03-13-2024, 10:06 PM
AKLIN FERASETİ, VAHYİN NURU
Yüce Allah, insana, kendi iradesiyle iman edip inkârdan kaçınmasını kolaylaştıracak ve yükümlülüklerin üstesinden gelebilmesini sağlayacak pek çok ihsanda bulunmuştur. Bu anlamda akıl ve vahiy, Allah’ın insana bahşettiği iki büyük lütuf olarak öne çıkmaktadır.
Düşünme, kavrama ve anlama yetisi olarak akıl, bir bakıma insanın kendi fiziksel sınırlarını aşmasına imkân veren manevi bir kuvvettir. Bu kuvvet, insanı yeryüzündeki diğer varlıklardan ayırarak müstesna bir yere konumlandırır. İnsan, bu kuvvet sayesinde varlığa, hayata ve çevreye dair gerekli bilgilere ulaşır; onları anlamlandırır, kavramlaştırır ve yorumlayarak yeni bilgiler üretir. Yine bu kuvvet ile eşyadaki iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, olgun nakıs gibi özellikleri idrak eder; fayda ile zarar arasındaki ince ayrımın farkına varır. Böylece insan, hayatın dünyevi ve uhrevi boyuttaki güzelliklerine erişme imkânı bulabileceği gibi tehlikelerine karşı da daha korunaklı mevziler edinebilir.
Hayata rehberliği bakımından akıl, her insana ayrı ayrı tahsis edilmiş bir nimettir. Safiyetini kaybetmemiş sağlıklı bir akla sahip olan herkes, kâinata ibret nazarıyla bakarak kudret ve ilim sahibi yüce bir yaratıcının varlığını ve birliğini pekala idrak edebilir. (Âl-i İmran, 3/190; Enam, 6/76-79.) Hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü aklıyla ayırt edebilir. Bu yüzden İslam düşüncesinde akıl, Allah’ı bilme hususunda bir imkân olarak görülmüştür. Hiç peygamber gönderilmemiş olsa bile kâinattaki nizam ve intizam üzerinde düşünerek Allah’ın varlığına, birliğine ve her şeyin yaratıcısı olduğuna dair bilgi sahibi olunabileceği ifade edilmiştir. Hatta başta İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ebu Mansur el-Matüridi olmak üzere pek çok âlim, kendisine vahiy ulaşmamış fetret ehlinin de aklını kullanarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, akılla bilinebilecek olan iyi fiilleri yapmak ve kötü fiillerden kaçınmakla yükümlü olacağını savunmuştur. (Metin Yurdagür, “Fetret”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.12, s.476.)
Temiz ve selim bir akıl, insanın bu denli ağır bir sorumluluğun altından kalkabilmesini sağlayacak kadar değerli bir nimet ve büyük imkândır. Ahiret ahvalinin tasvir edildiği ayetlerde inkârcıların, “Şayet peygambere kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık şimdi şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!” (Mülk, 67/10.) diyeceklerini haber vermiştir. Aklını kullanmayanların vahiyden de istifade edemeyeceği açıktır. Çünkü vahyin muhatabı aklını kullanabilen insandır. Nitekim Allah, aklını ve iradesini iman doğrultusunda kullananlara hidayet vereceğini, akıllarını kullanmayanları ise inkâr bataklığında bırakacağını bildirmiştir. (Yunus, 10/100.) Diğer yandan vahye dayalı bir imanın tahkiki için de akletmeyi telkin eden Cenab-ı Hak, dogmatik bir inancı ve aklı, gereği gibi kullanmaksızın bir şeye körü körüne bağlanmayı açıkça kınamıştır. (Bakara, 2/163-164, 170.)
Aklın ve onu kullanabilmenin insana bahşedilmiş büyük bir lütuf olduğu açıktır. Ancak her ne kadar aklıyla genel çerçevede bilgiye ulaşabilme imkânı olsa da aşkın bir beyan olmaksızın insanın inançla ilgili tüm konuları sadece aklıyla ayrıntılı bir şekilde kavraması mümkün değildir. Örneğin tecrübe edilemeyen bir alan olarak ölüm ötesinin gerekliliği akledilebilir fakat mahiyeti sadece akılla idrak edilemez. Bununla birlikte insanın Allah tarafından mükellef tutulduğu hususlar ve ibadetlere dair hükümler de akıl yürütme yoluyla bilinemez. Aklın genel olarak kavradığı şeylerin özel olarak somutlaştırılması ve aklın sınırlarını aşan alana dair ayrıntıların bilinmesi için ilahi bir rehberlik gerekmektedir. Dolayısıyla insan, hakikati her yönüyle kavrayabilmek için aklın feraseti kadar vahyin nuruna da muhtaçtır.
İmam Gazali, bu minvalde akıl-vahiy ilişkisini, göz-güneş ilişkisine benzetir. Tıpkı ışığın, gözün en temel işlevi olan görmeyi sağlaması gibi vahiy de aklın hakikati kavramasını sağlamaktadır. Vahyin nurundan yüz çeviren bir aklın hakikati apaçık görebilmesi mümkün değildir. Vahyin nuru ile yetinip akıldan yüz çeviren kimse de ışığa rağmen gözlerini kapayıp hakikatten habersiz kalan kimse gibidir. (Gazali, Ebu Hamid Muhammed, el-İktisad fi’l-İ’tikad, Ankara, 1962, s. 2.) Neticede vahye muhatap olabilmek için gereken akıl ile aklı kullanmayı teşvik eden vahiy, birbirini destekleyerek insanın hakikat arayışına rehberlik eden iki eşsiz nimettir.
Vahyin peygamberler vasıtasıyla gönderilmiş olmasının elbette pek çok hikmeti vardır. Bu bağlamda yaratılışı gereği insanın daima bir rol modele ihtiyaç duyduğu müsellem bir hakikattir. İnsan, hayata dair kazanımlarını büyük ölçüde duyularıyla muttali olduğu varlıkları örnek alarak gerçekleştirmektedir. Tavır ve davranışlarını genellikle özdeşim kurma yoluyla geliştirmektedir. Yetişme çağındaki bir insanın, hayatı öğrenirken çevresini gözlemlemesinde bu fıtri eğilimi açıkça görmek mümkündür. Esasen bunu çocukluk dönemiyle sınırlandırmak da gerekmez. Birini veya bir şeyi örnek almanın yetişkinler için de etkili bir öğrenim yolu olduğu izahtan varestedir. Kur’an-ı Kerim’deki Habil ve Kabil kıssası bu anlamda oldukça manidardır.
Söz konusu kıssada, Hz. Âdem’in her iki oğlunun da Allah’a birer kurban takdim ettikleri ve niyetlerine atfen birisinin kurbanı kabul edilirken diğerininkinin kabul edilmediği anlatılır. Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyen Kabil, kardeşine haset ederek bir kavga başlatır ve bu kavga Habil’in ölümüyle sonuçlanır. Muhtemelen ilk defa böyle bir durumla karşılaşmış olan Kabil, kardeşinin ölümüne sebep olmanın pişmanlığıyla ne yapacağını bilemez bir vaziyetteyken Cenab-ı Allah, kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga göndermek suretiyle ona ne yapması gerektiğini öğretir. (Maide, 5/27-31.) Bu kıssa, özü itibarıyla amellerde takvanın önemini vurgularken aynı zamanda insanın kendisine ilham kaynağı olacak bir örneğe duyduğu ihtiyaca da gönderme yapmaktadır.
İnsan, Allah’ın varlığı ve birliği bilgisine her ne kadar aklıyla ulaşma potansiyeline sahip olsa da O’na kulluğun mahiyetini, ibadetlerin keyfiyetini ve varoluş gayesinin gereklerini tam anlamıyla kavrayabilmek, benimseyebilmek ve uygulayabilmek için bir örneğe ihtiyaç duymaktadır. İşte, ilk insandan bu yana süregelen peygamberlik müessesesi, bu fıtri ihtiyaca karşılık gelen ilahi rahmetin bir tecellisidir. (Enbiya, 21/107.) Cenab-ı Mevla, insanı akıl nimetiyle donatmasının yanı sıra Hz. Âdem’den itibaren vahyi hayata dönüştürecek ve yaşantılarıyla insanlara örnek olacak peygamberler göndermiştir. Böylece hakikat yolunu aydınlatacak, yolculuğu kolaylaştıracak ve insanı hedefe ulaştıracak benzersiz bir lütufta bulunmuştur. Nitekim Kur’an, “Andolsun, Allah, müminlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap (Kur’an) ve hikmeti (sünneti) öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmran, 3/164.) ayetiyle bu hakikate vurgu yapmaktadır.
Bu ayet, peygamberlerin birer insan oluşu vurgusuyla da nübüvvetin tebliğ ile birlikte bir temsil (örneklik) makamı oluşuna dikkat çekmektedir. İnsan, ancak kendisi gibi bir varlığı örnek alabilir. Nitekim bazı inkârcılar tarafından öne sürülen, peygamberin bir melek olması gerektiği tezine karşın Yüce Allah’ın “De ki: Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.” (İsra, 17/95.) buyurması söz konusu gerçekliğin bir ifadesidir. Vahyin muhatabı insan olduğundan peygamberler de insanlar arasından seçilmiştir. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi açıklamanın yanı sıra pratik boyutuyla da temsil ederek inanç, ibadet, ahlak ve muamelat hususunda insanlara en güzel şekilde rehberlik etmişlerdir.
Nübüvvet silsilesinin hitamı olan Peygamberimiz Hz. Muhammed de (s.a.s.) Allah’ın yeryüzüne son vahyi ve evrensel mesajı olan Kur’an-ı Kerim’i tam anlamıyla yaşanan bir hayata dönüştürerek tüm insanlığa örnek olmuştur. “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21.) ilahi fermanıyla tebcil edilen bu nebevi örneklik, Müslümanlar tarafından özümsenerek on dört asırdır nesilden nesile aktarılagelmiştir. Hz. Peygamber’in çağları aşan örnekliği, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere hadis-i şerif ve siret-i nebi kaynakları vasıtasıyla bugün aramızdadır. Allah’ın inayetiyle kıyamete kadar da varlığını sürdürecektir.
Cenab-ı Hakk’ın bu lütfu karşısında yapılacak en akıllıca iş, öncelikle akletmektir. Aklı, başka akıllara tutsak etmeden hayatın ve ölümün sahibi olan Allah’ın mesajına kulak verip Hz. Peygamber’i örnek alarak sonsuzluk yoluna emin adımlarla revan olmaktır. Bu da hayatı bütün boyutlarıyla Hz. Peygamber’in getirdiği ve temsil ettiği hakikatler, ilkeler ve değerler çerçevesinde tanzim etmeyi gerektirmektedir. Hem dünyanın ruhlara kasvet veren sıkıntılarından hem de ölüm ve ötesinin yürekleri ürperten bilinmezliklerinden emin olmanın yolu buradan geçmektedir.
Son bir telmih: Akl-ı selim nezdinde Hz. Peygamber’in örnekliği, model alınabilecek diğer insanlar için de yegâne ölçüdür. Vahyin rehberliğine muarız hiçbir akıl masum olmadığı gibi Hz. Peygamber’in örnekliğiyle örtüşmeyen hiçbir hayat da örnek alınası değildir.
Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri
Diyanet Aylık Dergi
Yüce Allah, insana, kendi iradesiyle iman edip inkârdan kaçınmasını kolaylaştıracak ve yükümlülüklerin üstesinden gelebilmesini sağlayacak pek çok ihsanda bulunmuştur. Bu anlamda akıl ve vahiy, Allah’ın insana bahşettiği iki büyük lütuf olarak öne çıkmaktadır.
Düşünme, kavrama ve anlama yetisi olarak akıl, bir bakıma insanın kendi fiziksel sınırlarını aşmasına imkân veren manevi bir kuvvettir. Bu kuvvet, insanı yeryüzündeki diğer varlıklardan ayırarak müstesna bir yere konumlandırır. İnsan, bu kuvvet sayesinde varlığa, hayata ve çevreye dair gerekli bilgilere ulaşır; onları anlamlandırır, kavramlaştırır ve yorumlayarak yeni bilgiler üretir. Yine bu kuvvet ile eşyadaki iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, olgun nakıs gibi özellikleri idrak eder; fayda ile zarar arasındaki ince ayrımın farkına varır. Böylece insan, hayatın dünyevi ve uhrevi boyuttaki güzelliklerine erişme imkânı bulabileceği gibi tehlikelerine karşı da daha korunaklı mevziler edinebilir.
Hayata rehberliği bakımından akıl, her insana ayrı ayrı tahsis edilmiş bir nimettir. Safiyetini kaybetmemiş sağlıklı bir akla sahip olan herkes, kâinata ibret nazarıyla bakarak kudret ve ilim sahibi yüce bir yaratıcının varlığını ve birliğini pekala idrak edebilir. (Âl-i İmran, 3/190; Enam, 6/76-79.) Hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü aklıyla ayırt edebilir. Bu yüzden İslam düşüncesinde akıl, Allah’ı bilme hususunda bir imkân olarak görülmüştür. Hiç peygamber gönderilmemiş olsa bile kâinattaki nizam ve intizam üzerinde düşünerek Allah’ın varlığına, birliğine ve her şeyin yaratıcısı olduğuna dair bilgi sahibi olunabileceği ifade edilmiştir. Hatta başta İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ebu Mansur el-Matüridi olmak üzere pek çok âlim, kendisine vahiy ulaşmamış fetret ehlinin de aklını kullanarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, akılla bilinebilecek olan iyi fiilleri yapmak ve kötü fiillerden kaçınmakla yükümlü olacağını savunmuştur. (Metin Yurdagür, “Fetret”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.12, s.476.)
Temiz ve selim bir akıl, insanın bu denli ağır bir sorumluluğun altından kalkabilmesini sağlayacak kadar değerli bir nimet ve büyük imkândır. Ahiret ahvalinin tasvir edildiği ayetlerde inkârcıların, “Şayet peygambere kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık şimdi şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!” (Mülk, 67/10.) diyeceklerini haber vermiştir. Aklını kullanmayanların vahiyden de istifade edemeyeceği açıktır. Çünkü vahyin muhatabı aklını kullanabilen insandır. Nitekim Allah, aklını ve iradesini iman doğrultusunda kullananlara hidayet vereceğini, akıllarını kullanmayanları ise inkâr bataklığında bırakacağını bildirmiştir. (Yunus, 10/100.) Diğer yandan vahye dayalı bir imanın tahkiki için de akletmeyi telkin eden Cenab-ı Hak, dogmatik bir inancı ve aklı, gereği gibi kullanmaksızın bir şeye körü körüne bağlanmayı açıkça kınamıştır. (Bakara, 2/163-164, 170.)
Aklın ve onu kullanabilmenin insana bahşedilmiş büyük bir lütuf olduğu açıktır. Ancak her ne kadar aklıyla genel çerçevede bilgiye ulaşabilme imkânı olsa da aşkın bir beyan olmaksızın insanın inançla ilgili tüm konuları sadece aklıyla ayrıntılı bir şekilde kavraması mümkün değildir. Örneğin tecrübe edilemeyen bir alan olarak ölüm ötesinin gerekliliği akledilebilir fakat mahiyeti sadece akılla idrak edilemez. Bununla birlikte insanın Allah tarafından mükellef tutulduğu hususlar ve ibadetlere dair hükümler de akıl yürütme yoluyla bilinemez. Aklın genel olarak kavradığı şeylerin özel olarak somutlaştırılması ve aklın sınırlarını aşan alana dair ayrıntıların bilinmesi için ilahi bir rehberlik gerekmektedir. Dolayısıyla insan, hakikati her yönüyle kavrayabilmek için aklın feraseti kadar vahyin nuruna da muhtaçtır.
İmam Gazali, bu minvalde akıl-vahiy ilişkisini, göz-güneş ilişkisine benzetir. Tıpkı ışığın, gözün en temel işlevi olan görmeyi sağlaması gibi vahiy de aklın hakikati kavramasını sağlamaktadır. Vahyin nurundan yüz çeviren bir aklın hakikati apaçık görebilmesi mümkün değildir. Vahyin nuru ile yetinip akıldan yüz çeviren kimse de ışığa rağmen gözlerini kapayıp hakikatten habersiz kalan kimse gibidir. (Gazali, Ebu Hamid Muhammed, el-İktisad fi’l-İ’tikad, Ankara, 1962, s. 2.) Neticede vahye muhatap olabilmek için gereken akıl ile aklı kullanmayı teşvik eden vahiy, birbirini destekleyerek insanın hakikat arayışına rehberlik eden iki eşsiz nimettir.
Vahyin peygamberler vasıtasıyla gönderilmiş olmasının elbette pek çok hikmeti vardır. Bu bağlamda yaratılışı gereği insanın daima bir rol modele ihtiyaç duyduğu müsellem bir hakikattir. İnsan, hayata dair kazanımlarını büyük ölçüde duyularıyla muttali olduğu varlıkları örnek alarak gerçekleştirmektedir. Tavır ve davranışlarını genellikle özdeşim kurma yoluyla geliştirmektedir. Yetişme çağındaki bir insanın, hayatı öğrenirken çevresini gözlemlemesinde bu fıtri eğilimi açıkça görmek mümkündür. Esasen bunu çocukluk dönemiyle sınırlandırmak da gerekmez. Birini veya bir şeyi örnek almanın yetişkinler için de etkili bir öğrenim yolu olduğu izahtan varestedir. Kur’an-ı Kerim’deki Habil ve Kabil kıssası bu anlamda oldukça manidardır.
Söz konusu kıssada, Hz. Âdem’in her iki oğlunun da Allah’a birer kurban takdim ettikleri ve niyetlerine atfen birisinin kurbanı kabul edilirken diğerininkinin kabul edilmediği anlatılır. Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyen Kabil, kardeşine haset ederek bir kavga başlatır ve bu kavga Habil’in ölümüyle sonuçlanır. Muhtemelen ilk defa böyle bir durumla karşılaşmış olan Kabil, kardeşinin ölümüne sebep olmanın pişmanlığıyla ne yapacağını bilemez bir vaziyetteyken Cenab-ı Allah, kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga göndermek suretiyle ona ne yapması gerektiğini öğretir. (Maide, 5/27-31.) Bu kıssa, özü itibarıyla amellerde takvanın önemini vurgularken aynı zamanda insanın kendisine ilham kaynağı olacak bir örneğe duyduğu ihtiyaca da gönderme yapmaktadır.
İnsan, Allah’ın varlığı ve birliği bilgisine her ne kadar aklıyla ulaşma potansiyeline sahip olsa da O’na kulluğun mahiyetini, ibadetlerin keyfiyetini ve varoluş gayesinin gereklerini tam anlamıyla kavrayabilmek, benimseyebilmek ve uygulayabilmek için bir örneğe ihtiyaç duymaktadır. İşte, ilk insandan bu yana süregelen peygamberlik müessesesi, bu fıtri ihtiyaca karşılık gelen ilahi rahmetin bir tecellisidir. (Enbiya, 21/107.) Cenab-ı Mevla, insanı akıl nimetiyle donatmasının yanı sıra Hz. Âdem’den itibaren vahyi hayata dönüştürecek ve yaşantılarıyla insanlara örnek olacak peygamberler göndermiştir. Böylece hakikat yolunu aydınlatacak, yolculuğu kolaylaştıracak ve insanı hedefe ulaştıracak benzersiz bir lütufta bulunmuştur. Nitekim Kur’an, “Andolsun, Allah, müminlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap (Kur’an) ve hikmeti (sünneti) öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmran, 3/164.) ayetiyle bu hakikate vurgu yapmaktadır.
Bu ayet, peygamberlerin birer insan oluşu vurgusuyla da nübüvvetin tebliğ ile birlikte bir temsil (örneklik) makamı oluşuna dikkat çekmektedir. İnsan, ancak kendisi gibi bir varlığı örnek alabilir. Nitekim bazı inkârcılar tarafından öne sürülen, peygamberin bir melek olması gerektiği tezine karşın Yüce Allah’ın “De ki: Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.” (İsra, 17/95.) buyurması söz konusu gerçekliğin bir ifadesidir. Vahyin muhatabı insan olduğundan peygamberler de insanlar arasından seçilmiştir. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi açıklamanın yanı sıra pratik boyutuyla da temsil ederek inanç, ibadet, ahlak ve muamelat hususunda insanlara en güzel şekilde rehberlik etmişlerdir.
Nübüvvet silsilesinin hitamı olan Peygamberimiz Hz. Muhammed de (s.a.s.) Allah’ın yeryüzüne son vahyi ve evrensel mesajı olan Kur’an-ı Kerim’i tam anlamıyla yaşanan bir hayata dönüştürerek tüm insanlığa örnek olmuştur. “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21.) ilahi fermanıyla tebcil edilen bu nebevi örneklik, Müslümanlar tarafından özümsenerek on dört asırdır nesilden nesile aktarılagelmiştir. Hz. Peygamber’in çağları aşan örnekliği, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere hadis-i şerif ve siret-i nebi kaynakları vasıtasıyla bugün aramızdadır. Allah’ın inayetiyle kıyamete kadar da varlığını sürdürecektir.
Cenab-ı Hakk’ın bu lütfu karşısında yapılacak en akıllıca iş, öncelikle akletmektir. Aklı, başka akıllara tutsak etmeden hayatın ve ölümün sahibi olan Allah’ın mesajına kulak verip Hz. Peygamber’i örnek alarak sonsuzluk yoluna emin adımlarla revan olmaktır. Bu da hayatı bütün boyutlarıyla Hz. Peygamber’in getirdiği ve temsil ettiği hakikatler, ilkeler ve değerler çerçevesinde tanzim etmeyi gerektirmektedir. Hem dünyanın ruhlara kasvet veren sıkıntılarından hem de ölüm ve ötesinin yürekleri ürperten bilinmezliklerinden emin olmanın yolu buradan geçmektedir.
Son bir telmih: Akl-ı selim nezdinde Hz. Peygamber’in örnekliği, model alınabilecek diğer insanlar için de yegâne ölçüdür. Vahyin rehberliğine muarız hiçbir akıl masum olmadığı gibi Hz. Peygamber’in örnekliğiyle örtüşmeyen hiçbir hayat da örnek alınası değildir.
Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri
Diyanet Aylık Dergi
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca