buyurulmuştur. (Bu ve benzeri hadisler için bk. Müslim, mesâcid 68-78.)
Sigaranın kokusu soğan ve sarmısaktan daha az rahatsız edici değildir ve üstelik sürekli ve kalıcıdır. Insanlarla devamlı beraber olmak zorunda olan melekler de vardır. Sigara içen insan kısa zamanda ağız kokusunu gideremez. Ağzı kokarken de camiye gelmesi yasaklanmıştır. Bu da onun sürekli camiye gelmemesini gerektirir. Böyle sonuçlara sebep olan birşeyin haram olmaması düşünülemez.
2. Buna bağlı olarak her türlü canlıya ve öncelikle de insana eziyet vermek haramdır. Ayet-i Kerime'de : "Mü'min erkekler ve Mü'min kadınlara haketmedikleri bir şeyle eziyet edenler şüphesiz açık bir buhtan ve günah yüklenmişlerdir" (K. Ahzâb (33) 58 ) buyurulmuştur. "Her eziyet veren ateştedir" denmiştir. Sigara içenler içmeyenler için küçümsenmeyecek bir eziyettir. Özellikle de sigara içen bir es, içmeyen hayat arkadaşı için bitmez tüKerimez bir eziyettir.
3. Eza veren şey aynı zaman da pisliktir. Pis olan bir şeyin hakkı ise haram kılınmaktır. Ayette "habis (murdar) şeylerin haram kılındığı bildirilmiştir. (K. A'râf (7) l57 ) Hz. Peygamber de soğan ve sarmısağa kokularının ağır olmasından ötürü "şu iki habis bitki" diye tabir etmiştir. (Bk. Müslim, Mesacıd 76) Rahatsız edici koku sigarada da fazlasıyla vardır. Öyleyse o da "habis"tir. Habis olan şeyleri ise Allah haram kılmıştır.
4. Sigaranın teneffüs edilen kısmı dumandır, yani ateştir. Oysa bunların yenilmesi ve içilmesi haramdır. Ayette haksız yere yetim malı yiyenlerin karınlarıyle ateş yiyecekleri söylenirken, (K. Nisa (4) 10. ) ateşin bir ceza aracı olduğu anlatılıyor. Bu ise helâl bir nimet olamaz. Keza "Artık semanın açıkça bir duman getireceği günü gözle" (K. Duhân (44) l0.) denirken dumanın (duhân) yine bir ceza ve tenkit aracı olduğu anlatılır. Suçlulara ceza aracı olarak yaratılan şeyler insanlar için nimet olamazlar. Hz. Peygamber'de sıcak yemekten hoşlanmazlar ve "Allah bize ateş yedirmemiştir" derlerdi. (Benzer hadis için bk. el-Hindî, Kenz. VN/109)
5. Sigara hiçbir faydası bulunmayan safi bir israftır. Allah'ın insanların kıyamını (yaşayabilmelerini) sağlaması için bahsettiği "mal'ın (K. Nisâ (4) 5.) ziyanıdır. Bazan çoluk çocuğunun nafakasını kısmaktır. Oysa pekçok ayet ve hadislerle hem israf hem de malı ziyan etmek yasaklanmıştır. (Bk. K. En'âm (6) l41; A'râf (7) 31; Hadis için bk. Buhari, zekât 18; Müslim, Akdiye 14.) yani haram kılınmıştır. Dolayısı ile bu durumda olan sigaranın da haram olması iktiza eder.
6. Sigara abesle iştigaldir. Allah ise insanları boş yere (abesle iştigal için) yaratmadığını bildirmiştir. (K. el-Mü'minûn (23) 115)
7. Sigara "bid'at" tır. Çünkü bid'atın bir göstergesi de, yapıldığında ona karşılık bir sünnetin kaybolmasıdır. Sigara için insanlarda önemli bir sünnet olan ağız temizliği kaybolmaktadır. "Her bid'at ise dalalettir. Her delalet de cehennemdedir". (Müslim, Cum'a 43; Ebu Davud, Sünnet 5.) Cehenneme müncer olan bir şeyin haram olması gerekir.
8. Sigara Islam alemine Hiristiyan ve Yahudilerden geçmiştir ve onların bir uygulamasıdır. Oysa müslümanlar başkalarına benzemekten menedilmişlerdir. Binaenaleyh, sigara bu açıdan da menedilmiş yani haram kılınmış olur.
9. Hepsinden önemlisi, sigara insan için zararlı bir şeydir. "Bütün zararlılar ise haramdır" Gerçekten de bu gün artık sigaranın kimseye yarar sağlamadığı, aksine pek çok zararlarının olduğu tıp uzmanlarınca ortaya konmuştur. (Sigaranın zararları konusunda ISAV'da tertib edilen (26.10.199l ) sempozyuma sunulan tebliğlere ek olarak ayrıca bk. en-Nesîmî, age. I/343 vd.) Zararlılarda aslolan hükmün "haram" olacağında ise Islâm alimleri arasında adeta ittifak vardır. Çünkü "zarar ve zarara mukabıl zarar yoktur. (Mecelle md. l9 )Allah "Kendi kendinizi öldürmeyin" (K. Nisâ (4) 29 ) "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" (K.Bakara (2) 195 ) buyurmuştur.
10. Sigara bütün bütün sarhoş etmese dahi bir nevi gevşeme ve uyuşturma tesiri yapmaktadır. Bütün sarhoş ediciler haram olduğu gibi, uyuşturucu ve fütur verici şeyler de haramdır. Ne var ki, sigara içene, sarhoş edicilere verilen ceza verilemez.
11. Hadis-i şerifte "Helâlın da haramın da belli olduğu, aralarında şüpheli şeyler bulunduğu, onlardan sakınanın dinini ve ırzını koruduğu, onlara düşenin ise harama düşecegi..." bildirilmiştir. (Buharî, Iman 39; Müslim, müsâkât 107.) Sigara ise en azından böyle bir durumdadır ve netice itibariyle harama götürür.
12. Sigara konusunda Islâm Halifesinin yasaklaması mevcuttur. şeriate muhalif olmayan konularda veliyyu'1-emrin isdar edeceği buyruklara şer'an uyma zorunluluğu vardır, aksine hareket ise naslarla haram kılınmıştır. Binaenaleyh, sigaranın da haram olması gerekir.
13. Sigara insanı, Allah'ı zikretmekten ve O'na karşı kulluk görevlerini ifa etmekten alıkoyar. Sigara tiryakisi oruca çok zor tahammül eder. Bu yüzden pek çok kişi oruç tutmaz. Itikata hiç cesaret edemez. Allah'ın zikrinden alıkoyan birşey ise batıldır, haramdır.
b. Itirazlar
Mutlak haramdır diyenlerin delillerine de -her ne kadar diğerlerinden çok güçlü olsalar dahi- pek çok yönden itiraz edilebilir. Mesela :
Sigaranın soğan-sarmısağa kıyas yoluyla haram görülmesi biraz önce açıkladığımız sebeplerden ötürü mümkün değildir.
Sigaranın her halükarda başkasına eziyet olacağı söylenemez. Bu illetten hareket edilirse başkaları ile hiç irtibatı olmayanlar, mescidlere belli bir özürden ötürü girmeyenler ve özellikle de kadınlar için bir hükmün geçerli olmayacağı sonucu ortaya çıkar ki, böyle muttarit olmayan bir hükme itibar edilmez. Sigaranın maddesinin pis olduğunu kimse söylememiştir. Yani üzerinde sigara taşıyan birisi, necaset taşıyor değildir dolayısı ile bu durum onun temizlik isteyen ibadetlerine, meselâ namazına engel teşkil etmez. Gerçi işaret edilen ayette Allah'ın (c:c) "habis" haramdır, ama soğan ve sarımsağın "habis" olan yönleri maddeleri değil, kokularıdır. Nitekim onlar için Hz. Peygamber'den "habis" nitelenmesini duyan sahabe "Haram kılındı! Haram kılındı" diye ilan edince Hz. Peygamber: "Ey cemaat ! Allah'ın bana helâl kıldığı bir şeyi haram etmek benim elimde değildir. Şu var ki, ben bu bitkinin kokusundan hoşlanmıyorum" (Bk. Müslim, mesâcid 76 (Davudoğlu NI/445)) buyurmuştu. Sigaranın onlara benzediği yönü kokusudur. Binaenaleyh. "habis" olan yönü de kokusu olmuş olur. Bu da aslını isti'mal etmenin haramlığını gerektirmez. Duman ve ateşle ilgili ayet ve hadisler ise fıkıh usulü ilmi ile bilinen hiçbir delalet yolu ile sigaranın haramlığına delalet etmezler. Öyle olsaydı bu konuda alimler arasında zaten ihtilaf olmazdı. Sigaranın mutlak bir israf olduğu da tartışılabilir. Zira hayatı ihtiyaç bulunmamakla beraber helal gıdalardan pekçok çesidi ile telezzüz haram görülmemiştir. Meselâ normal gıdasını alan bir insanın yanında sürekli ananas gibi birşey bulundurup ondan zaman zaman alması haramdır denemez. Sigara çoluk-çocuğun nafakasını keserek içilirse bu durumda da haram olan sigara değil, onların nafakalarını kısmak olur. Bunu kahvede çay içerek de yapsa yine böyledir. Sigara da -eğer bir başka delille haramlığı ya da mahzuru ispatlanmazsa - bu helâl telezzüz araçlarından biri sayılabilir. Kaldı ki tiryakiler için sigara ekmekten ve sudan daha öncelikli bir ihtiyaç halini alabilir. Yine bu durumda abesle iştigal olmaktan da çıkar.
Sigaranın bid'at olduğunu söylemek ise hiç mümkün değildir. Çünkü terim olarak "Bid'at"; sünnet karşıtı olarak, din koyucunun açıkça ya da dolayısı ile, sözlü ya da fiili izni olmaksızın sahabeden sonra dinde görülerek ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmalardır. (SBA Risale I/50 "Bid'at" md) Sigaranın hiç kimse tarafından dinden bir hareket olarak uygulanmadığı açıktır.Gayrı müslimlere benzeme konusunda yasak olan, onlara has şeylerde onlara benzemeye çalışmaktır. Mübah olan şeyleri tenavülde benzeme sözkonusu değildir. Sigaranın insanlar için zararlı olması iddiasi eğer ispatlanırsa - ki bugün ispatlandığı söyleniyor bunu ciddiye almamak mümkün değildir. Ancak zararlar arasında da bir meratib (hiyerarşi) vardır ve haram olan zararlıların yanında mekruh olan zararlılar da bulunmaktadır. Helalın ve haramın belli olduğunu, aralarında ise şüpheli şeyler bulunduğunu söyleyen hadis zaten haramların belli olduğunu söylemekle sigarayı haramlar cümlesinden bizzat çıkarmıştır. Çünkü naslarla belirlenen haramlar arasında sigara bulunmamaktadır. Islam Halifesinin yasaklamış olduğu birşey, eğer naslarla sabit bir husus değilse tabii olarak "raiyyenin maslahatına menuftur" ve bu yüzden de sırf kendi zamanını ilgilendirir. Bir başkası bir başka hüküm israr edebilir. Bu defa da ona uymak zorunlu olur. Sigara Allah'a zikri ve kulluğu bazı konularda zorlaştırsa dahi insanların mükellef oldukları ibadetler öncelikle farzlar ve vaciplerdir. Pekçok sigara içen kimseler ibadetlerirnde tamıtamına yapmaktadırlar. Binaenaleyh, bu da bir haram sebebi olamaz.
4.MEKRUH OLDUĞUNU SÖYLEYENLERİN DELİLLERİ
Haram ve mübah diyenlerin yanında. sigaranın mekruh olduğunu söyleyen alimler de vardır. Onlar da şu delillere tutunurlar :
1. Sigaranın kokusu kerihdir. binaenaleyh, pırasa, soğan ve sarımsağa kıyasla mekruh olması gerekir.
2. Kesin haram olduğunu bildiren deliller bulunmamaktadır. Binaenaleyh, sigaranın hükmü şüpheli bir konudur, şüpheli olan şeyleri yapmak ise en azından mekruha götürür. Öyleyse sigaranın da mekruh olması gerekir.
5. GÖRÜŞLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE SONUÇ
a. Genel Değerlendirme
Vakıaların hükmünü belirlemede ehli sünnet çizgisindeki mezheplerin ittifakla kabul ettikleri deliller kitap, sünnet, icma ve kıyastır. "Masalih-i mürsele" ve "Istihsan" ise tartışmalı olmakla beraber yine bu mezheplerin öyle ya da böyle başvurdukları delillerdendir. Akıl ise olayların hükmünü belirlemede tek başına bir delil değildir. Ehl-i Sünnet çizgisinin görüşü budur. Aklın şer'i bir delil olması sadece Mutezile ve şia görüşüdür. Buna göre :
Hicri 11. Asrın başlarında ortaya çıkan sigara hakkında kitap; sünnet ve icma delilinin bulunmaması tabiidir. Diğer bir ifade ile, filan ayetin veya hadisin herhangi bir dalalet yoluyla delâletine, ya da müctehidlerin icmaına binaen sigara haram veya mübahtır, denemez.
Kıyasa gelince, şüphesiz bu, üç asıl delilden sonra ahkâm belirlemede en önemli delildir ve şartlarına uygun kıyasın işletilmesi de bir ictihattır, dolayısı ile kıyas yapmak ehlinin, yani müctehidlerin işidir. Hükmü nasların delâletlerinin delaleti ile anlaşılacak kadar açık olan konular ise bundan müstesnadır. Bu durumda sigaranın kıyas edilebileceği - edildiği - en yakın asıl pırasa, sogan ve sarımsaktır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) bu bitkilerden yiyenlerin, ağız kokularıyla meleklere ve insanlara eziyet edecekleri için mescide gelmemelerini emretmiş, hatta bu durumda gelenler olmuşsa onlan mescitten çıkartarak Bakî Mezarlığı istikametine göndermiştir. Çoğu insanlarca sigaranın ihdas edeceği ağız kokusu da bundan daha az rahatsız edici değildir. Öyleyse sigara da aynı hükmü almalıdır. Ama bu hüküm nedir ? Sogan-sarımsak konusunda (asıl) baktığımızda onların yenmelerinin yasak edilmediğini, hatta bir hadisle teşvik edildiğini, dolayısı ile mekruh dahi görülmediğini müşahede ederiz. Yasak edilenin onları yiyenin henüz ağız kokusu çıkmamışken camiye gelmeleridir ve bu hükmün (haram ya da mekruh) illeti de eza vermek"tir. Imdi sigarayı buna uygularsak; önce sözkonusu illetin onda da aynı ölçüde bulunup bulunmadığı tartışma konusu olabilir. Çünkü sigara içen herkesin nefesi rahatsız edici ölçüde kokmamaktadır, bu açıdan kıyasın "aslı" ile "fer'i" arasında küçük de olsa bir fark vardır. Ikinci olarak "illetin bulunmayacağı yerde hülanün de bulunmayacağı" esasına göre, ister sogan-sarmısak'ta, ister sigarada herhangi bir yolla ağız kokusunun izalesi mümkün olursa bu, hükmün de kalkmasını gerektirir. Kaldı ki, "asıl" daki hüküm, soğan-sarımsak yemenin haramlığı ya da mekruhluğu değildir. Binaenaleyh, sigaranın onlara kıyaslanmasının uygun olması halinde bile bu, tek başına sigaranın içiminin haram ya da mekruh olmasını gerektirmez. Ne var ki, sigara içenin ağız kokusu, diğerleri kadar çabuk çıkmayacağı dolayısı ile mescidlere sürekli gidemecegi ve seairden olan bir sünnetin -cemaate gitmek gibi- sürekli terki de mekruh ya da haram olacağı için, (Bk. Zeydan, el-Vecîz 36.) bu sebeple sigara içmek de aynı hükmü alır. Ancak bu esasa göre de yine kokusunun izale yöntemi bulunursa hüküm de ortadan kalkar.
Sonuç olarak sigaraya hüküm vermede en güçlü delil görülebilecek kıyas da nihâi hükmü belirlemede yeterli olmamaktadır.
Geriye ihtilâflı deliller kalırki, bunlar da Hanefilerin "istihsan"ı ile Malikilerin "istislahı" (masalih-i mürsele)'dir. Sigara için istihsanın işletilebilecek yönleri zaruret, umumi helva ya da kıyas-i hafidir. Sigara içmekte bir zaruret olmadığı herkesin kabulüdür. Umumi helvanın olup olmadığı tartışılabilir. Çünkü sigaranın bir "fısk" sayılması halinde günümüzde o ölçüdeki fısklardan sakınan dini bütün insanlar çok yüksek oranda sigara da içmemektedirler. Bu kesimde içenler azınlıktadır. Bunun dışındaki müslümanlar ise fısk olduğu sabit olan benzeri konularda dahi tesahül göstermektediler. Binaenaleyh; onların sigara içmeleri de umumi helvadan değil, tesahül ve laubalilikten kaynaklanıyor denebilir. Böylece zaruret ve umumi helva tarzındaki bir istihsanla da sigaranın hükmüne ulaşmak mümkün görülmemektedir.
Kıyas-ı Hafi tarzındaki bir istihsan istislahla aynı şey olur ki. bu da sigaranın zararının kesinkeş sabit olmasına bina edilebilir ve açık naslarla haram kılınan nesnelerdeki ortak özellik, insan için hayati zarar taşımalarıdır. Aynı şey sigarada da mevcuttur, ya da böyle bir "asıl" bulunamazsa dahi sigaradaki mefsedet yönü daha ağırlıklıdır. Binaenaleyh mahzurludur ve ‚memnu' olması gerekir denebilir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi bu delillerde de ittifak yoktur ve bu yolla sigara kesin haramdır. hükmünü vermek zordur.
b. Sonuç
Buraya kadar serdettiğimiz delillere ve tartışmalarına bakarak diyebiliriz ki
1. Sigaranın mahzurlu olduğuna işaret eden deliller, mübah sayılması gerektiği istinbat edilen delillerden hem çok daha fazla, hem de delalet yönleri daha açıktır. Mübahlığı istinbat edilen deliller çok umumi delillerdir ve pek çok yönden tahsis edilmişlerdir. Binaenaleyh, sigaranın mahzuruna işaret eden delillerle ayrıca tahsis edilebilirler. Buna göre sigaranın mutlak mübah olduğunu söyleme imkanı kalmaz. Zaten mübah olduğunu söyleyenlerde, ondaki zararın mevhum olduğunu, muhakkak olmadığını, muhakkak olması yani zararının ispat edilmesi halinde haram olacağını, çünkü "zararlılarda asıl olanının" haram olmak olduğunu söylerler. Mesela Ibn Abidin bunlardan birisidir.
Her hangi birşeyi "mübah kılan bir delille haram kılan bir delil çatışırsa haram kılan diğerine tercih edilir" ve "haram ile helal çatışırsa haram galip gelir" gibi fıkıh kaideleri de sigaranın yerinin mübah yönünde olmadığına işaret eder. Böylece sigaranın şer'an mahzurlu olduğu ortaya çıkmış olur. Ancak bu mahzurun hiyerarşideki yeri neresidir. Işte bunu tayin etmek zor gözükmektedir.
2. Bazılarına göre zarar "kerahati", bazılarına göre de haramlığı gerektirir. Ama herhalde bunu da tafsil etmek ve kerahat ve haramlığını zararına göre tesbit etmek gerekir. Konuyla ilgili olarak Mustafa Zerkâ'nin ölçüsü şudur: "Zararı kesine yakın (zanni galip) olan haram, zararı şüpheli ve hafif olan ise mekruhtur" (Mahmud Nazım, age. I/369) Ancak sigara hakkında, makbul delâlet yollarından biriyle onun haram olduğunu gösteren bir nassın bulunmadığını da hesaba katarsak onun için haramdır dememiz de tehlikeli olabilir.
3. Netice itibariyle en az yanılma ihtimalı olan hüküm olarak sigaraya "mekruh" denmesi gereği ortaya çıkıyor. Ama bu durumda da tenzihen bir mekruh olabileceği gibi tahrimen bir mekruh da olabilir. Doğrusu; insanın sağlığına pek çok yönden zararı, tiksindirici kokusu, (habisligi) israf oluşu vb. yönleri hesaba katıldığında iki mekruh arasındaki yerinin "tahrimen mekruh" olana daha yakın olduğunu söylemek bize daha isabetli gelmektedir. Konu hakkında yazılan risalelerin en derli-toplu olanın yazarı Imam Lüknevi'de sigaranın mekruh olduğu sonucuna vardıktan sonra bu kerahatin tahrimen mi yoksa tenzihenmi olduğu konusunda mütereddid olduğunu anlatır. (Lüknevi, age. 22)
4. Bunlara bağlı olarak sigara ile ilgili başka hükümler de sözkonusu olur. şöyle ki :
a. Sigaranın mübah olduğunu söyleyenlere göre tütün ziraati ve sigara alım satımı yapmak da mübah ve helal olmuş olur. Tabiatiyle sigaranın mekruh ya da haram olduğu söylendiğinde de, ziraati ile ticareti de aynı hükmü olacaktır. Ne var ki tütünün bitkisinden yaş ya da kuru olarak tıp, kozmetik ve hayvan yemi gibi başka maksatlarla da yararlanılıyorsa o takdirde onun ziraatinin mahzurlu olmadığı anlaşılır. Fakat her halükarda tütün ziraati ve sigara alım satımı yapmaktaki mahzur içilmesinden daha azdır. Çünkü sigaranın maddesi bizzat (li-aynıhi) pis değildir.
b. Oruçlu olarak sigara içmek ittifakla orucu bozar ve keffareti gerektirir. Çünkü cefine duman kaçmakla, dumanı bizzat yudumlamak ayrı ayrı şeylerdir.
c. Sigaranın mübah olduğunu söyleyenler, kadının sigara içmesi halinde, kocanın vereceği nafakaya onun sigara harcamalarını de eklemesi gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Mekruh ve haram olduğunu söyleyenlere göre ise böyle bir zorunluluk yoktur.
d. Sigaranın hükmü ne olursa olsun kocanın bundan rahatsız olması durumunda karısını sigara içmekten men etme hakkı vardır. Bu bir insanlık hakkı olduğundan ötürü kadının da aynı hakkı bulunmalıdır.
e. Sigara içmenin haram ya da mekruh olduğu kabul edilmesi halinde bu küçük ya da büyük bir günah olacak ve ısrarı ile daha da büyüyecektir.
İSLAM HUKUKU AÇISINDAN AVRUPA TOPLULUĞU
Bağımsızlık ya da iç ve dış hâkimiyet esası devleti ve özellikle de Islâm Devletini başka şeylerden ayıran en önemli belirtidir. Mekke`deki müslümanlar bir çekirdek devlet oluşturacak güce ulaştıktan sonra, onların başkalarının iradesine ve idaresine bağlı olarak yaşamalarına razı olunmamış, önce hicret etmeleri istenmiş, sonra da Medine`de sayıca azınlıkta olmalarına rağmen Kurucu Medine Anayasası`nin ihtiva ettiği maddeler gereği, insiyatifi onlar ellerine almışlardır. Çünkü Kur`ân ifadesi ile: "Allah kâfirlere mü`minler üzerinde asla bir yol (velayet) yetkisi vermemiştir"(K. Nisâ 4/141). "Izzet (güç ve onur) Allah (cc)`ındır, Rasulünündür ve mü`minlerindir"(K. Münafikûn 63/8). "Ey iman edenler, Yahudi ve Hiristiyanları veliler (hakim ve dost) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir"(K. Mâide 5/51). "Mü`minler, mü`minleri bırakıpta kâfirleri veli (hakim ve idareci) edinmesin"(K. Ali Imran 3/28). "Onların yanında izzet mi arıyorlar? Izzet bütünüyle Allah (cc)`ındır"( K. Nisâ 4/139). "Sizin, Allah (cc)`ın dışında velileriniz (dost ve hakiminiz) yoktur. Sonra (böyle bir şey ararsanız) yardım da göremezsiniz"(K. Hûd 11/113). "Kim Allah (cc)`ı, O`nun Rasulünü ve mü`minleri veli (dost ve idareci) edinirse, (bilesiniz ki,) galip olacak olanlar şüphesiz Allah taraftarları (Hizbullah)`dir"(K.Mâide 5/56). "Ey iman edenler, dininizi alay ve oyun konusu yapan sizden önceki kitap verilenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyin ve eğer inanıyorsanız Allah (cc)`tan korkup sakının"(K. Mâide 5/57). "Allah (cc)`a ve Ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar, Allah (cc)`a ve Resulüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsalar dahi.."(K. Mücadele 58/22). Özellikle bu ayet, mü`minlerin, Allah (cc)`a ve Rasulüne baş kaldıran Yahudi ve Hiristiyanlarla "Bir sevgi ve dostluk bağı" kuramayacağını açıkca ifade ediyor. AT`nin esasını teşkil eden Roma anlaşmasının daha ilk başında yer alan ve topluluğu "communaute" yani, "Gerçekten sevenler arasındaki ortaklık" diye niteleyen ifade ile bu ayet yan yana düşünüldüğünde, naslarda "mefhum-u muhalefeti" kabul etmeyen Hanefilere göre bundan: "Müslümanlar böyle bir topluluğa girme gibi büyük bir cürmü işleyemezler", "mefhum-u muhalefeti" kabul eden Şafiîlere göre ise: "Böyle bir topluluga girenler müslüman olamazlar" gibi zorunlu bir sonuç çıkar.
Bu kabil ayetler ve bu doğrultudaki hadis-i şerifler pek çoktur. Bunlar bir Islâm ülkesinin iç ve dış hakimiyetine verilen önemi tevile yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar. Islâm bütün yaşama yetkisini Allah (cc)`a verir. "Hüküm sadece Allah (cc)`a aittir"(K. En`âm 6/57). Ve bu esas Kur`ân`da defalarca tekrarlanır.
Islâm yarınki muhtemel bir savaşta müslümanların onlarla aynı safta savaşmasına dahi izin vermez. Ubâde bin Sâmit`in andlaşmalı olduğu Yahudiler vardı. Hendek harbinde Ubâde Resulüllah (sav)`a müracaat ederek onlardan yardım görebileceklerini söyledi de bunun üzerine: "Mü`minler mü`minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler" ayet-i kerimesi nazil oldu. Buna dayanarak Malikî hukukçular harpte kâfirlerden hiç bir surette yardım alınamayacağına kani olmuşlar, diğerleri (Cumhur) ise Resulüllah (sav)`ın Kaynûkâ Yahudilerinden yardım gördüğünü hesaba katarak, aynı şartlarda: Onlara ihtiyaç duyulması, onlara güvenilmesi ve müslümanların komutasında bulunmaları şartıyla kâfirlerden yardım görülebileceğini söylemişlerdir (bk. Ibn Kesir, N/89; Kurtubî, IV/119). Bu, müslüman olmayan bir devlete karşı varsayılacak bir savaştaki durumdur. Askeri birliğini de gerçekleştirmiş AT`nun bir Islâm milleti ile yapacağı varsayılan bir savaşta ise Müslüman, Yahudi ve Hiristiyanın safında kendi kardeşine vurmak zorunda kalacaktır ki, Islâm hukuku açısından bunun cevazını düşünmek bile mümkün değildir.
Islâm Dini bütün bunları korumayı hedefler biçimde geldiğine göre, AT da bu organizasyonda müslüman, bu temel hak ve hürriyetlerini İslam`ın istediği biçimde korumaktan mahrum olacaktır. Fonksiyonunu yitiren bir sistem yaşıyor olamayacağına göre ortalıkta makro düzeyde, ya da sistem olarak Islâm diye bir şey de kalmamış olacaktır.
Ayrıca, Islâm hukukunun her sahası onun ?öbür âlem` merkezli bir hukuk sistemi olduğunu açık-seçik gösterir. Çünkü onun kaynağı ?vahiy`dir. Bu itibarla bir Islâm ülkesi vatandaşi olan bir müslümanin özel hayatini düzenleyen hukuk kurallari tamamen özgün ve ona has hukuk kurallari olacaktir. Zira Islâm hukukunun gayesi, toplumun, hangi yolla saglanirsa saglansin, huzuru degildir. Diger bir deyişle Islâm; kötülügü, onu dünya ölçüleriyle almamiz halinde bile, yapamayacagi için yapmayan, başkalarinin hukukuna hukukî müeyyidelerle saygi göstermek zorunda oldugu için saygi gösteren insanlardan oluşan bir toplum hedeflemez. Aksine bunlar asil hedef için birer vasitadan ibarettir. Bu yüzden onun kendi toplumunda evlenmesi, boşanmasi, miras taksimi, eşyadaki hakimiyet ve tasarruflari, mal itibar edip aldığı-sattigi şeyler ve alim-satimi, akidleri sahih, fasit ve batil diye ayirişi, sosyal güvenlik hukuku, çalişma esaslari, vatandaşlarinin dârlar arasi (Dâr-i Islâm, dâr-i harp, dar-i sulh) ilişkileri hep kendine has ve kendi insiyatifinde olan ve başka şekili kabul edilemeyecek hukuk normlari ile tesbit edilmiştir. Bu normlarin esasini nasslar teşkil eder ve "Mevrid-i nassta ictihada mesag yoktur."
İSLAM HUKUKUNA GÖRE KEFİL OLAN KİMSE KEFALETİ KARŞILIGINDA ÜCRET İSTEYEBİLİR MI?
Kefalet bir teberru ve iyilik akdidir. Onun mukabilinde ücret almak ve vermek caiz degildir. Ancak mekfuluanh olan kimse, kendiliginden kefile herhangi bir hediye takdim ederse kefilin bunu almasında bir sakınca olmayıp, mes`ul olmaz. Yalnız kendisine kefil olunacak kimse ücret vermedigi takdirde kefil bulamayacak ve bu sebeple işi aksayacaksa parayla kefil tutmaktan dolayı mes`ul degildir, ancak kefil günahkar olur. Nasıl ki haklı bir kimse rüşvet vermedigi takdirde hakkı elinden alınacaksa bu durumda rüşvet verir. Allah indinde mes`ul olmaz; ama onu alan kimse mes`ul olup Allah`ın lanetine müstehak olur (El-Fikh`ul Islami ve Edilletuha).
İSLAM HUKUKUNA GÖRE PARANIN DEGIŞMESI VE BUNUNLA ILGILI HÜKÜMLER
Çağımızdaki ekonomik problemlerin en başta gelenlerinden ve dünya devletlerinin çoğunda bireyi de toplumu da etkileyenlerinden birisi de, şüphesiz "enflasyon' meselesi ve beraberinde getirdiği, paranın satınalma gücüne büyük ve tehlikeli düzeydeki etkisidir. Şöyle ki; enflasyon yüzünden satınalma gücü zayıflar, azalır ve sonuçta da bu; satım eşyası (mal), menfaatler ve hizmetler karşısında paranın değer kaybına yol açar. Nitekim çoğu ülkenin ekonomik politikasi, o ülkeyi, parasının değerini, diğer ülkelerin parasına veya altına oranla düşürmek zorunda bırakır ve uygun oranda düşürür. Bazan da bunun aksine, parasının değerini yükseltmek zorunda kalır ve gerekli nispette yükseltir.
Bazı ülkeler de, kendi sınırları dahilinde altınla, ya da kendi parasından başka bir parayla muameleyi yasaklamıştır. Bu uygulama, aksine davranmak caiz olmayan ve aksi yönde yapılan her türlü ittifakın geçersiz sayılacağı, genel bir rejim olarak görülür. Bazı devletler de zaman zaman geçerli paralarını iptal eder ve terim olarak "para" kabul ettiği bir başka parayla değiştirir vs. Iktisadı politikalar açısından durum budur.
Bireylerin muameleleri açısından ise; çoğu zaman kişi, acıdığı ve yardım etmek istediği için, belli bir meblağı, belirli bir zamana kadar bir başkasına verir. Gaye, onun ihtiyacını gidermek ve sıkıntısını bertaraf etmektir. Ödeme günü geldiğinde, borç veren görür ki, kendisine dönen meblağ, satınalma gücüne veya altına ve gümüşe, ya dâ, diğer paralara göre; ona karz olarak verdiği, verdiği gündeki değerinden az, ya da çok fazladır, ya da çok azdır. Isterse rakamda ve nicelikte ona eşit olmuş olsun.Yine çoğu zaman bir tüccar, bir eşyayı, üzerinde anlaştıkları ileri bir zamanda. vadeli olarak ödemek üzere, belli bir para ile satın alır. Zaman gelip ödeme yaklaşınca, taraflardan herbiri, üzerinde anlaştıkları meblağın, satınalma gücü bakımından, ya da diğer paralara oranla kıymeti bakımından durumunun, akdi yaptıkları ve zimmete geçtiği andaki durumuyla değişiklik arzettiğine şahit olur.Ya da çoğu Islâm ülkelerinde âdet olduğu üzere koca, zevcesinin mehrinin bir kısmını, ya da tamamını zimmetinde borç olarak tutar ve ödeme günü ancak, ölüm, ya da ayrılma vakalarıyla gelmiş olur ki, buna "müeccel mehir" tabir edilir. Ama bu müeccel mehir pozisyonlarının hemen hemen hepsinde, işin gerçeği şudur : Mehir olarak kabul edilen ve kocanın zimmetinde borç olarak kalan bu nakdin, verilmesi gerektiği gündeki değerinde, zimmette sabit olduğu gündeki değerine oranla fahiş farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bunlar üzerinde duracağımız meselenin sadece bazı şekilleridir. Bunun yanında sorunun sayılamayacak kadar kompleks yan meseleleri, tehlikeli sonuçları ve pek çok boyutları vardır ve değişik sahalarda bireyi, toplumu ve devleti ilgilendirmektedir. Ancak konunun bizi burada ilgilendiren yönü sebebi ve kaynağı ne olursa olsun - para durumlarının değişmesi halinde, malî muamelelerle ilgili olan tarafı ve bunun zimmetlerdeki borçlara etkisidir. Bu yön, gerçekte ve haddi zatında -özellikle bu asırda- çok fazla önem kazanmış ve son derece tehlikeli bir hal almış ise de, ana ilkeleri ve temel prensipleri itibariyle müslümanların muamelelerinde ve fıkıhlarında, geçen bin yıldan daha fazla zamandan beri bilinmekte olan bir şeydir.
Verilen borcun üzerinden bir yıl gibi bir zaman geçmekle enflasyonun sebep olduğu değer farkını almak câiz midir?
Imam Ebû Yusuf'a göre, câizdir, diğerlerine göre câiz değildir. Günümüzde olduğu gibi enflasyonun her yıl, hattâ hergün paranın reel değerini büyük ölçüde aşındırdığını hesaba katarsak, selim vicdanlar, bu konuda Ebû Yusuf'un görüşüne katılır. Bazı âlimler de Hanefî mezhebine göre fetvanın bununla verileceğini söylerler. (bk. Nezih Kemal, "Tegayyuru'n-nukûd" (mk.) 69) Bunu belirlemede en sihhatli ölçü ise altındır. Ancak en iyisi, meselenin çözümünü sona bırakmadan, borç verirken altın olarak verip yine altın olarak alacağını söylemektir. Bu, herkese göre câizdir. Ancak son zamanlarda altın dahi enflasyona yenilir olmuştur. Buna göre değeri başka yollarla hesaplanmalıdır.
2. Taksitli Satışlar
Taksitle eşya alımın faiz olduğunu, bu yüzden de câiz olmadığını söylüyorlar, doğru mudur?
Taksitle eşya almanın fâiz olduğunu söyleyen yoktur. Fâiz; taksitli satışlardaki vâde farkında söz konusu olabilir. Yalnız her vade farkının fâiz olmadığı da bilinmelidir. Buna göre vâdeli satışlardaki muhtemel durumları şöylece maddeleyebiliriz:
1- Fiyat farkı olmadan, ödeme süresi belli taksitle satış: Herkese göre câizdir.
2- Peşin, meseIâ bin liraya satılırken, müşteriye peşin mi, vadeli mi Istiyorsun diye sorduktan sonra, vadeli istediğini öğrenince, bin ikiyüz lira diyerek yapılan ve ödeme süresi bilinen vadeli satış: Herkese göre câizdir.
3- Peşin, meselâ bin lira, altı ay vadeli bin ikiyüz lira deyip, sözleşme sırasında birinde karara varılan vadeli satış: Çoğunluğa göre câizdir.
4- Peşin bin lira, vadeli bin ikiyüzlira, deyip, hangisine karar verildiği belirtilmeden kabul edilen vadeli satış: Herkese göre haramdır.
5- Geciktigin her ay için, yüzde, meselâ beş ödersin, şeklinde, süresi ve dolayısıyla fiyatın tamamı bilinmeyen vadeli satış ise doğru değildir.
İSLAM HUKUKUNA GÖRE VAKIF OLAN ŞEYİ HERHANGİ BİR SURETLE SATMAK VEYA SATIN ALMAK CAİZ MIDIR?
İslam hukukuna göre herhangi bir yöne vakfedilmiş olan bir şeyi satmak ve satın almak caiz değildir. Sünnet bunu yasakladığı gibi icma'-ı ümmet de bunu yasaklamıştır. Bu hususta ihtilaf yoktur. İbn Ümer (ra) şöyle diyor: Ömer (ra) (Ravinin babası) Hayber arazisinden kendisine bir tarla isabet etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e (sav) gidip tarla için kendisiyle istişarede bulunup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, Hayber arazisinden bana bir tarla düştü. Şimdiye kadar ondan daha değerli bir şey elime geçmemiştir. Hakkında ne buyurursunuz? Hz. Peygamber (sav) buyurduki istersen onu haps –vakıf- edip tasadduk edersin. Bunun üzerine hz. Ömer (ra) satılmaması, hibe edilmemesi ve miras olarak kalmaması üzerine tasadduk etti. Fakirlere, hürriyete kavuşmak maksadıyla efendileriyle mükatebe akdini yapmış kölelere, mücahidlere, yolda kalmış olan kimselere, misafirlere verilmek üzere vakıf etti. Ona bakan kimsenin normal olarak ondan yemesinde beis yoktur. Yalnız ondan mülk edinmez (Tirmizi).
Vakıf edilen malın satılması ve satın alınmasının caiz olmadığında ittifak vardır. Ancak vakıf edilen maldan istifade edilemeyecek bir duruma gelirse –bir tarlanın şehrin ortasında kalması gibi- Hanefi ile Hanbeli mezheblerine göre daha iyisiyle değiştirilmesi caizdir. Çünkü vakfın gayesi vakıf edilen yöne yardım sağlamaktır. Faydası olmadığı halde onu tutup haps etmenin manası yoktur (İbn Abidin).
Hülasa Hanefi ile Hanbeli mezheplerinin ileriye sürdükleri mesele hariç İslam hukukuna göre vakıf edilen mal ne satılır, ne alınır. Şayet herhangi bir sebebden dolayı birisinin elinde vakıf malı bulunsa mümkün ise onu esas sahibine iade etsin. Mümkün değilse kirası ne kadar tutarsa vakıf edilmiş yöne versin veya harcasın.
İSLÂM HUKUKUNDA BORÇLULARIN TASARRUFLARINA ENGEL OLMAK
Mâlî durumu iyi olup, borcunu ödemek istemeyenler; darda olup, ellerinde hiçbir mali olmayanlar; mali borcuna denk veya borcu daha fazla olanlar. Bu somuncunun vadesi gelen borçlari ödenemiyor ve mevcut mal varligi da borcu karşilayamiyorsa iflâs problemi ortaya çikar.
Ebû Hanîfe`ye göre, borçlar mal varlığını aşsa bile, bir kimse borçları yüzünden hacr (kısıtlılık) altına alınamaz. Çünkü aklı yerinde olduğu için tam ehliyetlidir ve başarılı bir işletme ile mal varlığını çoğaltması mümkündür. Böylece onun tasarruf ve insanlık hürriyeti korunmuş olur. Ancak bu durumda kendisine borçlarını, ödemesi emredilir. Bunu yapmazsa, malını bizzat satıp borçlarını ödemesi için hapsedilir. Hâkim, borçlunun malını satamaz. Ancak, varsa paralarını ve borçların cinsinden olan mallarını alacaklılarına istihsân yoluyla verebilir. Borçluyu hapsetmenin sebebi, borcun vadesinde ödenmemesi yüzünden alacaklıların zarara sokulması ve onlara haksızlık edilmesidir (el-Meydânî, el-Lübâb, II, 20; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l Islâmî ve Edilletüh, lV, 132).
Ebû Yûsuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`e göre, vadesi gelen borcu, mal varlığını aşan borçlular, alacaklıların isteğiyle hâkim tarafından hacredilir. Bu kimse iflâs etmiş sayılır. Mâlikîler bu durumda hacr için mahkeme kararını da gerekli görmezler. Hacirle, alacaklıların haklarına zarar verebilecek tasarruflar önlenmiş olur. Alacaklılar icâzet vermedikçe vakıf, hibe, sadaka, velâyet ve başkasına yeni bir borç ikrarı gibi tasarruflar muteber olmaz. Herhangi bir malı rayiç bedeliyle satmış olurlarsa, bedeli alacaklılara ait olur. Bu satış rayiç bedelin altında bir fiyatla olmuşsa alacaklıların icazetine bağlıdır. Alıcı da muhayyer olup, isterse bedeli tamamlar, dilerse akdi bozar (Ibn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, V, 101; AbdülKadir Şener, "Islâm Hukukunda Hacr", A.Ü.I.F. Dergisi, c. XXII, s. 339). Bu gibi tasarruflarda borçlunun ehliyeti, mümeyyiz küçük gibi olur. Alacaklılarına zarar verecek mâlî tasarrufları, onların icazetine bağlıdır. Bu tasarruflar hibe, vakıf gibi teberru kabilinden olsun veya kıymetinden daha az bir bedelle satmak yahut kıymetinden çok bir fiyatla satın almak gibi, satış bedelinde müsamahayı kapsayan ıvazlı akitlerden olsun müsavidir.
Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür. Satışa, önce bozulacak mallardan başlanır. Sonra telef olacaklar, daha sonra da gayri menkuller satılır. Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri zaruri ihtiyacına ait şeyleri satamaz (Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 103; Damad, Mecmau`l-Enhur, II, 443).
Ebû Hanîfe`ye göre, hâkim borçluyu 2-3 ay hapsettikten sonra, malı olduğuna dair belirti bulunmaz veya gerçekten yoksul olduğu ortaya çıkarsa, "Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa ona, genişleyene kadar mühlet verin" (el-Bakara, 2/280) ayeti uyarınca serbest bırakır. Fakat alacaklılar, onu takip eder. Yeniden ödeme gücüne kavuşursa, bunu aralarında paylaşırlar. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre ise, yoksul borçlular yeni mal kazandığı sâbit olana kadar takip edilmezler. Çünkü yukarıdaki ayet onlara çalışıp kazanmak için bir mühlet vermeyi öngörmektedir (el-Meydânî, a.g.e, 21-23).
Ebû Hanîfe`nin borçlulara tanıdığı bu geniş hürriyet zamanla kötüye kullanılmış, borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş veya hibede bulunmuştur. Işte bu durum karşısında müteahhirûn (sonraki) fakihler borcu servetini aşmış kimselerin hacr altında olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça vakıf ve hibe gibi tasarruflarının nâfiz (yürürlükte) olmayacağına fetvâ vermişlerdir. Kanunî ve II. Selim devirlerinde şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği maruzatında bu hususu açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 144).
İSLAM HUKUKUNDA RÜŞVET`İN DURUMU (İBN NÜCEYM)
Bir müddet geçtikten sonra bile olsa HAK`kı zafere erdiren, doğruluğu gâlip getiren, yalancıları rezil eden, hakta adaleti yayan ve bâtıla götürenleri engelleyen Allah`a hamdolsun. Peygamberlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına, hepsine salât ve selâm olsun.Imdi bu; rüşvet ve kısımları, bu meyanda kadı`nın (hâkimin) alması câiz olan ve olmayan, helâl olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan ta`zirin teşhir edilip edilemeyeceği hususlarında kısa bir risâledir.Günümüzde bununla ilgili bir fetvâ hadisesi olup ta Hanefilerden birisi kadıya (Hâkime) verilen rüşvetin de emir`e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya sevketti. Allah`tan, rızasına muvafık kılmasını dilerim.Rüşvet`in lugat ve istilahî olmak üzere iki mânâsı vardır. Lugattaki manası, "cu`l", yani yerine savaşan gaziye, ya da işçiye verilen şey demektir. Kâmus`ta: Rüşvet (sin ile) cu`l demektir. Çoğulu "Rusan" ve "Risen" gelir. "RASA" (Fiil olarak) cu`lu onaverdi. "IRTESA" onu aldı ve "ISTERSA" istedi demektir, deniyor. El-Misbâh`ta ise: "Rişvet" (kesre ile): Kendi lehine hükmetmesi, ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da başkasına verdiği şeydir. Çoğulu "Rişan" gelir. Tıpkı "Sidratün"ün çoğulu "Sider" olduğu gibi. Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de kullanılır. O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir. (KA-TE-LE) babından olarak, "Rasevtühü-Rasven", ona rüşvet verdim, demek olur. "`Irtesâ" rüşvet aldı demektir. Aslı "Rasâ-el-Ferhu" ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı manasınadır, deniyor. E1-Mu`rib`te de: "Rişve" ve "rüşvet", Cemileri er-Rusa; "Rasâhu" Yani ona rüşvet verdi. "Irtesâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyor.Istilahta ise, el-Misbâh`taki gibi tarif edilir.
Sünnet`te ise rüşvetin haramlığı hükmüne delâlet eden bir çok hadîs-i şerif vardır. Bu meyandaAllah`ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun (Hükümde rüşvet verene ve alana Allah lânet eylesin.) (Rüşvet verene de, alana da, aralarında rüşvet için aracılık yapana da Allah lânet eylesin.) hadîs-i şeriflerini zikredebiliriz.Rüşvetin kısımlarına, haram olanına ve haram olmayanına gelince : Kâdî Hân, fetvâlarının el-Kâdâ bahsinde der ki :"Rüşvet dört türlüdür. Bir çesidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadıyı (yani hâkimligi) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur. Bu bir ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez.Diğer bir şekli: Malının ya da canının.telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir. Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip; kalanını kurtaranın durumu da böyledir.
Bir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, bir gün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir. Sonra müste`cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır. Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti önceden verirse böyledir. Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet verse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır. Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan bir şey vermek gibidir. Hâkimin rüşvet alması helâl olmadığı gibi, hâkim olmazdan önce kendisine hediye vermek âdeti olmayan yabancıdan hediye alması da câiz değildir. Borç ve iare de hediye gibidir.Fıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha; kişinin canını ve malını zûlümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler. elHulâsa adlı kitapta denir ki : Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nâfiz olmaz. Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olur.
el-Akdiye`de de şunlar vardır: Hediyeler üç türlüdür: Verene de alana da helâl olan: Mücerred sevgiden dolayı verilen hediyeler gibi.
Ikincisi, her iki tarafa da haram olan: Yaptığı zulümde, kendisine yardım için verilen hediye gibi. Üçüncüsü, verene vermesi helâl olan : Zalime, zûlmünü def etrnek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.Bu hususta çıkış yolu şöyle dir : Işini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin câiz olduğu bir iş ise- onu bu işte çalıştırır. Ama çalıştıracağı süreyi tayin etmezlerse,bu câiz değil dir.Bütün bunlar şartlı olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine; devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Her hangi bir ön şart olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiği kesinlikle bilse, ulemâmiz bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Herhangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yoktur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair Ibn Mes`ûd`dan rivayet edilen haber, takvânın ileri derecesini bildirir. Bu husus Bezzâziye`de de aynıdır.Hâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hâkkıdır Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir. Zira kendisine vacip olan bir şeyi yapmıştır. Vâcip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise câiz değildir. Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa ücret alması câiz olur .
Fetevây-ı Kâdîhân`da el-Bakkâlî`den naklen şöyle bir şey vardır: Birisi, bir bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar alırım dediğinde, kızın başka velisi yoksa. onun bunu alması helâl olmaz. Ama bir başka velîsi varsa biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olur. Yetimin malını satsa da bir şey alamaz. Eğer alsa ve bey de de mezun olsa, alış verişi nâfiz değildir. Fethu`1-Kadîr`deki ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır. Alana da verene de haram olanı vardır. Kazâ ve imâret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz.
Ikincisi, kadının hüküm vermek için rüşvet alması durumudur. Bu da her iki taraf için haramdır. Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nâfiz (geçerli) değildir. Ister bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hüküm vermişse o, zaten ona vâcipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması câiz olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yoktur.
Üçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram değildir.El-Akdiye`de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştir.
Dördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir. Bu, veren için helâldir ama alan için haramdır. Zira müslümandan zararı def etmek vâciptir. Vâcibi yerine getirmek için mal almaksa câiz degîldir. E1 Kunye`de mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir : Zalimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine bir şeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de,almak da haramdır. Zira verilen bu şey rüşvettir.Aynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır. Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı`ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de haramdır. Ister hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır. Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu tâzir ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır: "Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta`zir vâcip olur."
El-Bedâye`de kaydedildiğine göre, ta`zirin vâcip olmasının sebebi, şeriatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Allah`ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır. Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta`zir uygulama salâhiyeti var mıdır? denirse, Câmi`ul-Fusûleyn ve daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hüküm veren kadı`ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı`nın ona ta`zir uygulama yetkisi vardır. Ta`zir cezasıni teşhir ederek uygulamak da câizdir. Çünkü bu da bir nevi ta`zirdir.
Imâm Ebu Hanife`nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta`zir edilir. Başka cezası yoktur." sözü bunu gösterir. Imâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler. Fethu`l-Kadîr`de: "Imâm Azam`ın (Tâzir uygulamam) sözü, (Dövmem) manasında olmuş oluyor. Neticede ta`zirinde ittifak vardır. Şu kadar var ki, Imam ta`zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir ceza olur. Imâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir:" deniyor: Mesele, el-Inâye de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta`zir olduğunu ifade etmişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta`zir uygulama yetkisi vardı;. Çünkü ta`zir, kadı`nın görüşüne bırakılmıştır.
Şöyle bir soru akla gelse: Acaba kadı`nın, ta`zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır ? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzvu keserek cezalandırma) kabilindendir. Bu ise yasaklanan bir şeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer`in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir: Ibnu Ebî Şeybe`nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (radıyallâhü anh) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır.
Abdurrezzak da Musannefinde: Hz. Ömer (radıyallâhü anh) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîr`de bunun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki: "Müsle" ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder. Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir. Ulemadan bazıları da Hz. Ömer`in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir.
Fethul-Kadîr`de ise, buna karşı, "Hz. Ömerin Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder." den-miştir. Vurulacak sopanın kırka vardırılması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta`zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir manası yoktur. Zira bu, ihtilaflı bir meseledir. Alimlerden bunu câiz görenler vardır. Buna göre Hz.Ömer`in görüşünün de böyle olması câizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer`î bir nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahati için yaptığı şeydir. Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu göz önünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış olur. Isterse şer`î bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teskil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisini bilir.
İSLAMA HAS BİR AİLE TİPİ VAR MIDIR? İSLÂMÎ AİLENİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
Biri diğerinin sonucu olması bakımından aynı şeyleri anlatmış olacakları, ya da birinin cevabı içerisinde diğerininki de bulunacağı için, bu iki soruyu birlikte cevaplamayı uygun görüyoruz.
Bilindiği gibi sosyoloji; tarihi gelişmeler, sosyal ve ekonomik etkiler sebebiyle oluştuğunu ve geliştiğini varsaydığı çeşitli âile tiplerinden söz eder: Klan Aile, Zadruga Ailesi, Pedersahi Aile, Modern Aile ve Modern Aile ya da Çekirdek Aile gibi.
Sosyoloji ile uğraşanlar, Klan Aile tipini en ilkel ve en geniş âile olarak değerlendirir. Bugün için modern âile dedikleri Çekirdek Aile ise, en gelişmiş âile tipi olarak kabul edilir. "Bu gün için " diyorum; çünkü ölçü insan aklı olunca, yarının moderni ve en güzeli elbette daha değişik olacaktır. Zaten Klan Aile tipinden hareketle modernleşme yolunda durmadan küçülen âile,1917 Bolşevik Ihtilâli ile iyice küçültülmüs ve çocuklar da âileden koparılarak âile sadece karı-kocadan oluşur hale indirgenmiş, onların da karşılıklı sorumlulukları azaltılmış ve bağlılıkları âdetâ pamuk ipliği gücüne indirilmiştir. Yani Klan Aile tipi aşırılığının bir ucunu oluşturursa, bu tür bir Çekirdek Aile de diğer ucunu oluşturur denebilir.
Bütün bu âile tiplerine, gerek sosyolojik, gerekse Islâmî açıdan baktığımızda, her birinin bazı âvantajların yanında, bir çok sakıncalarının da olduğunu görürüz. Nitekim karı ile kocaya indirgenen âile tipi, bizzat Rusya`da bile daha 1925`lerde tepki görmüş, nihayet 1940`larda eski haline çevrilmiştir. Fransa gibi bazı batı ülkelerinde bu geri dönüş biraz daha ileri gitmiş ve anne - babayı da, evlere yapılacak ilâve bir bölümün olması şartıyla, âileye dahil etmiştir.
Sözünü ettiğimiz avantajlı yanlar ve sakıncaları burada açıklamaya kalkışmamız, bizi istenen çerçeveden uzaklaştıracağı için, onlara değinmeyecek ve Islâmî âile tipi için; sözkonusu sakıncaları giderici, avantajları ise bünyesinde toplayan bir âile tipi, kısaca Islâmi aile diyecegiz. Mesele ilmi ölçüler içerisinde incelenirse, bu ifadenin aslâ subjektif olmadığı anlaşılacaktır. Islâmi aile tipini ille de bunlardan birine benzetmek gerekirse, bazı batı ülkelerinde geri dönüşte varılan noktadaki modern çekirdek aile, Islâmi olana en yakın olanda denilebilir.
Öyleyse Islâmi olan nasıldır?
Bu soruya en kısa şekilde şöyle cevap verebiliriz: Dayanışmada Klan Aile tipini andırır şekilde -fakat aynısı değil- kalabalık, hattâ "el-Akrap fel-Akrap" formülü ile "âkile" gibi büyük bir cemaat oluşturacak kadar geniş, saygı ve sevgi esasına dayanan, günlük hayatta, yatmada; kalkmada; tek tek herkesin şahsiyetini geliştirmede ve herkesi konumuna· göre sorumlu olma düzeyine yükseltmede çekirdek bir âile tipi. Ne var ki bunun son derece kapalı ve açıklamaya muhtaç bir genelleme olduğu da bilinmelidir.
Diğer yönden, ekonomik dünya görüşlerinin aile tipinin, aile tipinin de konut tipine, mimariye, dolayısıyla şehircilik anlayışına etki edeceği de ayrı bir gerçek, bu yönüyle baktığımızda da Islâmdaki âile dar ve geniş anlamda olmak üzere ikiye ayrılabilir. Dar anlamda çekirdek birim, -küçük çocuk yoksa karı ile kocaya kadar inebilir. Onların "Beyt" anlamında bir barınağı olacağı gibi, yetişmiş çocukların ve anne-babanın da bu anlamda müstakil birer "Beyt"i, ya da konutu bulunacaktır. Bunu Kur`ân-ı Kerim`in Nûr Sûresi ayet 61 den ve Peygamberimizin on yaşına gelmiş çocukların gecelemede birbirlerinden ayrılması emrinden anlıyoruz. Ayrıca Nûr Sûresi 58. ve 59. âyetler de bu konuda bize ışık tutar. Bu bağlamda "beyt" ve "dâr" kelimelerinin taşıdıkları anlamlar da bizim Islâmî âile tipi ve konut şekli hakkında bilgi edinmemize yardımcı olur. "Beyt", müstakil olarak kilitlenebilir, yerine göre küçük konuttur. Bazan bir oda bile "beyt" anlamı taşıyabilir. "Dâr" ise beyt`lerden oluşan âdetâ bir toplu konuttur. Ancak Islâmda âileler arası dayanışma, asabe, âkile, ya da "el-Akrap-Fel-Akrap" formülüne göre zorunlu olduğu için beyt`lerden oluşan toplu konut, yani "dâr" tipinin Islâm mimarisinde, revaklı cami avlularını andıran, bir tek karevî meydana açılan, dışa kapalı bitişik odalar şeklini aldığını görürüz. Bu tip Islâmî mimari, halen bazı doğu ve güneydoğu Anadolu kasaba ve şehirlerinde, Mısır`da; Suriye`de ve Irâk`ta yaşanmaktadır.
Islâmi Aile, Islâm dışı bütün âile tiplerinden farklı, fâkat daha çok modern çekirdek âileye yakın orijinal bir âile tipidir.
Islâmda aile yuvası "harem" (saygın ve kutsi" olarak adlandırılır ve âiledeki her ferdin naslarla çizilmiş bir hürmet hakkı ve görevi vardır. Bu itibarla âilede hürmeti zedeleyen her yol kapalıdır. Karı ile koca müstakil bir beyt`te yaşadığı gibi, hizmetçi ve yetişkin çocukların odaları da ayrıdır. Yetişkin olmayan, fakat karı-koca ilişkilerinden haberdar çocuklar da, anne ve baba ile aynı odada yatamazlar. Ev, mahrem olmayan kadın ve erkeklerin halvetine engel olacak kâdar büyük ve bölmelidir, ya da bu durumda olanlar müstakil evlere ayrılmak zorundadır.
Yaşlılar kendilerine yeterli oldukları sürece yaşarlar. Ancak bakılmaya muhtaç durumda iseler, kanunlarla belirlenmiş sıraya göre yakınları onlara bakmakla yükümlüdür. Bu sadece vicdanlara bırakılmamıştır. Vicdanlar âhiret inancıyla terbiye edilmekle beraber, zorlayıcı kanuni müeyyideler de vardır.
İSLAMA HÜCUM EDEN BAZI GAZETELER KUPONLA KİTAP VB. ŞEYLER VERİYORLAR. BUNLARI ALMAMIZDA BİR MAHZUR VAR MIDIR?
Meselenîn iki yönü vardır.
1: Gazete kuponuyla herhangi bir şeye sahip olmak. Filân şahıs gazetesini şu kadar gün para verip satın alanlara ayrıca falan eşyayı da vereceğini söyler ve bunu kuponla teşvik ederse, buna kimse bir şey demez, alınacak şey de helal olur. Bunu verenin müslim, ya da gayr-i müslim olması da bir şey değiştirmez. Hattâ o filân şahıs bunu her kupon getirene değil de getirenler arasında çekilecek kurrada çıkanlara vereceğini söylese de bunda bir mahzur olmaz. Çünkü herkes verdiği para karşılığında gazetesini almıştır. Kuradan çıkan tamamen karşılıksız çıkmıştır ve almak helaldir.
2. Meselenin diğer yönü çok ince düşünmek (takvâ ya da verâ derecesinde)ve "kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın"(K. Mâide (5) 2) âyetine uyarak bu tepkiyi dahi ibâdete çevirmektir. Çünkü onlar kazandıkları her kuruşu Islâmı, yoketmek için kullanıyorlar. Herhalde onlara karşı alınması gereken ilk tavır, gazetelerini almamak suretiyle, onların güçlerine güç katmamaktır. Varsın aynı kitabı biraz daha pahalıya almış olsun.
İSLÂMDA "KEFAET" (DENKLİK)
"Kefâet"in sözlük anlamı denklik ve eşitlik demektir. Kur`ân-ı Kerîm`de Allah için "hiç kimse 0`nun dengi değildir" denir. (Ihlâs Suresi)
Islâm hukukûnda ise, "kefâet", aşağılanmalara meydan vermemek için bazı konularda karı-koca arasında aranan denklik ve uyum demektir. Meselâ Hanefi mezhebine göre kocanın karıya; nesepte, dindarlık ve takvâda, meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı olmaması gerekir.
Buna göre
1. Temiz ve dindar bir adamın kızı fâsık bir erkekle evlenirse denklik bulunmamış ve nikâh, kadının velilerinin onayına bağlı olmuş olur. Ama fâsıklığın sınırını belirlemek zordur. Imam Muhammed, insanların, hattâ çocukların maskarası haline gelecek sarhoşlar ancak böyle bir kadına denk olamazlar der. Ebû Yusuf ise, erkeğin, fâsık, şahsiyet ve onurunu koruyan birisi olursa denk olmaktan çıkmayacağı görüşündedir.
2. Haram olmayan hiçbir iş insanı aslında küçültücü olmamakla beraber, bazı yerlerde bazı işler itibârı olarak aşağı görülüyorsa, kadının böyle bir iş sahibine varması yine kadının velilerinin iznine bağlıdır. Bir üniversite hocasının kızının bir ayakkabı boyacısıyla evlenmesi gibi. Ancak Imâm-ı Az`am bu konuda denkliğe itibar etmemiş, Ebû Yusuf da çok fâhiş bir farklılık olursa itibar edilir demiştir.
3. Hür olan bir kadın, hür olmayan bir erkekle evlendirilemez. Ancak günümüzde kölelik bulunmadığından bu maddenin uygulanması söz konusu değildir.
4. Kadının peşin mehrini ve nafakasını(mesken, elbise, yeme, içme) temin edecek kadar maddi imkânı olmayan bir erkek; zengin ve müreffeh bir kadına denk değildir. Ebû Yusuf`a göre, mehre imkânı olup, nafakaya imkânı olmayan "denk" değildir ama, mehre imkânı olmayıp nafaka teminine imkânı olan "denk"tir. Çünkü kadın mehrini isterse sonraya da bırakabilir. Ancak erkek kadının nafakasını (mesken, elbise ve yeme içme masraflarını)günlük olarak temin edebilecek durumda ise denklik için bu yeterlidir, erkekte bunun ötesinde bir zenginlik aranmaz.
5. Sadece Babası Müslüman olan erkek; hem Babası hem de dedesi Müslüman olan kadına denk değildir. Ama Babası ve dedesi müslüman olduktan sonra, daha ötesine itibar edilmez. Babası müslüman olmayan bir müslüman erkek de bâbası müslüman olan bir kadına denk değildir. Çünkü müslümanlar dinî asalete önem verirler.
6. Kabîlecilik ve ölçüde ilkel bir duygu olmakla beraber, bunun kuvvetle yaşadığı yerlerde düşük itibar edilen bir etnik gruba mensup bir erkek, kendilerini çok şerefli sayan bir kadına "denk" değildir: Bu aslında birinin üstün, diğerinin aşağı olduğundan değil, öyle kabul edildiğinden ve bunun aile bağını sarsıcı bir unsur olabileceğinden ötürüdür. Bu yüzden erkeğin aşağı sayılan kabile den evlenmesi halinde böyle bir endişe yoktur.
Imdi Islâm hukukuna göre bu konularda bir kadının velisinin iznini almadan dengi olmayan bir erkeğe varması halinde, kendisine ve velisine gelecek aşağılanma endişesinden ötürü velisi bu nikâhı onaylamayabilir ve onaylamayınca da mahkeme nikâhı fesheder, yani boşama değil fesih olmuş olur. Kadın da artık o erkekle beraber olamaz. Ama kadının yakın velisinin, o yoksa eşit velilerinden birisinin bu evliliği kabul etmesi halinde nikah geçerli olur ve artık kabul etmeme söz konusu olmaz. Ama kabul edenin uzak veli olması halinde yakın velisi kabul etmeyebilir ve onun dediği olur.
Velinin kızı adına mehri alması, çeyiz hazırlığına başlaması, kocadan nafaka tedarikini istemesi, kabul demektir. Artık dönüş olmaz. Ama susmuş olması kabul demek değildir.Görüldüğü gibi "denklik" sadece kadının lehinedir ve bunda sadece onun onuru ve sosyal statüsünün korunması hedeflenmiştir. Başka bir deyişle erkek bu sayılan özelliklerde kendisinden aşağı bir statüdeki kadınla evlenebilir, ama kadın kendisinden aşağı statüdeki bir erkekle evlendirilemez.. Çünkü bu kadın onurunu zedeleyici ve onu aşağılayıcı bir sonuç doğurabilir: Sosyal kabullenişte "aşağı" bir erkekle evlenmek kadına ağır geldiği kadar, yine sosyal kabullenişte "aşağı" bir kadınla evlenmek erkeğe ağır gelmez: "Sosyal kabullenişte aşağı"diyoruz, çünkü gerçek üstünlük, sosyal statü ile ve kadın ya da erkek olmakla değil, "takvâ" iledir. Onu da ancak Allah bilir. "Kefâet"le ilgili birinci önemli nokta budur.
Ikinci nokta "kefâet"in yine Hanefîlere göre, nikâhın sahih olmasının şartı değil de, geçerli olmasının şartı olduğudur. Yani bu "denklik" itibarıdır, aslında değil de insanların kabullenişiyle alâkalıdır. Bu yüzden denk kabul edilmeyen eşlerin evlenmesi halinde bile nikâh sahih olur, ancak kadının duygularına mağlup olabileceği hesaba katılarak geçerliliği velisinin iznine bağlı bulunur.
"Kefâet"in aslında değil de itibari olduğundan ötürüdür ki, bazı fıkıhçılar nikâhta denklik diye bir şeyin zaten olmadığı kanaatindedirler. Sevri, Hasan Basrî, Mâlik ve Hanefîlerden Ebûbekr Râzî ve Kerhî bu görüştedirler ve tutundukları delilleri de vardır:
Meselâ :
1. Allah "Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık (yani hepiniz aynı kökendensiniz)... Allah katında en değerliniz en takvâlı olanınızdır." buyurur (Hücürât 49/13)
2. Rasûlüllah Efendimiz: "Hiç bir Arabın Arap olmayana, takvâlı olması hariç, bir üstünlüğü yoktur"(Zuhayrî, el-Fıkhu`I-Islâmî VI/232 vd.) "Insanlar tarağın dişleri gibidir. Hiç bir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük tâkvâ ile dir" buyurmuştur.
3. Aslen köle olan Bilâl, Ensar`dan bir kadına talip olmuş, onlar kabul etmeyince Rasûllüllah da vermelerini emretmiştir. Bunun başka örnekleri de vardır. (Örnekler için bk: Zuhayıî, el-Fıkhu`I-Ilslâmî VN/230-31; Mavsilî, Ihtiyâr Nl/144)
4. Insanların insan olmaları bakımından kanları eşittir. Asil birisi, aşağı birisi için, âlim için öldürülür. Demek ki insanlar arasında fark yoktur.
Ama dört mezhebin fıkıhçılar çoğunluğu (cumhur), denkliği nikâhın geçerli olmasının şartı olarak görürler. Onların delilleri de şunlardır:
1. Rasûllüllah Efendimiz: "Üç şey geciktirmeye gelmez.. Dengi bulunduğunda kız", "Kadınları ancak dengi olanlarla evlendirin", "nutfeniz için seçme yapın ve denk olanları birbirleriyle evlendirin" "soylu kadınları, denklerinden başkasıyla evlenmeye bırakmam", "Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir erkek geldiğinde kızınızı onunla evlendirin. Böyle yapmazsanız (yani bu konularda denklik aramazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük fesat çıkar" (Hadîslerin kâynagi için bk. Zuhayıî age VN/232-33) buyurmuştur. Ibn Hümâm`ın dediği gibi, bu hadisler zayıf olsalar da, birçok kanaldan gelmiş olunca manaları birbirini güçlendirmiştir. (Fethu`I-Kabîr N/417 vd.)
2. Makul olan da evlilikte denkliğin gözetilmesidir. Çünkü uyumlu bir aile ancak böyle kurulabilir. Kadının,kendi statüsüne göre aşağı bir erkekle evlenmesi halinde, kadınlık onuru rahatsızlık duyabilir, başkaldırabilir. Böyle bir erkekle evlendiği için ailesinin ve kendisinin aşağılandığı duygusuna kapılıp, huzursuzluk çıkarabilir. Çünkü kadın genellikle edilgendir, bekleyen ve alan durumundadır. Kocasını herhangi bir yönden eksik olarak görmesi, onu hedefine ulaşamamış kılar. Böylece aralarındaki sevgi bağları kopar, aile yuvası dağılır. Âdeten kadının ailesi de bu konuda erkeğin ailesinden daha duyarlıdır ve daha çabuk etkilenir. Kısaca erkeği, belli konularda kendisinden daha aşağı itibar edilen bir kadınla evlenmiş olmak, genellikle etkilemez ama bu, kadın için çok etkileyici olabilir. Bu yüzden "denklik", sağlam ve kalıcı aileler kurmakta gerçekten ilginç ve etkili bir çaredir. Bunu etrafımıza bakarak da hemen farkedebiliriz. Nice büyük siyaset adamları, bakanlar, üst düzey bürokratlar, doktorlar, profesörler tanırız; hanımları ilkokul mezunudur, hatta bazıları ilkokul mezunu bile değildir. Sadece ev hanımıdırlar, bir sosyal statüleri yoktur. Ama buna rağmen huzurlu, sıcak ve verimli bir aile yapısına sahiptirler. Bunun aksini düşünmek, genellikle mümkün değildir. Bir bayân profesör, bir doktor, bir yüksek bürokrat, kültürsüz ve ıssız bir erkekle, bir ayakkabı boyacısı ile evlenmez. Evlenmiş olsa da bu evlilik yürümez; kadın bunu kendisine yakıştıramaz ve bu tür evlilikler nadiren olsa dahi boşanma ile sonuçlanır. Tamamen değilde genellikle böyle oldûgu için, Islâmda denkliğin olmaması, nikâhın sıhhatine zarar vermez.
Türkiye`de yürürlükte bulunan Medeni kanunun Aile. Hukuku, Islâm Hukukunu kabul etmediğine göre, ülkemizde bu konuda inandığımı yaşamak istiyorum diyecek fertler açısından durum ne olur?
1. Önce "denklik" meselesi aslı ve tam objektif bir mesele değildir. Itibaridir. Onun için velinin izni alınmadan yapılan evliliklerde, "denklik" açısından yapılacak itirazları, kişilerin kendileri değil, güvenilen ilim ehlinin tesbiti gerekir. Evlenen kadının rızası ve velinin izni olursa zaten mesele kalmaz.
2. Böyle bir durumda, denksizliğin tesbit edilmesi halinde, müracaat mercii mahkemedir. Nikâhı fesh ve eşleri ayırma hâkimin elindedir. Bugün böyle bir şey istenemeyeceğine, hakem tayinini de taraflardan biri büyük ihtimalle kabul etmeyeceğine göre, böyle nikâhların dinen sabit olduğu ve artık bozulamayacağı sonucu ortaya çıkar.
3. Bu tür olumsuzluklara meydan vermemek için, günümüz şartlarında dinî nikâh yapmak isteyen müslümanların, resmî nikâh yapmadan bunu yaptırmamaları akıllıca bir hareket olur.
4.Imam Ebû Hanîfe`den bir nakle göre de, kadının dengi olmayanla evlenmesi zaten câiz değildir. Serahsî bunun daha ihtiyatli bir yol olduğunu söyler. Çünkü herkes mahkemeye başvuruyu iyi bilmiyor, kadıların hepsi de adil olmuyor, der. Bu gün için böyle bir mahkemeye başvurmak hiç mümkün olmayacağından güvenilir âlimlerin denksizliğin bulunduğunu tesbit etmeleri halinde, veliler yapılan nikâhın hiç olmadığını kabul ederek ona göre davranabilirler. (Allahu a`lem). Ancak denkliğin bulunup bulunmamasına karar verecek olan, velilerin kendileri değildir. Yanlış bir adım atılması durumunda da birisiyle nikâhlı bulunan kadın, bir başkasına nikahlamak gibi bir durum ortaya çıkar ki, bu zinaya sebep olan bir birleşmedir. Meseleye Islâm hukuku açısından bakıldığında durum budur. Bugünkü medeni hukuk açısından meselenin değerlendirilmesi ise ayrı bir konudur.
İSLAMDA AHİR ZAMAN
Islâm`da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir. Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır. Fakat bu sonun kesin olarak zamanı kesin olarak bildirilmemiştir.
Ancak, Hz. Peygamber`in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda Islâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir. Âhir zamana İslam`ın M.VII. yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı Hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd.)
İSLAMİ BİR ELBİSE ŞEKLİ TEKLİF EDİLEBİLİR Mİ?
Islamî bir elbise şekli teklif edilebilir mi? Ya da bunun için alternatifler ne olabilir? "Belli yerlerini şu vasıf ve şekilde örtersen tesettür hasıl olmuştur. Ne ile örttüğün, kaç parça ile kapattığın önemli değildir." denebilir mi?
Elbise modeli konusunda bir nas olmadığı gibi, fukahanın çizdiği bir şekilde mevcut değildir. Bilakis Allah Resulü, izar, ridâ, kamîs, cübbe vb.`lerden elbise adına bulduğunu giyerdi denilmektedir. (Muhammed ez-Zebîdî,Ithâfü`s-sa`âde, VN/129.
Tek elbise içerisinde namaz kılınıp-kılınamayacağını soran sahabiye Allah Resulü, "Her biriniz iki elbise bulabilir mi?" diye mukabelede bulunarak bunun câiz olduğunu anlatmıştır." (Buhârî, salât, 9.)
Elbise tek bir parça olsa dahî; hem erkek (Aynî, Umdetü`l-Kârî, (Mısır Tarihsiz) IV/74.) hem de kadın için, (Ibn Hacer, Fethü`l-Bârî, Mısır,1378 (1959) N/28.) namaz kılmaya yeterlidir.
Ancak elbise her ideoloji ve kültürde olduğu gibi, Islâm`da da esas fonksiyonu dışında bazı fonksiyonlar icra edebilir ve pekâlâ teblig aracı haline getirebilir. Bu açıdan bakıldığında, dinine hizmet gayesiyle başını açarak okuma durumunda olan kızlarımızın, Islâm`ı özel sûretlerle öğrenip, arzuladıkları bu hizmeti pasif bir tebliğ yolu olarak, örtüleriyle yapmalarının çok daha tesirli olacağı söylenebilir. Zira "Hal dili, kaal dilinden daha tesirlidir."
Peygamberimiz ve Hulefa-i raşidin devrinde İslam ülkesinin sınırları genişlemiş ve yeni İslama giren toplumlar olmuştur. Fakat bunlardan kıyafetlerini değiştirmeleri ve özel bir kıyafete bürünmeleri istenmemiştir. Elbisenin kumaşı ve modeli önemli değildir. Ancak bazı elbiselerin giyilmesi o elbisedeki özellikler dolayısıyla Peygamberimiz (sav) tarafından yasaklanmıştır. Bu özellikler:
1- Kafirlerin özel elbiseler: Müslim ve Nesai`nin, İbn Amr`dan rivayet ettiğine göre: Bir gün peygamber İbn Amr`ın üzerinde usfur ile boyalı iki elbise görmüş ve bu elbisenin küffar elbisesi olduğunu bildirerek giyilmemesini, hatta yakılmasını emretmiştir. Buradaki nehyin tahrim için olduğunu söyleyenler olduğu gibi kerahet içindir diyenler de olmuştur (Gayetü`l-Me`mul). Yani sadece kafirlerin giydiği ve onu giyenlerin de kafir olacağı izlenimi veren elbiseler demektir. Örneğin papa veya haham elbisesi giymek gibi.
2- Kibir için giyilen elbise:
Peygamberimiz (sav) kibir elbisesinin giyilmesini de yasaklamıştır (Ebu Davud, Kitabü`l-Libas Bab).
3- Erkek için ipek elbise: Bir çok hadisde ipek elbisenin erkekler için haram olduğu ifade edilmiştir (.
4- Erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giymesi caiz değildir.
Hülasa; İslami kıyafet diye belli bir kıyafet teklif edilemez. Ancak İslami açıdan yasak olan kıyafetler vardır. Bunlar da şöyle sıralanabilir:
a) Kibir ve şöhret elbisesi,
b) İpek elbise (erkekler için),
c) Erkeklerin kadın, kadınların erkek elbisesi giymesi,
d) Bir kimsenin kafir olduğunu gösteren bir elbiseyi giymek,
İSLAMİ YILBAŞI
Müslümanların gerçek yılbaşısı ne zamandır?
Müslümanların itibar ettiği yılın başlangıcı, Rasûlullah`ın ashabı ile birlikte Mekke`den Medine`ye hicret ettikleri kamerî Muharrem aymn birinci günüdür. Muharrem de yılın birinci ayı olmuş olur. Kameri yıl, milâdî yıldan yaklaşık on gün kısa olduğu için, Islâmî yıl başlangıcı milâdi yıla göre her sene on gün önce gelir ve yine yaklaşık otuz altı yılda, milâdi yıla nazaran bir yıl farkeder.
Mükellefiyetlerle ilgili yaşlarda ve hükümlerde kamerî yıla itibar edileceği için, meselâ zekât her yıl aynı mevsimde verilmez. Meselâ, Resûlullah Efendimiz altmışüç yaşında vefat etti deniyorsa, bu milâdî yılla yaklaşık altmışbir yaş demektir. Ya da günümüzdeki anlayışla otuzbeş yaşında olduğunu söyleyen birisi gerçekte otuzaltı yaşındadır.
İSLAMİYETİN UYGULANMADIĞI YERDE CUMA NAMAZININ FARZ OLUP OLMADIĞI HAKKINDA ÇELİŞKİLİ SÖZLER SÖYLENMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR? CUMA NAMAZI NE ZAMAN FARZ OLMUŞTUR ?
Cuma namazı hicretten önce farz kılınmıştı. Ancak müslümanların durumu çok nazik olduğundan Mekke`den önce Medine`ye yakın Naki` al-Hadimat isimli bir köyde kılındı. Ve ilk cuma namazını kıldıran Es`ad bin Zürare olmuştur. Peygamber (sav) ilk cuma namazını Mekke`den Medine`ye hicret esnasında Kuba ile Medine arasında beni Salim bin Avf`a ait bir vadide kıldırdı. Kılınan her iki cuma namazı da henüz İslam devleti meydana gelmeden evvel olmuştu ve tabi`i olarak İslam şeriatı da hakim değildi. Cuma namazı diğer namazlar gibi bir namazdır. İslam devletinin oluşu ve şeri`atın uygulanması ile hiç bir ilgisi yoktur. Hiç bir ayet ve hadis veya mezheb cuma namazının bir yerde kılınabilmesi için İslam devletinin hakim olmasını veya İslam şeri`atının tatbik edilmesini şart koşmamıştı. Hanefi mezhebinde üç kişi, Şafii mezhebinde de kırk kişi bi-ittifak küfr diyarı sayılan "mesela: Birleşik Amerika`da” bulunsa yine cuma namazını kılacaktır. Ancak Hanefi mezhebinde cuma namazı kılınan yerde müslümanların emiri veya temsilcisi varsa düzeni korumak için onun emriyle olacaktır. Emir yoksa, müslümanların uygun gördükleri bir kimse onlara cuma namazını kıldıracaktır.
Müslümanların emiri bulunduğu halde cuma namazını kılmak için cema`at kendi kendine bir imam ta`yin edemez, etse de nazar-ı itibare alınmaz. Ve kılınan cuma namazı sahih değildir. (Şafii mezhebinde cuma namazında emir`in tayini şart değildir). Amma emir olmazsa halk cuma namazını kıldırmak için bir imam tayin edip cuma namazını kılacaklardır.
Hatta müslümanların başındaki emir cuma namazını kıldırtmayıp yasaklasa müslümanlar, imkanı varsa onun sözüne bakmadan ve iznini almadan da cuma namazını kılacaklardır.
Ayrıca bir gayr-i müslim, İslam diyarını istila edip müslümanların başına geçerek müslüman bir kimseyi Vali (veya Kadı veya müftü) olarak ta`yin ederse bu zat müslümanlara cuma ve bayram namazını kıldıracaktır.
Binaenaleyh şu veya bu memlekette cuma namazı kılınmaz deyip halkın inancını bozup sarsmak, kutsal cuma namazından halkı soğutmak doğru değildir. Düşmanın bize yapmak istediği şey de budur. Şu veya bu memleket darü`l-harb de olsa cuma namazını kılmak mecburiyetindeyiz.
Peygamber(sav) buyurdu ki: Ehemmiyet vermiyerek üç cuma namazını terk eden kimsenin kalbini Allah (c.c.) mühürler (Kütüb-ı Sitte, Hakim).
"Cuma namazlarını bırakmaktan vazgeçsinler. Yoksa Allah kalbleri üzerine mühür basar, sonra gafillerden olurlar" (Müslim, Nesai, Ahmed).
İSLAM`A GÖRE KARABORSANIN HÜKMÜ NEDİR?
İslam hukukuna göre piyasayı serbest bırakıp ona müdahale etmemek gerekir. O, arz ve talebe göre kendi kendini ayarlayacaktır. Bunun için Peygamber (sav)`in zamanında piyasa oynayıp fiyatlar anormal bir şekilde yükselince, Peygamber (sav)`in duruma müdahale etmesi istendi ise de müdahaleyi uygun görmeyerek şöyle buyurdu: "Fiyatları tesbit eden, darlığğı ve bolluğu veren ve rızıklandıran Allah`dır" (et-Termizi). Ancak suni pahalılık yaparak fiyatlarla oynayan olduğu ve amme maslahatı işe müdahale etmeyi gerektirirse, o zaman müdahale etmek narh koymak caizdir. Buna muhalefet etmek de caiz değildir (el-Hidaye). Bunun ilçin karaborsa muameleleri ammeye zarar verdiğinden tasvip edilemez.
İSLAM`A HİZMET ETMEK GAYESİYLE OKUDUĞUNU SÖYLEYEN BİR BAYAN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARTARAK OKUYA BİLİR Mİ?
Bilindiği gibi Nur suresi`nin 31. Ve ahzab suresi`nin 33, 53 ve 59`uncu ayetlerinde kadınların örtünmeleri, vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri emredilmektedir. Bu konuda birço hadis vardır. Ama bu hadisleri burada nakletmeye lüzum görmüyoruz.
Kadının bütün vücudunun avret olup olmadığı husus da mezhepler arasında ihtilaflıdır. Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul edildiği halde Hanefi ve Malıki mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu olmadığı takdirde avret olmadığı belirtilmiştir (Kitabu`l-Fıkh ala mezabili`l Erbaa, Sabuni, Tefsiru Ayat`il-Ahkam).
Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerektirdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabılir (el-Merginanı, el-Hidaye). Allah Kur`an-ı Kerim`de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına gösdermelerini yasakladığına göre onların avret mahallerini yabancıların görebileceği şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar.
Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helakı veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir (Suyuti, el-Eşbah ven-Nezair). Ali Haydar Mecelle Şerhi`nde zarureti aynen şu şekilde tarif etmiştir: "Zaruret; memnu tenavül etmediği takdirde helakı müstelzim olan haldir" (Ali Haydar, Dürerü`l-hakkam şerhu Mecelletü`l-Ahkam).
Buna göre İslam`a hizmet etmek gayesiyle de olsa İslam`a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür. İslam hizmeti böyle bir yol ile ifa edilmez. Ayrıca İslam tarihi hiçbir resmi tahsili olmadığı halde kendisini özel olarak yetiştirip İslam`a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur. Şüphesiz kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslam`ın yasakladığı şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve okumaları zaruridir, bunda büyük faydalar da vardır. Ama bu haramı işlemeyi tecviz edemez. Bilindiği gibi "Zararları gidermek maslahatları celb etmekten evladır." Diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslam`ın yasaklara gösterdiği itina emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber bir hadisinde:
"Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarı yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınız" buyurur.
Bundan dolayı meşakkatı defetmek için vacibi terk etmek caizdir, ama günahları, özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur. Bezzazı`nin ifadesine göre avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse nehir kenarında da olsa istincayı terk eder. Çünkü yasak emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (İbnu Nüceym el-eşbah ve`n-Nezair).
Demek oluyor ki bir haramı işlememek için farz bile terkedilir. O halde sadece umulan bir maslahat için nassların haram kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez. Bize göre bu her okul için aynıdır. Müslümanların kadınların başlarını açabilmeleri için İslam`ın hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslami kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerkir.
İSLÂM`DA İŞÇİ KAPSAMININ ALANLARI
Ücret karşılığı işçi çalıştırmanın meşrûluğu kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Islâm`dan önceki semavî dinlerde de ücretle işçi çalıştırma uygulaması vardır. Bunlardan birisi Hz. Musa ile ilgilidir. Hz. Musa, peygamber olmadan önce Mısır`dan ayrılarak, şuayb peygamberin bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s) iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur`an`da şöyle anlatılır:
"Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa`nın yanına geldi ve şöyle dedi; Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor"
"O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır" (el-Kasas, 28/25, 26).
"Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekizyıl işçilik yapmak üzere- sana nikâhlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/27). Islâm`dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkit ve kötüleme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur (Ali Haydar, a.g.e., I, 673).
Diğer bazı ayetlerde de isçilikten söz edilir: "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39);
"Insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin " (el-A`râf, 7/85); "Eğer boşadığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz" (et-Talâk, 65/6); "Musa (a.s) ile Hızır, yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere bulunan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde olduklarından, Musa (a.s) ona şöyle der: "`Eğer sen isteseydin, bu işe karşılık ücret alırdın " (el-Kehf, 18/77).
Yukarıdaki ayetler, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşrû olduğunu gösterir. Diğer yandan geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder.
Hz. Peygamber`in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır: "Işçiye ücretini teri kurumadan veriniz" (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, Kahire 1973, IV, 129; eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, Mısır, tş IV, 292); "Bir işçi çalıştıran kimse, ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesaî, Eymân ve`n-Nuzûr, 44). Kudsî bir hadiste de şöyle buyurulur: "Üç kimse, kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır: Benim adımı verip haksızlık eden; hür bir insanı satıp parasını yiyen; bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen" (Buhârî Büyû`, 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Rehin, 4; Ahmed b. Hanbel, II, 292, 358, III, 143)
Hz. Peygamber, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildığını belirtirken özet olarak şöyle demiştir: "Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye karar verirler. Ilk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle dua eder: Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ödedim. Ancak işçilerden birisi ücretini almadan gitti. Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Bir çok malı oldu. Bir süre sonra gelerek ücretini istedi. Ben, gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi, dedim. Benimle alay etme, diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malınıalıp gitti, hiç bir şey bırakmadı. Ey Rabbim; bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi bu mağaradan kurtar!" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar" (Buhârı, Icâre, 12; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtaşarı Tecrid-i Sarıh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1957-1972, VII, 37-41).
Bir ücret karşılığı işçi çalıştırmanın caiz olduğu konusunda görüş birliği (icmâ`) vardır.
Çok az sayıda bilgin, iş akdinde yararlanma, akit sırasında elde edilemediği için, bu akdin caiz olmadığını öne sürmüşse de, bu görüş zayıf kalmış ve yüzyıllar içinde taraftar bulamamıştır. Ibn Rüşd (ö. 520/1126) bu konuda şöyle der: Yararlanma her ne kadar akit sırasında mevcut değilse de, süre geçtikçe elde edilir ve genel olarak meydana gelir. Islâm hukuku, bu şekilde, çoğunlukla ifası mümkün veya ifa edilme şansı yarıdan fazla olan yararlanmalar üzerinde icare akdini kabul etmektedir (ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, ts., II, 218; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 544 vd.). Diğer yandan Islâm hukukunda kira ve iş akdi kıyasa aykırı sayılmıştır. Çünkü bu akitlerde konu yararlanmadır. Yararlanma ise, akdin yapıldığı tarihte henüz meydana gelmemiştir. Ma`dûm mevcut olmayan bir şeyin satımı sayıldığı için, bu akitlerin geçersiz olması gerekırken, insanların ihtiyacı nedeniyle, yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadis delilleriyle meşrû kılınmıştır. Çünkü, zenginin işçiye, yoksulun ise paraya ihtiyacı sardır. Iş akdi, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Akıl da bunun böyle olması gerektiğini kabul eder (es-Serahsî, el-Mebsût, XV, 74, 75; el-Kâsânı, Bedâyîu`s-Sanâyi`, IV, 173, 174; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l Kadir, Bulak 1316/1898, VII, 147).
Islâm`da, emeğinin geliriyle geçimini sağlayan işçi ve memurlar bir sınıf oluşturmaz. Çünkü bu gün emeğiyle geçinen kimsenin yarın emek-sermaye (mudarabe*) ve ziraat ortakçılığı (müzâraa*) gibi ortaklıklar içinde işveren sıfatını kazanması mümkündür.
Iş sözleşmeşinin önemli unsurlarından birisi de ücrettir. Işçi, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Böylece hak ve görev birlikte bulunur. Hatta görev, ücretten de öde gelir. Hz. Peygamber`in is akdinde, ücretin miktarının belirlenmesini (Nesâî, Eymân ve`n-Nuzûr, 44)ve bunun işçiye teri kurumadan verilmesini istemesi (Ibn Mâce, Rehin, 4) bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. Işveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu için, işçiyi korumak amacıyla, çeşitli toplumlarda düzenleyici bazı hükümler getirilmiştir.
Avrupa ülkelerinde işçilerin haklarını koruyucu tedbir ve düzenlemeler ancak 18. yüzyıldan itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayı inkılâbı ile işçi kitleleri bazı teşkılatlar kurarak haklarını korumak veya yeni haklar istemek ihtiyacını duymuşlardır. Işçi hakları konusunda ilk sosyal politika tedbiri, Ingiltere`de 1802 tarihinde, dokuma sanayıinde çalıştırılan çocukların çalışma şartlarım düzenleyen kanunla başlar. 1819, 1844 ve 1867`de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hükümler getirildi. Aynı tarihlerde, Fransa ve Isviçre`de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı (Central Office of Infor-mation: Main-D`oeuvre et Conditions de Travail en Crande- Bretagne, Londres 1965, s. 1`den naklen, Cahit Talaş Sosyal Politika, Ankara 1967, s. 117- 129; Antony Babel, Le`gislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112`den naklen, Cahit Talas a.g.e., s. 113, 136, 137).
Islâm`da, bu konulardaki düzenleyici hükümlerin VI. yüzyılda getirildiği ne Hulefâ-i râşidin devrinde ilk onemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, Batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır.
Aynı şekilde Osmanlı döneminde görülen aşağıdaki uygulama örneği işçilerin hak arama ve isteme bakımından Avrupa`dan çok önce teşkılatlandıklarını göstermektedir. Uygulama şöyledir: XVIII. yüzyılda Kütahya yöresi çinicilik sanatının merkezi olmuştu. Çini atölyelerinde çalışan çok sayıda işçi hayat pahalılığı nedeniyle geçinemez duruma düşmüştü. Atölye sahipleri ücretleri kendiliğinden yükseltmeyince, işçi temsilcileri mahkemeye başvurmuş ve Kütahya Eyalet Divanı`nda 13 Temmuz 1766 Miladî tarihinde aşağıdaki "Toplu Iş Sözleşmesi" hüküm altına alınmıştır: l) Kütahya`da 24 iş yeri (çini ve fincan atölyesi)nden başka atölye açılmayacaktır. 2) Bu is yerlerinde kalfalar 100; has (değerli) fincan işçileri de 40 akçe alacaktır. 3) Çıraklara, 100 âdi fincan ve 250 normal fincan imal ederlerse, günde 60 akçe verilecektir. 4) Hatıfeler (yaldızcı) 150 has fincan işlerse kendilerine 60 akçe ödenecektir. 5) Çıraklar usta oldukları zaman ücretleri orantılı olarak artacaktır. 6) Fincanın tanesi 4 kuruşa perdahlanacaktır. 7) Günde azamî 160 fincan işlenecektir. 8) Bu sözleşmeden işçi ve işveren hoşnuttur. 9) Bu sözleşme üstat ve zennîler önünde yapılmıştır. 10) Bu sözleşmeye aykırı hareket edenler şer`iyye Mahkemesi tarafından cezalandırılacaktır. 11) Taraflar bir zarara uğrarsa bu ortalama olarak ödenecektir. 12) Bu sözleşme Şer`iyye Mahkemesi`nin himayesindedir. 13) Kalfa ve ustalar bir hastalığa yakalanırsa, yardım olunacaktır. 14) Çıraklar, belirli bir süre sonunda usta olabilirler 15) Bu sözleşme, Şer`iyye Mahkemesi sicilının 57. sayfasındadır.
Bu sözleşmenin, işçi ve işveren münasebetlerini düzenleyici hüküm ve tedbirler getirmekte kaynak sayıları Ingiltere`deki ilk "Toplu Iş Sözleşmesi"nden 51 yıl önce yapıldığı ortaya çıkmıştır. Diğer yandan belge; şer`iyye sicillerinin, sosyal, hukukî, malî ve ekonomik alanlarda ne kadar zengin bilgileri kapsadığını göstermektedir.
İSLAM`DA MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMETİ
Islâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibadettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de ahirettir. O, akıl ve mantık üzerine bina edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun edebî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim Islâm`a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkar ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
Insan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gaye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
İslam dininde, dinini değiştireni öldürünüz, hükmünü nasıl anlamak gerekir?
Tebliğ insanı ızdıraplıdır; insanların doğru yoldan sapması, Allah'ın emirlerini çiğneyip O'na baş kaldırması, tebliğ insanını tâ can evinden vurur. İrtidatlar, onu iki büklüm eder ve tebliğ adına çaresiz kalıp eli kolu bağlandığı anlar, onu çileden çıkarır ve ona hafakanlar yaşatır. Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)'e hitaben: "Onlar îman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şuara sûresi, 26/3) derken, Allah Resûlü'nün tebliğ adına çektiği ızdırabı ve bu ızdıraptan doğan ruh hâlini resmeder. Esasen ızdırabının keyfiyet ve durumuna göre bu ruh hâli, her tebliğ insanında vardır ve olması da gerekir.
İrtidat dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesâtı inkâr eden insandır. Ve bu insan bir bakıma Müslümanlara ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Ancak fıkıh âlimlerinin sistematize ettiği şekle göre, mürted hangi meseleden dolayı irtidat ettiyse, evvelâ ona o mesele en ince teferruatına kadar anlatılıp izah edilecektir. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslâm bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyün edince de ona göre muamele yapılacaktır.[1> Ne var ki, hiçbir mü'min, bir başkasının irtidadı karşısında alâkasız kalamaz. Zira İslâm'ın mürüvvet anlayışı buna manidir. Belki hâdiseyi duyan her mü'min, şuurundaki seviyeye göre böyle bir irtidat hâdisesi karşısında üzülür ve ızdırap duyar. Ama tebliğ adamının ızdırabı herkesten daha derindir. Çünkü insanların hidayeti, onun varlık gayesidir.
İşte Halid b. Velid (r.a)'in başından geçen bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s)'nün hâlet-i ruhiyesi. Hz. Halid, dinin irtidat mevzuundaki prensiplerini değerlendirmede acele davranıp bir infazda bulunur. Bu haber Allah Resûlü (s.a.s)'ne ulaşınca çok üzülür ve ellerini kaldırarak: "Allah'ım Halid'in yaptığından sana sığınırım" diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulunur.[2>
Allah Resûlü (s.a.s)'nün bu hassasiyeti, etrafındakilerde de aynı şekilde ma'kes bulmuştur. Mesela Yemame'den dönen birisine, Hz. Ömer (r.a) ciddî birşeyin olup olmadığını sorar. Gelen zât, ciddî ve önemli birşeyin olmadığını, sadece içlerinden birinin irtidat ettiğini söyler. Hz. Ömer (r.a) heyecanla yerinden doğrulur ve, "Ona ne yaptınız?" diye sorar. Adam, "Öldürdük" deyince, Hz. Ömer (r.a) aynen Allah Resûlü (s.a.s) gibi bir iç geçirir ve adama hitaben, "Onu bir yere hapsedip bir müddet bekletmeli değil miydiniz?" der. Sonra da ellerini kaldırır ve Rabbine karşı şu niyazda bulunur: "Allah'ım, kasem ederim bunlar bu işi yaparken ben yanlarında yoktum. Ve yine kasem ederim, duyduğum zaman da yaptıklarından hoşnut olmadım."[3>
1- Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasâme, 25; Serahsî, Mebsut, 10/98; Kâsânî, Bedîü's-Sanaî, 7/134.
2- Buhari, Mağazi, 58; İbn-i Hişam, Sîre, 4/72.
3- Muvatta, Akdiye, 58.
İSLAM`DA SENET VE ÇEK ALIP VERMEK CAİZ MİDİR?
İslam`a göre senet, çek; gerçekte para sayılmamaktadır. Para sayılmadığı için de temelde bu tür şeylerle alış veriş yapmak caiz değildir.
Ayrıca verilen senet ve çekler, karşılıksız çıktığından günümüz piyasasında da böyle olaylara sık rastlandığından bu gibi şeylerle alış veriş yapmanın caiz olmayışının sebebi anlaşılmaktadır.
Ancak, senet veya çek veren kimse, bunları alanı "tahsil etmesi için" vekil tayin ederse ve o da bunların karşılığı olan parayı alırsa, bu gibi kullanımlar caizdir. Dolayısıyla bugün elden ele dolaşan senet ve çekler, "vekalet usulüyle istihsal"e girdiğinden caiz olmaktadır.
İSLAM`IN KABUL ETMEDİĞİ DAVRANIŞLARDA BULUNAN BİRİSİYLE ORTAK OLMAK CAİZ MİDİR?
İslam`ın kabul etmediği davranışlarda bulunan birisiyle ortak olmak caiz değildir. Çünkü servetinin tamamı veya bir kısmı meşru olmayan birisiyle yapılan ortaklık, haram ve helal olan malların birbirine karışmasına ve ortaklığın habis bir mal üzerine teessüs etmesine yol açmaktadır.
İŞRAK NAMAZI
İşrak, güneşin doğuşundan ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselinceye kadar geçen zamandır. Güneşin ufukta görünüşte bir mızrak yükselmesi astronomicilere göre beş derece yükselmesi demektir. Ebû Hanîfe`ye göre bu süre içinde namaz kılmak mekruhtur.
İşrak namazı, sabah namazından sonra güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra iki veya dört rekat olarak kılınan nafile bir namazdır.
Diğer nafile namazlar gibi işrak namazı kılanlar, bu namazı kuşluk namazından ayrı olarak ve ondan önce kılarlar. Aslında işrak namazı kılındığı sırada kuşluk namazının vakti de girmiş bulunmaktadır.
Hz. Peygamber`in güneş doğup, kerâhet vakti çıktıktan sonra "Duhâ namazı", sıcak şiddetlenince de "Evvâbîn namazı" kıldığına dair çeşitli hadisler vardır (bk. Duhâ namazı ve Evvâbîn namazı mad.). Ancak Hz. Peygamber, devrinde öğleden önce bu namazların dışında "işrâk namazı" adı ile bir namaz kılındığına dair bir bilgiye rastlanmamıştır.
İSTİDRAC
Allah'a isyanda çok ileri giden insanların, Allah'ın kendilerine verdiği mal, başarı ve sıhhat gibi nimetlerle isyanların daha da artırmaları ve sonuçta helâk olmaları.
Allah'a tam olarak itaat eden veya en azından iradelerini itaat yolunda azamî derecede kullanan kullar olduğu gibi; Allah'a isyanda, Islâm'a, dolayısıyla hakka, adalete, insanıyete, kısaca Allah'a kul olmaya karşı çıkışta ölçü tanımayan kişiler de vardır. Bu iki gruptan birinciler Allah'ın velilerini oluştururken, ikinci grubu ise, ins ve cin şeytanlarının kendilerine sürekli olarak Islâm'a ve müslümanlara karşı çıkmayı ‚vahyettiği', gizli gizli fısıldadığı Şeytan'ın velileri oluşturmaktadır. Allah, velîlerine zaman zaman ikramlarda bulunur; Kâinatın işleyişinde kudretine perde yaptığı sebepleri onlar için bir derece ortadan kaldırıp, normal sıradan insanlara olağanüstü gelen bazı fiilleri veli kullarının elinde yaratır; bu tür ikramlara Islâmî terminolojide' kerâmet' denmektedir ki, en büyük kerâmet de Sırat-ı Müstakım üzerinde sapmadan gidebilmektir.
Yukarda belirtildiği gibi, Allah'ın velîlerinin karşısında, Şeytan'ın velileri de vardı. Bunlar, sürekli olarak Allah'ın dinine ve bu din'in bağlılarına karşı çıkıp, savaş açarlar. Bu yetmiyormuş gibi, kendileri de bazen açıktan, bazen münafıkça bir tavırla -"biz ıslahçıyız" diyerek- yeryüzünde fesat ve fitne çıkarırlar. Bunlar, her şeyden önce ‚fasık', yani her türlü günahı rahat rahat ve içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan işleyen kimselerdir. Eğer bir memlekette bu tür kişilerin yaptıklarına ses çıkarılmaz, her türlü fıskları ve yaktıkları fitne-fesat ateşi söndürülmeğe çalışılmaz, daha açık deyişle, ‚ma'ruf' emredilip, ‚münker' yasaklanmaz; tam tersine ‚münker'ler emredilir, ‚ma'ruf' yasaklanırsa o memleket bir bakıma ‚helâki hak etmiş demektir. Bu şekilde helâki hak etmiş olan memleketlerde Allah, fasık, fitneci ve müfsit kişilerin sayılarını daha da artırır; çünkü, toplum iradesiyle artık bunu arzuluyor demektir ve bu yöne yönelmiştir.
"Biz bir memleketi helâk etmek dilediğimizde, orada mütreflere (hayatı gaye edinenlere, bohem hayatı yaşayanlara, acımasız -sömürücü- mal düşkünü kapıtalistlere) emrederiz (onların sayılarını çoğaltırız) da, orada fısk ederler "(el-Isrâ, 16/ 17);
"Allah, zaten fasıklardan ve zalimlerden başkasını helâk etmez" (el-en'âm, 6/47; el-Ahkâf, 6/35). Ama bu helâk etme işi birden olmaz. Fitne ve fesadın kol gezdiği. İslam'ın unutulup horlandığı bir yere Allah önce uyarıcılar gönderir (es-Şarâ, 26/208; el-Kasas, 28/59). Fakat toplumda fitne ve fesadı körükleyen fâsıklar, zâlimler, tâğutlar, mütrefler uyarıcılara ve Allah'a dini'ne karşı cephe aldıkları gibi; çoğunluğu oluşturan yığınlar da genellikle sessiz kalırlar. Bu durum, sözgelimi, Hz. Nuh'un kavminde olduğu gibi, gerektiğinde 950 yıl, yani uzun bir süre devam eder. bu süre içinde Allah tâğutlara, fâsıklara, zâlimlere, hak yola gelmeleri ve aynı zamanda da yaptıklarının helâki hak edecek seviyeye gelmesi izin mühlet verir. Onlar ise bu mühlet verişi anlamazlar, helâk olmayacaklarını, yap tıklarından hesaba çekilmeyeceklerini sanırlar. Ayrıca, belki hayatlarında bir kez olsun başları ağrımadığı gibi, dünya işleri oldukça yolunda gider; en güzel evler onlarındır; en yüksek makamlarda onlar oturur; en iyi yiyip en iyi giyen ve en güzel kadınlara sahip olanlar onlardır: "Eğer insanlar (hep küfre sapan) bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı, biz o Rahman'ı inkâr eden (ler) in evlerine gümüşten tavanlar, üzerlerine çıkacakları merdivenler; ve evlerine (odalarına) kapılar ve üzerlerine yaslanacakları kolluklar ve altın zinetler yapardık" (ez-Zuhrûf, 43/33-35).
Allah'ın kendilerine verdiği büyük nimetleri, sıhhat, kabıliyet, başarı, makam ve mevkileri; dünya hayatında çıkardıkları her türlü fısk, fitne ve fesatlarına, isyan ve fücurlarına rağmen başlarına ilahî felâketlerin gelmemesini, daha doğru deyişle gecikmesini haklarında hayır sanan Şeytan'ın velileri azgınlıklarında daha da ileri giderler ve sonunda helâktan kurtulamazlar. Fakat, helâklerine kadar içinde bulundukları durum, Allah'ın onları aslında derece derece helâke götürmesinden başka bir şey değildir; yani sadece ‚istidrac'tır. "Ayetlerimizi yalanlayanlar (a gelince); biz onlar bilmedikleri yönden istidraca tabi tutarız (derece derece helâke götürürüz) (el-A'râf, 7/ 192).
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın bir kula günah işlemesine rağmen dünyada sevdiği şeyleri ihsanda bulunduğunu görürseniz bilin ki o istidracdır." Hz. Peygamber sonra şu ayet-i kerimeyi ok udu: "Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetlere sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. " (el-Enâm, 6/44) (Ahmed b. Hanbel, IV, 145).
Ayrıca mümin olmayanların, kâinattaki kanunlara aykırı olarak gösterdikleri hârikulâde hallere de istidrac denilmiştir. Meselâ; Hind fakirlerinin uzun süre aç durmaları, ateşte yürümeleri ve su içinde uzun süre havasız durabilmeleri ve vücutlarına şiş batırmaları gibi.
İSTİĞFAR
Allah`tan günah ve hatalarının bağışlanmasını isteme, mağfiret dileme.
Istiğfar lafzını veya manasını içeren her duaya istiğfar denir. Gerek Kur`an-ı Kerîm`de ve gerekse hadis-i şeriflerde istiğfar teşvik edilmiştir. Kur`an-ı Kerîm`de; "Rabbinizden bağışlanma dileyin. doğrusu o, çok bağışlayandır " (Nuh, 71/ 10) "(Ey Muhammed) Sabret! Allah`ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam, sabah överek tesbih et" (el-Mümin, 40/55) buyurulur.
Peygamber efendimiz kendileri istiğfara devam etmiş, ümmetini de teşvik etmiştir (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 47/1; Ibn Mâce, Edeb, 57).
Ebu Hureyre (r.a)`den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz: "Vallahi ben Allah`a günde yetmiş defadan çok istiğfar ediyorum" buyurmuştur. Başka bazı Hadislerde Hz. Peygamberin günde yüz defa istiğfar ettiği belirtilir (bk. Müslim., Zikr, 41; Ebû Dâvud, Vitr, 26; Tirmizî, Sûre, 47/1). Bu nedenle Ebû Hüreyre: "Peygamberden daha çok istiğfar edeni görmedim" (el-Kurtubî, el-Câmi`li Ahkâmi`l-Kur`ân, l V, 210) demiştir. Bir günah işlendiği zaman, bunda ısrar etmemek, hemen tövbe istiğfar etmek vaciptir. Peygamberimizin ifadesiyle, "Istiğfâr eden kimse günde yetmiş defa da günah işlemiş olsa bunda srar etmiş sayılmaz" (Tirmizî, Deavât, 107).
Istiğfarın Allah nezdindeki değeri bir hadiste şöyle ifade edilir: "Kim yatağına girince üç defa; "estağfirullâhe`l-Azîm ellezî Lâ Ilâhe Illâ hüve`l Hayyu`l-Kayyûm (Kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıklarını gözetip duran yüce Allah`tan bağışlanmamı dilerim)" derse, Allah günahlarını deniz suyunun damlaları kadar çok olsa da bağışlar" (Tirmizî, Deavât, 17) buyurulmuştur. Sadece dili ile istiğfarda bulunmak yeterli değildir. Niyeti ve amelleri de dilini doğrulamalıdır. Tövbenin en makbul olanı, günahtan kesin dönüş yapılarak, Allah`tan bağışlanma istenmesidir. Buna "nasûh tövbe" denir.
Ayet-i Kerîme`de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Allah`a samimiyetle (nasûh tövbe) edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler. Peygamberi ve beraberindeki müminleri utandırmayacağı günde, sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar. O gün onların nûru önlerinde ve sağl taraflarında yürürken: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla, şüphesiz Sen, herşeye Kadirsin derler" (et-Tahrim, 66/8).
Bir mümin kendisi için tövbe edeceği gibi, ölmüş olan veya hayatta bulunan ana-baba, hısımları ve diğeri müminler için de istiğfar edebilir. Bu dua sebebiyle Cenâb-ı Hakk`ın onları bağışlaması umulur. Kur`an-ı Kerîm`de bu konuda çeşitli dua örnekleri bulunur: "Ey Rabbimiz... bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et" (el-Bakara, 2/286); "Musa şöyle yalvardı: Rabbim, beni ve kardeşimi affet. Bizi merhametine garket" (el-A`raf, 7/151); "Babamı da bağışlayıp hidâyete erdir. Çünkü o, sapıklardandır" (es-Şuarâ`, 26/86);"Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği günde, beni, annemi, babamı ve biitün mü`minleri affet" (Ibrâhîm, 14/41).
İSTİHARE NE DEMEKTİR?
İstihare, herhangi bir şey yapmak isteyen kimse, yapılmasının iyi olup olmayacağını hissetmek maksadıyla iki rekat namaz kılmak, iyi ve hayrın görünmesi için Allah`a yalvarıp dua etmektir. Bu namaza istihare namazı, duaya da istihare duası denilir. Uyumak veya rüya görmek istihare için esas değildir. Hatta vakit dar olup uyuyacak zaman bulunmazsa herhangi bir hayırlı mesele için yine istihare namazını kılmak sünnettir. Ancak Şerh Şir`atü`l-İslam kitabında şöyle denilir: Namaz ve dua yaptıktan sonra abdestli olarak kıbleye doğru yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görürse o işde hayır vardır, siyah veya kırmızı görürse hayır yoktur. Ondan sakınmak daha iyidir.
İSTİHÂRE`NİN ŞEKLİ
Bazen istihâreye yatıp hiçbir şey görmediğimiz oluyor. Bu durumda ne yapmalıyız?
"Istihâre"de aslolan "rüyaya yatmak" değildir. Gerçi "Istihâre", yani Allah`tan "hayırlı olanı isteme" güzel ve güçlü bir sünnettir. Rasûlullah Efendimiz`in ashabına hemen her tereddütlü konuda "istihâre" tavsiye ettiği bilinmektedir. Ancak "Istihâre", kılma şekli ilmihal kitaplarında anlatılan iki rekât namazdan ve duasından ibarettir. Dua yaptıktan sonra, doğrulugu kalbine damlayan yönde hareket eder. Bir defa kılmasıyla kalbi bir yöne doğru ağırlık kazanmamışsa, bu namazı üç, beş, yedi defa tekrarlar, yine de kalbi seçim yapamıyorsa istisare de yapamıyorsa âklına uygun geleni yapar. Bu yedi defa iki rekâtı, aynı anda da kılabilir. Sünnette öğretilen "istihâre" budur. Gerçi bazı rüyalar, bazı gerçeklere işaret ederler, ancak isabetli tâbir de ayrı bir ilimdir: Kişinin kendine göre hayra dalâlet eden bir rüya, aslında şerri gösteriyor olabilir. Bu yüzden istihâreyi sünnette olduğu gibi yapmak gerekir. Fakat, istihâreden daha önemli olanın,"istişâre" yani, salih ve temiz bilirkişilere danışma olduğu da bilinmelidir. Rasûlullah efendimiz: "Istihâre yapan zarar etmez, istişâre edende pişman olmaz" (el-Hîndî VN/813 (H. 21532)) buyurmuşlardır.
Ticaret, evlilik, seyahat ve benzeri bir işe teşebbüs eden kimse, o işin kendisi için hayırlı olup olmayacağı hususunda tereddüde düşerse, şüphesini giderecek, tereddüdünü ortadan kaldıracak hal çareleri aramak ister. Bu hususta yapılacak ilk iş, yapılması istenen meselenin meşrûluğunun ve helâlliğinin araştırılması, dinî ölçülere uyup uymadığının incelenmesidir. Kişinin kendisi bir neticeye varamadığı takdirde en sıhhatli yol, o meseleyi münasip olan ehliyetli birisine danışmak, onun fikrini almak, gerekirse meseleyi enine boyuna bütün teferruatıyla konuşmak; kısaca istişare yapmaktır. İstişare yapılacak insanın da tecrübeli, bilgili ve sözüne itimat edilir olması gerekir.
Bir meseleyi kendi aralarında istişare etmeyi, oturup konuşmayı mü’minlerin vasıflarından sayan Kur’ân-ı Kerim, “Onların işleri aralarında müşavere iledir”1 buyururken, istişare ederken ehil kimselerin seçilmesini, fikren ve inanç bakımından yabancı olanlarla istişare yapılmaması hususunda da ikazda bulunmaktadır:
“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri içli dışlı dost edinip sırlarınıza ortak etmeyin. Onlar sizi zarara sokmakta kusur etmezler. Size sıkıntı verecek şeylerden hoşlanırlar. Size düşmanlıkları sözlerinden belli olmuştur; açığa vurmayıp da kalblerinden gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Biz size dostunuzu ve düşmanınızı böylece gösterip âyetlerimizi açıkladık—eğer akıl ederseniz.”2
Görüldüğü gibi basiret sahibi mü’min, kendi hususi meselesini, her önüne gelene açmamalı, rastgelenin fikrini almamalı. Çünkü kendisine yardımcı olacak birisini ararken çok kere onunla konuşması neticesinde yanlış karara varmasından dolayı hatâya düşeceğini hesap etmelidir. Çünkü insanın aldığı bazı kararlar hayatı boyunca kendisini bağlayabilir, tesiri altına alabilir. Tahsil, iş ve evlilik gibi. Tam ölçüp tartmadan bir iş kuran kimse, öyle ki birgün gelir, işinin ters gittiğini görür, iflâsa gittiğin anlar, neticede sermayesini de kaybedebilir. Bu hal maddî hayatına, hem de mânevî hayatına çok büyük tesir icra eder. Yine inceleyip araştırmadan bir evlilik hayatı kuran insan bu aceleciliğin ve tedbirsizliğin cezasını hayatı boyunca çekebilir, dünyasını zehir edebilir. Bunun için istişareyi kendimize alışkanlık hâline getirmeli, en basit meselemizi dahi tecrübeli ve ehliyetli birisine sormadan yapmamalıyız.
Bütün hayat safhalarıyla ümmetine mükemmel bir örnek olan Sevgili Peygamberimiz her meselesini yakınları ve Sahabileriyle istişare eder, onların da fikrini alır, öyle karar verir, işe başlardı. Halbuki kendisi bir peygamber olması hasebiyle vahye mazhardı; herkesten zeki, akıllı, derin fikirli, sâlim düşünceli bir insandı. Vahiyle sâbit olmayan hemen hemen bütün meselelerde Ashabiyle istişarede bulunurdu. Ümmetini de istişaresiz iş yapmamaları için tenbih eder ve istişare edenin hiçbir zaman pişman olmayacağını ifade buyururdu:
“İstihare eden kimse zarar görmez, istişare eden pişmanlık duymaz, iktisada riayet eden maişetçe aile belâsını çok çekmez.”3
Dikkat edileceği gibi hadis-i şerif mü’minin sosyal hayatını üç temel esasa riayet etmeye bağlamıştır: İstişare, istihare ve iktisat. Bilhassa bunlardan istişare ve iktisadın ne kadar ehemmiyet taşıdığı şüphe edilmez bir gerçektir.
Hadis-i şerifte tavsiye istihare de, istişare ettiği halde kalben rahat olmayan ve hissen tatmin olamayan kimselerin başvurabileceği bir sünnettir.
İstihare, lûgat mânâsı itibariyle, Allah’tan hayır dilemektir. Yani yapılacak bir işin iyi mi, kötü mü olduğunu yahut o işi hemen mi, yoksa bir müddet sonra mı yapmanın daha iyi netice vereceğini anlamak ve kalbin o meseleye yatışmasını Allah’tan dilemek ve istemektir.
İstihare Peygamberimizin bir sünnetidir. Ümmetine tavsiye ettiği bir duâ ve ibadet şeklidir. Peygamberimiz (a.s.m.) istiharenin nasıl yapılacağını, hangi duânın okunacağını bizzat öğretmiştir. İstiharenin ehemmiyeti hususunda Câbir bin Abdullah şöyle demektedir:
“Resulullah (a.s.m.) bize Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi büyük küçük işlerimizin hepsinde istihareyi öğretti ve şöyle buyurdu:
‘Sizden biriniz bir işe kalben azmettiği zaman, iki rekât namaz kılsın.”4
İstihare namazı iki rekâttır. İmam Gazalî bu namazın birinci rekâtında Fâtiha’dan sonra Kul yâ eyyühe’l-kâfirûne, ikinci rekâtında da Kul hüvellahu ehad sûrelerinin okunmasını tavsiye eder.5
Namazı kıldıktan sonra Peygamberimizden (a.s.m.) rivayet edilen şu duâ okunur:
“Allah’ım, bu işimin hakkımda hayırlı olacağını yalnız Sen bildiğin için bana doğrusunu göstermeni niyaz ediyorum. Senin sonsuz kudretine iltica ediyor, yardım bekliyorum. Yüce lütfundan ihsan etmeni istiyorum. Muhakkak Senin her şeye gücün yeter; ben ise hiçbir şeye güç yetiremem. Sen her şeyi bilirsin, ben ise hiçbir şey bilmem; Sen bütün gaybları bilirsin, Allah’ım, bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin âkibeti, dünyam ve âhiretim hakkında hayırlı ise bunu bana nasip eyle. Sonra bunda benim için feyiz ve bereket vücuda getir. Şayet bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin âkibeti, dünyam ve âhiretim hakkında hayırlı değilse, bunu benden, beni bundan vaz geçir. Bu hususta gönlümde bir meyil bırakma. Benim için hayırlısı ne ise onu kolaylaştır. Sonra da beni takdir buyurduğun bu hayırla hoşnut eyle.”6
Dua okunurken, “bu iş” şeklinde geçen yerlerde yapılması istenen iş zikredilir. Bu şekilde duanın Türkçesi okunabileceği gibi, Arapça aslını okumak daha faziletlidir. Duânın aslı, verdiğimiz bu kaynaklarda olduğu gibi, ilmihal kitaplarında da mevcuttur.
Kişi istihare ettikten sonra kalbi hangi tarafa meylederse onu yapmalı, istihareden önceki peşin hüküm ve kanaatini bırakmalı, kendi temayülüne dayanmalıdır. İstihareye rağmen bir temayül ve gönül yatışması görülmediği takdirde, istihareyi tekrarlayabilir. Bu sünnettir. Bununla alâkalı olarak Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
“Ey Enes, bir işi yapmayı niyet ettiğin zaman o iş hakkında yeniden yedi defa istihare et. Sonra kalbinden geçen temayüle bak. Çünkü hayır kalbinde doğan mânâdadır.”7
İş acele olup da istihareyi tekrarlamak mümkün değilse şöyle duâ edilir:
“Allah’ım, hakkımda hayırlı olan ne ise onu nasip et. Beni kendi halime bırakma.”
İbni Abidin, istihare eden kimsenin dileğinin uygun olup olmadığına işaret olarak şöyle bir kayda yer verir:
“Yatmadan önce dua okunur ve abdestli olarak kıbleye yönelerek yatılır. Rüyada beyaz veya yeşil görülürse o işin hayır olduğuna, siyah ve kırmızı görülürse de şer olduğuna işaret eder. Şerli olandan kaçınmak icap eder.”8
Bütün bunlarla birlikte istihare, müşkül durumlarda mü’minler için ruhî ve mânevî bir kuvvettir. Bir işte tereddütte kalan bir mü’min iki rekât namaz kılarak Cenab-ı Hakka yönelir. Teşebbüs edeceği iş, seçeceği hayat arkadaşı, dini, dünyası ve âhireti için hayırlıysa gönlünde bu işe karşı bir ferahlık uyandırmasını, vücudunda bu işi yapabilmeye kudret ve kuvvet yaratmasını; şayet bu iş dini, dünyası ve âhireti için hayırlı değilse gönlündeki meyli yok etmesini Cenab-ı Haktan niyaz eder. İçinde de bir hafiflik duyar. İstihare ettiği şey hakkında kendisi için hayrın görüleceğine kalben emin olur. Neticesinde râzı olur.
1. Şûra Sûresi, 38.
2. Âl-i İmrân Sûresi, 118.
3. Tecrid Tercemesi, 4:135.
4. Buharî, Küsuf: 75.
5. İmam Gazalî. İhyâu Ulûmiddîn. (Daru İhyâi’l-Kütübü’l-Arabî) 1:207.
6. İbni Mâce, İkametetü’s-Salât: 188; Buharî, Küsuf% 75.
7. Tecrid Tercemesi, 4:143.
8. İbni Âbidin, 1:461.
İSTİMLÂK
Mülk satın almak, mülk sahibi olmak, kamulaştırmak. Icraî karar alma yetkisine sahip bulunan bir âmme tüzel kişisi (devlet, belediye, vakıf gibi) tarafından bir malın, toplumun yararlanması için karşılığı verilip alınarak umûmun yararlanmasına arzedilmesi anlamında bir Islâm hukuku terimi. Mülkiyet hakkını sınırlayan bir tasarruf.
Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, toplumun menfaati ve ihtiyacı gerektirdiği durumlarda devletin şahıslara ait menkul veya gayrımenkul mallara müdahale ederek, bunları zorla satın alıp, toplum hizmetine sunması mümkün ve caizdir. Delil, sünnet ve sahabe uygulamasıdır. Hz. Peygamber Medine`de Naki` denilen ve otlak olmaya elverişli bulunan bir yeri, müslümanların atları otlasın diye, Devlet korusu hâline getirmiştir. Hz. Ömer de, halîfeliği zamanında, Rabeze denilen bir bölgeyi Devlet korusu statüsüne sokmuştur. O yöre halkının: "Ey müminlerin emiri, buraları bizim yurdumuzdur. Cahiliyye devrinde oraların uğruna savaştık. Islâm gelince de, üzerinde müslüman olduk, hangi hakla buralarını koru yapıyorsun?" diye itiraz etmeleri üzerine şu cevabı vermiştir: "Mal Allah`ındır, insanlar da Allah`ın kullarıdır. Eğer Allah yolunda kullanılan hayvanlar olmasaydı, bir karış toprağı bile koru yapmazdım" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Mısır, 1968, s. 414 vd.).
Gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman Kâbe mescidini genişletmek için, çevreden bitişik ev ve arsaları bedeli karşılığında ve sahiplerinin rızası olmaksızın ellerinden almış ve Kâbe haremine katmıştır (Ibn Âbidîn, Reddü`l-Muhtar, Istanbul 1306, III, 418, 419; Belazurî, Fütuh, s. 58; Zeydân, Islâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, Istanbul 1976, s. 370). Istimlâkin esası; "zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mübah kılar", "zararı âmmı def` için zarar-ı hâs tercih olunur" kurallarına dayanır. Nitekim mülkiyetin devir ve temliki, mal sahibinin rızasına bağlı olduğu halde, bir istisna olmak üzere kamulaştırmada rıza aranmamaktadır. Mecelle`nin konu ile ilgili maddesi şöyledir: "Ihtiyaç olduğunda, Devlet başkanının emri ile bir kimsenin mülkü, kıymeti ödenmek sûretiyle satın alınarak yola katılabilir. Fakat satış bedeli ödenmedikçe, mal sahibinin elinden alınamaz" (Mecelle, mad., 1216; Ibn Âbidin, a.g.e., III, 418, 419; Ibnü`l Humâm, Fethu`l-Kadîr, Mısır, 1389/1970, VI, 234; Molla Hüsrev, Dürer, Istanbul 1318, II, 136).
Bir kimse malını dilediği gibi kullanma hakkına sahip olmakla birlikte, bu kullanım sırasında başkasına "fahiş zarar" verirse, devlet veya devlet veya yetkili kıldığı makamlar, mülke müdahale edebilirler.
Ashab-ı Kirâmdan Semüre b. Cündüb`ün, bir komşusunun bahçesinde hurma ağaçları vardı. Bunlara gelip giderken komşusunu rahatsız ediyordu. Bahçe sahibinin şikayeti üzerine Hz. Peygamber; Ya ağaçları satmasını veya sökmesini yahut da bahçe sahibine bağışlamasını teklif etti. Semüre, bunları kabul etmeyince, bahçe sahibine; "Git ve hurma ağaçlarını sök " (Ebû Dâvud, Akdiye, 31) buyurdu. Başka bir uygulama örneği de sulama işiyle ilgilidir. Dahhâk (r.a) arazısini sulayabilmek için, Muhammed b. Mesleme`nin arazısinden kanal geçirmesi gerekiyordu. Muhammed b. Mesleme buna razı olmayınca, Dahhâk, Müminlerin Emiri Hz. Ömer (r.a)`e başvurdu. Hz. Ömer, durumu inceledi ve razı olmasa da Muhammed b. Mesleme`nin arazısinden geçirilmesini emir buyurdu (Zeydan, a.g.e., s. 370)
Sonuç olarak bütün bunlar, toplum menfaat ve maslahatını gerçekleştirmek, topluma gelebilecek zararlar önlemek için başka bir çözüm yolu bulunamadığı zaman, sahibinden malının zorla alınmasının caiz olduğunu göstermektir. Ancak bunun için, mülkü kamulaştırılacak kimseye, malının gerçek değerinin de ödenmesi gereklidır. Yol, nehir, okul, mescid, hastahane alanlarını genişletmek üzere kamulaştırma yapılması, bu konuya örnek olarak verilebilir. Olağanüstü ve savaş zamanlarında halkın elindeki bazı menkul mallara yararlanmak amacıyla, bir tazminat karşılığında el konulması, istimvâl (rekızasyon) adını alır. Bu el koyma, tüketilmeden kullanılabilen mallarda geçici olduğu için istimvâlde "tazminata bağlanmış ariyet" özelliği vardır (bk. "Istimvâl" mad.).
İSTİMNA (MASTURBASYON
"Istimnâ" Arapça`da, "istihâ bi`l-yed" ve "hadhada" olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir "fıtrat" dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır.
Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: "...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır..." (K.K. el-Mü`minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, "bunun ötesine geçenler"e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)
Bir hadîste: "elini nikâhlayan me`undur" (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, "meşâyihin rivayeti" diye nakleder. bk. 1611) Saîd b. Cübeyr`in rivayet ettiği bir hadiste: "Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir" Atâ`nin bir rivayetinde: "Elleri hamile olarak haşredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum" demiştir.
Ayrıca Allah (c.c.), evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: "Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır." (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)
Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel`i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü`I-Hümâm da "haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur" der. bk. AIûsî agk.)
Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezahib-i erba`a`da: "Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür" denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardavî, el-Helâl ve`I-harâm 165)
İmam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylî VI/25) Mesela Rasûlullah`ın amcaoğlu Ibn Abbas`a sorulduğunda: "Zina yapmaktansa bu iyidir" (Şa`rânî, Kesf) cevabını vermiştir.
Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; "iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir", "zaruretler haram şeyleri mubah kılar" kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır. Hanımının eli vs. azaları ile yapılması ise her halûkârda câizdir, helâldir.
İSTİŞARE
Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma.
Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (Ibn Manzûr, Lisanü`l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu`l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, Istanbul 1979, II, 1213). Istişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur`an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "Iş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu Imrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38).
Istişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu`l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76).
Idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "Iş hususunda onlarla istişâre et " (Alu Imrân, 3/159) ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.
Mâlikîler dini konularda Islâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacip olduğu görüşündedirler. Hatta ibn Atiyye ve Ibn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlinin vacib olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi`l-Kur`ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve`t-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148). Imam Şafiî istişâreyi nedb`e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu`l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, a.g.e., IV, 76). Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v.370/980)`ın Şûrâ(42) 38. ayetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vacipolduğu görüşünü benimsedığını anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü`l-Kur`an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148).
Hz. Peygamber (s.a.s) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir`de Ebû Sufyân`ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar`la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye`de, Taif Seferinde, Ifk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah`tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı ibn Teymiyye idareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir, demektedir (Ibn Teymiyye, es-Siyâsetü`ş Şer`iyye (Mecmû`u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa`d, "Arzu`l Ehâdisi`n-Nebeviyye el-Müteallike bi`ş-Şûra" (eş-Şûra fi`l-Islâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107). Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka`b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab`tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (Ibn Sa`d, et-Tabakât (nşr. Ihsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü`l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi. Kenzu`l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eş-Şûra sî Cahdi`l-Hulefai`r-Raşidin (eş-Şûrâ fi`l-Islâm içinde), l, 113-167).
Islâm hükümeti Alu Imrân 3/159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli`l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, Islâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), Istanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle Islam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (Izzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne`l-Esâle ve`l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).
Islâm`daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık-farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir (Ma`ruf ed-Devâlibî, Islâm`da Devlet ve Iktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), Istanbul 1985, s. 55). Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapıtalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir. Bununla beraber Islâmî müşâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, a.g.e., s. 56).
Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şura meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havazın ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre anında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhasarasında Gatafan`ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa`d b. Muâz ve Sa`d b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau`z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, Islâm`da Ferd ve Devlet, Istanbul 1978, s. 99-100). Ancak şûra meclisi kimlerden oluşursa oluşsun ortaya çıkan hükümler İslam`ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsızlık meydana getirmeyecektir. Zira Islâm âdil bir sistemdir.
Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250).
Istişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur`an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes`elûneke fi`d-dîni ve`l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü`l-Beyân, Istanbul, ts. (Üçdal), II, 766). Devlet başkanı ile şura meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam`a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhacırlerden Kureyş büyükleriyle müşavere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta`, Medine, 22, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü`l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü`l-Ma`rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103). Bu gibi durumlarda Hz. Peygamberin çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud`da Medine`nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104).
Istişârenin fazileti:
Istişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk`ın Kur`an-ı Kerîm`inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashab-ı kirâm, Resulullah (a.s.)`ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O`na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab`tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, Allah`ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Resulullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti.
Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu, işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah`tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.
Istişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.
Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.
Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.
Abbasi yöneticilerinden Me`mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma"
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapıları işlerden fayda yerine zarar elde edilir.
Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldır. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa. kendisine ümitsızlık ve güvensızlık gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.
Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah`ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "Akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir.
İŞVEREN
Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü elinde tutan kimse. Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi kesimini idare eden ve onların çalışacağı iş düzenini belirleyen.
Işveren ve işçi ayırımının ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur. Özellikle de Batı`ya has bir terimdir. Bilhassa Kapitalist felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX. asır da, işçi belirli kişilere bağımlı olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir. Işçinin varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve işverenle anlaşması halinde mümkündür. Yani işveren, işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir mevkidedir. Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide olan kapıtalist müteşebbis, bu üstün mevkişi dolayısıyla işçiler için haksız bir çalışma ortamını hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Batı`da özellikle eski ve orta çağların işçi-patron münasebetleri hemen hemen işçi ve patronun karşılıklı güven ve sadakat esasları dahilinde devam etmiştir. Çalışanlara karşı zulüm ve haksızlıklar, kişilere bağlı bir şekilde sürüp gitmiştir. Fakat Kapıtalizm çağı münasebetleri bambaşka bir şekle girmiştir. Bir kere, iktisadi ve sosyal hayatta olduğu gibi, burada da ferdiyetçi prensip hakimdir Bir işçi kapitalist işletmeye iştirak edince, yalnız iş ve vazifesi bakımından değerlenmiştir. Ona işletmedeki vazifesi dışında bir kıymet atfedilmemiştir. işçi, vazifesini bitirdikten sonra, patronun ilgisi dışına çıkmaktadır. Kapitalist işletmedeki işçi-patron münasebetlerini izah eden en açık görüşü meşhur Amerikan sanayıcisi Ford ortaya koymuştur. Ona göre bir işletmede el ele vererek çalışmak için birbirini sevmeğe, şahsî temasa lüzum yoktur. Işçiler vazifelerini bitirince evlerine giderler. Ferdî şahsî hayatlarını istedikleri gibi kurar ve geçirirler. Nihayet bir fabrika bir salon değildir. Modern sanayide sadakat ve güvene dayalı bir işbirliğine yer yoktur. Zaten modern sanayinin meslek hayatında, insan unsurundan fazla birşey beklenememektedir (Tahir Çağatay, Kapıtalist Içtimai Nizam ve Bugünkü Durumu, Istanbul 1975, s.122)
Sanayileşme ile birlikte, sanayı işletmelerinin yönetimi de günümüze kadar aktüalitesini muhafaza eden en önemli konulardan biri olarak belirmiştir. Aslında XIX. yüzyıl işletme ve teşebbüslerinde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplandığı görülmektedir. Bu teşebbüslerde istihdam edilen işçiler ise ölü sermaye gibi üretim araçlarının sahibi olan kapıtal sahiplerinin irade ve emirlerine terkedilmiş bulunmaktadırlar. Sanayı Kapıtalizminin bu ilk safhalarında, kapıtal sahibi yöneticilerin, iradelerini hudutsuz ve kayıtsız olarak sürdürebildikleri bir gerçektir. Ancak bu durumun bütün ileri sanayı cemiyetlerinde, az ya da çok, aşıldığı, kanunî düzenlemelere tabi olarak çalışan işletme ve teşebbüs devrının başladığı görülmektedir.
Bu durumda yönetim, ücretli profesyonel yöneticilere devredilmiş ve sahiplik ya da sermayedarlık ile yöneticilik birbirinden ayrılmıştır. Sanayi devriminin beraberinde getirdiği yeni teknoloji, sermaye ihtiyacının artmasına ve sermaye maliyetlerinin yükselmesine yol açmıştır. Büyük sermayeleri kendi kaynaklarından sağlayamayan müteşebbisler sermaye şirketleri ve birleşme yoluyla sermayelerini arttırmışlardır. Ancak bu yol, işletme sahipliği ile yönetimin aynı ellerde toplanmasına sebep teşkil etmiştir. Ayrıca büyüklüğün de tesiriyle, örgütlerin yönetici ihtiyacı artmış, bütün bu gelişmeler sonucu olarak yöneticiler sınıfı oluşmaya başlamıştır.
Kapıtalizmin bu yeni üretim tekniği ve sürüm anlayışı, eski sanayı şekli ve sistemlerinden hemen tamamıyle ayrı bir yol tutmuştur. Bu düzende ekonomik hayat kapıtalist teçhizata ve zihniyete sahip teşebbüs erbabı tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bunlar üretim vasıtaları, kapıtal techizatı ve işgüçleri üzerinde tasarruf hakimiyete sahiptirler. Bu nizamda küçük sanat erbabının ve feodal zümrenin ekonomik hayatın sevk ve idaresindeki rolleri son derece gerilemiş veya hiç kalmamıştır. Teşebbüs bizzat hissedarlar tarafından değil, fakat onların tayın ettiği ve teşebbüste hisse sahibi olmayan uzman kişiler tarafından yönetilmeğe başlanmıştır. Bu süretle işletme ve teşebbüslerde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplanması sistemi artık terkedilmiş bulunmaktadır (Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş Sosyal Siyaset, Istanbul 1981, s. 101-102).
Kapıtalist döneme has yönetim felsefesi, çalışanlar üzerinde ters bir tepki meydana getirmiş ve onları kendi haklarını koruma yolunda bir birleşme ve teşkılatlanma noktasına götürmüştür işveren zümreşinin kendi menfaatini sürekli düşünür olması, işçilerin de menfaatleri doğrultusunda bir mücadele içerisine girmesini sonuçlandırmıştır. Avrupa ülkeleri ve Amerika`da bu münasebetle büyük huzursuzluklar ve çatışmalar çıkmıştır. Işçi ve işveren tarafları, birbirlerini düşmanca görerek çatışma içerisine girmeleri uzun yıllar devam etmiştir.
Işçi birlikleri, toplumun endüstrileşme durumuna eşit bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tarihte çoğu bugün de görülebilen değişik türde sendika gruplaşmaları yer almıştır. Bu arada sendikacılığı geniş ve temel bir politik vasıta gibi kullanma çabası, gelişmekte olan ülkelerin siyaşı işlerinde hala önemli bir rol oynayabilmektedir.
Sendika ve şirket arasındaki güç durumu, çatışmanın yoğunluğunu belirlemektedir. Güç, dengeli olunca çatışma fazlalaşmakta; güç ayrılığı çok olunca, bu çatışma en aza inmektedir. Grevler, iş yavaşlatmaları ve iş durdurmaları, anlaşmazlıkları gidermenin militanca yollarıdır. Bununla birlikte, çoğu zaman endüstriyel anlaşmazlığa konu olan taraflar bu anlaşmazlığın daha az yıkıcı bir şekilde sonuçlanmasını arzu etmektedirler.
Batı hukuku çalışma hayatında ortaya "güçler" çıkarıp bu güçlerin çarpışma usul ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, Islâm dinî "taraflar arasında muvazene" tesisi ile menfaatlerini birleştirmeye gayret etmiştir. Önemli olan, cemiyetin hayatında işsizliğe mani olma ve istihsalın devamını sağlamaktır. Bu hedefe doğru hareket edilerek, taraflar arasında mutlaka bir çözüm bulunacak, bir tarafın diğerini ezmesine müsaade edilmeyecektir.
Islâmiyet emeğe olduğu kadar sermayeye de değer vermiş; ikisinin bir arada tekâmül ve yardımlaşma halinde bulunmasını temin için gayret sarfetmiştir. Toplumun menfaati, Allah`ın hakları içinde yer alır (bk. Servet Armağan, Islâm Hukuku`nda Işçi Işveren Arasındaki Münasebetler, Sosyal Siyaset Konferansları, Istanbul 1982).
Işçinin hakları, Islâm hukukunda, üzerinde çok duruları bir konudur. Işçinin yaptığı iş karşılığında esasları mukavele ile belirtilen bir ücrete hakkıolduğu Islâm hukukçuları tarafından toplumlarda, işçi-işveren ilişkisini vurgulayan bir teferruatla anlatılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) Buhârî`den alınan bir hadisi şerif`te şöyle buyurmaktadır: "Ben kıyamette üç kişinin hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen kimse" (Buhârî, Büyû`, 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Ruhûn, 4).
Sermaye-emek çatışması Kapıtalist ülkelerde sürüp gitmektedir. Son yirmi yıl içerisinde işveren ve işçi örgütleri ile birlikte grev ve lokavtlar da sayıca artmış ve yaygınlaşmıştır.
Grev, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurma hakkıdır. Böyle olunca, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir. Piyasada mal arzının düşmesinden ötürü fiyatlar artmakta; bu, tüketiciyi etkilemektedir. Üretime ara verilmesine yol açtığı için üreticiyi de etkilemektedir. Öte yandan grevden ötürü işi durdurmakla isçinin kendisi kayba uğramaktadır. (Ayrıca bk. Ecir, işçi maddeleri).
Grevin zıttı olan lokavt; işyerinin işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından kapatılması demektir. Lokavtla üretim durmakta ve işsizlık sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt sonucu, üretici ve tüketicinin çıkarları zedelenmekte ve bu durum, kestirilmesi güç bir çok sosyo-ekonomik tepkilerin ortaya çıkmasına yolaçmaktadır. Emekle sermaye arasında uzun boylu bir uzlaşma sağlamak için birçok girişimler yapılmış, ne var ki, Kapıtalist sistem bu konuda sağlam bir sonuca varmakta başarısızlığa uğramıştır.
Islâm toplumda sermayenin de, emeğin de varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur`an ve Sünnet`te saptanan temel ilke şudur: Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabıliyetlerini harcayarak yapacaktır. işveren ise işçiye hizmetinin karşılığını tam olarak ödeyecektir. Gerçekte Islâm, meseleye manevî bir yön vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir barış kurmaktadır. Bu husus, bugünkü emek-sermaye çatışmasının sebeplerini ve Islâmî emirleri analiz edince daha da aydınlanacaktır. Ekonomik ve psikolojik etkenler, bu tür endüstriyel rahatsızlıklar ve tedirginlik doğurmaktadır (bk. M. A. Mannan, Emek Sermaye ilişkisi, Istanbul 1972, s. 199).
İTİKAD
Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer`î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar. İkinci kısım dini hükümler inanç esasları ile ilgilidir. Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu inançların bütününe ad olan akâid ile eş anlamlı kullanır olmuştur. Kelimenin manası üzerine kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Ancak bu ihtilaflar aslı ilgilendiren meseleler değildir. Şu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meşhur olan manası ile aklî kesin hükümdür. Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir. Meşhur olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür. ilme istinat eder, şüphe götürmez. Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır (bk. Tehânevî, Keşşâf, II, 952).
İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini ifade eder. Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır. Hakikatte itikat daha geniş anlamları ihtiva eder. En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir. İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi mensuplarının itikadıdır (bk. iman mad.)
İslâm`da kelâmî mezhepler Maturidilik, Eşarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir.
İTİKÂF
Bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir fıkıh terimi.
İtikâf, Kur`an ve sünnetle sabittir. Kur`an`da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken; "... Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın..." (el-Bakara, 2/ 187) buyurulur. Başka bir ayette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir (bk. el-Bakara, 2/125). Hz. Peygamber`in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe`nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.s) Ramazan`ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber`in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk. Buhârî, İ`tikâf, 1-18; Ezân, 12, 135; Hayz 10; Müslim, İ`tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm, 77).
Ebu Hanife`ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescidde itikâfta bulunmak caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik`e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur.
Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir (ez-Zebîdî, Tecrîd-i«Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).
İTİKAF ÜÇE AYRILIR
a. Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Resulullah (s.a.s)`den, "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram`da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Resulullah (s.a.s); "Adağını yerine getir" buyurmuştur (Buhârı, i`tikâf, 16; Ahmed b. Hanbel, ll, 10).
b- Sünnet olan itikâf: Ramazan`ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe`nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129). Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk`ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur.
c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfda oruç şart değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüşünde bulundukları bilinmektedir.
İTİKAFI BOZAN ŞEYLER
a- Cinsi ilişkide bulunmak. Kur`an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın " (el-Bakara, 2/187) buyurulur. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa yine itikâf bozulur.
b- Herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak.
c- Bayılmak.
İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer`î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabılir.
İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır.
İçerisinde bulunduğu mescidden zorla çıkarılması ya da şahsı ve eşyası hakkında korkusu sebebiyle başka bir mescide taşınmak için çıkması ise zarûrî ihtiyaç sebebiyle çıkıştır.
Bunların dışında mescidden çıkmak itikâfı bozar. İtikâfda olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 440 vd.; ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 323 vd.; Mehmed Zihnî, Ni`met-i İslâm, İstanbul 1328, s. 98 vd.).
İTİKÂFIN ŞARTLARI
1- Niyet; Niyetsiz itikâf olmaz. Nezredilen itikâfda niyetin ayrıca dil ile ifade edilmesi gerekir.
2- Mescid: Erkeğin, itikafı cemaatle beş vakit namaz kılınan mescidde olmalıdır. İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram`da, sonra Mescid-i Nebevî`de ve sonra da Mescid-i Aksa`da olandır. Diğer mescidlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir.
3- Oruç: Daha önce de belirttiğimiz gibi vacip olan itikâf için oruç şarttır. Sünnet itikâf Ramazan ayında olduğu için zaten oruçlu bulunma şart vardır.
4- Temizlik: Kadınların hayız ve nifastan temiz olmaları gerekir. Cünüplük oruca mani olmadığı gibi, itikafı da bozmaz. itikâfa giren cami içinde iken ihtilâm olursa, dışarı çıkarak gusül abdesti alır ve yeniden itikâfa devam eder.
tikâfta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir. Bu nedenle mümeyyiz bir çocuğun itikâfı da geçerlidir.
Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının iznini alması şarttır.
İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaatı kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur`an, hadis, Allah`ı zikir ve ibadetle meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın adabındandır.
İTİKÂFTAKİ KADININ YEMEK PİŞİRMESİ
Kadın itikafta iken kocası için yemek pişirebilir mi?
Konunun anlaşılabilmesi için şu bilgileri hatırlamamız gerekir.
1- Itikâfin mescidde yapılması şarttır. Buna göre, eğer kadın evinin bir köşesini mescid edinmemişse onun itikâfi da sahih olmaz.
2- Kadının itikâfı ancak kocanın izni ile sahih olur. Kocası kendisine itikâf için izin verdikten sonra artık ona engel olamaz. Çünkü zevceye verilen izin, onun menfaatlerini kendi mülküne vermek (temlik) demektir. Kadının da mülk edinme ehliyeti bulunduğu için bundan dönülemez.
3- Kadının itikâf adâması (böylece itikâfı kendisine vacip kılması) sahih ise de, bu adağını yerine getirmesi kocamın iznine bağlı bulunduğundan, izinsiz olarak itikâf adayan kadın kocası bundan engelleyebilir.
4- Bir ay itikâfa izin veren kocanın zevcesi aralıksız itikâf yapmak istediğinde kocası ona parça parça itikâf yapmasını emredebilir.
5- Itikâfa girenin yemesi, içmesi, uyuması, kendisi ya da çoluk çocuğu için muhtaç olduğu şeyi satın alması mescidde olur. Bunlar için çıkarsa itikafı bozulur.
6- Yukardaki biIgiler vacip olan (yani adanmış, nezredilmiş bulunan) itikâflar içindir. Nafile itikâflarda hareket serbestisi biraz daha fazladır. Buna göre kocası kendisine "yemeğini pişirme" şartı ile izin veren, ya da nafile itikâfa girerken bu niyetle giren kadın, çıkıp evinin yemeğini pişirebilir.
7- Yalnız gündüzleri itikafa niyet etmek de sahih olduğu için, böyle niyet eden bir kadın da geceleri (oruç tutulmayan saatler) çıkıp ev işlerini yapabilir.
İTLAF (BAŞKASININ HAKKINA TECAVÜZ VE ÖDEME DURUMU)
Yok etme, helâk etme. Bozmak ve tüketmek yakın anlamlı kelimelerdir. Bir şeyi örfe göre kendisinden yararlanılır olmaktan çıkarmak anlamında bir İslâm hukuku terimi. Meşhur İslâm hukukçusu el-Kâsânî (ö. 5 87/ 1191) , suçları , insanlara veya hayvanlara ve eşyaya karşı işlenenler olmak üzere ikiye ayrılır. Hayvan ve eşyaya karşı işlenenleri de gasb ve itlâf olmak üzere iki kısımda mütalaa eder (el-Kâsânı, Bedâyîu`s-Sanâyi`, VII, 164, 233).
İtlâf, tazmini gerekli kılan bir sebeptir. Çünkü başkasının hakkına tecavüz ve ona zarar vermektir. Ayette; "Kim sizin hakkınıza tecavüz ederse, siz de size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele edin" (el-Bakara, 2/194) buyurulur. Hz. Peygamber de; "İslâm`da zarar ve zarara karşı zarar yoktur" buyurmuştur. Gaspta bile tazmin gerekince, malı telefte öncelikle gerekir. Çünkü bu, sırf hakka tecavüz ve zarar vermedir. Hatta başkasının malına zarar vermenin kasten ve hata yoluyla olması, telef edenin büluğ çağına ulaşıp ulaşmaması, temyiz kudretine sahip olup olmaması arasında bir fark yoktur. Bütün bu durumlarda tazmin gerektiği konusunda dört mezhebin görüş birliği vardır. Hatta uyuyan veya akıl hastası olan da mala verdiği zarardan sorumludur (ibn Nüceym, el-Esbâh, ve`n-Nezâir, I, 77; İbn Rüşd Bidâyetü`l Müctehid, II, 404 vd.; ibn Âbidîn, Reddu`l-Muhtâr, V, 378, 415).
Mal telefine dolaylı yoldan sebep olma İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığına neden olmuştur.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf`a göre, kapı, pencere ve benzeri yerleri açık bırakarak malın çalınmasına sebep olan, bir hırsıza veya zalime yol göstererek veya hayvanın bağını çözerek mal telefine sebep olan kimse malı tazmin etmez. Çünkü mücerred olarak kapıyı açık bırakma, hayvanı serbest bırakma vb. fiiller her zaman doğrudan telefe sebep olmadığı için bunlara bir hüküm gerekmez. Mâlikî ve Hanbelilerde ise, bu kimseye tazmin gerekir. Bir kabın ağzını açık bırakmanın yol açtığı telefte de aynı hüküm uygulanır (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 166; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 280; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, I, 374, 375; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletuh, V, 741, 743).
Acı bir haber vermekten veya hâkimin gebe bir kadını davet etmesi yüzünden can telefi meydana gelse tazmin gerekmez. Çünkü sebep sonuç arasında bağlantı yoktur. Mal sahibinin malının başından uzaklaştırılması telefe yol açmışsa, eğer mal menkulse tazmin gerekir; gayrimenkulse gerekmez. İmam Muhammed`e göre ise, gayrimenkullerde de gasp ve telef hükümleri uygulanır (İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 223, VII, 834; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 192).
İtlâfta tazminin gerekmesi için şu şartların bulunması aranır:
l) Telef edilen şey mal olması gerekir. Bu yüzden ölü hayvanın, deri ve kanın, adi toprağın tahrip edilmesi tazmini gerektirmez. Çünkü bunlar şer`an ve örfen mal değildir.
2) Malın, sahibine göre mütekavvim sayılması icab eder. Mütekavvim mal; darda kalmaksızın kendisinden yararlanmanın şer`an mübah olduğu maldır. Bu sebeple, müslümana ait şarap veya domuzun telefi hâlinde tazmin gerekmez. Telef edenin müslüman veya zimmî olması sonucu etkilemez. Çünkü bunlar müslüman hakkında mütekavvim malı değildir. Gayri müslime ait şarap veya domuza gelince; bunları telef eden müslüman olsun, başkası olsun tazmin eder.
3) Telefin devamlı bir zarar oluşturması gerekir. Mal eski hâline getirilebilirse tazmin gerekmez.
4) Telef edenin tazminin vücûbuna ehil olması gerekir. Meselâ, bir kimse kendi malını telef etse bir şey gerekmez.
5) Tazminden bir yarar olmalıdır. Harbînin malını telefte müslümana ve dâru`l-harpte müslümanın malını telefte harbı üzerine tazmin gerekmez. Çünkü bir belde hâkiminin, hükümlerini başka bir belde halkı üzerinde infaz etme yetki ve velayeti yoktur. Harbînin malı İslâm nazarında mübahtır. Bunu alan kimse gaspçı sayılmaz. Âdil, bâğinin (âsî); bâği, adilin malını tahrip etse tazmin gerekmez. Çünkü bunların birbiri üzerinde velâyet ve hükmetme yetkileri yoktur.
Başkasının malını dolaylı yoldan (tesebbüben) telefte tazminatın gerekmesi için telefin; hakka tecavüz yoluyla veya kasıtla olması gerekir. Meselâ, umumî yolda idarecilerden izinsiz bir çukur kazan ve çevresinde gerekli tedbirleri almayan kimse, bu kuyuya düşüp ölen bir hayvanı tazmin eder. Komşu arazinin suyunu kesen ve mahsulün kurumasına sebep olan kimse de bunu öder. Ayrıca sebebin, sonucu, âdetlere göre araya başka bir sebep girmeksizin meydana getirmesi gerekir. Meselâ, izinsiz umumî yol üzerinde kazılan bir kuyuya bir hayvanı üçüncü bir şahıs itse ve ölümüne sebep olsa, hayvanı, kuyuyu kazanın değil, onu o kuyuya itenin tazmin etmesi gerekir. Bir malın zaruret halinde tahribi veya tüketilmesi tazmine engel teşkil etmez. Telefte tazmin gaspta tazmin gibidir. Yani mal mislî ise misliyle; kıymeti ise kıymetiyle tazmin edilir (es-Serahsî, a.g.e., II, 53; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 155, 157, 167 vd.; eş-Sevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 329 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhu`l-İslâm; ve Edilletüh, V, 745, 750).
İVAZ (KARŞILIK OLARAK VERİLEN ŞEY)
Bedel, karşılık, yerine geçen, satım veya mali konudaki başka bir akitte, taraflardan birisinin taahhüdüne karşılık, diğer tarafın vermek veya yapmak yükümlülüğünde olduğu şeyleri ifade eden bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a`vaz" dır. Bir akit iki tarafa borç yüklüyorsa, buna "ivazlı akit" denir. Satım, kira ve sulh akdi gibi. Taraflardan birisine borç yüklüyor, diğer taraf borç yükü altına girmiyorsa, buna da "ivazsız (bilâ ivaz) akit" denir. Hibe, vasiyet, âriyet gibi.
Bir satım akdinde satıcı malı vermeyi borçlanırken, alıcı da, bu malın bedeli olan parayı ödemeyi üstlenmektedir. Burada mal ve bunun bedeli olan para karşılıklı ivaz`lardır. Hibe akdinde ise bir taraf, meselâ bir gayrimenkulünü karşı tarafa bağışlarken bir bedel talep etmediği için, akit ivaz`sız olarak yapılmaktadır.
Hibe akdi gerek İslâm hukukunda ve gerekse beşerî hukuklarda, kural olarak; bir mal veya ekonomik değeri olan bir şeyin karşılıksız ve meccânen temlikidir (Mecelle, mad. 833, 838; Türk B.K. m. 231/1; Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, İstanbul 1950, l, 39).
Ancak bu kuralın istisnası olarak, hibe edilenin kıymetine eşit veya daha fazla olmamak şartıyla ivaz`lı hibe de mümkün ve caiz görülmüştür. Çünkü günlük hayatta bağış yapılırken bazı şart ve yükümlülüklerin konulması veya küçük de olsa bir bedelin alınması bağışlayan için önemli olabilmektedir. Çok değerli bir gayrimenkulü "ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla bağışlamak" veya yüzmilyon lira değerindeki dairesini alıcıya yardım etmek amacıyla onmilyona satmak gibi.
Hanefîlere göre, ivazlı hibe, başlangıcı bakımından hibe ise de, sonucu itibarıyla satım akdinden ibarettir. Bu yüzden de caizdir. Hatta İmam Züfer`e göre bu çeşit hibe doğrudan satım akdi niteliğindedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnûn, el-Müdevvene, Kahire 1323-1324, XV, 79).
Şafiî ve Mâlikîlere göre de ivazlı hibe, satım akdi niteliğinde olup, taraflar için seçim hakkı bile doğurur (Mâlik, el-Muvatta`, II, 128; Sahnûn, a.g.e., XV, 79).
İvazlı hibenin caiz olduğunu gösteren deliller hadis ve sahabe kavlidir. Abdullah b. Abbas`tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber`e birisi bir deve hibe etmiş, O da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o kimseye razı oldun mu? diye sormuş, o şahıs, hayır, deyince, Hz. Peygamber, onu razı edinceye kadar, karşılık olan ivazı arttırmaya devam etmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 295; Abdurrazzâk, el-Musannef, IX, 105). Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Yaptığı hibenin karşılığını bekleyen kimseye, ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da karşılığı olan bir ıvaz ödenmelidir" (Abdurrazzâk, a.g.e., IX, 105).
Mecelle`nin 855 nci maddesinde; "İvaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" hükmü yer alır. Bu madde için şöyle bir örnek verilir: Bir kimse, mülkü olan bir akarı, ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla, birisine hibe ve teslim etse, bağışlanan bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup, hibesinden vazgeçmekle o akarı geri alamaz. Burada borçlanma karşılıklı olduğu için, tek yanlı irade beyanıyla akdin bozulamayacağı belirtilmiştir.
Hibede, şart koşulan ivaz muayyen ve belirli olmadığı taktirde hibe akdi sahih, şart fâsit olur (Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1949-1952, IV, 111). Şafiîler`e göre, şart koşulan ivaz belirli ise akit sahih ve satım akdi niteliğinde olur. ivaz şart koşulmuş fakat belirsiz bırakılmışsa akit batıl olur (Sâf î, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 105; Nevevî, Minhâcü`t-Tâlibîn, Mısır, t.y., s. 72).
Türk Borçlar Hukukunda da, şartlı, mükellefiyetli veya küçük bir bedel karşılığında yapılacak "ivazlı hibe" geçerli sayılmıştır. Hibenin tarifinde yer alan; "bağışlamanın mukabıl bir ivaz taahhüt edilmeksizin yapılması gerekeceği" ifadeleri, genel kurallarla ilgilidir (bk. mad. 244/1). İvazlı hibe, kuralın istisnasıdır. Diğer yandan satım akdi ile ivazlı hibe arasında hükümleri ve sonuçları bakımından birtakım farklılıklar vardır (bk. AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 60-61).
Hanefîlere göre prensip olarak hibeden vazgeçmek caiz görülürken, yedi durumda artık bunun mümkün olmayacağı esası benimsenmiştir. Hibe edilen şey karşılığında bir ivazın verilmiş olması ve bağışlayanın da bu ivazı kabzetmiş bulunması rucûa engeldir (Diğer rucû engelleri için bk. Ebû Yusuf, el-Asâr, Kahire 1355, s. 163 vd.; el-Kâsânî, Bedâyîu`s-Sanâyi`, Mısır 1327-1328, VI, 128-134; Mehmed Mevkufâtî, Mevkufât, Mülteka Tercemesi, İstanbul 1312- 1315, II, 138).
İYİLİK VE GÜZEL ŞEYLER İŞLEMEK
İyilik, hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman`ın Allah`a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın kendisidir. Allah`ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah`a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah`ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr gerçekleşir. Çünkü Kur`an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur`an`ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır.
Be-r-ra`, "iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş oldu" demektir; kelime Kur`an`ı Kerîm`de bu anlamda değişik şekillerde kullanılmıştır:
"Allah sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve adaletle davranmaktan alıkoymaz, Allah adaletle davrananları sever" (el-Mümtehine, 60/8).
`Adele` fiilî ism-i fâilinin "adl" ve "âdil" şeklinde geldiği gibi "Berra" fiilinin ism-i faili hem "berr", hem de "bârr" olarak gelir. Adl, âdilden daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade ediyorsa, berr de bârr`dan daha beliğ ve daha geniş bir anlam ifade eder. Berr öncelikle Hakk Teâlâ hakkında kullanılır.
"Biz bundan önce O`na dua ederdik; muhakkak O berr ve rahîm olandır" (et-Tûr, 52/28).
"Kul Rabbi`ne bol itaatte bulundu" anlamında kullanıldığı gibi, Allah`ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesi demektir. Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara`dır. Berr`in Kur`an`da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz:
"(O Kur`an Allah katında) pek şerefli son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir. Emrine itaatkâr değerli (kiramen berara) kâtiplerin ellerindedir. " (Abese, 80/13-16).
"(Yahya) anne-babasına berr idi, zorba ve isyankâr değildi " (Meryem, l9/14-15).
"(İsa): "Beni bulunduğum her yerde mübarek kıldı ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekât`ı emretti. Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni". (Meryem, 19/31-32).
"Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizi ebrarla (salih kimselerle) birlikte vefat ettir" (Âli İmrân, 3/193).
"Muhakkak ebrâr Naim`dedir" (el-İnfitar, 82/13).
Rasûl-i Ekrem`e "birr" nedir diye sorulduğunda şu ayet- kerimeyi okumuşlardır:
"Birr, yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah`a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere infak eden, namazı kılan ve zekâtı veren, ahidleştiklerinde ahdini yerine getirenler, zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sâdık olanlar; ve onlardır müttaki olanlar" (el-Bakara, 2/117).
Ayette açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı yukarı bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin) içine almaktadır. Bir diğer husus "birr"in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet "birr"i amel olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman belirttiğimiz gibi, insan maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir. Artık ona mümin yerine iman; muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz. Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer. İradesini Allah`ın iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma geçen insan, Allah`ın her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır. Ayetten anlaşılan bir diğer husus birr`in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır. Birr konusunda gelen diğer ayetler, yukarıdaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak, farzı içine aldığı gibi fazlasını da kapsar. Kur`an duruma göre ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesini emreder (el-Bakara, 2/219); "Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine alır.
"Sevdiğinizden infak etmedikçe birr`e erişemezsiniz.." (Âli İmrân, 3/92).
Evlere ancak kapılarından girilir. Arkalarından değil, önlerinden gelinir. Aynı şekilde, her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır. Sözgelimi, ilim ancak âlimden öğrenilir; yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr ehline (o işi bilenlere) sorulur; ancak bu yollarla birr`e ulaşılabilir.
"Evlere arkalarından gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından gelin, Allah`tan ittika edin. Umulur ki, felah bulasınız" (el-Bakara, 2/189).
İZALE-İ ŞÜYÛ (ORTAKLIĞI SONA ERDİRME )
Birden çok gerçek veya tüzel kişiler arasında ortak olan bir şeydeki ortaklığı giderme anlamında bir İslâm hukuku terimi.
Bir mal üzerindeki ortaklık, bu malı ya ortaklar arasında taksim ederek veya taksim mümkün olmazsa satışı yoluna gidilerek sona erdirilebilir.
Hanefîlere göre taksim cebrî ve rızâî olmak üzere ikiye ayrılır. Cebrî taksim; ortaklardan birisinin isteği üzerine hâkimin kur`a çekerek veya başka bir yolla ortak malı taksim etmesidir. Rızâî taksim; ortakların karşılıklı rıza ile yaptıkları taksimdir. Bu, diğer akitler gibi bir akit sayılır ve "taksim akdi" adını alır. Cebrî taksime "kazaen taksim" de denir. Bunlardan her biri ikiye ayrılır:
1) Müşterek mülkiyete çevirerek taksim (tefrik veya fert taksimi). İştirak halinde ortak olan bir malın, ortakların hisselerine göre taksim edilip, her cüz`ünde şâyi olan hisselerin, birer kısımda belirli hâle gelmesidir. Yarı yarıya ortak olan bir arsanın ikiye taksimi; iki veya üç kişi arasında ortak olan büyük bir evin, bunlardan herbirine ikide bir veya üçte bir kısmını vererek, mülklerini belirleme gibi. Bu, ölçü, tartı, ve standart olup sayıyla alınıp satılan ortak mallarda söz konusu olabilir (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, VII, 19, 22; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, V, 184).
2) Toplayıp hisselere bölme (cem` taksimi). Aynı cins ortak mallar toplanarak, ortakların hisselerine göre kısımlara bölünür. Üç kişi arasında ortak olan otuz koyunun onar onar üçe taksimi gibi...
Bu, yalnız mislî mallarda caiz olur. Cinsleri farklı olan mallar bu şekilde taksim edilemez.
Karşılıklı rızaya dayanan taksimin şartları şunlardır:
a) Taksim yapacakların ehliyetli olması. Akıl yeterlidir. Bu nedenle akıl hastalan ve gayri mümeyyiz çocuklar mal taksimine ehil değildirler. Ancak mümeyyiz çocuk bu tasarrufu velisinin izniyle yapabilir.
b) Mülk veya velî olma. Taksimi ancak malın sahipleri veya bunların ehil olmaması hâlinde velileri yapabilir.
c) Ortak veya vekillerinin hazır bulunması. Rızaen taksimde, bir ortağın gıyabıda diğerleri taksim yapsa, bu geçerli olmaz. Ancak böyle bir taksimi hâkim yapmışsa geçerlidir.
d) Ortakların rızası, Rıza olmazsa taksim geçerli bulunmaz. Meselâ mirasçılar arasında vasisi olmayan küçük bir çocuk veya gaib (kayıp kimse) olsa; diğerleri mirası taksim etseler, bu geçersiz olur. Çünkü burada taksim, satım akdi gibidir (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 19, 22, 24; İbn Âbidîn, a.g.e., V, 180).
Kazaen (Mahkeme kararıyla) taksimin şartları:
l) Ortaklardan birisinin veya hepsinin hâkimden taksim talebinde bulunması. Prensip olarak, talep olmaksızın ortak mal taksim edilemez. Çünkü bu, başkalarının malında tasarruf olur ve şer`an sakıncalıdır. Bir ortak taksimi ister, diğeri istemezse; mal bölünebilir cinstense, ortaklar arasında kazâen taksim edilir. Zararı gidermek için bu gereklidir. Mal bölünebilir nitelikte değilse, ortak maldan sırayla yararlanmalarına veya gelirinin paylaşılmasına hüküm verilir.
2) Taksimin zararlı olmaması. Bu, müşterek mülkiyete çevirerek taksimde söz konusu olur.
Ortak mal, kitap, küçük ev, değirmen, yakut gibi bölünemeyen veya bölündüğü taktirde yararlanılır olmaktan çıkacaksa, bunlarda kazaen taksim yoluna gidilmez. Sırayla yararlanma veya gelirini paylaşma (muhâyee) kararı verilir; yahut da, bu gibi bölünemeyen ortak mallar mahkemece satılarak parası ortaklara payları oranında taksim edilir (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 22, 27; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 115 vd.; Ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1970, VII, 137, 152).
İşte ortak bir mal ister rızaen, ister kazaen taksim edilmiş olsun veya taksime elverişli değilse satılarak parası bölüştürülmüş bulunsun bütün bu durumlarda maldaki ortaklık (şüyû) giderilmiş olur.
İZAR (ÖRTÜ)
İzar daha çok hadis ve fıkıh kitaplarında geçer. Eskiden takım elbise "izar" ve "rida"dan ibaretti. Belden aşağı bağlanana izar; ihram gibi omuza atılana da rida denirdi. Rida yeteri büyüklükte olunca, sağ ucunu sol omzundan geçirip ve sol ucunu sağ kolunun altından çıkarıp iki ucunu ya göğüs tarafından, ya da arkadan bağlayarak örtü yapmak suretiyle namaz kılmak mümkün ve caizdir. Ashab-ı Kirâm`dan Amr b. Seleme, Hz. Peygamber`in böyle bir rida ile namaz kıldığını nakleder (Buhârî, .Salât, 4; Müslim, Salât, 279, MiŞâfirîn, 83, 196; İbn Mâce, Tahâre, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 239, 257, 281, 351).
Tek parça halindeki kumaşın iki ucunun bağlanması, rükû sırasında bunun düşmemesi ve namaz kılanın kendi avret yerine gözünün takılmaması içindir (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1983, II, 28).
Günümüzde hacca gidenlerin ihram niyetiyle belden aşağıya bağladıkları büyücek havlu izar, omuza alman üst havlu ise rida yerindedir. Bu giysiler erkekle ilgilidir.
Kadının ise namaz kılarken ve yabancı erkeklerin yanında, ya da ev dışına çıktığında yüz, el ve ayaklar dışında tüm bedeninin örtülmesi gerekir. Kur`an-ı Kerîm`de kadının tesettürü için iki parça giysiden söz edilir. Birincisi yanlara serbest salıverilen başörtüsü (hımâr, çoğulu humur), diğeri bedeni aşağıya kadar örten dış elbise (cilbâp, çoğulu celâbîb)`dir (bk. en-Nûr, 24/31; el-Ahzâb, 33/59).
Kadınların hac`ta normal tesettürleri ihram yerine geçer. Onlar için ayrıca ihram giysisi söz konusu değildir.
İZİN İSTEME (İSTİ`ZÂN) MESELESI
Islâm, sosyal ilişkilerdeki usulleri (âdâb-i muâşeret) insan onuruna en yakışır biçimde, dünyasına da âhiretine de en yararlı tarzda açıklamış ve düzene koymuştur.
Kur`ân-ı Kerim, izin isteme konusunu iki ayrı yerde detaylıca anlatır:
"Ey inananlar, evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir." Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Size, dönün denirse dönün. Bu, sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilir. Içinde menfaatiniz bulunan boş evlere girmenizde bir sorumluluk yoktur. Allah açıga vurduğunuzuda gizlediğinizi de bilir". (Nûr (24) 27, 28184. Nûr (24) 58-59)
Bu âyetleri Efendimizin hadîsleriyle beraber düşünen tefsirciler; "Ev sahibinin görülmesini istemediği bir manzaraya ya da açık olabilecek avret bir yere gözü ilişmemesi ve muhtemel çok büyük fitnelere sebep olmamak için gidilen evin kapısını üç defa çalar, sırtını kapıya verir ve bekler. Açarsa selâm verir ve söyleyeceklerini söyler, açmazsa dördüncü defa çalmaz ve döner" demişlerdir. Bu konuda kadınlâ erkek eşittir. Çocuklar ise bununla sorumlu değillerdir. Ancak öğretilmeleri gerekir.
Bu konuda aynı sûrede daha sonra şu âyetler yer alır:
"Ey inananlar, elleriniz altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olan (çocuk) lar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde, üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta, size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah Bilen`dir. Hakîm`dir. Çocuklarınız erginlik çağına gelince, büyüklerinin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah Bilen`dir. Hakîm`dir.
Bu âyetlerde de ev halkının ve küçük ve büyük çocukların izin isteme niteliği açıklanır. Küçük çocuklar, karı kocanın soyunmuş olabileceği zamanlarda izin almadan onların yanlarına giremezler. Demek ki ergin olmasa dahi, birşeyler anlayabilecek çocuklar, anne-baba ile aynı odada yatmayacaktır.
Böyle küçük çocukların, anne-babanın soyunmuş olabilecekleri zamanlar dışında, izin almadan yanlarına girmelerinde bir sakınca yoktur. Ançak ergin çocuklar, izin konusunda büyükler gibidirler. Anne-babalarının, ya da bir başka kadının odasına her girmek istediklerinde izin isteyecekler üç kez kapıyı vurmalarına rağmen ses çıkmazsa döneceklerdir. Bu bir Islâmi edeptir, öğrenilmesi ve öğretilmesi gerelkir.
Girme, konusunda küçük çocukların da izin isteme gereği düşünülerek, ergin olmayan çocuk nasıl mükellef olur gibi bir soru akla gelebilir. Ancak bunuda hitap onlara değil büyükleredir. Büyüklerin bunu onlara öğretmeleri istenmiştir.
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca