Thread Rating:
  • 16 Vote(s) - 2.75 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi M Harfi İle Başlayanlar
#1
Oku-1 
Fıkıh Ansiklopedisi M Harfi İle Başlayanlar

MÂ-İ MUKAYYED(MUTLAK SULAR)

İçilmesi veya temizlik için kullanılması kayıt altına alınmış su. İslâm fıkhında su denildiği zaman, içilmesi veya temizlikte kullanılması caiz olan temiz sıvı kastedilir ki, buna "mutlak su" denir. Yaratıldıkları vasıf üzere bulunan yağmur, kar, dolu, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu suları bu niteliktedir.

Kur`ân-ı Kerim`de bütün suların ilk kaynağı olan yağmur suyunun temizliğine şöyle işaret edilir: "Biz gökten tertemiz bir su indirdik" (el-Furkan, 25/48). Yeryüzünde canlıların ihtiyacını karşılayacak ölçüde suyun bulunduğu ayetlerde şöyle belirlenir: "Biz gökten belli ölçüde su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk. Şüphesiz biz onu gidermeye de kadiriz" (el-Mü`minûn, 23/18). "(Biz gökten suyu), ölü bir yere hayat verelim ve yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım, diye (indirdik)" (el-Furkan, 25/49). Hz. Peygamber, Medîne kuyularının suyu ile abdest almış ve su hakkında şöyle buyurmuştur: "Su temizleyicidir. Tadını, rengini veya kokusunu değiştiren birşey kendisine karışmadıkça, hiç bir şey suyu pis hale getirmez" (Ebû Dâvud, Tahâre, 34; Tirmizî, Tahâre, 49; Nesaî, Miyâh,1, 2; İbn Mâce, Tahâre, 76; Ahmed b. Hanbel, I, 235, 284, 308, III, 16, 31, 86, VI, 172, 330;.el-Mevsılî, el-İhtiyâr, y. ve t.y., I, 14).

Mutlak su, dışarıdan katı veya sıvı bir maddenin karışmasıyla, yaratılmış olduğu özelliğini kaybederek, mukayyed su halini alır. Bunlar, kendilerine karışan maddeye göre bir sıfat eklenerek yeni bir ad alırlar. Gül suyu, çiçek suyu, üzüm, erik ve et suları gibi...

Mukayyed sular da ikiye ayrılır:

1) Aslî olanlar: Kavun, karpuz, asma, gül suları ve benzeri.

2) Gayri aslî olanlar: Aslında mutlak su iken bir arızadan dolayı mukayyed olan sulardır. İçine düşen yaprakların çürümesi ile tabiatı olan incelik ve akıcılık özelliğini kaybederek bozulan su gibi... İçinde nohut, mercimek gibi temiz bir şeyin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybetmiş bulunan su da mukayyed su sayılır (M. Zihni,Nimeti İslâm, I, 13).

İçine karışan mukayyed bir su ile üç özellikten, yani renk, koku ve tadından birini veya ikisini kaybeden mutlak bir su da mukayyed sayılır. Şöyle ki; mutlak bir suya süt gibi renk ve taddan ibaret iki vasfı olan veya karpuz suyu gibi taddan ibaret bir vasfı bulunan bir sıvı karışıp kendisinde bu vasıflardan yalnız birisi ortaya çıksa veya sirke gibi renk, tad ve koku olarak üç vasfı bulunan bir sıvı karışıp da bu vasıflardan ikisi belirse, artık böyle bir mutlak su mukayyed hale gelmiş olur.

Bir mutlak su yosun tutsa veya uzun süre geçmesiyle özelliği bozulsa veya içine, tadını değiştirmeyecek miktarda sabun, zağferan, toprak veya toprak gibi temiz ve katı şeyler düşse veya içinde mısır, nohut gibi şeyler ıslatılsa mutlak olmaktan çıkmaz; isterse rengi, kokusu ve lezzeti bozulmuş olsun. Ancak böyle bir sebeple tabiatını kaybetmiş, yani inceliği ve akıcılığı kalmamış olursa artık bir mukayyed su halini alır (M. Zihni, a.g.e., s., 14).

Mukayyed suların hükümlerine gelince; bu sularla abdest ve gusül alınamaz. Yani bunlarla hükmî necaset giderilemez. Çünkü İslâm`da bu çeşit temizlikler için mutlak su kullanılması gerekli kılınmıştır.

Mukayyed suların bir kısmı içilebilir ve yemeklerde kullanılabilir. Bunların yağlı ve yapışkan olmayan, sıkmakla akıp gidecek halde bulunan kısmıyla hakikî pislikler yıkanıp giderilebilir. Meselâ, maddî, necaset; yağmur, dere, deniz, pınar, kuyu sularıyla giderilebileceği gibi, çiçek sularıyla, meyve ve sebzelerden çıkarılan sularla, içinde nohut, mercimek gibi şeyler ıslatılmış olan sularla da giderilebilir. Fakat temiz olmayan sularla, yağlı ve yapışkan sıvılarla veya içine karışan herhangi bir şeyden dolayı incelik ve akıcılığını kaybetmiş sularla pislik giderilemez.

Mutlak sular gibi mukayyed sular da içlerine düşecek pis şeylerden dolayı temizliklerini kaybederler. Bu durumdaki mukayyed bir su ne hükmî; ne de hakikî bir pisliği gideremez (Semerkandî, Tuhfetü`l-Fukahâ, I, 111; el-Mergınâni, el-Hidâye, I,17,19; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, İstanbul 1393/1973, I, 16-21, 41-45; el-Fetâvâ`l-Hâniyye (Hindiyye kenarında), İstanbul 1393/1973, I, 3-5, 18 vd),

MÂ-İ MÜSTA`MEL(ÖZELLİĞİNİ KAYBETMİŞ SULAR)

İslâm hukuku açısından sular; biri mutlak, diğeri mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır. Mutlak su, aslî özelliğini kaybetmemiş olan yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu sularıdır. Bunlardan her birine "mutlak su" denir. Mukayyed su ise; kendisine herhangi bir maddenin karışmasıyla renk, koku, tad gibi aslî özelliklerinden birini veya bir kaçını kaybetmiş ve hususî bir ad almış olan sulardır. Gül suyu, çiçek suyu, meyva suyu, et suyu gibi... Bunlardan her birine de "mukayyed su" denir.

Mutlak sular, hem temiz hem de temizleyici olup olmama yönünden beş kısma ayrılmıştır. İşte bunlardan biri de, sözlük anlamı itibâriyle kullanılmış su demek olan "mâ-i müsta`mel`dir. Abdest almak veya gusletmek gibi mânevi bir pisliği gidermek, herhangi bir farzı yerine getirmek veya sevap kazanmak niyetiyle insan bedeninde veya bir uzvunda kullanılan sular, kullanılmış su hükmündedir. Keza abdesti olan bir kimsenin sırf sevap kazanmak amacıyla başka bir mecliste veya bir ibadet yaptıktan sonra aynı mecliste tekrar abdest aldığı su da böyledir. Aynı şekilde, yemeklerden önce ve sonra Hz. Peygamber`in sünnetine riayet etmek amacıyla elleri yıkamada kullanılan su da bu gruba girer.

Kullanılmış su, İslâm hukuku açısından temiz olup maddi pislikleri gidermede kullanılırsa da; abdest almada, gusülde ve diğer mânevi kirleri gidermede kullanılamaz. Buna göre, abdest alırken veya guslederken insan bedenine dokunarak akan suları biriktirip de onunla tekrar abdest almak veya gusletmek caiz değildir. Yine, bu tür suları içmek, hamurlu işlerde vs. kullanmak tenzihen mekruhtur. Ancak, bedenden sıçrayan bu sular, dokundukları şeyleri veya abdestten sonra kurulanmak için kullanılan havluyu pisletmezler. Buna rağmen, abdest alırken sıçrayan sulardan sakınmak, kalb huzuru ve gönül rahatlığı açısından daha iyidir.

Kullanılmış suyun temiz olup temizleyici olmaması İmam Muhammed`e göredir. İmam A`zam ile İmam Ebu Yusuf`a göre bu çeşit sular pis sayılır. İmam Mâlik ile İmam Şafiînin bir görüşüne göre de kullanılmış su, hem temiz hem de temizleyicidir. Fakat tekrar kullanılması mekruhtur (bk. es-Serahsî, Kitâbü`l-Mebsût, 1, 52-53; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyî, I, 83; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 49-50; Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, s. 12).

MAĞSÛBUN MİNH(MALI ELİNDEN ZOR KULLANILARAK ALINAN KİMSE)

Elinde veya tasarrufunda bulunan bir malı başkası tarafından zor kullanılarak açıkça alınan kimse.

Kur`an`da konuya ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir: Bir de aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin, halkın mallarından bir kısmını bile bile günahı mucip (gerektiren) suretlerle yemek için o malları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin " (el-Bakara, 2/188).

Bir başka âyette ise; "Ey iman edenler! Mallarınızı haksız ve bâtıl sebeplerle aranızda yemeyiniz. Ancak aranızda gönül hoşluğu ile yaptığınız ticarî anlaşmalar başka. Bir de (haram yiyerek) kendi kendinizi mahvetmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah sizi çok esirgeyicidir" (en-Nisâ, 4/29).

Islâm dini batıl ve haksız yollarla kazanç sağlamayı tarafların karşılıklı rızasına dayalı olsa bile meşrû kabul etmez. Islâm mal kazanma, ticaret yapına ve servet biriktirme hususunda insanlığın yararına olmak üzere belli ölçü ve sınırlar getirmiştir.

Hatta Hz. Peygamber (s.a.s), Veda Haccı hutbesinde: "Ey insanlar! Müminler ancak kardeştirler, kişiye kardeşinin malı ancak gönül hoşluğu ile helâl olur" buyurmak suretiyle İslamın bu konudaki tavrını ortaya koymuştur.

Islâm hukuku malı elinden güç kullanarak alınan kişi ile ilgili olmak üzere şu hükümleri getirmiştir:

1- Mağsûbun minhin elinde iken hasıl olan artışlar, gasptan sonra tazmin ettirilir. Binaenaleyh bunlar gâsıbın haksız fiili ve kusuru olmaksızın bite telef (yok) olunca gasbedenin bunların değerini tazmin etmesi gerekir.

Meselâ; bir kimse üzümleri olgunlaşmış bir bağı üzümleriyle birlikte gasbetse, bu üzümler hakkında da gasp hükmü cereyan etmiş sayılır.

2. Mağsûbun minh, telef olan veya telef edilen malın bir kısmını gasıba, bir kısmını da ikinci gasıba tazmin ettirebilir. Bu konuda seçimlik hakka sahiptir. Gasbedilen bir malı mağsûbun minhe vermek üzere gasıbın elinden zor ve şiddete baş vurmak suretiyle alan şahıs da gasbeden hükmündedir.

3. Mağsûbun minh temyiz gücüne sahip bir çocuksa, malın ona geri verilmesi halinde, malı koruyabilecek durumda olması gerekir. Aksi halde bu geri verme geçerli olmaz. Gayrı mümeyyiz çocuğa yapılacak geri verme Islâmî ise, gasbedeni tazminat yükümlülüğünden kurtaramaz.

4. Gasbedilenin geri verilmesi ile ilgili tüm masraflar gasıba aittir.

5. Gasbedilen malın malıki ortada bulunmadığı için, gasbeden kimse malı hâkime teslim etmek istese, hâkim malın kaybolacağından korkarsa gerekli tedbirleri alır(Ö. Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, VII, 345 vd. Ayrıca bk. "Gasb" maddesi).

MAHKEME

Islâm`da mahkemelerin ortaya çıkışı, Medine`ye hicret ile başlamaktadır. Mekke döneminde müslümanlar, siyasî bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde bir yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir. Adlî düzenin kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddî iktidar, Medine`ye hicretten sonra bir Islâm devletinin kurulmasıyla elde edilmişti. Medine`de devlet başkanı, aynı zamanda kaza organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar, kaza fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilâf ve davalar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Resulullah (s.a.s), toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu.

Islâm devletinin toprakları genişleyince Resulullah (s.a.s), sahabilerden bir kısmını kadı tayın ederek ihtiyaç olan bölgelere gönderdi. Medine`de de kazaî ve adlî işlerin artmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s), hâkimlik yetkilerinden bir kısmını başkalarına devretmek zorunda kaldı. Kendisi sadece temyiz makamı olarak yetki kullanmakla yetindi.

Islâm hukukunda mahkemeler, tek hâkim sistemi ile çalıştıklarından dolayı hâkimlerin görevleri oldukça ağırdır. Bunun için, kadılar davaları çözüme kavuştururken müftî ve âlimlerden istifade ederlerdi. Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan kimselerin önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı yoktu.

Islâm`da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet gösterdiklerinden, verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece bozulması veya yeniden görüşülmesi söz konusu değildir. Temyiz makamı alt mahkemenin verdiği kararları sadece şekil yönünden tetkik edebilir. Davanın görülmesinde usul yönünden bir eksiklik mevcut değilse, kararı aynen onaylamak durumundadır. Resulullah (s.a.s), verilen kararları sadece bu açıdan incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde hareket etmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), hilâfetleri sırasında her hac mevsimi Mekke`de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her tarafında kadıların verdiği kazaî kararlara yapılan itirazları temyizen incelerlerdi. Hz. Ömer (r.a), ölüm kararlarını bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu.

Peygamber (s.a.s) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekan yoktu. O, camide, pazarda, evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz ettirirdi. Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı. Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat tayın etme âdeti de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı.

Peygamber (s.a.s) zamanında vilayet kadıları için yetki açısından bir sınırlama mevcut değildi. Kadılar bölgeleri dahilinde hukuk ve ceza davalarının tamamının muhatabı idiler. Ancak, görev sahaları belirli sınırlarla tahdit edilmişti. Bir kadı yalnızca kendi yetki bölgesinde faaliyet gösterebilir ve atandıkları bölge dışında kalan bir yerdeki adlî meselelerle ilgilenemezdi. Aynı zamanda bir şehre aynı tür davalara bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi. Bazı hukukçular, görev sahaları belirlenmek şartıyla, bunun sahih olacağı görüşünü benimsemişlerdir.

Hz. Ömer (r.a), kadılık bölgelerinde, bakacakları dava çeşitlerini belirtip birden fazla kadı tayın ederek bir taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini hafifletme yoluna gitmişti. Dava türlerinin ayırımı Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir.

Islâm toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle müslümanlar arasındaki ihtilâfları çözmek ve davalara bakmak selâhiyeti Islâm mahkemelerine aittir. Gayrımüslimler, müslümanları ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında çözebilirler. Ancak kendi rızaları ile Islâm mahkemelerine müracaat ettiklerinde dava Islâm mahkemeşinin yetki alanı içine girer ve verdiği kararlar bağlayıcı olur.

Islâm mahkemelerinde yargılamalar, muayyen prensipler çerçevesinde olur. Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi ve hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz. Peygamber`in sünnetinde net bir şekilde gösterilmiştir.

Buna göre davacı mahkemede iddiasını delillerle ispat etmek zorundadır. Davalıya da yemin ettirilir (Tirmizi, Ahkâm, 12; Müslim Akdiye, 1).

Hâkimler davayı, davacının getirdiği deliller çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar. Hâkimin dava hakkındaki şahsî bilgisi ve kanaati vereceği hükme bir mesned teşkil etmez.

Hâkim, muhakeme esnasında taraflara eşit davranmak zorundadır. Rasulullah (s.a.s), tarafların hiç bir tesir altında kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini ortaya koyabilmeleri için hâkimlerin taraflara bakışında, konuşmasında ve her çeşit hal ve hareketinde eşit davranılması gerektiğini bildirmiştir. Resulullah (s.a.s), yargılama esnasında tarafları, rahat davranabilmeleri için yere oturturdu (Ebu Davud, Akdiye, 8).

Hâkimin, yalnızca bir tarafın delillerini dinleyip, diğer tarafın kendini savunmasına fırsat vermeden hüküm vermesi yasaktır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şayet hâkimler, insanlara, tek taraflı beyan ve iddialara dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza davaları) ve şahısların Malları (hukuk davaları) üzerinde, doğru ve adıl olmayan hükümler verilirdi" (Ahmed Ibn Hanbel, Müsned, Nşr. A. Muhammed Şakir, Mısır 1958 No. 3188, 3292). Diğer bir hadiste de Hz. Ali (r.a) den yargılamanın şekli hakkında Resulullah (s.a.s)`in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Iki taraf senin karşında yer alınca, birini olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden aralarında hükmetme! Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini sana gösteren bir yol olacaktır" (Tirmizi, Ahkâm, 5; Ebu Davud, Akdiye, 6).

Davacının iddiasının dikkate alınabilmesi için en az iki şahit getirmesi gereklidır: "Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden kendine güvendığınız bir erkek ve iki kadın yeter" (el-Bakara, 2/282). Ancak Resulullah (s.a.s), iddia sahibinin yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm vermiştir (Müslim, Akdiye; Ebû Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkâm, 13). Buna göre iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile birlikte tek şahitle hüküm verilir.

Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi için namuslu ve adıl olmaları şart koşulmuştur: Içinizden adâlet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit tutun" (et-Talâk, 65/2).

Davalarda şahitlikte bulunanların durumları, mahkemece tahkik edilip güvenilirlik ve adıllikleri komşularından soruşturularak, tesbit edilir. Istilahta buna tezkiye denmektedir (bk. Tezkiye mad.). Ilk zamanlarda hakimler bu soruşturmayı açıktan açığa yapmakta idiler. Ancak kadı Şureyh, bu soruşturmayı gizlice yaptıran ilk kimse olmuştur. Ayrıca şahitlerin birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip şehadette bulunacakları şey hakkında birbirlerinin ağzından bir şey almamaları için de ilk defa şahitlerden ayrı ayrı ifade alma usulu Hz. Ali (r.a) tarafından getirilmiştir.

Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden bütün unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı şu kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur`an b) Sünnet c) Bu ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye, 11). Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir.

eş-Şa`bî, Hz. Ömer`in hilâfeti zamanında kadılık yapan Şureyh`den, kendisine Hz. Ömer (r.a)`ın şöyle talımat verdiği nakletmektedir: "Allah`ın Kitabı`nda bulduğun şey ile hükmet! Allah`ın Kitabı`nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde Allah`ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet Resulullah`ın kararlarının tamamında bir şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve ilim ehline danış" (Ibn Kayyım el-Cevzî, I`lamul-Muvekkı`in, Mısır, t.y., I, 97).

Hukuk davalarında, hakkıihlâl edilen kimse şikayette bulunmadıkça, olay başkaları tarafından bildirilse bile mahkeme harekete geçmez ve hakkıçiğnenen kimse dava açmaya zorlanmaz. Ceza davalarında ise durum farklıdır. Hakkıihlâl edilen kimse dava açmasa bile, olaydan haberdar edilmesi durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme davası açar.

Had gerektiren olayların dışında kalan davalar, hak sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer. Bir takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas olarak Islâm toplum düzenine karşı işlenmiş olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz edilir. Zina, hırsızlık, içki vs. suçlar bu kabıldendir.

Islâm hukukunda genel anlamda bir af söz konusu olmadığı gibi, devlet de hakkıihlâl edilen kimseye rağmen suçlan affetme salâhiyetine sahip değildir.

Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en önemli görevlerinden birisidir. Davayı kaybeden tarafın karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması durumunda, hâkim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine verir.

Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı ve kazaî salâhiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını çözümlettirebilirler. Islâm hukuk ıstılahında bu yönteme "tahkim" (hakem tayın etme) denilmektedir.

Peygamber (s.a.s), harp esirlerini, katılleri, cinayet zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri hapsediyordu. Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir yapı yoktu. Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde hapsediliyorlardı. Ilk defa, hapishane olarak kullanılmak üzere hususi bir bina yaptıran Hz. Ali (r.a) olmuştur. Islâm hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Islâm`da hapishaneler, hakların sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını önlemek için kullanılmaktadır.

MAKYAJ (SÜSLENME VE KOKULANMA):

1- Süslenme

Güzel olanı sevme ve güzel görünmeye çalışma duygusu da insanın fıtratında, yaratılış hamurunda bulunan doğal bir durumdur. İslâm ise fıtrat dinidir. Fitrat dininin, fıtratta bulunan duyguları yasaklaması ve köreltmesi değil, fıtrata uygun biçim de ayarlaması ve düzenlemesi beklenir. Öyleyse süslenmenin fıtrata uygun olanı normal, fıtratı bozanı, ya da gayesinden uzaklaştıranı anormaldır. Ya da biri helâl, öbürü haramdır.

Başta da söylediğimiz gibi, tabiatta herşey çift olarak yaratılmıştır. Allah`tan başka herşey çifttir. Çiftler ise bir bütünün yarım parçaları demektir. Bir araya gelince bütünü oluştururlar. Artı ve eksi elektrik taşıyan kablolar birleşince enerji oluşur, lamba yanar; ütü ısınır. Kadın ile erkek normal yollarla bir araya gelince birbirlerini tamamlarlar. Huzur ve sükun oluşur. Elektrikte olduğu gibi meyva ve sonuç doğar. Demek ki, bu bütünün oluşması istenen bir şeydir. İstenen bir şey için gerekli olan şeyler de istenmiş demektir. İste normal ölçüleriyle süslenme ve kokulanma, bu bütünün tutmasını sağlayan ara yapıştırıcılardandır ve tabiî ölçülerinde kaldığı sürece tabiîdir.

Yalnız kadın süsünü yabancılara göstermemekle emrolunmustur. (Nûr (24) 31.) Öyleyse süslenecegi yer evidir.

Kadının tabiî güzelliklerini koruması, pasaklı olmaması süslenmede ilk ve tabiî olan görevidir. Çünkü kadının süslenmemesine ihtiyaç olmayabilir ama pasaklı olmaması sürekli bir ihtiyaçtır. Bu, kocasını haramdan korumanın birinci şartıdır. Konuyu biraz daha açmaya çalışalım:

Kadını süslenmeye iten iki ana sebep vardır:

1. Kadının yaratılışında olan süslenme tutkusu,

2. Kendisi dışında onu süslenmeye zorlayan güçler.

Kadınlar bakmaktan çok bakılmayı seven edilgen varlıklar oldukları için, onların büyük bir ekseriyeti cicilibicili giymeyi, süslenip-püslenmeyi sever. Böyle olan, kadınların süslenmesine engel olmak, onlara vücutlarının ihtiyacı olan, meselâ C vitaminini vermemek gibi olur. Böyle olan bir kadına süslenmenin değil, süsünü yabancılara göstermesinin anlamsızlığını ve zararlarını öğretmek gerekir. Bunu dışarıya taşıran duygunun marazî ve psikolojik bir yetersizlik olduğunu anlatmak gerekir. Böyle olan kadının kocası da süslenmesini istiyorsa ne âlâ, bu tutkusunu kocasına karşı gerçekleştiriverir. Kocası süslenmesinden hiçbir zevk almıyorsa, onun süslenmesine bütün bütün engel olmak değil, yabancılara göstermemesini sağlamakla yetinmelidir. Unutmamalıdır ki, Allah kadınlara hitaben: "Süslerini göstermesinler... gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar... Kalplerinde hastalık olanların hastalığın depreştirmemek için seslerini kadınsı kadınsı inceltmesinler... Cahiliyyet dönemi kadınları gibi, süslü-püslü, kırıladöküle gezmesinler... buyurur. (Ahzâb (33) 32.) Bu âyetler bir yönüyle, kadının tabiî olarak süslenmiş olduğunu anlatır. Çünkü varolan bir şeyin gösterilmemesi istenir. Ama bir yönden de insan için Mevlâsının emirlerine uyarak arzularına sınır getirmesi ona her türlü zevkten daha aziz gelmelidir. Peygamberimiz de, "erkeklerin görecegi şekilde süslenerek ve koku sürünerek çıkan kadının, evine dönünceye kadar Allah`ın gazabı altında olduğunu" haber verir. (Bu konudaki hadîsler için bk. Hindî age XVI/381 vd.)

Kadının süslenmesi kendi arzusundan değil de, bir dış isteğe dayanırsa, bu da helâl, ya da haram olabilir. Süslenmesini kocasından başka birisi istiyorsa bu anlamsızdır ve haramdır. Eğer kocası istiyorsa meşru çerçeve içerisinde bu, helâl olması bir yana, aynı zamanda bir görev ve zorunluluktur. Kocanın, karısının süsleninesini istemesi, cinsel arzu ve dikkatlerini onda toplaması ve harama bakmak istememesi anlamına geldiğinden, bu iyi bir davranıştır, kadının da bunu fırsat bilmesi ve kocasının gözüne girmesi gerekir. Onun bunu, iyi duygularla yapması kendisine ibadet sevabı kazandıracaktır. Hattâ bu noktada bazı islâm bilginleri, kocası süslenmesini isterken, süslenmemekte ısrar eden kadının kocasının, başka yolla ikna edememesi halinde dövmesinin câiz olduğunu bile söylemişlerdir. (Halebî, Münyetü`I-musallî 395.) Ancak bu, kadını dövmeyi yasaklayan hadislere zittir.

Ama eğer kocası, kendisi için değil de, kârısının başkaları için ve sokağa çıkarken süslenmesini istiyorsa bu, kendi erkekliğini yeterli bulmama biçiminde, psikolojik cinsel bir hastalıktir, marazî bir tatmin arama yoludur ve haramdır. Maddî bir tedavi yolu da yoktur. Acı da olsa İslam`ın ilâçlarını kullanması ve haramlara karşı perhiz uygulaması gerekir.

MAKYAJ

Sadece kocasına göstermek üzere kadının makyaj yapması, bir müddet sonra da yüzünü yıkayıp temizlenmesi halinde ne derece günaha girmiş olur?

Namahreme göstermemek şartıyla süslenmenin günahı değil sevabı vardır. Çünkü kadının görevlerinden biri de kocası için süslenmektir.

MAKYAJ VE KOZMETİKLER

Islâm`da "Gaye, vasıtayı meşru kılmaz" şeklinde bir kural vardır. Yani varmak istediğimiz meşru bir hedefe, hangi yolla olursa olsun değil, yine meşru bir yolla gitmek zorundayız. Kadın için süslenme eğer meşru ise, bunu hem meşru araçlarla, hem meşru biçimde yapacak, hem de meşru biçimde kullanacaktır.Süslenmeyi kocası için yapacaksa ve kullanacağı kozmetik ilaçlarda haram madde katkısı yoksa bu mübah hatta kocasının gönlünü yaptığı için sevaptır.Ama makyaj ve süslenmeyi başkaları adına yaparsa bu yanlış bir hareket olacaktır.Ve caiz değildir.


MÂL-İ DIMÂR(SAHİBİNİN GERİ ALAMIYACAĞI MALLAR)

İnsan tabiatının kendisine meylettiği ve ihtiyaç zamanı için biriktirdiği şeylere "mal" denir. Bunlar toplanıp saklanabilen şeyler olup, menkul ve gayrimenkul, mütekavvim ve gayri mütekavvim gibi kısımlara ayrılır. Dımâr sözlükte; kayıp olan şey, yerine getirilmeyen va`d, vadesi belirsiz alacak, ödenmesi umulmayan alacak anlamlarına gelir. Mâl-i dımâr bir fıkıh terimi olarak; bir kimsenin mâlik olduğu halde yararlanması mümkün olmayan, başka bir deyimle elinden çıkıp, dış görünüş bakımından, artık geri dönmesi umulmayan mal, demektir. Bu gibi mallara zekât gerekmez. Bunlar bu durumda "nâmî" sayılmadıkları için zekâta tabi olmazlar. İnkâr edilen ve ispatı mümkün olmayan para alacakları, gaspedilmiş olup geri alınması umulmayan mallar, denize düşüp çıkarılması mümkün görülmeyen mallar, toprağa gömülüp yeri unutulan nakitler ve kaybolmuş olan benzeri mallar bu niteliktedir. Bu kabılden bir mal daha sonra ele geçse, nisap miktarına ulaşırsa ve zekâta tabi mallardan ise, elde edildiği tarihten itibaren bir yıl sonunda zekâtları gerekli olur.

Meselâ, yıllarca inkâr edildiği ve bir belge ile ispat edilemediği için alınamayan bir alacak, daha sonra ikrar veya bir delil ile sabit olup tahsil edilse, geçmiş yıllar için zekât gerekmez. Tahsil edildiği tarihte bu kimsenin başka malı varsa ona eklenerek değerlendirilir. Aksi halde zekât yükümlülüğü bir yıl geçince söz konusu olur. İmam Züfer ve İmam Şafiî`ye göre bu gibi mallara, mülkiyet devam ettiği için geçmiş yılların zekâtı da gerekir.


MALİKİLERE GÖRE AVRET

1-Namazda: Kadına göre de, erkeğe göre de namaz için avret, kaba ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır. Her birinin hükmü de değişiktir: Erkeğe göre kaba (mugallaza) avret, sadece ön ve arka uzuvlardır. Hafif avret ise, bunların dışında göbekle diz kapağı arasında kalan yerlerdir.

Hür kadına göre kaba avret, baş, kol ve bacaklarla göğüs hariç bütün bedenidir. Hafif avret ise göğüs, göğüsün arka hizası, boyun, baş, ayakların dizlerden aşağısıdır. Yüz ve eller ise, hiçbir halde avret değildir.

Buna göre, örtebilme imkânı varken, kaba avretinden birazı bile açık olarak namaz kılanın namazı bâtıl olur. Hafif avreti açık olduğunda kılınan namazı ise,-her ne kadar buraları açmak haram ise de- bâtıl olmaz, fakat iâdesi müstehaptır.

Örtünün ilk bakışta cildi göstermemesi şarttır. Ancak dikkatli bakma halinde gösteriyorsa onunla namaz kılmak mekruhtur. Vakit içinde iâdesi menduptur. Fakat rüzgârın yapıştırması, ya da ıslaklık sebebiyle vücudu belli ediyorsa, zarar vermez.

Başka elbise bulamadığı zaman, karanlığı elbise sayıp, karanlıkta namaz kılması vâciptir.

2- Namaz dışında: Kadının, mahremi olan erkeklere göre avreti, baş, boyun, eller ve ayaklar dışındaki bütün bedenidir. Dolayısıyla kadın, mahremine dahi memelerini, göğsünü ve bacaklarını gösteremez. (el-Harasî, Âlâ Muhtasar-i Seydî Halil, I/248.)

Kadının yâbancı erkeğe karşı avreti, elleri ve yüzü dışında bütün bedenidir. Ancak evlâ olan, ta`mimdir (her yerini kapatmasıdır). Kâfir gelince, ona müslüman kadın, yüzü ve elleri dahil hiç bir yerine gösteremez. (Hâsiyetü`s-Şeyh Ali el-Adevî Âle`l-Harasî, (Harasî serhiyle beraber) I/347.)

Kâfir kadınlara ise, hür ve müslüman kadın, sadece yüzünü ve iki elini gösterebilir. Kendi câriyesine karşı avreti ise, müslüman kadına karşı olduğu gibi, diz kapağı ile göbeği arasında kalan kısmıdır. Malıkî imamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Fakat şöyle söylemek daha güzeldir: Müslüman kadının kâfir kadına karşı avreti de, müslüman kadına karşı avreti gibidir. Ancak onun yanında yüzünden ve ellerinden fazlasını açamaz. Çünkü açmasının haram olması, oranın avret olmasını gerektirmez. (Aynı kaynak.) Kadının namaz dışında ve yalnız başına iken de mugallaza (kaba) avretini örtmesi -meleklerden ötürü- müstehaptır; ihtiyaç olmaksızın açmak mekruhtur. (Narasî, I/248)Imam Mâlik: "Kadın, mahremi olmayan erkekler ve uşağıyla beraber yemek yiyebilir. Kocasıyla beraber iken kocasının yemek yediği kimselerle yemek yiyebilir"der. (Narasî, I/347.)Erkeğin yabancı kadınlara göre avreti, baş, eller ve ayaklar dışındaki yerlerdir. Kadının, yabancı erkeğin göğsüne, yanına (cenbine), sırtına, bacağına, lezzet korkusu olmasa bile bakması caiz değildir. (Buğyetü`s-Sâlik I/99, 100.) Erkeğin erkeklere göre avreti ise, bazılarına göre ön ve arkadan ibarettir. (Ibn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, I/404, Mısır.) Hayatta iken kopan bir avret parçaya bakmak câizdir. Öldükten sonra kopana bakmak ise, haramdır.Çocuğun namaz dışındaki avreti, hallere göre değişir. Erkek için 8 yaşın altındakilerin avreti yoktur. Meselâ kadın onları çıplak yıkayabilir. 9-12 yaş arasındakilerin (bakma olarak) her tarafına bakabılir, ama yıkayamaz.13 yaştan yukarı olanlar, erkek hükmündedir. Kızlar için 2 yaş 8 ayın altında olanlar için avret yoktur. Üçten dört yaşa kadar olanların bakma açısından yine avreti yoktur. Dokunma açısından kadın gibidirler. 6 yaşındakiler yani müstehat olanlar ise, kadın hükmünü alır.Namaz içinde erkek çocuğun avreti, ön ve arka ile uylukları, kız çocuğun avreti ise, göbekle diz kapağı arasıdır. Ancak ebeveynin onlara örtünmelerini emretmeleri vâciptir.

MARAZ-I MEVT (ÖLÜMCÜL HASTALIK)

İnsanın ölümüne sebep olan hastalık. Böyle bir hastalık insanı zayıflatır, ona ölüm korkusu verir ve ölümüne sebep olur. Maraz-ı mevte tutulan bir insanın hastalığıyla ölümü arasında sıhhat halinin olmaması lâzımdır. Eğer hasta sıhhata kavuşursa, hastalığı maraz-ı mevt olmaktan çıkar. Maraz-ı mevt`te olan kimsenin kendine ait bazı hukukî durumları vardır.

Hasta, kendisinde sürekli olarak ölüm korkusunu hissetmelidir. Bu hastalığın kabre götüreceği kanaati kendisinde hakim olmalıdır. Maraz-ı mevt halinde bulunan bir hastanın bir yıl içinde vefat etmesi lâzımdır. Böyle bir hastalığa mübtela olan erkekler dış işlerini, kadınlar iç işlerini yürütmekten aciz olmalıdırlar (Mecelle).

Böyle bir hastalığa tutulan, maraz-ı mevt halinde bulunan kimsenin hastalığını yatakta geçirmesiyle, ayakta geçirmesi arasında fark yoktur.

Bu şartlara göre; yerinden kalkmakta güçlük çeken, oturarak namaz kılması mazur görülen zayıf hastanın hastalığı maraz-ı mevttir. Hastalığın artması ve eksilmesi arasında bir fark yoktur. Böyle bir hasta bir yıl içinde vefat ederse maraz-ı mevt sayılır. Ölüm korkusu galib bir halde bulunan kimse maraz-ı mevt durumundadır. Denizin şiddetli dalgaları arasında kalan, savaş halinde kendisini düşmanların ortasında bulunan bir kimse maraz-ı mevt kabul edilir.

Hanbelilere göre; kısas için ölüme sevkedilenler, öldürülmesi âdet haline gelen esir ve mahpuslar, tauna tutulan hastalar, şiddetli deniz dalgaları arasında kalanlar, birbirine müsâvî iki topluluktan savaşa tutuşan kimseler maraz-ı mevt durumundadırlar.

Maraz-ı mevt halinde bulunan bir kimse malının tamamını vakf ve hibe edebilir. Bu durum mirasçısının olmaması halindedir. Eğer mirasçı varsa, malının ancak üçte birini vakf ve hibe edebilir.

Maraz-ı mevte mübtela olan insanın, kendi varislerinden birisine malını satabilmesi için, diğer varislerin buna rıza göstermesi gerekir.

Maraz-ı mevt halinde bulunan bir insanın nikâhı ve ikrar edilen mehri muteberdir. Maraz-ı mevt halindeki boşamalar da muteberdir. Maraz-ı mevt halindeki bir insan bir şeyinin olmadığını ikrar etse, ölümünden sonra başka bir insanda malının bulunduğu anlaşılsa mirasçılar bu mala sahip olmak için dava açabilirler.

Maraz-ı mevt halinde bulunan bir insan mirasçısı olmaması halinde malının tamamını başka birine hibe edebilir. Maraz-ı mevt halindeki bir kadının ikrar yoluyla bütün malını kocasına, kocanın da bütün malını karısına vermesi halinde Beytü`l-mal bu malda hiçbir hak iddia edemez. Mal kime verilmişse malın sahibi odur. Sıhhat halinde, malının hepsini bir yabancıya satan ve parasını alan kimse bu durumu maraz-ı mevt halinde ikrar etse ve açıklasa satış muteber olur.

MARGARİNLERDE VE ÖZELLİKLE DE SANA YAĞINDA DOMUZ YAĞI OLDUĞU SÖYLENİYOR. NE YAPMALIYIZ?

Allah`ın her haramında ve helâlinda hikmetler vardır. Biz bunların bazısını anlayabiliriz; bazısını ise anlayamayız. Bu yüzden özellikle gıdaların haram ve şüpheli olanlarından kaçınmak gerekir. Çünkü alınan besinler insanların ruh yapılarına, manevi varlıklarına ve içalıcıları olan "Letâifine" iyi ya da kötü etki ederler, manevî duyarlılığının artmasına, ya da körelmesine sebep olurlar.

Margarinler, asılları itibari ile sıvı nebâti (bitkisel) yağların bazı ameliyelerden geçirilerek dondurulmuş halleri olmakla pis, ya da yenilmesi câiz olmayan maddeler değillerdir. Ancak özellikle Sana yağı konusunda ciddi şüpheler vardır. Katkısında bol miktarda domuz yağı bulunduğuna dair yayınlar yapıldı ama, onu üretenlerin bunu yalanladıklarını görmedik. Doğrusu öyle olduğunu da biz kesin bilemiyoruz: Ancak şüpheler bir hayli yüksek olduğu için de, biz özellikle sana yağı yemiyoruz. Onlar tüketici olan bizlere bir saygı ifadesi olarak, inandırıcı bir yolla bu yağın katkı maddelerini açıklarlarsa, biz de temiz olduğuna kanaat edersek o zaman düşünürüz. Vita yağı hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Diğer margarinlere gelince, onlar hakkındaki şüpheler, belki yenmemelerini gerektirecek kadar değil, ama onların da temiz olduklarını - şahsen biz- kesin olarak bilemiyoruz. Ama temiz olup olmamaları bir yana, bütün margarinlerin vücuda zararlı olduklarını tabipler söylüyorlar. Zararlı olmalarının bir sebebi vücut ısısında erimemeleri (47oC) ve mideyi yormaları. Tereyağı bulamayanlar için en iyisi zeytinyağı yemek. O da olmazsa çiçek yağıyla idare ederiz. Rasulüllah Efendimiz (s.a.s.) "Zeytinin yagını yiyin ve onunla yağlanın."(Tirmizî, at`ime 43; Ibn Mâce, at`ime 34; Dârimi, at`ime 20; Müsned NI/497) buyurmuşlardır. Hem iç bünyeye hem de cilde faydalı olduğunu yine tabipler söylüyorlar.

MA`RUF/MÜNKER:

"Ma`ruf", tanımak, anlamına gelen "marifet" kökünden bir kelimedir. Vicdanın, sağlam akılların ve şeriatın iyi dediği tanıdığı ve güzel kabul ettiği şeylere "ma`ruf" denir. "Örf" kelimesi de buradan gelir ve âdet ve gelenekten bu noktada ayrılır. Yani örf, şerîate uygun olarak alışıla gelen yaşayış tarzı demektir âdet ve gelenekler ise şeriata uygun olamayabilir."Münker" ise ma`rufun zıddıdır. Şeriatın hoş bulmadığı ve tanımadığı şeyler demektir. Bütün müslümanlar ma`rufu yaymak ve münkere engel olmakla görevlidirler.

Hidâyet/Dalâlet: "Hidâyet" kelimesinin "Hediye" kelimesiyle akrabalığı vardır ve doğru yolu bulmak anlamındaki "he-dâ" fiilinden gelir. Insanlar akıllarıyla, Allah`ın hediyesi olan doğru yolu düşünür ve iradelerini ona yönelme doğrultusunda kullanırlarsa, Allah da onlar için "Hidayet" i yani doğru yolda olma ve doğruya varma sonucunu yaratır. Kur`ân-ı Kerîm`de "Hidâyet", biri, doğruya giden yolu gösterme, diğeri doğruya bizzat götürme ve ulaştırma olmak üzere iki anlamda kullanılmıştır. Birinci anlamda insana, insan da hidayet edebilir. Ikinci anlamda hidayet ise, sadece Allah`a aittir.

"Dalâlet" ise hidâyetin tam zıddı olarak, yolunu şaşırma, yoldan çıkma, doğruyu bulamama anlamlarına gelir. Insanlar Allah`ın hediyesi olan, yolundan yüz çevirir iradelerini yanlış yollara yöneltirlerse Allah da onlara gittikleri yolun meyvasını, yani dalâleti verir. Kısaca hidâyeti de dalâleti de isteyen insan, fakat yaratan Allah`tır.





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#2
MASADA YEMEK YEME

Masada yemek yeme, koltukta oturma ve benzeri mobilyalar kullanmanın hükmü nedir?

Övünme, kibir ve iftihar için olmadıkça mubahtır, sakıncası yoktur. Ancak Allah Rasûllü gibi sade yaşayıp yerde oturmak ve yerde yemek yemek müstehaptır ve bu gayeyle yapılırsa sevaptır, fazilettir. Ancak bazı mubahların zamanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir. Bir yanda yiyecek ekmek, örtünecek yorgan, ısınacak kömür bulamayan fukara, okul harcına, yurduna, kitabına, pasosuna verecek para bulamayan ve Allah için okuyan talebe varken, göz zevkini tatmin ve gösteriş için lüks perdeler, mobilyalar.. almak, insanda olsa olsa, ancak zayıf ve cılız bir imanın olduğunu gösterir.


MASÂRİFÜZ-ZEKÂT(ZEKATIN VERİLECEĞİ YERLER)

Zekâtın verileceği yerler. Masarif, "masraf kelimesinin çoğuludur. Zekât verilecek yerler, Kur`an-ı Kerim`de sekiz sınıf olarak açıklanmıştır:

"Zekâtlar Allah`tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, onu toplayan memurlara, kalpleri müslümanlığa ısındırılacaklara (müellefe-i kulûb) verilir, kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların, yolda kalanların uğrunda sarfedilir Allah bilendir, hakimdir" (et-Tevbe, 9(60). Buna göre zekâtın verilmesi gereken yerlerden ilk ikisi "fakirler" ve "miskinler"dir. Zekâtın sarf yerleri arasında öncelikle bu iki sınıf insanın zikredilmiş olması, zekâtın farz oluşundaki hikmetin, özellikle fakirlik problemini ortadan kaldırmak olduğunu göstermektedir. Mezheb imamlarının ve âlimlerin büyük çoğunluğuna göre fakir; geliri ihtiyaçlarını karşılamayan veya nisap miktarından daha az malı bulunan kimsedir. Miskin ise; hiç bir geliri ve malı olmayan kimseye denir (el-Ceziri, el-Mezâhibü`l-Erbaa, I, 622 vd.).

şu beş sınıf zengine zekât verilebilir:

a) Allah yolunda savaşanlar;

b) Yolda kalan ve böylece kendi beldesindeki serveti ile o anda bağlantısı kesilen muhtaç kimse;

c) Zekât memurluğu görevini üstlenen;

d) Borçlu kimse;

e) Yoksul komşusuna verdiği zekâtın, kendisine hediye olarak geri döndüğü kimse.

Bu duruma göre, kendilerine zekât verilebilecek fakir ve miskinleri;

1- Malı ve kazancı olmayan kimseler, 2- Malı ve kazancı olup, bunlar kendisi ve ailesinin geçimine yetmeyen kimseler, 3- Geçimini yarı yarıya karşılayacak malı olup da geçim darlığı içinde bulunanlar, olmak üzere üç grupta toplayabiliriz (el-Fetâvâ`ı Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 187).

Zekâtın verileceği yerlerden üçüncüsü olarak,devlet tarafından, zekâtı toplayıp dağıtmakla görevli olarak kurulan teşkilatın her kademesinde çalışan zekât memurlarının Kur`an-ı Kerim`de zikredilmiş olması ve Hz. Peygamberin de bu iş için gerektiği kadar memur kullanmış olması, zekâtı toplama ve dağıtma işinin, devletin görevleri arasında yer aldığını göstermektedir. Ayrıca, memurların aldığı pay ücret niteliğinde olduğu için, zengin olmaları,bunu almalarına engel değildir. Ücretlerinde asgarî geçim seviyesinden az olmaması gerekir. Öte yandan, görevlilerin hediye kabul etmemeleri ve zekâtını veren mükelleflere de iyi davranmaları gereklidir (el-Kâsâni, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1400/1982, II, 44 el-Fetâvâ`ı Hindiyye, I, 188).

Zekât verilecek yerlerden dördüncüsü de müellefe-i kulûb yani kalbleri Islâma ısındırılmak istenen kimselerdir. Müellefe-i kulûba zekât verme hükmü, Resulullah (s.a.s)`in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir devrinde gündeme gelmiş ve daha önce bu sınıftan zekât alan bazı kimseler halife`ye gelerek haklarının devam etmesini istemişlerdir. Halife gerekli yazıyı hazırladıktan sonra, şûrâ üyesi olan Hz. Ömer`e göndermiştir. Ömer (r.a), bu sınıfa zekât vermenin sebeplerini dikkate alarak, şartların değiştiğini, Islâm Devletinin ve müslüman toplumun zayıf olduğu dönemde verilen bu payın, verilmesine artık gerek kalmadığını söyledi. Halife Ebû Bekir (r.a) de aynı görüşe katılınca, bu sınıfa zekat verme uygulaması durduruldu. Müellefe-i kulûba zekât vermenin illeti; dini güçlendirip yüce kılmaktır. O devirde belirtilen illetin ortadan kalkması, hükmün sona ermesi niteliğindedir. Uygulamanın Hz. Ebû Bekir devrinde durdurulduğunda şüphe yoktur. Ancak bu durdurma daha sonra aynı şartlar ve illet yeniden ortaya çıkarsa, bu sınıfa zekât verilmesine engel değildir. Müellefe-i kulûbun müşrik olmayan fakirlerine ise her zaman zekât verilebilir. Onlar ilk iki sınıf içinde değerlendirilebilir (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, II, 44, 45;Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, Istanbul 1984, II, 339 vd). Bazı fıkıh kaynaklarında, zekâtın verileceği yerler arasında müellefe-i kulûb zikredilmemiştir. Bunun sebebi, Hz. Ebû Bekir devrinde uygulamanın durdurulması olmalıdır. Diğer yandan, müellefe-i kulûba zekât verme hükmünün, Hz. Peygamber`in Muaz b. Cebel`e zekâtı Yemen halkının zenginlerinden alıp, fakirlerine vermesini bildirdiği hadisle yahut illetin ortadan kalkması sebebiyle neshedildiği de söylenmiştir (Ibn Âbidin, a.g.e., II, 342; Mehmed Zihni Nimet-i Islâm, Istanbul, t.y., s. 583).

Günümüzde, kalpleri Islâma ısındırılmak istenen kişilere, gerek Islâm`a verecekleri zararı önlemek ve gerekse imanlarını güçlendirmek için zekâtın verilmesi, Islâm`ın yayılmasına ve güçlenmesine yardımcı olabilir.

Zekâtın devlet eliyle alınması halinde, müellefe-i kulûbla ilgili kararı ülke ve belde şartlarına devlet takdir eder.

Kendilerine zekât verilmesi gereken diğer bir grup da kölelerdir. Islâm, köleliği getirmemiş; mevcut olan uygulamayı ıslah etmiş, kölelere ileri derecede insanî haklar tanımış ve giderek bu müesseseyi ortadan kaldırmak için bir takım tedbirler öngörmüştür. Işte bu tedbirlerden biride, zekât gelirlerinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için harcama yapılmasıdır. Her nevi köle, âyetin kapsamına girmektedir. Hanbelilere göre "köle" tâbirinin içine, henüz köle yapılmamış fakat yapılması mümkün olan müslüman esirler de girer. Dolayısıyla böyle müslüman esirleri kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmak caizdir. Öte yandan, bugün artık kölelik kalkmıştır. Fakat harpler devam etmektedir. Bu bakımdan müslüman esirleri esaretten kurtarmak için zekât gelirlerinden harcama yapmanın caiz olduğu görüşü ileri sürülmekte ve benimsenmektedir.

Zekâtın sarf yerlerinden altıncısı borçlulardır. Hanefîlere göre borçlu; borcu olan ve borcundan başka nisab miktarı mala sahip olmayan kimsedir. Imam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise, borçlu; kendisi için veya toplum yararı için borçlanan kimse olmak üzere iki çeşittir. Her iki gruba da, ihtiyaçlarını karşılayacak veya uğramış oldukları zarar ve ziyanı telâfi edecek kadar zekât verilebilir. Başkaları adına borçlanan kimselerin aslında zengin olmaları, durumu değiştirmez. Nitekim Ashab-ı Kiramdan Kabısa b. Muhârık, böyle bir sebeple borçlanmış ve Rasûlüllah`a gelerek zekât fonundan talepte bulunmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Istemek ancak şu üç kimseye helâldir: 1- Başkasının bir işini namına angarya olarak yüklenen kimsenin verdiği kadar istemesi helâl olur, o miktarı alınca durur. (Zengin olduğu için daha fazla almaz). 2- Başına gelen bir felaket yüzünden servetini kaybeden kimse, işini yoluna koyacak ve geçimini sağlayacak kadar isteyebilir. Kendi kabilesinden aklı başında üç kişinin "filan yoksul düştü" diyebileceği kimse ihtiyacını giderecek kadar alabilir. Ey Kabîsa! Bunlardan başkasının istemesi caiz değildir. Alırsa haram yemiş olur" buyurmuştur (Müslim, Zekât, 109; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Nesâî, Zekât, 80, 86). Kur`an-ı Kerim`de yedinci sırada zekâtın Allah yolunda sarfedilmesi istenmiştir. "Allah yolunda" ifâdesi ise şöyle açıklanmıştır: "Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah`a yaklaşma, O`nun rızasına erme amacıyla yapılan her ihlâslı amel "Allah yolunda"dır. Ancak, bu ifade kayıtsız şartsız söylenince çoğu kere cihat anlaşılır" (Ibnü`l-Esir, en-Nihâye, II, 145,156). Dört mezhebe göre de, İslam`ın muhafazası ve tebliği için yapılan savaş (cihat), kesin olarak "Allah yolunda" ifadesine dahildir. Zekat bizzat cihada katılanlara verilir. Ancak, âmme hizmeti için yapılan cami, okul, köprü ve hastane gibi yerlere verilmez. Hanefîlere göre cihat edenin fakir olması da şarttır. Her ne kadar ayette geçen "Allah yolunda" ifadesinden, daha çok cihat anlamı çıkarılmışsa da; cihatın yalnızca askerî savaşa mahsus olmadığı, fikrî, terbiyevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî çeşitlerinin de bulunduğu ileri sürülmüştür (el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669). Nitekim Hadislerde, zalim sultanın karşısında hakkı söylemeye de "cihat" denilmiştir (Ebu Dâvud, Melâhim,18; Nesâî, Bey`at, 38). Aynı şekilde "Müşriklere karşı mal, can ve dilinizle cihat edin" buyurulmuştur (Ebû Dâvud, Cihâd, 5, 38, Fiten, 13; Nesâi, Zekât, 49, Cihâd, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,III, 13, 16). Ancak, cihatta hedefin mutlaka Islâmî olması da gereklidır. Bir defasında Hz. Peygamber`e "Cesaret olsun diye, yiğitlik olsun diye veya gösteriş için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır" diye sorulduğunda O, Allah`ın isminin en yüce olması için savaşan insan, işte o Allah yolundadır" buyurmuştur (Buhârî, Ilim, 45, Cihâd, 15; Müslim, Imâre,149-151).

Bu durumda, gayesi İslamın hâkimiyet ve ihyası, Islâm yurdunun muhafazası ve kurtarılması, Islâm`a yönelen her türlü tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî mücadele ve faaliyetler Allah yolunda" ifadesinin kapsamına girer. Bu faaliyetler için zekât fonundan harcama yapılabilir (el-Kardâvi, a.g.e., s. 655-669).

Zekâtın sarf yerlerinden sonuncusu yolculardır. Islâm dini, rızık aramak, ilim tahsil etmek, Allah`ın yeryüzündeki yaratıklarını ibret gözüyle görmek, Allah yolunda cihad etmek ve İslam`ın beş temel esasından biri olan hacc ibadetini yerine getirmek gibi sebeplerle yolculuk yapılmasını teşvik etmiştir. Bu gibi meşru gayeler uğrunda seyahat edilmesini teşvik eden Islâm, parasızlık sebebiyle yolda kalmış kimselere bunlar kendi memleketlerinde zengin bile olsalar zekâttan pay ayrılmasını emretmiş; zekâtın dışındaki kaynaklardan da yolculara yardım edilmesini istemiştir (el-Isrâ, 17/26; er-Rûm, 30/38; en-Nisâ, 4/36, el-Enfâl,8/41; el-Haşr, 59/7).

Böyle bir uygulamayı Islâm`ın dışında herhangi bir sistemde bulmak mümkün değildir.

MA`SİYETE yardım ETMEK MA`SİYET OLDUĞUNA GÖRE ŞIRAYI FABRİKASINA SATMAK CAİZ MİDİR?

Şarabı yapan fabrika veya imalathane sahibi müslüman olduğu takdirde şırayı şarap yapmak üzere ona satmak dört mezhebe göre caiz değildir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: İyilik ve takva üzere yardımlaşınız. Günah ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayınız (K.Kerim, el-Maide suresi).

Ama müşteri müslüman olmazsa, İmam-ı A`zam`a göre ona satmak caizdir. Çünkü ma`siyet bizzat şıra ile kaim değildir, yani şıra bilfiil müskir değildir. Onun için ona satmakta beis yoktur. Türkiye`de şarap fabrikasının sahibi şahıs değil, dini esaslara dayanmıyan laik devlet olduğu için İmam-ı A`zam`a göre devlete satmakta beis yoktur. İmameyn ile diğer mezheplere göre alıcı müslüman bir kimsenin, müslüman olmasa da ona satmak haramdır (al-Durr al-Muhtar). Müftebih İmam-ı A`zam`ın görüşü değil, cumhurun görüşüdür. Yine müslüman bir kimsenin, müslüman olmayan bir kimse için ücret mukabilinde şarap taşıması veya domuzları otlatması, İmam-ı A`zam`a göre caizdir. İmameyne göre caiz değildir (al-Durr al Muhtar).

MÂSUMİYET (İSMET)

Suçsuz, günahsız, kabahatsiz, anlamına gelen bir terim. Masumiyet, suçsuzluk demektir. Ismet de bu anlamdadır.

Allah Teâlâ`nın peygamberlerine en büyük lütuflarından biri ismet (masumluk)tur. Ismet, peygamberlere mahsus bir sıfattır ki, bu ilâhî nimet ve ihsan sayesinde peygamberler her türlü günahları işlemekten değerlerini düşürecek fiillerden korunmuşlardır. Ismet, peygamberlerin irade, ihtiyar ve kudretlerini gidermez. Ihtiyar ve kudretleri baki kalmakla beraber, devamlı olarak günahtan kaçıp taatte olurlar.

Şia`ya göre, peygamberlerin, doğumlarından itibaren; Mutezilenin çoğunluğuna göre, bulûğ çağından itibaren; Mutezileden Ebul-Hüzeyl (v. 235/849) ve Ebu Ali el-Cübbâî (303/916) ite Ehl-i sünnet`in çoğunluğuna göre ise, peygamber olarak gönderildikten sonra masumiyetleri vaciptir.

Peygamberlerin masumiyetlerini dört yönde incelemek mümkündür:

1- Inançta Ismet: Islâm ümmetinin hepsine göre; peygamberler küfür, şirk, dalâlet ve bid`atlardan masumdurlar. Fakat Hariciler`in Ezârika kolu, peygamberlerin günah işlemelerini caiz görür. Halbuki, onlarca günah işlemek küfürdür. Bu fasit esaslarına binaen peygamberlerin kâfir olmalarını da caiz görmüş oluyorlar.

Peygamberlerin masumiyeti konusunda aşırı bir şekilde titizlik gösteren Şia, takiyyeten küfür izhar etmelerini caiz görür.

2- Tebliğde Ismet; Yine, Islâm ümmeti, peygamberlerin Allah`tan kullarına tebliğ ettikleri dinî hükümlerde yalan söylemekten ve tahrifatta bulunmaktan masum oldukları hususunda icma etmiştir. Ne kasten ve ne de yanılarak bunu yapmalarını caiz gören olmamıştır.

3- Dünya işleri ile ilgili fetvalarda masumiyetleri: Islâm ümmeti, peygamberlerin dünya işleri ile ilgili fetva ve içtihatlarında kasten hata etmelerinin caiz olmadığında icma etmiştir. Yanılarak hata etmelerini ise, bazı âlimler câiz görmüş, bazıları ise caiz görmemiştir.

4- Fiillerde Ismet; Peygamberlerin fiillerinde masum olup olmadıkları hakkında beş ayrı görüş vardır:

a) Haşviyye; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görür.

b) Mutezilenin çoğu; peygamberlerin kasden büyük günahlarla, nefret edilen küçük günahları işlemelerini caiz görmezler; ancak nefret edilmeyen küçük günahları caiz görürler.

c) Mutezile`den Ebu Ali el-Cubbaî (v. 303/916) peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerinin caiz olmadığını, ancak, te`vilde hata etmelerinin caiz olduğunu söyler.

d) Yine Mutezileden en-Nezzam (v. 231/845) ve ona tabi olan bazı âlimler ise; peygamberlerin kasden büyük ve küçük günah işlemelerini caiz görmediği gibi te`vilde hata etmelerini de caiz görmez. Sadece unutma ve yanılmalarını caiz görürler. Peygamberlerin itap olmalarının da günah işlemelerinden değil, unutma ve yanılma sebebiyle olduğunu söylerler.

e) Şia ise; peygamberlerin nübüvvetten önce ve sonra küfürden, büyük-küçük her türlü günahlardan, te`vilde hatadan, unutmak ve yanılmaktan masum olduklarını ileri sürer.

Peygamberler, hiç bir zaman kasden herhangi bir günah işlememişlerdir. Dünya işlerinde nadıren yanıldıkları olmuştur. Daha önce doğrusunu öğrettikleri bazı din işlerinde yanılmanın hükmünü öğretmek için Allah tarafından unutturuldukları olmuştur. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber (s.a.s), bazı namazlarında yanılmıştır. Gayet zeki ve uyanık olan peygamberin namazda yanılmış olması, yanılmanın hükmünü açıklamak gibi bir hikmete dayalı olmalıdır.

Peygamberler melek değil beşerdirler. Bu sebeple zelleleri ve hataları olabilir. Zelleleri ise yüce makamlarına göredir. Nadıren yanılma ve hata etmelerinin hikmeti beşer olduklarının isbatı içindir. Tevbe ve istiğfarları ise; işledikleri günah için değil, ibadet için veya ümmetlerine öğretmek içindir.

Hz. Âdem`in yasak ağaçtan yemesi, yanılma neticesinde vuku bulmuştur. Hz. Musa`nın kıptiyi öldürmesi de hata eseri olmuştur. Peygamberlerden başka masum kimse yoktur. Çünkü Ismet, peygamberlere mahsus bir özelliktir.

Melekler de peygamberler gibi masumdurlar.

Allah (c.c) bize, müminlerin ayıplarını araştırmamamızı, örtmemizi emrediyor. O halde Allahın sevgili ve yüce elçileri olan peygamberlerin günahlarını araştırmak, günah işlediklerini iddia etmek doğru bir davranış olmayıp Islâm`da yasaklanmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s)`e sonsuz bir güven duymak, O`na samimiyetle ve büyük bir sevgi ile bağlanmak, her şeyi ile onu örnek almak, kendi ayıplarımıza dönerek onları gidermeye çalışmak yegâne vazifemiz olmalıdır. Kurtuluş yolu budur.

MATEM

Ölen kimsenin veya kaybolan şeyin ardından üzülme ve ağlama, yaş, acı ve üzüntü.

Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz, tırnaklarını kesmezdi. Hatta bu devir Araplar arasında, ölümünden sonra kendisi için bağıra çağıra, iyiliklerinin sayılarak ağlanmasını vasiyet edenler bile vardı. Böyle yas tutmayı Hz. Peygamber (s.a.s) yasaklamış, sadece ölenin hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, koca için de dört ay on gün bir nevi yas tutmayı meşru kılmıştır. Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste şöyle buyurulur: "Allah`a ve ahiret gününe iman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç gün den fazla yas tutması helâl değildir. Ancak kadın, kocasının ölümü halinde dört ay on gün matemini sürdürür" (Tecrid i Sarih Tercemesi IV, 363).

Ölüm büyük bir olaydır. Böyle bir olaydan dolayı kişinin kederlenmesi, hüzünlenmesi normaldır. Hatta dinimiz, sessizce ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi de makul görür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de oğlu İbrahim`in vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp gözyaşı dökmekle Allah`ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip- onunla azap edeceğini belirtmiş ve "Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmayla azap duyar" buyurmuşlardı (Buhârî, Cenâiz,42, 43).

Yine Peygamberimiz bir cenazede kabrin kenarına oturmuş, gözyaşları toprağa damlayacak derecede ağlamış, kızı Rukiyye`nin vefatında, yanında sessizce ağlayan Fâtıma`nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz. Ömer bir cenazede ağlayan kadına bağırınca Hz. Ömer`e "Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır" buyurarak sessizce ağlayanın serbest bırakılması gereğine işaret buyurmuştur (İbn Mâce, Zühd 19, Cenâiz, 53).

İslâm`da ta`ziyenin, yani başsağlığı dilemenin süresinin üç gündür ve üçüncü günden sonra taziye hoş görülmemiştir.

Buna rağmen, Cahilî bir davranış biçimi olan matem, sonraki asırlarda önü alınamayan bir yayılma gösteren yerleşik bid`atlerden biri haline gelmiştir. Hz. Hüseyin`in 10 Muharrem 680 tarihinde Kerbela`da şehit edilişi Şiîlerce mezhebî bir alamet telâkki edilerek, her yıl düzenlenen matem merasimleriyle anılmaktadır. 10 Muharrem günü meydanları dolduran binlerce genç-yaşlı şiî, bir ağızdan "Ya Hüseyin" diye haykırarak gözyaşı dökerken, başlarını yumruklamakta ve bedenlerini zincirlerle dövmektedirler. Bu ve buna benzer davranış biçimlerinin Resulullah (s.a.s)`in ortaya koyduğu ve uyulmasını istediği prensiplerle alakasının olmadığı ortadadır. Yine günümüzde Resulullah (s.a.s)` ın yasakladığı ölüler için tutulan matemler, dövünerek ve bağırarak ağlamalar, diğer müslümanlar arasında da yer etmiş bulunmaktadır.

Ayrıca, çağdaş cahili ideoloji ve sistemlerin bir anlamda ilâhlaştırdıkları ölmüş kişiler için tuttukları matem türü vardır. Devlet düzeyinde gerçekleştirilen bu matem tutma organızeleri sırasında belirli bir müddet hareketsiz ve dimdik bir şekilde yas tutulur, sirenler çalınır ve bayraklar yarıya indirilir. Yine cenaze ve ölüm yıl dönümleri için düzenlenen matem merasimleri esnasında yas tutanlar, siyah renklere bürünürler. Bu davranışların anlamsızlığı ve İslam öncesi cahiliyet yaşamının çağdaş dünyaya yansımalarından biri oluşu, müslümanların bu tür davranışlara karşı duyarlı olmalarını gerektirmektedir. İslâm, ölümü mutlak anlamda üzücü bir olay görmediği ve Allah Teâlâ`nın herkes için takdir buyurduğu bir olay olarak telâkki ettiği için ölçüleri dışında; bir açıdan ölenlere tapınmaya kadar varan matem tutmalara izin vermemiştir.

MATUH(BUNAK –BUNAMIŞ)

Bunak, bunamış. Ateh kökünden türemiş arapça bir isim; aklın olayları doğru bir şekilde anlayıp idrak etmesine engel olan bir hastalık. Buna dilimizde "bunaklık" veya "bunama" denir. Bu hastalık, çoğunlukla yaşlılarda görülür. Bunama ve akıl hastalığı İslâm hukukunda kişinin edâ ehliyetini etkileyen semavî arızalardandır. Bunama ile akıl hastalığı arasındaki fark; birincide sükunet ve durgunluk; akıl hastalığında ise heyecan ve taşkınlık hakimdir. Bazı İslâm hukukçuları, bunaklıkla akıl hastalığının aynı türden olduğunu, diğer bir deyişle, bunların aynı türün iki farklı mertebesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre, aklından özürü bulunan bir kimse, eğer hiç bir şeyi düşünüp kavrayamayacak bir durumda ise ona "akıl hastası"; eğer bazı olaylara akıl erdirebiliyorsa; bazı sözleri akıl hastasının sözlerini andırmakla birlikte, bazı sözleri de normal insanların sözlerine benziyorsa "bunamış (matuh)" denilir. Buna karşılık bazı hukukçular bu iki hastalık arasında fark görürler. Bu görüşe göre bunak, gel-git akıllı kimsedir. Temyiz gücünü kaybettiği zaman akıl hastası hükmünde olur ve edâ ehliyetini tamamen kaybeder. Temyiz gücüne sahip olması durumunda, tıpkı mümeyyiz çocuk gibi "eksik ehliyetli" olur.

Diğer yandan, İslâm hukukçularının büyük bir bölümü biraz daha farklı bir yol izleyerek, bunamış kimsenin ancak mümeyyiz olabileceğini, temyiz gücünü yitirdiğinde ise akıl hastasından hiç bir farkı kalmayacağını ifade etmişlerdir (Ebû Zehra, el-Ahvâlu`ş-Şahsiyye, Kahire 1957, s. 445-446).

Bunak, Mecelle`de, "anlayış ve kavrayışı az, sözü karışık ve kendini iyi idare edemeyen" kişi olarak tarif edilmiş (Mecelle, mad. 945) ve matuh`un eda (fiil) ehliyeti açısından, mümeyyiz çocuk sayıldığı (Mecelle, mad. 978) ve tıpkı mecnun ve çocuk gibi zaten ehliyeti kısıtlı (mahcur) olduğu (Mecelle, mad. 957) ifade edilmiştir. Bu itibarla bunamış kişiye bir kanuni temsilci tayin edileceğinden o, başkasına veli olamaz.

Bu duruma göre, bunağın hukukî tasarrufları mümeyyiz küçükte olduğu gibi üç kısma ayrılır:

1) Matuh`un, hibeyi ve hediyeyi kabul etme gibi, kendisi hakkında sırf yarar olan ve zarara ihtimali bulunmayan tasarrufları. Bunlar, matuh`un kanunî temsilcisinin izin ve icazeti olmadan da geçerli olur.

2) Başkasına bir şey bağışlama gibi, kendisi hakkında sırf zarar olan tasarrufları. Bunlar matuh`un kanunî temsilcisinin icazetiyle bile geçerli olmaz. Bunağın boşaması da bu gruba girer (bk. Buhâri, Talâk, II/VI,169).

3) Yarara ve zarara ihtimali bulunan, alım-satım, kira gibi akitleri matuh`un bu türden akitlerinin işlerlik kazanıp hüküm ve sonuçlarını meydana getirebilmesi, kanunî temsilcisinin icazetine bağlıdır. Kanunî temsilci, icazet verip vermemekte serbest olup, icazet verirse akit muteber olur, vermezse batıl olur (Mecelle, mad. 967, 978).

Bulûğdan sonra ateh`in bütün hükümler konusunda mümeyyiz çocuk hükmünde olduğu, ateh`in söz ve fiillerin sıhhatine engel teşkil etmediği, fakat sorumluluk yüklenmeye (uhde) mani olduğu kabul edilmekle beraber; tazmin yükümlülüğü açısından, matuh`un, istihlak ettiği malları tazminle mükellef tutulması "uhde" kapsamı dışında tutulmuştur. Diğer bir ifadeyle, tazmin yükümlülüğü, failin kasd ve ihmalinden değil de zarara uğrayanın dokunulmazlığı ve korunması açısından gerekli olup cebren meşru kılındığı için, kişinin matuh olması, zayi ettiği başkasına ait malın dokunulmazlığını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla matuh, fiilî tasarruflarından sorumludur (el-Habbâzî, Celaluddin Ebû Muhammed Ömer b. Muhammed (ö. 691/1292); el-Muğnî fi Usûli`l-Fıkh, Mekke 1983, s. 372).

Diğer yandan matuh`un namaz vb. gibi bedenî ibadetlerle yükümlü olup olmadığı tartışılmakla birlikte, İslâm hukukçularının çoğunluğu, matuh`tan şer`î hitabın kaldırıldığını, dolayısıyla onun tıpkı akıl hastası gibi, bedenî ibadetlerle yükümlü olmadığını belirtmişlerdir.

Matuh`un fiil ehliyeti kısıtlı olduğundan, suç işlediğinde, uygulanması failin kasd ve tecavüzüne bağlı olan kısas, el kesme, dayak gibi cezalar uygulanmasa da, hapis gibi tedbir amaçlı veya diyet gibi tazmin amaçlı cezalar uygulanabilir.

MEFKÛD(KAYBOLDUĞU HALDE SAĞ VEYA ÖLÜ OLDUĞU BİLİNMEYEN KİŞİ)

Mefkûd kendi hakkında sağ, başkaları hakkında ölü hükmündedir. Ölümüne hükmedilmedikçe malları mirasçılara intikal etmez. Daha önce yapmış olduğu icare (kira) akdi fesholunamaz. Vefatı hakikaten veya hakimin hükmüyle sabit olmadıkça karısı başkasıyla evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 34-35, 43).

Mefkûd başkasına vâris olamaz. Ancak onun hissesi sağ olabileceği gözönüne alınarak ihtiyaten bekletilir. Geldiğinde hissesi kendisine intikal eder. Aksi halde vârisler bu hisseye sahip olur. Kendisine yapılan vasiyete de sahip olabilmesi için sağ olarak dönmesi gerekir. Aksi halde vasiyet edilen şey mûsî (vasiyyet eden)nin vârislerine iade olunur (Serahsî, a.g.e., XI, 34-35; el-Fetâva`I, Hindiyye, Bulak 1315, II, 300).

Hâkimin mefkûd hakkında velâyeti caridir: Bu velâyet mefkûdun, mallarını korumaya yöneliktir. Bundan dolayı onun gayrımenkul veya menkul mallarının bozulma ihtimali bulunmadıkça hâkim satamaz. Eğer satarsa mefkûd döndüğünde bu malları müşteriden alabilir. Eğer mefkûdun borcu varsa borcu ödemek için akarını satabilir ve yine akarını tamir ettirebilir. Fakat hâkimin izni olmadan mefkûdun akarını meselâ hanesini mefkûdun vekili daha önce mefkud yetki vermiş bile olsa tamir edemez (Ö.N. Bilmen, Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, VII, 214-215).

Hâkim, mefkûdun mallarını muhafaza, başkalarının zimmetinde bulunan alacakları tahsil ve onun mallarında usulü dairesinde tasarrufta bulunması için güvenilir bir kişi tayin eder ki bu kişiye kayyim denir. Kayyim mefkûdun yakınlarından olabileceği gibi haricden de olabilir. Kayyim mefkûdun mallarını hıfzeder, ekinlerini, harmanlarını korur, borçlarından ikrar ettiklerini alır, kaybolabilecek durumdaki mallarını hâkimin emriyle satar. Kayyim mefkûdun lehine ve aleyhine olan davalarda hasm (taraf) olamaz. Mefkûdun daha önce muayyen bir hususta tayin etmiş olduğu vekili varsa o hususa kayyim müdahale edemez. Hatta mefkûdun işlerini yürütmek için tayin ettiği bir vekili varsa kayyim tayin edilemez. Çünkü müvekkilin kaybolmasıyla vekil azlolmaz. Vekil mevcut olunca da kayyime ihtiyaç kalmaz. Mefkûdun vârisleri hâkim tarafından tayin edilen kayyime muhalefet ederek malında tasarrufta bulunamazlar (Kâsânî, Bedayiu`s-Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, VI, 196; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 299-300; Bilmen, a.g.e., VII, 215-217).

İmam Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed`e göre, hâkim mefkudun nafakasıyla yükümlü olduğu kişilere nafaka takdir edebilir. İmam Züfere göre ise takdir edemez. Ancak hâkimin nafaka takdir etmesi durumunda kendilerinden bir kefil alması güzel görülmüştür. Çünkü mefkûd karısını daha önce boşamış veya nafakaları peşin olarak karşılamış olabilir (Kâsânî, a.g.e., VI,196-197). Hâkim mefkûdun ancak nafaka cinsinden olan mallarından nafaka takdir edebilir. Bu mallar altın-gümüş, yenilen-giyilen gibi şeylerdir. Mefkûdun diğer menkul ve gayrımenkul malları satılarak nafakaya sarfedilemez. Ancak kaybolacağından korkulan mallar satılırsa paralarıyla nafaka ihtiyacı giderilebilir. Bunun yanında hâkim, mefkûdun alacaklılarının zimmetinde veya emanet verdiği kişinin elinde bulunan mallarından nafakayı karşılayabilir. Ancak mefkûddan nafaka almaya hak sahibi olanlar mefkûdun alacaklılarından nafaka dava edemezler. Mefkûdun alacaklı olduğu kişiler onun karısına veya usul ve furûuna hâkimin emri olmaksızın nafaka veremezler. Verirlerse bu, teberru mahiyetindedir. Mefkûd, döndüğünde, onlardan alacaklarını talep edebilir (Bilmen, a.g.e., VII, 218-219).

Mefkûdun sağ olarak dönmemesi hafinde ne kadar zaman geçtikten sonra ölümüne hükmedileceği konusunda ihtilâf vardır. Hasan b. Ziyad`a göre doğumundan itibaren 120 yıl, İmam Ebû Yusuf`a göre 100 yıl, Zahiru`r-rivâye`ye göre ise 90 yıl geçmesi durumunda mefkûdun öldüğüne hükmedilir. İmam Malik`e göre bu süre 4 yıldır. Hz. Ömer (r.a) dan da böyle bir görüş nakledilmiştir. Hanefi mezhebinde yaygın olan görüşe göre mefkûdun ölümüne hükmedilecek süre, yaşıtlarının hayattan gitmesidir.

Yaşıtları öldüğü halde dönmemiş olan mefkûdun ölümüne hükmedilir. Ancak tercih`e şayan olan görüş (muhtar) süre tayininin imama bırakılmasıdır (Serahsî, a.g.e., XI, 35-36; Kâsânî, a.g.e., V, 197; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 300). Mefkûd, savaş sırasında kaybolmuşsa mücahit ve esirlerin dönüşünden itibaren bir yıl geçtikten sonra hâkim karı ile kocanın nikâhını feshedebilir.

Artık mefkûdun vefatına hükmedildikten sonra malları vârislere intikal eder ve karısı da vefat iddeti bekler. İddeti bittikten sonra bir başkasıyla evlenebilir. Ölümüne hükmedilen mefkûd, malları taksim edildikten ve karısı evlendikten sonra sağ olarak gelirse vârişlerdeki mallarını alabilir. Fakat harcanmış olanları tazmin ettiremez ve karısını ikinci kocasından ayıramaz (el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 300). Fakat kadın, hâkimden, ayrılma kararı almadan evlenip de sonradan eski kocası da ortaya çıkarsa, ikinci nikâh münfesih olur (Hukuk-ı Aile Kararnâmesi, mad. 128, 129; Kadri Paşa kodu, mad. 471, 481).

Mefkûdun malı ve aile fertleri üzerinde hâkimin yetkileri şöyle özetlenebilir:

1) Hâkim, kaybolan kişinin mallarını koruyacak güvenilir bir kimse tayin eder. Bu, mefkûdun mallarını, çocuk ve akıl hastasının malı üzerine tayin edilen kayyım gibi idare eder, gelirlerini toplar ve ona ait hakları korur.

2) Bozulacak malları satar ve parasını muhafaza eder. Çünkü satış, korumanın gereklerindendir.

3) Mefkûdun malından karısına, küçük erkek ve kız çocukları ile özürlü olup çalışmayan erkek ve kadın yoksul büyük çocuklarına nafaka verir. Mefkûdun malı olmaz; fakat başkalarının elinde nakit para, yiyecek ve giyecek kabılinden emanetler bulunursa bunlardan infak eder. Ancak mefkûdun malı yalnız ticaret eşyası veya gayrimenkul cinsinden olursa hâkim bunlara nafaka veremez. Çünkü bunlar satılmadıkça infak mümkün olmaz. Hâkimin ise gaibe ait ticaret malını ve gayrimenkulü satma yetkisi yoktur. Sadece baba kendi nafakası için gaib oğlunun ticaret mallarını izinsiz, gayri menkulünü ise hâkimin izni ile satabilir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 196; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., IV, 440; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, III, 360; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, V, 784, 785).

MEGAFONLA İMAMA UYMAK

Kadınlar camii`nin yakınındaki bir evden megafonla camideki imama uyabilirler mi?

İmama uymak demek, mümkün olan her konuda ona tâbi olmak demektir. Namaz kıldıkları yer de tâbi olunması gereken hususlardandır. Dolayısıyla; İmam bir binekte, cemaat ayrı bir binekte, imam bir gemide, cemaat ona bitişik olmayan başka bir binada olursa, cami dışında imamla cemaat arasında, araba geçecek kadar boş bir yol, büyük bir nehir bulunursa... Bu ve benzeri durumlarda cemaat imama mekân konusunda uymamış olduğundan, iktidâ (imama uyma) sâhîh olmaz, ama binalar birbirine bitişik olursa, arada duvar dahi bulunsa, imamın hareketlerini duyuyor ya da görebiliyorsa imama uyabilir. Mikrofon (megafon vs.) gibi araçlarla duymuş olsa da durum aynıdır. Yani itibar, ayrı mekânda olmaya ve imamın ne yaptığını bilmeyedir, arada engel olup olmamasına değildir. (48 Ibrahim el-Halebî, es-Serhu`I-kebîr 253-54; Mehmed Zihnî Efendi, Nimet-i Islâm 293-94; Vehbe ez-Zuhaylî, age. N/229-31) Bu konuda kadınla erkek arasında fark yoktur. Binalar ayrı olduktan sonra, yakın da olsa uyamazlar. Binalar bitişik olduktan ve imamın hangi rükünden hangisine geçtiği (intikalleri) bilindikten sonra uzakta da olsalar ve aralarında engel de bulunsa uyabilirler.

MEHİR

Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh terimi. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk", "saduka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır.

İslâm Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir. Mehir kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru`l-islâm`da bir kadınla cinsel temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına saygının bir sonucudur.

Kur`an-ı Kerîm`de mehirden söz eden çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah`ın bir atiyyesi olarak verin " (en-Nisâ, 4/4). Çoğunluğa göre, burada hitap kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velilere olduğu görüşündedir. Cahiliye devrinde mehri kızın velileri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, namuslu olarak ve zinaya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur" (en-Nisâ, 4/24).

Abdullah b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Resulullah (s.a.s) kendisine; "O`na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende bir şey yok"deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular.

Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah`ın elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur`an-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur`an karşılığında verdim" (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI, 170).

Bu konudaki ayet ve Hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resulullah (s.a.s), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi.

Diğer yandan, sahabe devrinden bu yana islâm bilginleri mehir üzerinde icma etmişlerdir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, II, 274-304; Ibnü`l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân, III, 86 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müçtehid, II, 16 vd.; Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, II, 329 vd.).

Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur`an`da şöyle buyurulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır" (en-Nisâ, 4/34).

Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur:

"Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/236). Bu ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehrin konusulmasının ne bir rükün ve ne de bir şart olmadığına delâlet eder (el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab`ı, II, 55, 60; Ibn Rüşd, a.g.e., II, 25).

Ukbe b. Âmir (r.a)`ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz. Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek vefatı sırasında şöyle dedi: "Resulullah (s.a.s), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber`deki hissemi veriyorum". Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira karşılığında satmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, VII, 254). Yalnız Malikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler.

Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer`an mal sayılmayan bir şeyi mehir yaparak evlenseler Malikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli olur.

Mehrin üst ve alt sınırı:

Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Ayette; "Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız" (en-Nisâ, 4/20) buyurulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü`l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer`in dayandığı delil; Hz. Peygamber`in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki ayeti (en-Nisâ, 4/20) okuyarak, Allah`ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler doluşu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi:

"Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir" (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau`z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.).

Ebû Hanîfe`ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar. bir dinar altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik`e göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır. imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır (Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti`l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 279, 280).

Mehrin konusu:

Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrımenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya gayrı- menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslam`ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 277 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân, II, 143).

Kur`an-ı Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehidlerine göre, Kur`ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (en-Nisâ, 4/24) ifadesi buna engeldir. Kur`an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi bunları Allah`a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.

Sonraki Hanefî fakihleri ise, Kur`ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva verdiler. Delil; Hz. Peygamber`in bildiği Kur`ân-ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te`vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber`e mahsus bir muamele olduğunu söylemişlerdir (eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170; el-Askalânî, Bülûğu`l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., VI, 173-175).

Mehrin çeşitleri

Mehir genel olarak mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.

1. Mehr-i müsemma:

Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rıza ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tayın etmiş bulunursanız, bu tayın ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237). Mehr-i müsemma da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır:

a) Mehr-i muaccel:

Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379) buyurulmuştur.

Bazı fakihler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali`nin, Fâtıma (r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine`de, Hicret`in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuştur (M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâluş-Şahsiyye, s. 140, 141).

Bugün Mısır`da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas`ta ise mehrin yarısı peşin ödenir (Halil Cin, Islâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218).

b) Mehr-i müeccel:

Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vadeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vadeli mehir)" adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric`î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric`î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür (Mehmed Zihni, Nimet-i Islâm, Istanbul 1976, s. 641 vd.).

2) Mehr-i misil:

Kadının emsaline göre takdir edilen mehir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır:

a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesatını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin inikat ve sıhhati, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar.

b) Mehrin, tayın edilmiş olmakla birlikte mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü`l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim bir mal olarak tayın edilmesi halinde mehrî misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıf larda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tayını halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.

c) Taraflar arasında mehr-i ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir şâriin nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve Imam Şafiî`ye göre fâsiddir (Kâsânî, Bedâyîus-Sanayı, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü`l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, Istanbul 1979, I, 342; el-Fetâva`l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, Istanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142).

d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin davası sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir (Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347).

Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tayın için evlenecek olan kadının babası kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıf larda benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani mehri tayın olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıf ların akitten sonra artması veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde Mehr-i misil iki adil erkek veya bir erkek iki kadının şahadetiyle sabit olur. Eğer adil şahid bulunamazsa söz yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tayınden kaçınırsa mehrin miktarını tayın için hâkime başvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mihir konusunda ittifak hasıl olursa kabul olunur (el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., II, 119).

Mehrin Sahibi:

Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi mehri kadın adına alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın razı olmazsa, velisine yapılacak mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti haiz olan veliye verilir.

Ahmed b. Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve delil olarak da, Hz. Şuayb`ın kızıyla evlenmek için Hz. Musa`nın sekizyıl çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Şuayb (a.s), Musa ya dedi ki; bu iki kızımdan birini - sen bana sekizyıl işçilik yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden" (el-Kasas, 28/27). Bu ayet-i kerîme, karşılığında ücret alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz konusu olabilir. Nitekim, Hz. Musa`nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mısır`a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması caiz değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır: "Mehir, evlenen kadının hakkıolup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur" (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde, 89, 90).

Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller:

Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;

a) Sahih halvet:

Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz oruçlu olmak, farz veya nafile hac için ihramda bulunmak gibi.

Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gibi haklardan yararlanır.

b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın" (en-Nisâ, 4/20).

Zifaf sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fasit evlilikte olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmadan hangisi daha az ise ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil alır.

Fasit nikâhta halvet, zifaf hükmünde değildir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 335; "Halvet" maddesi).

c) Eşlerden birinin ölümü:

Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir miktarını ayrıca alır(Ibn Rüşd, a.g.e., II, 20).

Mehrin yarısının ödeneceği haller:

Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona ermişse, kadın mehr-i müsemmanın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin olarak verilmişse, kadın bunun yarısını kocasına iade etmek zorunda bulunur. Delil şu ayettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tayin ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237).

Bu ayet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak. b) Koca, karısını zifaftan önce boşamış olacak. c) Kadın mehir hakkından vazgeçmemiş bulunacak.

Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih, ile Lian, kocanın iktidarsızlığı, islâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu halde kendisinin islâm`a girmekten kaçınması, karının usul ve fürûuna hürmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, II, 438-439).

Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına muta denen bir teselli hediyesi vermek gerekir. (bk. el-Bakara, 2/236). Muta; kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği şeylere denir. Ayette mutanın miktarı belirlenmemiş ve bu husus içtihada bırakılmıştır. Ebû Hanîfe`ye göre, mutanın en azı bir elbise, baş örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.).

Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar:

İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.

a) Evlenme akdi fasit olur (bk. "Nikâh" mad.) ve koca karısını zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut`a vermesi gerekmez. Buna evliliğin karşılıklı rıza ile veya hâkimin hükmü sona ermesi sonucu değiştirmez.

b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın yine birşey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası islâm`a giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş sayılır. Kadının, kocasının usul veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zina etmesi veya bunlardan birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona erdirilmiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337).

Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Kadının aniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde, kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teşkil edeceği açıktır.






Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#3
Dini-1 
MEHİR MESELELERİ

Mehir kadına bir değerin ifadesi ve kritik bir dönemdeki sosyal garantisi olarak verilen maldır. Mal ve paradan başka bir şeyle, Hanefi mezhebine göre mehir olmaz. Onlar Nisâ 24. âyetinden bunu anlamışlardır. En azı da on dirhemle sınırlandırılmıştır. Dolayısı ile boşama hakkını kadın mehir olarak değil ama ayrıca alabilir.Mehir kadının hakkı olduğu için, herkes gibi o da hakkından vazgeçebilir ve mehrini kocasına bağışlayabilir. Yani almak zorunda değildir.Mehir, duhulle, yani zifafla beraber farz olur. Koca, ondan önce vermek zorunda değildir.Mehire zaman belirtilmemişse, kadın mehrini almadan kendisini kocasına teslim etmeyebilir. Fakat mehrin bir kısmını ya da tamamını müeccel (vadeli) mehir olarak kararlaştırmışlarsa, kadının onu hemen alma hakkı yoktur.Düğünlerde yapılan altınlar bizim örfümüzde mehirdir ve kadının hakkıdır. Kadının evlenirken bilip bilmemesi; söyleyip söylememesi mehir hakkını düşürmez. Ancak o takdirde sadece "mehr-i misil" (Akrabasından dengi olan kadınların aldığı ortalama mehir) alabilir.Başlıkparası, kocaya gidecek kadının Babası ya da başka bir yakını tarafından alınan ve evlenecek kadına verilmeyen bir para ya da mal olup, kadının eşya gibi satılması anlamına geldiğinden; çirkin bir haramdır ve kadını aşağılamadır. Mehir ise bizzat kadının aldığı ve kocanın iznine bile gerek kalmaksızın istediği gibi harcayabileceği bir haktır, bir garanti unsurudur ve kadına değer vermenin ifadesidir.(bk. Mavsbilî, el-Ihtiyâr 448)


MEHİR TAKILARI

Erkek evlenirken hanımına verdiği takıları düğünden sonra alıyor, bozdurup tarla satın alıyor. Tarlayı da kendi üzerine tapuluyor. Karısı da, kendi takılarıyla alındığı gerekçesiyle onların yerine tarlanın tapusunu istiyor. Bu durumda şer`î çözüm ne olmalıdır?

Koca mehir olarak verdiği takıları karısından geri alırken, "Onlarla alacağımız tarla vs. senin olsun" diyerek almışsa, alınan akar karısınınolur. Bu konuda o, karısının vekili durumundadır. Böyle birşey söylenmeden almışsa karısından borç almış demektir. Ancak aldığını geri vermesi istenir.

MEHİR VE ALTIN

Bazı yörelerimizde düğünlerde altın alınmaktadır. Nikâh kıyılırken de belli bir miktar mehir konuşmaktadır. Bu durumda alınan altınlardan tesbit edilen mehir kadarı mı mehire sayılacaktır. Yoksa bu altınlar zaten kadının değil midir, onları onun kullanma hakkı yok mudur?

Mehir nikâhın gereği olarak kadının bir hakkıdır ve gayesi hem kadına değer vermek, onu hiçbir karşılık almadan kendisini erkeğe teslim eden basit bir varlık olma durumundan kurtarmak, hem de erkeğe göre zayıf olan kadın için ânî durumlarda bir kuvvet ve bir garanti olmak üzere farz kılınmıştır. Onun için mehir sembolik bir anlam ifâde etmez ve Hanefî mezhebine göre alt sınırı (tabani) vardır, ondan az olamaz. Mehir daha söz kesildiğinde, nisanda (muaccel) olabileceği gibi, nikâhtan sonraya da bırakabilir (müccel). Nişanda ya da sözce kız tarafındân istenen, şart koşulan altın cinsinden her şey örfen mehirdir ve kadının hakkıdır, istediği zaman istediği gibi kullanır. Babası veya velisi ne onları, ne de bir başka para (başlık) alabilir. Bu haramdır ve insanı bir mal gibi satmak anlamına gelir. Nikâhta mehir olarak sadece önceden yapılan altınlar sözkonusu edîlebilir. Ama kadın isterse ayrıca, ilâve mehir de alabilir. Evlendikten sonra da koca, mehir olarak verdiği bir şeye, karısının rızası olmadan karışamaz. Kadın mehrini istediği zaman meşru ölçülerle istediği gibi kullanır. Ancak isterse kocasına bağışlayabilir: Ama koca, kadının istediği mehir dışında ona bir takım hediyeler vermişse, onların kadının elinde verildikleri gibi duruyor olmaları halinde cayıp, hediyelerini isteyebilir. Ama bunu Rasûllullah Efendimiz "kustuğunu yalamaya" (Bu ve benzeri hadîsler için bk. el-Hindî XVI/638 vd.) benzetmiş ve çirkin olduğuna işaret etmiştir. Hediye konusunda kadın da aynı haklara sahiptir.

MEHİRDEN SÖZ EDİLMEZSE, NİKAH CAİZ OLUR MU?

Mehir kadının hakkıdır. Akidde ondan söz edilsin veya edilmesin nikah sahih olup mihrin kadına verilmesi gerekir. Çünkü Allah Teala, Kur`an-ı Kerim`de açıkça kadına sıdak verilmesini (mehir verilmesini) emretmektedir. Ancak akitte muayyen bir şey üzerinde anlaşma yapılıp zikredilmiş ise onu vermek gerekir. Zikredilmemiş ise mihri misil verilmesi icap eder. Yani kız kardeşi, halası ve amca kızı gibi soyları bir onların mehri ne kadar ise o kadar vermek lazımdır (el-Hidaye).

Mekruh ne demektir?
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
Amenerrasulü, okunuşu ve anlamı
Amenerrasulünün okunuşu ve anlamı. Bakara suresinin 285. ve 286. ayeti
Namazda şeytan ayartması
Şeytanın namazda insanların okudukları hakkında verdiği vesveseler
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Resimli ve Özet maddeler halinde anlatım

Allah Teâlâ ve Resûlü’nün, yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarz ve üslupla istediği fiile mekruh denir. Haramla mekruh arasında bazı ortak noktalar vardır. Her ikisi de yasaklanan ya da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder. Ancak haram ve mekruh kavramları Hanefîlerde, diğer mezheplere göre bazı farklılıklar gösterir.

Kelime anlamı; hoşlanılmayan, çirkin olan demektir. Terim olarak ise: Vâcipte olduğu gibi, Allah`ın ve O`nun elçisinin tam kesin olmayan sözleriyle, yapılmaması istenen, ya da yapılmaması tercih edilen şeylerdir. Allah`ın sözünün kesin olmaması, sırf anlaşılan mânâsının kesin olmaması demektir. Peygamberimizin sözünün kesin olmaması ise; hem mânâsının kesin olmaması, hem de Peygambere ait olmasının kesin olmaması demektir. Kuvvetli olan mekruh, harama yaklaştığı için ona "tahrîmen mekruh", kuvvetli olmayan da helâla yaklaştığı için ona da "tenzîhen mekruh" denir. Meselâ ikindiyi bile bile geciktirip tam güneş batarken kılmak "tahrîmen", sağ eliyle burnunu çekmek de "tenzîhen" mekruhtur. Genel bir kural olarak da: Vâcip olan bir işi yapmamak, tahrîmen mekruh olan bir şeyi yapmamak da vâciptir. Sünnet ve müstehapları yapmamak tenzîhen mekruh, tenzîhen mekruh olan şeyleri yapmamak da sünnet, ya da müstehaptır.

MELEKLER

Cenâb-ı Allah`ın bütün melekler içinde üstün kıldığı dört büyük melekler büyük Melekler denir..

Melek kelimesi Arapça`da "haberci" anlamına gelmektedir. Çoğulu "melâike" olarak gelmekte ise de, gerek Türkçe`de ve gerekse Arapça`da çoğul manasına "melek"` olarak da kullanılmaktadır.

Melekler, ruh gibi lâtîf, nûrânî, mahiyetleri Allah katında malum, varlıkları bizim dünyamıza ait olmayan fakat insanlarla ilgili bir takım görevleri bulunan varlıklardır. Akıl ve nutukları olup; şehvet ve gadap gibi beşerî ihtirasları, yemeleri, içmeleri yoktur. Evlenmek, doğmak ve doğurmaktan uzaktırlar. Çeşitli şekillere girebilirler. Allah`ın emrine asla isyan etmezler, yerde ve gökte bir takım vazifeler ile meşgul olurlar. Daima Yüce Allah`ı tesbih ve zikrederler. Meleklerin bu özellikleri için bakınız: (el-En`âm, 6/9,100; el-Hicr 15/8; el-Fâtır 35/1; el-Meâric 70/4)

Meleklerin sayısı ve her birinin hangi işlerle vazifeli oldukları bizce malûm değildir. Ancak bunlardan bir kısmı ve vazifeleri Kur`an-ı Kerîm`de ve Hz. Peygamber`in hadislerinde bildirilmiştir. Bu bilgilere göre"büyük melekler" olarak tanınan dört melek vardır ki, bunlar: Cebrâil, Azrail, İsrafil ve Mikâil`dir.

Cebrâil: Kur`an`da üç yerde "Cibrîl" olarak geçmekte (el-Bakara 2/97, 98; et-Tahrim 66/4) diğer bazı ayetlerde de kendisinden Rûhu`l-Kudüs ve Rûh olarak bahsedilmektedir. (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110).

Vazifesi, Allah`ın emir ve nehiylerini peygamberlerine bildirmektir. Bütün vahiy onun vasıtasıyla nazil olmuştur.

Cebrâil, bu görevi yerine getirirken peygamberimize çeşitli şekil ve suretlerde gelirdi. Birçok defa insan şeklinde bu görevini ifa ederdi. İnsan şekline girdiğinde daha ziyade Dıhye isimli sahabenin kılığında, bazan da normal bir bedevî olarak gelirdi ki, "Cibrîl hadisi" diye bilinen hadisin vukûunda Hz. Peygamber`e bu kılıkta gelmiştir.

Cebrâil bu gelişlerinin sadece iki defasında aslî suretinde görünmüştür. Bunlardan birisi (en-Necm, 53/6-7) ayetlerinin nuzûlünde, diğeri ise yine Necm suresinin 13. ve 14. ayetlerinin nuzûlü esnasındadır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 95).

Azrâil: Kur`an-ı Kerîm`de

"Melekü`l-mevt" ( = ölüm meleği) olarak geçmektedir. " Ey Muhammed de ki; size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz." (es-Secde, 32/11)

Allah`ın emri ve izni ile canlıların, ölecekleri zaman canlarını almakla vazifelidir.

İsrafil: Kur`an`da "İsrâfil" olarak ismi geçmemektedir. Ancak, kıyametin vukûu ile ilgili ayette "(İsrâfil tarafından birinci sefer) Sûr`a üflenince Allah`ın dilediği (melekler) müstesna göklerde olanlar ve yerde olanlar bayılırlar (ölürler). Sonra Sûr`a (ikinci defa) üflenince ölüler mezarlarından kalkıp bakınıp dururlar." (ez-Zümer 39/68) buyurulmakta, dolayısıyla isim olarak olmasa da bu meleğin vazifesi bu ayetle belirtilmektedir. Buradan kıyametin ve ahiret gününün yani yeniden dirilmenin başlangıcında bir Sûr`a üfürme olacağı anlaşılmaktadır ki, bu işle vazifeli melek İsrâfil (a.s.) dır. Bu görevinden dolayı İsrafil`e "Sûr meleği" ismi de verilmektedir.

Ayrıca İsrâfil`in, "Levh-i Mahfuz"* da yazılanları okumak ve ilgili meleğe haber vermekle de görevli olduğu bilinmektedir.

Mikâil: Kur`an-ı Kerîm`de bir yerde "Mikâil" olarak zikredilmektedir. (el-Bakara 2/98)

Mikâil`in görevi: yağmurun yağdırılması, rüzgârın estirilmesi ve mevsimlerin tanzimi gibi tabiat olaylarını Allah`ın emri ve izni ile vukua getirmektir.

Bu dört meleğin dışında, her insanın yanında bulunan ve daima onun küçük, büyük, gizli ve aşikâr yaptığı bütün işleri yazan melekler vardır ki, bunlara "Kirâmen kâtibîn"* denir. Ayrıca öldükten sonra kabırde sual sormakla vazifeli "Münker* ve Nekir"* melekleri de vardır.

Meleklere inanmak, müslümanlığın iman ve itikat esaslarındandır. İnanmayan, müslüman olamaz; inkâr eden de dinden çıkar. Zira, Kur`an-ı Kerîm`de meleklerin varlığından bahsedilmekte, bir kısmının ise bizzat isimleri geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her kim Allah`a ve meleklerine ve peygamberlerine ve Cibrîl`e ve Mikâil`e düşman olursa Allah da kâfirlere düşmandır" (el-Bakara 2/98). Ayrıca Kur`an`da Fâtır suresinin bir diğer adı da "Melâike suresi"dir.

Melekler, bilfiil vardır. Onları görememiş olmamız onların yokluğu yolunda bir delil teşkil etmez. Onların bizim tarafımızdan görülmemesi, farklı bir şekilde yaratılmış bulunmalarından, vücudlarının rûhânî ve nûrâni olmalarındandır. Bizim gözümüz ise onları görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Nitekim kendi aklımızı ve ruhumuzu da göremiyoruz, fakat onların varlığına inanıyoruz.

MEMLEKETİMİZDE BOLCA BULUNAN SIĞIR VE DAVAR GİBİ EHLİ HAYVANLARIN NİSABI NE KADARDIR VE NİSABA BALİĞ OLDUĞU ZAMAN HANGİ ŞART İLE ZEKATLARI VERİLECEKTİR?

Memleketimizde bol miktarda bulunan sığır ve davar gibi ehli hayvanlar zekata tabidirler. Sığır`ın nisabı otuzdur. Yani otuz sığıra sahip olan kimse şartı yerinde olduğu takdirde zekatını vermekle mükelleftir. Otuz sığır için bir yaşını tamamlayıp iki yaşına tamamlayıp üçüncü yaşına girmiş bir dana verecektir. Davarın nisabı kırktır. Yani kırk davara sahib olan kimse şartı yerinde olursa zekatını vermekle mükelleftir. Kırka baliğ olursa bir davar verecektir. 121 olunca iki davar verecektir.

Sığır olsun davar olsun nisaba baliğ olursa Hanefi mezhebine göre altı aydan fazla mübah sayılan kır ve mer`alarda otlatıldıkları takdirde zekatı verilecektir. Şayet mübah mera bulunmaz veya mera bulunur fakat kafi gelmediği için altı ay ve daha fazla yem ile beslenirse zekata tabi değildir. Şafii mezhebine göre ise durum başkadır. Ve daha fazla çiftçinin lehinedir. Bu mezhebe göre; zekatın vacib olabilmesi için altı aydan fazla değil, sene boyunca mübah meralarda otlaması gerekir. Adı geçen hayvanlara yem verilmediği takdirde merada otlamakla yaşamaları mümkün değilse veya göze çarpacak şekilde zararlı bir hale düşerse zekatı farz olur. Bu mezhebe göre sığır ve davar gibi ehli hayvanlar sene boyunca mera ve kırlarda otluyor. Ancak mesela üç gün veya dört gün gibi bir zaman kar yağarsa veya merada ot bulunmazsa zekatın farziyeti söz konusu değildir.

MENİNİN PİS OLUŞU

Menî ve mezîden de idrar gibi sakınmak gerekir mi? Bunlar da kabir azabina sebep olmakta idrara benzerler mi?

(1) Menî ve mezîde, idrar gibi kaba pisliktirler; yıkanıp elbiseden ve, bedenden çıkarılmaları gerekir. Dolayısıyla bunların insanın üzerinde bulunmaları, ibadetin (namaz) sihhatine engeldir. İnsanın sahih namaz kılmayışı, sadece kabir azâbına değil, belki de cehennem azâbina da sebeptir. Ancak Resûlüllah Efendimiz özellikle "idrardan sakının, çünkü kabir azâbının çoğu ondandır" (17 Ibn Mâce, Tâhâret 26; Nesâî, sehv 88; Müsned N/326, 388, 389 VI/61) buyurmuş ama, meni için böyle söylememiştir (böyle söylediğini bilmiyoruz). Gerçi bunun hikmetlerinden biri de belki, insanın menîye göre çok sık idrar boşaltması ve idrarın, sert bir satha vurduğunda sıçrama özelliğinin olması, bu yüzden de ondan sakınabilmek için çok titizlik istemesidir. Menî de böyle olsa belki, menî için de böyle söylenecekti. Ama temizleme bakımından, menî ile idrar arasında fark bulunduğu da bir gerçektir. İdrar ancak yıkamakla temiz olur, menî ise kurumus olması şartıyla ovalanarak da temizlenebilir. Kadın menîsi ise ince olduğundan, bir görüşe göre onun da yıkanması gerekir. İmam-i Şâfiî`ye göre ise, menî zaten temizdir. (18 Bk. M. Zihnî Efendi Nimet-i Islâm 133 ,148) İmam-i A`zam`in Muhammed Bâkir`la aralarında geçen bir konuşmadan, ona göre de idrarın meniden pis olduğunu anlıyoruz. (19 Ebd Zehrâ, Mezhepler Tarihi (Terc. AbdülKadir Sener) 194)

MENKULLERİN VAKFI

Vakıfta devamlılık (te`bid) esas olduğu için, prensip olarak vakfın gayrı menkul kabilinden olması gerekir. Bu özelliğe sahip olmayan menkulleri vakfetmek caiz değilse de Hanefilere göre şu üç istisna saklı tutulmuştur:

1- Gayrı Menkule Tabi Olma:

Ebû Yusuf ve Imam Muhammed eş-Şeybânî`ye göre teâmül bulunmasa bile, menkul malların bir gayrı menkule bağlı ve tabi olarak vakfedilmesi mümkündür. Arsa ile birlikte binayı, arazi ile birlikte bazı hayvanları ve tarım âletlerini vakfetmek gibi (Ibnu`l-Humâm, a.g.e., V, 48; Ibn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, IV, 361). Mütemmim cüzler, yol, geçit, su içme, su alma hakkıgibi irtifak hakları da gayrı menkule bağlı olarak kendiliğinden vakfedilmiş sayılır. Mâlikîlere göre, intifa hakkıve sınırlı bazı aynî haklar bağımsız olarak da vakfedilebilir (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, II, 363).

2- Hakkında Nass (Hadis) Bulunması:

Vakfın gayrı menkul olması prensibinin ikinci istisnası, vakfedilmesinin cevazı konusunda hadis bulunmasıdır. Silah, ve at gibi savaş âleti ve malzemelerini vakfetmek gibi. Nitekim Hâlid bin Velid (ö. 21/641) savaş silahını ve zırhını Allah yoluyla vakfetmiştir. Hz. Muhammed bunu tasvib etmişti (Buhârî, Cihâd, 89, Zekât, 49; Müslim, Zekât, 11). Hz. Hafsa`nın da Kur`ân vakfettiği nakledilir (es-Serahsî, Şerhu`s-Siyeri`l Kebîr, Mısır 1972, V, 2104). Ebû Yusuf, menkul vakfını bu hadislerle sınırlı tutarak, sadece savaş için at, deve ve silahların vakfedilebileceğini belirtmiştir. O`na göre, "kıyasa aykırı olarak sabit olan hüküm, başka bir hükme esas olamaz. Çünkü vakıfta gayrı menkul olma esas olduğu için, menkul vakfı temelde kıyasa aykırıdır" (Ibnü`l-Hümam, Fethu`l Kadir, Bulak,1316/1898, V, 49-50).

3- Teâmül Bulunması:

İmam Muhammed eş-Şeybânî`ye göre, hakkında nass (âyet-hadis) bulunmasa da, vakfedilmesi teâmül haline gelen menkullerin vakfı geçerlidir. Kitap, ev, balta, gelinlik, el-bise, mutfak eşyası, mushaf, bazı kitaplar, dinar, dirhem (nakit para) ve mislî (standart) menkuller bunlar arasında sayılabilir. Örf ve teâmül; toplumda, islâm`a aykırı olmayan bir işin çokça yapılmasıyla gerçekleşir. İmam Muhammed burada istisna` (eser sözleşmesi yapma) aktinde olduğu gibi "istihsan" deliline dayanarak kıyası terketmiştir. Bu duruma göre,bu beldede menkul bir malın vakfedilmesi örf ve âdet halini almışsa, bu çeşit menkullerin vakfı geçerli olacaktır (Serahsî, a.g.e., V, 2083-2087; Ibn Kudame, el-Muğni, V, 585).

Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında, "teâmül" kriteri esas alınarak, örfleşmiş bulununca menkullerin vakfı caiz görülmüş ve nakit para vakfı da menkul kapsamına alınmıştır. Hanefiler dışındaki üç mezhep, prensipte para vakfına karşı değildir. Ancak asıl, para vakfına cevaz veren ve vakfedilecek nakit paraların işletilme yöntemlerini belirleyen, Hanefî müctehidlerinden İmam Züfer`dir.

Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düşüncenin mahsûlü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri islâm ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir müessesedir. İnsan fıtratında mevcud olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lâzımdır. Çünkü "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır" prensibinin mânasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarışırcasına vakıf eserler kurmuşlardır.

İslâm âleminde vakıfların dinî bir mahiyet taşıması, onların devamlılığını sağlıyordu. Nitekim, dinî inanç ve düşünceşinin güçlü olduğu müesseseler olarak vakıflar, siyasî çalkantı ve idarî istikrarsızlıklar dışında kalıyorlardı. Bu sayede onlar, Müslüman toplum hayatında istikrar ve devamlılık sembolü olarak devam ediyorlardı. Nitekim, vakfedilen gayr-i menkuller, herhangi bir sebeple müsadere edilemeyeceği, kullanım sahası değiştirilemeyeceği ve vakfıyedeki esaslara aykırı davranmadıkça mütevellileri değiştirilemeyeceği için bu müesseseler, siyasî ve idarî müdahalelerin dışında kalıyorlardı.

İslâm dünyasında önemli bir müessese olarak vakıfların oynadığı rol, çok büyüktür. Bu bakımdan, onun kuruluşu ile ilgili hukukî kaide ve prensipler ortaya konmuştur. Buna göre vakıfların kuruluşu tescil, vasiyet ve fiille olmaktadır (Açıklamalar hakkında geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Vakıflar, Istanbul 1985, s. 37-38).

İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirmeye çalıştığı için vakıfları da faydalı görerek onları teşriî sahasına almıştır. Sadaka, Kurban ve Zekât gibi ictimaî müesseselerin gayesi de fakir ve yoksulları bu sıkıntılarından kurtarmak olduğundan, islâm`da önemli bir mevkiye sahip kurumlar olarak vaz` edilmişlerdir.

İslâm dünyasında, vakıfların geniş bir şekilde yer edip gelişmesinde Hz. Peygamber`in biraz önce bahs ettiğimiz hadisinden başka, bizzat kendisinin de vakıf yapması, önemli bir âmil olmuştur. Hz. Peygamber Medine`de kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakf edip hâsılatını "havadıs-i dehr"e yani İslam`ın müdafaasını icab ettirecek hadise ve mübrem ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolculara vakf ettiğini biliyoruz (Ömer Hilmi Efendi, Itifu`l Ahlaf 10; Ömer Nasuhi bilmen, Istılah, IV, 304). Kur`ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamberin emir ve tatbikatları Müslümanlar için uyulması gereken bir vazife telakki edildiğinden bu konuda mü`minler arasında âdeta bir yarış sürüp gitmiştir.

Hz. Peygamber`in ashabı da O`nun yolunda yürüyerek çeşitli vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet ettiler. Nitekim Câbir (r.a) "Ben, Muhacir ve Ensar`dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın" (Bilmen, a.g.e., IV, 304) diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir ki, Müslüman şehir, kasaba ve köylerde sayısız vakıf vücuda getirilmiştir.

İslâmî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını gördüğümüz vakıflar, İslâm ülkelerinin tamamında sayılamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardı. Hz. Peygamber ve halifelerinin kurdukları vakıflardan sonra, imkânı olan her Müslüman, böyle bir tesis kurmak için büyük bir gayretle çalışıyordu. Bu durum, sadece zengin Müslümanları değil, aynı zamanda devlet başkanlarını ve devletleri de harekete getiriyordu.

Emevîler zamanında vakıflar çok genişledi. Hatta bu dönemde ilk defa yeni yeni teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicrî 88 senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdillmelik, Ümeyye Camii için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.

Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakıflar daha bir gelişme gösterdi. Hatta bu devlette vakıflar o derece ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bunlar için vakıflar nezareti adında bütün vakıfları kontrol eden ve onların bir sisteme bağlanmasını sağlayan teşkılatlar kuruldu (Ismail HakkıUzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkılatına Medhal, Ankara 1970, 10).

Abbasîler devrinde, islâm camiasının muhtelif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti`nin kurulması ile Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi vakıf müessesenin bir kat daha inkişafına sebep oldu. Selçuklu devletinin "Fatimî-Şiî" hareketine karşı takib atiği Sünnîlik siyaseti, devletin her tarafında yeniden birçok dinî müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok medresenin açılmasına sebep oldu. Büyük bir malî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile ileri gelenler vakıf kurma bakımından birbirleri ile adeta yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabeğler, Eyyubîler, Mısır Memlukluları ile Anadolu Selçukluları sülaleleri hakim oldukları yerlerde malî güçleri oranında vakıflara önem verdiler.

İslâm dünyasında ayrı bir yeri bulunan Osmanlı devleti de vakıflara büyük bir önem verdi. Bu devlette, camiler, medreseler, türbeler, ribatlar, tekkeler, mektepler, köprüler, hastahaneler, sulama yol ve kanalları, kervansaraylar, imâretler vs. gibi bir çok dinî hayrî tesis hep vakıflar sâyesinde vücuda getirildi. Onlar diğer müessaelerde olduğu gibi vakıf konusunda da kendisinden önceki Müslüman devletleri örnek aldılar. Nitekim, Osmanlı devletinde, daha ilkbeyler zamanında başlayan devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, Osmanlılar dönemindeki ilk müessisi Orhan Gazİ olmuştur.

Orhan Gazi, İznik`te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrı menkul vakfetti. Bu medrese kısa bir müddet zarfında kudretli ilim ve devlet adamları yetişti. Sultan Orhan`ın yaptırdığı ilim ve hayır müesseleri bir hayli fazladır. Nitekim günümüzde Adapazarı şehrinde halen Orhan Bey Camii ve Kandıra`da Orhan Camii adı ile anılan camiiler ile yine Adapazarında medrese, Bursa`da bir cami, zaviye, misafirhane ve ziyâret inşa ederek bunlara vakıflar tahsis etti. Bu hayır eserlerin görevlileri olan müderris, imam, hafız, nakib, tabbah, hakim ve bevvab gibi kimseleri de tayın etti (Ali Himmet Berki "Vakıf kuran ilk Osmanlı Padışahı" Vakıflar Dergisi V, 127-128).

Orhan Gazi`den başlayarak Osmanlı padışahları, sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebaa, pek çok vakıf yaptılar. Konunun fazla uzamaması için bunlara temas etmiyoruz.

Vakıfların idaresi nâzır adı verilen görevlilerce yapılmaktaydı. Zaman içinde idare şekillerinde devlet ve imkanlara göre değişiklikler yapıldı. Kendi vakfı için ilk nâzır tayın eden bizzat Hz. Peygamberdir. Hicretin ilk iki asrında vakıflar "Vâkıf` tarafından tayın edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nâzır, mütevellilerin kontrolcusu olarak, onların işlerinin tamamlanmasına nezâret ederdi. Bunların genel murakabesi de "emiru`l-mü`minîn" olan hafifeye aitti. Abbasiler döneminde bu işi halifeler yapıyordu. Yıldırım Bayezid, her vilayete "müfettiş-i ahkâmı`ş-şer`iyye" tayin ederek vakıf işlerini teftiş ettiriyordu. Osmanlılar döneminde özel şahıslar tarafından kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul olmuş, bunlar kadılar vasıtasıyla teftiş ve murakabe edilmişlerdir. Her kadı, kendi mıntıkasındaki vakıfları emrindeki müfettişlerce teftiş ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş ederdi. Bununla beraber payıtaht kadısı (Istanbul kadısı), bütün vakıfları teftiş yetkisine sahipti (Daha geniş bilgi için bk. Kazıcı, Vakıflar, 7072).

Osmanlılar döneminde 1242 (m. 1826) yılında kurulan Evkaf Nezareti`nden önce vakıflar, vâkıflarının şartlarına göre idare ediliyor ve bunlar ayrı nezâretlerce murakabe ediliyorlardı. Bu nezâretler: Haremeyn, Vezir, Şeyhülislâm, Tophane ümerası ve Istanbul kadıları nezâreti idi. Osmanlıların sonuna kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3. 3. 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanunla ilga edilerek Başkanlığa bağlı bir umum müdürlüğe havale edildi. Böylece Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuş oldu. Cumhuriyetten sonra vakıf mevzuatında ilk mühim değişiklik 5. 6. 1935 tarih ve 2762 sayılı kanunla yapıldı. Bu değişikliklerle vakıf müessesesi kuruluş gayelerinin ve vakıf şartlarının tamamen dışına çıktı ve toplum için görmüş olduğu fonksiyonlar yok edildi.

İslâm dünyasında dinî, kültürel, askerî, sivil, iktisadî, ictimaî, su ve spor gibi sahalara varıncaya kadar hemen her sahada kurulmuş bulunan vakıflar büyük bir hizmet ifa etmişlerdi. Sırf Allah rızasını kazanmak için bu tesisleri kuran insanlara bugün de ihtiyacımız var.

Para Vakfı Ekonomik faaliyetlerin özü ve itici gücü kâr unsurudur. Üretim, dolaşım, paylaşım veya tüketim safhalarından herhangi birisinde kâra hak kazanabilmek için, islâm hukuku önce, yapılacak ticaret işinin meşrû olmasını ister. İkinci olarak da şu üç unsurdan en az birisinin bulunmasını şart koşar: Emek, sermaye ve tazmin etme riski. İslâm`da bu üçüncüsü "Vücûh Şirketi"nde ortaya çıkar. Bu da, iki veya daha çok kişinin sermayesiz, borç para kullanmak veya vadeli mal alıp satmak suretiyle elde edecekleri kân, borçların riskini üstlendikleri orana göre paylaşması esasına dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 83, XXI,17,18, 20, 21, 24).

İslâm toplumlarında finans sorunu, islâm`ın çıkışından 24. yüzyıl başlarına kadar, karz-ı hasen dışında büyük ölçüde risk esasına ve kâr-zarar ortaklığı prensibine dayalı olarak çözümlenmiştir. Mudarebe (emekle sermayenin işbirliği yapılarak, aralarındaki anlaşmaya göre paylaşması ve zarar sermayenin katlanması yöntemi), Müşareke (sermaye ortaklığı, kârın paylaşılması anlaşmaya göre, zarara katlanma ise kural olarak sermaye oranlarına göre olan ortaklık), Sanâyi` (taahhüd işleri yapma), Ziraat Ortakçılığı (emek ve toprak sahibi ortaklığı ve kiralama (leasing) bunlar arasında sayılabilir. 13.cü yüzyıldan itibaren giderek büyüyen para vakıflar da önemli bir fınans kaynağı oluşturmuştur. Ancak vakıf paraların kullanımında temelde islâmî olmayan bazı uygulamaların da vuku bulduğunu ve bunu mütevellilerin işi bilmeyişine hamletmek gerektiğini belirtelim. Diğer yandan vakıfnâmelerde yer alan bazı hukuk terimlerinin, yanlış yorumlanmasının da bu uygulamalarda etkili olduğunu söylemek mümkündür.

MERHABA" VE "SELAM"

Yüce Mevlâ`mızın bizim üzerimize borç kıldığı selâmı kullanıyoruz, arkasından da "merhaba" diye bir kelime söylüyoruz. Bunun islâm`da bir yeri var mıdır? Yoksa kullanılması mahzurlu mudur?

Her milletin bir selâmlaşması vardır, islâm milletinin selâmlaşması da "Selâm" kelimesi ile olan selâmlaşmadır. Yani müslümanlar selâm verirken "selâmün aleyküm" derler. "Selâm" Allah`ın isimlerindendir. Sesli verilmesi ve sesli iade edilmesi gerekir (Kurtubî V/303). Elle, parmakla, ayakla selâmlaşma olmaz. Müslümânlar karşılaştıklarında ilk sözleri "Selâm" (selâmün aleyküm) olur. (Es-selâm kablel-kelâm). "Merhaba" ise bir selâmlama değil bir ağırlama terimidir", "yer genişliği" anlamını ifade eder. Bu itibarla gelen birisine "merhaba" denir. Yani; darlik çekmeyesin, geniş olasın, rahat edesin... demek olur. Bazan buna "ehlen" kelimesi de eklenir ve; yabancılik hissetmeyesin, ehlinin ve çoluk-çocuğunun yanındaki gibi rahat olasın, anlamına gelir (bk. Râgib, Müfredât,191; Ibnü`1-Esîr, en-Nihâye, N/207). Görüldüğü gibi bu anlamdaki bir kelimeyi, uzaktan gelenin selâm olarak söylemeşinin anlamı yoktur. Gelen, selâm verir. Bulunanlar selâmı "aynen, ya da daha güzeli ile" iade ederler (bk. K. Nisâ, (4) 86). Sonra da "merhaba", -ya da "merhaba, ehlen" derler. Bu, işaret ettiğimiz gibi onu ağırlamak ve ona iltifat olmuş olur. "Merhaba" terimi, bu anlamda Rasulüllah Efendimiz (sav) tarafından da çokça kullanılmıştır(Örnek olarak bk. Buharî, iman 40; Müslim, iman 24; Ebu Davud menasik 56). İslâm alimleri de bunlara dayanarak, gelenin selâmı alındıktan sonra ona "merhaba" demenin de müstehap olduğu hükmünü çıkarmışlardır (Ibn Hacer, agk.; Aynî, Umedetü`1-Kârî, I/355).

Anadolumuzun hemen her yerinde, sünnetten kaynaklanan bu güzel uygulama devam etmektedir. Bir gelenek olarak değil de, sünnette yer aldığını hesaba katarak söylenmesi halinde söyleyene sevap da kazandırır.

MESBÛK

Imama birinci rekatte yetişemeyen ve daha sonraki rekatlerde ona uyan kimse. Namaza sonradan yetişen kimse birinci rekattan sonra ve son oturuşta imam selâm vermeden önce imama uyan kimse cemaatle kılınan namaza yetişmiş olur ve mesbûk hükümlerine tabi bulunur. Bu duruma göre mesbuk, iki rekatlı namazda ikinci rekât ve son oturuşta; dört rekâtlı namazda iki, üç ve dördüncü rekâtta veya son oturuşta üç rekâtlı namazda ise; iki ve üçüncü rekâtlarda veya son oturuşta imama uyan kimsedir.

Mesbûk hakkında aşağıdaki hükümler uygulanır:

Mesbûk, imama sesli okunan bir rekatta yetişmişse "Sübhaneke"yi okumaz, tekbir alıp, susar. Imam ile birlikte son oturuşta yalnız "et-Tehiyyât"ı okur, imam selâm verince kalkar, eûzû-besmeleden sonra, Fatiha ile bir miktar Kur`an okur ve geri kalan rek`atleri tamamlar. Imama rükûda veya secdelerde yetişirse; duruma bakar. Eğer "Sübhaneke"yi okuyunca, rükû veya secdeden bir bölümüne yetişebileceğine kanaat getirirse, bunu ayakta okur. Aksi halde imama uyar ve Sübhaneke`yi okumaz. Imama oturuşta yetişirse Sübhaneke`yi okumaz, başlangıçtekbiri alıp, oturur (el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90, 91).

Mesbûk, son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra, aşağıdaki durumlarda imamın selâm vermesini beklemeksizin ayağa kalkabılir:

a) Mesbûkun, ayağındaki mestinin, mesih süresinin sona ermesinden korkması (bk. "mesh" mad.).

b) Özür sahibi olan mesbûkun, namaz vaktinin çıkmasından korkması (bk. "özür" mad.).

c) Cuma namazında, ikindi namazı vaktinin girmesinden korkması.

d) Bayram namazlarında, öğle vaktinin girmesinden veya sabah namazında güneşin doğmasından korkması.

e) Abdestinin bozulacağına kanaat getirirse, artık ne imamın selâmını ve ne de yanılma secdesini yapmasını beklemez.

f) Mesbûk, imamın selâmını beklerse, önünden insanların geçeceği kanaatine varırsa yine teşehhüdden sonra kalkabılir.

Bir sebep ve özür olmadığı halde teşehhüdden sonra kalkarsa, namaz geçerli olur. Fakat bu tahrimen mekruhtur. Teşehhüd miktarı oturmadan kalkarsa, caiz olmaz. Mesbûk, imamın selâmından önce, namazını tamamlasa ve selâmda imama uysa, mümkün ve caizdir (el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 91).

Namazların özelliğine göre, imama birinci rekâtten sonra uyân kimselerin, eksik kalan rekâtları tamamlarken karşılaşması mümkün olan durumları şöylece ifade edebiliriz.

1) Sabah namazının ikinci rekâtında imama uyan kimse, tekbir alıp susar. Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okur, imam selâm verince ayağa kalkar ve imamla birlikte kılmadığı ilk rekâtı kılmaya başlar. Sübhaneke`den, Eûzü ile besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rukû ve secdelerden sonra oturup et-Tehiyyât ile Salavatı ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.

2) Mesbûk, akşam namazının son rekâtında imama uysa; Sübhâneke`yi okur, imamla beraber o rekâtı kılıp teşehhütte oturur, sonra kalkar, Sübhaneke ile Eûzü ve Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra Allahü Ekber diyerek ayağa kalkar, sadece Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur`an okuyarak rükûya ve secdelere varır, bundan sonra son kadeyi (oturuş) yaparak selâm ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla beraber mesbûk, ikinci rekatın sonunda teşehhütte yanlışlıkla oturmayacak olsa kendisine sehiv (yanılma) secdeleri gerekmez. Çünkü bu rekât, onun yönünden birinci rekât mesabesindedir.

3) Mesbûk, dört rekâtlı namazlardan birinin dördüncü rekâtında imama uysa, imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke`yi, Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur. Sonra kalkar, Besmele ile Fâtiha`yı ve bir miktar daha Kur`an okuyup rükûa, secdelere varır, oturmaksızın ayağa kalkar,sadece Besmele ve Fâtiha ile bir rekat daha kılarak son oturuşu yapar, et-Tehiyyât ile Salavat ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyup selam verir.

4) Mesbûk, dört rekatlı namazların üçüncü rekatından itibaren imama uysa onunla beraber son oturuşta yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`ân okuyup rükûa ve secdelere varır, sonra kalkar, yalnız Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha âyet okuyarak yine rükûa, secdelere varır, teşehhüde oturur, et-Tehiyyât ile Salevâtı ve Rabbenâ Âtinâ duası okuyarak selâm ile namazını bitirir.

5) Mesbûk, dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında imama uyacak olsa, üç rekâtı imam ile beraber kılmış olur, teşehhütten sonra ayağa kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar âyet okur, rükû ve secdeleri yapar, son kadeyi yaparak namazını selâm ile tamamlar.

6) Imama rükûda iken uyan kişi, o rükûun ait olduğu rekâta yetişmiş sayılır. Fakat imamı secde halinde bulan kimse, hemen secdeye varırsa da bu secdenin ait olduğu rekâtı kaçırmış sayılır. Binaenaleyh o rekâtı yukardaki tariflere uygun olarak kazâ etmesi gerekir.

7) Mesbûkun kazâ edeceği rekâtlarda başkasına uyması, başkasının da bu durumda mesbûka tabi olması caiz değildir. Mesbûk bu hususta tek başına namaz kılan sayılmaz. Fakat bir mesbûk, ne kadar rekât kazâ edeceğini unutup da kendisiyle beraber mesbûk bulunan bir şahsın ne kadar kazâ edeceğini mücerred olarak göz önüne alsa bununla namazının sıhhatine bir noksanlık gelmez.

8) Mesbûk, namazını yeniden kılmak niyetiyle tekbir alacak olsa önceki tekbir ile başlamış olduğu namazı bozmuş olur. Tek başına kılan ise böyle değildir, başka bir namaz kılmaya niyet etmedikçe aynı namaza yeniden başlamak niyetiyle alacağı tekbir, bu namazını bozmaz. Çünkü her iki namaz, tek başına kılana göre birbirinin aynıdır. Mesbûk ise kendi yönünden münferit (tek başına kılan); imama uyması bakımından da onun hakkında bu aynı durum yoktur.

9) Mesbûk, Ebû Hanîfe`ye göre de Kurban Bayramında teşrik tekbirlerini imam ile beraber alır, sonra ayağa kalkıp geri kalan rekâtları tamamlar. Halbuki Ebû Hanife`ye göre münferit, bu tekbirler ile mükellef (yükümlü) değildir. Binaenaleyh mesbûk, bu konuda münferit değil, muktedi (tabi olan, uyan) durumunda kabul edilmiştir.

10) Mesbûk, imam daha selâm vermeden tahiyyâtı okuyup bitirmiş olsa bir görüşe göre şahâdet kelimesini tekrar eder, bir görüşe göre de susar. Bu hususta sahîh olan, mesbûkun tahiyyâtı yavaş yavaş okumasıdır. Birinci oturuşta imamdan önce teşehhüdü bitirmiş olan bir muktedi (imama uyan kişi) de susar, teşehhüdde bulunmaz.

11) Imam yanlışlıkla beşinci rekâta kalktığı gibi mesbûk da kendisine tabi olarak ayağa kalksa, bakılır; eğer imam, dördüncü rekâtta oturmuş ise, mesbûkun namazı bu ayağa kalkışla bozulur; fakat imam, dördüncü rekâtta oturmamış ise, beşinci rekâtta secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.

12) Bir mesbûk, aynı zamanda lâhik de olabilir, Şöyle ki: Imama sonradan uyan kişi, uyku veya abdestsızlık meydana gelmesi gibi bir sebeple rükünlerden veya rekâtlardan bir kaçını imam ile kılamayıp geçirse hem mesbûk, hem de lâhik * olmuş olur. Bu halde önce, ulaşamadığı için geçirdiği rekâtları okumayarak kazâ eder, sonra mümkün ise geri kalan namazda imama uyar, daha sonra da imama uymadan önceki bir veya birden fazla rekatı okuyarak kazâ eder. Önce bunları kaza edip, sonra namaz arasında geçirmiş olduğu rükünleri veya rekâtları kaza etmesi de câizdir. Fakat bu takdirde meşrû tertibi gözetmemiş olacağından günaha girmiş olur (bk. "Lâhik" mad.).

Sonuç olarak mesbuk ve lâhikle ilgili hükümlerin amacı, müslümanları cemaatle namaza teşvik etmek ve namaza vaktinde yetişemeyenlere veya namazın tümünü imamla birlikte kılamayanlara kolaylık sağlamaktadır. Islâm`da cemaatle namaza büyük önem verilmiş ve yalnız başına kılınacak bir farz namaza göre, cemaatle kılınacak böyle bir farz namaza yirmi yedi derece ecir olduğu haber verilmiştir (Mesbûk için bk. Molla Hüsrev, Durarul-Hukkâm, Istanbul 1307, I, 92 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90 vd.; Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1389/1970, I, 377 vd.; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük Islâm Ilmihali, Istanbul 1985, s. 186 vd.).






Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#4
MESBÛK(İMAMA BİRİNCİ REKATTA YETİŞEMİYEN)

İmama birinci rekatte yetişemeyen ve daha sonraki rekatlerde ona uyan kimse. Namaza sonradan yetişen kimse birinci rekattan sonra ve son oturuşta imam selâm vermeden önce imama uyan kimse cemaatle kılınan namaza yetişmiş olur ve mesbûk hükümlerine tabi bulunur. Bu duruma göre mesbuk, iki rekatlı namazda ikinci rekât ve son oturuşta; dört rekâtlı namazda iki, üç ve dördüncü rekâtta veya son oturuşta üç rekâtlı namazda ise; iki ve üçüncü rekâtlarda veya son oturuşta imama uyan kimsedir.

Mesbûk hakkında aşağıdaki hükümler uygulanır:

Mesbûk, imama sesli okunan bir rekatta yetişmişse "Sübhaneke"yi okumaz, tekbir alıp, susar. İmam ile birlikte son oturuşta yalnız "et-Tehiyyât"ı okur, imam selâm verince kalkar, eûzû-besmeleden sonra, Fatiha ile bir miktar Kur`an okur ve geri kalan rek`atleri tamamlar. İmama rükûda veya secdelerde yetişirse; duruma bakar. Eğer "Sübhaneke"yi okuyunca, rükû veya secdeden bir bölümüne yetişebileceğine kanaat getirirse, bunu ayakta okur. Aksi halde imama uyar ve Sübhaneke`yi okumaz. İmama oturuşta yetişirse Sübhaneke`yi okumaz, başlangıç tekbiri alıp, oturur (el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90, 91).

Mesbûk, son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra, aşağıdaki durumlarda imamın selâm vermesini beklemeksizin ayağa kalkabılir:

a) Mesbûkun, ayağındaki mestinin, mesih süresinin sona ermesinden korkması (bk. "mesh" mad.).

b) Özür sahibi olan mesbûkun, namaz vaktinin çıkmasından korkması (bk. "özür" mad.).

c) Cuma namazında, ikindi namazı vaktinin girmesinden korkması.

d) Bayram namazlarında, öğle vaktinin girmesinden veya sabah namazında güneşin doğmasından korkması.

e) Abdestinin bozulacağına kanaat getirirse, artık ne imamın selâmını ve ne de yanılma secdesini yapmasını beklemez.

f) Mesbûk, imamın selâmını beklerse, önünden insanların geçeceği kanaatine varırsa yine teşehhüdden sonra kalkabılir.

Bir sebep ve özür olmadığı halde teşehhüdden sonra kalkarsa, namaz geçerli olur. Fakat bu tahrimen mekruhtur. Teşehhüd miktarı oturmadan kalkarsa, caiz olmaz. Mesbûk, imamın selâmından önce, namazını tamamlasa ve selâmda imama uysa, mümkün ve caizdir (el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 91).

Namazların özelliğine göre, imama birinci rekâtten sonra uyân kimselerin, eksik kalan rekâtları tamamlarken karşılaşması mümkün olan durumları şöylece ifade edebiliriz.

1) Sabah namazının ikinci rekâtında imama uyan kimse, tekbir alıp susar. Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okur, imam selâm verince ayağa kalkar ve imamla birlikte kılmadığı ilk rekâtı kılmaya başlar. Sübhaneke`den, Eûzü ile besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rukû ve secdelerden sonra oturup et-Tehiyyât ile Salavatı ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.

2) Mesbûk, akşam namazının son rekâtında imama uysa; Sübhâneke`yi okur, imamla beraber o rekâtı kılıp teşehhütte oturur, sonra kalkar, Sübhaneke ile Eûzü ve Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra Allahü Ekber diyerek ayağa kalkar, sadece Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur`an okuyarak rükûya ve secdelere varır, bundan sonra son kadeyi (oturuş) yaparak selâm ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla beraber mesbûk, ikinci rekatın sonunda teşehhütte yanlışlıkla oturmayacak olsa kendisine sehiv (yanılma) secdeleri gerekmez. Çünkü bu rekât, onun yönünden birinci rekât mesabesindedir.

3) Mesbûk, dört rekâtlı namazlardan birinin dördüncü rekâtında imama uysa, imam ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke`yi, Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`an okur, rükû ve secdelerden sonra oturur, yalnız et-Tehiyyât`ı okur. Sonra kalkar, Besmele ile Fâtiha`yı ve bir miktar daha Kur`an okuyup rükûa, secdelere varır, oturmaksızın ayağa kalkar,sadece Besmele ve Fâtiha ile bir rekat daha kılarak son oturuşu yapar, et-Tehiyyât ile Salavat ve Rabbenâ Âtinâ dualarını okuyup selam verir.

4) Mesbûk, dört rekatlı namazların üçüncü rekatından itibaren imama uysa onunla beraber son oturuşta yalnız et-Tehiyyât`ı okur, sonra kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele ve Fâtiha ile bir miktar daha Kur`ân okuyup rükûa ve secdelere varır, sonra kalkar, yalnız Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar daha âyet okuyarak yine rükûa, secdelere varır, teşehhüde oturur, et-Tehiyyât ile Salevâtı ve Rabbenâ Âtinâ duası okuyarak selâm ile namazını bitirir.

5) Mesbûk, dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında imama uyacak olsa, üç rekâtı imam ile beraber kılmış olur, teşehhütten sonra ayağa kalkar, Sübhaneke`yi ve Eûzü ile Besmele`yi ve Fâtiha ile bir miktar âyet okur, rükû ve secdeleri yapar, son kadeyi yaparak namazını selâm ile tamamlar.

6) İmama rükûda iken uyan kişi, o rükûun ait olduğu rekâta yetişmiş sayılır. Fakat imamı secde halinde bulan kimse, hemen secdeye varırsa da bu secdenin ait olduğu rekâtı kaçırmış sayılır. Binaenaleyh o rekâtı yukardaki tariflere uygun olarak kazâ etmesi gerekir.

7) Mesbûkun kazâ edeceği rekâtlarda başkasına uyması, başkasının da bu durumda mesbûka tabi olması caiz değildir. Mesbûk bu hususta tek başına namaz kılan sayılmaz. Fakat bir mesbûk, ne kadar rekât kazâ edeceğini unutup da kendisiyle beraber mesbûk bulunan bir şahsın ne kadar kazâ edeceğini mücerred olarak göz önüne alsa bununla namazının sıhhatine bir noksanlık gelmez.

8) Mesbûk, namazını yeniden kılmak niyetiyle tekbir alacak olsa önceki tekbir ile başlamış olduğu namazı bozmuş olur. Tek başına kılan ise böyle değildir, başka bir namaz kılmaya niyet etmedikçe aynı namaza yeniden başlamak niyetiyle alacağı tekbir, bu namazını bozmaz. Çünkü her iki namaz, tek başına kılana göre birbirinin aynıdır. Mesbûk ise kendi yönünden münferit (tek başına kılan); imama uyması bakımından da onun hakkında bu aynı durum yoktur.

9) Mesbûk, Ebû Hanîfe`ye göre de Kurban Bayramında teşrik tekbirlerini imam ile beraber alır, sonra ayağa kalkıp geri kalan rekâtları tamamlar. Halbuki Ebû Hanife`ye göre münferit, bu tekbirler ile mükellef (yükümlü) değildir. Binaenaleyh mesbûk, bu konuda münferit değil, muktedi (tabi olan, uyan) durumunda kabul edilmiştir.

10) Mesbûk, imam daha selâm vermeden tahiyyâtı okuyup bitirmiş olsa bir görüşe göre şahâdet kelimesini tekrar eder, bir görüşe göre de susar. Bu hususta sahîh olan, mesbûkun tahiyyâtı yavaş yavaş okumasıdır. Birinci oturuşta imamdan önce teşehhüdü bitirmiş olan bir muktedi (imama uyan kişi) de susar, teşehhüdde bulunmaz.

11) İmam yanlışlıkla beşinci rekâta kalktığı gibi mesbûk da kendisine tabi olarak ayağa kalksa, bakılır; eğer imam, dördüncü rekâtta oturmuş ise, mesbûkun namazı bu ayağa kalkışla bozulur; fakat imam, dördüncü rekâtta oturmamış ise, beşinci rekâtta secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.

12) Bir mesbûk, aynı zamanda lâhik de olabilir, Şöyle ki: İmama sonradan uyan kişi, uyku veya abdestsizlik meydana gelmesi gibi bir sebeple rükünlerden veya rekâtlardan bir kaçını imam ile kılamayıp geçirse hem mesbûk, hem de lâhik * olmuş olur. Bu halde önce, ulaşamadığı için geçirdiği rekâtları okumayarak kazâ eder, sonra mümkün ise geri kalan namazda imama uyar, daha sonra da imama uymadan önceki bir veya birden fazla rekatı okuyarak kazâ eder. Önce bunları kaza edip, sonra namaz arasında geçirmiş olduğu rükünleri veya rekâtları kaza etmesi de câizdir. Fakat bu takdirde meşrû tertibi gözetmemiş olacağından günaha girmiş olur (bk. "Lâhik" mad.).

Sonuç olarak mesbuk ve lâhikle ilgili hükümlerin amacı, müslümanları cemaatle namaza teşvik etmek ve namaza vaktinde yetişemeyenlere veya namazın tümünü imamla birlikte kılamayanlara kolaylık sağlamaktadır. İslâm`da cemaatle namaza büyük önem verilmiş ve yalnız başına kılınacak bir farz namaza göre, cemaatle kılınacak böyle bir farz namaza yirmi yedi derece ecir olduğu haber verilmiştir (Mesbûk için bk. Molla Hüsrev, Durarul-Hukkâm, İstanbul 1307, I, 92 vd.; el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 90 vd.; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1389/1970, I, 377 vd.; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 186 vd.).

MESCİDLERDE TAKVİM SATIŞI:

Diyanet Gazetesi ve takvimlerinin satış ilânı hutbelerin yarı konusu haline geldi. Hutbeden herhangi bir şeyin satışını ilân etmek ve camide, ya da cami önünde bir şey satmak caiz midir?

Caiz değilse aldığımız takvim, ya da hocaların bundan aldıkları para haram mi olmuş olur?

Rasûlüllah Efendimiz (sav): "Küçük çocuklarınızı, delilerinizi, alış-verişınızi, sesinizi yükseltmeyi, hadlerinizi uygulamayı mescidlerinizden uzak tutun..."(Hindî, VN/670 (Hadisi Ibn Adıy, Taberanî rivayet etmişlerdir)) buyurmuştur. Yine: "Şu mescidler... Ancak Allah (cc)`i zikretmek, namaz kılmak ve Kur`ân okumak içindir".(Hindî, VN6661 (Hadisi, Ahrried b. Habel ve Müslim rivayet etmişlerdir.)) "Mescidde alım-satım yapan birisini görürseniz ona deyin ki, Allah ticaretine kazanç vermesin. Kaybettiği bir şeyi soran birisini görürseniz ona deyin ki, Allah onu sana geri getirmesin"(Zeylaî, Nasbur-Râye, N/493; Hindî, VN/666) buyurmuş ve "mescidlerde alış-veriş yapmayı, kayıp ilânını ve şiir okumayı... yasaklamıştır".(agk.)

Buna göre; her ne olursa olsun, mescidde alım-satımını yapmanın yasaklandığı anlaşılır. Ancak bu yasağın derecesi farklı anlaşılabilmiştir. Meselâ: Hanefi fıkıh kitaplarının muteberlerinden Halebî Kebir`de bu hadislere işaret edilerek bir yerde: "Mescid, içinde alış-veriş yapmaktan... korunmalıdır" denirken (Halebî Kebîr, 610), daha sonra bir yerde de, mescidde alış-veriş yapmanın haramlığına işaret edilir. (age. 614) Fetavay-i Hindiyye`de aynı ibare tekrarlanır.(I/110) Ama Ibn Abidin; mescid bir pazar havasına çevrilirse mekruh olur, diyecek kadar mes`eleyi hafif tutanların olduğunu söyler.(Ibn Abidîn, I/440-41)

Kısaca mescidde satış yapmak Hanefiler ve Malıkîlere göre (tahrimen) mekruhtur. Ama bu çirkin ve günah bir iş olmakla beraber, satana kazandığı, alana aldığı helâl olur. Çünkü bu bizatihi çirkin değil, başka çirkinliğe sebep olduğu için (ligayrıhi) çirkindir. Hanbelilere göre ise haramdır. Akid gerçekleşse dahi batıl olur.Mescidde itikâfta bulunan birisi ise ticaret gayesi ile yapmadığı, orada bulunabilmesi için muhtaç olduğu için yaptığı alış-verişlere mecbur olduğundan bunlar caizdir.(Vehbe, N/708) Durum bu olunca; hutbelerden, vaazlardan takvim, kitap ya da mecmua satış ilani yapmak, bunları satmak en azından mekruh derecesinde çirkin bir iştir, yapmamak ve yaptırmamak gerekir. Çünkü bunlar beraberlerinde başka çirkinlikleri de getirir. Şimdiden birçok mescidimizde bunlara ilave olarak kitap vb. şeyler de satılmaya başlanmıştır bile. Hatta bu cami içi tezgahlara islâm`a muhalif kitapların dahi girebilmesi çok ilginç bir olaydır. "Bir bid`at ihdas edene o bid`at sürdükçe günah yazılır."

Mescidlere bitişik olarak, ya da mescidlerin altında veya üstünde yapılan odaları mescidden sayılır mı? Abdestli olmayanların, ya da muayyen hallerinde kadınların bu tür odalara girmeleri caiz olur mu?

Bir yerin mescid olabilmesi için;1- Oranın özel mülkiyetten (sözle de olsa) çıkarılması (ifraz), 2- Halkın orada namaz kılmasına izin edilmesi gerekir. İfraz edilmesi de oraya müstakil bir kapı ayrılmasıyla olur. Böylece ifraz edilip, namaz kılmaya izin verildikten sonra artık orası mescid olmuş, kişinin mülkiyetinden çıkmış, satılamaz ve varis olunamaz hale gelmiş olur.

Mescidlerin üstü sonsuza kadar mescid sayılacağı için, artık mescidin üzerine ev yapılamaz. Mescidin üzerinde helâ ve cinsellik ihtiyacı gibi ihtiyaçlar giderilemez.

Ancak üstünde ve altında ev ya da bodrum olan bir ara kat mescid yapılırsa İmameynin zarurete binaen verdikleri fetvaya göre orasıda mescid olur ve mescid hükmünü alır. Altı ve üstü de ne ise yine o şekilde kullanılmaya devam eder. (Merginâni, el-Hidâye NI/19; Fetavay-i Hindiye N/454, 457) Mescidin ihtiyaçları için yapılan bitişik odalara ya da mescidin bodrumuna gelince, buralar bidayette mescid olarak değil de cami ile ilgili çeşitli ihtiyaçlar, kültürel faaliyetler, ders ve sohbet yerleri olarak inşa edilmiş ve oralara ayrı kapılar yapılmış ise oralar; imama uyma bakımından mescid olmakla beraber, diğer konularda mescid sayılmazlar. Yani böyle bitişik yerlerdeki insanlar, saflar ayrılmış olsa dahi, camideki imama uyarak namaz kılabilirler. Diğer yönden böyle yerlere, abdestsiz, cünüp ya da abdestli olarak girmelerinde mahzur olmaz. (Bkz. Alauddin Abidin, el-Hediyye 285)

MESCİDLERİ SÜSLEME

Cami yapıyoruz diye halktan toplanılan paralar1a camilere çok pahalı tezyinat yapılıyor. Bunun bir mahzuru yok mudur?

Bir şeyin yapılıyor olması onun mahzuru olmadığını göstermez. Önce bunu söylemiş olalım. Ondan sonra: Ne hikmetse Islâm`da genellikle binaya ihtiyacı aşan tarzda ehemmiyet vermek, fazla yüksek binalar yapmak, elbisede olduğu gibi binada da gösteriş unsuruna kaçmak pek hoş karşılanmamış ve bunda hep fanilik inancına zıt bir görünüm aranmıştır. Bu hususta pek çok hadis-i şerif yanında bazı ayet-i kerimeler de vardır. Meselâ Şu`ara Suresi 128. ve 129. ayetlerinde, Peygamberleri yalanlayan geçmiş milletlere hitaben: "Her yüksek yerde bir alamet bina edip eğlenir misiniz? Ebedi kalacakmışsınız gibi muhkem köşkler, kaleler, mi edinirsiniz?" buyurulur ve onların bu tutumları kınanır. Mevdudî bu ayetleri açıklarken der ki: "... Bu bağlamda, mimaride israfın bir halk içinde rastgele ortaya çıkmayıp maddî amaçlar ve bencil kazançlar ugrunda servet yığma ve çılgınlığın sonucu olduğu belirtilmelidir. Bir millet bu noktaya geldiği zaman tüm sosyal sistemleri bozulur ve çöküntüye uğrar".(Mevdudî, Tefhim, IV/43) Nitekim en yakınımızdaki Osmanlı buna örnek teşkil edebilir. Diğer yönden Rasulüllah (sav)`in mescidi sade olduğu gibi, ta Selçukluların sonuna kadar tüm Islâm dünyasındaki mescidler de genellikle sade idiler. Selçuklunun "Ulu Cami" tipi bunun şahididir. Ama daha sonraları san`at Batıda başdöndürücü bir propoganda aracı haline gelince, resim ve heykel yasağıyla karşılaşan müslümanlar, hem estetik zevk, hem de san`atla üstünlük kurmaya çalışan Batı düşüncesine, aynı silâhla karşılık verme aracı olarak mimariye ve özellikle de cami mimarisine yöneldiler. Doğrusu bu yolla gereken cevabı da en güzeliyle verdiler. Mamafih bu da tartışılabilir ve İslam`ın üstünlüğünü ortaya koyacak gerçek dinamikler yitirildigi için mimariye muhtaç olundu, denebilir. Ama yine denilebilir ki, "kâsaneler bina etmek" lizatihi değil, sebep olacakları ahlâki bozulmadan ötürü (ligayrihi) yerilen bir şey olabilir. Dolayısı ile müslümanların kafa yapılarında hakimiyet kurmak isteyen kültürlere cevap teşkil etmesi halinde "ligayrihi kabîh" değil, "ligayrihi hasen" bir şekle dönüşür ve güzel sayılır. Sonra dikkat edilirse mimarisinin israf olup olmadığı tartışılabilecek camilerimizin daha çok görkemli olan tarafları, iç kısımları değil, genellikle dış görünüşleridir. Zaten camilerin süslenmesinin hoş karşılanmayışının fanilik duygusuna ve tevazua zıt oluşundan başka bir esas sebebi daha zikredilir ki, o da süslemelerin, namaz kılanların dikkatini çekmesi ve namazın huşuunu bozmasıdır. Fıkıh kitaplarımızda mes`eleye daha çok bu açıdan bakılmıştır. Kur`ân-ı Kerim`de mescidlerin sadece "imarından"(K. Tevbe 9/18) ve "tesisinden"(K. Tevbe 9/108) bahsedilir. Hadis-i şerifler süsleme konusunda daha detaylı bilgi verirler. "Benim tezyin edilmiş bir eve girmem olmaz."(Ebu Dâvûd, Et`ime 8; Ibn Mace, Et`ime 56; Müsned, V/221, 222) "Ben muhteşem mescidler yapmakla emrolunmadım".(Ebu Davud, Salât 12) Bu hadisi şerhederken Münavî der ki: Ibadethaneleri süslemek ehli kitabın işidir. Yahudiler ve Hiristiyanlar kitaplarını tahrif ettikten sonra mabetlerini süsleyip tezyin ettiler... Müslümanların bu konudaki hususu da itidal olmalıdır. Hz. Ömer onca maddî devlet gücüne rağmen mescidi değiştirmemiştir. Islâm`da mescidleri ilk tezyin eden Velid b. Abdülmelik`tir. Selefimizden çoğu insanlar fitne korkusundan ona bir şey diyememişlerdir". (Münavi, Feyzul-kaîr, V/426). Bu hadisle ilgili olarak Ebu Davûd`un nakline göre Ibn Abbâs: "Ama siz yine de Yahudi ve Hiristiyanlar gibi mescidleri süsleyeceksiniz." Yani ihlası terkedecek, onlara uyacak ve mescidleri övünme vesilesi yapacaksınız (Ebu Davûd, Salat 12) demiştir. Hatta Ebu Davud`un müteakip hadisi de bunu destekler: "Insanlar mescidler konusunda birbirleriyle övünmedikçe Kıyamet kopmaz"(agk.) Mescidleri süslemenin, dinin gereklerini yaşamadaki zayıflıktan kaynaklandığını gösteren bir hadis-i şerif de şudur: "Hangi milletin işi kötüleştiyse, onlar mescidlerini süslediler".(Ibn Mâce, Mesâcid 2)Fıkıhçılar elbette bir konuda hüküm vermek için mes`eleye naslar açısından da pozisyon açısından da çok yönlü bakarlar. Ibn Abidin: "Mescidi -mihrap duvarı hariç nakışlamakta beis yoktur (Yani yapılmasa daha iyi olur). Mihrap duvarını süslemek (tahrimen) mekruhtur, çünkü namaz kılanların dikkatini dağıtır. Süslenen yerlerinde de detaylı ve girift nakışlar yapmak yine (tahrimen) mekruhtur".(Ibn Abidin, I/442 (Amire)) Süslenebilecek kısımların badana ya da altın suyu ile bezenmesi mekruh değilse de bu camiye vakfedilen (cami yapılması için verilen) paralardan yapılamaz. Kişiler bunu ancak kendi hesaplarına yaptırabilirler (Hindiye, I/09) der.Böyle kişilere ses çıkarılmamasının sebebi de şudur: Mescid süslemek (temizleme ve güzelleştirmeyi buna karıştırmamak gerekir) için para ve zaman israfında bulunan insanlar zaten dindarlığı zayıf ve bu konuda bilgisi az insanlardır. Onları bundan da menetmek kendilerini mescidlerden bütün bütün koparacaktır. Binaenaleyh hiç olmazsa paralarını buralara harcasınlar, diye düşünülür. (Milnavî yukarıya aldığımız son hadis-i şerifi bu doğrultuda açıklar. bk. Feyzu`1-Kadîr, V/449; Konu hakkında ayrıca bk. M. C. el-Kâsimî, Islâhu`1-Mesacıd, (Cezair 1989) s. 96) Özetlersek:

l. Mescidlerin cemaatine, cemaati yetiştirmeye değil de mescidleri süslemeye özen göstermek dini gevşekligin belirtisidir.

2. Mescidde namaza duranların görebileceği yerleri süslemek, yaldızlamak ve çeşitli tablolar asmak mekruhtur.

3. Diğer kısımların süslenmemesi, ama temiz ve güzel tutulması süslenmesinden daha iyidir.

4. "Cami yapmak üzere" diye alınan paralar süslemelere harcanamaz. Mahzuru olmayacak süslemeleri kişiler ancak kendi ceplerinden yatırırlar, ya da parayı verene süslemede kullanılacağı söylenilerek alınır.

5. Cami için toplanan paraların, tezyinat yerine cemaata ve çocuklarına hakikatleri öğretmede kullanılması daha iyidir.

MESH

Silme, eli bir şey üzerine sürme; belirli süre içinde özel bir mest`in üzerine ıslak eli sürmek anlamında bir fıkıh terimi. Topuklarla birlikte ayakları örten, giyilen ayakkabıya "mest (huff)" denir. Abdestte mest üzerine meshetmek, ayakları yıkama yerine geçer. Deriden yapılan ve topukları örten özel yapılı mest; potin, çizme, aba, terlik ve kalın çorabı da kapsamına alır. Yani bunlarda mest hükmündedirler.

Mest üzerine meshin cevazı sünnetle sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mukîm, mestleri üzerine bir gün bir gece; yolcu ise üç gün üç gece mesheder" (Nesaî, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 86; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 213). Bu, meşhur bir hadis olup, içlerinde Hz. Ömer, Afi, Huzeyme b. Sâbit, Ebû Saîd el-Hudrî, Saffân b. Assâl, Avf b. Malik, İbn Abbas ve Hz. Âişe gibi ünlü sahabelerin bulunduğu kalabalık bir sahabe topluluğu tarafından nakledilmiştir. Hatta İmam Ebû Yusuf, mestlerin üzerine mesih haberinin, benzeriyle Kur`ân ayetini neshetmenin mümkün olacağı kuvvette bir hadis olduğunu belirtmiştir. Ashab-ı Kiram söz ve fiil olarak meshin caiz olduğunda ittifak etmiştir. İmam Malik meshi yalnız yolcu için caiz görmüştür. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bedir gazvesine katılmış yetmiş sahabeye yetiştim, hepsi de mest üzerine meshi caiz görüyordu" (el-Kasânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, Beyrut 1402/1982, I, 7; İbn Abidin, Reddü`l-Muhtâr, İstanbul 1984, I, 260, 261).

Ayaklara meshin farz miktarı, her ayağın ön tarafına rastlayan mestin üzerindeki, elin küçük parmağı ile üç parmaklık yerdir. Bu kadar bir yere meshetmekle, farz yerine gelmiş olur.

Şafiîlere göre, mestlerin üzerine bir parmak bile olsa mesh yeterlidir. Hanbelîler mestlerin üstünün yarıdan fazlasına, Malikîler ise, mestlerin üstünün tamamına meshi gerekli görürler.

Mestlerin altına mesh edilmez. Yapılan mesihte parmakların açıkça bulunması, meshin ayak parmaklarının ucundan yukarıya doğru yapılması sünnete uygun bir meshdir. Ancak sünnete uygun düşmemekle birlikte, mestin üzerine su dökmek, mesti sünger gibi bir şeyle ıslatmak, mestin üzerine enine olarak mesh etmek veya meshe mestin koncundan başlamak da yeterli olur.

MESHİ BOZAN ŞEYLER:

1) Mesh süresinin dolması. Mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün, üç gece geçtiği zaman kişi abdestsiz ise, abdest alır ve namazını kılar. Eğer süre dolduğu zaman, abdestli durumda ise, yalnız iki ayağını yıkaması yeterlidir.

2) Ayağından mestleri çıkarmak. Bu sırada, abdestli ise ayaklarını yıkaması yeterlidir. Mesih süresi başlamadan abdestli iken çıkarılan mesh ise abdesti etkilemez. Ayakkabıyı çıkarıp giymek gibi olur. Eğer mesh süresi içinde, abdestsiz bulunduğu sırada mestlerini çıkarırsa, tam abdest alması gerekir. Tek mestin veya ayağın çoğunun çıkması da abdesti bozar (el- Kâsânî, a.g.e., I, 12; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, II, 34 vd.).

3) Mestlerdeki yırtık veya sökük, ayak parmaklarından en küçük üç parmak sığacak büyüklükte ise, mesh bozulur. Bu konuda iki mest ayrı ayrı değerlendirilir.

4) Gusül abdesti gerektiren durumlarda da mesh bozulur. Boy abdesti alındıktan sonra, mestler giyilir ve abdest bozulduğu andan itibaren yeni mesh süresi başlar.

Malikîlere göre, mesh için bir süre yoktur. Guslü gerektiren bir şey bulunmadıkça mest üzerine devamlı olarak mesh etmek mümkündür. Ancak cuma namazı kılacak kimseler için, her cuma günü mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkaması menduptur (el-Kâsânî, a.g.e., I, 8,9).

Sonuç olarak, mest üzerine mesh, İslâm`ın müslümanlara getirdiği bir kolaylıktır, bir ruhsattır. Meshin caiz olduğunu kabul etmekle birlikte, abdestle ayaklarını yıkamayı tercih etmek azimet niteliğindedir ve daha fazla sevaba vesile olur. Mest özelliği bulanan çorap üzerine mesh de başka bir kolaylıktır. Özellikle soğuk iklimlerde yaşayan müslümanların giyecekleri kalın, keçeleşmiş, altını göstermeyen ve altına suyu da geçirmeyen çoraplar mest yerine kullanılabilir , çorapla ilgili hadislerin kritiği için bk. eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, Mısır, t.y., I, 213, 214).

Meshin cevazındaki şartlar şunlardır
İsa Sevgili
İsa Sevgili
Kurucu



Namaz Zamanı

B2B Toptan Satış Pazaryeri

Kral Yolu
kralyolu.com
Gusül (boy) abdesti nasıl alınır?
Gusül abdesti yada boy abdesti nasıl alınır? Ayrıntılarıyla gusül abdestini öğrenin
Namaz nasıl kılınır?
Namaz nasıl kılınır? Namaz kılmayı öğrenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Abdest nasıl alınır?
Abdest nasıl alınır? Namaz kılmak için kadınlar ve erkekler nasıl abdest alırlar?
Fatiha Suresi
Fatiha suresi, Fatiha suresinin anlamı, tefsiri, yazılışı ve okunuşu videolu anlatım
Amentü Duası
Amentü nedir? Amentü Duası Anlamı. Müminlerin imân esaslarını ifâde eder
Çocuğunuz için namaz etkinlikleri
Çocuğunuzun namazı sevmesi için neler yapmalısınız? Örnek etkinlikler
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı
Cenaze namazı nasıl kılınır? Cenaze namazı kılınışı, Özet maddeler halinde anlatım

MESHİN CEVAZINDAKI ŞARTLAR ŞUNLARDIR:

1) Mestler, ayağa abdest için ayaklar yıkandıktan sonra giyilmiş olmalıdır. Bir özürden dolayı çıplak ayak veya sargı üzerine meshedilmiş bulunması yıkama hükmünde olup, bundan sonra giyilmiş mestler üzerine de meshedilebilir.

2) Mestler, ayakları topuklarıyla birlikte her taraftan örtmüş bir halde bulunmalıdır. Topuklardan kısa mestler, potin, terlik ve benzerleri üzerine mesih yapılmaz.

3) Ayağa giyilmiş mestler ile, en az üç mil kadar (5 km. kadar) bir yol yürümek mümkün olmalıdır.

4) Mestlerin topuktan aşağı kısmında, ayağın küçük parmakları ile üç parmak miktarı kadar yırtık veya sökük bulunmamalıdır. Yırtık veya sökük konusunda her iki mest ayrı kabul edilir.

5) Mestler, bağsız olarak ayakta durabilecek derecede kalın olmalıdır.

6) Mestler dışarıdan aldığı suyu hemen içine çekerek ayağa ulaştıracak bir halden uzak bulunmalıdır.

7) Her ayağın ön tarafından en az küçük el parmağı kadar kısım mevcut olmalıdır. Bu yüzden bir veya iki ayağının ön tarafı bulunmayan kimse, mestlerine mesh edemez. Ancak bir ayağı tamamen bulunmayan kimse, diğer ayağına giydiği mestine mesh edebilir (el-Kâsânî, a.g.e., I, 7 vd.; İbn Âbidin, a.g.e., I, 261 vd.; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 32-34; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul, t.y.; s. 76; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 82 vd.).

Meshin Süresi:

Bir meshin süresi, mükim olan kimse için bir gün bir gece, yani yirmi dört saat; en az o sekiz saatlik yola giden yolcu için üç gün üç gecedir. Bu da yetmiş iki saat eder. Bu süreler Hadislerde belirlenmiştir (Nesai, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 86). Bir meshin süresi, mestin ayağa giyildiği andan itibaren değil, abdestinin bozulduğu andan itibaren başlar. Meselâ; sabah abdest alıp mestlerini giyen kimsenin. abdesti, öğle vakti saat on ikide bozulsa, mesh süresi saat on ikide başlamış olur.

Mukim iken yolcu olan kimse, yolculuk süresine tabi olur ve bu süreyi doldurur. Bunun aksine yolcu olan kimse bir gün bir gece meshettikten sonra mukim olsa, süresi bitmiş olur. Artık abdest alırken ayaklarını yıkaması gerekir. Yolculuğun helâl veya haram bir amaç için yapılmış olup olmaması meshi etkilemez. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel`e göre, mübah olmayan bir amaç için yapılan yolculukta mesh süresi yirmi dört saattır.

MESKEN

Fert veya ailenin yerleşip oturduğu, uzun süre kılmaya elverişli yer. Her canlı kendisini arındıracak, hayatını geçirebilecek bir yuva yapmak ihtiyacını duyar. Insanoğlunun kendisini ve neslini muhafaza edebilmesi ve hayatını sürdürebilmesi için yaptığı yuvaya da Arapçada "mesken", Türkçede buna "ev" denir.

Kur`ân-ı Kerim`de gerek geçmiş ümmetlerin barındıkları yerlerden ve gerekse ahirette müminlerin kalacakları yerden söz edilirken hep "mesken" ifadesi kullanılmıştır. (et-Tevbe, 9/24, 72; Ibrahim,14/37; en-Nahl,16/80; Tâha, 20/128; el-Kasas, 28/58; es-Secde, 32/26; es-Sebe; 34/15; el-Ahkâf, 46/25). Yine Süleyman (a.s)`in kıssasında sözü edilen karıncaların yuvası için de "mesken" tabiri kullanılmıştır (en-Neml 27/18).

Islâm`da kişilerin mesken sahibi olmasına büyük önem verilmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber: "Üç şey insanın saadetinden, üç şey de mutsuzluğundandır. Insana mutluluk veren üç şey: Iyi bir eş, geniş bir ev ve iyi bir binektir. Insanın mutsuzluğuna sebep olan üç şey ise: Kötü eş, kötü ev ve kötü binektir" buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,168; III, 407). Meskenin kötülüğünden maksat ise, "darlığı ve istifade edilen bölümlerinin azlığıdır" buyurulmuştur (Hâkim, el-Müstedrek, II, 162). Ayrıca bir evin kötü oluşu ve saadet yuvası olamayışının sebepleri arasında; komşuların kötülüğü, ezan duyulamayacak veya cemaatle namaza iştirak edilemeyecek kadar mescide uzak oluşu ve havasının kötü olması, güneş alamaması gibi hususlar da sayılmıştır (Ali Şafak, Islâm Hukuku Açısından Şehircilik ve Aile Meskeni Problemi, Ilâhiyat Fak. Dergisi, Erzurum 1982, s. 14). Yine Hz. Peygamber: "Eğer uğursuzluk denen bir şeyden söz edilecekse bu, şu üç Şeydedir: Ev, eş ve binek vasıtası" buyurmuştur (Buhâri, Cihad, 47; Müslim, Selâm,1 I8, 119; Tirmizi, Edeb, 58; Ibn Mâce, Nikâh, 55).

Işte bu önemine binaendir ki, Islâm`da ev yapımı teşvik edilmiş ve Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim bize memur (vergi memuru) olursa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun ve evi yoksa ev edinsin" (Ebu Dâvud, Imâre, 10; Ibn Mâce, Ruhn, 24; Ahmed 6. Hanbel, Müsned, III, 467). Öte yandan ihtiyaç yokken ev veya arsa satımı da hoş karşılanmamıştır. Huzeyfe Ibnül- Yemâm, Resulullah (s.a.s)`ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim bir ev satarda kıymeti ile bir benzerini satın almazsa o parada bir bereket yoktur" (Ibn Mâce, Rühûn, 24). Aynı şekilde ihtiyaç yokken yapılan her bina, insan için bir vebal sayılmış (Ebu Dâvud, Edeb, 160), bina yapımına aşırı düşkünlük ise, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır (Buhâri, Isti`zân, 53).

Islâm hukukunda kişiye tanınan temel hak ve hürriyetlerden biri de mesken hürriyetidir. Çünkü bir insanın hayatı, malı, namusu, şeref ve haysiyeti mesken ile muhafaza olunur. Öyleyse bunlar gibi, meskenler de taarruz ve tecavüzden masumdur. Meskenlere tecavüz, aynı zamanda hem hayata, hem namusa, hem hürriyete ve hem de mala tecavüzdür. Bunun içindir ki; bir kimsenin meskenine tecavüz etmek, yahut iznini almadan bulunduğu eve, oturduğu odaya girmek, yahut mesken içinde bulunan şeyleri öğrenmeye çalışmak, Islâm nazarında kötü bir hareket sayılıp şiddetle yasaklanmıştır.

Islâm dininde meskenlere giriş çıkışların belli esaslar dahilinde yapılması istenmiş ve şöyle buyurulmuştur: "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere, izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz..." (en-Nûr, 24/27-29). Görüldüğü gibi eve girerken izin isteme ve ev sahibine selâm verme, Kur`ân`ın emrettiği bir görgü kuralıdır. Hatta evden çıkarken bile izin istemek, inanmış olmanın gerektirdiği ince bir davranıştır (en-Nûr, 24/62). Özellikle şu üç vakitte -ev halkından olanların bile- mutlaka izin isteyerek evlere girmeleri gerektiği şöyle belirtilmiştir: "Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar (çocuklar), üç vakitte odalarınıza girebilmek için izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbiselerinizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında hizmetçilerin ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı size ve onlara bir günah yoktur..." (en-Nur, 24/58). Bu üç vakitte, özel durumlarından dolayı, anne-babanın odasına köle ve çocukların izinsiz girmesi yasaklanmıştır. Bulûğ çağına ermiş çocuklar ise, her zaman izin isteyeceklerdir (en-Nr, 24/59). Eve girerken de mutlaka selam verilmesi istenmiş ve şöyle buyurulmuştur: "...Evlere girdığınız vakit Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selâm verin..." (en-Nûr, 24/61). Hz. Peygamber de, Enes b. Malık`e şu tavsiyede bulunmuştur: "Yavrucuğum, ailenin yanına girdiğin zaman selâm ver. Bu, kendin ve ev halkı için berekettir" (Tirmizî, Isti`zân, IO).

Evlere izinsiz girilmesinin yasaklanması, özel hayatın korunması amacına yöneliktir. Binaenaleyh, evlere izinsiz ve habersiz girilmesi ile özel hayatın gizliliği ihlâl edilmiş olur. Uyulması istenen kurallardan birisi de, evlere kapılarından girilmesidir. Çünkü Kur`ân-ı Kerim`de: "Evlere arkalarından girmeniz iyi değildir... evlere kapılarından girin..." (el Bakara, 2/189) buyurulmuştur. Böylece cahiliyye devri âdetlerinden olan, eve arkadan veya pencereden girme alışkanlığı da kaldırılmıştır (Fahruddin er-Râzi, Mefâtîhu`l-Gayb, II, 144).

Verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, başkasına ait olup hiç bir suretle giriş hakkı bulunmayan evlere girmek için mutlaka izin almak gerekir. Yoksa yapılan hareket meskene tecavüz sayılır. Hane halkının o kimseye karşı her türlü savunma hakkı doğar. Bu arada korku veya yanlışlıkla bir yakının yaralanması veya öldürülmesi muhtemeldir. Bu yüzden, girme hakkı bulunan evlere veya odalara bile girerken izin istemek veya kapıyı ya da zili çalmak hem edebe uygun, hem de bir tedbirdir. Izin isteme işi de üç defa yapılmalı, üçüncüde de izin verilmezse geri dönülmelidir (Buhâri, Isti`zân, 13). Izin isterken de önce selâm, sonra izin esasına riayet edilmelidir. Hz. Peygamber de, yanına gelen birine böyle yapmasını tavsiye etmiştir (Tirmizi, Isti`zân, 18). Aynı şekilde, kapıyı çalan kimseye "kim o" denildiği zaman, kimliğini açık bir şekilde belirtmelidir. Aksi halde ev sahibi zor durumda bırakılmış olabilir. Bir defasında Câbir (r.a.), Resulullah`ın kapısını çalmış, "kim o"diye sorduğunda Câbir (r.a.), "ben, ben" diye cevap vermiştir. Resulullah (s.a.s), onun bu şekilde cevap vermesinden hoşlanmamış ve kimliğini açık bir şekilde belirtmesi gerektiğine işaret etmiştir (Buhârî, Isti`zân, 17; Tirmizî, Isti`zân, 18).

Izin isterken uyulması gereken ahlâkî esaslardan biri de, evin içine bakılmamasıdır. Bunun sebebi, Islâm`da aile mahremiyetine son derece önem verilmiş olması ve gözün de haramdan korunmak istenmesidir. Izin istemedeki asıl amaç da budur. Ebû Zer (r.a), Resulullah (s.a.s)`ın konu ile ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kim kendisine izin verilmeden bir perdeyi (kapıyı) aralar, evin içine bakar ve ev halkının mahrem yerlerini görürse, yapılması kendisine helâl olmayan bir şeyi yapmış olur. Şayet o, evin içerisine bakarken, evin erkeği karşılasa da onun gözlerini çıkarmış olsaydı ona karşı tavır almazdım. Şayet bir kimsenin gözü, perdesi örtülmemiş (veya kapısı kapatılmamış) bir eve takılır da evin içine bakarsa burada bakanın hatası yoktur, hata, kapısını kapatmadığı için ev sahibinindir" (Tirmizî, Zühd,16). Bu hadis, Resulullah (s.a.s)`ın konuya ne kadar önem verdiği göstermektedir. Ayrıca, böyle yapan kimselere karşı Allah Resulu`nun hiddetlendiği de bilinmektedir (Tirmizi, Isti`zân, 17).

Bilindiği gibi mesken - doğumundan ölümüne kadar- insan ömrünün önemli bir kısmının geçirildiği yerdir. Bir bakıma insanın huzur ve mutluluk yuvasıdır. Bunun içindir ki, meskenlerin Islâmî ölçülere uygun olarak yapılması tavsiye edilmiştir. Bundan maksat ise, tuvaletlerin kıbleye doğru olmaması, banyo ve mutfakların muhafazalı yerlere yapılması; evin; komşunun evini gölgeleyecek, ışık almasını engelleyecek şekilde yüksek yapılmaması, komşunun mahremini görecek şekilde pencereler konulmaması ve gösterişten uzak durup sadeliğe riayet edilmesi ve benzeri şeylerdir (Ebû Dâvud, Tahâret, 4; Buhârî, el-Edebü`l-Müfred, Kahire 1379, s.162).

Yine gece yatarken ocakta veya sobada ateş bırakılmaması, ışıkların söndürülmesi, evin kapılarının kapatılması, içinde yiyecek ve içecek gibi şeyler bulunan kapların üstünün örtülmesi de, tedbir niteliğindeki tavsiyeler arasındadır (bk. Buhârî, Isti`zân, 49, 50).

Verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, her müslümanın, İslam`ın emirlerini yerine getirdikten sonra yapacağı en önemli işlerden birisi de iyi bir mesken, yani oturacak yer temin etmesidir. Kurtuluşun nasıl mümkün olacağını soran Ukbe b. Âmir`e, Hz. Peygamber: "Diline hâkim ol, evini genişlet ve hatalarına da ağla (tevbe et)" cevabını vermiştir (Tirmizî, Zühd, 60).

Buna göre Islâm hukuku, kişi ve toplumu yakından ilgilendiren mesken problemine dair önemli hükümler getirmiştir. Kişi ve toplumun mülkiyet hakkını kabul eden Islâm hukuku, bu iki hak arasında denge kurmaya çalışmış; iki hakkın karşı karşıya gelmesi halinde, toplumun hak ve menfaati ön plânda tutulmuştur. Aynı şekilde, mesken sahibi olmak ve bu meskende İslam`ın öngördüğü bir biçimde aile hayatı sürdürmek dînî hükümler gereğidir. Meskenin mutluluk yuvası olması da, ancak ideal ölçülere uygun bir biçimde yapılmasıyla mümkündür. Mesken yapımında iç ve dış mimaride- Islâmî emir ve yasaklara uyulmalıdır. Israfa kaçılmamalı ve sağlığa uygun bir tarzda yapılmalıdır. Komşu hukukuna riayet edici, çevre sağlığına zarar vermeyen bir yükseklik ve biçimde binalar yapılmalıdır (Ali Şafak, Islâm Hukuku Açısından Şehircilik ve Aile Meskeni Problemi, A. Ü. Ilâhiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 1982, s.14-17)

MESNÛN

Sünnet olan, sünnet olmuş bulunan, âdet edilen şey; bilenmiş bıçak; üzerinden ömürler geçmiş olan, çirkin kokulu. Mesnûn, bir fıkıh terimi olarak farz ve vacip olmaksızın Resulullah (s.a.s) tarafından ibadet olmak üzere yapılan herhangi bir fiildir. Meselâ; kuşluk namazı, farzlara tabi olan ve "revâtip" denilen vakit sünnetleri, küsûf ve husûf (ay ve güneş tutulması) namazları, yağmur duası namazı, umre, muharrem orucu gibi ibadetler "mesnûn ibadet" niteliğindedir. Hz. Peygamber bunları yapmış, ancak farz olmadıklarını göstermek için bazen da terketmiştir (Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâc, I, 330).

Mesnûn, Kur`ânî bir terim olarak üç ayette "çirkin kokulu, kokuşmuş, işlenebilir anlamında ve "min hamein mesnun" terkibi şeklinde "işlenebilir siyah kokmuş çamur" anlamında kullanılır (el-Hicr, 15/26, 28, 33).

"Mesnûn" bu haliyle insanoğlunun yaratılışında ilk merhaleyi ifade eden terimlerden birisidir. Müfessirler bu kelimeye, insanın yaratılışını ifade edişinden kavram olarak değişik, fakat nitelik bakımından birbiriyle ilgili anlamlar vermişlerdir. "Gerçekten biz insanı, kuru pişmemiş çamurdan; kokuşmuş bir balçık (mesnûn)tan yarattık" (el-Hicr, 15/26). Ayette, kuru pişmemiş çamur karşılığında "salsâl" kelimesi vardır ki bu, Rahman sûresi 14-15. ayetlerindeki "el-fahhâr"a uygun olarak, kurumuş, vurulduğu zaman ses veren, kuru pişmemiş çamur demektir. Işte "mesnûn" kelimesi, "hame" kelimesiyle birlikte bu kelimeden bedeldir. Imam Fahruddin er-Râzî, kelimenin şu anlamlara geldiğini ileri sürmektedir:

1- Ibnü`s-Sikkit`i Ebû Amr`den rivayetine göre: "mesnûn, değişken demektir" diyordu. Bunun açıklamasında Ebû`l-Heysem de; ARAPÇA denilir ki, şu değişti, o değişmiştir, demektir. Buna delil de ARAPÇA (el-Bakara, 2/259) ifadesidir ki "değişmedi" demektir."

Zeccâc ise; "Bu terim "Senen-i tarik" a, yani yol güzergâhına konulmuş şey demektir ki böyle olan bir şey değişir" der.

2- Mesnûn, hakk edilmiş, yani sürtülmüş, kazınmış veya bilenmiş demektir. Buna bağlı olarak bileğiye "misenn" ve sürtülürken ikisinin arasında çıkan kazıntıya "senen" denilir.

3- Ebû Ubeyde`ye göre "mesnûn" masbûb, yani dökülmüş demektir.

4- Sibeveyh "mesnûn"un bir şekil ve örneğe göre şekil verilmiş anlamına geldiğini söyler. Bu (ARAPÇA) deyiminden alınmıştır ki "yüzün özel bir şekli" demektir. Kâmus`ta bu mana ile ilgili olarak "beyzi yüzlü" manasına "mesnûnü`l-vech" denilir.

5- Ibni Abbas "mesnûn"un yaş çamura dendığını söyler (Fahruddin er-Râzî, Mefâtihırl-Gayb, XIX,180: Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dili, V 3056-3057).

6- "Mesnûn", mensûb anlamındadır ki; kendinden sonra gelenler kendisine nisbet edilir. Zürriyetinin Hz. Âdem`e nisbet edilip Âdemoğlu denmesi bu anlamı ile ilgilidir (Şihâbüddin Mahmûd el-Âlûsi, Rühu`l-Meâni, XIV, 34).

Gerek bu anlamlar gerek Kur`anın, ilk insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerde geçen "topraktan" (Âl-i Imrân 3/59); "ateşle pişmiş gibi kuru çamurdan" (es-Saffât, 37/I1); "hakir bir suyun özünden" (es-Secde, 32/8); "karışık bir nutfeden" (el-Insan, 76/2) şeklindeki ifadeler birbirine zıt kavramları değil, Hz. Âdem`in yaratılışıyla ilgili çeşitli evreleri değişik kelimelerle ifade etmekten ibarettir. Zaten Cenab-ı Hak bunu, "Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık" (el-Insan, 76/2) şeklinde bildirmektedir. Kısaca Cenab-ı Hak, Hz. Âdem`i topraktan yaratmıştır. Önce bu toprağı çamur haline getirmiş, sonra da kiremit gibi kurutmuştur. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem`i çamurdan insan şeklinde yarattı. Bu şekil kurudu. Ona bir rüzgâr esintisi dokundukça ondan ses (salsale) işitiliyordu. Bu sebeple Cenabı Hak âyet-i kerimede onun maddesinden bahsederken "salsâl" buyurmaktadır" (Mefâtîhul-Gayb, XIX, 179).

İlk insanın yaratılış devreleri dörde ayrılmaktadır:

1- Toprak devresi:Bu, yaratılışın (tekvin) temel devresidir. Çünkü Hz. Âdem`in yaratılışının ana maddesi topraktır. Cenabı Hakk`ın ilâhi iradesiyle Hz. Âdem`i yaratmayı istediğinde, yer yüzündeki her çeşit topraktan bir miktarı almalarını meleklere emretti. Işte bu alınan toprak çeşitleri Adem (a.s)`in yaratılışının temelini teşkil etti. Cenabı Hak buna şöyle işaret etmektedir: "O`nun âyetlerinden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yer yüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz" (er-Rûm, 30/20). Hadis-i şerifte de bu devre şöyle anlatılmaktadır: "Cenabı Hak Adem`i, yer yüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları, yeryüzü(nün renkleri ve tabiatları) kadar değişik şekillerde geldiler. Onlardan kimisi kırmızı derili, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi bunların arasında bir renkte; kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlı; kimisi kötü, kimisi de iyi huylu geldi" (Tirmizî, Tefsîru Süretil-Bakara,1; Sünne, 16; Ahmed b. Hanbel, IV, 400).

2- Çamur devresi: Cenabı Hak meleklere bu toprağı suyla yoğurmalarını emredince, ortaya yapışkan bir çamur çıktı. Kur`an-ı Kerim`de bu safha şöyle belirtilir: Biz insanları (Âdemoğullarını) yapışkan bir çamurdan yarattık" (es-Saffât, 37/11) Hz. Âdem (a.s) uzun süre bu şekilde çamur halinde durdu ve kurudu. Işte bu Hicr sûresi, 26. ayetinde, "Gerçekten biz insanı, kuru pişmemiş çamurdan; kokuşmuş bir balçıktan (mesnûn) yarattık" buyurulduğu gibi, esmer kuru, şekil ve koku itibariyle değişken bir çamurdan yaratılışı ifade eder.

Aynı zamanda bunun kuruluğu; "Insanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı"(er-Rahman, 55/14) âyetinde ifade edildiği gibi dokunulsa ses verecek bir kurulukta idi.

3- Oluş (tekvin) devresi: Ruhsuz insan şeklının verilmesi devresidir. Müfessirlerin ifadesine göre kırk yıl böyle şekil verilmiş olduğu halde, ruhsuz olarak bekledi. Cenabı Hak buna şu şekilde işaret etmektedir: "Insanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?" (Insan, 76/1).

Hz. Âdem yaratılışında çok uzun boylu idi. Soyundan gelenler devamlı kısaldı. Resulullah (s.a.s) bunu şöyle bildirmektedir: Allah Âdemi kendi suretinde yarattı. Onun uzunluğu altmış arşındı... Cennete giren her kişi Âdem`in suretinde ve altmış arşın uzunluğunda olacaktır. Ama Âdem`den sonra soyundan gelenler şimdiye kadar boyları kısalmakta devam ederek gelmişlerdir" (Buhârî, Isti`zân,1; Müslim, Cennet, 28).

4- Ruh üfürülmesi (ruh verilmesi) devresi: Ilâhi irade çamurdan yaratılmış bu varlığı düzgün bir beşer şekline (Meryem,19/17) getirmek işiten, konuşan, gören bir insan yapmak istedi ve ona ilâhi rahmetinden ruh verdi. Bu şekilde o üstün bir yaratılışa, en güzel bir şekle, en kamil bir kılığa büründü. Bu insanın son devresidir. Kur`an-ı Kerim`de bu, şöyle bildirilir: "Onu düzenleyip (Insan şekline koyduğum) ve ona ruhumdan üflediğim zaman (ey melekler) hemen ona secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29).

Ancak bu secde ubudiyet secdesi değil, selâmlama ve saygı gösterme ifadesiydi. Meleklerin hepsi bu emre uyup secde ettiler, Hz. Âdeme saygılarını sundular. Iblis ise buna yanaşmadı, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı (el-Hicr 15/30-31).

Hz. Âdemin olgun bir insan haline gelişi bir takım devrelerden geçerek olmuştu. Soyundan gelenler de yine bir takım devrelerden geçerler (Hak Dini Kur`an Dili, V, 3057).

Resulullah (s.a.s) buna şöyle işaret buyurur: "Sizin her birinizin yaratılması şöyledir: Anne ve babanın maddeleri, kırk gün annenin karnında toplanır. Sonra o maddeler, o kadar zaman içinde (yani kırk gün) katıbir kan pıhtısı halini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde bir çiğnem et olur. Sonra (dördüncü devrede) Allah bir melek gönderir de, tekâmül eden o bir çiğnem ete, şu dört kelimeyi yazması emrolunur: "Onun işini, rızkını, ecelini, şaki (kötü) yahut said (iyi) olduğunu yaz!" denilir. Sonra ona ruh üflenir" (Buhârî, Bed`ül-Halk, 6; Müslim, Kader, 1; Ebû Davûd, Sünne, 16).

MEŞRÛ

Şeriata uygun, şeriatca yasaklanmayan davranış. Islam hukukunda farz, vacib, sünnet, müstahab ve mübah olarak tanımlanan davranışları belirtir. Şerî, helal, caiz kelimeleri de meşru ile aynı anlamı karşılar. Gayrı meşru deyimi ise meşru olmayanı, Islam şeriatında haram ve mekruh olan davranışları dile getirir.

Toplum halinde yaşayan insanlar, belli kurallara uymak zorundadırlar. Bu kurallardan bazıları emredici bazıları da yasaklayıcı niteliktedir. Toplum düzeninin sağlanması,haksızlıkların önüne geçilmesi için uyulması zaruri olan bu kurallara hukuk kuralları denir. Bu kurallara uymayanlara müeyyide (yaptırım) uygulanarak, uymaları sağlanır. Işte kanunlarla yasaklanmamış olan, başka bir ifadeyle, kurallara uygun olan davranış ve fiillere kanuna uygun anlamında meşru fiiller denir.

Hukuk sistemleri, ilâhi hukuk sistemi ve beşeri hukuk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır. Islâm şeriatı, ilâhi bir hukuk sistemidir. Bu sisteme göre Meşruluğun kaynağı (şari) Allah ve Resulu`dur. Başka bir deyişle şeriat koyma, insan ve toplum hayatını düzenleyecek kanun ve kurallar getirme yetkisine yalnızca Allah ve Resulu sahiptir. Bu nedenle meşruiyetin sınırları Islâm şeriatınca belirlenir. Şeriatca yapılması istenilen, teşvik edilen ya da yasaklanmayan davranış ve fiiller meşrudur. Şeriatın yasakladığı ya da yapılmasını hoş görmediği davranışlar da gayrı meşrudur. Bir Müslüman, bu konuda seçim hakkına da sahip değildir.

Beşeri hukuk sistemleri de insan ve toplum hayatını düzenleyen, yasaklar getiren kanun ve kurallar koyarak insanların bunlara göre davranmalarını ister. Fakat bu sistemler kanun koyucu olarak Allah`ı değil, belli bir insan ya da kurumu tanırlar. Böyle bir hukuk sisteminin yürürlükte olduğu toplumlarda Islâmi anlamda bir meşruiyetten söz edilemez. Çünkü Islâm açısından, her şeyden önce, sistemin kendisi özü bakımından, gayrı meşrudur. Bu nedenle böyle bir sistemde meşru sayılan bir davranış, gerçekte gayrı meşru olabilir. Sözgelimi beşeri hukuk sistemlerinde zina yapmak, içki içmek, faiz alıp vermek meşru (yasal) davranışlardır. Oysa bunlar Islâm şeriatınca kesin biçimde yasaklanmıştır ve bu nedenle de gayrı meşrudur.

Islâm`a göre bir fiilin meşru olup olmadığı Islâm Hukukunun kaynakları (Edille-i Şer`iyye) dediğimiz Kitap, Sünnet, Icma` ve Kıyasla bilinir. Meşru olup olmadığı hakkında bu kaynaklarda açık bir hüküm yoksa, fayda-zarar (maslahat) ve zaruret gibi hususlar gözönünde tutularak içtihad yapılır.

Islâmda haram olduğu kesin olarak bildirilmiş şeyler vardır. Bunların dışındakiler genellikle mübah (meşru) kapsamına girer. Meşru olup olmadığı açık olarak bilinemeyen (şüpheli) şeylerin terkedilmesi, takva açısından tavsiye edilmiştir (bk. Riyâzus-Sâlihin, s. 419). Ayrıca Hadislerde bir şeyin meşru olup olmadığını ayırmak için bazı ölçüler verilmiştir. Buna göre kalbi rahatsız eden ve insanların bilmesi istenmeyen şey, kalbin şüpheye düştüğü şey gayrı-meşru (ism:günüh); kalbin huzur duyduğu, şüpheye düşmediği şey meşru`dur (birr : iyilik) (et-Terğib ve`t-Terhib, 3/215-216).





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#5
Dini-1 
MEŞRU BİR TİCARETTE ŞU ÖZELLİKLER BULUNMALIDIR:

1) Alan ve satanın rızası,

2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,

3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.

Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur`an şöyle zikreder; "Ey îman edenler! birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah`a kolaydır. " (en-Nisâ, 4/29-30).

Alış-verişin rüknü:

Diğer akitlerde olduğu gibi icab ve kabuldür. Icab ve kabul, sözle yazı ile ve işaretle olur. Icab ve kabulde kullanılan ifadelerin kesinlik taşıması gerekir; satıcının bu malı sana sattım, verdim; alıcının da aldım, kabul ettim demesi gibi. Satıcının bu sözlerine îcab, alıcının sözüne de kabul denir.

Alış-verişlerde satış akdinin yazı ile tesbiti iyidir. Anlaşmazlık anında elde vesika olur. Icab ve kabul olunca alış-veriş kesinleşir tek taraflı cayma hakkı yoktur. Ancak alıcı veya satıcı pazarlık devam ederken alış-verişten cayabilirler. Alış-veriş, kabz yani malı teslim alma ile tamam olur. Böylece alıcı, mala; satıcı da paraya sahip olur.

MESRÛK (ÇALINTI MAL)

Az veya çok olsun başkasının malını gizlice çalmak anlamına gelen "sirkat" kökünden ism-i mef`ul. Çalınan veya çalınmış mal.

İslâm`da belirli miktarda malı, belirli yerden gizlice çalan kimseye had cezası öngörülmüştür (bk. el-Maide 5/38, "Hırsızlık" maddesi). Çalınan malda bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bu özelliklerden ilki çalınan malın "mutlak mal olması", yani toplumda mal kabul edilen cinsten bir şey olması gerekir. Altın, gümüş, cevherler, bakır, demir gibi madenlerden yapılmış eşyalar mal kabul edilir.

Çalınan malın "mütekavvim mal" olması da şarttır. Aksi takdirde çalınan maldan dolayı had gerekmez. Buradan hareketle, şarap, çocuk vb. şeyleri çalan kişiye had lâzım gelmeyeceği belirtilmiştir. Çünkü şarab, müslümanlarca mütekavvim mal kabul edilmemiştir. Hür bir çocuk ise zaten mal kabul edilemez.

Had cezasını gerektiren çalıntı malın en az bir dinar (4 gr.lık altın para) veya on dirhem (28 gr. gümüş para) değerinde veya bu miktara denk değerde olması gerekir. Daha az miktardaki mal için hırsızlık cezası uygulanamaz.

Aynı şekilde çalınan mal, bir bekçi ile veya ev, dükkan, depo gibi bir yerde muhafaza edilmiş olmalıdır. Korumasız ve açıktan çalınan mal için (meselâ sokaktaki veya bekçisiz bir tarladaki malın çalınması halinde) had uygulanmaz. Bu itibarla bir hizmetçi hizmet ettiği ev veya dükkândan, bir şahıs misafir olduğu yerden mal çalsa yine had gerekmez. Fakat bir hizmetçinin, sahibi tarafından kilitlenen ve açmakla izinli olmadığı bir yerden mal çalması halinde had cezası uygulanır. Bunun gibi meradan çobansız hayvanları çalmak da haddi gerektirmez. Diğer yandan gündüz, kapısı açık bulunan bir eve girecek hırsızlık yapan kişiye de had gerekmez. Fakat geceleyin herkes evine çekildikten sonra, kapısı kapalı, ama kilitlenmemiş olan bir evden yapılacak olan hırsızlık da cezayı gerektirir.

Bir kimse kiraya verdiği evinden veya dükkanından, kiracısının malını çalacak olursa, o kişi hakkında da had uygulanır. Çünkü o ev veya dükkan kiracının elinde bulunduğu sürece koruma altında sayıldığı için, mal sahibinin izinsiz oraya girmeye hakkı yoktur.

Evlerin sathı da, korunmuş yer hükmünde olacağından, dam veya balkon gibi yerlerden bir malın gizlice çalınması halinde had gerekir.

Alınmaları veya çalınmaları halinde İslâm ülkesindeki halk tarafından hoşgörü ile karşılanan az miktardaki odun, ot, saman, av hayvanı, balık, kuş, tavuk, tuz, kamış, kömür... gibi çok kısmetli olmayan şeyleri çalmak da cezayı gerektirmez. Bu gibi şeyler fıkıh kaynaklarında "tâfih" denir (el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta`lîli`l-Muhtâr, İstanbul 1980, IV. 107; İbn Âbidîn, a.g.e., IV. 91). Bu hükümden anlaşılan, insanların değer vermediği veya fazla rağbet etmediği şeylerin çalınması halinde söz konusu cezanın uygulanamamasıdır.

Ancak İslâm hukukçuları önemsiz sayılan eşyayı belirlerken kendi devirlerinde bulunan eşyayı örnek vermişlerdir. İnsanların mala verdikleri değer ve önem devirden devire değişebilir. Kısaca, "tâfih" (değersiz) mal" kavramını örfe ve devirlere göre değerlendirmek gerekir.

Had cezasını gerektiren (çalıntı malda aranacak diğer bir şart da, söz konusu malın çabuk bozulan cinsten bir şey olmamasıdır. Bu yüzden taze meyvalar, hurmalar, süt, et, henüz başağında bulunan arpa veya buğday tam olgunlaşmadıkları ve çabuk bozulma özelliği gösterdikleri için tam bir mal sayılmazlar. Dolayısıyla de çalınmaları halinde, had gerekmez (el-Mevsılî, a.g.e., IV. 107; İbn Abidîn, a.g.e., IV. 91). Buna karşılık kuru meyvalar, her türlü hububat, yağlar, kokular, bir yıl bozulmadan dayanabilme özelliğinde olan sirke ve pekmez gibi mallar, çabuk bozulmadıkları için bu hükme girmezler. Bu yüzden böyle bir malı çalan kimseye had lâzım gelir.

Bir hırsıza had uygulanabilmesi için, çalınan malda o hırsızın "mülkiyet hakkı veya mülkiyet şüphesi" bulunmaması gerekir. Meselâ; bir kimse, kendi çocuklarının malını çalsa; alacaklı borçlusunun malından, alacağının karşılığı olarak aynı cinsten mal alsa had cezası lâzım gelmez. Fakat bu kişi, borçlusunun başka cinsten malını çalsa, ona had uygulanır (el-Mevsılî, a.g.e., IV. 109).

İslam`da diğer had cezalarında olduğu gibi, hırsızlık haddinde de en küçük şüphede had düşmektedir. Ancak bir hırsızdan haddin düşmesi, onu diğer ceza uygulamalarından kurtarmaz. Her şeyden önce çalınan malın iadesi veya tazmini gerekir. Had cezası düşse bile çalınan mal, mal sahibine iade edilir. Hırsız, malı telef etmişse onu tazmin etmesi gerekir. Kendisi de hapis veya tazir cezasıyla cezalandırılır. Fakat mal hırsızın elinde telef olmuş, had de uygulanmış ise, artık bu mal hırsıza tazmin ettirilmez.

METÂF(TAVAF YAPARKEN DÖNÜLEN YER)

Dönme yeri, tavaf yaparken dönülen yer; Arapça tavaf kökünden yer ismi; Kâbe-i Muazzama`nın çevresinde, tavaf yaparken yedi defa dönülen alan.

Metaf`ın mahalli veya yeri, Kâbe`nin çevresidir. Çünkü Allah Teâlâ, "... ve eski ev (Kabe) yi tavaf etsinler" (el-Hacc, 22/29) âyetinde Kâbe`nin tavafını emretmektedir. Kâbe`nin tavafı demek; Kâbe`nin çevresinde dolaşmak demektir. Bu yüzden Mescid-i Haram`da yapılacak olan tavaf Kâbe`ye yakın veya uzak olsa da caiz olur. Ancak tavafın Mescid-i Haram dahilinde olması gerekir. Meselâ Zemzem kuyusunun bulunduğu yerin arkasından veya Mescid`in iç kısmında olmak şartıyla duvarlarına yakın bir yerden tavaf yapılsa bu da yeterli olur. İzdiham veya korku zamanlarında tavaf alanının geniş tutulması kolaylıklar sağlar.

Buna karşılık bir kişi Kâbe`yi tavaf ederken, Mecsid-i Haram`ın dışına çıksa ve kendisi ile Kâbe arasında mescidin duvarları bulunsa, bu tavaf câiz olmaz. Çünkü söz konusu duvarlar tavaf alanını sınırlamaktadır. Bu kişi Kâbe`nin çevresinde tavaf yapmamış sayılacağından, yaptığı tavaf caiz değildir. Zira o kişi, böyle bir durumda Kâbe`yi değil, Mescid-i Haram`ı tavaf etmiş demektir. Aksi takdirde, Mescidin duvarlarının dışının da Metaf sayılarak tavaf burada da mümkün olsaydı; Mekke`nin çevresinde, hattâ Harem-i Şerif`in dışında da Kâbe`yi tavaf etmek caiz olur, böylelikle bu sınır daha da genişleyerek bütün dünya tavaf alanına girebilirdi. Böyle bir tavaf da tavaf olamazdı. Halbuki ayet-i kerime bizzat Kâbe`nin tavaf edilmesini emretmektedir. Bu tavaf da ancak Metaf dahilinde olabilir.

Diğer yandan Kâbe`nin altın oluğunun bulunduğu kuzeyinde; Hanefi makamının önündeki yarı dairelik mermer duvarla çevrili olan ve adına

"Hatim" denilen yerin iç kısmı tavaf alanının dışında kabul edilir. Bu yüzden de tavafın Hatim`in dışından yapılması gerekir. Çünkü, altınoluk tarafında, kısa duvarla çevrili Hatim denilen küçük bir alanın, Kâbe`ye (Beyt) dahil olduğu hadisle sabittir.

Abdullah İbn Zübeyr (ö. 72/691). Hz. Aişe`nin (ö. 57/676) şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar yeni müslüman olup da küfür zamanına yakın olmasalardı, bir de bina yapımına yetecek kadar para bulunsaydı "Hıcır" dan beş zira miktarı bir yeri Kâbe ye ilâve ederdim. Ve insanların birinden girip diğerinden çıkacağı iki kapı yapardım" (Sahih-i Müslim, Matbaa-ı Âmire Tab`ı, IV, 98).

Yarım ay şeklindeki Hatim duvarının içinde kalan ve Hıcr-ı İsmail denen yer, Hz. İbrahim (a.s)`ın inşa ettiği asıl Kâbe`nin binasına dahilken, İslâm`ın çıkışından önce, Kureyş`in temelden itibaren yaptıkları bir tamir sırasında bu yer Kâbe duvarlarının dışında bırakılmıştır.

Esved b. Yezid (ö.75/694) yoluyla gelen bir rivayette Hz. Aişe şöyle demiştir: "Nebi (s.a.s)`e, Hıcr-ı, İsmail`in duvarının Beyt`ten olup olmadığını sordum: "Evet, duvar Beyt` tendir" buyurdu. "Kureyş için ne engel vardı ki, bu duvarı, yani Hıcr`ı, Beyt`in aslına ilâve etmediler" diye sordum. Şöyle cevap verdi: "Kureyşin bu Hıcr`ı, Kâbe ye ilâve etmeye bütçeleri yeterli olmadı. Bunun için Beyt`i daraltma yoluna gittiler" (Sahih-i Buhâri, Mısır(t.y), II, 146, 147.).

Abdullah İbn Zübeyr`in Mekke emirliği sırasında Yezid`in Şam`dan gönderdiği bir ordu, mancınıkla atılan taş ve yağlı fitillerle Kâbe`yi tahrip etmişti. Bunun üzerine Abdullah İbn Zübeyr, istişâre ve istihârelerden sonra Kâbe`nin temellerini açarak, Hıcr-ı da dahil etmek suretiyle, yukarıdaki hadislere uygun bir yapı meydana getirdi. Ancak bu durum uzun sürmedi. Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervan`ın 73 Hicri tarihinde Haccac`ın komutasında gönderdiği bir ordu, Kâbe`yi ikinci defa tahrip etti ve İbnü`z-Zübeyr şehit edildi. Kâbe yeniden, Hıcr kısmı dışarıda kalacak şekilde Hz. Peygamber devrindeki şekliyle inşa edildi. Bundan sonra da zaman zaman tamirler olmakla birlikte Kâbe`nin yapısında bir değişiklik olmadı.

Günümüzdeki devam eden şekli budur (ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 36-43).

Tavafın Hıcr mevkiinin dışından dolaşarak yapılması bu hadisler sebebiyle vâcip hükmündedir. Bu, terkedildiği takdirde, tavafın yenilenmesi veya bir kurban cezası gerekli olur (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1394/1974, II, 131, 132; "Hacc",


METRÛK ARAZİ

Terkedilmiş, hal üzerine bırakılmış arazi. Toplum yararına terkedilmiş toprakları ifade eden bir Islam hukuku terimi. Osmanlı Devletinin arazî uygulamasında toplumun istifadesine bırakılan yerler iki kısma ayrılmıştır.

a) Bütün ülke halkının istifadesine arzedilmiş yerler: Umumî yollar, parklar, meydanlar, namazgahlar gibi.

b) Belli bir yerleşim merkezindeki halkın istifadesine ayrılmış yerler: Otlak, kışlak, baltalık gibi.

Herkesin menfaatine terkedilmiş (metruk arazi) topraklar ve yerlerde, özel mülkiyete konu olamaz. Bu topraklar tahsis edildikleri maksada hizmet eder. Bütün ülke halkının istifadesine bırakılmış yerlerin işgali, istifadeye engel olacak şekilde şahıslar tarafından kullanılması, zaptı gibi durumlarda her vatandaş müdahalenin engellenmesini dava edebilir. Köy ormanı, merası, kışlağı, yaylası gibi merkezlerdeki ahalinin istifadesine terkedilmiş yerlerden de yalnızca bu yerde oturanlar istifade edebileceklerdir (Kanunname-i Arazi, Madde 91 vd.).

Islâm Hukukunda toprak üzerinde Devlet Mülkiyeti, Kamu Mülkiyeti, Şahıs Mülkiyeti olmak üzere üç farklı mülkiyet hakkına yer verilmiş ve bu ‚ mülkiyetler meşrû görülmüştür.

Ayetler, hadisler, sahabe uygulamaları ve Islâm hukukçularının içtihadları incelendiği zaman, toprağa devlet ve kamu yanında gerçek kişilerin de sahip oldukları ve bunun meşrû sayıldığı ortaya çıkar. Araziler; malikin devlet veya gerçek kişi olması, intikal yolu ve imkânı dikkate alınarak taksim edilmiştir. Bu konuda en gelişmiş bir taksim 1274/1858 tarihli Arazi Kanununda (Kanunnâmi-ı arazi) yer almıştır.

Bu Kanunnameye göre arazi beş kısma ayrılmıştır:

1- Mülk arazi (arazi-i memlûke): Tam mülkiyeti sahiplerine ait arazi olup dört çeşittir:

a) Şehir, kasaba ve köylerin içindeki arsalar ile bu yerleşim merkezlerinin yakın civarında bulunan yarım dönüme kadar olan topraklar.

b) Mirî (devlete ait) araziden ayrılarak meşrû bir şekilde şahıslara temlik edilen arazi.

c) Öşür arazi (arazi-i üşriyye): Savaşılarak fethedildikten sonra beşte biri devlet (beytülmal) adına çıkarılıp geri kalanı, savaşa katılanlara, yahut diğer müslümanlara dağıtılan arazi ile fetihten önce ahalisi umumiyetle müslüman olup, fetihten sonra bunların ellerinde bırakılan arazidır.

d) Haraç arazi (arazi-i harâciyye): Bu arazi çeşidi de kendi içinde üç kısma ayrılmaktadır: 1- Savaşta fethedilen bir ülkenin, müslüman olmayan yerlileri elinde bırakılan toprakları. 2-Fethedilen ülkenin gayrı müslim yerli ahalisinin elinde bırakılmayıp, başka yerlerden getirilerek oraya yerleştirilen gayr-ı müslimlere temlik edilen arazi. 3- Savaş ile değil de sulh yoluyla Islâm ülkesine katılan ülke arazisi.

2- Devlet Arazisi (arazi-i mirîyye, arazi-i memleket): Bu da beş kısma ayrılır:

a) Fethedildiği zaman gayrı müslim sahiplerinin elinde bırakılmamış, başka gayrımüslimlere verilmemiş, müslümanlara dağıtılmamış olup devlet adına korunan, devlete mal edilen arazi.

b) Savaşla mı, barışla mı alındığı, nasıl verildiği bilinmeyen arazi.

c) Aslında mülk arazi iken zaman içinde malıkleri kalmamış ve halen kime ait olduğu bilinmeyen arazi.

d) Kökü (rekabesi) devlete ait olmak üzere yetkili makamın izni ile ihyâ edilen arazi.

e) Aslında mülk arazi iken sahipleri varissiz, vasiyyetsiz ve borçsuz olarak öldüğü için beytül-male intikal eden arazi.

3- Vakıf arazi (arazi-i mevkûfe). 4- Metruk arazi (Kamu yararına terk edilmiş) arazi. Bu da iki çeşit olup yukarıda açıklanmıştır (H. Karaman, M. Islâm Hukuku, III, 68-71).

Bir kimse umumun yolu üzerinde binalar kurmak veya ağaçlar dikmek gibi bir şey yapamaz; yapacak olursa bu ağaç ve binalar derhal kaldırılır (Mecelle, madde 1644). Sonuç olarak hiç kimse halkın yolunda tasarruf hakkına sahip olamaz; tasarruf eden olursa, alıkonur (Mecelle, madde 96). Halkın işlerinde özellikle hak sahibi olan hilâfet makamıdır. Bu nedenle halifenin izni ile halkın geçtiği yolda tasarruf edilebilir (Mecelle, madde 1217), (madde 926-927); (Arazi-i Kanunname-i Hümâyun şerhi, 309 vd.).

MEVÂT ARAZÎ

Ölü arazi. Mülkiyetinin iktisabı bakımından özellik arzeden toprak çeşitlerinden biri. Roma hukukundan beri hemen bütün hukuklar bu çeşit arazının yalnızca işgal ile yanî "mülkiyeti iktisab niyetiyle üzerinde zilyedlik tesis etmek suretiyle" hususi mülkiyet konusu olacağı hükmünü benimsemişlerdir.

İslâm hukuku toprağa herhangi bir eşya gibi bakmamış, gerek elde edilişine ve gerekse tasarrufuna bazı farklı hükümler getirmiştir.

Diğer sahipsiz (mübah) mallara mâlik olabilmek için, o şey üzerinde meşrû zilyedlik kurmak (ihraz) yeterli iken; toprağa mâlik olabilmek için, buna "ihyâ" şartı eklenmiştir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şeyi kim ilk önce ele geçirirse o şey, o kimsenin olur" (Ebû Dâvud, Imâre, 36, H.No: 3071).

Esmer b. Müderris bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: Hz. Peygamber bu sözü söyleyince herkes araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye başladı.

Başka bir hadiste buna ihya unsuru eklenir. "Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse, o toprak onundur. Haksız dökülen ter için bir hak yoktur" (Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud, Imâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta`, Akdiye, 26, 27).

Bu iki hadis bir arada değerlendirilince; sahipsiz bir araziyi ilk işgal eden onun üzerinde öncelik hakkına sahip olur. Burasını ihya edince de ona mâlik olur. Ancak bir araziyi çeviren kimse yıllarca ihya etmezse ne olur? Bu konuda boşluğu Hz. Ömer uygulamayla doldurmuştur. Salım b. Abdillah şöyle nakleder: Hz. Ömer devrinde arazi çevirip yıllarca ihya etmeden bekletenler vardı. Bunu gören Hz. Ömer; ikinci hadisi hatırlatarak çevirmenin yeterli olmadığını, hatta Ebû Yûsuf`un naklettiğine göre, Hz. Ömer minberde hitabederek; çevirenin araziyi üç yıl içinde ihya etmezse, bir hakkı kalmayacağını ilân etmiştir (Yahya b. Adem, el-Harâc, Nşr. A. M. Şakir, 1384, No: 286, 271, 280; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Tahk. M.H. Hurrâs, Kahire 1395/1975, No: 7014; Ebû Yusuf, el-Harâc, Kahire 1396, s. 70, 71).

Mecelle, ölü arazılerin ihyasına bir bölüm ayırmış, (Madde 1270-1280) ihyanın mahiyet ve hükümlerini düzenlemiştir. Buna göre bir kimse, devlet yetkililerinin izni ile ölü araziden bir parçayı imar ve ihya etse ona malik olur. Bu izin malik olmak için değil de yalnızca faydalanmak (intifa) için olursa ihya mülkiyet kazandırmaz. İhya edenin böyle bir arazide yalnız yararlânma hakkısöz konusu olur (Madde 1272).

Araziye tohum ekmek, fidan dikmek, nadas haline getirmek, sulamak, sulama kanalı veya arkı yapmak, ihya sayılır (Madde 1275).

Mecelle`ye göre sel suyunun girmesini önleyecek kadar duvar çekmek, yahut etrafını yükseltmek, sınır koymak, ihya niteliğindedir ve mülkiyet iktisabı için yeterlidir (Mad. 1276). Mülkiyet iktisabı için yeterli olmayan sınır koyma ise, "arazinin etrafını taş, diken, kuru ağaç dalları ve benzeri ile çevirmek, arazının içini ayıklamak, dikenlerini yakmak, içinde kuyu kazmak, otunu biçip etrafa yığarak üzerine de sel suyunu önlemeyecek şekilde toprak koymaktır (Madde 1277-1278). Ihya, mülkiyet iktisabı için sebep teşkil ederken, sınır koymak yalnızca üç yıl için ihyaya öncelik hakkıverir. Bu süre içinde ihya etmeyen kişiden sınır koyduğu toprak alınıp başkasına verilebilir (Madde 1279).

Mecellede zikredilmemiş olmakla birlikte ölü arazi vasıtlarına uygun bataklıkların kurutulması ve benzeri yerleri ihya için değerlendirmek mümkündür.

Bunların dışında ihya niteliğinde iki toprak alanı daha söz konusu olabilir. Göl veya nehir yatakları ile, denizde dolgu yapılan yerler.

a) Göl veya nehir suyunun çekilmesi: Eskiden beri göl veya nehir bulunan yerde suların çekilmesi veya kesilmesi sonucu ekilebilir arazı meydana çıksa artırma yoluyla isteyene verilebilecektir. Bu gibi yerlere mîrî araziye ait hükümler uygulanır.

Öteden beri göl veya nehir olmayıp sahipli arazi iken su çıkan ve göl haline gelen yerin sonradan suyu çekilirse yine arazinin eski sahibine ait olacağı, maddede geçen "eskiden beri" kaydının gereğidir.

Aslında göller ve nehirler ortak mübah mallardan olduğu ve bu vasıf larıyla âmmenin hakkına konu oldukları için, suyunun tekrar gelmesi veya çıkması ihtimalı mevcut olursa, toprağın tasarruf için bir kimseye verilmesi câiz değildir.

b) Denizlerin doldurulması: Denizin doldurularak ekime elverişli arazi kazanılması daha zordur. Deniz doldurularak elde edilecek yerler ancak arsalar ve küçük bahçeler olabilir. Bu sebeple olmalıdır ki, K.A.132 maddesi denizden doldurulan yerleri mirî arazı değil, mülk arazi hükümlerine tabi kılmıştır. Buna göre bir kimse devletten izin alarak denizden bir yer doldursa, o yere mâlik olur. Burada doldurma işi ihya gibi kabul edildiğinden bedel de zikredilmemiştir. Yani dolduran kimse bir bedel ödemeksizin o yerin mülkiyetini iktisab etmiş olmaktadır. İzin almasına rağmen, üç yıl içinde doldurma işini yapmazsa, hakkını kaybeder ve aynı yer için bir başkasına izin verme imkânı doğar. Bu hükümde de sınır koymanın verdiği üç yıllık öncelik hakkı emsal alınmış olmalıdır. Denizin izinsiz doldurulması halinde, doldurulan yer, devlete ait olacağı için, devlet bu yeri, rayıç bedel üzerinden doldurana veya bir başkasına satabilecektir.

MEVHÛB(HİBE EDİLEN ŞEYLER)

Bağışlanan, hibe edilen şey. Ve.he.be kökünden ism-i mef`ûl. Hibe sözcüğü ise mastar olup"bağışlamak" anlamına gelir. Arapçada genel olarak; atiyye, nihle, sadaka ve hediye sözcükleri de "mevhûb" ile eş anlamda kullanılır.

İslâm hukuku açısından bir akit teşkil eden hibede bağışlayan kendisine bir şey bağışlanan ve bağışlanan mal, ana unsurları oluşturur. Bunlardan bağışlayana "vâhib"; kendisine bağış yapılana "mevhûbun leh" ve bağışın konusuna da "mevhûb" denilir (Mecelle Madde, 83; AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, s.11).

İslâm hukukuna göre hibe akdinin geçerli olması için, bağışlanan şeyde şu şartların bulunması gerekir:

1) Bağışlanan şeyin bağış sırasında mevcut olması, Hanifî, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre hibe konusu olan şeyin bağışlandığı sırada bağış yapacak olanın tasarrufu altında bulunması gerekir. Buna göre bir bağın meydana gelecek üzümünü veya bir hayvanın doğacak yavrusunu hibe etmek geçerli değildir. Çünkü mevcut olmayan bir şeyi satmak caiz olmadığı gibi, hibe etmek de geçerli olmaz. O şeyin meydana gelmeme rizikosu bulunduğu için akdi ifa imkansızlığı doğabilir. Böyle bir hibe yapılmışsa mal meydana geldiğinde yeni bir akit daha yapmak gerekli olur (Mecelle mad. 856; İbn Abidin, Reddül-Muhtar IV, 782).

2) Bağışlanan şeyin, bağışlayanın kendi malı olması, bağışlanan şeyin akit sırasında, bağışlayanın kendisine ait olması şarttır. Buna göre bir kimse kendisinde emanet olarak bulunan veya kiracı sıfatıyla zilyed olduğu, yahut ta âriyet alan sıfatıyla elinde bulunan şeyleri hibe edemez. Başkasına ait bir malı izinsiz olarak hibe etmek geçerli değildir. Fakat hibe ettikten sonra sahibi kabul ederse geçerli olur (Mecelle, mad.857).

Kişinin sahip olmadığı bir şeyi başkasına temlik etmesi muteber değildir. Ancak temsil yetkisi olmayan bir kimse (fuzuli)nin sahibine danışmadan bir malı başkasına Hibe etmesi halinde, bu aktin sıhhati, teberru ehliyetine sahip olan malikin kabulüne bağlıdır. Malın sahibi kabul ederse geçerli olur, aksi takdirde akit ortadan kalkar. Ancak bir baba velisi bulunduğu çocuğunun malını birine hibe etse, bu akit geçersiz olur. Çünkü babanın çocuğunun malında, onun aleyhine olacak bir tasarrufta bulunma yetkisi buna teberru ehliyetine sahip olmayan çocuğun icazet vermesi de imkânsızdır (el-Bundârî, Şerhu`l-Ukudi`l-Medeniyye, el-Hibe, Kahire 1973, s. 74).

Bağışlanan malın, mütekavvim mal niteliğinde olması gerekir. Alım-satımı veya yararlanılması şer`an mübah olan mala mütekavvim mal denir. Bu yüzden murdar olmuş bir hayvanın eti veya domuz ve benzeri şeyleri müslümanlar arasında hibe etmek geçerli olmaz (Abdurrahman el-Cezîri el-Fıkh Alal-Mezâhibil-Erbaa, III, 403). Çünkü bu gibi mallar, müslümanın elinde ekonomik bir değer taşımaz.

Osmanlı devrinin örfi hukukunda rakabesi devlete ait olan miri arazının alım-satımı, hibe ve vakfedilmesi caiz değildi (Abdulkadir Şener a.g.e., 34).

Bağışlanan mal, vakıf malı olmamalıdır. Çünkü vakıf malların ve vakfa bağlı hayratın ebediliği, ancak bu malların demirbaş olarak kalmasıyla sağlanabilir. Nitekim rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer`e Hayber gazvesinde iyi bir arazi düşünce o, Hz. Peygamber`e: "İstersen onun aslını vakfet, gelirini tasadduk et!" buyurmuştu. Hz. Ömer de bu talimata göre hareket ederek bu arazının satılmayacağını, hibe edilemeyeceğini, miras olarak da kimseye intikal etmeyeceğini şart koşmuştu (Buhâri, Vasaya, 22, Şurût, 19).

3) Bağışlananın, bilinen ve belirlenmiş bir mal olması,

İslâm hukukuna göre, herhangi bir çekişme veya anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilen şeyin muayyen ve malum olması gerekir. Buna göre, hibe eden tayin etmeksizin malından bir şeyi veya "şu iki atımdan birini sana hibe ettim," dese geçerli olmaz. Eğer "bu iki attan hangisini dilersen senin olsun" dese ve bağışlanan kimse hibe yapılan yerde atlardan birini belirlerse geçerli olur. Ancak hibe mahallinden ayrıldıktan sonraki, belirlemesi bir hüküm ifade etmez (Mecelle, mad. 855).

MEVLİDİN YERİ NEDİR? FARZ MI, SÜNNET Mİ? AÇIKLAR MISINIZ?

Mevlid ne farz, ne vacipne de sünnettir. Peygamber (sav)`in vefatından sonra ihdas edilmiştir. Ancak hangi tarihte ihdas edildiğine dair kesin bir vesikaya rastlanmamıştır. Sehavi`ye göre Peygamber (sav)`in irtihalinden üç asır sonra, İbn ül-Cevziye göre de yedinci asırsa Erbil Meliki al-Muzaffer Abu Sa`id tarafından ihdas edilmiştir.

Mevlid okutup, merasim yapmanın iyi olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır.

Maliki ulemasından Şeyh Tac du-Din Ömer bin Ali al-Lahmi;mevlid okutmanın caiz olmadığını ve bid`at-ı seyyi`e olduğunu kaydediyor. İbn Hacer al-Askalanide, mevlid hakkında şöyle diyor: "Asr-ı Saadette ve selef-i salihin zamanında hiç kimse mevlid merasimi tertip etmemiştir. Hicretten üç asır sonra ihdas edilmiştir. Mevlid`in iyi tarafları vardır. İyi tarafları yapılırsa bid`at-ı hasenedir. Yoksa bid`at-ı seyyi`edir. Mevlid`in meşru`iyetine dair güclü bir vesika buldum: Buhari ile Müslim`de sabit olmuştur ki, Peygamber (sav), Medine`ye geldiğinde Yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü, onlara oruç tutmalarının sebebini sorunca şöyle dediler: Bugün Allah`ın Fir`avnı denizde boğduğu ve Musa`yı kurtardığı bir gündür. Bunun için Allah`a şükür eder ve oruç tutarız. Bunun üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: "Biz Musa`ya daha yakınız.” Bundan anlaşılıyor ki böyle bir günde Allah`a şükür etmek tam yerindedir. Mevlid merasiminin de Peygamber (sav)`in doğum günü olan Rebi`ul-Evvel`in onikinci gecesinde olması için dikkat etmek lazımdır. Başka zamanlarda mevlid okutup merasim tertip etmek ma`nasızdır”.

Sonuç: Peygamberin doğduğu günde müslümanların bir araya gelip Peygamberin hayat ve ahlakını anlatan bir eseri dinlemeleri, ona salavat-ı şerife getirmeleri iyi bir bid`attır.

MEVLIT

Bazı kitaplarda iyi ve sevap yüklü olduğu, diğer bazı kitaplarda ise bid`at olduğu yazılı. Şu andaki uygulanış şekli ile mevlidin durumu nedir? Nasıl uygulanırsa Islâma göre daha güzel ve faydalı olur?

Mevlid, genellikle Resûlullah`ın doğum günü yıldönümlerinde belli makam ve tegannilerle okunan övgü, gazel ve kasîdelerdir. Övgüde haddi aşan sözler ihtiva etmedikten sonra, aslı itibari ile, Allah`ın (c.c.) övdügü bir zatı övme demek olacağında, güzeldir. Ka`b b. Züheyr meşhur "Bânet su`âd"m Resûlullah zamanında yazmış ve onu övmüştür, kendilerinden de iltifat görmüştür. Yine Bûsirî`nin meşhur "Bürde"si bu kabildendir. Nihayet bizde okunan ve en meşhur mevlid kasîdesi haline gelen Süleyman Çelebi`nin "Vesîletü`n-Necât"i da bunlardan biridir. Rasûlullah`i çok gerçekçi, içten ve güzel övmüştür. Birçok faydalı bilgiler, sufiyane nükteler ve öğütler içermektedir.

Ancak mevlid, sonraları resmî bir merasim halini almış ve Mısır`daki Şiî Fâtimiler devrinde, ilk defa bu özellikte uygulanmaya başlanmıştır. Hattâ onlar Hz. Ali, Fatıma ve devrin halifesi adına da mevlid okutur olmuşlardır. Mevlit, Osmanlılar`da da 4. Murad devrinden itibaren, teşrifatlarda resmen yer aldı. (170 iA. Mevlid md.) Böylece asıl gayesinden yavaş yavaş uzaklaşarak bid`atleşmeye ve bid`atler içermeye başladı. Derken bu bid`atlar, günümüzde olduğu gibi, doruk noktasına ulaştı. Buna göre mevlid, sorunuzda da değinildiği gibi güzel ve sevap bir uygulama da olabilir, bir bid`at ve günah olarak da icra edilebilir.

Güzel bir davranış olabilmesi için;

1. Dînî bir emir ve merasim görülmezse, yani dinimizde böyle bir ibadet şekli vardır gibi sakat bir kanaat beslenmezse.

2. Ölülere bir faydası olacağına inanılmazsa,

3. Kadın erkek bir yerde mevlit okutulmazsa

4. Mahremliğe dikkat edilirse, kadınlar yabancı erkeklere süslü ve kokulu halde gözükmezse,

5. İsraf ve benzeri haramlardan kaçınılırsa,

6. Mevlit toplantısı çeşit çeşit börek, çörek, pasta ve ev eşyaları ile bir gösteriş halini almaz, böylece fakirlerin gıpta damarlarını kabartıp onları hasetliğe zorlamaz sadelikte olursa,

7. Sırf Rasûlullah`i övme, tanıtma, mevlidin içerdiği öğütleri başkalarına duyurma, güzel tegannilerle gönülleri yumuşatma, onlara Rasûlüllah sevgisini aşılama, islâma ısındırma maksadıyla yapılırsa,

8. Bu vesile ile biraraya toplanıp gelenlere Kur`an , hâdîs ve ilmihal bilgileri aktarılirsa,

9. Mevlid, bu işi meslek haline getirmiş ve ücretle okuyan profesyonel artistlere değil de, okuduğu ile kendisi dahi etkilenen maneviyatlı kimselere okutulursa... güzel bir davranış haline getirilmiş olabilir. Ama yine de gerekli görülmez.

Bunlara riayet edilmezse, çirkin bir bid`at ve insanları dinden uzaklaştıran bir kandırmaca ve bir günah vesilesi olmuş olur. Günümüzdeki uygulanış biçimi de genellikle böyledir.

MEVRÛS

Mirasçı olma anlamına gelen, irs ve verâset kökünden ism-i mef`ul; ölen kimsenin geride bıraktığı mal. Buna miras veya terike de denir. Miras bırakana "mûris", mirası almaya hak kazanana "vâris", mirasın hak sahiplerine bölüştürülmesini inceleyen ilme de "ferâiz" denir.

Mevrûs anlamında terike ve tirke; terketmek, bırakmak anlamındaki terk kökünden isimdir. Bir terim olarak terike; mûrisin geride bıraktığı ve mirasçılarına intikal eden şeyleri ifade eder. Hanefîlere göre, terikenin kapsamına giren mal ve haklar şunlardır: a) Menkul ve gayrı menkuller, b) Mûrisin alacakları ile lehine tahakkuk etmiş bulunan diyet ve tazminat bedelleri gibi mâlî haklar, c) Mûrise ait rehin ve satılıp da bedeli ödenmemiş bulunan mallar, d) Irtifak hakkı gibi mala bağlı olan haklar. Geçme, su alma ve sulama, su geçirme gibi haklar bunlar arasında sayılabilir.

Şu haklar terikeye girmez: a) Faydalanma hakkı. Meselâ; kira akdi yalnız mülk üzerinde yararlanma hakkıverdiği için, mûrisin ölümüyle, yaptığı kira akdi sona erer. Mirasçıların kira akdini yenilemeleri veya gayrı menkulû boşaltmaları gerekir. Ancak kiracıya ek süre verilmesini gerektiren durumlar bundan müstesnadır (bk. "Icâre" maddesi), b) Velâyet, vekâlet, hıdâne, vazife, hilâfet gibi şahsa bağlı haklar terike dışında olup, bunlar miras yoluyla geçmez. c) Malî ve şahsî haklar birlikte bulunursa şahsî hak gâlip ise, bu terikeye girmez. Muhayyerlik ve şûf`a hakkı gibi.

Şafiî, Malıkî ve Hanbelî`lere göre, mal, yararlanma ve benzeri hakların, tümü mirasa girer. Yalnız şahsa bağlı haklar bundan müstesnadır (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, Bulak 1310, VI, 447 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, Mısır, ty., II, 310 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki Islâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, Istanbul, ty., V, 209 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 427, 428).

Islâm`da mirasın intikali Kitap, Sünnet ve Icmâ delillerine dayanır.

Kur`ân-ı Kerim`de mirasla ilgili âyetler iki sahifeyi geçmez. Doğrudan mirasla ilgili âyetler, en-Nisâ Sûresi 11, 12 ve 176. âyetlerdir. el-Enfâl Sûresinin 75. âyeti ile, en-Nisâ Sûresinin 7. âyetleri uzak hısımların haklarını genel ifadeler halinde bildirir (Âyetlerin tefsir ve açıklaması için bk. El-Cassâs, Ahkâmü`l-Kur`ân; Ibnü`l Arabî, Ahkâmu`l-Kur`ân; Ibn Kesîr, Tefsîru Kur`ânı`l-Azîm ve Elmalılı, Hak Dini Kur`an Dili tefsirleri ilgili bölümleri.)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Feraiz, (miras) ilmini öğreniniz ve bunu insanlara öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır" (Tirmizi, Ferâiz. 2; Ibn Mâce, ferâiz, 1; Buhârî Ferâiz. 2). kur`an-ı Kerîm`de kısaca açıklanan miras hükümleri sünnetle genişletilmiş ve miras hukuku müesseseleşmiştir (Hadisler için bk. eş-Şevkânî, Neymlül-Evtâr, VI, 57-72).

Bir kimsenin ölümüyle geride bıraktığı malına dört şey gerekir:

1) Techiz ve tekfin masrafları; ölen kimsenin geride bıraktığı mirastan önce kefenlerine ve gömülme masrafları karşılanır. Bunlar israf ve kısıntı yapılmaksızın dinî ölçülere göre yerine getirilir. Techiz ve tekfin, hayattaki tesettürün devamı niteliğinde olduğu için, diğer haklardan önde gelir. Miras malı, bu maşarfları karşılamazsa, mürisin nafakası kimin üzerine gerekli ise, bu masraflar ona ait olur. Hiç kimsesi yoksa, beytü`l mal tarafından karşılanır (Mevsılî, el-Ihtiyâr, Istanbul 1980, V, 85; Bilmen, a.g.e. V, 213-215).

2) Ölenin malından borçları ödenir. Techiz ve tekfin masrafı çıkarıldıktan sonra mûrisin borçlarını ödeme ikinci sırada yer alır(bk. en-Nisâ, 4/11). Ayette vasiyetin borçlardan önce zikredilmesi dikkatıçekmek içindir. Çünkü mirasçıları vasiyetin infazı, borçları ödemekten daha ağır gelir. Islâm hukukunda borçlar ikiye ayrılır:

a) Allah hakkıolan borçlar: Zekât, keffâret, adak gibi Allah`u Teâlâ`nın emri ile sabit olan borçlar Hanefîlere göre ölüm hâlinde dünya hukuku bakımından düşer. Çünkü bunlar niyetle veya birisine vekâlet vererek yerine getireceği borçlardır. Halbuki ölen kimse ne niyet edebilir ve ne de vekâlet verecek durumda değildir. Ancak bunlar, mûrisin vasiyet etmesi hâlinde terikenin üçte birinden ödenir.

Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, bu çeşit zekât, keffâret ve adak gibi borçların terikeden ödenmesi gerekir. Çünkü bunlar ölenin borçları olup, niyete bağlı değildir ve nimetin külfeti kabılindendir.

b) Kul borçları: Ölen kimsenin gerçek veya tüzel kişilere olan borçlarının tamamı terikeden ödenir. Miras varlığı, borçları karşılamazsa, borçlar oranlarına göre ödenir. Terikenin karşılamadığı kısım, dünya hukuku bakımından, düşer. Mirasçıları bu borçları ödemeye zorlanamaz.

Şâfiîlere göre, Allah hakkıolan borçlar önce ödenir. Çünkü Allah`ın alacağı ödenmeye daha lâyıktır (Buhârî, Savm, 42; el-Cürcânî, Şerhu`s Sirâcivyye, Istanbul, t.y., s. 3, 4).

3) Vasiyetlerin yerine getirilmesi: Vasiyet; ölümden sonra geçerli olmak üzere malını başka bir kimseye bağışlamak suretiyle temlik etmektir.

Kur`an-ı Kerîm`de, mirasla ilgili âyetlerin içinde; ".. yapılan vasiyetin ifası ve borcun ödenmesinden sonra..." ifadeleri birkaç defa tekrarlanır (en-Nisâ, 4/11,12). Ibn Ömer (r.a)`den rivayete göre, Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Vasiyet etmek istediği bir şeyi olup da, vasiyeti başucunda yazılı olmadan iki gece geçirmek müslüman için uygun değildir" (Buhârî, Vasaya, 1; Müslim, Vasaya, 1,4). Diğer yandan Allah Rasûlü, vâris lehine mûrisin yapacağı vasiyeti yasaklamıştır (Ibnü`l-Hümâm, Fethul-Kadîr, VIII,.115 vd.).

Vasiyetin hükmü şu kısımlara ayrılır:

a) Üzerinde emanet gibi şer`î bir hak olan kimse; bunun zâyi olacağından korkarsa, o hakkın ödenmesini vasiyet etmesi vacipolur.

b) Zekât, oruç fidyesi, hacc, keffâret gibi ibadet olan şeyleri vasiyet etmek müstehap olur.

c) Fısk ve fücûr, ahlâksızlık ve kötülüklere dalmış kimselere vasiyetle mal bırakmak mekrûhtur.

d) Akraba ve dostlara vasiyet mübahtır (el-Askalânî, Bulûgu`l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, III, 216).

Murisin vasiyeti, ancak cenaze masrafları ve borçları dışında kalan mirasın üçte biri üzerinde geçerlidir. Üçte biri aşan kısmı mirasçıların kabulüne bağlıdır. Kabul ederlerse, vasiyet tüm mal üzerinde cereyan eder. Kabul etmezlerse üçte biri aşan kısım hükümsüz olur. Hanefi ve Hanbelîlere göre mirasçı yoksa, mûris bütün malını vasiyetle başkasına bırakabılir. Mâlikî ve Zâhirilere göre, üçte biri geçen vasiyet baştan hükümsüzdür (el-Kâsânî, el-Bedâyi`, VII, 307; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 428 vd.).

4) Mirasçıların hakkı: Techiz ve tekfin masrafları, borçlar ve vasiyet edilen kısım düşüldükten sonra, geride kalan terike mirasçılara taksim edilir. Mûris, hiçbir vârısını mirastan düşüremeyeceği gibi, vâris de mirası reddedemez. Mirasçı olmanın sebepleri; hısımlık, nikâh akdi ve efendi ile köle arasındaki velâ ilişkisinden ibarettir. Diğer yandan mirasçı olma engelinin bulunmaması da gereklidır. Miras engelleri; mûrısını öldürme, mûrisle mirasçı arasındaki din veya tebealık farkı ile kölelik halleridir.

Vasiyet ve borçların bulunması mirasın taksimine engel değildir. Çünkü vasiyet terikenin üçte birinden yerine getirilir. Sonradan ortaya çıkabilecek borçlar ise, her mirasçıya düşen hisse nisbetinde ödenebilir.

Mirasçıların hisseleri Kitap, Sünnet ve Icmâ hükümleri uyarırıca bölüştürülür (bk. "Ferâiz", "Asabe" ve "Zevil-Erhâm" maddeleri).

Mirasın taksimi iki şekilde olur: a) Rızaen taksim: Mirasçıların hepsi âkıl ve bâliğ olunca, kendi aralarında anlasarak mirası taksim etmeleri mümkündür. Ferâize göre taksim şeklini kendileri bilmiyorlarsa, bir ilim ehlinden sormaları gerekir. Diğer yandan mirasçılar anlasarak ve helallaşarak içlerinden birisine veya daha çoğuna normal hissesinden fazla veya az hisse verebilirler. Ya da bazı mirasçılar, kendi özel mülkleri sebebiyle zengin oldukları için miras almayıp, kendi haklarını diğer varislere bırakabılirler. Karşılıklı rıza bulununca bunda Islâmî bir sakınca bulunmaz. Ancak bu takdirde Islâm miras hukukunda esasları belirlenen "sulh ve tehâruc"e göre işlem yapılır.

b) Kazâen taksim: Bazı durumlarda mirasın taksiminin mahkeme yoluyla taksimi gerekebilir. Mirasçıların haklarını korumak için buna ihtiyaç olur. Mirasçılar arasında küçük veya akıl hastası varsa, mirasçılardan birisi gâipse, vârislerin hepsi âkıl ve bâliğ olduğu halde, içlerinden birisi başvurduğu takdirde hâkim Ferâiz hükümlerine göre taksim yapar (Ayrıntı için bk. Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 432 vd.; el-Mevsilî, el-Ihtiyar, V, 86; el-Merginâni, el-Hidâye, IV, 236; Ali Himmet Berki, Islâm Hukukunda Feraiz ve Intikal, Ankara 1965).





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)