07-07-2024, 05:13 PM
TAKVA: SEVGİNİN KORKUYLA BULUŞTUĞU YÜKSEK BİR BİLİNÇ VE FARKINDALIK HÂLİ
Takva kavramı, “korumak, sakınmak, saygı göstermek, korkmak, itaat etmek” anlamlarına gelen “vikaye” kökünden türemiştir. Takva ve aynı kökten türeyen “ittika” ve “müttaki” gibi kelimeler, sözlük itibarıyla korkmak, korunmak, sakınmak, tedbir almak anlamlarıyla bütünlük arz eden kavramlardır. Cahiliye döneminde takva kelimesi, bir şeyden korkmak ve korkulan şey ile kendisi arasına bir engel koyarak korktuğuna karşı tedbir almak şeklinde semantik bir yapıya sahiptir. Şiirlerde de bu yapı kendini göstermektedir. Örneğin, “Her şerefli saygın kişi, başkaları tarafından yerilmekten kendini ziyafetle korur” beytinde bu açık bir şekilde görülmektedir. Saygın kişi, başkaları tarafından kınanma ve kötülenme korkusuyla karşı karşıyadır; bunun karşısına ziyafeti yerleştirmek suretiyle kötülenmeden kendini korumaya alır. Burada düşmanından gelecek zarara kalkanıyla engel koyup kendini korunmaya çalıştı anlamı kastedilmektedir. Tebrizi, cahiliyedeki takvanın bu kullanımını şöyle formüle etmektedir: Seninle korktuğun şey arasına seni koruyacak bir engel koyarak kendini korumaya almandır. “İttika”nın cahiliye dönemindeki formu, yapısal olarak Kur’an’da ve sünnette de aynen korunmuştur. Örneğin Efendimizin, “Bir yarım hurma ile de olsa ateşten korununuz.” hadisi, insanın cehenneme karşı olan korkusunun karşısına yarım hurmayı sadaka vermeyi yerleştirerek kişinin kendisini korumaya almasını anlatmaktadır. Kur’an’da, “ittika” kelimesinin kullanıldığı yerlerin hemen hepsinin öncesinde kişinin imanına, ameline, ahlakına, hukukuna aykırı olan bir husustan söz edilip bunlara zarar verecek bu şeyi yapmamak ve o şeye önlem almak suretiyle ondan korunmayı emrettiği görülmektedir.
Dolayısıyla dilciler takvayı korkulan, çekinilen bir şey ile kendisi arasına engel koyarak o şeyin zararlarından korunma şeklinde tanımlamışlardır. Bir anlamda korkulan şey, her ne ise ondan gelecek zarar ve incitici şeylerle karşılaşmamak için tedbir almayı kastetmişlerdir. Dinî bağlamda tasvir edecek olursak kişi, Allah’ın azabından ve gazabından korktuğu için ilahi ceza ile kendisi arasına emirlere itaat, yasaklardan kaçınma farkındalığını bir engel olarak karşısına yerleştirmektedir. Dolayısıyla takva, istenmeyen şeylerden aşırı düzeyde uzak durma hassasiyetini ön plana çıkararak Allah’a kulluğa engel olan bütün unsurları bertaraf etmeyi anlatmaktadır. Bu ise kişinin Allah’a layık kul olması bağlamında yapması gereken şeyleri yüksek düzeyde yapması ve buna engel olacak şeylerden azami derecede uzak durmasını ifade eder. İslam’da bu kavram, Cahiliyedeki yapısını içerik itibarıyla biraz daha derinleştirerek dinî bir kimliğe bürünmüştür. Öncelikle ittikanın ve takvanın öncesinde kişi, mümin kimliğiyle olabildiği ölçüde ön plana çıkmaktadır. İyi bir kul olabilmek için çabalamakta ve çırpınmaktadır. İmanını saflaştırma, amelini salihleştirme, ahlakını güzelleştirme açısından belli bir düzeyi vardır. Bu anlamda takva aslında var olan bu yapıyı bir taraftan koruma, bir taraftan daha da mükemmelleştirme ameliyesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan kelimenin içeriğindeki “korku, endişe, kaygı” ifadeleri, Cahiliyede salt bir korkudan ibaret iken Kur’an’da bu kimlik değiştirilerek buradaki korkuyu kişinin bir yırtıcıdan korkması şeklinde değil, bir taraftan kendisine değer verdiği, sevdiği, önemsediği, saygı duyduğu, diğer taraftan kızdırmak, gazabını celbetmek, öfkelendirmek istemediği bir varlığı (Allah’ı) üzmekten, incitmekten, hatırını kırmaktan, küstürmekten; gazabını ve öfkesini çekmekten kaynaklanan bir korkuya dönüştürmüştür. Kişi, temelde kendisine kul olduğu, inandığı güvendiği ilahını üzmekten ve kırmaktan korkmaktadır. Aynı zamanda da istenmeyen o şeyleri yaptığı anda onun gazabını ve azabını celp etmekten endişe etmektedir. Bu yüzden de istenmeyen şeyler ile arasına mesafe koyarak ya da istenen şeyleri koyarak bu endişe ve korkuyu bertaraf etmektedir.
Bu yönüyle takva, kişinin mümin olma derecesini yükseltmede imanının, amelinin, ahlakının önündeki tüm tortuları ve engelleri ortadan kaldırarak müminliğini saflaştırma ve derecesini yükseltme ameliyesidir. Bir anlamda saf bir tevhid inancını gölgeleyecek her türlü şirk ve inkâr unsurlarından uzak durmayı, kendisine emredilen şeyleri yapıp yasaklardan da ateşten kaçar gibi kaçmak suretiyle oturaklı ve tutarlı bir kimlik oluşturmayı karşılamaktadır. Tabir yerinde ise takva, sürekli bir şekilde kendisini seven, değer veren; onun da onu sevdiği ve saydığı ilahına karşı mahcup olmamak, utanacak ve üzülecek bir konuma gelmemek için verilen canhıraş bir uğraş, bir farkındalık ve bilinç hâlidir.
İnsan, nihayetinde zayıf bir varlıktır; birçok zaafı mevcuttur. Nefsi, nefsani ve hayvani arzuları vardır. Bunun yanında kendisini yoldan çıkarmaya adamış olan şeytan adında bir düşmanı vardır. Hayatı boyunca iyi ve kötü arasında, vicdanı ve nefsi arasında bir mücadelenin içerisindedir. Beşerdir, şaşmaya meyillidir; kendisine güzel gösterilen ve fıtratına içirilen nefsani ve hayvani zevklerin baskısı altındadır. İşte bu savaş ve mücadelede kişiyi kötü işleri yapmaktan, kötüye meyletmekten koruyan şeylerin en başında Allah korkusu ve takva gelmektedir. Kötüye meylederse Allah’ı üzecektir; onu incitmiş olacaktır. Hele hele o kötü eylemi işleyecek olursa Allah’ı üzmenin ve incitmenin ötesinde onun öfkesini ve gazabını; azabını ve cezasını celp edecektir. Bu hassasiyet onu diri ve dinç tutar; o kötü fiili yapmanın önünde mükemmel bir kalkan görevi görür; nefsiyle ve şeytanıyla mücadelesinde kendisine manevi bir yardım ve destek sunar. Dünyada yaşam sonuçta dikenli bir yolda yürümek gibidir. İnsan her ne kadar dikensiz yerleri tercih etmeye çabalasa da dikenlerin batmasından korunmak için büyük bir çabaya girmesi gerektirmektedir.
Ömer b. Hattab ile Übey b. Ka’b arasındaki şu diyalog takvanın bu kimliğini yansıtması açısından önem arz eder. Hz. Ömer, Übey’e “Takva nedir?” diye sorar. Übey, “Dikenli bir yolda hiç yürümedin mi?” diye mukabele eder. Hz. Ömer “yürüdüm.” deyince “O zaman ne yaptın?” diye sorar. “Paçalarımı sıvadım, dikenlerin batmaması için gayret sarf ettim.” demesi üzerine Übey, “İşte takva budur ya Ömer!” der. Evet, takva tam anlamıyla işte budur. İslam yolunda yürürken karşılaşılan dikenlere, yasaklara, günahlara, hatalara karşı bir teyakkuz hâli… Kimliğimi zedeleyecek, imanıma zarar verecek, helakime sebep olacak, dünyada ceza çekmeme, ahirette azaba duçar olmama sebep olacak endişesiyle ve korkusuyla yüksek düzeyde bir duyarlılık hâli… Bir direniş, bir tahammül, bir mücadele, inadına bir karşı koyuş… Nefsine ve şeytanına başkaldırı… Allah’ın hoşnutluk ve rızasına halel getirmemek, ona duyulan sevgiyi ve saygıyı zedelememek için canhıraş bir çaba… Kızgınlığını, öfkesini ve azabını celp etmeme adına yüreğinde duyduğu derin korkunun ve endişenin gücüyle yanlışa düşmemek, günaha bulaşmamak, şeytana ve nefsine uymamak için verilen bilinçli, farkında bir gayret, bir sebat…
Kur’an’da takvaya bürünen kişinin adı müttaki diye konmuştur. Bu bilinci, bu duyarlılığı, bu direnişi, bu mücadeleyi, bu sebat ve gayreti yüklenen kişinin adı olmuştur müttaki. Kur’an’da Allah’ın kullarından deniz seviyesinde olanlar için kullanılan temel bir kavram vardır: Müslim. İslam’a giren mümin olmaya çabalayan insan demektir. İmanını derinleştirip olgunlaştırdıkça adı mümine döner. Temelde bu ikisi, ortalama bir kulun vasfı olarak sunulur. İşte bu noktada mümin kulun derecesi yükseldiğinde farklı isimler aldığı gibi derecesi düştüğünde de farklı isimlerle anılmaya başlar. Günah işlediğinde “asim”, isyan ettiğinde “asi”, haddi aşıp yanlışa düştüğünde “taği, baği”, emre itaatsizlik ettiğinde “fasık”, suç işlediğinde “mücrim” gibi onlarca sıfatla düştüğü derece anlamlandırılır. Müminin derecesi arttıkça adı da sıfatı da değişir; kimi zaman kendisinde olması gereken vasfı ön plana çıkarılır. Sabrı mükemmel yüklendiğinde “sabır”; teslimiyeti ve boyun eğmeyi mükemmel yaptığında “kanit”, layıkıyla infak ettiğinde “münfik”, Rabbine günahlarını bağışlaması için yalvardığında “müstağfir”, Rabbinin bütün nimetlerine karşı şükran borcunu ödediğinde “şakir”, sürekli Allah’ı hatırında tutup diline pelesenk yaptığında “zakir”, ırzını ve namusunu muhafaza için çırpındığında “hafız” gibi sıfatlarla anılır. Kimi zaman bu sıfatların hepsi veya birçoğu bir kişide toplandığında, derecesi yükseldiğinde de farklı adlarla anılır. Örneğin ismi “Muhsin” olur; artık o Allah’ı görür gibi kul olan bir mümin derecesine yükselmiştir. Sadece Allah’a samimi ve içtenlikle yöneldiğinde “muhlis” ismini alır. Sadece Allah’a güvenip ona dayandığında, “mütevekkil”; imanını saflaştırıp salih ameller işlediğinde “salih”, Allah’la yaptığı sözleşmeye sadık kalıp, sözünde ve eyleminde doğru olduğunda “sadık” isimlerini alacaktır. İşte müttaki kavramı, müminin yukarıda zikrettiğimiz derecelerinin hepsini bir arada bulunduran üst bir kavram; müminin en üst tabakası olarak Kur’an’da yerini alır. Müminlerin, müslimlerin, sadıkların, münfiklerin, müstağfirlerin, şakirlerin, hamidlerin, zakirlerin, salihlerin, mütevekkillerin, muhsinlerin, sadıkların, kısaca bütün bu sıfatların ve özelliklerin yoğun bir şekilde kendisinde yer ettiği Müslüman tiplemesinin adı müttaki olarak sunulur. Müttakilerin karşısında yer alan tiplemeler çoğunlukla suçlular (mücrim), azgınlar (ğavin, bağin), doğru yoldan çıkanlar (füccar), haddi aşanlar (tağin), büyüklenenler (müstekbirin), saldırganlar (mu’tedin), itaate karşı çıkanlar (fasikin), yalanlayanlar (mükezzibin), ortak koşanlar (müşrikin), ikiyüzlülük yapanlar (münafikun), inkâr edenler (kâfirin) ve nefislerine zulmedenler (zalimin) şeklinde anılırlar. Bir anlamda bu tiplemelerin düştüğü özellik ve yanlışlara düşmeyen kimseler olarak müttaki zıddıyla tam olarak billurlaşır ve netleşir.
Takvanın bütün parametrelerini yüklenen müttaki için Kur’an’da onlarca sıfat sıralanır. Öncelikle onlar, Allah’ı görmedikleri hâlde gıyabında ona iman eder; kayıtsız şartsız teslim olurlar. Peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara kayıtsız şartsız iman eder ve tabi olurlar. Meleklere iman ederler. Namaz, zekât, oruç ve hac başta olmak üzere bütün farz ve nafile ibadetlerini layıkıyla yerine getirirler. Öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye, ahirete yakinen inanırlar. İhtiyaç hâsıl olduğunda hicret ederler; Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat ederler. Yakın akrabaya, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara, anne babaya iyilik eder, iyi davranırlar. Darlıkta ve bollukta infak ederler, öfkelerine hâkim olurlar, insanları affederler. Bir yanlışa ve günaha düştüklerinde hemen tövbe istiğfar ederler, asla günahlarında ısrarcı olmazlar. Verdikleri sözü tutarlar, emanete hıyanet etmezler, sözleriyle özleri birdir, her şartta doğruyu söylerler. Namuslarını ve ırzlarını korurlar. Boş şeylerden yüz çevirirler. Hakkı ve sabrı tavsiye ederler. İyiliği emredip kötülükten sakınır ve sakındırırlar. Allah anıldığında kalpleri ürperir. Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkmaya çalışırlar. Allah’tan, kıyamet gününden, Allah’ın azabından ve gazabından korkup çekinirler. Başlarına bir musibet geldiğinde sabrederler. Onlar Allah’ı severler; Allah da onları sever. Onlar Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını gözetirler. Allah’tan razı ve hoşnut olurlar. Kurtuluşa ererler, felaha ve feraha kavuşurlar; kendilerine cennet müjdelenip cennetle mükâfatlandırılırlar. Onlar Allah’ın azabından, cehennem ateşinden, kötülüklerden, günahlardan, hatalardan, fitne fücurdan, fesat ve ifsattan uzak dururlar. Hâsılı kelam, iman, amel ve ahlak boyutunda yapılması gereken her şeyi mükemmel yapmak için çırpınıp uzak durulması gereken şeylerden de uzak dururlar. Bunun sonucunda Allah, onları her daim doğru yola sevk eder, onlarla her daim beraber olur. Onlara her türlü yardımı ve lütfu esirgemez. Onları sever. Onları dostları olarak görür. Onlara değer verir. Düşmanlarına ve onların tuzaklarına karşı korur. Onların günahlarını ve yanlışlarını affeder, görmezden gelir. Merhametine ve lütfuna mazhar kılar.
Bir kısmını verdiğimiz bu özellikleriyle müttaki, kulluk şuuruna eren, üzerine düşeni yapan, Allah’ı seven, saygı duyan, değer veren; üzmemek ve incitmemek için elinden geleni yapan, Allah’ın beğenisi için çabalayan; nefsine ve şeytana uymamak için gayret sarf eden, yanlış, günah ve hata yapmamak için direnen; yaptığında da huzurunda yalvarıp tövbe ve istiğfarla af dilenen üst bir mümin kimliğini temsil etmektedir.
Diyanet Aylık Dergi
Prof. Dr. Ömer KARA
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Takva kavramı, “korumak, sakınmak, saygı göstermek, korkmak, itaat etmek” anlamlarına gelen “vikaye” kökünden türemiştir. Takva ve aynı kökten türeyen “ittika” ve “müttaki” gibi kelimeler, sözlük itibarıyla korkmak, korunmak, sakınmak, tedbir almak anlamlarıyla bütünlük arz eden kavramlardır. Cahiliye döneminde takva kelimesi, bir şeyden korkmak ve korkulan şey ile kendisi arasına bir engel koyarak korktuğuna karşı tedbir almak şeklinde semantik bir yapıya sahiptir. Şiirlerde de bu yapı kendini göstermektedir. Örneğin, “Her şerefli saygın kişi, başkaları tarafından yerilmekten kendini ziyafetle korur” beytinde bu açık bir şekilde görülmektedir. Saygın kişi, başkaları tarafından kınanma ve kötülenme korkusuyla karşı karşıyadır; bunun karşısına ziyafeti yerleştirmek suretiyle kötülenmeden kendini korumaya alır. Burada düşmanından gelecek zarara kalkanıyla engel koyup kendini korunmaya çalıştı anlamı kastedilmektedir. Tebrizi, cahiliyedeki takvanın bu kullanımını şöyle formüle etmektedir: Seninle korktuğun şey arasına seni koruyacak bir engel koyarak kendini korumaya almandır. “İttika”nın cahiliye dönemindeki formu, yapısal olarak Kur’an’da ve sünnette de aynen korunmuştur. Örneğin Efendimizin, “Bir yarım hurma ile de olsa ateşten korununuz.” hadisi, insanın cehenneme karşı olan korkusunun karşısına yarım hurmayı sadaka vermeyi yerleştirerek kişinin kendisini korumaya almasını anlatmaktadır. Kur’an’da, “ittika” kelimesinin kullanıldığı yerlerin hemen hepsinin öncesinde kişinin imanına, ameline, ahlakına, hukukuna aykırı olan bir husustan söz edilip bunlara zarar verecek bu şeyi yapmamak ve o şeye önlem almak suretiyle ondan korunmayı emrettiği görülmektedir.
Dolayısıyla dilciler takvayı korkulan, çekinilen bir şey ile kendisi arasına engel koyarak o şeyin zararlarından korunma şeklinde tanımlamışlardır. Bir anlamda korkulan şey, her ne ise ondan gelecek zarar ve incitici şeylerle karşılaşmamak için tedbir almayı kastetmişlerdir. Dinî bağlamda tasvir edecek olursak kişi, Allah’ın azabından ve gazabından korktuğu için ilahi ceza ile kendisi arasına emirlere itaat, yasaklardan kaçınma farkındalığını bir engel olarak karşısına yerleştirmektedir. Dolayısıyla takva, istenmeyen şeylerden aşırı düzeyde uzak durma hassasiyetini ön plana çıkararak Allah’a kulluğa engel olan bütün unsurları bertaraf etmeyi anlatmaktadır. Bu ise kişinin Allah’a layık kul olması bağlamında yapması gereken şeyleri yüksek düzeyde yapması ve buna engel olacak şeylerden azami derecede uzak durmasını ifade eder. İslam’da bu kavram, Cahiliyedeki yapısını içerik itibarıyla biraz daha derinleştirerek dinî bir kimliğe bürünmüştür. Öncelikle ittikanın ve takvanın öncesinde kişi, mümin kimliğiyle olabildiği ölçüde ön plana çıkmaktadır. İyi bir kul olabilmek için çabalamakta ve çırpınmaktadır. İmanını saflaştırma, amelini salihleştirme, ahlakını güzelleştirme açısından belli bir düzeyi vardır. Bu anlamda takva aslında var olan bu yapıyı bir taraftan koruma, bir taraftan daha da mükemmelleştirme ameliyesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan kelimenin içeriğindeki “korku, endişe, kaygı” ifadeleri, Cahiliyede salt bir korkudan ibaret iken Kur’an’da bu kimlik değiştirilerek buradaki korkuyu kişinin bir yırtıcıdan korkması şeklinde değil, bir taraftan kendisine değer verdiği, sevdiği, önemsediği, saygı duyduğu, diğer taraftan kızdırmak, gazabını celbetmek, öfkelendirmek istemediği bir varlığı (Allah’ı) üzmekten, incitmekten, hatırını kırmaktan, küstürmekten; gazabını ve öfkesini çekmekten kaynaklanan bir korkuya dönüştürmüştür. Kişi, temelde kendisine kul olduğu, inandığı güvendiği ilahını üzmekten ve kırmaktan korkmaktadır. Aynı zamanda da istenmeyen o şeyleri yaptığı anda onun gazabını ve azabını celp etmekten endişe etmektedir. Bu yüzden de istenmeyen şeyler ile arasına mesafe koyarak ya da istenen şeyleri koyarak bu endişe ve korkuyu bertaraf etmektedir.
Bu yönüyle takva, kişinin mümin olma derecesini yükseltmede imanının, amelinin, ahlakının önündeki tüm tortuları ve engelleri ortadan kaldırarak müminliğini saflaştırma ve derecesini yükseltme ameliyesidir. Bir anlamda saf bir tevhid inancını gölgeleyecek her türlü şirk ve inkâr unsurlarından uzak durmayı, kendisine emredilen şeyleri yapıp yasaklardan da ateşten kaçar gibi kaçmak suretiyle oturaklı ve tutarlı bir kimlik oluşturmayı karşılamaktadır. Tabir yerinde ise takva, sürekli bir şekilde kendisini seven, değer veren; onun da onu sevdiği ve saydığı ilahına karşı mahcup olmamak, utanacak ve üzülecek bir konuma gelmemek için verilen canhıraş bir uğraş, bir farkındalık ve bilinç hâlidir.
İnsan, nihayetinde zayıf bir varlıktır; birçok zaafı mevcuttur. Nefsi, nefsani ve hayvani arzuları vardır. Bunun yanında kendisini yoldan çıkarmaya adamış olan şeytan adında bir düşmanı vardır. Hayatı boyunca iyi ve kötü arasında, vicdanı ve nefsi arasında bir mücadelenin içerisindedir. Beşerdir, şaşmaya meyillidir; kendisine güzel gösterilen ve fıtratına içirilen nefsani ve hayvani zevklerin baskısı altındadır. İşte bu savaş ve mücadelede kişiyi kötü işleri yapmaktan, kötüye meyletmekten koruyan şeylerin en başında Allah korkusu ve takva gelmektedir. Kötüye meylederse Allah’ı üzecektir; onu incitmiş olacaktır. Hele hele o kötü eylemi işleyecek olursa Allah’ı üzmenin ve incitmenin ötesinde onun öfkesini ve gazabını; azabını ve cezasını celp edecektir. Bu hassasiyet onu diri ve dinç tutar; o kötü fiili yapmanın önünde mükemmel bir kalkan görevi görür; nefsiyle ve şeytanıyla mücadelesinde kendisine manevi bir yardım ve destek sunar. Dünyada yaşam sonuçta dikenli bir yolda yürümek gibidir. İnsan her ne kadar dikensiz yerleri tercih etmeye çabalasa da dikenlerin batmasından korunmak için büyük bir çabaya girmesi gerektirmektedir.
Ömer b. Hattab ile Übey b. Ka’b arasındaki şu diyalog takvanın bu kimliğini yansıtması açısından önem arz eder. Hz. Ömer, Übey’e “Takva nedir?” diye sorar. Übey, “Dikenli bir yolda hiç yürümedin mi?” diye mukabele eder. Hz. Ömer “yürüdüm.” deyince “O zaman ne yaptın?” diye sorar. “Paçalarımı sıvadım, dikenlerin batmaması için gayret sarf ettim.” demesi üzerine Übey, “İşte takva budur ya Ömer!” der. Evet, takva tam anlamıyla işte budur. İslam yolunda yürürken karşılaşılan dikenlere, yasaklara, günahlara, hatalara karşı bir teyakkuz hâli… Kimliğimi zedeleyecek, imanıma zarar verecek, helakime sebep olacak, dünyada ceza çekmeme, ahirette azaba duçar olmama sebep olacak endişesiyle ve korkusuyla yüksek düzeyde bir duyarlılık hâli… Bir direniş, bir tahammül, bir mücadele, inadına bir karşı koyuş… Nefsine ve şeytanına başkaldırı… Allah’ın hoşnutluk ve rızasına halel getirmemek, ona duyulan sevgiyi ve saygıyı zedelememek için canhıraş bir çaba… Kızgınlığını, öfkesini ve azabını celp etmeme adına yüreğinde duyduğu derin korkunun ve endişenin gücüyle yanlışa düşmemek, günaha bulaşmamak, şeytana ve nefsine uymamak için verilen bilinçli, farkında bir gayret, bir sebat…
Kur’an’da takvaya bürünen kişinin adı müttaki diye konmuştur. Bu bilinci, bu duyarlılığı, bu direnişi, bu mücadeleyi, bu sebat ve gayreti yüklenen kişinin adı olmuştur müttaki. Kur’an’da Allah’ın kullarından deniz seviyesinde olanlar için kullanılan temel bir kavram vardır: Müslim. İslam’a giren mümin olmaya çabalayan insan demektir. İmanını derinleştirip olgunlaştırdıkça adı mümine döner. Temelde bu ikisi, ortalama bir kulun vasfı olarak sunulur. İşte bu noktada mümin kulun derecesi yükseldiğinde farklı isimler aldığı gibi derecesi düştüğünde de farklı isimlerle anılmaya başlar. Günah işlediğinde “asim”, isyan ettiğinde “asi”, haddi aşıp yanlışa düştüğünde “taği, baği”, emre itaatsizlik ettiğinde “fasık”, suç işlediğinde “mücrim” gibi onlarca sıfatla düştüğü derece anlamlandırılır. Müminin derecesi arttıkça adı da sıfatı da değişir; kimi zaman kendisinde olması gereken vasfı ön plana çıkarılır. Sabrı mükemmel yüklendiğinde “sabır”; teslimiyeti ve boyun eğmeyi mükemmel yaptığında “kanit”, layıkıyla infak ettiğinde “münfik”, Rabbine günahlarını bağışlaması için yalvardığında “müstağfir”, Rabbinin bütün nimetlerine karşı şükran borcunu ödediğinde “şakir”, sürekli Allah’ı hatırında tutup diline pelesenk yaptığında “zakir”, ırzını ve namusunu muhafaza için çırpındığında “hafız” gibi sıfatlarla anılır. Kimi zaman bu sıfatların hepsi veya birçoğu bir kişide toplandığında, derecesi yükseldiğinde de farklı adlarla anılır. Örneğin ismi “Muhsin” olur; artık o Allah’ı görür gibi kul olan bir mümin derecesine yükselmiştir. Sadece Allah’a samimi ve içtenlikle yöneldiğinde “muhlis” ismini alır. Sadece Allah’a güvenip ona dayandığında, “mütevekkil”; imanını saflaştırıp salih ameller işlediğinde “salih”, Allah’la yaptığı sözleşmeye sadık kalıp, sözünde ve eyleminde doğru olduğunda “sadık” isimlerini alacaktır. İşte müttaki kavramı, müminin yukarıda zikrettiğimiz derecelerinin hepsini bir arada bulunduran üst bir kavram; müminin en üst tabakası olarak Kur’an’da yerini alır. Müminlerin, müslimlerin, sadıkların, münfiklerin, müstağfirlerin, şakirlerin, hamidlerin, zakirlerin, salihlerin, mütevekkillerin, muhsinlerin, sadıkların, kısaca bütün bu sıfatların ve özelliklerin yoğun bir şekilde kendisinde yer ettiği Müslüman tiplemesinin adı müttaki olarak sunulur. Müttakilerin karşısında yer alan tiplemeler çoğunlukla suçlular (mücrim), azgınlar (ğavin, bağin), doğru yoldan çıkanlar (füccar), haddi aşanlar (tağin), büyüklenenler (müstekbirin), saldırganlar (mu’tedin), itaate karşı çıkanlar (fasikin), yalanlayanlar (mükezzibin), ortak koşanlar (müşrikin), ikiyüzlülük yapanlar (münafikun), inkâr edenler (kâfirin) ve nefislerine zulmedenler (zalimin) şeklinde anılırlar. Bir anlamda bu tiplemelerin düştüğü özellik ve yanlışlara düşmeyen kimseler olarak müttaki zıddıyla tam olarak billurlaşır ve netleşir.
Takvanın bütün parametrelerini yüklenen müttaki için Kur’an’da onlarca sıfat sıralanır. Öncelikle onlar, Allah’ı görmedikleri hâlde gıyabında ona iman eder; kayıtsız şartsız teslim olurlar. Peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara kayıtsız şartsız iman eder ve tabi olurlar. Meleklere iman ederler. Namaz, zekât, oruç ve hac başta olmak üzere bütün farz ve nafile ibadetlerini layıkıyla yerine getirirler. Öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye, ahirete yakinen inanırlar. İhtiyaç hâsıl olduğunda hicret ederler; Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat ederler. Yakın akrabaya, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara, anne babaya iyilik eder, iyi davranırlar. Darlıkta ve bollukta infak ederler, öfkelerine hâkim olurlar, insanları affederler. Bir yanlışa ve günaha düştüklerinde hemen tövbe istiğfar ederler, asla günahlarında ısrarcı olmazlar. Verdikleri sözü tutarlar, emanete hıyanet etmezler, sözleriyle özleri birdir, her şartta doğruyu söylerler. Namuslarını ve ırzlarını korurlar. Boş şeylerden yüz çevirirler. Hakkı ve sabrı tavsiye ederler. İyiliği emredip kötülükten sakınır ve sakındırırlar. Allah anıldığında kalpleri ürperir. Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkmaya çalışırlar. Allah’tan, kıyamet gününden, Allah’ın azabından ve gazabından korkup çekinirler. Başlarına bir musibet geldiğinde sabrederler. Onlar Allah’ı severler; Allah da onları sever. Onlar Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını gözetirler. Allah’tan razı ve hoşnut olurlar. Kurtuluşa ererler, felaha ve feraha kavuşurlar; kendilerine cennet müjdelenip cennetle mükâfatlandırılırlar. Onlar Allah’ın azabından, cehennem ateşinden, kötülüklerden, günahlardan, hatalardan, fitne fücurdan, fesat ve ifsattan uzak dururlar. Hâsılı kelam, iman, amel ve ahlak boyutunda yapılması gereken her şeyi mükemmel yapmak için çırpınıp uzak durulması gereken şeylerden de uzak dururlar. Bunun sonucunda Allah, onları her daim doğru yola sevk eder, onlarla her daim beraber olur. Onlara her türlü yardımı ve lütfu esirgemez. Onları sever. Onları dostları olarak görür. Onlara değer verir. Düşmanlarına ve onların tuzaklarına karşı korur. Onların günahlarını ve yanlışlarını affeder, görmezden gelir. Merhametine ve lütfuna mazhar kılar.
Bir kısmını verdiğimiz bu özellikleriyle müttaki, kulluk şuuruna eren, üzerine düşeni yapan, Allah’ı seven, saygı duyan, değer veren; üzmemek ve incitmemek için elinden geleni yapan, Allah’ın beğenisi için çabalayan; nefsine ve şeytana uymamak için gayret sarf eden, yanlış, günah ve hata yapmamak için direnen; yaptığında da huzurunda yalvarıp tövbe ve istiğfarla af dilenen üst bir mümin kimliğini temsil etmektedir.
Diyanet Aylık Dergi
Prof. Dr. Ömer KARA
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca